PsiNossa XII - Kasım Sayısı

Page 1

PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi

Sayı 12 Kasım 2015 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org

Ölüm Görsel: Charles Allen Gilbert All is Vanity


ANKARA 10.10

2 PsiNossa


PsiNossa 2015

TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri İrem DEMİR Yıldırım Beyazıt Üniversitesi iremdemir@tpocg.net Editör Fatma Selin AYAN TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi fatmaselinayan@gmail.com Üye Burak Bahadır AKIN Kültür Üniversitesi burakbahadirakin@hotmail.com Üye Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@gmail.com Üye Şükran Yalçın Yıldırım Beyazıt Üniversitesi sukranyalcin3@gmail.com Üye Edanur Tunca Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com Üye Ayşe Nur AVCI Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com Çevirmen Ceren Nur Gürler Işık Üniversitesi cerennur.gurler@gmail.com Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Can KAMSIZ Girne Amerikan Üniversitesi cankamsiz@gmail.com

Film Eleştirmeni

Ceren AYIK Yaşar Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Öğrencisi hopigesta@hotmail.com

Kitap Eleştirmeni

Merva ÖKSÜZ

mervaoksuz@gmail.com

TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi Serdar Doruk AVUNDUK serdaravunduk@gmail.com Konuk Yazarlar Özge KARAKAŞ Orta Doğu Teknik Üniversitesi özgekarakas95@gmail.com Buğday Derneği adına Gözde İVGİN www.bugday.org Hazar Ekecik Üsküdar Üniversitesi hazarekecik@gmail.com Burak YILDIZ İstanbul Kültür Üniversitesi burakyildiz1994@hotmail.com Gözde AYHAN Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Nilüfer DELİPALTA Çağ Üniversitesi PDR Öğrencisi nlfrdlplt@windowslive.com Emircan SAÇ Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğrencisi

Kapak Ceren AYIK

hopigesta@hotmail.com

PsiNossa 3


Bu Sayımızda; 6 | Korkunun Ecele Faydası Var Mı? 8 | Terörün İntihar Hali: Canlı Bomba 12 | İntihar Üzerine 14 | Çocuklarda Ölüm Algısı 18 | “Ölenler Ölümü Bilmez Ölüm Kalanlar İçindir” 20 | Uyuşturucu Bağımlılığının Ölümcül Etkisi: İntihar mı Cinayet mi? 22 | Yaşamın Sonlanmasına Dair Sorunlar ve İlgilenme 24 | Ölüm Nedir? 26 | Nefes 28 | Dramatik Toplumsal Tecrübenin İnsanları Duygusal Yalnızlığa ve Fikri Derinliğe İtmesi 30 | An-ı Yaşıyormuşum Gibi 32 | Still Your Guitar Gently Weeps 34 | Doç. Dr. Sedat Işıklı ile Travma ve Ölüm Konulu Röportaj 42 | Mezun Yazısı 44 | Buğday Derneği 46 | Ayın Farkındalıkları 48 | Ayın Filmi: Ikıru 50 | Ayın Kitabı: Veronika Ölmek İstiyor

4 PsiNossa


Psi Nossa

Merhaba değerli okuyucular, Bu ay konuyu belirledikten sonra acı bir tesadüf yaşadık: 10 Ekim Ankara katliamı. Yıkıldık, üzüldük, öfkelendik. Bu sayıda söyleyeceklerimiz daha da birikti. Görüşü, milliyeti, inanışı ne olursa olsun insan hayatı söz konusu olduğunda bütün sesler susmalı, bütün ideolojiler yerle bir olmalı; ama bu ülkede olmuyor. Ölenler bir kez daha ölüyor. Söylenecek çok şey var… Hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ruhu şad olsun. Bu ay Hacettepe Üniversitesi psikoloji bölümünden çok değer verdiğim hocam Doç.Dr. Sedat Işıklı ile bir röportaj gerçekleştirdik. Kendisine ölüm ve travma hakkında merak ettiklerimizi sorduk. Bizi kırmadığı için kendisine teşekkür ederiz. Ekim yine çok kaybettiğimiz bir ay oldu. Hayatını kaybeden sanatçılarımızın da ruhu şad olsun. Keyifli okumalar. Fatma Selin AYAN

Editör

The 12th Edition of ‘’PsiNossa’’ The theme of 12th edition of PsiNossa is ‘’death’’ for this month of the year. All of the members of PsiNossa have been talked about death in various of aspects such as; suicide, art about death theme, phiolosophical and psychological perspective on death, death perception in the childhood period, film review(ikiru), the biological death, the effect of social context on death, the fear of death, the importance of ‘’living the moment’’ motto, the interview with Sedat Işıklı about death concept, the conception of the ‘’Leaving behind of the other people behind of us by our demise’’, the substution of suicide; Terrorism: Alive bombs. Apart from the writing about ‘’death concept’’ there are other writings as; 1) Writing from a graduated student 2) Writing of editor Awarenesses of this month; 1) Demise of Kasım Ümit Yaşar Oğuzcan 2) Demise of Kasım Savaş Ay 3) 7. November: The Birth Date of Albert Camus 4) 10. November: The Demise of Mustafa Kemal Atatürk 5) 14. November: The Demise of Orhan Veli

6) 16. November: The Demise of Ahmet Kaya 7) 18. November: TheDemise of Nejat Uygur 8) 20. November: National The World Kid’s Rights Day 9) 24. November: The Teacher’s Day 10) 25. November: The Fight Against The Violance Towards to Women

PsiNossa Psikoloji biliminin “Psi” si ve Portekizcede “bizim” anlamına gelen “nossa” kelimesinin birleşmesiyle –TPÖÇG ve TPÖÇG’e dair her şeyi can-ı gönülden sahiplenmemize ithafen- ortaya çıkan PsiNossa isimli dergimiz her ay belirlenen bir konu çerçevesinde e-dergi formatında yayınlanmaktadır. PsiNossa Yayın ekibi olarak her ay siz okuyucuların karşısına dopdolu, bilgilendirici ve keyifli vakit geçirmenizi sağlayan içerik sunmak için canla başla çalışıyoruz.

PsiNossa 5


Korkunun Ecele Faydası Var Mı?

Selin Cennet GÜLMEZ

Ö

lüm korkusu, bir bakıma, hayatımızın gizli yöneticisidir. Genç yaşlarımızda, ölümden korkmadığımız için üretkenlik seviyemiz düşüktür. Yaşımız ilerledikçe, unutulmamak adına, dünyaya bir miras bırakmak isteriz. Bazen ebeveyn olmak bazen bilim insanı olmak en doğru yöntem olur bu amaç için. Korkumuzu tetikleyen farklı durumlar vardır. Bir yakınımızı kaybetmek, bir kazanın eşiğinden dönmek, bir katliam haberi almak ki ülkemizde çok sık görürüz, duyarız, okuruz bu haberleri. Yaşarız bu acıları. Sahi ne kadar güvendeyiz? Geçtiğimiz haftalarda, bir hocamın, dersle bağlantılı şekilde bize yönelttiği “Kaç yaşında ölmeyi bekliyorsunuz?” sorusuna karşın içtenlikle “Doksan!” cevabını vermiş ve “Ben hepinizi gömerim.” diye de kendi çapında espri yapmış biri olarak söylemeliyim ki şu an, yirmili yaşlarımı görecek kadar yaşamayı nasıl başardığıma hayret ediyorum. Korkuyorum! Korkuyoruz... Peki korkmak ölümü uzak tutmamızı sağlar mı? Cahit Sıtkı’yı düşününce soru havada kalabilir sizler için; ama ne kadar da ölümsüz yapmıştır onu ölüm korkusu aslında. Şimdiye kadar birçok şiire, romana, şarkıya can vermiş olan ölüm korkusu; bilim dünyası için de vazgeçilmezdir. Ölüm korkusunun seviyesini belirlemekten tutun da hangi değişkenlerin ölüm korkusuna etki ettiğini bulmaya kadar birçok çaba, bu konunun, literatürde sağlam bir yer edinmesini sağlamıştır. Templer(1970)’in geliştirdiği Ölüm Kaygısı Ölçeği(ÖKÖ), farklı gruplar üzerinde denenerek geçerliliği test edilmiş ve olumlu sonuçlar alınmış bir ölçektir. Bu gruplar cinsiyet, yaş, sağlık durumu ve meslek gibi değişkenler temelinde oluşturulmuştur. Ölçek aracılığı ile kadın ve hasta gruplarının kaygı puanının diğer gruplardan daha yüksek olduğu görülmüştür (akt. Akça ve Köse, 2008). Kadınların erkeklere oranla daha uzun yaşadığı gerçeği düşünüldüğünde, kaygının ölümü geciktirdiğine inanmak

6 PsiNossa

mümkün. Ancak bu çıkarım aceleci ve acemice olur ki yanlış bilgiyi doğurur. Ölçeğin uygulandığı gruplardan biri de yaş değişkenine göre oluşturulmuştur. Yaş ilerledikçe kaygı puanı da yükselmiş yani ölüm korkusu seviyesi artmıştır (akt. Akça ve Köse, 2008). Ölçeği bir kenara bırakıp, yaş ve cinsiyet gibi değişkenlerin dışına çıkarsak; dini, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik değişkenlerin de ölüm korkusunun üzerinde etkili olduğunu görebiliriz. Erdoğdu ve Özkan(2007) tarafından, Yezidi, Süryani ve Müslüman katılımcılarla gerçekleştirilen çalışmanın amacı; ölüm korkusu üzerinde din ve eğitim gibi çeşitli değişkenlerin etkisini ölçmektir. Ölüm kaygısı ve ruhsal belirtileri ölçmek amacıyla kullanılan tekniklerin dışında, çalışma, bir anketle de desteklenmiş ve bu anket aracılığıyla katımcıların sosyo-ekonomik durumları belirlenmiştir.Erkek katılımcı sayısının 152 ve kadın katılımcı sayısının 88 olduğu araştırmaya göre en yoğun kaygı yaşayanlar Yezidilerken, sıralama Müslümanlar ve Süryaniler olarak devam etmiştir. Yani bireylerin ölüm kaygıları, hangi dine mensup oldukları ile doğrudan ilişkilidir ki bu bağlantı dinlerin öğütlediği yaşantı, dini yükümlülükler ve ölüm sonrası inancının farklı oluşu ile açıklanabilir. Benzer bir çalışmanın, ülkemizde, toplum-kültür-siyasi görüş üçleminde ele alınmasını umutla bekliyorum.Zira ölmeye alışmış bir toplum olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz ve ölümlere siyasi gerekçeler hatta haklılıklar yüklemeye çalışan karanlık zihinlerle sık sık karşılaşıyoruz. Halbuki bir ölüm bazen sadece bir ölümdür. Bir mezar ise sadece bir mezar... Ölümü sık hatırlatan olaylar yaşamak ki ülkece bağışıklık kazanacak kadar çok yaşadık aslında, mezar ziyaret etmek, yüksek bir eğitim seviyesine sahip olmak ölüm kaygısını artıran faktörlerden birkaçıdır (Erdoğdu ve Özkan, 2007).


Hastalık durumunun ölüm korkusunda artışa neden olduğunu, önceki cümlelerde belirtmiştim. Ancak spesifik olarak bu artış üzerinde duran çalışmalar da mevcut. Cimilli(2001), genel hastane popülasyonunda kaygı oluşumunu yönlendiren etkenleri, daha açık söylemek gerekirse hangi tür operasyonların bu korkuyu tetiklediğini incelemiştir. Cimilli(2001), cerrahi müdahalenin öncesinde(pre-operatif) veya sonrasında(post-operatif) görülebilen anksiyete belirtilerinin temel sebebi olarak ölüm korkusunu işaret etmiştir. Ölüm korkusunu; bilinçsizlik durumunun yarattığı kaygı ve vücudun zarar görmesi endişesi takip etmiştir. Birbiri ile doğru orantılı olarak yüksek veya düşük seviyelerde yaşanan pre-operatif ve post-operatif anksiyete örnekleri, nadiren de olsa, cerrahi müdahalenin devamına engel olacak safhalara gelebilmektedir. Anksiyetenin en yüksek seviyede görüldüğü cerrahi müdahele türlerinin ilk üçü; göğüs kalp damar cerrahisi, plastik cerrahi ve beyin cerrahisidir. Sağlık durumu, dini yaşantı, eğitim seviyesi, cinsiyet gibi onlarca değişken; ölüm korkusu üzerine yapılacak çalışmalarda ciddi etkenler olarak yer alabilirler. Cerrahi müdahaleden kaçışa varan kaygının oluşumuna enjeksiyon/anestezi korkusu gibi özgül korkular da kaynaklık edebilir (Cimilli, 2001). Bilgi yüklemesi yapmayı bu noktada kesmek istemezdim ancak artık sorumuzu cevaplamanın zamanı geldi: “Ne yazık ki korkunun ecele faydası yok.” Yapılan çalışmalar evli erkeklerin bekar erkeklerden daha çok ölüm kaygısı yaşadığını söylese de evli erkeklerin daha uzun yaşadığını söylemek pek mümkün değil. Anlayacağınız, ölüm korkusu güvenlik seviyemizi yükseltmemizi sağlasa da biyolojik olarak bedenimize bir destek sağlamıyor. Aksine ölümü düşünerek yaşamak kaygıya bağlı kalp spazmı gibi rahatsızlıklara neden olabiliyor. Belki de penceresinden gün eksilmesin diye kelimelere ömür vermiş Cahit Sıtkı’nın erken ölümü değil de her sabah öldüğünü zannederek uyanan Veronika’nın hayatı aydınlatır zihnimizi... Paulo Coelho’nun Veronika’nın dilinden anlatmaya çalıştıklarını, anladık mı sizce? Yarın ölecekmiş gibi yaşayabilirsek , Veronika kadar mutlu olabiliriz bence.

