Yazar Büşra KUL Ankara Üniversitesi busrakkul@gmail.com TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÔÇG Genel Sekreteri EzgiAKTUG Sabancı Üniversitesi ezgiaktug@tpocg.net Editör Elif Gül ŞAHİN İstanbul Medipol Üniversitesi elifgulsahin@gmail.com Bülten Editörü Arzu HAMURCU Nuh Naci Yazgan Üniversitesi arzuhamurcul 852@hotmail.com Yazar Emel EMRE Hasan Kalyoncu Üniversitesi emelberral@gmail.com Yazar Serap ATAŞ Çankaya Üniversitesi serap_ atas@hotmail.com Yazar Merve PALTACI Uludağ Üniversitesi merve.paltaci96@gmaH.com
Yazar Aslı Gül KÜÇÜKAKYÜZ İstanbul Kültür Üniversitesi sligulkucukakyuz@hotmail.co Yazar Zehra GÜLSER İzmir Katip Çelebi Üniversitesi zehraagulserr@gmail.com
Çevirmen - Haber Köşesi Zeynep ADIGfiZEL Koç Üniversitesi zadiguzel 13@ku.edu. tr Dizgi -Tasarım Ilgın GÜÇLÜ İstanbul Kültür Üniversitesi ilgingucluu@gmail.com Dizgi -Tasarım Halil İbrahim AYAR Dokuz Eylül Üniversitesi halilibrahimayar@hotmail.com Film Köşesi Yazan Özer KOÇ Orta Doğu Teknik Üniversitesi koc.ozer.97@gmail.com Kitap Köşesi Yazarı Vera LEVENT Ankara Üniversitesi veralevent@hotmail.com Müzik Köşesi Yazarı Fulya AKINCI KTO Karatay Üniversitesi fulyaakinci@hotmail.com Ayın Farkındalıkları . Sena Ezgi BEZCİ Istanbul Medipol Üniversitesi senaezgibezci@hotmail.com Çizer Esra ÖZEN İstanbul Aydın Üniversitesi esraozen53@gmail.com Mezun Yazısı Merve Kuloğlu .
• Ev mi İş mi? • Denge Ben’im • İhtiyaçlar Tahteravallisi • Yaşam ve Denge • Yaşadığımız Kadar Ölüyoruz • Beynimizin İlginç Oyunu: Sinestezi • Çizim Köşesi • Toçev Hakkında • Röportaj: Murat Dinçer • Mezun Köşesi – Merve Kuloğlu • Ayın Farkındalıkları: Aralık • Film Köşesi: Bay Evet • Kitap Köşesi: Sıradan Bir Adam • Müzik Köşesi
Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatan Şiir “Sizin alınız al inandım Morunuz mor inandım Tanrınız büyük âmenna Şiiriniz adamakıllı şiir Dumanı da caba Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız. Bütün ağaçlarla uyumuşum Kalabalık ha olmuş ha olmamış Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum Ama ağaçlar şöyleymiş Ama sokaklar böyleymiş Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız Aşkım da değişebilir gerçeklerim de Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı Yangelmişim dizboyu sulara Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum Hiçbirinizle döğüşemem Siz ne derseniz deyiniz Benim bir gizli bildiğim var Sizin alınız al inandım Sizin morunuz mor inandım Ben tam dünyaya göre Ben tam kendime göre Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız” Uyar, T. (2014). Büyük saat (20. Baskı). İstanbul: YKY, s.121.
EV Mİ İŞ Mİ ?
Emel Emre
İnsan, hayatını devam ettirebilmek, yaşamının her döneminde belli sorunları aşmak için uğraşır. Bunu bir oyuna birinci bölümden başlayıp son bölüme gelene kadar en yüksek puana ulaşmak için çabalamaya benzetebiliriz. Her dönemi en iyi şekilde atlatabiliyor olmak ayrıca önemli bir konudur. Bu bölümleri aşarken karşılaştığı engeller vardır, bunlar; yaş, cinsiyet, din, dil, ırk ve daha birçok önemli gibi görünen önemsiz konulardır. Bu konuları engel haline getiren yine insanın kendisi midir yoksa kendisinin dışında gelişen meseleler midir? Şimdilik bu soruya cevap veremiyorum ancak bildiğim bir şey var ki o da birbirimizin hayatını zorlaştırma konusunda fazlasıyla iyi olduğumuz…
hayatında bir denge kurup nefes almaya çalışmıştır. “Tüm dünyada özellikle de 60’lı yıllardan itibaren çalışma hayatı erkek egemen bir alan olmaktan çıkmış, ailelerde her iki ebeveynin de çalışması ve kadın çalışanların iş gücüne karar verici pozisyonlarda katılması gibi demografik bazı değişiklikler meydana gelmiştir” (Nayır, 2008, s. 632) Sanayi devrimi ile birlikte statüsü ve rolü farklılaşan kadın, bireyselleşme ve ekonomiye kapitalizmin girmesi ile çalışma hayatında birtakım değişimlere neden olmuştur. Kadınların tarımda, ev işlerinde çalışarak gösterdikleri üretimin değeri yaşanan değişim ile birlikte azalmıştır. Böylelikle sanayi devrimi öncesi üretken olarak kabul gören kadın emeği yeni üretim şekli ile değersizleşmiştir (Kaya, 2009).
Genç yetişkinlik döneminde yaşanan sıkıntılar genellikle iş bulabilme, aile kurabilme gibi hayata dair ilk adımları atabilme ile ilgilidir. Bir erkeğin ilk olarak iş bulup ailesine bakması beklenirken bir kadının genellikle ilk olarak aile kurup sonra uygun görülürse iş bulması beklenir. Bu tür beklentilere göre şekillenen kadın hayatı daha ilk adımlarından itibaren baskı altında kalmıştır. Okula gönderilmeyen, gönderilse dahi yerini bulamayan, iş yaşamına kadar gelmeyi başarıp iş - aile arasında bocalayan nice kadınımız bu baskının altında
Diğer taraftan neredeyse bütün toplumlarda kadınlara ilişkin değer yargıları farklılaşmaktadır. Kadın, eğitimi veya işinden çok “evinin kadını” ve “anne” olarak değerlendirilir. Çalışıyor olsa dahi önceliği evi ve ailesidir. Kadının çalışma hayatına girmesinin yararları konuşulsa da genellikle gündemde olan şey çalışma hayatı ile aile hayatında yaşadığı sorunlardır.
Özellikle ekonomik sorunlar nedeni ile çalışma hayatına giren kadınlar, hem ev kadını hem anne olarak karşılaştığı sorunlar ile birlikte olumsuz çalışma koşullarının ve toplumsal baskının üzerlerinde bıraktığı etki ile birçok sorun ve sorumluluk altında ezilmektedir. İş yerlerinde karşılaştığı sorunlar; erkeklere oranla daha düşük ücret almaları, iş yerlerinde maruz kaldıkları cinsel taciz, belirli mevkilere - erkeklere uygun olduğu düşünüldüğü için - alınmamaları, alanlarında yükselmek için erkeklerden daha fazla çalışmak zorunda kalmaları, sosyal güvence gibi haklardan erkeklerle eşit olarak yararlanmamaları şeklindedir.
Cinsiyete bağlı olarak ücret eşitsizliğinin ortaya çıkmasında; kadının annelik görevinden dolayı aileye daha bağlı olması nedeniyle işinden ayrılabilmesi, fiziki güç, kadınlardaki eğitim eksikliği, kadınların belli mesleklere yoğunlaşması, iş yerlerinde kadınlara sağlanan çocuk bakım birimleri gibi nedenler söz konusudur. (Kaya, 2009) Ücret eşitsizliğine ek olarak uğradıkları cinsel ve duygusal tacizi ifade etmekte zorlanmaları ne yazık ki bu gerçeği değiştirmiyor. “Özellikle duygusal tacizden çok cinsel tacize uğrayan birçok kadın, evinin geçimini sağlamak zorunluluğu ile işini kaybetme korkusu nedeniyle, çözümü bu duruma katlanmakta bulmaktadır. Bu konuyla ilgili Ernst&Young’a bağlı insankaynaklari.com sitesinin “İş’te Kadın Olmak” konulu araştırmasında, “kadınların iş hayatında karşılaştığı sorunlar” sorusuna katılımcıların hepsinin ilk sırada, fiziksel ve
sözlü cinsel taciz cevabını verdikleri bulgulanmıştır.” ( Soysal, 2010, s.99) Mağdurların fiziksel ve ruhsal sağlığı, iş yerindeki verimliliği ve toplumsal hayatı üzerinde ciddi yıkıcı etkileri olan taciz, mağdurların elverişli koşullarda çalışma haklarının ihlalidir. Bütün bu hak ihlallerinin, eşitsizliğin arasında kadın, aile hayatı ile iş hayatı arasında denge kurmaya çalışmaktadır. Çocuk büyütmek için kariyerlerindeki ilerlemelerini yavaşlatmaları veya durdurmaları üst mevkilere ulaşabilmelerinde ve iş - aile dengesini sağlayabilmelerinde önemli bir engeldir. Çalışma hayatının başındaki yüksek motivasyonu ve ailesinin desteğine rağmen daha sonra ailedeki görev ve sorumluluklarında bir değişimin olmamasının etkisi ile üzerinde hissettiği baskı kariyerinde ciddi bir performans düşüklüğüne neden olabilir. Kadının aile ve iş hayatındaki önemli yerine rağmen uğradığı eşitsizlik ve haksızlıkların son bulması için çalışmalar sürdürülse de günümüzde hala bu problemi yaşayan kadınların olması çalışmaların yetersizliğini göstermektedir. İleri dönemde veya şu an çalışma hayatımızda kadınlar adına yaratacağımız farkındalıklar ile bu engellerin aşılmasında rol alabilmek umudu ile...
Büşra Kul Denge, fizik kurallarıyla ilintili tanımına bakıldığında “Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hâli, muvazene, balans.” olarak tanımlansa da dengenin sözlük anlamlarından biri “zihinsel ve duygusal uyum, istikrar.”dır (TDK, 2017). Verdiğim ikinci tanım üzerinden denge; genel anlamda kişinin olaylardan, bireylerden ya da kendi benliğinden aldığı çıktının istikrar hâlidir. Hayatımızın her alanında dengeye ihtiyaç duyduğumuz gerçeği neredeyse hepimiz için geçerli kabul edilebilecek bir gerçektir. Fakat bizim dengeli olup olmadığı konusunda hüküm verdiğimiz koşullar ve bu koşullar için ideal denge tanımlarımız neler olabilir? Örneğin; romantik ilişkinizdeki partnerinizin size davranışlarının dengeli olup olmadığını sorduğumda her biriniz bambaşka davranış şekillerine dikkat kesilecek ve o davranış şekilleri açısından durumun “ideal denge” tanımıza uyup uymadığını gözden geçireceksinizdir. Kiminiz için bu “ideal denge” hâlini belirleyen koşul sizinle ilgilenmek için ayırdığı süre iken kiminiz için konuşurken kullandığı üslup olabilir. Aynı davranışları göz önünde bulundursanız dahi kiminiz için size ayrılması gereken süre günlük birkaç saat iken kiminiz açısından bu süre haftada birkaç saat olabilir. Hatta aynı davranışın nasıl yansıtılması gerektiğine ilişkin düşünceleriniz bambaşka şekillerde olabilir. Kiminiz telefonla konuşmanın yeterli olduğunu düşünürken kiminiz dengeli bir iletişimin ve ilginin ancak ve ancak yüz yüze sağlanabileceğini savunabilirsiniz. Kuşkusuz mizaç, kişilik özellikleri vb. bireysel farklılıklar; dengeli beslenme, uyku düzeni, kişiler arası etkileşimlerimizin sağlıklı olması, dengeli bir ruh hâli, stres düzeyi gibi kavramları algılayış ve
anlamlandırış şeklimizi etkiler. Fakat bu kavramlara ilişkin bilimsel gerçekler hepimiz için ortak kabul edilir. Peki, bu algılama ve anlamlandırma farklılıkları bilimsel gerçekler üzerinde nasıl bir role sahiptir? Gelin, bu soruyu dengeli olmasını istediğimiz koşullardan biri olan stres üzerinden inceleyelim: Stres, genellikle olumsuz algılanan bir kavramdır. Oysa sanıldığının aksine stres, salt olarak olumsuz değildir. Her şey gibi stresin de aşırısı zararlıdır fakat yeterli düzeyde stres, olumlu bir etkiye sahiptir. Etkinin olumlu mu olumsuz mu olduğu konusunda belirleyici olan; strese sebep olan olay ya da ortamı nasıl algıladığımız ve stresle başa çıkmayı öğrenip stresi olumlu düzeyde tutabilmemizdir (Şahin, 1998). Olumlu stres düzeyi, kişiye özgüdür. Dolayısıyla olumlu stres düzeyimizi belirlememiz hangi koşulların bizim için en verimli koşullar olduğunu bulmamızda büyük bir öneme sahiptir (Şahin, 1998). Strese neden olan olaylarda ya da ortamlarda bazı bilişsel, duygusal, fizyolojik ve davranışsal tepkiler veririz. Fizyolojik tepkilere kan basıncının artması, terleme, solunumun hızlanması, kalp atışlarının hızlanması gibi örnekler verebiliriz. Bu tepkiler istemdışı oluşan, düzenli bir sırayı takip eden tepkilerdir (Şahin, 1998). Fizyolojik tepkilerimizde iki sistem etkin rol oynar: Otonom sinir sistemi ve endokrin sistem. Otonom sinir sistemi; stresi anlamlandırma, endokrin sistemi uyarma ve kendi alt sistemleri olan sempatik/parasempatik sinir sistemlerini devreye sokma adımlarından sorumludur. Otonom sinir sistemi, stresi anlamlandırdıktan sonra endokrin sistemi uyarır.
