PsiNossa_Temmuz

Page 1

PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi

Sayı 9 Temmuz 2015 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org

Ayın Konusu: Cinsellik, Cinsiyet ve Toplumdaki Yansımaları Toplumda Kadının Yeri Stres ve Başa Çıkmada Cinsiyet Faktörü Şeytan Üçgeni: Kadın, Erkek ve Namus Toplumsal Cinsiyet Ece Temelkuran İle Röportaj Cinsiyetin ve Cinselliğin Topluma Yansıması Soma’dan Deneyimler Şizofreni Hastaları ve Yakınları Yardımlaşma Derneği Mezun Yazısı Serbest Zaman Film Analizi Kitap Analizi

PsiNossa 1


TPÖÇG ailesi olarak çok acı bir haberle sarsılmış durumdayız. Bir zamanlar içimizde yer almış, bizler için çok değerli bir dostumuz olan Tugay Karaoğlu’nu kaybettik. Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu olarak gencecik yaşında aramızdan ayrılan sevgili dostumuzun ailesine ve tüm sevenlerine baş sağlığı ve sabır diliyoruz.

2 PsiNossa


PsiNossa 2015 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri İrem DEMİR Yıldırım Beyazıt Üniversitesi iremdemir@tpocg.net Editör Fatma Selin AYAN TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi fatmaselinayan@gmail.com Üye Pelin YIRI Yaşar Üniversitesi peline26@gmail.com Üye Burak Bahadır AKIN Kültür Üniversitesi burakbahadir96@hotmail.com Üye Selen ÖZBEK Başkent Üniversitesi selenozbek1@gmail.com Üye Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@gmail.com Çevirmen Bengisu Türkü KELEŞ Yeditepe Üniversitesi bengisuturkukeles@gmail.com Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Can KAMSIZ Girne Amerikan Üniversitesi cankamsiz@gmail.com

Film Eleştirmenleri

Ceren AYIK Yaşar Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Öğrencisi hopigesta@hotmail.com Nur İNCI Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrencisi nurinci@yahoo.com

Kitap Eleştirmeni

Merva ÖKSÜZ

mervaoksuz@gmail.com

Karikatürist

Ozan SERCE launcher00000@gmail.com

TPÖÇG Yazarları M. Emin MANSURGÜRLER TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi mansurguler.m.emin@gmail.com

Konuk Yazarlar Kübra ÇOLAK Akdeniz Üniversitesi Radyo Sinema ve Televizyon Bölümü kubraclk13@gmail.com Edanur TUNCA Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com Mertcan IŞIK Işık Üniversitesi mertcan1isik@gmail.com Ceren Nur Günler Işık Üniversitesi cerennur.gurler@hotmail.com Psk. Betül POLAT btlplt@hotmail.com Psk. Fatma İNCE

ftma_02@hotmail.com

Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği Adına Yasemin ŞENYURT yaseminsenyurt@gmail.com

PsiNossa 3


Bu Sayımızda; 6 | Toplumda Kadının Yeri 8 | Stres ve Başa Çıkmada Cinsiyet Faktörü 10 | Şeytan Üçgeni: Kadın, Erkek ve Namus 12 | Toplumsal Cinsiyet 14 | Ece Temelkuran İle Röportaj 18 | Cinsiyetin ve Cinselliğin Topluma Yansıması 19 | Soma 20 | Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği Hakkında 24 | Ayın Farkındalıkları 26 | Mezun Köşesi 28 | Serbest Zaman 32 | Ayın Filmi: Asiye Nasıl Kurtulur? 34 | Ayın Kitabı: Karanlığın Sol Eli