PsiNossa 7


Terörün İntihar Hali: Canlı Bomba Şükran YALÇIN

İ

ntihar bombacıları tarafından düzenlenen terör eylemlerinde bombacılar sadece gerçekleşen bir olaya değil, olayın perde arkasındaki psikolojik süreçlere de işaret ediyor. Peki bir insanı intihar bombacısı olmaya ikna eden şey nedir? İntihar terörizmi , terör uzmanı Ami Pedahzur tarafından canlı dönme ihtimalinin sıfıra yakın olduğunun farkında kişiler tarafından işlenen vahşi eylemler şeklinde tanımlanmıştır. İntihar saldırganı tanım açısından çelişkiler içeren bir kavramdır. Riaz Hassan’a göre intihar bombacıları - genellikle genç erkekler olmaları hariç- ortak bir demografik, psikolojik sosyo-ekonomik ya da dini bir değişken göstermemektedir (Hassan, 2009). Başka bir çalışmaya göre potansiyel bombacıları anlamak için profil çıkartmak gerekli değildir. Çünkü diğer insanlara göre zaten yeterince fark taşımaktalar. Olası bombalamalara karşı önlem alınırken kişisel psikolojiye odaklanmak yerine topluluk ya da grup psikolojisine bakılmalıdır. Küçük grup dinamikleri öznel kişiliği bastırıp normal olan insanların feci davranışlar sergilemesine yol açabilir (Pape, 2005). Chicago terör ve güvenlik projeler veri tabanına göre intihar bombacılığının gerçekleştirildiği ülkeler arasında Ortadoğu ülkeleri yoğunluk göstermektedir. Aynı zamanda Chicago intihar terörü proje yöneticisi Robert Pape, intihar bombacılarının çoğunlukla eğitimli orta sınıf insanlar olduğunu saptamıştır. Afganistanda 2010 yılında Camp Campman saldırısını gerçekleştiren Humam Balawi, bir doktordu (Warrick, 2011). 2007 yılının başında Afgan patolog Yusef Yadgari’nin yüz on intihar bombacısının cesedi üzerinde yaptığı incelemede canlı bombaların %80’inin patlamadan önce uzuv kaybı yaşayan ya da kanser,cüzzam gibi hastalıkları olan kişiler olduğu belirlenmiştir (Nelson, 2007). Antropolog Scott Atran’ın çalışma sonuçlarına göre canlı bomba eylemlerinde keskin bir artış gözlemlenmiştir. Atran, saldırıların yukarıdan

8 PsiNossa

aşağı organize edilmediğini; ama aşağıdan yukarı doğru ortaya çıktığını söylüyor.Yani genellikle birinin arkadaşını takip etmesiyle başlayıp grupça düşünmeye teşvik eden çevrelerde son buluyor. Atran, teröristlerin kutsal bulduğu inançları ve kendi ahlak anlayışlarına göre hareket ettiğini de ileri sürmüştür. 2011 yılında Amerikan ordusu istihbarat analistlerinin yayınladığı bir rapora göre intihar saldırısı yapan kadınların %20’si eylemi belli bir kişiyi öldürmek amacıyla gerçekleştirmişken erkeklerde bu oran %4 ‘tür. Buna ek olarak rapor, kadın intihar bombacılarının genelde bir aile üyesinin ardından yasta olduklarını ve bunun sorumluluğunun kimde olduğuna inanıyorlarsa ona karşı bir öç duygusu güttüklerini, dünyaya bebek getiremediklerini ve/veya cinsel taciz yoluyla aşağılandıklarını ortaya koymuştur. Yine aynı rapora göre erkek intihar bombacıları kadınlara göre daha sık politik faktörler yüzünden harekete geçmektedirler. Sıradan bir insanın bir teröriste dönüşmesi sosyal psikolojiyle doğrudan ilişkilidir ve temelde bir sosyal entegrasyon meselesidir. 2008 yapımlı ‘’die Welle’’ filmi normal insanların terörizmin öznesi haline gelmesi hakkında farklı noktalara değinerek bu entegrasyon sürecini yansıtan bir yapıttır. Konusunu yaşanmış gerçek bir hikayeden alan die Welle, Nazi Almanya’sına tekrar dönüş yapılmasının imkansız olduğunu düşünen lise öğrencilerinin kendini kontrolden çıkmış bir deneyin içinde bulmasıyla grupların yarattığı terör olaylarına göndermelerde bulunuyor. Psikolog Ariel Merari’nin girişimi başarısız olan bombacılarla görüşerek gerçekleştirdiği çalışmaya ilişkin verdiği röportajda Riza Hassan’ın aksine intihar bombacılarının belli kişilik tipleri olduğu iddia ediliyor. Oldukça ilginç olan röportaj, intihar bombacılarıyla yapılan karşılıklı görüşmeler hakkında etkileyici izlenimler de içermekte.


PsiNossa 9


10 PsiNossa


Ariel Merari’nin New Scientist’e verdiği röportaj çevirisi “İntihar bombacısının beyninde bir psikolog” Canlı bombaların psikolojik olarak diğer teröristlerden farklı olmadığı düşünülüyordu; ama siz girişimleri başarısız olan Filistinli canlı bombalarla yaptığınız son araştırmanızda durumun tam tersi olduğunu iddia ettiniz. Çalışmanızda ne sonuca ulaştınız?

Onları canlı bomba olmaya gönüllü yapan belli kişilik özellikleri var. Görüşme yaptığımız potansiyel on beş canlı bombanın hiçbirinin psikozu yoktu; ama iki kişilik tipinden birine sahiplerdi. Üçte ikisi bağımlı-kaçınan : yani başlarında bulunan otorite figürlerine hayır demekte zorlanan ve görevleri bu otorite figürlerinin adalet anlayışına uygun şekilde yürüten kişiler. Ayrıca bu kişiler kamuoyundan oldukça fazla etkileniyorlar. Geri kalanı ise dürtüsel ve duygusal olarak istikrarsız. Bu tipler canlı bomba olmaya can atan; ama hevesi çabuk sönen kişiler.

Peki bu kişiler militanca ideolojilere sahip kişiler miydi?

Çoğu ilk kez teröre intihar görevini gerçekleştirmek için bulaşıyor. Onları intihar bombacısı yapan şey ideolojik motivasyonları değildi. Üçte ikisi olay sırasında tereddüt etmişti. Bunun nedeni ölüm korkusu ve aileleriyle ilgili endişelenmeleriydi.

Operasyonun sonunu nasıl getirebiliyorlar?

Çoğu açıkça ‘’çözülme’’ olarak bilinen psikolojik bir duruma giriyor ki o durumda kendilerini rahatsız edici düşüncelere kapatıyorlar. Kendini otobüste patlatmayı deneyen bir canlı bomba bize bu işe girdiği andan itibaren korktuğunu anlattı ve ope-

rasyon yaklaştıkça korkuları da büyüyordu. Otobüse adım attığı andan itibaren hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Ona inanıyorum. Ne olduğunu otobüsteki yolcular sayesinde biliyoruz. Otobüsün ortasına doğru yürüdü ve patlayıcı yükü aktifleştirmek istedi; ama patlayıcı çalışmadı. Tuşa tekrar tekrar bastı. İnsanlar etrafına toplandı. Yumrukluyor, kavga ediyor ve bağırıyordu; ama şuan hiçbir şey hatırlamıyor. Kendini kapatmıştı. Çünkü korkunç bir çatışmanın içindeydi.

Ayrıca canlı bombaları organize eden on dört kişiyle de görüştünüz. Bu kişilerin hepsi Filistinli militan gruplarının kıdemli komutanlarıydı. Onların psikolojileri nasıldı?

Onların psikolojileri çok farklıydı. Bağımlı değiller; ama çıkarcılar. Onlar canlı bombalardan daha zekiler ve yaşça daha büyükler. Bizim çalışmamızda azmettiricilerin ortalama yaşları 27, canlı bombalarınki 19’du. Bazıları üniversite mezunuydu. Psikopat değillerdi. Çok faydacı kişilerdi. Yaptıkları şeyleri ulusları için yaptıklarına ve doğru yolda olduklarına inanıyorlardı. Bu konuda hiç ahlaki/ manevi şüpheleri yoktu.

Onlarla konuşurken nasıl hissettiniz ?

Muhtemel bombacılar hayal ettiğiniz tipik katiller gibi görünmüyorlar. Zavallı genç erkek çocukları gibi gözüküyorlar. Hiç hainmiş gibi bir havaları yok. Görüşmelerde çok nazik ve kibarlardı. Onları kullanılan insanlar olarak gördüm; ama azmettiriciler farklıydı. Bu kişilerin gençleri, masum sivilleri öldürmeye gönderen kişiler olduğunu biliyordum. Buna rağmen hala onları insan olarak düşünebiliyordum. Bir şekilde kendimi diğer meselelerden ayırmıştım. Eğer gerçekten insanları neyin motive ettiğini anlamak istiyorsanız onlarla konuşurken yargılayıcı olmamalısınız. Yaptıkları şeyin insanlık açısından korkunçluğunu düşünemedim bile.

PsiNossa 11


İntihar Üzerine

B

ir kadın... İnsan yaşamına değer veren, kimseyi kırmak istememesine rağmen hatalar yapan, hatalarını fark ettiğinde bunun cezasını kendi kendine kesen, duygusal olduğunu belli etmek istemese de bunu pek beceremeyen bir kadın... İki kişi... Kadının hayatının önemli dönemlerinde hayatına dokunmayı başarabilmiş, birbirlerinden tamamen farklı kişiliklere sahip, çok değerli iki kişi... Bu iki kişinin tek ortak noktası kadına söyledikleri kısa ve basit ama anlamı ağır olan şu cümleydi: “Ben intihar etmek istiyorum.” Biri daha çocuk denecek yaşlarda söylemişti bu cümleyi diğeri gençlik yıllarında. İlk duyduğunda ne söylemesi, ne yapması gerektiğini bilemedi kadın, sadece “Sakın!” diyebildi. Sakın yapma. Aslında içten içe bunu yapmayacağını bildiğinden birazcık da olsa rahattı. Hem daha büyümemişlerdi ki bazı şeyleri anlamlandıramayacak kadar küçüklerdi. Aradan günler, haftalar geçti sadece ikisinin bildiği bu konu unutuldu gitti, bir daha ikisi de bu konudan bahsetmedi; ama kadın o cümleyi duyduğunda yaşadığı korkuyu hiç unutmadı. Kadın büyüdü. Hiç beklemediği bir zamanda hayatına biri girdi ve yine aynı cümleyi söyledi: “Ben intihar etmek istiyorum.”. Bu ilk kez duyduğu gibi değildi, daha ciddi bir meseleydi. İnsan neden intihar etmek isterdi? Yaşamaktan vazgeçmeyi istemeye neden olan şey neydi? Kendine kıymak ne kadar kolaydı? Peki intihar etmek kaçmak mıydı, kurtulmak mıydı dünyada bizi zehirleyen şeylerden? Kadın bu ve bunun gibi soruların cevaplarını bulmaya çalıştı; ama hiçbir zaman net bir cevap bulamadı. Üzerine o kadar çok düşünmüştü ki artık yorulmuştu. Bir yandan kalıp yardım etmek istiyor bir yandan karanlığını gördüğü bu dipsiz kuyunun başından kaçıp kurtulmak istiyordu. O kişiyi kaybetme korkusunu o kadar derinden duyuyordu ki buna katlanmak her geçen gün zorlaşıyordu. Kendini büyük bir çıkmazda hissediyor ne kaçabiliyor ne de yardım edebiliyordu. Ondan haber alamadığı zamanlarda bedenine yayılan korkuyu tarif etmesi oldukça güçtü ve haber alamadığı zamanlar çok oluyordu. Tartışmalar başladı, büyüdü ve çözülmez bir hal aldı. Adam kadına artık intihar etmek istemediğini söylese de kadın buna bir türlü inanmıyordu. Sürekli “Ya kendini öldürürse?”diye düşünüyor ve buna dayanamıyordu.

12 PsiNossa

Ayşe Nur AVCI

Kadın adama daha çok bağlanmaya başladığını ve ona yardım edemeyeceğini fark ettiği anda kaçtı. Arkasına bakmadan kaçtı. Onunla tüm iletişimini kesti. Zaten adam bıkmıştı kadının sürekli sorun çıkarmasından. Belki gitmesi ikisi için de daha iyi olacaktı. Adam da kadına ulaşmaya çalışmaktan vazgeçti bir süre sonra. Kadın ilk zamanlar gerçekten kaçıp kurtulduğunu düşündü. Hayatına o hiç girmemiş gibi devam edebileceğini sandı; ama bunun hiç de öyle olmayacağını anlaması çok uzun sürmedi. Hala ondan haber almaya çalışıyor, yaşayıp yaşamadığını bir şekilde kontrol ediyordu. Onu bırakıp gitmenin cezasını her gördüğünde, ismini her duyduğunda yüreğinde hissettiği ızdırapla ödüyordu. Aradan zaman geçti, kadın adamın hayata bağlandığını, artık ölmek istemediğini öğrendi. Şuan adam kadından uzakta yaşıyor. Uzakta; ama yaşıyor. Eğer adam bir gün ölürse ve kadın onun intihar ettiğini öğrenirse ne hissedeceğini ne yapacağını bilmiyor. Şimdilik ikisi de mutlu görünüyor ya da ben öyle olduklarını umuyorum. İntihar etmeyi düşünmek, düşünen biriyle yakın olmak ya da bir yakınının intihar etmesi gibi konular üzerine uzun uzun düşünülmesi, araştırılması gereken konular. Ben biraz intihar etmeyi düşünen biriyle yakın olmak konusuna değinmek istedim. Gizlilik ilkesi gereğince yukarıda anlattıklarımın bir kısmı gerçek bir kısmı kurgudur. Kimlik belli etmemek için bazı kısımları değiştirerek yazdım. Bu yazıyı intihar girişiminde bulunanlar mı, bir yakını intihar edenler mi yoksa o kadın gibi intihar etmek isteyen bir yakınıyla dertleşenler mi okuyacak bilmiyorum. Eğer sizleri kıran, üzen ya da kızdıran cümleler kurmuşsam özür diliyorum, beni affedin. O kadının yazdıkları bir şekilde elime geçtiğinde beni derinden etkilemişti. Biraz da kendim için yazdım ben bu yazıyı. Yazmamın esas nedeni Turgut Uyar’ın dizesinde gizli: “Yazdım, yazmasam ağlayacaktım.” Yaşamanın değerini bilmemiz gerektiğini düşünenlerdenim. Bu kadar hüzünlü şeylerin ardından küçük ve sevimli bir şiir eklemek istiyorum. Yaşamak gerçekten güzel. Sadece iyi günlerin geleceğine inanmak gerek.


ÇOK GÜZEL ŞEY Yaşamak güzel şey doğrusu Üstelik hava da güzelse Hele gücün kuvvetin yerindeyse Elin ekmek tutmuşsa bir de Hele tertemizse gönlün Hele kar gibiyse alnın Yani kendinden korkmuyorsan Kimseden korkmuyorsan dünyada Dostuna güveniyorsan İyi günler bekliyorsan hele İyi günlere inanıyorsan Üstelik hava da güzelse Yaşamak güzel şey Çok güzel şey doğrusu. Melih Cevdet ANDAY Şiir severlere iki şiir önerisi: 1. Nazım Hikmet, Yaşamaya Dair 2. Can Yücel, Tam Zamanında Yaşamak

PsiNossa 13


14 PsiNossa


Çocuklarda Ölüm Algısı Edanur TUNCA “…Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama, aynı zamanda, zamana göre yerini de belirtir. Zamanın içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, tüm benliğinin bundan kaçınması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırışı, uyumsuz budur işte.”