Otonom sinir sisteminin alt sistemi olan sempatik sinir sistemi, stres sırasında daha yoğun faaliyet gösteren bir sistemdir. Sempatik sinir sistemi, stres anında boşaltım sisteminin gevşemesini, göz bebeklerinin genişlemesini, kanın deri yüzeyinden uzaklaşmasını, sindirim sisteminin yavaşlamasını, kalbin daha hızlı çalışmasını sağlar (Şahin, 1998). “Kanım çekildi, tüylerim diken diken oldu.” ya da “Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu.” gibi halk arasında sıklıkla kullandığımız cümleler aslında sempatik sinir sisteminin devreye girmesinden kaynaklanmaktadır. Otonom sinir sisteminin diğer bir alt sistemi olan parasempatik sinir sistemi, organizmanın stres öncesindeki dengesine dönebilmesinde görev alır. Bu sistem, sempatik sinir sistemiyle zıt bir işleyişe sahiptir (Şahin, 1998). Tüm bu fizyolojik tepkilerin yanı sıra dikkat süreçlerimizin keskinleşmesi, uzun süreli ve kısa süreli belleklerimizin hızlanması gibi bilişsel tepkiler; korku, kaygı, öfke gibi duygusal tepkiler; stres oluşturan etmeni ortadan kaldırmak için savaşma veya stres ortamından bir süre uzaklaşmak için kaçma gibi davranışsal tepkiler de veririz (Şahin, 1998). Verdiğimiz tepkilerin fizyolojik olanları hepimizde benzerlik gösterse de bilişsel, davranışsal ya da duygusal tepkilerimiz kişilik özelliklerimize göre farklılık gösterebilir. Kişilik özellikleri, bir ucunda A tipi kişilik özellikleri, diğer bir ucunda B tipi kişilik özellikleri bulunan bir yelpazede değerlendirilebilir (Uluhan, 2015). A tipi kişilik özellikleri taşıyan bireyler sabırsız, sayılara karşı saplantılı, agresif, rekabetçi bireylerdir. Zamanı boşa harcamak istemediklerinden aynı anda iki şeye birden odaklanmaya çalışabilirler. Engellenmeye toleransları oldukça düşüktür (Durna, 2004). B tipi kişilik özellikleri taşıyan bireyler ise daha rahat karaktere sahip,
sabırlı, kolay öfkelenmeyen bireylerdir (Uluhan, 2015). Kişilik özelliklerimizin tutum ve davranışlarımızı şekillendirdiğini, çevreyle uyumumuzu etkilediğini düşünecek olursak bireysel olarak stres uyaranlarını algıma şeklimiz de stresin üzerimizde bırakacağı etkinin olumsuz mu yoksa olumlu mu olacağı üzerinde etkilidir. Stres düzeyini olumlu bir dengede tutma örneğinde olduğu gibi gerek bizimle gerekse dışsal faktörlerle ilgili her şeyi dengede tutmada da olayları algılayışımız, yorumlayışımız, olaylara ve koşullara verdiğimiz tepkilerimiz büyük rol oynamaktadır. Dolayısıyla hayatı kendimize eğlenceli hâle getirmek, zorlukları gözümüzde büyütmek yerine çözüm odaklı yaklaşmak, olayları lehimize çevirebilmek, bardağın dolu tarafını görmek dengeli bir hayatı yakalama yolunda önemli bir adım olacaktır demek yanlış olmaz. Hayat, onu nasıl algıladığımızla ve karakterimizi nasıl yoğurduğumuzla ilgilidir. Ghandi’nin (b.t.; Anonim, 2009, para.1) de dediği gibi: “ Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelere dönüşür. Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür. Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür. Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür. Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür. ” Kaderinizi güzelliklerle donatmanız umuduyla …
İHTİYAÇLAR TAHTERAVALLİSİ Serap Ataş Hayatımızda ve karakterlerimizin bütünlüğü içerisinde denge, ruhsal sağlığımızı ve öznel iyi oluşumuzu belirleyen önemli bir etmen olarak yer almaktadır. Dengenin belirlenmesinde belirli motivasyonlar vardır; bu motivasyonlar psikolojik iyilik halimizin devamlılığını sağlayan ve bu öznel iyilik halimizi birtakım düşünce ve davranış şekilleriyle öngörebilen ve belirleyebilen unsurlardır. Öznel iyi olma tanımı kaynaklarda yaygın şekilde direkt olarak değil, dolaylı bir biçimde ölçülebilmektedir. Öznel iyi oluşla alakalı çalışmalarda iyi olmanın değişik psikolojik yapıları belirlemek amacıyla kullanılan ölçme yöntemlerinin birleşimi ile ölçüldüğü görülür. En yaygın kullanılan ölçekler Yaşam Doyum Ölçeği ve PozitifNegatif Duygu Ölçeği’dir (İlhan ve Özbay, 2010). Psikolojik ve mental sağlığımız bakımından iyi oluşumuzu belirleyen hem fiziksel hem çevresel/sosyal hem de psikolojik olarak çok farklı faktörler var. Bunların içinde psikolojik olarak iyi olma halimizi yordayan bir kuram Öz-Belirleme Kuramıdır (Deci ve Ryan, 2000; akt. İlhan ve Özbay, 2010). Kurama göre, insanların üç temel psikolojik ihtiyacı var. Bunlar: yeterlik (competence), özerklik (autonomy) ve ilişkililik (relatedness) gereksinimi. Bu üç temel psikolojik ihtiyaç bakımından, temel psikolojik ihtiyaçları karşılama seviyesi yükseldikçe öznel iyi oluş seviyesi de yükselmektedir. Buna yönelik elde edilen bulgular da literatürdeki benzer çalışmaların sonuçlarıyla tutarlı
görülmektedir (Chirkov, Ryan, Kim ve Kaplan, 2003; Deci ve diğ., 2001; Sheldon ve Elliot, 1999; akt. İlhan ve Özbay, 2010). Başka bir çalışmada elde edilen en önemli sonuçlardan biri de, içsel amaçların öznel iyi oluşa pozitif olarak katkı sağladığı; dışsal amaçlarınsa, öznel iyi oluşun azalmasına sebep olduğu şeklindedir. Başka bir ifadeyle, kişinin çevresine, aileye veya topluma katkıda bulunma, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler isteme, fiziksel sağlığa önem gösterme, kişisel gelişim ve anlamlı bir hayatı amaçlama gibi içsel hedeflere yönelmesinin öznel iyi oluşunu yükselttiği; zengin olmak, ünlü olmak ve çekici olmak gibi dışsal hedeflere yönelmesininse öznel iyi oluşu azalttığı görülmüştür (Deci ve ark., 2001; akt. Kapıkıran, 2015). Psikolojik ihtiyaçlardan özerklik ihtiyacı bir davranışı başlatmak ve düzenlemekle alakalıdır ve bireylerin bir konuyla ilgili davranışlarını seçebilme ve hayatlarında uygulayabilmelerini sağlar (Faye ve Sharpe, 2008; akt. Kapıkıran, 2015). Psikolojik ihtiyaçlardan bir diğeri, yeterliktir. Yeterli olmak, kişinin kendi kapasitesini bilmesi ve açığa çıkarması, yeterli seviyede zorluk arama ve becerilerini geliştirmesini içermektedir (Jang ve ark., 2009; akt. Kapıkıran, 2015). Yeterlik ihtiyacını, kişilerin olaylar ve onların sonuçları üzerinde kontrol gücüne sahip olduklarını ve bununla beraber kişilerin çevreleri üzerinde etki oluşturma yeteneğine sahip olduklarını hissetme gereksinimidir. Sonuncu ihtiyaç olan ilişkililik, doyurucu ve sağlıklı sosyal çevrede yaşamak demektir. Başka bir tabirle, ilişkililik, bireylerin önem verdiği kişilerle anlamlı etkileşimler kurduklarını hissetme ihtiyacıdır (Acun, 2015; akt. Kapıkıran, 2015).
Öz Belirleme Kuramına (Self-Determination Theory) göre, insanların hayatlarında yollarını çizmelerini sağlayan ve ulaşmak için emek harcadıkları bütün hedeflerin mutluluk ve temel psikolojik ihtiyaçlar üzerinde aynı etkiye sahip olmadığı öne sürülmektedirler. Her iki amaç çeşidi de kişiyi farklı bir yaşam tarzına yönlendirmekte, kişinin mutluluğu/iyi oluşu üzerinde farklı sonuçlara sebep olmaktadır (İlhan ve Özbay, 2010).
olabilir ve bu haliyle anlaşılabilirdir. Kimi zaman özerklik ihtiyacı ağır basarken, kimi zaman ait olma isteğiyle beraber ilişkililik gereksinimi baskın gelebilir. Bazense başarmayı hedeflediğimiz durumlar gündemimizde olduğunda, yeterlik ihtiyacı kendini belli edebilir. Bunların zaman zaman biri veya ikisine sağladığımız kaynaklar diğerlerine sağlanmadığında hayatımızda dengesizlik durumu oluşabilir. Bu dengesizliğin uzun süreli devam etmesi ya da kalıcı hale gelmesi öznel iyi oluşun Kuramda bahsedilen üç temel ihtiyaçta, bu karşılanamamasına ya da birtakım psikolojik ihtiyaçların herhangi birinin ayrı ayrı sorunlara neden olabilir. karşılanmasının olduğu kadar, bunların Denge, hayatımızın her alanında olduğu arasındaki denge de ruhsal sağlığımız için gibi, psikolojik ihtiyaçlarımız bakımından çok önemlidir. Kişi kendini yaptığı işlerde da çok önemli bir faktördür. Zaman zaman yeterli hissedebildiğinde, giriştiği işlerde tahterevalli misali duygular ve ihtiyaçlar başarabileceğine güven duyduğunda; hayatı arasında gelgitler olması kabul edilebilir ve ve kararları üzerinde başkalarından bağımsız insancıl olmakla birlikte, bu dengenin uzun olarak karar alabilme gücüne sahip olduğuna vadede kalıcı olması bireyler için önemli bir inandığında ve anlamlı ilişkiler durumdur. Duygu ve ihtiyaçlarımızın kurabildiğinde ruhsal denge bütünlüğünü bulunduğu tahterevalli sallanabilir ama sağlayabilecektir. Bunlardan hiçbirinin kırılmamalıdır; bunun için sağladığımız mevcut olmadığı ya da bir veya ikisinin imkânlar ve harcadığımız emek de olmadığı durumlar ruhsal dengesizliğe sebep kendimize saygımızı ve hayat doyumumuzu olacak ve bireyin kalıcı iyilik halini arttıracaktır. etkileyecektir. Hepimiz zaman zaman bu üç gereksinim içinde çalkantılar yaşamış ve bunlar arasındaki dengeyi sağlamakta zorluk yaşamışızdır. Bu durum, hayatın içindeki çevresel ya da psikolojik etmenlerin doğal dönemsel sonucu olarak ortaya çıkmış
YAŞAM VE DENGE Aslı Gül KÜÇÜKAKYÜZ Denge sözcüğünü hep duymuşuzdur ancak üzerine düşünüp çeşitli anlamları üzerine kafa yoranımız azdır. Günlük hayatta “dengeli olmaktan” bahsederler. Söyledikleriyle yaptıkları birbirine uyan birine dengeli, duyguları dalgalı bir deniz gibi kayalara beyaz köpükler saçan birine ise dengesiz derler. Belki de denge, kek yaparken koyacağımız unun miktarını ayarlamak ya da yemeğe fazla tuz koymamaktır. Kim bilir denge belki de buz pateni yaparken buzun üzerinde düşünmeden kaymak ve özgürce süzülmek ya da ayağımızı yere basarken sağlam basmaya dikkat etmek ve art arda gelen adımlarımızı saymak da olabilir. Olur ya, ev masrafları veya faturalar ne kadar az tutarsa o kadar dengeli olduğumuzu düşünebiliriz. Kimilerimizce ilişkilerimizde hep aynı gidişatları yaşarken, ne istediğimizi düşünürken hiç değiştirmeden saydığımız kriterlerimizi aklımızdan geçirirken, her gün siyah giyip aynı parfümü sıkarken, her gün aynı kahveyi aynı ölçüde ve aynı saatte içerken bile dengeli olmuş olabiliriz. Aslında ne kadar çok düşünürsek o kadar çok şey türetebiliriz bu ucu bucağı olmayan başlık üzerine. Ben ise bugün psikolojinin en temel yapı taşlarından biri olan “homeostasis” namıdiğer “denge” kavramından söz edeceğim. Bedenimizi ve psikolojimizi etkileyen kısaca bizi var eden oluşumların içinde yer olan ve bu değişken hayat koşulları içinde bizi biraz daha dengede tutmayı misyon edinen bu kavramı daha yakından tanımaya davet ediyorum sizi! Biyolojik olarak homeostasis, organizmanın vücudunda gerçekleşen her türlü değişikliğe belirli sınırlarda uyum sağlaması ancak kendi iç sisteminin dengesini korumaya çalışması halidir. Temel olarak, insan bedeninde hücreler sıvı ortam içinde yer alır ve sıvı yoğunluğu ile Ph seviyesi, dengede kalmalıdır. Örneğin nefes alıp verirken oluşan karbondioksit gazının vücut içinde kalmadan dışarı atılması ya da beslenmeyle beraber alınan fazla glikozun kandaki şeker dengesini bozması ve kan şekerinin yükselmesi sonucu homeostasisin sağlanması için pankreasın insülin hormonu salgılaması bize iç dengemizin devrede olduğunu gösterir. Tersi şekilde, eğer kan şekeri seviyesi aşırı miktarda düşmüşse bu sefer de glukagon hormonu ile şeker seviyesi normale çıkartılır (Özdemir, 2008). Bilindiği üzere ateşi yükselen bir birey, sıcak ve kuru bir deriye sahiptir ve vücudun ateş durumuna karşılık veren negatif geri bildirim sistemi devreden çıkmış durumdadır. Artan vücut sıcaklığı vücut kimyasını değiştirecek ve değişen vücut kimyası ateşi artıracak ve bu da vücut kimyasını değiştirecek ve bu durum da ateşi daha çok artıracak ve bu süreç şekilde devam edecektir. Pozitif geribildirim denilen bu tehlikeli süreç, eğer iyileşme sağlanmazsa “kaçma” davranışını meydana getirecek ve ölüm beklenecektir. Homeostatik devinimin otomatik ve kaçınılmaz olduğunu göz önünde bulundurmak önemlidir. Bu sayede sistem fonksiyonelliğini koruyacaktır. Homeostatik denge sağlanırken birden çok sistem birlikte hareket eder. Örneğin kızarmak, ısınmak için bir diğer otomatik tepkidir. Cildin kızarmasının sebebi küçük kan damarlarının genişlemesi ve böylece üşüyen bölgeye daha çok kanın hücum etmesidir. Yüksek ateşli hastalıklarda görülen titreme ise soğuma amaçlı gerçekleştirilir. Böylece istemsiz hareketler ile dokular yakılır ve vücut için daha fazla sıcaklık sağlanmış olur (Rodolfo, 2000).