4 PsiNossa


Psi Nossa

Merhaba, Bu sayıda toplumun her kesimince farklı yorumlanan bir konuyu, cinsellik ve cinsiyet kavramlarını ayın konusu olarak belirledik. Bu konu hakkında yazıp çizilecek çok fazla şey var; ama toplumsal dinamikleri göz önünde bulundurunca bazen elimiz kolumuz bağlı hissediyoruz. Yerleşmiş inançlar ve tutumlardan dolayı toplumda artan kutuplaşma ve ötekileştirme maalesef “haklı sesler”i bastırabiliyor. Oysa biraz birbirimizi dinleyebilsek, biraz anlamaya çalışsak daha farklı bir dünyada yaşayabiliriz diye düşünüyorum. Seçtiğimiz konu oldukça geniş bir içeriğe sahip. Cinsel kimlik, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet bizim bu konuyu seçerken aklımıza ilk gelen başlıklar oldu. Yazarlarımız bu konulara değindiler. Ayrıca bu sayıda konumuza ilgi yoğundu. Konuk yazarlarımız oldukça yaratıcı, değişik bakış açılarına sahip yazılar gönderdiler. PsiNossa Yayın Ekibi olarak bu yoğun ilgi bizi çok memnun etti. Umuyoruz ki sonraki sayılarda da aynı ilgi devam eder :) Temmuz ayı 1993’ten beri bizim için buruk başlıyor. 35 canımızı elim bir şekilde kaybettik. İzlediğimiz görüntüler, facianın ardından söylenenler, geride kalanlar… Yangın hala devam ediyor bizim için. Kaybettiklerimizi rahmetle ve saygıyla anıyoruz. UnutMadımaklımda diyoruz her 2 Temmuz’da… Şiirin, türkünün, hoşgörünün kime, ne zararı olabilirdi ki? Behçet Aysan’ın dizelerindeki gibi “Kırgınım(z) saçılmış bir nar gibi…” Dergimizin yayınlanmasına az bir süre kala acı bir haberle yıkıldık. İstanbul Üniversitesi psikoloji bölümü öğrencisi Tugay Karaoğlu’nu kaybettik… Tanıyanların sevgiyle bahsettiği arkadaşımızı son yolculuğuna uğradık, çok erken bir kayıp oldu bizim için… Umarız gittiği yerde huzurlu olur… Bu sene LGBT Onur Yürüyüşü istenilen gibi gerçekleşmedi, birçok bahane ileri sürüldü. Keşke böyle yaşanmasaydı o gün; ama her ne olursa olsun insanca yaşama mücadelesi devam edecek! Herkesin eşit, huzurlu ve adil bir şekilde yaşadığı daha güzel bir dünya için “Yasak ne ayol! Aşk örgütlenmektir!” Keyifli okumalar :)

Fatma Selin AYAN Editör

PsiNossa 5


Toplumda Kadının Yeri Birçok Türk ve yabancı sosyolog Türk kadınlarını ve yaşadıkları problemleri incelemiştir ve çeşitli sorunlar saptamıştır. Yüksek doğum oranı, doğum kontrolü ve aile planlaması, kadının rolünün sadece annelik ve ev yaşantısıyla ilgili görülmesi, kendi yaşantıları hakkında herhangi bir söz hakkının bulunmaması, başlık parası, kuma getirme, evlenme ya da boşanma gibi yasal işlemlerde haklarını kullanamama, cehalet, özellikle kırsal kesimlerde daha çok görülen yaşadığı topluma göre davranılma beklentisi bireyselliğini yaşayamaması, aile içi şiddet, ikinci planda kalma, annelik ve ev yaşantısında kendisine verilen rolün yeterli olduğu görüşü kadınların yaşadığı çeşitli problemlerdir ( Gülendam, 2007). Bu konu birçok edebiyatçının da ilgisini çekmiştir ve kadınlara dair gördükleri sorunları eserlerinde işlemişlerdir. Kadınların kız çocuğu olarak, anne, eş veya sevgili olarak karşılaştıkları problemleri incelemişlerdir ( Gülendam, 2007). Toplumda kadın ve erkeğe biçilen rolleri incelediğimizde cinsiyet eşitsizliğinin geçmişten bugüne kadar devam ettiği görülmektedir. Bu eşitsizlik mesele ‘’kadın sorunu ‘’ olarak telaffuz edildiği sürece de aynı kalacaktır. Öncelikle kadını bir sorun olarak gören anlayış değişmelidir ki bu konuda adımlar atılabilsin. Her cins eşit haklara sahip olmalıdır. Bu eşitlik herkesin eşit ve demokratik bir biçimde yaşaması için gereklidir (Yeşilorman, 2001). Eşitlik herkesin eşit ve demokratik bir biçimde yaşaması için gereklidir (Yeşilorman, 2001). Tarihsel açıdan incelendiği zaman kadınların daha zayıf görülmesi ekonomik sebeplerle ilişkili bulunmuştur. Avcı-toplayıcı toplum modelinden tarım toplumu modeline bir geçiş olmuştur. Bu geçiş sadece ekonomik anlamda olmamış kadın ve erkeğin toplumdaki algısını da değiştirmiştir. Erkeğin fiziksel olarak daha güçlü olması erkeğin ön plana çıkmasına yol açmıştır (Kaymaz, 2010).

6 PsiNossa

Pelin YIRI

Değişim sadece tek yönlü olmamıştır. Konuya kültürel bir bakış açısından yaklaşıldığında kadının erkeğe kıyasla ikinci planda olması dinin gelişmesi ile ortaya çıkmıştır ( Kaymaz, 2010). Geçmişten bugüne kadarki süreçte kadınların toplumda yer aldığı konuma baktığımızda tarıma geçilmeden önce yaşanılan göçebe hayata ve de İslam öncesi Türk kültürüne bakıldığında kadınlar ve erkekler arasında göreceli bir eşitlik görülmüştür. Kadınlar da ata biner, devlet işlerinde ve ülke yönetiminde de Hatun en az Hakan kadar aynı haklara sahipti; fakat bu sitem göçebe yaşamdan tarıma geçilmesiyle ve dinlerin yayılması ile birlikte değişim göstermeye başlamıştır. Kadının toplumda yer aldığı konum ilerlememiş aksine gerilemiştir. (Kaymaz, 2010).