Y

azıma Albert Camus’nun Sisifos Söyleni adlı kitabındaki insanı ölüm üzerine düşünmeye iten uyumsuz (absurde) tanımlarından bir tanesi ile başlamak istedim. Bizler ölümün soğukluğunu yaşadığımız her kayıpta, her katliamda, önünden geçtiğimiz her mezarlık başında, belki her doğum gününde hissettiğimiz, geleceğin ölüm getireceğini bildiğimiz halde; ısrarla yarını arzulayan, yarına umutla bakabilen varlıklarız. Yetişkin bireyler için dahi yaşam ve ölüm arasındaki anlık çizgiyi ifade edebilmek ve anlamlandırmaya çalışmak oldukça güçken çocukların ölümü nasıl algıladıklarını hiç düşündünüz mü? Çocuklar, çevrelerindeki hayvanların ölümleriyle, televizyon programlarıyla, hatta masallarla ölümün farkına varmaya başlarlar. Çocuklarla bu konuda konuşulması ve ihtiyaçları olan bilgilerin verilmesi gelecekte yaşayacakları herhangi bir krize hazırlanmalarını ve üstesinden gelmelerini sağlamaktadır (Yıldız, 2004). Ancak Worden’a göre bu konuşmalarda çocuğun ölüm üzerine neyi bildiği ve neyi bilmediği öğrenilmelidir. Korkuları, rahatsızlıkları veya yanlış bilgileri varsa sağlıklı bir iletişimle korku, endişe ve şaşkınlıklarını giderebilmek mümkündür (akt; Yıldız, 2004). Gelişimsel açıdan bakıldığında çocukların ölümü algılama süreçleri bebeklik dönemi, okul öncesi dönem, okul dönemi ve ergenlik dönemi olmak üzere dört yaş grubunda incelenmektedir: Bebeklik döneminde (0-2 yaş) nesne sürekliliği oluşumu henüz gerçekleşmeye başladığı için bebekler kısa ayrılıkları bile bir kayıp olarak algılayabilirler.

Ebeveynin ya da bakım veren kişinin tekrar ortaya çıkması bebekteki kaygının azalmasını sağlar. Anne-baba kaybı ya da bebeğe bakım veren kişinin gitmesi durumunda bebeğin sağlığı olumsuz yönde etkilenmektedir. Ancak yine de bebeklerin yas tutumları ile ilgili çok fazla bir bilgi bulunmamaktadır (Santrock, 2015). Okul öncesi dönemde (2-5 yaş) çocuklarda düşünme süreci ben merkezlidir ve çocuklar bu dönemde nedensellik temelli akıl yürütemezler. Süreklilik kavramı henüz tam gelişmediği için bu çocuklar ölümün kalıcılığının farkında değillerdir. Ölümü yaşamın sonlanması olarak değil de geçici bir durum olarak algılarlar. Ölümü büyüsel düşüncelerle açıklayabilirler. Bu dönemdeki çocuklar, ölen yakınlarının ölümüne kendilerinin sebep olduklarını düşünerek sürekli olarak kendilerini suçlayabilirler. Özlem, üzüntü, çaresizlik gibi hislerini öfkeyle gösterebilirler. Gece yatmak istememe, altını ıslatma, uykuya dalmada zorlanmalar yaşayabilirler. Okul döneminde (6-11 yaş) çocuklar, ölümün geri dönülmezlik, sona erme ve evrensellik özelliklerini kavrayabilirler. Ölülerin konuşamayacağını, hareket edemeyeceğini, nefes alamayacağını ve kalplerinin durmuş olduğunu kavrayarak daha somut düşünebilirler. İnsan vücudunun biyolojik süreçlerini anlamaya başlarlar. Bu dönemde medyadan, yaşıtlarından ve anne babalarından elde edinilen bilgiler çocuklarda kalıcı izler bırakabilir. Kaygıları önceki dönemlere göre daha belirgindir; depresif belirtiler ve karın ağrısı, baş ağrısı gibi somatik belirtiler gösterebilirler. (Kıvılcım ve Doğan, 2014).

PsiNossa 15


Ergenlik döneminde (11-18 yaş) ölüm kavramı daha soyut bir nitelik kazanır ve soyut düşüncenin gelişimiyle ölümü hayal etme, öleceğini düşünerek endişelenme ve karmaşık bir zihinsel süreç başlar. Ergen senaryolar üretip kendi kendine çözümlemelerde bulunabilir. Somatik üzüntü ifadeleri, yeme bozuklukları gibi belirtiler gösterebilir. Bu yaş grubunda suça yönelme, ilaç veya alkol kullanımı gibi riskli davranışlar, duygudurum değişiklikleri, depresyon veya intihar davranışları ve okul başarısızlığı gözlenebilmektedir. Ölüm korkularını felsefi yorumlamalar ve ruhani açıklamalarla yatıştırmaya çalışabilirler (Erden, 2000). Çocuklarda ölüm algısının oluşması görüldüğü gibi uzun bir süreci kapsamakta ve kişilik özelliklerine göre değişkenlik göstermektedir. Fakat gelişimsel süreç içerisinde ölüm algısı tam oturmamış çocuklar dahi yetişkinler gibi yas sürecini yaşayabilirler. Çocuklardaki yas tepkileri de tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi bireysel farklılıklar göstermektedir. Çocuklarımızı doğal afet, terör gibi travmalarda basın yayın organlarından mümkün olduğunca sakınmamız yerinde olacaktır. Aksi halde soyut kavramlar ve nedensellik gibi zihinsel işlevler oluşmadığı için

çocuklarda sarsıcı ve yıkıcı sonuçlar ortaya çıkabilir. Çocuk kaybın öznesi olduğunda yani kaybı bizzat deneyimlediğinde ise yetişkinler çok dikkatli hareket etmelidir. Bu noktada kilit tutum yalandan kaçınmak olmalıdır. Ölen kişinin melek olduğu, gökyüzünden bizi izlediği tarzında söylemlerden kaçınılmalıdır. Temel olarak çocuğun yaşına uygun kelimelerle o kişinin gittiği, geri gelmek istese de gelemeyeceği, onu özlemenin çok doğal olduğu, onu özleyince ağlayabileceği, resimlerine bakmanın ve hakkında konuşmanın normal olduğu söylenebilir. Son olarak eklemek isterim ki; ölüm algıları bireysel farklılıklar gösterse de bir ülkede yaşanan çocuk ölümlerinin de katliamların da insanda acısı birdir. Ölümü üzerine konduramadığımız Berkinlerin, Veysellerin, Özgecanların, yazarların, gazetecilerin, maden işçilerinin ve daha nice insanların öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Üç günlük olmayan ve sürekli tazelenen bir yastayız. Yaşanan travmatik ölümlerin hem bizleri hem de çocuklarımızı ne boyutlarda etkilediği ise başka bir yazının konusu olarak kalsın ve yazının son sözü yine Albert Camus’dan gelsin…

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” İlgilenenler için kitap tavsiyesi: Ördek, Ölüm ve Lale - Wolf Erlbruch. Not: Yazıya olan katkıları için Ebru Karataş’a çok teşekkür ederim.

16 PsiNossa


PsiNossa 17


“Ölenler Ölümü Bilmez Ölüm Kalanlar İçindir*” Fatma Selin AYAN

B

aştan söyleyeyim iç karartıcı bir yazı olacak bu yazı. Kaynakça falan da olmayacak, kaynak benim yaşadıklarım. Yaşayıp da zihnimin sindiremedikleri. Çok da dağınık olacak. Çünkü henüz kafamdakileri toparlayamadım. Üst üste çok kayıp yaşadım ve hepsinin yakınındaydım. Neredeyse her seneye bir cenaze düştü son 8 yılda.Bu yüzden çok etkilendim. Hepsinde ölümün farklı bir yanını fark ettim. En çok dokunan ise öldükten sonra bedenin hiçbir hükmünün kalmadığı. Yengemi yoğun bakımdayken kaybettik. Biz daha olayın şokunu atlatamadan hemen cenazeyi kaldırdılar, yatağı temizlediler ve yeni hasta getirmek üzere üniteyi hazırladılar. “N’oluyor ya?”dediğimi hatırlıyorum kendi kendime. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki. Sonra morg ve cenaze defnetme süreci… Bedeni defnettik, ruh şimdi nerede bilmiyoruz. Yengem vefat ettiğinde yanındaydım. 1 saniye önce nefes alan bedenin sistemleri durunca kişi ölmüş oldu. Ne garip bir şeydi. Ölümün hem biyolojik hem felsefik boyutunu fark ettim. Kalp durdu işte, böyle öldü yengem. O zaman ölüm dediğimiz biyolojik bir şey; ama peki ölüm üzerine bunca söylenmiş söz ne olacak? Dinler, inançlar, öğretiler bu kadar doğal bir şey üzerine neden bunca görüş ileri sürmüşler? Neyi tartışıyoruz ki? Bütün kayıplarım kanserden oldu. Biliyorum moral ve psikolojik hal çok önemli bu hastalıkta; ama o kadar çok kaybettim ki artık inanmıyorum kanserin moralle falan yenileceğine. Bazen kansere yakalanırsam bu yaşanmışlıklarımdan dolayı kendimi salıvermekten korkuyorum. Ölümden sonra arkada kalan çocuklar gördüm hep. Kimisi daha bebekti, kimisi ergendi, kimisi ise yetişkindi. Yaşları kaç olursa olsun gözlerindeki hüzün aynıydı. Hele anne/babasının bir daha dönmemek üzere gittiğinin bilincinde olmayan

18 PsiNossa

bebekler ve çocuklar kalbimi delip geçti sanki. “Ben şimdi büyüyünce nasıl anlatacağım anne/babasının gittiğini?” düşüncesi ve o zaman geldiğinde yaşanan zor günler… Amcam çok ani ve çok zamansız gitti. Çok yarım kaldık, çok eksik kaldık o gidince. Yapacak, yaşayacak çok şeyimiz vardı daha. Onun gittiğini hala kabullenemiyorum. Bunları yazarken ölmenin bendeki kavramsallaştırmasının gitmek olduğunu fark ettim. Çünkü giden gidiyor, bir bilinmeze doğru olsa da. Biz kalıyoruz geride, kaybımızın yasını tutuyoruz, özlüyoruz, kahroluyoruz. Sadece kişisel yaşantılarım değil beni etkileyen. Maalesef ki ülkemizde neredeyse her gün bir ölüm haberi alıyoruz ve çoğu da travmatik oluyor. Özge Can’ı öğrendiğimde günlerce uyuyamadım, kızdım, çaresiz hissettim, üzüldüm. Aylan’ın bedeni kıyıya vurduğunda içim yandı, bakakaldım fotoğrafına. Bunları yazarken de ölümün nasıl ve nereden geldiği çıkıyor karşıma. Her ölüm acıdır, erkendir evet; ama bazı ölümler çok daha fazla sarsıyor insanı. Ölümden çok ölümün şekline üzülüyoruz neredeyse. Kaybın acısına dayanmak daha da zor oluyor. Şöyle bir toparlayacak olursam; bir varız bir yokuz. Yaşamımız nerede ve nasıl sona erecek bilmiyoruz. Öldüğümüzde ister toprağa defnedilelim ister yakılalım bir bilinmeze gideceğiz. Geride kalanlarımız olacak ve biz bilmeyeceğiz. Ne tuhaf. *Şükrü ERBAŞ


PsiNossa 19


Uyuşturucu Bağımlılığının Ölümcül Etkisi: İntihar mı Cinayet mi? Ceren Nur GÜRLER

King College London’’ da fakülte üyesi olan Ben Tyrer’in ‘’Repetetion and Addiction in Requiem for A Dream’’ film eleştiri yazısına göre uyuşturucuya olan bağımlılığın en büyük sebeplerinden biri ‘’tekrar’’ olgusudur. Bu olgu ise ‘’substitution’’ yani ‘’yerine geçme’’ olgusu ile kaynaşıyor. Kişi günlük hayatta elde edemediği ve haz almasına engel olan olayları uyuşturucu vasıtasıyla kısa yoldan gidermektedir. Bunu uyuşturucudan alınan zevk ile bir tutarak gerçekleştirmektedir. Her yeni tekrar eden uyuşturucu kullanımı, elde edilecek yani alınamayan hazzın yerine geçmiş olan hazzı(substitution/ yerine geçme) alabilme umutlarıyla açılan gözleri felaket bir son ile kapatıyor. Ben Tyrer ‘’Requiem for A Dream’’ de ki sürekli tekrar eden sahneler,müzikler ve olay örgülerine dikkat çekmektedir. Bunlar bile filmdeki olay örgüsüne yeterince sinyal vermektedir. Harry’nin annesinin televizyona ve kullandığı diyet haplarına olan bağlılığı, Harry’nin eroin’e olan bağımlılığı ile filmde uygun bir biçimde özdeşleştirilmiştir. İki tarafında hayatta zevk almak için uğraştığı çabalar onları hayatlarında bundan daha iyi bir amaçlarının kalmamasından dolayı birer bağımlıya dönüştürür ve felaket sonları bu şekilde çizilmiş olur. Konuya ilişkin olarak ikincil bir bakış açısına değineceğim. ‘’Everything you know about addiction is wrong (Uyuşturucuya dair bildiğiniz her ne varsa yanlış)’’ isimli TED konuşmasıyla İngiliz gazeteci Johann Hari, uyuşturucuya dair kendi deneyimlediği örnekler üzerinden bakış açısını izleyicilerine aktarmıştır. ‘’New York Times’’, ‘’Le Monde’’,’’ The Guardian’’,’’Tthe New Republic’’, ‘’The Nation’’,’’ Slate’’, ve ‘’The Sydney

20 PsiNossa

Morning Herald’’ gibi dünyaca tanınan dergi ve gazetelere bir çok yazısı ile katkıda bulunmuş olan Hari, ilk olarak uyuşturucunun bundan 100 yıl önce yasaklanışına ve uyuşturucu kullananların o zamandan itibaren dışlanışına değinmiştir. Sonra ilk defa Portekizde denenen uyuşturucu üstündeki yasakları kaldırma politikasına değinir. Sonuçlar olağanüstüydü. Başta Portekizde yasaklama politikasıyla yüksek orandaki uyuşturucu kullanım miktarında yasaklar kalkınca ve uyuşturucu bağımlıları toplumdan dışlanmayınca büyük bir azalma ortaya çıkmıştı. Bunu daha da iyi lanse edebilmek için 1970’li yıllarda yapılan bir fare deneyine değiniyor. Fareler bir kafese koyuluyor ve önlerinde iki seçenek var; kokainli ve kokainsiz su. Farelerin kokainli suyu tüketip ölme oranları %100’e kadar çıkıyor. Kanadalı emekli psikolog Bruce Alexander bu deney üzerinde ‘’Kafeste neden hiçir şey yok? Acaba kafeste hoşlarına giden bir şeyler olsa aynı sonuç gerçekleşecek mi?’’diye düşünüyor. Bu düşüncesinden sonra ‘’Fare parkı’’ isimli deneyini yapıyor. Bu deneyde içerisinde farelere özel eğlenceli bir park kuruyor ve farelerin kokainli suyu tercih etme oranı %0’ a kadar bir düşüş gerçekleştiriyor. Son olarak Vietnam savaşını ve Amerikalı askerlerin bu savaş esnasında eroin kullanmasına değiniyor. Amerikalı askerler ülkelerine geri döndüklerinde bütün sokakları keşlerle donatma konusunda endişe duyuyorlar. Ama olaylar bu şekilde gelişmiyor. Ellerinde hiçbir şey olmadıkları savaş zamanlarından sonra kendi ülkelerine, ailelerine ve sevdiklerine dönen askerler böyle bir maddeye ihtiyaç duymuyorlar.