Psikolojik olarak ise, psikoloji ile biyolojiyi keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak oldukça zordur. Çok genel bir tabirle düşündüğümüzü yaşar, yaşadığımızı hissederiz ve bu sirkülasyon psikoloji ve biyolojiyi temsil eder. Buna rağmen psikolojik bir rahatsızlık olan, “İnsomni” yani ya da “uyku yoksunluğu” çoğunlukla stres verici olaylardan kaynaklanır diyebiliriz. Uyku ilaçları uzun süre kullanıldıktan sonra etkisini yitirmeye başlar ve genelde zıt etkiler meydana getirir. İnsomni için en sık kullanılan Halcion adlı ilaç kişilerde şiddet, varsanılar, bellek yitimi ve anksiyeteye sebep olur (Morris, 2002). Stres, içten ya da dıştan etkisi olan birtakım etmenler nedeniyle kontrol dışı davranışlar ve psikolojik sorunların fizyolojik etkileri olarak tanımlanır. (Tuncer, 2014). Organizmanın sahip olduğu sistem, kendi iç ve dış değişkenlerinin dengede olmasını bekler ancak herhangi bir dengesizlik, sistemi aynı dengeyi bulma çabasına iter ve bu sağlanamadığında sistem tehlike içinde olduğunu varsayar. Psikolojik dengeden bahsedildiğinde, duygusal ve davranışsal oluşumların birbiriyle ahenkli olması düşünülür ve buna “bilişsel denge” denilir. İnsan beyni dış çevreden gelen ve diğer insanların hareketlerinden edindiği yansımalar sonucu uyaranları algılar ve yorum olarak kodlar. Kişiler, varoluşsal bir tehdit yaşadığında stres faktörü devreye girer ve gerilim, korku ya da kaygı olarak vücudu etkiler. Kalp atışında hızlanma, ellerin terlemesi, baş dönmesi, nefes alırken zorlanma hissi stresin bedene yansımalarıdır. Böylece parasempatik sistem deveye girer ve vücut daha fazla enerji kaybetmemek için diğer biyolojik süreçlere müdahale ederek sorunu çözmeye çalışır. Kalp krizi illüzyonuna inanan sistem, daha farklı bir strese sürüklenir. En yaygın olarak: Boşanma, işsizlik, sevilen kişilerin ani kaybı ile yas tutma, doğal afetler ve insan yollu felaketler, toplumsal cinsiyet kalıpları sevgi eksikliği gibi faktörler aşırı stres kaynaklarındandır. Yukarıdaki örneğe tekrar dönecek olursak, bazı durumlarda bireyler uyumamakla ilgili o kadar stres yaşarlar ki diş fırçalamak gibi gece rutinlerini gevşeme yerine stres unsuru olarak görürler. Yatak odası ısısının değişmesi, yeterli sessizliğin sağlanamaması, bazı yiyecek ve içecek alışkanlıkları, kendilerine endişe veren konular üzerine düşünmek de kişilerin bu denge arayışını baltalayan sonuçlardır (Morris, 2002). Zekayı ve yapısını inceleyen Piaget ise, zekanın bir çeşit denge unsuru olduğundan söz etmiştir. Zihni yapı ile çevre arasında zaman geçtikçe bir denge olduğundan söz etmiş ve bu kavramı direkt olarak fizikten almıştır. “Uyum” ve “düzenleme” adını verdiği iki yapıdan söz eden Piaget, bu iki kavramın birbirinden bağımsız düşünülemeyeceğini ve insanın davranışlarını düzenlerken yeni olguları daha önce kendinde var olan yapılar aracılığıyla özümseyerek bu yapıları yeni durumlara adapte ettiğini söylemiştir. Yeni yapılar sayesinde bireylerin çevrelerindeki dünya ile etkileşim kurduğunu da sözlerine ekleyen Piaget, bir bebeğin ya da bir yetişkinin de çevresine uyum sağlamak için kendini düzenleyip çevresine uyumlu olacağını da eklemiştir. Son olarak, insanların yeni bir olayı eski deneyimlerine dayandırarak algıladığını ancak yeni duruma yanıt verilemiyorsa yeni kalıplar geliştirerek davranışlarını bu yöntemle düzenlediklerini söylemiştir (Günçe, 1971 ). Spor psikolojisinin ilgili olduğu spor camiasında ise denge her şeydir. İçsel faktör olarak kısmen genetik olarak aktarılan, dışarıdan etkilenmesi oldukça güç cinsiyet, anatomi, zeka, otonom sinir sistemi, nöromüsküler ileti hızı, kardiyovasküler yapı, psikolojik denge, alerji, enerji kullanımını sayarken dışsal faktör olarak iklim, sıcaklık, malzeme, seyirciler, arkadaşlık, takım ruhu, aile ve ekonomik koşullardan bahsetmemiz mümkündür. Yapılan çalışmalarda yaş ile birlikte performansın düştüğü saptanmıştır.
Örnek olarak, kırklı yaşlardan sonra geri dönüşümsüz koroner ve kardiyovasküler değişiklikler ya da futbolcuların yaşla birlikte hem kuvvet hem dayanıklılık açısından diz yapılarındaki değişiklikler performanslarını zorlamaktadır. Bir iç faktör olarak cinsiyet de kas kitlesine, oksijen tüketimine, hormonal düzene ya da dış faktör olarak branş ve mevki seçimine ve performans açısından sporcular arasında farklılıklar da mevcuttur. Değişik spor kulvarlarında yarışan sporcular, birbirinden çok farklı kas ve yağ kitlesine, yağ yüzdesine ve hatta vücut ağırlığı ve boy oranlarına sahiptirler. Genetik olarak antrenmanlara, sürate ve atletik performansa dayanıklılık da yadsınamaz öneme sahiptir. Otonom sinir sistemi, sporcuların antrenman tablosundaki sıklığı ve şiddeti ayarlarken göz önünde bulundurulur. Bu oranlar arasındaki denge her spor dalı için önemli ve biriciktir. Nasıl ki bir basketbolcu bir halterci ile aynı düşünülemezse bir tırmanışçı da buz pateni yapan bir sporcu ile kıyaslanamaz dengeler içerisinde yer alır. Dış faktörlerde yer alan iklim ve çevre şartları açısından, açık havada gerçekleştirilen yarışlar ile yapay ultraviyole ışıkları altında yapılan yarışlar birbirinden farklıdır. Burada ışığın niteliği bunun yanında nem, sıcaklık ve basınç açısından dengesiz bir iklim adaptasyon açısından önemlidir. Kişilik olarak daha mazoşist yatkınlıklar sergilen sporcular maraton, bisiklet gibi sporlara uygundur. Sporcularda artmış anksiyete yerine hedefe odaklanma ve başarıya yönelim beklenir. Ekonomik yeterlilik ile özel olarak yürütülen teknik ve taktik çalışmaları, iyi ve dengeli uyku, dengeli ve sağlıklı beslenme, doğru vücut bakımı ve analizi, dengeli sosyal etkileşimler, iyi ev ortamı, dengeli cinsel yaşam, fiziksel denge ve ruhsal motivasyon sporcuların başarı kapasiteleri için önemli olduğu düşünülmektedir (Bayraktar ve Kurtoğlu, 2009). Bu yazımda dengeden bahsederken homeostasis odaklı bir yazı yazmak istedim. Bu yazı yolculuğuna çıkarken çok boyutlu ve psikolojinin içinde sıkışıp kalmayan bir yazı yazmayı amaçladım. Psikoloji, sınırsız enlem ve boylamlara sahiptir. Dünyanın neresine gidersek gidelim aynı ya da benzer konulara rastlarız fakat bambaşka içerikler ve anlamlar buluruz. Homeostasis kavramı da böyledir. Hangi konu için düşünürsek düşünelim o konuda bir denge ve ölçüm unsurunun hakim olduğunu görürüz. Doğada her şey belli bir miktar ve birleşim altında oluşur. Elementler ve bileşikler, atomlar, hücreler, dokular, organlar ve sistemler belirli bir düzen yani denge içerisinde varlığını sürdürür. Bu sınır ve denge anlayışı hayatı düzenler ve yaşamın nasıl oluştuğuna dair bizlere bilgiler sunar. Şu an sonuç yazımda da gördüğümüz gibi denge, sınırsız bir başlık altında ve her başlıkta sınırlı bir miktarla karşımıza çıkar, bunu kendi hayatınızda da fark etmenizi isterim. Yaşamınızda huzur ve mutluluğun hüzün ve acı ile denge kurmasını ve her şeyi yeterince yaşayıp hissetmenizi temenni ederim sevgili okur. Bir sonraki ay, yeni bir konu ve yeni bir yazı ile görüşmek dileğiyle, kendinize ve sevdiklerinize iyi bakın!
Yaşadığımız Kadar Ölüyoruz.
Merve PALTACI
Yaşamak. Nefes almakla başlayıp nefesin ötesine taşınmazsa çok da bir anlamı olmayan ama tek nefesle de son bulacak olan o salıncağın bir salınım arası. Yaşamak nedir diye sormalı mıyım? ya da nasıldır? Ardı ardına eklenen adımlarımızın, birbirine ulanan anlık duraksamalarımızın film şeridi gibi akışı mıdır yaşamak? Yoksa yaşam denen bir nehir var da biz mi ayağımıza takılanlara, elimizin tuttuğuna sahibiz sanıyoruz? Özdemir Asaf güzel demiş hani “yaşam” derken: Sanırım görmediniz; Şimdi şuradan geçti. Yazık görmediyseniz, Böcek gibi güzeldi. Güzeldi güzeldi elbet ya suyun bile şişelendiği şehirlerde elimiz kolumuz sarılmaya bile yer bırakmayacak kadar dolu oradan oraya koştururken sadece vitrinlere bakmak için durduğumuz, yüzümüze bırakın tebessüm sıcaklığını güneşin dahi değmesine tahammül edemediğimiz, onlarca ses arasından her şeye sağır olduğumuz günler bir böcek kadar güzel olabilir mi sizce?