Bu süreç bir süre boyunca devam etmiştir; fakat yaşanılan bazı olaylar bu konudaki kalıpları yavaş yavaş yıkmaya başlamıştır. Rönesansla beraber çeşitli değişimler yaşanmıştır. Daha sonra ise Endüstri Devrimi’nin ortaya çıkmasıyla kadınlar yavaş yavaş iş hayatında yer almaya başlamışlardır. Fransız Devrimi ile de beraber kadın hakları konusunda çalışmalar yapılmaya başlanmıştır (Kaymaz, 2010). Osmanlıda’da ne yazık ki durum çok parlak değildir. Kadınlar ikinci sınıf insan olarak görülüyordu, köle pazarları yaygındı, erkek birden fazla kadınla evlenebiliyordu ve kadınlar buna karşı çıkamıyorlardı, erkeklere kıyasla mirasın sadece yarısını alabiliyorlardı (Kaymaz, 2010). Bunlar, Tanzimat döneminin başlamasıyla yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Köle pazarları yasaklanmış, kadınların eğitim ve çalışma hayatına girmesi için bazı aşamalar kaydedilmiştir (Kaymaz, 2010). Geçmişte atılan adımları ve bazı gelişmelerden bahsettim. Günümüzde kadınların çalışma hayatında da çeşitli gelişmeler olmaktadır. Çok sık kullanılan bir kavram var: Toplumsal cinsiyet. Ne demek bu toplumsal cinsiyet? Toplumsal cinsiyet,

toplumda kadınların ve erkeklerin daha doğrusu kadınlığın ve erkekliğin nasıl algılandığı ile ilgili bir kavramdır. Hayatta cinsel ideolojiler dolayısıyla toplumda bazı şeyler ‘kadın işi’ olarak görülürken bazı şeyler de ‘erkek işi’ olarak nitelendirilir. Mesela ‘ev işi yapmak’ ya da çocuk yetiştiemek kadının zaruri ve doğal bir görevi olarak görülürken (Omay, 2011) erkek geçimi sağlayan kişi olarak görülmektedir (akt. Omay, 2011). Kısacası toparlamak gerekirse kadınlar geçmişten günümüze kadar birçok zorluklarla karşılaşmış ve mücadele etmişlerdir. Bu mücadele elbette ki tek bir alanda olmamıştır tıpkı eşitsizliğin tek bir alanda olmadığı gibi, kadınlar da tıpkı erkekler gibi ailede, iş yaşamında ve çeşitli sosyal alanlarda aynı eşit haklara sahip olmalıdırlar. Eşitliğin sağlanması için hukuksal, siyasal ve eğitim haklarına sahip olunmalıdır ki eşitlik sağlanabilsin. Tüm bunlar uygulandığı sürece eşitsizliğin ortadan kaldırılması için adımlar atılmaya başlanacaktır ( Yeşilorman, 2001).

PsiNossa 7


Stres ve Başa Çıkmada Cinsiyet Faktörü

Selen ÖZBEK

Strese maruz kalma ve stres yönetimi konusunda yapılan çeşitli bilimsel çalışmalar sonucu cinsiyetler arasında strese maruz kalma ve başa çıkma konularında farklılıklar bulunmuştur (Helgeson, 2010). Geniş bir çerçeveden bakıldığında stres verici yaşam olayları herkes için aynı gibi gözükse de bireyleri etkilediği durumlar farklılaşmaktadır. Cinsiyet faktörü, her konuda olduğu gibi stres konusunda da önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınlar daha çok yoksulluk, cinsel taciz, ayrımcılık, bakım veren olma gibi; erkekler ise işsizlik, fiziksel saldırı, finansal problemler gibi travmatik stres faktörlerine maruz kalmaktadır. Bireylerin, farklı stres faktörlerinden farklı düzeylerde etkilenmelerinin en temel sebepleri arasında toplumsal cinsiyet rolleri ve bellek kodlamasındaki farklılıklar bulunmaktadır. Kadınlara atfedilen sosyal rollerde çevreyle etkileşimin önemli bir yeri olması, onların kişilerarası ilişkilerle alakalı problemlerden daha fazla etkilenmesine yol açmaktadır (Nolen-Hoeksama, 2001). Benzer şekilde evin geçimini sağlamanın erkek rolü olduğu toplum tarafından benimsenmiştir. Bu nedenle işsizlik veya finansal problemler gibi durumlar, erkekler için daha yoğun stres faktörleridir. Rampell (2009) tarafından yürütülen bir araştırmaya göre 1970, 1980 yıllarında işsizlik oranı kadınlarda daha yüksekken, ekonomik krizlerin etkisiyle bu oran erkeklerde artmaya başlamıştır (akt; Helgeson, 2010). Stres verici yaşam olaylarındaki cinsiyet farklılıklarının bilişsel açıklaması olarak bellek kodlamasındaki değişiklikler karşımıza çıkmaktadır. Davis (1999) tarafından yürütülen bir araştırma sonucunda pozitif ve negatif duyguları geri çağırma, olayların detaylarını hatırlama gibi konularda kadınların daha iyi olduğu bulunmuştur (akt; Helgeson, 2010). Bunun en önemli sebepleri arasında kadınların çocukluktan itibaren çevreye odaklanarak, diğer insanlara bağlı olarak sosyalleştirilmesi ve kadınlara atfedilen sosyal rollerdir (Cross ve Madson, 1997).