Özet olarak, biz hep uyuşturucu bağımlılarından uzak durmamız onlarla savaşmamız gerektiği konusunda hem fikir olduk. Tutunacak bir dalı olmayan bir insanın çevresindeki insanlarda ona sırtlarını çevirirlerse kişi ona zevk veren yegane şeyden başka neyi tercih edebilir ki? Çevresinde artık sürekli cezalanan dışlanan birey en sonunda altın vuruş ile sona geliyor. Bu konuya dair 2 tane filmin kısa bir özetinden verelim. Guguk Kuşu bir akıl hastanesinde geçen olayları anlatmakta. Akli dengesindeki problemler nedeniyle toplumdan dışlanan kazandırılamayan birey bazen kendi rızasıyla bazen de resmi yollarla akıl hastanesine gidiyor. Toplumda kabul göremediği bir ortam ona orada sunuluyor. Bir diğer örnekte ‘’Esaretin Bedeli’’ filmin-

de hapishaneden çıkan ihtiyar adamın intihar etmesi. Hapishaneden çıkan bireylerin genellikle dışarıya adapte olamaması intihara kadar varan olaylar silsilesine sebebiyet gösteriyor. ‘’Anlayış, sosyal bir erdemdir. Bir insanda bulunması gereken insani özelliklerin başında yer alır. İnsanlar arası ilişkilerde anlayış kültürünün varlığı her şeyden değerlidir. Bir toplumda anlayış kültürünün varlığı, topluma hoşgörü, barış, huzur ve mutluluk getirir. Anlayışlı olan insan her şeyi anlar, bilgili insan ise her şeyi bilir. Bilen ve anlayan insan her istediğini alır. Bilen anlar, anlayan kavuşur.’’ (Yusuf Has Hacib) . Sihirli kelime ‘’empati’’ dir. Sihirli kelime ‘’anlayıştır’’. Başkaları neler yaşadıkları bilinmeden yargılanmamalı ve dışlanmamalıdır.

PsiNossa 21


Yaşamın Sonlanmasına Dair Sorunlar ve İlgilenme Ceren Nur GÜRLER

H

ayatlarını sonlandırmaya kadar gelmiş insanlar ve aileleri genellikle en kolayından aşırı derecede zor olan çok geniş bir yığın görevler ve kararlarla boğuşmaktadırlar. Bu kararlar veya görevler doğada; pratikte var olan, psiko-sosyal, ruhsal, yasal, varoluşsal veyahut tıbbi olabilirler. Örnek olarak ölmek üzere olan birey ve ailesi nasıl bir bakıcı bu ölmekte olan kişiye yardım etmelidir, bir bakıcı mı tutulmalı ya da özel bir kuruma ölmek üzere olan birey herhangi bir kuruma teslim mi edilmelidir bilemezler. Ölmek üzere olan bir insan bu kararı kendi adına verebilir. Ölmekte olan insanlar yasal olarak özgür iradesine, gelişmiş direktiflere ve dayanıklı güçte olan dava vekillerine dair kararlar verebilmektedir. Tükenmekte ve sınırlı olan hayatına dair kararlar verebilirler. Bazıları hayatın anlamını kavrayabilir, bazıları son anlarında ne yapması gerektiğine dair kararları verebilir ya da psikolojik olarak henüz bitmemiş olan işleriyle başa çıkabilirler. Bazıları ölümden önce ve sonra olan ritüelleri planlamak konusuna dahil olmak isteyebilirler. Bazı dini geleneklerde günahların itiraf edilmesi, ölen kişinin onu yaratan ile buluşmasına hazırlanması ya da hayatında yaptığı yanlışlardan dolayı af dilemek hayatının sonunda olan birinin endişelendiği şeyler olabilmektedir. Ama bazı kültürlerde ise ölüm hakkında herhangi bir şey konuşmak çok uygunsuz ve ölümü daha da yaklaştıran davranışlar olmalarından dolayı doğru bulunmayan

22 PsiNossa

davranışlardır. (Carrese & Rhodes, 1995). Bütün bu hayatının sonundaki birisinin vermesi gereken kararlar ve buna ek olarak tıbbi kararlar çok karmaşık psiko-sosyal bileşenlere, kollara sahiptir ve acı çekme, yaşamın ve ölümün kalitesi üzerinde kayda değer bir etkiye sahiptir. Ama hem hayatının sonlarına doğru gelmiş birey hem de bu bireyin çevresindekiler için genelde en zor karar verilmesi gereken konu tıbbi konulardır. Bu kararların her biri acı çekmenin en rahat koşulda gerçekleşmesi, bireyin ve ailesinin inançlarının ve değerlerinin göz önünde tutulması koşuluyla verilmelidir. Buna ek olarak tıbbi olan herhangi bir sistem ailenin ve bireyin değerleri ile örtüşmeyebilir. Örnek olarak Batı Tıbbi kurumlarının önem verdiği hastanın özerkliği (Hastanın yakınlarının odadan içeri alınmaması bu durumun dışında kalmaktadır.) ve bilgilendirilmiş olarak elde edilen hastanın rızasıdır . Bu sayılanların aksine çoğu kültürde hastanın özerkliği ilkesinden kaçınma ve bunun yerine interaktif toplu karar verme sistemi daha ideal bir sistem olarak varsayılır. Dolayısıyla iyi niyetli olan sağlık çalışanları tedavi veya ilgilenme yöntemleri söz konusu olan insanın dileklerini gözden kaçırabiliyorlar ve ölüm konusunu yeterince tartışmıyabiliyorlar.


PsiNossa 23


Ölüm Nedir?

Ö

Burak YILDIZ

lüm nedir? Uzun zamandır bu sorunun yanıtını arıyordu, beynini çok fazla kurcalamaya başlamıştı. Kaynakları taramaya başladı. Herkesin farklı farklı düşünceleri vardı. Freud ölüm içgüdü falan diyormuş; fakat bu ölümü anlatmıyordu. Fromm ölüm sevgisi diyordu düşündü, eğer ölümü seversem ölümü anlar mıyım, bulur muyum? Bu düşünce de ölümü bulmasına yardımcı olmamıştı. Ölüm sevgisinin dışında bir de ölüm korkusu varmış, ilgisini çekmedi. Bilmiyorum ki anlayamıyorum ölümü neden korkayım, dedi. Bu psikologlar cevaplarıma yanıt vermiyor, çok akademik, çok detaylı anlatıyor; fakat istediğim soruya cevap olmuyorlar. halbuki soru çok basit diye içinden geçirdi. Ölümün ne olduğunu söylese söylese bana şairler söyler diye içinden geçirdi. Taradı şairleri, okudu şiirleri. “Kirlerimizden temizleniriz, biz de iyi adam oluruz.” diyordu Orhan Veli, ölüm için. Nazım hikmet soruyor gence: “Ölümün sırrı nedir sence?” Genç cevap veriyor: “Ölüm bir hiçtir bence.” Yahya Kemal Beyatlı da cevap veremiyor ölüm nedir sorusuna. Ölümü tanımlayamıyor sadece tespit yapabiliyor : “Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden, / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.” “Bu kadar düşünecek bir şey yok.” diyor Ömer Hayyam; “Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına/ Bizden birkaç kadeh önce sızdı gittiler.” Yoksa ölüm emek midir? Emek için hayata kendini feda etmek midir? Hayat ölüm arasında bir tanım mıdır içinde emek de geçen? Anlamak için okumaya devam ediyor. Sokrates sorguluyor, ölüme mahkum ediliyor, Arşimet bilim için baş kaldırıp öldürülüyor, Bruno bildiklerini söylediği için yakılıyor. Düşündü, kendini feda edince insan anlar mı ölümü? Sonra düşüncesi gülünç geldi. Bu insanlar yaşam için feda etmişlerdi canlarını. Ölü olsalar bile buram buram hayat kokuyorlardı hala. Ölümü anlamak neden bu kadar zordu ki? Her gün sayısız insan ölüyordu, üzerine o kadar yazılmış çizilmişti, okurken zihni açılsın diye Chopin’ ölüm marşını açmıştı. Marş duygularını harekete geçirmişti; fakat ölüm budur demiyordu. Kimse diyemiyordu ki, mezarlıklarda hüzün hakimdi, organizma iptal olmuş bitmişti. Bunlar hep söyleniyor, yazılıyor, çiziliyordu; ama hiç kimse ölüm budur diyemiyordu….

24 PsiNossa

“Ölüm gidenin kalandan sakladığı sırrı İnsan sırrını hiç paylaşır mı ?”


PsiNossa 25


Nefes H

ayatın karmaşası hızı yorar seni. Işık hızıyla ilerleyen günlere koştururken hiddetle dem vurursun güneşle ayın amansız koşuşturmacasına. Yine adını koşuşturmaca kovalamaca verdiğin günlerden bir gün daha bir anda bir nefes son bulur. Bir beden daha hayatla olan alış verişine son verir, bir beden daha görevini nihayete erdirir. Bir ruh daha çekiliverir ebediyetin amansızlığına, sırasını beklemeye koyuluverir sessizce. İşte o anda uzun bir süre sadece durur ve beklersin. Şimşeğin sessizliği, ışığın sesi gibi betimleyemezsin anlamlandıramazsın bulunduğun durumun azamiyetini. Benliğin bir anda isyan eder. “Heyyy!!! Nereye gidiyorsun, neye bu bağlılık, kime, sen de kimsin?” Ben mi? Ben sadece devam ediyorum? Ben sadece sonunu göremediğim yolu yürüyorum. Tıpkı tek gözlü çerçevede bir kurguya rastladığında kurgunun sonunun geleceğini bilirsin de nasıl biteceğini bilemezsin ya işte bu bilinmezlik seni cezbeder de koşar adımlarla ilerler zihnin bilinmezlik birlikteliğine. Ben sadece hayat merdiveninin basamaklarını birer ikişer çıkıyorum; ama şimdi sadece durup bekliyorum tüm ısrarlara inat. Hani bir kuyrukta ansızın durursun da arkandakiler ısrar kıyamet “Yürü be kardeşim. Devam etmek zorundasın biz de varız biz de devam edeceğiz, biz de yürüyeceğiz.” derler ya işte öyle.Tüm bu hayat keşmekeşi içinde özlediğim ve özleyeceğim sessizliği seven sessiz adamın sesi çalınır kulağıma: ‘’Sen yine de aslan gibi ol, dimdik ol, cesur ol. Geleceğin ne getireceği bilinmez sen sadece devam et.”

26 PsiNossa

Gözde AYHAN


PsiNossa 27


Dramatik Toplumsal Tecrübenin İnsanları Duygusal Yalnızlığa ve Fikri Derinliğe İtmesi Hazar EKECİK

Ö

lüm, insanların üzerindeki en etkili ve dünyadaki en zor, en berbat olgudur. Bizlere ölümün ardından kalan yegane şey kalan bedendir. Bu beden huzurlu, çirkin veya parçalanmış hallerde gözükebilir aynı Ankara’da olduğu gibi. Ölüm her nasıl olursa olsun bizler sadece cahilce ölümü anlamaya çabalayan arta kalanlarız. Hem zaten insan zihni var olan her şeyi olduğundan abartılı görmeye yatkındır.Bizim için yeni olan her şeyi gerçekte olduğundan daha iyi veya daha kötü görmeye yatkınızdır. Bu sebepten ötürü ölümde inanılmaz bir acıyı hayal ederiz. Özellikle bir “şey” tarafından öldürüldüğümüzü hayal ettiğimiz zaman... Her şeye rağmen toplu ölümlerde insanların fikirleri daha da karmaşıklaşır. Bunun sebebi, insanların toplu katliamını yalnızca insanların ölümü olarak düşünmemeleri, aynı zamanda onlar için toplu ölümün toplumun bir kesiminin fikirleri ve kültürüyle birlikte öldürülmesidir. En azından bu katliamın sebebi olmalıdır. Böylelikle insanların her biri toplumun bir parçası olarak bu ölümlerin üzerine fikirler üretmeye başlar. Olayı hakkında sahip oldukları bilgilerine ve inançlarına dayandırarak durumu yargılamaya başlarlar. Eğer ki bu yargılamalar sonunda olay hakkında sahip olunan bilgiler karmaşıksa veya toplumdaki inançlar farklıysa toplumun güruhları ayrışmaya başlar. Hatta bu güruhlar arasında nefrete ve suçlamalara sebep olabilir. Ankara’daki durum bu duruma benzemekle birlikte bazı küçük farklılıklar da içermektedir.

28 PsiNossa


Türkiye’de Ankara’dan önce de toplumda daha az etkisi olan olaylar gerçekleşmekteydi. Bu demek oluyor ki insanlar daha önceden bu durumlar karşısında fikirlerini hali hazırda edinmiş hatta belki bazıları kendisini siyasi açıdan bir mevziye dahi yerleştirmişti. Ayrıca insanların bu tarz olaylar karşısında tepkileri de normalleşme eğilimine girmişti, bazıları için rutin haberler haline gelmekteydi; fakat çoğu kişi için tehlike ilk defa bu kadar yakın ve büyük olmuştu. Belki bu yüzden insanlar için Ankara kısa süreli bir soğuk duş etkisi yarattı; ama yine de diğer günlük olaylar gibi vatandaşlar arasındaki haber değerini hızlıca kaybetti. Esasında insanlar için cidden büyük önemi olan bu tür olaylar gerçekleşme sıklığının artışıyla o kadar büyük bir uyarıcı olma fonksiyonunu kaybetmeye başladı. Önemini kaybetmesinin sebebi bizlerin duyarsızlaşması olabilir; fakat bence bunun sebebi bizler aynı olaya aynı tepkiyi verecek Pavlov’’un köpeğinin bir versiyonu olmamızdan çok duygusal ve mantıksal süreçleri gelişkin bir tür olmamızdan kaynaklanıyor. Bu yüzden eğer ki gerçekte ne olduğu hakkında his ve fikirlerimize güvenemiyorsak verilmesi beklenen tepkiyi de vermiyoruz. Hatta belki de bu olayların gerçekleşme sıklığı, toplu katliamlara bakışımızı değişştirerek siyasal yaklaşımlarımızın ölen insanların ruhuna saygısızlık olması düşüncesiyle birlikte tepkilerimizde bloklanmaya neden oluyor. Bu tür sebeplerden toplumun öne çıkmayan bireyleri sakince düşünerek iç dünyalarında tepki gösteriyor ve sessizce korkuyorlar. Bu durum da bu toplumun bireylerini birer birer yalnızlığa ve içine kapanmaya sürüklüyor.