Her gün mankenleri giydirip son moda kreasyonlara ve uygun dekorlara göre süslediğimiz vitrinler kadar kendi içimizin camlarını da doldurup temiz tutuyor muyuz? Uygun filtresiz, efektsiz bakamaz olduk dünyanın yüzüne. Doğru açıdan bakma kaygımız fazla öznel ve çaba gerektirir olduğu için üzerinde durmaya gerek yok nasılsa(!). Vicdanları ne kadar yaldızlayıp parlatırsak o kadar iyi. Boyama parlatmayı iş edinmiş bir boyacı çocuğun gözlerindeki parıltıyla yarışacak kadar olsa yeter mesela. Hem veren el alan elden üstündür bol bol poz verin öncelikle. Malum komşunun tabağı da boş gönderilmez neyse ki içine samimiyet koymaya gerek yok çünkü artık komşudan tabak filan gelmiyor. Kimsenin kimseye nezaket göstermesine gerek yok hem kaçıncı yüzyıldayız canım kimse kimseye karışamaz, hoş kimse kimsenin umrunda da değil zaten. Mutfaklardan taşan kalabalık kaşık şakırtıları alt komşuyu rahatsız etmiyor zira uzun bir süredir yalnızlaştı öğünlerimiz. Öyle anneler gibi gidip de misafirlik vitrin takımı almaktan da kurtulduk çünkü misafirlerden kurtulduk bir kere. Ne gerek var yüke, kalabalığa! Kimsede bir başkasının hayatının film şeridinde el sallama kaygısı yok, her hafta vizyona sayısız film giriyor nasılsa hem de Hollywood imzalı. Kaygılarımız hep ‘ya istediğim şey olmazsa’ üzerine, olmaya ve oldurmaya dair umutlarımızı yeşertmek için fazla bulutlu haletiruhiyemiz.
Dünyada 6 milyardan fazla insan “yaşıyor”muş. Matematik sağolsun ne kadar çok insan yaşıyor sayıyoruz peki “ne kadar yaşıyorlar?” “Her canlı doğar büyür ve ölür” ilkeleri fen bilgisi dersinde işlendi belleklerimize. Her gün karşılaştık belki orda, burda, televizyonda, gazete köşesinde ölümün onca çeşidiyle. Ölümün kıyısından dönenlerden “hayatının film şeridi gibi gözünün önünde geçtiğini” dinledik kılımız bile kıpırdamadan. Peki ya o şeritlere kaç kare “yaşamak” sığdırılmıştı? Cemal Süreya yaşama böcek diyecek kadar güzelleyebiliyor. Bir böcek kadar güzelleştiremediğimiz yaşamlarımızı fark edebilmemiz için illa günün birinde Gregor Samsa gibi böcek olarak mı uyanmalıyız?
Hayat bir böcek ya da benim deyimimle bir salıncak salınımı ve iki gel-git arasında ilk ve son nefesin azat edildiği doğum ve ölüm anları asılı duruyor. Yaşam dengeli bir salıncak gibi hızlanan ve yavaşlayan bir ritim belki. Salınırken rüzgârı hissettiğimiz, ipi kavradığımız, havayı ciğerlerimize çektiğimiz, ayaklarımızı salladığımız ve farklı açılardan bakma fırsatı bulduğumuz bir süreç. Ve bu detayları ne kadar iyi hissedersek çocuklar gibi şen olduğumuz bir oyun. Unutmayın salınırken hissettiğimiz kadar yaşıyoruz ve yaşadığımız kadar ölüyoruz.
BEYNİMİZİN İLGİNÇ OYUNU: SİNESTEZİ Zeynep Adıgüzel
Sinestezi, bir duyu modalitesindeki uyarılmanın bir diğer uyarılmamış modalitede beklenmedik bir deneyime sebep olduğu, nispeten nadir görülen, nöropsikolojik bir durumdur İsmi de Yunanca’dan gelmektedir (syn = birlikte + aisthesis = algılama). Bir diğer deyişle, his ve duyguların irade dışı bir şekilde bir diğerinin yoluna çıkmasıyla kişiye beklenmedik bir fiziksel deneyim yaşatır (Cytowic, 1997). Sinestezi ilk kez neredeyse 100 yıl önce araştırılmaya başlanmış ancak uzun zaman boyunca ilgi ve merak uyandıran bir konu olmaktan öteye gidememiş. Son zamanlarda, yeni nesil psikolog ve sinirbilimci araştırmacılar bu geleneği tersine çevirmiş ve fenomenolojik, davranışsal ve beyin görüntüleme yöntemlerinin birleştirilmesiyle yürütülen güncel araştırmalar sonucunda sinestezinin bilişsel ve sinirsel temelleri tanımlanmaya başlandı (aktaran Hubbard ve Ramachandran, 2005). Genellikle bu ek deneyimler müzik dinlerken renkleri görme ya da yemek yerken sadece dokunma duyusuyla algılanabilen şekilleri hissetme gibi farklı modaliteler arasında görülüyor (Baron-Cohen ve Harrison, 1997). Yaygın ve yoğun bir şekilde araştırılan sinestezi biçimlerinden birisi de grafem-renk türü sinestezidir (Day, 2005). Bu türde, harf veya rakamları algılamada renkler de işin içine girer. Örneğin, bir sinestet (sinesteziyi deneyimleyen kişi) olan JAC, E harfine bakınca kırmızı renkte görüyor ya da E harfi kırmızı bir katmanla kaplanıyordu. O harfine bakmak ise mavi renginin algılanmasını beraberinde getiriyordu. Renkli harfler görmek yerine, belli bir harfin belli bir renkte olduğunu bir şekilde “bildiklerini” aktaran sinestetler de varken, bazıları için de harflerin ait olduğu renkler sadece “zihinlerinin gözünde” deneyimleniyordu (Dixon vd., 2004). Daha farklı sinestezi formları da mevcut. Örneğin, kelimeler tat alma duyusunu ve görme de dokunma duyusunu tetikleyebilir. Tat alma duyusu farklı şekilleri algılamak olarak kendini gösterebilir. Rakamlar mekânsal/uzaysal bir organizasyonda deneyimleniyor olabilir. Sinestezinin birçok formu olduğu gibi, bu formların birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu henüz tam olarak bilinmemektedir (Barnett vd., 2008). Daha önceki araştırmalar, sinestezinin güçlü bir genetik temeli olduğunu göstermiş ve büyük ihtimalle X kromozomu ile ilişkili dominant kalıtım özellikleri sebebiyle kadınlarda, erkeklere oranla, daha fazla görüldüğünü öne sürmüştü. Ancak, spesifik bir kromozom üzerindeki spesifik pozisyonu (lokus) henüz tam olarak bulunamamış olsa da moleküler genetik alanındaki çalışmalar sinestezinin yalnızca X kromozomuna bağlı bir özellik olmayabileceğini gösterdi. Geniş çaplı rastgele (gelişigüzel) örnekleme çalışmaları yapıldığında cinsiyete dair bir eğilim bulunamamış olması, daha önceki çalışmaların örneklemlerinde erkek sinestetlerin daha az rapor edilmiş olabileceğini düşündürüyor. Yine de, son zamanlarda yapılan çalışmalar, sinestezinin altında yatan genetik mekanizmaların sadece X kromozomuna bağlı bir kalıtımdan daha karmaşık olabileceğini gösteriyor (Hubbard ve Ramachandran, 2005). Sinestezinin tahmini görülme oranına dair 20’de 1 (Galton, 1883) ve 25000’de 1 (Cytowic, 1989) arasında değişen farklı bulgular mevcut. Yüksek görülme oranları sinestezinin kendi halinde bilişsel bir farklılık olmadığını, aksine, insan zihninin nöral yapısına dair yeni bilgiler sağlayabilecek oldukça yaygın bir fenomen olduğunu gösteriyor (Hubbard ve Ramachandran, 2005).
Sinesteziye dair bilişsel çalışmalar sinestet ve sinestet olmayanları birbirinden ayırmada tutarlılık sağlasa da sinestezinin bilişsel, algısal ve sinirsel temellerini incelemede oldukça yüzeysel kalıyor. Tutarlılık çalışmaları sinestet olan ve olmayan kişiler arasında bir fark olduğunu söyler. Ancak bu farkın tam olarak ne olduğunu söylemez. Son yıllarda bu soruları araştıran daha kapsamlı davranışsal çalışmaların sayısında bir artış olduğu gözleniyor (Hubbard &Ramachandran, 2005). Örneğin, Dixon vd. (2000) tarafından yapılan bir çalışma, Stroop test düzeneğinde sinestezinin otomatik ve belki de zorunlu olduğunu gösterdi. Standart Stroop testte, renkleri ifade eden kelimeler renkli mürekkep ile yazılı bir şekilde sunulur. Örneğin, KIRMIZI kelimesi kırmızı ya da yeşil renkte sunulur (uyumlu ve uyumsuz, sırasıyla). Genellikle uyumsuz koşula verilen cevapların uyumlu koşula verilen cevaplardan çok daha yavaş olduğu görülür. Çünkü insanlara verilen görev kelimeleri okumakla alakalı değil ve cevaplarda görülen bu müdahale etkisi okuma sürecinin otomatik işlediğini gösteriyor. Benzer bir şekilde, grafemler de sinestetlere uyumlu ve uyumsuz renklerde sunulduğunda ilginç sonuçlar elde edilmiş. Örneğin, 7 sayısını sarı olarak gören bir sinestet için, sarı renginde sunulan 7 uyumlu ve herhangi başka bir renkte sunulan 7 sayısı uyumsuz koşulu teşkil ediyor. Ve sinestetlerin uyumsuz koşulda, uyumlu koşula oranla, çok daha yavaş cevap verdikleri istikrarlı bir şekilde bulunmuş. Bu durum sinestezinin keyfi olmayan ve otomatik bir süreç olduğunu gösteriyor (aktaran Hubbard ve Ramachandran, 2005). Bu gelişmeleri takip eden çalışmalarda da uyarıcıyı sadece düşünmenin ya da hayal etmenin bile sinestezik Stroop etkisini yarattığı gösterilmiştir (Dixon et al., 2000). Ancak sinestezik renklerin baskılanmasının ne derecede mümkün olduğu hala ucu açık bir soru olarak kalmaktadır (aktaran Hubbard ve Ramachandran, 2005). Stroop test sinestezinin otomatik bir süreç oluşunu gösterse de sinesteziye dair kavramsal ya da algısal süreçleri birbirinden ayırt edemiyor. Bu amaçla, birçok farklı çalışma sinestezik renklerin algısal mı kavramsal mı oldukları sorusu üzerine odaklanmıştır. Yapılan birçok algısal deneylerde, sinestezik renklerin performansı arttırabileceği ya da azaltabileceği bekleniyordu. Son zamanlarda yapılan deney paradigmlarında artış olsa da en yaygın kullanılan method arama ile alakalı paradigmalar (aktaran Hubbard ve Ramachandran, 2005). Sinestezi araştırmalarında en yaygın olan strateji, görsel arama testi kullanma. Smilek ve arkadaşları, yaptıkları araştırmada (2001), sinestezik renklerin arka plan ile uyumlu olduğunda, uyumlu olmadığı duruma oranla, rakamları tanımanın ve yerini belirlemenin daha zor olduğunu kanıtlamışlardır. Örneğin, mavi bir 4 rakamı, kırmızı bir arka plan önünde gösterilince daha hızlı algılanıyor (Şekil 1). Bu sonuçlar renklerin grafemleri tanımada araya girebilmesi için, sinestezik süreçlerin algısal süreçlerin erken aşamalarında gerçekleşmesi gerektiğini öneriyor (Smilek vd., 2001).