8 PsiNossa

Stres etkenleri ve tepkileri arasındaki ilişkinin istatistiksel olarak anlamlı olup olmadığını ölçen anket çalışmaları sonucunda, stresli olaylara verilen tepkilerde incinebilirliğin maruz kalmadan daha etkili olduğu bulunmuştur. Kronik stres adı verilen uzun süreli ve yoğun yaşanan stresin, özellikle kadınlarda depresyona yol açtığı bilinmektedir. Bu bilgilere dayanarak yalnızca stres verici olayların değil; incinebilirlik düzeyinin de depresyon yaşamayla ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Birçok farklı araştırmacı tarafından yürütülen anket çalışmaları sonucunda kronik hastalığı olan partner, ergenlik ve kişilerarası ilişkiler gibi konularda kadınların, iş ve maddi sıkıntılar konularında da erkeklerin daha incinebilir olduğu bulunmuştur (akt; Helgeson, 2010). Stres veren yaşam olaylarında olduğu gibi başa çıkma stratejilerinde toplumdaki statü, cinsiyet rolleri ve bağlam nedenleriyle cinsiyetler arasında farklılıklar bulunmaktadır. Erkekler daha çok stres etkenini tanımlama, sorunlara çözüm arama gibi problem odaklı başa çıkma stratejileri kullanırken; kadınlar problemin kontrol edilemez olduğunu düşünme gibi duygu odaklı başa çıkma stratejileri kullanmaktadır (Lazarus ve Folkman, 1984). Ayrıca, yine bir başa çıkma stratejisi olan geviş getirme davranışı, kadınlar arasında yaygındır. Geniş iletişim ağına sahip olan kadınların birbirini cesaretlendirmesi sebebiyle bu davranışın depresyonla karşılıklı etkileşim halinde olduğu bilinmektedir. Stresin birçok olumsuz etkisi olmasına rağmen, kişilerin gelişimlerine katkıda bulunduğu bilgisi de ihmal edilmemelidir. Kadınlarda daha çok gözlemlenmesine karşın her iki cinsiyette de etkisi olan travmalardan “hayat dersi” diye tabir edilen anlamlar çıkarma, maneviyat duygusunun ve kişilerarası ilişkilerin sağlamlaşması, kişisel kontrolün güçlenmesi gibi gelişimler, stresle sağlıklı bir şekilde başa çıkıldığı sürece bireylerin iyi oluş haline katkı sağlayabilmektedir.