PsiNossa 29


An-ı Yaşıyormuşum Gibi Nilüfer DELİPALTA

“Geçmiş veya gelecek yoktur; yalnızca sonsuz bir şimdi vardır.” Abraham COWLEY

30 PsiNossa


A

h yine bir anı yaşa klişesi... Ne çok söylenir oldu bu söz değil mi, iki cümlenin birinde yerini almış vaziyette nedense? “Anı yaşa’’ deyiveririz; aklı geçmişte takılı kalmış arkadaşımıza, sürekli gelecek kaygısını dile getiren bir kişiye ve çoğu zaman da kendimize . Kulağa hoş geldiği kesin bu sözün gel gör ki anı yaşamaktan ziyade alelade zaman geçsin diye bekliyoruz. Tıpkı bütün hafta boyunca pazar gününün gelmesini beklediğimiz, yıl boyunca tatili beklediğimiz gibi… Sanki yaşam sadece pazar gününden , tatilden ibaretmiş gibi. Farkında olmadan anlar yaşanılıp gidiyor hayatımızda ya da bana öyle gelmiştir. Umarım bana öyle gelmiştir. Anımızı yaşamaktan ziyade anı yaşıyormuş gibi yapan insanlardan mıyız yoksa? Günlerin adını unutup takvimden dökülen yaprakları görünce içinde anı olmayan yaşlarımızın farkına varıyoruz sonunda. Ne üzücü değil mi? Güzel anılar biriktirmeden yaşamak ve yaş almak… Şöyle bir bakıyorum da etrafıma, yaşlı insanlar hep gençlik yıllarına gençler ise çocukluk zamanlarına dönmek istiyorlar. Zamanın kıymetini bilmediklerinden hayıflanıp duruyorlar. Oysa çocuklara gelince onlar için ne gerek var geçmişe ya da geleceğe. Ne mutlu ki onlar farkında olmadan anı yaşıyorlar en doğal haliyle. Demiyorum ki bizler de çocuklar gibi sadece oyunlar oynayıp gülüp eğlenelim. Bu bir ütopya olurdu zaten; ama çocuklardaki yaşama sevincinden bize de bulaşsa hiç de fena olmaz diyorum. Günlerin ,haftaların belki de yılların bile nasıl geçtiğini fark edemezken bir an yıldızlara bakıp gülümsemek mümkün o anda. Gelecek bizden habersiz, geçmiş dersen artık bihaber. O vakit avucumuzdaki anı bir kelebek misali özgür bırakmanın vakti geldi bence. Son olarak şunu da söylemek isterim: Anı yaşıyormuşuz gibi yapıp ölümsüzleştirmektense bırakalım da an bizde ölümsüz olsun. Günlerin adını unutmamak dileğiyle...

PsiNossa 31


Still Your Guitar Gently Weeps*

Ç

alıştığım yerin deposuna gidip günlük içki eksiklerini çekiyorduk. Bir reçete gibi, kafemizin eksikleri elimize tutuşturulmuş “Bunları yapar mısınız?” şeklinde kafemizin deposuna yollanmıştık. Evdepo idi ismi. Bir keresinde depo eve gidiyorum dediğimde bir ağızın düzeltmesiyle öğrenmiştim. Demokan’la gelmiştim. Evdepo 1+0 bir daireydi, salon ve mutfak içkilere ayrılırken banyo bardaklarındı, küvet dahil. İşlerimizi halledip yaklaşık 20 adımlık işyerimize dönüyorduk. Yoldayken Demokan soru sormuştu, Yavuz Çetin’i tanıyor muydum? “Yok kardeşim.” yordamıyla soruyu geçiştirmiştim. Bundan sonra iki seçenek çıkıyordu ya açıklayacaktı ya da susup devam edecekti. Tabi ki, anlatmayı seçti; fakat dostum elimizdeki ağırlıkları hesaba katmış ki sadece, Türkiye’nin en önemli gitar virtüözlerinden biri olduğunu, 2001’de boğaz köprüsünde intihar ettiğini söyleyiverdi. 6 ay geçmişti, Yavuz Çetin’in ‘o’ kişi olduğunu unutmuş bir şekilde, merak sardığım Blues’un Türkiye’deki şarkıcılarına gruplarına bakıyordum. Cover yapan veya kendi besteleri olan vardı. Sahte Rakı, Tuncer Tunceli Blues Band, Acil Demokrasi ile Bulutsuzluk Özlemi, Blue Blues Band, Batu Mutlugil ve Yavuz Çetin hepsini teker teker dinliyordum. Bir tanesini bulmuştum ki albüm ismi ‘Satılık’ idi. Şarkıları da onlar gibiydi. “Benimleeee uçmak isteeeer misin bu gece?” “Seni çok istiyorum içimde yılların özlemi var”. Aklıma Demokan’ın bahsettiği kişi gelmişti. Bu oydu. İntiharı seven biriydim önerebilecek hatta yapacak biriydim. Fakat , Fakatı sonra… Fanki Tonki zonki. “Antigos’un tutsağı bir spartalı çocuk köle olarak satılıyor; efendisi zorla çirkin bir işe kullanmaya kalkınca: görürsün demiş çocuk, kimi satın aldığını; özgürlüğüm varken ayıptır senin gibisine. Böyle der spartalı çocuk ve atar kendini evin tepesinden aşağı.” Geçen sene yapılan Yavuz Fest’in bir gelenekselleşme çabasında olduğunu öğrendiğimde, yazın başlarıydı. Twitter, Facebook ve diğer internet sitelerinden festivali gözlemeye başlamıştım

32 PsiNossa

Emircan SAÇ -Demokan’a söyledim tabi-. Devamlı 2014’te olanlara, gelen grupları bakıyordum. Üstelik Yavuzcan Çetin ( Yavuz Çetin’in oğlu) çalacak ve babasının şarkılarını da seslendirecekti. İntihar kimilerine göre günahı simgeleyen bir olayken, kimileri bunu bir özgürlük, kimileri cesurluk kimileri bir kaçış, korkaklık yorumlanabilir. Ben ise kendimi, Montaigne ölmek özgürlüğü adlı denemesini okuduktan sonra büyüyünce, boynuna astığı bir baldıran zehri ile gezen, gerektiğinde göğüslerinin arasında atan o “kalbi” içebilen bir kişi olarak düşünüyordum; fakat, Eşkıya filminde intihar ettim, silahlar dönmüşken üstüme. Aysel ile ölmeye yattım, tek dalga oluşturmadan yazlık nevresimlerde, ölmeye yattım. Anayurt Otelinde son çırpınışlarımla öldüm, kendi taktığım gerdanla. Hepsinde türlü türlü yerde intihar ederken, bu dünyayı, dünyamı seviyordum. Birinci Yavuz Fest’i Yavuz Çetin’i tanımadan, haberim olmaksızın geçirmiştim. Bulutsuzluk Özlemi, Can Gox, Cem Köksal, Korhan Futhacı, Mor ve Ötesi, Moğollar, Murat İlkan, Ogün Sanlısoy, Pentagram, Sahte Rakı, Kurtalan Ekspres , Yasemin Mori Gür Akad, Tanju Eksek ve Batu Mutlugil gibi gelecek isimlere baktıkça dillerde –en azından benimkinde – bir Crossroads gitar festivali gibi bir esinti yaratacak. “Dünyada ne diye yakınırsın bağladığı yok ki seni/ Dertler içinde yaşıyorsan bu korkaklığın yüzündendir.” Diyordu Montaigne ve bir yolu varken bu dünyaya gelmenin, bin bir yolu vardı çıkmanın diye ekliyordu ardından. İşte bu benim “fakat”ımdı. Yaşamak isteyenin silahıydı bu intihar ölmek isteyip de öleceklerin değil. Köprü ile deniz arasını dolduran da oydu. Yaşamak isteği. Her milisaniye bir anı olarak bozduruluyordu, İnsan hız kazanırken. En çok ölmek isterken … İntihar kulübüne saygılar. Adsız Alkoliklere selamlar. * while my guitar gently weeps- The Beatles


PsiNossa 33


Doç. Dr. Sedat IŞIKLI Travma ve Ölüm Ayşe Nur Avcı

34 PsiNossa


Uzmanlık alanınız travma. Bu alana yönelmeniz nasıl oldu? Karar vermenizde neler rol oynadı? 1999 depremi ve sonrasındaki çalışmalar belirleyici oldu. 1999 depremi olduğunda doktora 1. sınıf öğrencisiydim ve alanda çalışan bir psikologtum. Terapi eğitimleri alıyordum ve belli bir kuramsal yönelim içerisindeydim. O sıralarda benim de yönetiminde olduğum meslek örgütümüz Türk Psikologlar Derneği’nin çok yoğun dâhil olduğu ve öncülük ettiği psiko-sosyal hizmet sunmak için deprem alanına birçok psikoloğun gittiği yaklaşık 3 yıl süren bir çalışmaya katıldım. Bununla birlikte 1999-2005 yılları arasında UNICEF’in, Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu’nun Türkiye’deki Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlarla işbirliği içinde yürüttüğü kimi yurtiçi projelerde deprem ve depremin hem çocuklar hem de yetişkinler üzerindeki travmatik etkileri ile ilgili psikososyal programı yönetmek ve yöredeki psikologların ve psikolojik danışmanların eğitim ve süpervizyonlarını vermek üzere çalıştım. Tabi fiilen işin içinde bu kadar çok olunca ister istemez bu alana yöneldim. Benim gibi birçok meslektaşım, hocam ve arkadaşlarımla şuna kanaat getirdik; aslında Türkiye’de travmatik yaşantı repertuvarı insan eliyle yaratılmış olandan doğal afetlere kadar, afetten vahşete kadar çok geniş. Bu da tabi benim bu alanı seçmemi etkiledi. Pasteur’ün bir sözü vardır: “Tesadüfler hazır olan zihni bulur.” Yani 1999 depremi travma açısından maalesef kötü bir tesadüftür. 1999 depremi ruh sağlığı çalışanlarına şunu söyledi: “Bu ülke travmalar ülkesidir, uyanın.” Sadece deprem değil; 40 yıldır devam eden çatışma ortamı, askeri darbeler, aile içi şiddet, kadına yönelik şiddet, ihmal, istismar… Bu kadar yaygın olan şey inkâr edilir. Fuzuli’nin şöyle bir sözü vardır: “O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Bir mevhum, durum çok yaygın olunca bir süre sonra fark edilemiyor. Diğer taraftan travma yaşantısı iyi kötü, her zaman büyütür. Bana sorarsan 1999

depremi travmalar ülkesi olduğumuzun altını çizdi. Bunun da bu alana yönelmem de etkisi olmuştur. Kuramsal açıdan bakacak olursam Freud benim için önemli bir isim. Freud’un erken dönem kuramları travma kavramı üzerinedir. O yüzden hem bireysel travma hem de toplumsal travma teorik açıdan çok da uzak olduğum meseleler değildi. Bütün bunlar bir araya geldi ve fiilen işin içine dâhil oldum, doktora tezimi bu konu üzerine yaptım, bu konuda insanlara yardımcı olmak istedim, afet operasyonlarında bulundum, yurtdışı eğitimler aldım, eğitimler verdim ve bu bugüne kadar geldi. Bir akademisyenin ve uygulamacı psikoloğun belirli bir alanda uzmanlaşması çok önemlidir. Bu bilimin her alanı için böyle. Emeğini, zihnini, vaktini, nakdini oraya ayırmak önemli. Her konuda iyi olacağım demek çok da uygun değil. Eminim bu alana yönelmem tesadüf değildir; benim kendi kişiliğimle, kişisel hikâyemle de bir ilişkisi vardır. Biz kendimize tanıdık olanla uğraşırız. Uzman olarak bu alanda çalışırken bireysel olarak kendimize niye travma psikolojisi alanında çalıştığımızı sorarız. Travma çalışmak zor ve eziyetli bir alan. Çünkü travma sonrası hayatta kalan kişilerle çalışmak epeyce bir eğitim, güç, sabır gerektirir. Ankara’da gerçekleşen katliamdan sonra Dernek olarak hepimiz cansiperane çalışıyoruz. Hayatta kalanın içinde bulunduğu ruhsallık epeyce sarsıcı olur. Yaşamda kalan kişilerle psikolojik olarak çalışma, onlara yardımcı olma biz uzmanları bir sorunla yüz yüze bırakır: ikincil (vekaleten) travma. Hayatta kalana fizyolojik ya da psikolojik destek veren profesyonellerin de, bir yerde travma mağduru olması söz konusudur. Bu nedenle de biz kendimize niye bu alanı seçtiğimizi sorarız. Kendi adıma söylüyorum bu ülkede yaşayıp, psikolog olarak çalışacaksak; bu kadar göz önünde olan bir meseleyi inkâr ederek nereye kadar gideceğiz diye düşünmek gerekir.