Şekil 1 Kaynak: (Hubbard &Ramachandran, 2005)
Akabinde, Palmeri vd. (2002) geleneksel görsel arama testlerinde grafemlerin fark edilmesinin sinestezik renkler tarafından hızlandırıldığını göstermişlerdir. Reaksiyon zamanlarının çeldiricilerin sayısıyla ölçüldüğü bu araştırmada, hedef rakamlar ile çeldiriciler farklı renklerde olduklarında, sinestetler çok daha etkili ve hızlı bir şekilde görsel aramayı gerçekleştiriyorlar (Şekil 3). Oysa hedef ile çeldirici rakamlar benzer renklerde olduklarında ise görsel aramada daha kötü bir performans sergiliyorlar. Kontrol grubunda ise böyle bir fark bulunmuyor. Ancak 14 sinestet ve onlarla eşleştirilen kontrol grubunu görsel arama testinde karşılaştıran bir diğer çalışmada yukarıdaki gibi farklılıklar gözlenmemiştir (aktaran Hubbard ve Ramachandran, 2005). Bu sonuçlara bakınca, daha önceki araştırmalar tarafından bulunan güçlü bir algısal göze çarpma etkisinin tüm sinestetler için geçerli olmayabileceği ihtimal ortaya çıkıyor (Hubbard ve Ramachandran, 2005). Bunlara ek olarak, dikkat ile sinestezi arasındaki ilişkinin sandığımızdan çok daha karmaşık olduğu fikri de dikkat çeken bir tartışma konusu (Laeng vd., 2004)
Şekil 2 Kaynak: (Hubbard ve Ramachandran, 2005) Sinestezi deneyiminin gerçekliğini gözler önüne seren bunlar ve benzeri çalışmaları göz önüne alınca, doğal olarak sinestezinin nöral temelleri merak konusu oluyor. Sinestezinin nöral altyapısını inceleyen ve bir şekilde birbirine benzer olabilen bu tartışmalar sinesteziye dair farklı bakış açıları sağlamaktalar. Bu yaklaşımlar genellikle nörofizyolojik çerçevede ve sinestezik deneyimin, sinaptik budamada gerçekleşen bir hatadan dolayı beyindeki duyu yolları arasında artan aktiviteden mı yoksa bir çeşit disinhibisyondan ötürü mü gerçekleştiği sorusuna odaklanır (Hubbard &Ramachandran, 2005). Bir diğer ihtimal de, herkese ve her şeye uydurulmaya çalışılan bir yaklaşımın, sinestezi deneyimindeki değişkenliği yansıtmakta başarılı olamaması. Farklı nöral teorilerin genellikle sinestezinin farklı tiplerine odaklandığını görmek mümkün. Grafem, fonem, müzik ve renklerin beynin farklı bölgeleri tarafından işlendiği göz önüne alınırsa, farklı sinestezi tiplerinin birbirinden farklı nöral temelleri olması oldukça olası. Ancak, aynı ailedeki sinestetlerin birbirlerinden farklı sinestezi tiplerine sahip olması da bu formlar arasında ortak olarak paylaşılan nörofizyolojik mekanizmalar olabileceğini önerir nitelikte (Hubbard &Ramachandran, 2005). Sinestezi araştırmaları son yıllarda popülerlik ve artış kazanmış olsa da sinesteziye dair bir çok soru henüz cevaplanabilmiş değil. Var olan çalışmaların çoğunluğu grafem-renk ve ton-renk türü sinestezi üzerine odaklanmış durumda ve daha birçok sinestezi türü incelenmeyi ve keşfedilmeyi bekliyor (Hubbard &Ramachandran, 2005).
Çizim Köşesi – Esra Özen
Toçev Hakkında Okumak isteyen ancak ailesinin maddi yetersizliği nedeniyle okuyamayan ya da çalışmak zorunda kalan çocuklarımıza tüm eğitim hayatları boyunca maddi ve manevi destek veriyoruz. “Okumak her çocuğun hakkıdır” diyerek çıktığımız yolda her çocuğu birey olarak kabul edip, onların kültürlü, bilgili, uyumlu, üretken olmaları ve toplumsal hayata kazandırılmaları için hiç durmadan çalışıyoruz. Her adımımızda ve her projemizde barışçı, birleştirici, eğitici, şeffaf ve sevgi dolu olmayı kendimize görev edindik ve bu misyonumuzla da herkese örnek olmayı hedefliyoruz. 23 yıldır siyasetlerüstü duruşumuzla, her tür etnik ve ideolojik tanımlamanın üstünde ve dışında olmamızla gurur duyuyoruz. İnandığımız yolda ilerlerken, onlara dokunduğumuzda geleceklerinin değişeceğini düşündüğümüz nice çocukla karşılaşıyoruz. Bir sivil toplum kuruluşunda çalışıyor olmanın sorumluluğu yanı sıra bize dokunan her çocukla insan olmanın hazzını ve mutluluğunu yaşıyoruz. Onların gözlerindeki ışıltıdan, dudaklarındaki küçük bir tebessümden ve sizin gibi çocuklarımızı okutmak isteyen destekçilerimizden aldığımız güçle aydınlık bir Türkiye için hep beraber yürüyoruz. KISACA TARİHÇEMİZ
çocuklarımız ile başlayan serüvenimizde Türkiye’ye açılımımız, 1998 yılında gerçekleştirdiğimiz Tunceli seyahatiyle başladı. GAP Bölgesine giderek o bölge ihtiyaçları için projeler geliştirdik ve kampanyalar düzenledik. 2000 yılına kadar asal görevimiz olan, okumak isteyen çocuklarımıza eğitim hayatları süresince destek vermek amacıyla ülkenin her köşesine ulaştık. Bu seyahatlerimizle farklı sorunlarla tanıştık, tartışmaya açtık ve çözümler üretmeye çalıştık. “Yaşasın Okulumuz”dan aldığımız güçle, 20 üzerinde kurumsal sosyal sorumluluk projesine imza attık. 1994 yılında 5 çocukla başlayan yolculuğumuz, ülkemiz ve çocuklarımız için hayata geçirdiğimiz projelerle 23 yıl sonunda, 5 milyonu aşkın çocuk ile devam etmektedir.
HEDEFLERİMİZ Okumak her çocuğun hakkıdır’ ilkemiz doğrultusunda okuttuğumuz çocuk sayısını arttırmak, Destek olduğumuz çocukların ihtiyaçlarını kaliteden ödün vermeden karşılamak, çocuklarımızın eğitim ve gelişim seviyelerini arttırmak, Eğitim ile ilgili tespit ettiğimiz sorunlara çözüm getirecek projeler üretmek, TOÇEV, 1994 yılında Vakıf Başkanımız Ebru Kurumsal firmaların, halkın ve basının desteği Uygun ve 5 arkadaşının, 5 çocuğun eğitim ile projelerimizi Türkiye geneline yaymak, daha hayatını değiştirmek için yola çıkış hikayesi ile fazla çocuğa ulaşmak, kuruluyor. İstanbul’da eğitimlerine destek olduğumuz
Toplumsal katılımın en etkili yolu gönüllülük olduğundan gönüllülerin organizasyon merkezi olmak, Diğer sivil toplum kuruluşlarıyla daha güçlü işbirlikleri kurmak ve ortak projelerde etkin olmak, Sivil toplum kuruluşlarını bir sektör tanımı içinde konumlandırmak ve bunu sürdürmek, TOÇEV’i uluslararası düzeyde daha etkin ve görünür kılmaktır. MİSYONUMUZ - VİZYONUMUZ Atatürk ilke ve inkılâplarını benimsemektedir. Çocuk hakları sözleşmesinin ana ilkesi olan “çocuğun yüksek yararı”nı tüm faaliyetlerinde temel alarak, çocuklarımızın geleceği için çalışmaktadır. Çocuğa saygıyı her çalışmasında ön planda tutmaktadır. Ülkemizdeki tüm çocukların eğitim düzeyini ve kalitesini yükseltmeyi hedeflemektedir. Çocuk ihtiyacının karşılığı olmayı ve paylaşmayı önemsemektedir. Yapıcı, pozitif, şeffaf ve tutarlı bir anlayışla çocuklara dokunabilmeyi ve çözümler üretmeyi kurumsal duruşu olarak benimsemektedir. Siyasetlerüstü duruşuyla, her tür etnik ve ideolojik tanımlanmanın dışında ve üstündedir. Paylaşmanın hayatımıza ve çevremize katacağı değeri unutmamaktır. Toplumdaki yapıcı değişimleri gerçekleştiren en önemli sektörün STK'lar olduğunu bilmektedir. TOÇEV, Türkiye için STK’ların gelişip güçlenmesi gereken bir ihtiyaç olduğunu ve bu ihtiyaca rehberlik etme sorumluluğunu unutmamaktır.
Tüm STK’larla, yerel yönetimlerle, kurumlarla ve halkla, dengeli ilişkiler kurarak, diğer STK’lara örnek olmayı hedeflemektedir. TOÇEV, DOĞRU DOKUNMAYI PAYLAŞMAYI BİLMEK DEMEKTİR.
VE
Nasıl Destekçimiz Olursunuz? Bireysel Ailemiz Aylık düzenli bağışlarınızla çocuklarımızın ailesi olabilir, eğitimlerine devam etmelerini sağlayabilirsiniz. Büyük Ailem: Ayda 60 TL ödeyerek bir çocuğumuzun üç ailesinden biri olabilirsiniz. İkiz Ailem: Ayda 90 TL ödeyerek bir çocuğumuzun iki ailesinden biri olabilirsiniz. Benim Ailem: Ayda 180 TL ödeyerek bir çocuğumuzun tüm masraflarını karşılayabilirsiniz. Genç Ailem: Ayda 165 TL ödeyerek bir üniversite öğrencimizin tüm masraflarını karşılayabilirsiniz. Yardımseverlik Koşusu Katıldığımız maratonlara bireysel koşucu olarak vakfımız yararına yardımseverlik koşusu konseptiyle katılabilirsiniz. Böylelikle bir yandan vakfımızın daha geniş kitleler tarafından yakından tanınmasını sağlarken bir yandan da çocuklarımız için bağış toplayabilirsiniz.
Eğitim Havuzu Web sitemizin www.tocev.org.tr/online-bagis sayfasından online olarak ya da hesap numaralarımıza havale/EFT yoluyla bağış yapabilirsiniz. Kurban, fitre ve zekatlarınızı bağışlayabilirsiniz. Bu yollarla, TOÇEV çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamamıza destek olabilirsiniz. Özel Gün Seçenekleri Doğum günü, evlilik yıldönümü, nikah ve doğum gibi mutlu günlerde ya da hastalık, vefat gibi acı günlerde çiçek, çelenk göndermek yerine sevdikleriniz adına hazırlayacağımız sertifikalarımızdan alabilirsiniz. tocevdukkan.sopsy.com, ve bazı online alışveriş internet sitelerinden diğer ürünlerimize de ulaşabilirsiniz. Gönüllü Desteği Gönüllü desteği olarak, çocuklarımız için planladığımız faaliyetlerde abla-ağabey desteği sağlayabilirsiniz. Faaliyetlerin belirlenmesinde ve organize edilmesinde destek olabilirsiniz. İlginiz ve eğitiminiz olan konularda çocuklarımıza ders verebilirsiniz. Mesleki birikiminizden çocuklarımızın yararlanmasını sağlayabilirsiniz (doktorsanız çocuklarımızı tedavi edebilirsiniz) Ofis çalışmalarımızda destek olabilirsiniz Depo çalışmalarımıza destek olabilirsiniz. Uygulanabilir alternatif projelerinizi paylaşabilirsiniz. Bağlantıda olduğunuz firmalarla işbirliği yapmamızı sağlayabilirsiniz. Tanıtım Desteği İnsertlerimizin, dergi ve gazetelerde yer almasını
sağlayabilirsiniz, Facebook ve twitter sayfalarımızdan bizi takip edebilir, listenizdeki arkadaşlarınıza tavsiye edebilirsiniz. Böylelikle daha fazla kişiye ulaşmamızı sağlayabilirsiniz. Ürün İşbirliği Tasarımını gerçekleştirdiğiniz ürünlerin satışından elde edilen gelirin tamamını veya bir bölümünü bağışlayabilirsiniz. KURUMSAL Manevi Firma Çalışanınız bir çocuğu kendi imkanları ile okuturken bir başka çocuğu da çalışanınız adına kurum olarak okutabilirsiniz. Böylece çalışanlarınız ile kurumunuz arasındaki sinerjiyi kuvvetlendirebilirsiniz.
Yardımseverlik Koşusu Katıldığımız maratonlara kurum takımınızla vakfımız yararına yardımseverlik koşusu konseptiyle katılabilirsiniz. Böylelikle bir yandan vakfımızın daha geniş kitleler tarafından yakından tanınmasını sağlarken bir yandan da çocuklarımız için bağış toplayabilirsiniz. Eğitim Havuzu Web sitemizin www.tocev.org.tr/online-bagis sayfasından online olarak ya da hesap numaralarımıza havale/EFT yoluyla bağış yapabilirsiniz. Bu yollarla, TOÇEV çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamamıza destek olabilirsiniz.
Sürmekte olan projelerimize destek olabilirsiniz. Kurumunuzda, eğitimine destek verdiğimiz çocuklara staj imkanı sağlayabilirsiniz.