PsiNossa 9


Şeytan Üçgeni: Kadın, Erkek ve Namus Selin Cennet GÜLMEZ Süregelen yıllar boyunca, değişim hep devam etmiştir. Düşünce yapılarında, bilim dünyasında ve sosyal hayatta ilerici devrimler gerçekleşmiştir; ancak konu cinselliğe geldiğinde birçok insan bu ilerici değişimleri gözardı eder ve cinselliğin doğal hayat döngüsünün bir parçası olduğunu unutarak, cinselliğin “yasak” ve “tehlikeli” kırmızı bir çizgi olduğunu iddia eder. Çağlar boyunca azımsanmayacak sayıda toplum, cinsel aktiviteleri erkeğe mübah; kadına ise günah ilan etmiştir. Ayrıca homoseksüel bireyleri yok sayan, sonuçları dehşet verici olabilen ilaçlarla eşcinselliği “tedavi” etmeye kalkan toplumlar da var olmuştur. İşin korkunç tarafı şudur ki ne kadar tepki toplasalar da bu tür toplumlar hala örneklendirilebilmektedir. Peki hangi kültür bireyi, cinsellik ve namus kavramlarını birarada düşünmeye zorlar? Neden cinsellik kadına yasaktır? Namus kavramını kadına ait bir olgu haline getiren nedir? Yakın zamanda namus kavramı üzerine eğilen bazı sosyal psikologlar kültürleri üç ayrı grupta incelemiştir: Onur kültürü, görünür imaj kültürü ve namus kültürü. Onur kültürü; içsel değerliliği esas alan, namus kavramını kadın üzerinden tanımlamayan ve Kuzey Amerika ile Batı Avrupa ülkelerini kapsayan kültürdür. Görünür imaj kültürü ise; Asya ülkelerini kapsayan, diğer insanların bireyde ne gördüğüne büyük önem veren kültürdür.Bu kültüre sahip toplumlarda namus kavramı genel olarak kadına yüklenmiş bir anlam çerçevesinde hayata yansır. Namus kültürü; bireyin, diğerlerinin gözündeki değerinin önemli olması açısından, görünür imaj kültürü ile benzerlik taşır. Namus kültürünü, görünür imaj kültüründen ayıran ise uyumun değil statü yarışlarının ön planda olmasıdır. Namusu zedeleyici hareketler utanma ve aşağılanma duygularını tetiklerken şiddet olaylarını da arttırır (akt. Akbaş ve Uğurlu, 2013). Sonuç olarak kadın korkunun,erkek gücün simgesi haline gelir. Kadının evlilik dışı cinsel birliktelikten kaçın-

10 PsiNossa

ması bir seçim değil zorunluluk halini alır. Kadna karşı baskı uygulama bu yol ile meşrulaşır. Akdeniz, Ortadoğu, Latin ve Güney Amerika namus kültürüne sahip ülkelerdir. Erkek bireyler, sahip oldukları konumu koruma yeteneği ve gücüne önem verirler. Kadınlar genellikle, erkeğe bağımlı oldukları için ailenin namusu açısından kilit noktadırlar. Erkeğin baskın ve güçlü, kadının ise itaatkar olması düşünülen namus kültürlerinde; kadının cinsel hareketleri namus tanımını en önemli unsurlarındandır (akt.Akbaş ve Uğurlu,2013). Dolayısıyla kadın, ahlak sınırları çerçevesinde çoçuk doğurmak için yaratılmış bir varlık olarak görülür. Tüm bu geleneksel roller ve toplumsal baskılar mantık dahilinde incelendiğinde ortaya çıkan sonuç tektir: erkeğin saldırganlığını haklılaştırarak kadının kimliğini yok etmek.Ancak kadın kimliğini tehdit eden tek kültür namus kültürü değildir.Bana sorarsanız, kadını cinsel aktivitelerden soyutlayarak ahlaklı olunabileceğini zannetmek kadar kadını cinsel obje haline getirmeye çalışmakta “akıl”dediğimiz kavrama aykırıdır. Namus kavramı kadın kavramı ile bir tutmadığı için övgüyü hakeden onur kültürü mensubu ülkeler (örn., ABD, İngiltere, Fransa), kadını metalaştırma olarak bildiğimiz kapitalist hareketin öncüleridir. Kadın vücudunun zayıf ve zarif olması gerektiğini karşımıza çıkan her reklamda, afişte ve filmde bize dikte eden ülkeler; kadınların her an bir iç çamaşırı defilesinde podyuma çıkmaya hazır melekler olmasını beklemektedirler. Çünkü small beden de aynı fiyata satılır, x-large beden de. Bu hakarete maruz kalan yalnızca kadınlar değildir. Beyaz perde ve beyaz camda sunulan jönlerin tamamına yakını üçgen bi vücuda sahiptir ki; bu durumu da evrensel bir “ideal erkek”yaratma çabası diyebiliriz. Sözün özü, tükettiğimiz tüm ürünler gibi insanların da fabrikasyonlaşması istenmektedir.