PsiNossa 35


Toplum olarak üst üste travma boyutunda birçok olay yaşıyoruz; ancak çok çabuk unutup hayatlarımıza devam edebiliyoruz ya da ettiğimizi sanıyoruz. Bu durumu nasıl açıklayabilirsiniz? Güzel bir laf vardır: “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bakalım gerçekten ateşin düştüğü yer de hayatına devam ediyor mu? Pek öyle değil. Bizden uzaktaysa biz hayatımıza tabiki devam ederiz, etmeliyiz de. Bu gayet anlaşılırdır. Ama herkesin hayatına devam ettiği bir yanılgıdır. Görmemek, inkar etmek insanın en iyi yaptığı şeydir ve bence önemli bir savunmadır. Sürekli acıları deşerek de hayata devam edemeyiz, onu bazen görmezden gelmek de önemlidir. Ama bu, toplumsal düzeyde meseleleri inkar edelim demek değildir. Külliyen görmezden gelmek sıkıntılıdır. Afete, vahşete maruz kalan kişilerin yakınları hayatlarına kolayca devam edemeyebilirler. Bunun düzelmesi bazen aylar, yıllar alır. Olayın uzağında kalan kişilerin hemen halledip, hayatına devam etmesi gayet olağandır. Ülkede travmatik bir olay olur, birkaç gün sonra televizyonlarda eğlence programları yayına devam eder. Son olaydan sonra buna sevinenlerin, yuhalayanların olduğunu da gördük. Bu da toplumun nasıl hasta edilmeye çalışıldığını da gösterir. Ülkenin kültürüne, geleneğine hiç yakıştıramayacağımız bireysel ya da grup dav-

36 PsiNossa

ranışları ortaya çıkmaya başladı. Bu travmaların sonuçlarından birisi de toplumun hasta olmasıdır. Belki de bunlar hep vardı biz göremiyorduk. Travmaları çabuk mu unutuyoruz? Ateş uzağımıza düştüyse hemen hayatımıza geri döneriz. Yakınımıza düştüyse hayata geri dönmek sıkıntılı bir süreçtir. Bunu, ateşin yakınına düştüğü kişiler yerle yeksan olur anlamında söylemiyorum, bazen minimal düzeyde belirtiler olur ve belirli bir sürede kişi kendini toparlar. Önemli olan bu sürenin ne kadar olduğudur. Bu süre kişiden kişiye değişir. Travmalarla ilgili tahmini süre 2 aydır. Vahşet olunca, ses-ışık gibi güçlü uyaranlara ve vahşet dolu bir sahneye tanıklık edince toparlanma süreci 3-4 aya kadar uzayabilir. Travmaya maruz kalan kişilerin kronikleşme oranı %10-12 civarındadır. Ama bu tür intihar saldırılarının, bombaların patladığı saldırılarda bu oran %3040’ları bulur. Hayata geri dönmek sağlıklıdır ve bunun gözetilmesi gerekir. Uzaktaysan hayatına çabuk dönersin. Zihin kendi yoluna bakar. Yoluna bakma da bir savunmadır.


10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’ da gerçekleşen patlamadan sonra olayla birebir karşı karşıya kalan kişilerle yaptığınız çalışmalardan ve o kişilerin genel ruhsal durumundan biraz bahseder misiniz? Bu tür saldırılarda ilk birkaç gün şokun etkisiyle afallama olur. Çünkü çok yüksek ışık, ses uyarıcılarına ve vahşet sahnesine maruz kalırlar. İnsanın hazmetmesinde çok güçlük yaşayacağı bir sahnedir bu. Zihinsel olarak hazmetme zorluğu, kafa karışıklığı, zihin bulanıklığı, sanki olmamış gibi davranma, kendine dışarıdan bakıyormuş gibi hissetme, unutkanlık, çok güçlü korku, öfke, tahammülsüzlük, güvensizlik, kurtulmuş olmanın yarattığı memnuniyet ve suçluluk duyguları, kim olduğunu, nerede olduğunu bilememe, uyuyamama, kâbus görme, dikkat dağınıklığı, iştahın keskin bir şekilde değişmesi, içe kapanma, kimseyle konuşmama, haberleri izlememe gibi durumlar yaşanır. Güçlü bir öğrenmenin etkisiyle ses, ışık, kalabalıklar, çantası olan kişiler, Ankara, tren garının önü, sokak, cumartesi sabahı gibi uyarıcılar ilk birkaç gün duygusal tepki ortaya çıkarabilirler. Tüm bu hatırlatıcı uyaranlardan mümkün mertebe kaçma, kaçınma davranışları ortaya çıkabilir; kişi güvenlik davranışı sergilemeden bu uyarıcılarla yüzleşmek istemeyebilir. Mesela, çok güvendiği biri olmadan sokağa çıkmamak, gibi.

Bu uyarıcıların hepsi olay tekrar olacakmış gibi bir algıya neden olur; bireyin risk algısı yükselir. İnsanlar dışarı çıkamaz, metroya binemez, garın önüne gidemez hale gelebilir. Olan her şeyi sürekli anlatmak da ortaya çıkabilecek bir davranıştır. Zihin tanıklık ettiği vahşet sahnesini kendi sistemi içerisine yerleştirmeye çalışmaktadır. Burada bireysel farklılıkların olduğunu söylemekte yarar var. Herkes ilk 3-4 günü bu kadar yoğun duygularla yaşamayabilir. İlk birkaç saatten bir haftaya kadar bu belirtileri çok fazla görebiliriz. Bu durum 3-4 ay sürebilir. Belirtilerde zamanla azalma göstermeyen kişiler risk grubundadır, kronikleşme gerçekleşebilir. Bizler psikososyal çalışmalarımızda 3 noktaya dikkat ederiz: 1. Kimler kronik sorun yaşamada (TSSB gibi) risk grubundadır? 2. “Zihinsel hazım” sorununu ne yaparsak kolaylaştırırız? 3. Kronikleşme eğiliminde olan kişileri ne tür bir sevk sistemine (psikiyatri, psikolojik danışma) dâhil edeceğiz?

PsiNossa 37


Kendini öldürerek başkalarını öldürenler (intihar bombacıları) hakkında neler söyleyebilirsiniz? Freud’un görüşlerine göre açıklayabilir misiniz? Bu meselenin tarihsel ve siyasal bağlamı da önemlidir. Günümüzde, özellikle Filistin, Afganistan ve Irak’ın işgali sonrasında bu tür saldırılar artmıştır. II. Dünya Savaşındaki Japonların kullandığı intihar uçakları olan kamikazeler bu tür saldırıların ilk örneği gibidir. Newyork 9/11 saldırıları, Madrid Garındaki 2004 Eylül ayındaki saldırısı, 7 Temmuz 2005’te Londra’da gerçekleşen saldırı, Türkiye’deki Reyhanlı (Reyhanlı’daki saldırının intihar saldırısı olup olmadığını bilmiyoruz, saldırının bir bombalı araçla gerçekleştiğini biliyoruz) ve Suruç saldırısı, en sonda da Ankara’daki katliama kadar birçok olayı sıralayabiliriz. Peki bizim bu meseleyi nasıl anlamamız gerekiyor? Psikodinamik Kuramdan etkilenen Terör Yönetimi Kuramı bu meseleyi açıklamaya çalışır. Özetle şöyle açıklayayım, Freud’a göre bu

tür bir davranış insanın ölme arzusuyla, ölüm içgüdüsüyle ilişkilidir. Bu kişiler içinde bulundukları ideolojiyi mükemmel bir sistem ve proje olarak görürler. Kendileri artık önemli değillerdir, önemli olan bu mükemmelliğin bir parçası olmaktır ve bunu isterler. Ama insan kendi canından niye vazgeçer? Bunun beyin yıkamayla falan ilişkili olmadığını biliyoruz. Beyni yıkanmıştır demek biraz kolaycılıktır. Bu davranışı çok inanarak ve bilerek yaparlar. Rakel Dink’in söylediği gibi bir bebekten katil yaratan karanlığı anlamamız için bunun arka planını, sosyo-politik ve ideolojik yönünü, mükemmel gördüğü sistemin bir parçası olma isteğini; cennet anlayışı, şehit olma anlayışı gibi teolojik anlamlarını görmemiz gerekir. Bu saldırılar bize insanın her şeyi yapabileceğini gösterdi.

Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği’nin (APHB) kuruluş sürecinden bahseder misiniz? 1999 depreminden sonra Türk Psikologlar Derneği olarak yoğun bir çalışma yürüttük. Afet çalışması kitaplardan bildiğimiz bir konuydu. Afetle çalışmayı düşe kalka öğrendik. Bu ülkede maalesef afetlerden ve vahşetlerden deneyim devşiriyoruz. 2005-2006 yılında alanda çalışan ruh sağlığı dernekleri (Türk Psikologlar Derneği, Türkiye Psikiyatri Derneği, Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Derneği ve Kızılay) ile birlikte bir protokol yapmaya karar verdik. 2003-2004 yıllarında Afyon’da gerçekleşen depremler ve travmatik olaylarda saydığım derneklerle birlikte alanda fiilen çalıştık. Güçlerimizi bir araya getirdik ve APHB’yi

38 PsiNossa

kurduk. Birlikte yürüttüğümüz çalışmaların listesi maalesef uzun. En son Soma’daki çalışmalarda APHB’nin tüm bileşenleri vardı. Suruç katliamı sonrasında APHB’nin bazı bileşenleri ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı psikososyal çalışmayı yürüttü. Şu günlerde Ankara’daki patlama sonrası psikososyal çalışmayı yürütüyoruz. APHB bir olay olduğunda tüm bu derneklerdeki ilgili kişilerle iletişim kurar, çok hızlı bir araya gelinir ve olay yerine gidilir. Orada yapılacak psikososyal çalışmanın uygunluk çalışması yapılır, her dernek kendi gücü çerçevesinde olaya dahil olur. Psikososyal çalışmalar bu birliğin çatısı altında yürütülür.


Bu birimin çalışma ilkeleri nelerdir? Nerelerde ve nasıl faaliyetler gerçekleştiriyor? Tüm Türkiye’ye yaygındır. APHB az önce saydığım derneklerin olduğu her yerde az ya da çok çalışmalar yürütür. Örneğin Van, Antalya, İstanbul, Ankara, Anafartalar gibi illerde çalışmalar yürüttük. APHB’nin benim de TPD adına yönetim kurulu üyeliğini yürüttüğüm, her dernekten 2 kişi olmak üzere 12 kişilik bir yönetim kurulu var. Yönetim Kurulu bir afet ya da travma operasyonuyla ilgili bir çalışma yürüteceği zaman çoğunluk kararına göre hareket eder. Olayın olduğu

yer ve olayın özelliklerine göre bir dernek daha fazla sorumluluk alabilir. TPD İstanbul, İzmir, Ankara gibi illerde daha yoğun örgütlü. Soma çalışmasında İstanbul ve İzmir şubelerimiz işin içine yoğun bir şekilde dahil oldular. Mesleğimizi övmek gibi olacak ama her afette psikologlar bir adım önde gidiyor. Daha fazla örgütlüyüz, daha fazla gönüllümüz var, daha fazla işin içine dâhil oluyoruz. Çok sayıda travma konusunda eğitim veren hocamız var.

Siz ölümü nasıl kavramsallaştırıyorsunuz? Sizin zihninizde ölüm nasıl yer buluyor? Ölüm kavramı insana ait bir kavramdır. Doğada ölüm diye bir şey yoktur. Doğada yaşam ve yaşamın biyolojik olarak bitmesi vardır. Biz buna ölüm dedik. Bildiğimiz kadarıyla kendi ölümünü bilen tek canlı insan. Filler, balinalar gibi hayvanların ölümü bildiğine dair söylemler var; ama ölümden korkma ve ölümün inkârı insana ait. İnsanın ölüm konusuyla uğraşması birçok alanı ilgilendirir; felsefe, varoluşçu yaklaşım, tıp, edebiyat, psikoloji, teoloji gibi. Ölüm genelde yaşamın karşıtı olarak görülür ama ölüm doğumun karşıtıdır. Ölümle doğum arasındaki temel benzerlik her ikisini de bilmediğimizdir. Freud der ki: “İnsan ölümden doğmuştur.” Kendi ölümümüz de sevdiklerimizin, tanıdıklarımızın ölümü de bizim için bir derttir, bir meseledir. Freud “ölüm” ve “yaşam” dürtülerini tanımladı. İnsanın tüm davranış repertuvarını bu iki dürtü üzerine kurdu. İnsanın bütün davranışlarının bu iki temel dürtünün türevleri olduğunu söyledi.

Yani Freudyen açıdan baktığımızda ölüm mevhumu insan için oldukça değerli. Bana sorarsan basitçe ölüm, biyolojik hayatın sonudur. Ama derinlikli açıklama her birimiz için bir meseledir. Kendi hayatımızı da buna göre kuruyoruz. Yalom der ki: “Bir gün öldüğünde mezar taşında ne yazılmasını istiyorsun?” Çocuk sahibi olma, kitap yazma, ürün ve eser bırakma kendini ölümsüzleştirmenin de bir tür göstergesidir. Bazı kültürlerde kişi biyolojik olarak hayatı sona erdiğinde değil unutulduğunda ölür. Ölümün daha mecazi kullanımından gidersek şunu söyleyebilirim; insan her an ölümün içerisindedir, her an bir şeyi kaybederiz. Rahmi öldürüp bebek, bebekliği öldürüp çocuk, çocukluğu öldürüp ergen, ergenliği öldürüp yetişkin oluyoruz. Bugünü öldürüp yarına devşiriyoruz. Zamanı kaybediyoruz. Ölüm bir tür terk etme mevhumudur. Bir kişi öldüğünde onu terk etmek en zoru olur. Kronik yası da böyle açıklayabiliriz.

PsiNossa 39


Onkoloji alanında uzman bir doktor ölümün toplumumuzda bir tabu olduğundan söz etmişti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Katılırım ama ekleyeyim Freud’un tanımladığı yaşamın kendisi olan “cinsellik” de bir tabudur. Burada bir genelleme yapıyorum ama ölüm, cinsellik ve bunların türevleri de belirli ölçüde tabulaştırılmıştır. Bunun birçok nedeni olabilir. Freud’un Viyana’sı sanki bugünün Türkiye’si gibidir. Cinselliğin yasak olması tabulaşmasına neden olmuştur. Ölüm niye tabudur? Çünkü ölümü görmüyoruz. İnsanlar çoğunlukla hastanede ölüyor. Orta Çağ için Ehlileştirilmiş Ölüm Çağı derler. Vebalar, savaşlar, kıyımlar oldukça çoktu. Herkes ortalık yerde ölüyordu. Böyle olması gerektiğini söylemiyorum. Romantik Çağ ve tıp alanındaki gelişmelerle beraber ölüm gözden ırak olmaya başladı. Artık ölüme mahrem alan

40 PsiNossa

diyoruz. Yani insanların ölümüne tanıklık etmeyi bir tür pornografi sayıyoruz. Bu açıdan da bir tabudur. Diğer bir açıdan ölümsüz olma arzusu da kışkırtılıyor günümüzde. Son 20-25 yılın genel iklimi başarılı olma, güçlü olma yani ölümsüz olma üzerinedir. Bu da narsistik yüklemeleri ve tabuyu getirir. Dediğim gibi yaşam da ölüm de tabudur. Freud’ a göre bir şeyi baskılarsan patolojik olarak ortaya çıkar. İnsanlar kardeşlerini, sevgililerini anne ve babalarını öldürüyor. Ölüm ve yaşam dürtü türevleri ve ilişkili duyguların ifadesine izin verilmedikçe davranış daha sapkın bir biçimde tezahür ediyor.


Edebiyatı hayatının merkezinde tutan bir akademisyen olduğunuzu belirtmiştiniz. Biz psikoloji öğrencilerinin ve psikologların mutlaka okumasını düşündüğünüz kitaplar ve yazarlar hangileridir? Edebiyat edebiyattır. Hepsini okuyun tabi ki. Ruh sağlığı çalışanı olarak edebiyat benim için önemli bir kaynaktır. Türk Edebiyatından aklıma ilk gelen isimler şunlar: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Tezer Özlü ve Orhan Pamuk. Nurdan Gülbilek’in Kötü Çocuk Türk, Sessizin Payı, Mağdurun Dili isimli

kitaplarını da önerebilirim. Yazar edebi metinlerden yola çıkarak ülkemiz ruhsallığı konusunda oldukça değerli tespitlerde bulunmaktadır. Ama söz konusu ölüm ve ruhsallık ise Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını, Sartre, Kafka ve Shakespeare okumanızı tavsiye ederim.