Bize Ulaşın Adres Mecidiye Mah. Çevirmeci Sok. No:13 Ortaköy, Beşiktaş-İstanbul / Türkiye Telefon 0212 282 89 16 Özel Gün Seçenekleri Fax Çalışanlarınızın veya müşterilerinizin; doğum 0212 324 97 20 günü, evlilik yıldönümü, nikah ve doğum gibi E-Mail mutlu günlerinde ya da hastalık, vefat gibi acı tocev@tocev.org.tr günlerinde çiçek, çelenk göndermek yerine onlar adına hazırlayacağımız sertifikalarımızdan ulaştırabilirsiniz. tocevdukkan.sopsy.com, ve bazı online alışveriş internet sitelerinden diğer ürünlerimize de ulaşabilirsiniz.Kurumsal Gönüllülük Planlayacağımız çalışmalarla, kurum çalışanlarınızın bir araya gelerek aktiviteler yapmasını, birlikte sosyalleşmelerini, kendi hayatlarından başka yaşamları fark etmelerini ve yaşadığı toplumla ilgili sorunlara çözüm üretmelerini sağlayabilirsiniz.(Çalışanlarınızla bir okula kütüphane yapımı, bir okulun çocuklarıyla sosyal aktivite v.s.) Bizim danışmanlığımızda, çocuklarımızın bir ay ya da bir yıl süresince devam eden aktivitelerini planlayıp, çalışanlarınızla birlikte hayata geçirebilirisiniz.Böylece, çocuklarımızla birlikte olup, gelişmelerini gözlemleyebilirsiniz. (Sinema, tiyatro, tarihi yerleri tanıtma, seyahat v.s.)
Klinik Psikolog Murat Dinçer ile Röportaj
Emel Emre
Klinik psikoloji ile ilgilenen çoğu lisans öğrencisinin de aklında olan bir soru belki. Klinik psikolog olmak bireyin kendisi için, örneğin sizin için, tam olarak ne ifade ediyor? - Bu sorunun cevabı herkes için değişebilir, farklı cevaplar gelebilir ama benim için hem kendimi tanıdığım hem de diğer insanları tanığım diğer insanları tanırken kendimi daha çok tanıdığım bir süreç. Uzmanlaştığınız alanı seçerken nelere dikkat ettiniz? - Hangi yaş grupları ile çalışırken daha rahat ettiğime, nelerden keyif aldığıma, hangi durumlarla çalışırken zorlandığıma göre seçtim. Mesela benim için çocuklarla çalışmak mümkün gözükmedi. Çünkü ben çocuğun dil ve anlayış yapısına inebilecek kadar esneyemedim tabiri caizse ama ergenler bana her zaman çok yakın geldi, çok rahat ilişki kurdum. Aile ile çalışırken çok keyif alırım. Yine bazı çalışma alanları bana çok iyi geldi ama bazılarıyla çalışırken çok bunaldım. Mesela madde, alkol ve kumar bağımlılıkları beni çok bunalttı. O yüzden bu konuları çalışmam. Eğitim hayatınız boyunca motivasyon kaynağınız neydi veya nelerdi? - İlgi alanlarımdı. O dönemde benim için ne önemliyse o vardı. Yüksek lisansımın mezuniyet aşamasındaki tez - proje zamanlarında
varoluşçuluk ile tanışmıştım. O sıralar psikanalizle de tanışmıştım ve çok ilgimi çekiyordu. Varoluşçuluk ile psikanalizi nasıl birbiri ile entegre edebilirim? Varoluşçu meselelerle psikanalitik meseleler birbiri ile nasıl entegre olur? gibi sorular vardı bende. İlerleyen zamanlarda benzer bir şekilde “Aile bağlamında bu meseleler nasıl ortaya çıkıyor? İnsan yalnız değil, aile ile nasıl çalışırız?” diye düşünmeye başladım. “Daha sonra diğerlerine kendi fikrimi empoze etmeden nasıl çalışabilirim?” derken narrative terapi imdadıma yetişti. Daha çok ben kendi dertlerim, ilgi alanlarım üzerinden gittim. Narrative terapi nedir? - Narrative terapi en başta felsefi ve psikoterapötik bir duruştur. Danışanın kendisine, hayat görüşüne, bilgilerine, çevresiyle kurmuş olduğu ilişkilerine, inanç sistemlerine, kültürüne çok saygı duyulur. Terapistin danışanına öncelik verdiği, saygı duyduğu, ona sorduğu bir duruştur. Bunların dışında; dilin ve anlatımların farklılaştırıldığı, çoğaldığı, insanların tek bir şekilde tek bir hikayeye mahkumiyetinin değil de birçok anlatımla özgürce hayatlarını yaşayabilecekleri bir terapi yaklaşımıdır kısaca. Uzun uzun konuşulabilir tabii tarihi ve nasıl geliştiği. Bu alandaki uygulamalar terapötik ve danışmanlık çalışmalarının yanı sıra takım çalışması, psiko-sosyal destek ve önleyici tedbirler da içerdiğinden, terapi odasının toplumdaki sosyal adalet için önemli bir aktör olup olmadığı tartışması önem kazanıyor gibi. Size göre, klinik psikoloji teori ve pratikleri, terapi odasındaki terapist ve danışan arasındaki ilişki, toplumdaki sosyal adalet kavramına katkı yapar mı? Eğer katkı yapmıyorsa, terapiyi sosyal adalet ile ilişkisi bakımından nasıl konumlandırabiliriz? - Yapar. Narrative terapinin terapi olan kısmı var, aynı zamanda terapist olarak değil de grup, toplum, rehabilitasyon, travmaya karşı müdahale çalışmaları şeklinde birçok farklı uygulaması var. Bunların amacı kişilerin kendi uzmanlıklarını, bilgilerini, toplumsal ilişkilerini canlandırmak üzerine. Narrative terapi iki şey ile çok ilgilenir; toplumsal söylemler ve iktidar ilişkileri. Sadece iki kişinin odada olduğuna bakmaz ya da tek kişilik bir psikoloji üzerinden gitmez, toplumsal söylemler, iktidar ve güç ilişkileri insanları nasıl etkiliyor diye düşünür ve sorgular.
Tabiri caizse insanların söylemlerinin farkına varmalarına davet eder. Gücün akışkan hale getirilmesini, paylaşılmasın teşvik eder. Bu noktada hem terapötik ortamda hem aile ortamında hem de kurumsal olarak toplumsal barışa hizmet edecek şekilde bir ortamın oluşmasını sağlar. Mesela anoreksiya ya da bulimik tepkiler veren bir genç kızı düşünelim. Bunu sadece kızın kendi kendine bakış açısı, benlik değeri, cinsiyet algısı üzerinden de okuyabiliriz. Ya da annesi ile kurduğu ilişkiyi yakınlarıyla kurduğu ilişki bağlamında da okuyabiliriz ama bunun dışında bu kız üzerinde hangi baskıları hissediyor? Neden kendini zayıf olmak zorunda gibi hissediyor? Diyelim ki şiddete eğilimli erkek danışanlar, ergenler var. Bu erkeklerin beslendikleri iktidar ilişkileri nedir? Hangi söylemler onların da hayatlarında böyle davranmalarına neden oluyor? Farkında olalım ya da olmayalım erkek nasıl olunur, güçlü nasıl olunur, diğerine nasıl davranılmalıdır gibi birçok söylemler var. “Merhamet etme merhamet edilecek hale gelirsin.” “Eziklemek” Bunların hepsini olabildiğince açığa çıkartır ki söylemlerin üzerimizdeki gücü azalsın ama bunu yaparken karşısındaki kişinin bu söylemlere maruz kaldığını kabul ederek yapar. Sadece suçlayıcı olarak bakmaz insanlara karşı.
Çalışmalar gösteriyor ki ilk izlenimlerimiz genelde önyargı ve yanlış algıları içerebiliyor. Görüşmeler sırasında danışanlar tarafında oluşan önyargı ve peşin yargıların, terapinin gidişatını etkilediği vakalar yaşadınız mı? Böyle süreçleri nasıl yönetiyorsunuz?
-Tabii ki oluyor. İnsanlar farklı bakış açılarıyla geliyorlar, her zaman vardır. Bazılarında daha fazla ön yargı oluyor. Konuşmak gerekiyor. Ne bekliyorlar, ne düşünüyorlar? Nereden bu düşünceye kapıldılar? Bu ön yargılara ne kadardır sahipler? Gerçekten söyledikleri gibi mi ortaya çıkıyor yoksa ön yargıların doğru çıkmadığı zamanlar oluyor mu? Bunların hepsini konuşuyoruz ve iletişim çok önemli. Danışanı bütün bunları konuşabileceğimiz bir ortama davet etmek gerekiyor.
Danışanlar size karşı da ön yargılarını açıyorlar mı peki? - Bazen açıyorlar. Bu çok olabilecek bir şey. Hiçbir şey yapmıyor olsam bile erkek olmak başlı başına bir ön yargı sebebi olabiliyor. Çoğu zaman bir zihin alt yapısıyla geliyoruz.
Terapist-danışan ilişkisinde denge basıl olmalıdır, bu nasıl sağlanır? -Benim için narrative terapiden sonra biraz daha değişti. Olabildiği kadar iktidar, güç ilişkilerini yayarak bunu yapmaya çalışıyorum. Hangi konudan bahsetmek istediğimiz, nereye varmak istediğimiz, nasıl bir yöntem ve konuşma tarzı ile gitmek istediğimiz, hayattayken neyin iyi geleceğini düşündüğümüz gibi şeylerin hepsini danışana soruyorum. Bir konuyu konuşmak istemiyorsa doğal karşılıyorum. Bir konu benim çok ilgimi çekiyor, çok terapötik geliyor ama danışana soruyorum bu konu hakkında konuşup konuşmak istemediğini. Yaptığımız herhangi bir konuşmayı, herhangi bir yorumu ya da benden istenilen bir şeyi söylediğimde bunun ona nasıl geldiğini mutlaka soruyorum. Buradaki amaç danışanın devamlı nabzını tutmak ve bu iktidarı dağıtıyor olmak. Beni nasıl gördüğünü de sorgularım mesela. Bana karşı aklından geçeni söyleyebiliyor mu? Ben bir şeyi söylediğim zaman illa kabul etmesi gereken bir şey gibi mi geliyor? Bazı konuları neden başkalarına değil de gelip bana soruyor? Bunların hepsini konuşarak güç ve iktidar ilişkilerini de biraz daha akışkan hale getirmeye çalışıyorum.
Dengenin sizdeki çağrışımları nelerdir?
- Denge kendi içindeki denge ve kendi dışındaki denge olarak ikiye ayrılır bence. Hem uyumlu olabilmek hem ayrışabilmek. Dışa dönük denge var; bulunduğun bağlamla uyumlu olmak, bulunduğun ortamla ayrışabilmek gibi. Bir de içe dönük denge var; kendinle ilgili ne yaşıyorsun ne hissediyorsun? Bunu fark edebiliyor olmak, çatışan, çelişen taraflarınla ilgili hoşgörülü olmak. Kendi varoluşsal boyutlarıyla ilgili farkındalığın vardır, olabildiği kadar bunları kabul etmeye kucaklamaya çalışıyorsundur. Bunların hepsi bence denge tanımı.