Akdeniz, Ortadoğu, Latin ve Güney Amerika namus kültürüne sahip ülkelerdir. Erkek bireyler, sahip oldukları konumu koruma yeteneği ve gücüne önem verirler. Kadınlar genellikle, erkeğe bağımlı oldukları için ailenin namusu açısından kilit noktadırlar. Erkeğin baskın ve güçlü, kadının ise itaatkar olması düşünülen namus kültürlerinde; kadının cinsel hareketleri namus tanımını en önemli unsurlarındandır (akt.Akbaş ve Uğurlu,2013). Dolayısıyla kadın, ahlak sınırları çerçevesinde çoçuk doğurmak için yaratılmış bir varlık olarak görülür. Tüm bu geleneksel roller ve toplumsal baskılar mantık dahilinde incelendiğinde ortaya çıkan sonuç tektir: erkeğin saldırganlığını haklılaştırarak kadının kimliğini yok etmek.Ancak kadın kimliğini tehdit eden tek kültür namus kültürü değildir.Bana sorarsanız, kadını cinsel aktivitelerden soyutlayarak ahlaklı olunabileceğini zannetmek kadar kadını cinsel obje haline getirmeye çalışmakta “akıl”dediğimiz kavrama aykırıdır. Namus kavramı kadın kavramı ile bir tutmadığı için övgüyü hakeden onur kültürü mensubu ülkeler (örn., ABD, İngiltere, Fransa), kadını metalaştırma olarak bildiğimiz kapitalist hareketin öncüleridir. Kadın vücudunun zayıf ve zarif olması gerektiğini karşımıza çıkan her reklamda, afişte ve filmde bize dikte eden ülkeler; kadınların her an bir iç çamaşırı defilesinde podyuma çıkmaya hazır melekler olmasını beklemektedirler. Çünkü small beden de aynı fiyata satılır, x-large beden de. Bu hakarete maruz kalan yalnızca kadınlar değildir. Beyaz perde ve beyaz camda sunulan jönlerin tamamına yakını üçgen bi vücuda sahiptir ki; bu durumu da evrensel bir “ideal erkek”yaratma çabası diyebiliriz. Sözün özü, tükettiğimiz tüm ürünler gibi insanların da fabri-

kasyonlaşması istenmektedir. Bireyin yalnızca var olan ya da elde ettiği düzenli gelirin miktarı ve sahip olduğu statüsü ile sevgi saygıyı hakedeceğini bizlere empoze etme çabası maalesef ki insani değerlerin yok olmasına neden olacaktır. Bu nedenledir ki namus kavramını cinsel organların faaliyetleri ile bir tutmak normalleşir. Bu normalleşme ile yeni neslin modern hayat ve geleneksel yaklaşım arasında sıkışması da olasıdır. Gürsoy ve Özkan (2014) 1167 üniversite öğrencisinin katılımıyla gerçekleştirdikleri araştırmada, namus kavramının anlamlandırılmasında oluşan bireyler arasındaki farklılıkların sebeplerini ve bu farkların oluşumunda etken olan ana faktörleri belirtmişlerdir.Son sınıf öğrencileri arasında yapılan bu araştırmada; özellikle erkek öğrenciler olmak üzere, katılımcıların genelinin, kadınların evlilik dışı cinsel birliktelik yaşamasına karşı olduğu görülmüştür. Yani halk arasında bekaret zarı olarak da bilinen “hymen”, fazlasıyla önem arz etmektedir. Neyse ki hymenin bebeklik döneminden 11-12 yaşına kadar vajina içine mikropların girmesini engellediğini bilen katılımcılar da vardır. Öğrencilerin cevaplarının şekillenişinde ise şu üç faktör etkili olmuştur: cinsiyet, mezun olunan lisenin türü ve anne babanın eğitim durumu. Şahsi düşünceme göre yıkılması en zor duvar; değişimi çevreleyen duvardır. Ancak o duvarda bir kere çatlak açıldı mı sorular ve yepyeni cevaplar birbirini kovalayacaktır. Demem o ki sahip olduğumuz bilgiyi sorgular, bize dikte edileni ölçüp tarttıktan sonra kabul edersek, en doğruya ulaşabiliriz. Karşımızdaki bireyi kadın ya da erkek olarak değil de insan olarak gördüğümüzde, kazancımız kaybımızdan büyük olacaktır.

PsiNossa 11


Toplumsal Cinsiyet Kübra ÇOLAK

12 PsiNossa

Peki bunu söylerken neyi kastediyoruz? Her toplumda yer alan zaman içerisinde insanların ürettiği, çeşitli özdeyişler vardır. Bu deyişler insanların inanış ve yaşayış tarzlarının bir ürünüdür aynı zamanda. Bu deyişleri birer cümle olarak değil de anlam açısından değerlendirdiğimizde insanların düşüncelerine de yön veren birer söylemler olduğunu kabul etmeliyiz. Toplum içerisinde bunları kullanan ya da duyan bireyler bir süre sonra bunları içselleştirir ve normal karşılar. Bu şekilde toplum insanlara nasıl davranmaları gerektiğini öğretir. Özdeyişler, deyimler, atasözleri bir toplumun kültürünü anlamamızda ve o toplum içerisinde ki bireylerin konumları açısından anahtardır aslında.