PsiNossa 41


i s e ş ö K n u z e M Serdar Doruk AVUNDUK

Psikoloji ile tanışmam aslında lise son sınıfa dayanıyor. O zamana kadar çok fazla bilmediğim bir alan olan psikolojiyi lise sonda gerçekten bu alana önem veren öğretmenlerden öğrenmem, gelecek ile ilgili karar vermem açısından çok etkili oldu. Lisans hayatımın son yıllarında TPÖÇG ile tanıştım. Çok geç tanıştığım bu organizasyonda bir yıl Doğuş Üniversitesi TPÖÇG Koordinatörlüğü , bir yıl da TPÖÇG Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı yaptım, şu an ise TPÖÇG Mezunlar Birimi’nde kurucu üye olarak yer almaktayım. Siz değerli okuyucular huzurunda da beni TPÖÇG ile tanıştıran dönemimizin Doğuş Üniversitesi Psikoloji Kulübü Başkanı Buğra Çizenmıh’a tekrar teşekkür ederim. Biraz Mezunlar Birimimizden bahsetmek isterim. Mezunlar Birimi TPÖÇG’nin sahadaki/alandaki temsili olmak ve öğrenci ile mezunlar arasındaki ağı canlı tutmak adına kurulmuş bir alt birimdir. Bu kapsamda her yıl Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi’nde (UPOK) “Mezun Olmak” temalı bir oturum düzenlemekte ve oldukça ilgi görmektedir. Bunun yanı sıra yapılmak için sıra bekleyen birçok fikir var ve umarım en kısa zamanda bunları da gerçekleştirebiliriz. Tabi bir diğer önemli nokta da sizlerin bu birimden neler

42 PsiNossa

beklediği. Bu konu ile ilgili fikirlerinizi mezunlar@tpocg.net adresine gönderebilirsiniz. Sizlere her konuda yardımcı olmak isteriz. Üniversitede ilk yıllarda tam anlaşılmasa da lisans eğitimimin sonuna doğru psikoloji alanının daha spesifik dallarını görmek aslında bu alanın ne kadar geniş bir açıya sahip olduğunu gösterdi. Psikoloji aslında her şeyde ve her yerde var sevgili okuyucular. O gün giydiğimiz kıyafetten , yürüyüşümüze, kullandığımız ürünlerden bu ürünlerin tasarımına kadar her şey psikolojinin içinde bulunduğu bir süreç. Kendi adıma bu engin bilim dalının ülkemizde beklendiği gibi işlenmediğini düşünüyorum. Maalesef temel eğitim dediğimiz eğitim türü psikoloji mezunu kişiyi alanda var olma çabasına sürüklüyor. Çünkü temel eğitimde (araştırma temelli dersler ve birkaç istisna hariç) her şeyden biraz öğretilip herhangi bir uygulama yetisi kazandırılmıyor . Aksi gibi alandaki işveren kurumların çoğunluğu ise sizi bazı alanlarda yetkinmiş gibi kabul etmek istiyor. İşte tam bu noktada psikoloji mezununun sarf ettiği varoluş çabası maalesef psikologtan beklenen performansın üst limitlere ulaşmasına, maaşların düşmesine ve işverenin bazı hakları gasp etmesine de olanak sağlıyor.


Bu sebepten birçok yeni mezun psikolog istediği işi istediği şartları bulamıyor. Yurt dışında bazı ülkelerde 3 yıl temel 2 yıl da uzmanlık ve alan eğitimi olmak üzere 3+2 eğitim sistemi uygulanıyor. Öğrenci alanının donanımlarına sahip bir şekilde mezun oluyor. Bizim ülkemizde ise bu durum biraz daha farklı. Artık mezun olmak yetmiyor ve yüksek lisans yapmak gerekiyor. Tabi ki “uzmanlık” yetkinlik ve etik anlamında önemli; ama bugünkü lisans mezunları aynı şekilde yüksek lisans da bitirirse bu sefer “uzman psikolog” bolluğu oluşacak ve insanlar bir adım önce olabilmek için doktora vb üst ünvanlara erişmek isteyecek. Peki ya doktora da dolarsa? İşte bu üstüne gerçekten düşünülmesi gereken bir konu. Bir diğer değinmek istediğim konu da dışarıdan alınan eğitimler. Tabi ki bu eğitimler de çok tartışılıyor. Bu eğitimler alınmalı mı alınmamalı mı , yoksa gerçekten sadece “sertifikası”na gidilen eğitimler mi çok önemli bir konu. Test ve psikoterapi tabanlı bu eğitimler ile ilgili şahsi fikrim hangi kuruluşlardan ve hangi eğitmenden aldığımız çok önemli. Maalesef bazı kurumlar bu eğitimleri vermek için veriyor bazı kurumlar ise konunun takibini yapıyor. Hangi kurum sorusunun cevabını eğer daha önce giden kişiler varsa onlardan referans alarak bazen de maalesef deneme yanılmayla öğrenebiliyoruz ülkemizde. Çünkü bu alanın da uygulamada bir standardı yok.Karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım; ama bazı gerçeklerin konuşulmasından ve bulunan her fırsatta tekrar dile getirilmesinden yanayım. Unutmayalım ki bu tabloyu istediğimiz renklere boyamak da bizim elimizde. Piaget’in de dediği gibi eğitim “tipik yetişkinler” üretiyor. Eğer biz tipik psikolog kavramını değiştirirsek verilen eğitimlerin de değişeceğini düşünüyorum. Alanımızdaki bu mağduriyetin ne kadar farkında olursak o kadar da karşı duruş gösterebiliriz. Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim . Bana ulaşmak isterseniz e-posta adresim: serdaravunduk@gmail.com

PsiNossa 43


BUĞDAY hareketi, 1990 yılından bu yana yaşamını sürdürürken diğer yaşamlarla uyum içerisinde ve ekolojik bütüne saygılı bir toplum hayalini besleyerek sürdürdüğü çalışmalarını 12 Ağustos 2002 yılında Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği çatısı altında kurumsallaştırma kararı aldı. Buğday’ın niyeti; tek tek bireylerde ve bir bütün olarak toplumda ekolojik yaşam bilinci ve duyarlılığı oluşturmak; ekolojik dengelerin geri dönüşü olmayacak hız ve biçimde bozulması sonucunda ortaya çıkan sorunlara çözüm yolları sunmak ve doğa ile uyumlu yaşamı desteklemek.

Buğday Derneği adına Gözde İVGİN

Buğday’ın, ekolojik yaşamı destekleme niyetini gerçekleştirmek amacıyla attığı adımların hizmet ettiği amaçlar şöyle sıralanabilir: • Geleneksel süreçteki üretimlerin korunması, sürdürülmesi • İnsan gereksinimlerinin ekosistem döngülerine uyum içinde yeniden tanımlanması • Çevre ve insan sağlığına zarar vermeyen sürdürülebilir tarım yöntemlerinin yaygınlaştırılması • Bireyin doğa ve çevresi ile uyum içinde yaşayabilmesi için bilgilendirilmesi ve becerilerini geliştirebilmesi amacıyla faaliyet alanları yaratılması Yediğimiz gıda, içtiğimiz su ve soluduğumuz hava çok yaşamsal şeyler. Buğday, bunların hepsinin bir şekilde temiz olması ve dolayısıyla insan ile beraber kurdun ve kuşun yaşamını sürdürebilmesini amaçlıyor. Anadolu bilgeliğinde bir tohum atıldığı zaman “Kurda, kuşa, aşa” diye atarlardı. Yani bunun yalnızca üçte biri insanın rızkı. Buğday Derneği de bu anlayışa hizmet etmek için, bu bilinci yaratmak için canla başla çalışıyor.”

44 PsiNossa

“Yaşama daha bütünsel bakmaya çalışıp modeller yaratmaya çalışıyoruz”


FAALİYETLERİMİZ:

1998-2009 yılları arasında yayımlanan 57 sayısı ile Türkiye’nin ilk ekolojik yaşam dergisi, Buğday Dergisi ile doğa dostu yaşam bilgisini geniş kitlelere ulaştırma hedefimiz, 2014 yılında, İstanbul’da ev sahipliği yaptığımız, dünyanın dört bir yanından binin üzerinde katılımcısı olan 18. IFOAM Dünya Organik Kongresi ile büyüyerek devam ediyor. *% 100 Ekolojik Halk Pazarları (İstanbul’da Şişli, K. çekmece, Beylikdüzü, Bakırköy ve Kartal; Kayseri’de (sezonluk) Talas ve Kocasinan) www.ekolojikpazar.org *Doğa Dostu Kent Bahçeleri Projesi ve bu projenin ilk ayağı olarak ‘Tohumlar Kampüse’ kampanyası. *Toplum Destekli Ekolojik Tarım http://www.gidatopluluklari.org *İyi Şeyler Yapan Güzel İnsanlar Konferansı *Ekolojik, Yerel ve Sürdürülebilir Girdilerle Kompost Projesi (Datça) *AnaBilgi Sürdürülebilir Geleneksel Bilginin Gelecek Kuşaklara Aktarılması Projesi *TaTuTa (Ekolojik Çiftliklerde Tarım Turizmi ve Gönüllü Bilgi, Tecrübe Takası) ve WWOOF Turkey koordinasyonu (WWOOF: Worldwide Opportunities on Organic Farms) http://www.tatuta.org

*LLOOF (Living and Learning on Organic Farms) proje ortaklığı *Ekolojik Dönüşüm Eğitimleri: Ekolojik Yaşama Giriş Kendin Yap! (Marketten Alma, Kendin Yap!) Uygulamalı Kent Bahçeleri kurma Bilinçli Organik Gıda Tüketicisi Olmak Organik Tarıma Giriş Doğa Gözlem (çocuklar için) İstanbul’un Yaban Hayatı Doğal Tıp Şifalı Bitkiler

Bilginin Serbest Dolaşımı Programı * 3500 üye ve binlerce gönüllü * Facebook’ta 190 bin, Twitter’da 25 bin takipçi * 3 ayda bir yayınlanan Buğday Ekolojik Yaşam Rehberi * Kitaplar ve kitapçıklar * Aylık 20 binden fazla kişiye ulaşan E-bülten * 35 bin kişilik e-mail listesi * Türkiye’de 93 ekolojik çiftlikten oluşan TaTuTa ağı * 94.9 Açık Radyo’da her cuma ‘Tohumdan Hasada Ekolojik Yaşam’ programı * Çeşitli konularda hazırlanan bilgilendirici broşür, poster ve diğer basılı malzemeler

www.bugday.org Facebook: bugdaydernegi Twitter:BugdayDernegi

PsiNossa 45


Ayın Farkındalıkları: Kasım 10 Kasım

14 Kasım

Mustafa Kemal Atatürk’ün Vefatı

Orhan Veli’nin Vefatı

16 Kasım

Ahmet Kaya’nın Vefatı

18 Kasım

20 Kasım

Nejat Uygur’un Vefatı

Dünya Çocuk Hakları Günü

24 Kasım

Öğretmenler Günü

46 PsiNossa


Eğilmez başın gibi Gökler bulutlu efem Dağlar yoldaşın gibi Sana ne mutlu efem

Sarı Zeybek

Dünya tarihinde lideri olduğu ülkenin yolunu böylesine çizen, hasta bir adamı çocuklar gibi neşelendiren başka bir insan var mıydı? Yola yoldaş, sofradaki bir kâse sıcak aş olmayı başaran başka bir insan var mıydı? “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.” demiş Mustafa Kemal’in gençliği olarak onu anlayabiliyor muyuz? Anlıyoruz tabi ki; haftada bir kitap okuyan, üzerine notlar aldığı kitap sayısı üç bin üç yüz doksan yedi olan Atatürk’ü on yılda bir kitap okuma ortalaması tutturarak anlıyoruz! OECD (Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü) eğitim araştırmasının verilerine göre yetmiş altı ülke arasından kırk birinci olarak anlıyoruz! Anlayacağınız o kadar çok anlıyoruz ki biraz boş verebiliriz her şeyi. “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen önderin izinde giderken hangi yanlış yola döndük de Madımak, Sivas, Maraş, Reyhanlı, Roboski, Suruç, Ankara katliamları yaşandı? Ne oldu da biz yeni

Burak Bahadır AKIN

acıların da geleceğini bilir hale geldik? Malum İstanbul’da yaşıyorum ben. Vapurla seyahat etmeyi de çok severim. Son yolculuğumda bir süre ara vermeyi düşündüm. Önceden insanlar telefonlarından, tabletlerinden kafalarını kaldırmıyorlar diye şikâyet ederdik. Gördüm ki kaldırmaya başlamışlar. Herkes birbirine korku dolu gözlerle bakıyor. Acaba bir şey olur mu diye korku içinde seyahat ediyor. Toplumsal bir kaygı bozukluğu yaşamaya başladık galiba. Bilen bilir zeybeklik kültürü ilgi alanlarımdan biridir. Daha doğrusu tutkum... Yaptığım araştırmalarda, okuduğum kitaplarda en çok gördüğüm efelerin yahut zeybeklerin halk için bir kötü gün dostu olduğuydu. Dara düşüldüğü zaman akıl danışılacak, çıkmazdan seni çıkartacak bir akıl hocası olduğu. Biz de bu karanlık günlerden Atatürk’ü iyi anlayarak çıkabiliriz. Şayet bir çıkış yolu bulamazsak bu bulutlu günlerden yapacağımız şey yine belli. “Bir gün benim fikirlerimle bilim çelişirse, bilimi seçin.” Oyna yansın cepkenin Yansın güneşten tenin Gün senin şenlik senin Sana ne mutlu efem

PsiNossa 47


IKIRU

A Y I N F I L M I

Japon Sineması üstatlarından Akira Kurosawa’ nın 1952 yapımı Ikıru (Yaşamak) filmi, 2.Dünya Savaşı sonrasında Tokyo’da yaşayan, orta yaşlı bir belediye çalışanı olan Kanji Watanabe’nin hayat hikayesini anlatmaktadır. Film, Dış Ses’ in Watanabe’ nin mide kanseri olduğunu söylemesi ile başlar. Watanabe, 6 ay ömrünün kaldığını öğrenene kadar belediyede yaptığı tek şey –hiçbir şey yapmayarak- mevkiini korumak olmuştur. Öleceğini öğrendikten sonra ise önce o ana kadar ertelediği zevkleri yaşayacak, sonra ise önceden duyarsız kaldığı toplum işlerini çözmek adına çalışmaya başlayacaktır. Akira Kurosawa, ilk başta Brechtyen bir üslup ile başlayarak bizi filmin kahramanı ile duygudaşlık kurmak yerine düşünmeye sevk eder. Yine de tüm filmin Brechtyen bir üslup ile devam ettiğini söylemek haksızlık olacaktır. Filmin bazı anlarında Watanabe ile derin bir özdeşleşme yaşarız; artık Watanabe’ nin kendisi olmuşuzdur ve onun hissettiği, sonlu yaşamda sonun farkında olma haline rağmen mutlu olabilme çabasına gireriz. Ölümlü olan insanoğlunun, sonsuzluğa ulaşabileceği sanısına kapılarak yaptığı eylemlerden birisi çoğalmaktır. Sanki genlerimizin devam edecek olması tamamen bizim devam edebilecek olduğumuz anlamına gelmekteymiş gibi… Bir bakıma bu düşüncede doğru bir yan vardır; “biz”i oluşturan ötekiler “biz”e benzediğinde kendimizi güçlü görürüz. Diğer bir taraftan var olmak, bir çokluğun içinde onların bir parçası olmakla birlikte , aynı zamanda, bir başınalığı kabullenmek zorunda olmak anlamına gelir. Watanabe, oğlu ile ilişkisinde yaşadığı çatırdamalarda, ne kadar kırılırsa kırılsın kendine has bir birey olmayı, tek başınalığı deneyimlemiştir. Yaşamın ve tek başınalığın keyfini sürmek için kısa bir zamanı olan Watanabe’ nin ağzından Kurosawa’nın mesajı şu şarkı sözleri ile gayet açık ve nettir.