Merve Kuloğlu Derginin bu sayısının mezun köşesinde sizlere okul hayatım boyunca ve sonrasında yaşadıklarımı, hissettiklerimi anlatmak istedim. Üniversite hayatımın başında kendime ulaşmak istediğim bir ortalama belirleyip o ortalamaya ulaşmak için çabaladım. İsteğime ulaştım fakat ortalamamı etkileyeceğini düşündüğüm için erasmus gibi çok önemli bir fırsatı değerlendirmedim. Hem dili geliştirmek hem de sosyal, akademik daha pek çok anlamda katkı sağlayacak bir fırsattı. Şuan keşke gitseydim, değerdi diyorum. Sizler de mezun olunca böyle dememek için bir fırsatınız varsa değerlendirin derim. Erasmusa gidip ortalamasını düşürmeyen insanlar var. Üniversite demek tabi ki sadece iyi bir ortalama demek değil. Okul hayatım boyunca psikolojinin pek çok farklı alanını deneyimlemek için zorunlu ve gönüllü stajlar yaptım. Mezuniyet sonrası çalışma hayatına katkı sağlayacağını düşündüğüm eğitimler aldım. Önemine çok inandığım gönüllü proje ve topluluklara katıldım. Okulumun psikoloji kulübünde, TPÖÇG’de ve EFPSA’nın bir projesinde gönüllü olarak yer aldım. Bu toplulukların akademik ve sosyal hayata katkıları saymakla bitmez. Psikoloji öğrencileri olarak içinde yer alınacak çok sayıda öğrenci topluluğu var ve bunların içinde yer almak çok değerli. Önemine çok inandığım bir başka ve son konuyla öğrencilik dönemini noktalayacağım. Özellikle akademik ilerleme hedefi olan öğrencilerin okul dönemlerinde yaptıkları araştırmalar, yazdıkları makaleler, sundukları bildiriler ve posterler… Bunlar hem alana daha fazla nüfus etmenizi sağlayacak hem de kendinize olan güveninizi arttıracak. Aynı zamanda yüksek lisans başvurularınızda alana olan ilginizi gösterecek. Mezun olunca yaparım şuan daha erken diye düşünenler olabilir. Evet tabi ki yapabilirsiniz ama neden erken başlamayasınız? Keşke dememek için. Şimdi biraz da mezuniyet sonrasına değinmek istiyorum. Okulu bitirdikten 2 ay sonra bir yerde çalışmaya başladım. Çok umutlu, ümitli ve hevesle başladığım bir yerde maalesef beklediklerimi bulamadım. Başlarda beni geliştireceğini, gelecekte yapmak istediklerime katkı sağlayacağını düşündüğüm ortamı göremedim. 2 aylık bir zaman olmasına ve yaşadığım olumsuzluklara rağmen iyi ki bu deneyimi edindim diyerek ayrıldım. Sonrasında her yeni mezunun yaşadığı kaygıları yaşamaya başladım. Şu düşünceler ve sorularla…
Acaba neler olacak? İyi bir iş bulabilecek miyim? Yüksek lisansa mı başlamalıyım? Ve daha niceleri. Öncelikli düşüncem ve isteğim yüksek lisansa başlamaktı fakat istediğim yüksek lisans programının gerekli dil puanına sahip olmadığım için bu isteğimi gerçekleştiremedim. Sonra bu seneyi YDS ve ALES çalışarak geçirir, aynı zamanda part time bir iş bulup deneyim kazanırım diye düşündüm. İş ilanlarına baktığımda pek çok ilanda en az iki yıl deneyim, yüksek lisans yapmış olmak gibi kriterler vardı. Kimi işlerin tanımlarına baktığımda bunların olması gerektiğini ben de düşündüm ama bir kısmında bu kriterleri çok anlamlı bulmadım. Bu sefer de kendimi bizler nerede ve nasıl deneyim kazanacağız soruları içinde buldum. Yeni mezuna uygun olduğunu düşündüğüm ilanlara en azından görüşme deneyimi kazanırım düşüncesiyle başvurdum. Kariyer sitelerinde uygulanan filtreleme sebebiyle birçok başvurum görüntülenmedi. Görüşmeye gittiğim yerlerden de sonuç alamadım. Görüştüğüm kimi yerler ücret beklentimi yüksek buldu. (Aklınıza çok fazla istediğim düşüncesi gelmesin. Çalışan kimi arkadaşlarımın aldığı ücretler kadar) Daha sonra birkaç yerle yüz yüze görüşmeye gittim. Bunun daha etkili bir iş arama yöntemi olduğunu farkına vardım ve sonuç aldım. Bir etüt merkezinde ayda bir, lise sınavına hazırlanan öğrencilerle grup danışmanlığı şeklinde çalışmalar yapmaya başladım. Her ne kadar tam anlamıyla çalışıyor gibi değilsem de bana oldukça katkı sağlayan bir deneyim oluyor. Aynı zamanda gireceğim sınavlara hazırlanmak için de vaktim kalıyor. Büyük emeklerle okuduğumuz bölümümüzden büyük beklentilerle mezun oluyoruz. Mezun olduğumuzda bu beklentilerimiz çeşitli sebeplerden karşılanmayabiliyor. Süreç içinde bazı olumsuzluklar yaşayabiliyoruz. Yaşadığımız olumsuzluklar karşısında umutsuzluğa kapılmamak, gelecekle ve kendimizle ilgili karamsar olmamak çok önemli. Son söz olarak: bu süreç içinde mezuniyet sonrası işsizlik döneminin çok kötü bir şey olmadığını farkına vardığımı söylemek isterim. Bir kere çalışma hayatının içine girildiğinde çıkılmıyor ve hayat, o yoğun tempoyla devam ediyor. Okul sonrasındaki bu dönemin bir hazırlık evresi olduğunu düşünmek beni rahatlatıyor. Tabi ki boşa geçirmemek şartıyla. Herkese sevgiler.
AYIN FARKINDALIKLARI
3 Aralık Dünya Engelliler Günü 3 Aralık Anna Freud’un doğum günü
5 Aralık Kadın Hakları Günü 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü 11 Aralık Adile Naşit’in ölümü 13 Aralık Oğuz Atay’ın ölümü 20 Aralık John Steinbeck’in ölümü 25 Aralık Charlie Chaplin’in ölümü 31 Aralık Sevim Burak’ın ölümü
Film Köşesi – Özer Koç
Bay Evet (Yes Man) Filmin Künyesi Yönetmen: Peyton Reed Oyuncular: Jim Carrey, Zooey Deschanel, Bradley Cooper Yıl: 2008 Süre: 104 dk. Hemen hemen bütün filmler bir denge unsuru içermektedir. Filmin senaryosunu oluşturmaya başlarken önceliğimiz karakterleri oluşturmak olur ve bu karakter oluşturum işlemi kahramanımız ve düşmanının bir birini dengelemesi üzerine kurulur. Biri ne kadar iyiyse diğeri o kadar kötü. Bir ne kadar bizi yansıtıyorsa diğeri o kadar bizden uzak. Hal böyle olunca neredeyse tüm filmleri denge teması üzerinden incelemek imkanlıdır. Bütün filmler denge teması üzerinden incelenebiliyorsa benim bu sayıda inceleyeceğim filmin diğerlerinden farklı bir denge üzerinde yoğunlaşması gerekli diye düşündüm. Bu
yüzden aldığımız kararlardaki dengeye değinen , Danny Wallace'ın Yes Man adlı komedi/anı türündeki eserinden esinlenilen, yönetmenliğini Peyton Reed'in üstlendiği başrollerini Jim Carrey'nin ve Zooey Deschanel'ın paylaştığı Bay Evet'i incelemeye karar verdim. (Kremlins, 2009, para. 1) Carl, (Jim Carrey) ona yapılan her türlü teklifi bahaneler bularak reddeden, gündüzleri bir bankada çalışan, akşamları ise film izleyen monoton hayata sahip biridir. Kısacası o bir "hayırcı adamdır". Öyle ki eski karısı Stephanie (Molly Sims) onu bu nedenle terk etmiştir. Bir gün, eski bir arkadaşı ile karşılaşıyor. Arkadaşının görüşmeyeli hayatını değiştirdiğini, bir çok eğlenceli ve kendi adına olumlu şeyler yaptığını ve bunu evetçi adam seminerleri sayesinde yaptığını söylüyor. Hayatında uzun bir süredir bir değişiklik yapmayan ve bundan kaçınan Carl'a bu semineri öneriyor. Ancak Carl her zaman olduğu gibi bahaneler ve yarım ağız cevaplar ile geçiştiriyor. Bir gece rüyasında öldüğünü görüyor ve hayatını düzeltmek için hiç bir şey yapmadığının farkına varıyor . Ardından seminere katılmaya karar veriyor. Semineri veren Terence Bundley (Terence Stamp) Carl üzerinden bir şov sergileyerek Carl'ı hayatının geri kalanında evet demeye ikna ediyor. Sözüne uymadığı takdirde işlerin ters gideceği şeklinde bir tehditte bulunuyor. Bundan sonraki hayatında her şeye evet demeye başlayan Carl karar tahterevallisinin yerde olan kısmı hayır iken yerini değiştirerek uzun süredir havada asılı duran evet ucunu aşağıya indirmiştir. Karar tahterevallisi yine dengesizdir ama bu sefer asılı duran hayır ucudur.Her şeye evet demesi başta zorluklar ve olumsuzluklara neden olsa da çok geçmeden hayatı ilginç bir şekilde yoluna giriyor ve hatta hayatının aşkını bile bulmasını sağlıyor.
Carl adına hayat güzel bir şekilde devam ederken her şeye evet demesininden oluşan hayatındaki dengesizlik bazı sıkıntılar yaratıyor. Her şeye evet dediğini öğrenen Allison (Zooey Deschanel) haklı olarak Carl'ın geçmişte ilişkileri hakkında aldıkları kararların isteyerek mi yoksa istemeyerek mi aldığının bilinemezliğinden yakınarak Carl ile ilişkisini bitirmeye karar veriyor. Arkadaşı Pete'in (Bradley Cooper) "Orta bir yol var, Carl. Olayları gözden geçirip tartıp biçebilir ve her biri için ayrı ayrı kararlar alabilirsin."(Bay Evet, Dk. 78) önerisini dinlemeyip yine her şeye evet devam edip hayatını karar tahterevallisinde hayırı havada bırakarak devam ettiriyor. Hayatındaki bu dengesizlik özellikle sevdiği insanın onu terk etmesi ile iyice kendini belli eder olur. Ama Carl sözünden cayarsa peşini uğursuzluğun bırakmayacağını düşündüğü için bu dengesizliği düzeltemez. Ta ki eski karısını reddedene kadar. Peşini yine uğursuzluklar takip eder. Bu uğursuzluktan onu kurtarması için Terence'sın arabasına saklanır ve kaza geçirirler. Kazanın ardından böyle bir uğursuzluğun olmadığını söyler. Kararlarımızı alırken değerlendirip, ölçüp almamızı ve yeri geldiğinde evet yeri geldiğinde ise hayır diyerek karar tahterevallisini dengede tutulması gerektiğine değiniyor. Klasik bir Jim Carrey filmi olan Bay Evet aldığımız kararlardaki dengenin önemine değinen, bu denge terazisinin şaşması halinde hayatımızda oluşabilecek problemleri ve sıkıntıları yansıtan izlemesi keyifli ve eğlenceli bir komedi filmi. Keyifle izlemeniz dileğiyle iyi seyirler dilerim.
Kitap Köşesi -Vera Levent
Kitabın İsmi: Tek Başına Bir Adam Kitabın Yazarı: Christopher Isherwood Kitabın Türü: Roman Kitabın Sayfa Sayısı: 131 Orijinal Baskı Tarihi: 1964 “Gözlerini dikmiş bakıyor, bakıyor. Dudakları aralanıyor. Ağzından soluk alıp vermeye başlıyor. Ta ki beyin kabuğu, yıkanmasını, tıraş olmasını, saçını taramasını sabırsızlıkla buyuruncaya kadar. Çıplaklığı örtmeli. Elbiselerle kuşatılıp gizlenmeli, çünkü dışarıya, öteki insanların dünyasına çıkıyor; ötekiler onu tanıyabilmeliler. Davranışları onlar açısından kabul edilebilir olmalı. Söz dinliyor, yıkanıyor, tıraş oluyor, saçını tarıyor; çünkü başkalarına karşı olan sorumluluklarını kabul ediyor. Onların arasında yeri olduğu için memnun hatta. Kendisinden ne beklendiğini biliyor. Adını da biliyor. Adı George.” Isherwood romanında bizi ellili yaşlarında, Amerika’daki bir üniversitede ders veren, İngiliz bir edebiyat profesörü George’un hayatının bir gününe davet ediyor. George, sevdiği adamı kısa bir süre önce trafik kazasında kaybetmiş, yine de hayatını toplum ve kendisi tarafından biçilen role uyum sağlayarak sürdürmek zorunda. Aynı zamanda eşcinselliği ile toplumdan, yaşı ve İngilizliği ile öğrencilerinden yabancılaşmış bir karakter.
imzalıyor. Bu nesnelere dokunmaktan bile tiksiniyor, çünkü bunlar budalaca ama gene de güçlü ve kötü bir büyünün, dinleri tek bir dogmaya, biz yanlış yapmayız’a dayalı düşünce-makinesi tanrılarının büyüsünün gerçekleşmesine yarayan alfabenin harfleri. Bunların büyüsü, yanlış yaptıkları zaman –ki sık sık olur bu- bu yanlışın sık sık yinelenip ölümsüzleştirilmesine, böylece bir anti-yanlışa dönüşmesine dayalı…” Gözünü açtığı andan itibaren yazar Christopher Isherwood ile beraber George’un bir gününe şahit oluyoruz. George’un bir günü 1960’ların Amerika’sının Kaliforniya’sında geçmekte. Bu bir gün boyunca George uyanır uyanmaz onun peşinden hazırlanıyor, yola çıkıyor ve üniversiteye gidiyoruz. Öğrencilere edebiyat dersinde Huxley’i anlattıktan sonra yakın dostu Charlotte ile bir akşam geçiriyor, hafif sarhoş oluyoruz. Ardından geçmişi yâd edip şimdiye evet ve geleceğe hayır diyeceğimiz bir gece geçiriyoruz. “Geçmiş geçti bitti. Geçmediğine inandırmaya çalışıp müzelerdeki eşyaları gösterirler insana. Ama onlar geçmiş değildir. Geçmiş’i İngiltere’de bulamayacaksın. Hoş, hiçbir yerde de bulamayacaksın ya.” Tamamen bir durum kesiti içinde modern ve iğneli bir dille George’ u okuyoruz ve dinliyoruz. George her ne kadar toplumda kostümü ve maskesi ile dolaşsa da biz onu tüm gerçekliğiyle ardındaki tüm yüzleri ile görebiliyoruz aslında. “George sadece Şimdi’ye sarılır dört elle. Şimdi’de başka bir Jim bulmalı. Şimdi’de sevmeli. Şimdi’de yaşamalı…” Temel olarak, yalnızlığın ve yabancılaşmanın üzerine yüklenmiş Isherwood. Bu kavramlar üzerinden açıklamış George’un hezeyanlarını, paradoksal akıl oyunlarını. Aynı zamanda George aracılığıyla bütün öfkesini yansıtmış metnine; sistemin ırkçı, ötekileştirici, tutucu, boşluğu destekleyen yapısını yerle bir etmiş romanıyla. Toplumda temsil ettiğimiz roller uğruna kuşandığımız maskeleri, maskelerin ardında yatan düşünceleri, arzuları irdelemiş ustalıkla. “En gizli açılmalar, en ölümcül sırlar bile, hiçbir zaman insanın aleyhine kullanılamayacak birer eğretileme ya da örnek olarak, nesnel biçimde çıkar ağızdan.” Dostluk, aşk, geride kalma, yaşlılık ve gençlik gibi aslında çok insana dair, çok temel kavramlar hakkında yalın, samimi ve oldukça farkında bir dille yazılmış, aynı zamanda azınlık-çoğunluk dikotomisini bütün gerçekliğiyle gözler önüne seren bir roman Tek Başına Bir Adam. Keyifli okumalar.