Çizimler: Sithzam @ deviantart

Biyolojik cinsiyet, bireylerin fiziksel farklılıklarına göre erkek (male) kadın (female) olarak sınıflandırılmaları anlamına gelmektedir. Toplumsal cinsiyet ise kadınların ve erkeklerin toplumdaki farklı rol ve davranışlarını tanımlar. Peki bu kimlikler bizlere nasıl aşılanır ve bizler bu rolleri farkında olmadan nasıl benimser ve oynarız? Ayrı sosyalleşme süreçlerinden geçen kız ve erkek çocukları birbirlerinden ayırt edilebilecek kadar farklı ve sosyal olarak da bölünmüş iki ayrı cinsiyet grubu oluşturmaktadırlar. Kültür bir toplumda kadın erkek rollerinin yaratılmasında en önemli etkendir. Toplumdaki birçok olgu hatta kullanılan dil dahi kadına ve erkeğe çeşitli roller yüklemektedir. İnsanlar dilden kültüre, kitle iletişim araçlarına kadar bu rolleri öğrenir ve yaşam şekli haline dönüştürürler. Toplumsal cinsiyet rolleri dile ve dilsel davranışlara açıkça yansımakta ve hem kadının hem de erkeğin birey olarak diline müdahale edilmektedir. Toplumsal cinsiyet, biyolojik farklılıklardan dolayı değil, kadın ve erkek olarak toplumun bizi nasıl gördüğü, nasıl algıladığı, nasıl düşündüğü ve nasıl davranmamızı beklediği ile ilgili bir kavramdır. Bu nedenle birçok farklı toplumda kadın ve erkek olmak farklı değerlerle algılanır ve kabul edilir. Toplumsal cinsiyetten bahsederken bazı kavramları ele alıp birlikte değerlendirmeliyiz. Bunlardan bir tanesi aile içi şiddettir. Aile içi şiddetin oluşumunda kültürel değerler önemli bir rol oynamaktadır. Toplumdaki kültürel norm ve değerler erkek egemen söylemi ve erkeğin kadına uyguladığı şiddeti meşrulaştırmakta ve onu yeniden üretmektedir.


Diğer bir kavram olarak töre cinayeti olgusunu ele alacak olursak töre cinayetleri toplumun ayıplarından belki de en ağırıdır. İnsanların üzerlerine yüklenen sorumluluk o kadar büyüktür ki kişi istemeye istemeye de olsa bu rolü kabullenmek zorundadır çünkü bu seçebileceği bir durum değil bu bir ödevdir. Töre cinayetlerinde bireyler ailesinin istemediği, kabul edemeyeceği ya da belki de toplumun bunu kabul edemeyeceği bir şey yapmaları yani toplumun onlara dayattığı rollerin aksi bir davranış sergilemeleri durumunda cezalandırılmaları gerekmektedir. Töre cinayetleri toplumun kullandığı anlamda namus ile doğru orantılıdır ve günümüzde kadınları daha çok etkilemektedir. İnsanlar kendilerini ait hissetmedikleri ve belki de istemedikleri hayata mahkum bırakılırlar. Bu yine toplumum tarafından üretilen bir olgudur. Toplum bunu o kadar içselleştirmiştir ki kişiden başka türlü davranmasını beklemek olanaksızdır. Genel olarak toplumun kişilere yüklediği rolleri kadın ve erkek açısından ele alacak olursak genellikle kadın hatayı yapan konumundadır çünkü namus olan kadındır ve bunu korumalıdır.

Kitle iletişim araçları da toplum tarafından üretilen rolleri insanlara benimsetmede en büyük etkenlerden biridir. Kitle iletişim araçları ataerkil ideolojinin öngördüğü doğrultuda bireylere nasıl birer kadın ve erkek olmaları gerektiğine dair rol modellerini sunarak, bu rol modellerin içselleştirilme ve yeniden üretilme sürecinde oldukça etkilidirler çünkü kitle iletişim araçları izleyenlere bir takım davranış modelleri sunmakta ve toplumsal cinsiyete ilişkin kalıpları sürdürmektedir. Bu durum da sosyal öğrenme metodundan hatırlayacağımız gibi model alma ve taklit önemli öğrenme süreçlerindendir. Sonuç olarak insanlar zaman içerisinde her şeye alışır ve içerisinde bulunduğu durumu özümserler. Kadın bile bu kötü ve kendisi için aşağılayıcı olan bu duruma o kadar alıştırılır ki ses çıkartsa ya da karşı gelse başına gelecekleri bilir; çünkü öğrenmiştir, öğrenmeye zorlanmıştır. Sen ‘bu’sun ona göre davran mesajı yaşam alanı içerisinde her yerde karşımıza çıkmaktadır. Peki, erkek bu durumdan gerçekten hoşnut mudur? Hayır değildir; çünkü erkeğin omuzlarına da ağır yükler bindirilmiştir toplum tarafından. Her ikisi de kendi toplumsal rollerinin dışında bir şey yapsa toplum tarafından aşağılanır veya dışlanırlar. Hiçbir insan bunun olmasını istemez, kendisini bulunduğu çevreye ait hissetmek ister. Birileri tarafından kabul görmek insanın sosyal güdülerindendir. Örneğin, “Erkekler ağlamaz.” sahi bu lafı kim üretmiştir? Nereden türemiştir? Nasıl bu kadar çok kullanılır hale gelmiştir? İşte bunu da toplum yine kendisi üretmiştir, peki erkeğin duyguları yok mudur gerçekten? Hayatın her alanında ağlamak istediğinde bunu hep gizlemek ya da güçlü durmak zorunda mıdır? İnsanı insan yapan değerlerden değil midir ağlamak. Erkeğe kaba davranmayı şiddet uygulamayı yakıştırırız da ağlamayı ya da kadınını öpmeyi neden ayıp karşılarız? Aslında bu durumun kadını da erkeği de olamaz toplumun cinsiyeti yoktur bu durum insan olmakla alakalıdır insanı insan yapan değerleri tekrar tekrar sorgulamakla alakalıdır. Doğduğu andan itibaren kendisine sormadan kişiye davranış kalıpları oturtmak, yaşam şeklini belirlemek adil midir? Kişi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorgulayıp insanları belirli kalıplara sokmak insanın en temel ihtiyaçlarından olan “özgürlük” olgusunu ellerinden almaktır.