48 PsiNossa

Ceren AYIK ve Nur İNCI

‘’HAYAT KISADIR” Aşık olun bakireler /Kıpkırmızı çiçekler/ Dudaklarınızda solmadan önce/ Hayat kısadır çünkü Tutkunun gelgitlerinde/ İçinin serinliğinde/ Bu sizin içindir/ Yarını bilmeyenler/ Hayat kısadır Aşık olun bakireler/ Uzun saçınız solmadan önce/ Kalbinizdeki alevler titreşip ölmeden Ki onlar için bugünler asla geri gelmeyecek/ İşte ruh budur/ Hayat kısadır.’’ Kurosawa, Watanabe’yi filmin ortasında öldürdüğünde aslında filmin baş kahramanının Watanabe değil ‘Ölüm’ ve ‘Yaşam’ olduğunu fark ederiz. O öldükten sonra belli bir duraksama yaşansa da hali hazırda var olan sistem ve ‘Yaşam’ devam edecektir. Yaşamı, içinde bulunduğumuz sistemi, sistemdeki yerimizi, benliğimizi, ölümü sorgulamak için (gösterime girdiği tarihe rağmen güncelliğini koruyan) gayet doyurucu bir Uzakdoğu filmi. İyi Seyirler.


Filmin Adı: Ikıru (Yaşamak) Süresi: 143dk. Oyuncular: Takashi Shimura, Shin’ichi Himori, Haruo Tanaka, Minoru Chiaki Yönetmeni: Akira Kurosawa Yapım Yılı: 1952

PsiNossa 49


Veronika Ölmek İstiyor Paulo Coelho Merva ÖKSÜZ

A Y I N K İ T A B I

Ölüme Beş Kala

Hayatta her istediğine sahip olan, genç, güzel, çevresinde sevilen, ailesi tarafından her zaman korunup kollanan bir insan neden ölmek ister? Veronika ölmek istiyorsa onun sürekli depresyon halinde yaşayan, nefret dolu, psikolojik sorunları olan, kendini dış dünyadan soyutlamış biri olduğunu düşünürsünüz; ancak Veronika’nın gerçek sebebi ne bunlardan ibaret ne de Slovenya’nın nerede olduğunu kimsenin bilmeyişiyle ilgili. Veronika’nın iki sebebi var: İleride yaşayacaklarının ona bir şey katmayacağını, şimdi ölse kaybedecek hiçbir şeyi olmayacağını düşünmesi. Herkesin yaşadığı hayatı yaşayacak, evlenecek, çocukları olacak, kocası onu aldatacak, Veronika onu affedecek, kocası tekrar aldatacak, mutsuz bir evliliği sürdürmeye alışacak, çocukları evlenecek, torunları olacak, hastalanacak, yaşlanacak, dostlarının ölümüne tanık olacak ve sonunda o da eceliyle hayata gözlerini yumacak. Diğer neden ise dünyada her şeyin yanlış olduğunu ve bu durumda elinden bir şey gelmeyeceğini düşünüyor olması. İşte bu sebeplerden dolayı Veronika intiharı özgürlük ve sonsuza varan bir unutuş olarak görüyor ve planladığı gibi kiraladığı bir manastır odasında uyku ilaçlarını içmeye başlıyor. İlaçlar etkisini yavaş yavaş hissettirirken odanın penceresinden Ljubljana’nın küçük bir meydanını seyre dalıyor. Bir süre sonra mide bulantısını hissediyor ve kusmamaya çalışarak bilincini kaybediyor. Veronika gözlerini sonsuzluğa açacağını düşünürken kendisini yoğun beyaz ışıklı bir odada buluyor. Herhalde burası cennet değildir diye düşünürken odaya hemşire giriyor ve ölmeyi başaramadığını anlıyor. Doktoru ona aslında yapmak istediğini kısmen başardığını söylüyor. Çünkü aldığı ilaçlar kalbine ciddi zarar vermiş durumda ve Veronika’yı en fazla beş gün hayatta tutabilecek. Her gün kalbinin biraz daha zayıfladığını hissediyor, soluksuz kalıyor, en ufak bir çaba gösterdiğinde başı dönüyor. Veronika hala ölmek istiyor çünkü hayatta keşfedecek bir şey olmadığını, her günün birbirinin tekrarı olduğunu düşünüyor. Hastanede kaldığı süre içinde yeni şeyler öğrenmekten, eskisinden farklı davranmaktan uzak durmaya çalışıyor çünkü normal yaşantısına devam etmediği sürece içinde yaşam isteği oluşabilir. Ölmek üzere olduğu için ölümden başka taraf tutmaması gerekiyor; ancak aldığı bu karara sadık kalamıyor, birkaç günlük ömrü kalmış olmasına rağmen başlarının kendisi hakkındaki fikirlerini önemsiyor, üstelik önceden hiç böyle bir huyu yokken.

50 PsiNossa


Hastaneye geldiğinden beri eskiden hiç yaşamadığı kadar derin duygular yaşıyor. İki günlük ömrü kaldığını öğrendiğinde Dr Igor’dan iki şey istiyor. İlki geri kalan her anını sonuna kadar yaşayabilmek için uykusunun gelmesini önleyecek uyarıcı bir ilaç. İkinci isteği ise hastaneden çıkıp sokakları gezmek, her gün önünden geçtiği Ljubljana Kalesi’ni ziyaret etmek, tanımadığı insanlara gülümsemek kısacası dışarıda ölmek istediğini söylüyor. Ölüme yaklaştıkça içinde yaşama isteği oluşuyor. Hatta hiç istememesine rağmen hastanede şizofreni tedavisi gören Eduard’a aşık oluyor. Ölmek istemediğini, tüm duyguları aşkı, nefreti, özlemi, sevinci, ayrılığı, hüznü dolu dolu yaşamak istediğini fark ediyor. Aldığı her nefesin değerini anlıyor ve kendisi için geriye akan, ölüme götüren bir sayacın olduğunu düşündükçe hayata daha da bağlanıyor. Eduard’a dışarıda ölmek istediğini onu sevdiğini söyleyince beraber hastaneden kaçıyorlar.

Romantik Zehir: Vitriol ve Acılaşma

Vitriol, kralların hüküm sürdüğü dönemde katilin kurbanını öldürmek için kullandığı zehrin adı. Muhteşem bir davette katil kurbanın vitriol karışmış kadehini havaya kaldırışını ve zehrin vücuda girişiyle hızlı bir şekilde ölüşünü izler. Geçmişte bu tür cinayetleri romanlardan, tarihsel olaylardan okumuşuzdur. Zamanla öldürme şekli değişir yerini tabancalara bırakır; ancak Dr Igor zehrin adını unutulmaktan kurtararak, teşhis etmeyi başardığı ruh hastalarına veriyor. Acılaşmanın ya da doktorun tercih ettiği adıyla vitriolün ana hedefi iradedir. Bu hastalığa yakalanmış olanlar birkaç yıl içinde her türlü isteği yitirirler, tüm enerjilerini çevrelerine duvar örmeye harcarlar. Veronika intihar teşebbüsüyle hastaneye geldiğinde onda acılaşmanın etkilerini görmek Dr Igor için zor değildi. Bu yeni hasta onun yeni tezi için çok iyi bir gelişme olacaktı. Bu sayede hem tüm dünyada ses getirecek tedavi yöntemi geliştirmiş olacak hem de genç bir kızı yeniden hayata kazandırmayı başarmış olacaktı. Bu yüzden Veronika’ya aslında hiçbir sağlık sorunu olmamasına rağmen kalbinde onarılamayacak bir hasar yarattığını ve beş gün içinde öleceğini söyler. Hastanede kaldığı süre boyunca onda baş dönmesi, sahte kalp krizi geçirmesini sağlayacak ilaçlar verir ve Veronika’yı gözlemlemeye başlar. Üçüncü günün sonunda kızda yaşama tutunma isteği oluştuğunu ve acılaşmanın etkilerini azalttığını görür. Veronika’nın hastaneden kaçtığını öğrendiğinde tedavi yönteminin başarılı olmasından

dolayı memnundur. Böylece Dr Igor’un “Ölüm Bilinci Bizi Daha Yoğun Yaşamaya Yöneltir” başlıklı tezini yazmaya başlar. Kitabın sonunda Veronika’nın hayatına nasıl devam ettiğiyle bir bilgi yok; ancak Dr Igor onun bir daha asla intihara yönelmeyeceğinden emin olduğunu notlarına geçiriyor.

Sloven Şair Presere ve İmkansız Aşkı

Veronika ilaçları aldıktan sonra manastırın penceresinden Preseren heykelini izlerken onun imkansız aşkını düşünür. Şair otuz dört yaşındayken henüz on dört yaşındaki Julia Primic adındaki bir kıza aşık olur. Bu kızla evlenme hayalleri kurar, kıza şiirler yazmaya koyulur. Daha sonradan Julia’nın üst düzey bir ailenin kızı olduğunu öğrenir ve bir daha kıza yaklaşmaz; ama o kısacık yaklaşma en güzel şiirlerinin esin kaynağı olur ve aşkı efsaneleşir. Ljbljana’daki küçük meydanda heykelin dümdüz belirli bir noktaya baktığı görülür. Bu bakışı takip ettiğinizde binalardan birinin taş duvarına oyulmuş bir kadın yüzü olduğunu fark edersiniz. Orası Julia’nın yaşamış olduğu evdir. Böylelikle Preseren ölümünden sonra bile imkansız aşkına bakmayı sürdürmektedir.

Kitap Adı: Veronika Ölmek İstiyor Yazar: Paulo Coelho Çeviri: Haldun PAMİR Yayınevi: Can Yayınları Sayfa Sayısı: 196

PsiNossa 51


Referanslar Korkunun Ecele Faydası Var Mı?

1. Akça, F. ve Köse, İ.A.(2008). Ölüm kaygısı ölçeğinin uyarlanması: geçerlik ve güvenirlik çalışması. Klinik Psikiyatri Dergisi, 11(1), 7-16. 2. Erdoğdu, M.Y. ve Özkan, M.(2007). Farklı dini inanışlardaki bireylerin ölüm kaygıları ile ruhsal be lirtiler ve sosyo-demografik değişkenler arasındaki ilişkiler. İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 14(3), 171-179. 3. Cimilli, C.(2001). Cerrahide anksiyete. Klinik Psikiyatri Dergisi, 4(3),182-186.

Teröröün İntihar Hali: Canlı Bomba 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10.

Pedahzur, A. : Suicide Terrorism. New York: Polity. http://books.google.com/books , 2004 16.10.2015 erişimde http://cpost.uchicago.edu/ örn: http://books.google.com/books-http://cpost.uchicago.edu/ 16.10.2015 erişimde Pape,R.:Dying to Win. New York:Random House,2005 Riaz, Hassan (3 Eylül 2009). “What Motivates the Suicide Bombers?’’. Yale Global. http:// yaleglobal.yale.edu/content/what-motivates-suicide-bombers-0 15.10.2015 erişimde Warrick, Joby. The Triple Agent, New York: Doubleday, 2011. S.37 Nelson, S.S http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=15276485 15.10.2015 Erişimde http://www.sitemaker.umich.edu/satran/files/twq06spring_atran.pdf#2 15.10.2015 erişimde https://publicintelligence.net/ufouo-u-s-army-female-suicide-bombers-report/ 15.10.2015 erişimde http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-3198362,00.html 15.10.2015 erişimde https://www.newscientist.com/blogs/culturelab/2010/07/a-psychologist-inside-the-mind-of-suicide- bombers.html 16.10.2015 erişimde

Çocuklarda Ölüm Algısı 1. 2. 3. 4. 5,

Erden, G. (2000). Çocuklarda Yas ve Acıyla Baş Etmede Yardım. Türk Psikoloji Bülteni, 76(2), 16- 17. Kıvılcım, M. ve Doğan, D. G. (2014). Çocuk ve ölüm. Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 21(1). Santrock (kaynakça yazılacak) Yıldız, S. A. (2004). Çocuk, ölüm ve kayıp. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(1), 125-144. Santrock,J.W. (2015). Yaşamboyu gelişim. (Çev.Ed. G.Yüksel). 13.basımdan çeviri. NY: Mc Graw Hill

52 PsiNossa


Yaşamın Sonlanmasına Dair Sorunlar ve İlgilenme 1.

Carrese, J. A., & Rhodes, L. A. (1995). Western bioethics on the Navajo reservation. JAMA, 274, 826-829.

Uyuşturucu Bağımlılığının Ölümcül Etkisi: İntihar mı Cinayet mi? 1. 2. 3. 4.

Alexander Bruce K. : https://en.wikipedia.org/wiki/Rat_Park Hari Johann: Everything you think you know about addiction is wrong: (Haz 2015). Ted Global London. Spiegel Alex: What Vietnam Taught Us About Breaking Bad Habits: (Ocak 02, 2012). http://www. npr.org/sections/health-shots/2012/01/02/144431794/what-vietnam-taught-us-about-breaking-bad- habits. Tyrer Ben: Repetition and Addiction in Requiem for a Dream (Tem 20, 2015) ’’ Psychoanalysis in

PsiNossa 53


54 PsiNossa


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.