Müzik Köşesi - Fulya Akıncı
DENGE VE DENGESİZLİĞİN DENGESİ Yerden yüzlerce metre yükseklikte, sadece on santim eni olan bir tahta çubuğun üstünde olduğunuzu düşünün. Aşağıda alabildiğince uzanan doğa harikası bir nehir ve yeşilin en güzel tonları var. Bu doğa harikaları bir süre için umurunuzda değil çünkü tek hissettiğiniz şey korku. Tek yapmanız gereken muhteşem simetriye sahip olan vücudunuzu kullanarak düşmemeye çalışmak. Bunu yaparken stresinizi de bastırmanız gerekiyor. En ufak bir denge bozukluğunda düşeceğinizi biliyorsunuz. En saf haliyle bir insan olarak dengeler bütünü olduğunuz ve dengenizi sağlamanıza yardımcı olacak olan belli sistemlere sahipken hala korkuyorsunuz. Peki… yüksekten mi yoksa düşmekten mi? Dengenin hayati değer taşıdığı o noktadan kısa bir zaman yolculuğuyla önceden girdiğiniz ve geçemediğiniz takdirde dersinden kalmayı garantilediğiniz bir sınava gidelim şimdi de. Kalp sıkışıklığını, ellerinizin soğukluğunu, kısa süreli belleğinizi ‘’daha ne kadar çok bilgi alabilir?’’ diye test edercesine gördüğünüz her kelimeyi ezberlemeye çalışışınızı, kısacası o stresinizi hatırlıyor musunuz? Uyku düzeninizden başlayarak günlük kafein alışınıza, boş zamanlarınızı nasıl değerlendirdiğinizden o dönem yediğiniz çikolataya kadar düzeninizin değiştiğini fark etmişsinizdir. Sınav hayatınızın sadece küçük bir kısmını değiştirdi fakat o değişikliğin oluşturduğu büyük bir dengesizlikler uçurumu oluştu içinizde: stres. Elbet alışıyor insan dengesizliğine de kendisinin.
Dengesizliklerden bir denge oluşturuyor kendine, öyle devam ediyor. Günde dört saat uyuyor, normalin iki katı kafein alıyor, daha olumsuz bakıyoruz. Gün geliyor, sınavlar bitiyor tabi. Düzeninizin üzerindeki dengesizlik kalkıyor ortadan ama bu sefer de yeni kurduğunuz denge yerle bir oluyor. Tekrar stres başlıyor ve neredeyse hayatımızın sonuna kadar içimizde bir denge kurmaya çalışıyoruz. Peki acaba insan olmasaydı, dengesizlik denilen kavramdan bahsedebilir miydik? Onun da ötesinde, acaba dengesizlik denilen kavram olmasaydı, biz dengeyi tanımlayabilir miydik? Muhtemelen her şeyin dengede olduğu bir dünya çok sıkıcı olurdu, tıpkı tüm duvarları, tavanı ve zemini siyah beyaz kaplanmış bir evde yaşamak gibi. Kapana kısılmaktan pek bir farkı yok, zira biz dengesizliği bulup düzeltmeye kodlanmış gibiyiz. Düzeltince mutlu oluyoruz, içimiz nasıl rahatlıyor o an anlatamam. Dengede duramayan çocuğun elinden tutunca, yamuk duran tabloyu düzeltince, içimizdeki iyiliğin ve kötülüğün ortasını bulunca, metroda yolculuk ederken karşınızda oturan beyefendinin yamulmuş yakasını düzeltince… Güvenmek mesela, bir insana tamamıyla güvendiğimizde, tüm kimliklerimizi kaldırıp sadece insan olduğu için güvendiğimizde nasıl da güzel eşitleniveriyoruz. Ama bunun bir adım ötesine geçtiğimizde, içine kalbimizi koyduğumuzda aşk denilen garip dengesizliği elde ediyoruz. Ve yine kendi dengesizliğimizden haz duyuyoruz.
Dengeyi aramakla geçiyor hayatımız, ama dengesizlikler olmasaydı tadı tuzu olmazdı hayatın. Kalbimiz hep aynı düzende atsaydı, sürekli mutlu ve stressiz olsaydık, kararsızlık denilen şeyi hiç tatmasaydık makineden ibaret olmaz mıydık? Tuhaf duygu değişikliklerimiz olmasa, ya da dengesizlik denilen ani çıkışlarımız olmasa nasıl aydınlığa kavuşurduk? Arşimet sakin sakin yıkanırken suyun kaldırma kuvvetini bulduğu anda hamamdan fırlayarak ‘’buldum!’’ diye bağırması eğer dengesizlik ifade ediyorsa yaşasın dengesizlikler! Evrenin bir denge içinde olduğunu ve hayatımız boyunca aldığımız ilk nefesten itibaren dengeyi sağlamak için uğraştığımızı düşünürsek dengesizlik zor bir iş olmalı. Her neyse, bunun için tekrar teşekkürler Arşimet! Dengeyi bulmanın ve somutlaştırmanın en güzel halini bulmuşuz yine: müzik. Müzik dengenin ve dengesizliğin dengesidir. Çoklu seslerin dengesinden oluşur fakat söyler misiniz,birkaç notası içinize değmiyorsa bu düzenden zevk alır mısınız?. Peki her şeyin sustuğu ve şarkının bittiğini düşündüğünüz anda birden tekrar başlaması size de muhteşem bir haz vermiyor mu? Dengesizliğinizi dengesizlikle kapatmanın en güzel yolu. eter ki bir dengesizliğiniz olsun hayatta, geri kalan her şeyi müzik dengeler.
Dergi Çerezi Evet, işte yine Müslüm Gürses’ten Tarkan’a geçmemek için kendimi zor tuttuğum bir playlist. Tek bir şeyden eminim: bu liste bir birey olsaydı kesinlikle borderline kişilik bozukluğuna sahip olurdu. Bu yüzden kendisi şimdilik en karmaşık ve dengesiz geçişleriyle yarı zamanlı olarak derginin lüks karışık çerezliği görevini üstleniyor. Neyse, iyisi mi sizi baş başa bırakayım ben.
Kavga- Gözde Öney Salomi- Lizeta Kalimeri, Sokratis Malamas Tremors- SOHN Hep Oturup Bekledim- Deniz Tekin When I Find Love Again- James Blunt Coming Up Roses- Keira Knightley Ben Niye Şanssızım- Yok Öyle Kararlı Şeyler Take Shelter- Years&Years Comes and Goes (In Waves)- Greg Laswell Mess is Mine- Vance Joy
At The Same Time- The Coronas First- Cold War Kids Back To December- Taylor Swift
REFERANSLAR Ev Mi İş Mi? Kaya, C. (2009). Çalışma yaşamında kadın işgücü sorunları ve örgütlenme eğilimleri. Yüksek Lisans Tezi, DEÜ Sosyal Bilimleri Enstitüsü.
Nayir, D. Z. (2008). İşii ve ailesi arasındaki kadın: Tekstil ve bilgi işlem girişimcilerinin rol çatışmasına getirdikleri çözum Stratejileri. Ege Academic Review, 8(2), 631-650. Soysal, A. (2010). Türkiye’de kadın girişimciler: Engeller ve fırsatlar bağlamında bir değerlendirme. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 65(01), 083-114. Denge Ben’im Anonim, (2009) Söylediklerinize dikkat edin. Erişim Tarihi: 14 Kasım 2017, https://bilgelikyolu.wordpress.com/2009/07/07/dusuncelerinize-dikkat-edin Durna, U. (2004). Stres, A ve B tipi kişilik yapısı ve bunlar arasındaki ilişki üzerine bir araştırma. Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 11(1), 198-201. Şahin, N. H.(Ed.) (1998). Stresle Başa Çıkma: Olumlu Bir Yaklaşım. Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları. TDK. (2017). Denge. Erişim Tarihi: 11 Kasım 2017. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1=veritbn&kelimes ec=88344 Uluhan, A. (2015). A ve B tipi kişilik özellikleri. Erişim Tarihi: 12 Kasım 2017 http://www.antalyapsikiyatri.com/uz-dr-aykut-uluhan/a-ve-b-tipi-kisilik-ozellikleri İhtiyaçlar Tahtirevallisi İlhan, T. ve Özbay, Y. (2010). Yaşam amaçlarının ve psikolojik ihtiyaç doyumunun öznel iyi oluş üzerindeki yordayıcı rolü. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 4(34), 109118. Kapıkıran, N. (2015). psikolojik gereksinimlerin doyumu ve duygu gereksinimi: Özgün benliğin aracılık rolü. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 5 (43), 1-10. Yaşam ve Denge Özdemir, N. (2008). Homeostasis Erişim Tarihi: 12.11.2017 http://dersimizbiyoloji.blogspot.com.tr/2008/10/homeostasis.html Tuncer, D. (2014). Stres nedir? Erişim Tarihi: 11.11.2017 psikologdeniztuncer.com https://www.google.com.tr/search?client=safari&rls=en&dcr=0&biw=1440&bih=839&ei= DX4IWv3nItHJwALTz7zwBg&q=psikolojide+homeostasis+makale&oq=psikolojide+homeost asis+makale&gs_l=psyab.3..33i160k1.4891.6229.0.6415.7.7.0.0.0.0.204.680.0j3j1.4.0....0...1.1.64.psyab..3.2.316...0i22i30k1.0.YvJ0i6a3B0Q#
REFERANSLAR Morris, C. G. (2002). Psikolojiyi anlamak:(psikolojiye giriş). İstanbul: Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Bayraktar, B. ve Kurtoğlu, M. (2009). Sporda Performans, Etkili Faktörler, Değerlendirilmesi ve Artırılması. Klinik Gelişim, 22(1), 16-24. Günçe, G. (1971). Jean Piaget ve temel kuramsal fikirleri. Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 4, 1-4. Rodolfo, K. (2000) What is homeostasis? Erişim Tarihi: 11.11.2017 https://www.scientificamerican.com/article/what-is-homeostasis/ Beynimizin İlginç Oyunu: Sinestezi Barnett, K. J., Finucane, C., Asher, J. E., Bargary, G., Corvin, A. P., Newell, F. N., ve Mitchell, K. J. (2008). Familial patterns and the origins of individual differences in synaesthesia. Cognition, 106(2), 871-893. Baron-Cohen, S., ve Harrison, J.E., eds. (1997). Synaesthesia: Classic and contemporary readings. Malden, MA: Blackwell Publishers, Inc.. Cytowic, R. E. (1997). Synaesthesia: Phenomenology and neuropsychology—A review of current knowledge. Cytowic, R.E. (1989). Synaesthesia: A union of the senses. New York: Springer-Verlag.
Day, S. (2005). Some demographic and socio-cultural aspects of synesthesia. In Synesthesia: Perspectives from Cognitive Neuroscience, Dixon, M.J., Smilek, D., and Merikle, P.M. (2004). Not all synaesthetes are created equal: projector versus associator synaesthetes. Cogn. Affect. Behav. Neurosci. 4, 335–343. Dixon, M.J., Smilek, D., Cudahy, C., and Merikle, P.M. (2000). Five plus two equals yellow: mental arithmetic in people with synaesthesia is not coloured by visual experience. Nature 406, 365. Galton, F. (1883). Inquiries into human faculty and Its development. London: Dent & Sons. Hubbard, E. M., & Ramachandran, V. S. (2005). Neurocognitive mechanisms of synesthesia. Neuron, 48(3), 509-520. L. Robertson, and N. Sagiv, eds. (New York, NY: Oxford University Press). Laeng, B., Svartdal, F., and Oelmann, H. (2004). Does color synesthesia pose a paradox for early-selection theories of attention? Psychol. Sci. 15, 277–281. Smilek, D., Dixon, M.J., Cudahy, C., and Merikle, P.M. (2001). Synaesthetic photisms influence visual perception. J. Cogn. Neurosci, 13, 930–936.