PsiNossa 13


14 PsiNossa


Ece Temelkuran Değerli yazar ve gazeteci Ece Temelkuran ile editörümüz Selin Ayan bu sayımız için bir röportaj gerçekleştirdi. Ece Temekuran bu röportajda toplumsal cinsiyet, cinsellik, önyargılar, insana dair görüşlerini ve psikoloji öğrencilerine tavsiyesini bizlerle paylaştı. -Romanlarınızda çok farklı kadın karakterler var; ama hepsinin ortak özelliği güçlü ve alışılmışın dışında kadınlar olmaları. Tabir-i caizse kadının adının olmadığı bir ülkede böyle kadın karakterler yaratmak bir başkaldırı mı? - Romanların başkaldırmak diye bir görevi ve hatta niteliği olmadığını düşünüyorum. Sanırım karakterler daha çok yazarın olmak istediği, olmaktan korktuğu, bazen de olduğunu sandığı insanlar. Çünkü yazmak, aslında büyük oranda yapamamaktan kaynaklanıyor bana sorarsanız. Olamamaktan, tamamlanamamaktan. Yazı, hayatı tamamlayan bir uğraş. Yeniden, daha iyi haliyle yaratan. Galiba ben de kadınları yeniden yaratmak istiyorum. -Atasözlerimize, deyimlerimize ve toplumdaki din algısına bakacak olursak kadın hep kötülük getiren, sakınılması gereken bir varlık olarak görülüyor. Sizce bu durum neden böyle? Toplumsal bilinç dışımızdaki bu algıyı ne besliyor olabilir? -Bütün o sözünü ettiğiniz şeylerin erkeklerin icat etmiş olması ve erkeklerin kadınlardan dehşetle korkması. Korkmakta da haklılar. Kadın cinsi çok güçlü, çok iyi adapte olabilen ve inatçı bir cins. Kadınlar, erkeklerin en büyük hayali ve en büyük korkusu. Belki tanrılar değil ama tanrıların sözlerini aktardığını söyleyenler bana sorarsanız kadınlardan çok korkuyor. Sanırım bir zamanlar öldürdükleri kadın tanrıların gazabına uğramak korkusu bu.

-Toplumsal cinsiyet rolleri hem kadınları hem de erkekleri oldukça etkileyen bir olgu. Biz hep kadınlar üzerinden eleştiririz toplumsal cinsiyeti; ama erkeklerin de maruz kaldığı pek çok olumsuz durum var, kendilerine yüklenen misyonlar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? -Onlar yeterince anlatıyorlar trajedilerini. Biz kadınların trajedisini yeterince anlatılmadığını düşündüğümüz için bu düzeni eleştiriyoruz. Bugün bakın popüler edebiyata, sinemaya… Hep erkeklerin hikayeleri. Hep ama hep! Ortalık keder içinde kıvranan ergen erkek edebiyatından geçilmiyor.Bu hikayelere kızmamın nedeni erkek trajedisini anlatıyor olmaları değil katiyen. Sadece bunları anlatırken sistemi eleştirmiyorlar ve durmadan dertlerine yanıyorlar. Bunda arabesk bir taraf görüyorum, yetişkin olmanın sorumluluğunu almayan bir taraf. -Toplumsal cinsiyetin uzantısı olarak bir de cinsel kimlik çıkıyor karşımıza. Bir zamanlar psikoloji camiasında hastalık sayılan eşcinsellik bugün böyle görülmüyor. Bu çok güzel bir gelişme; ama maalesef ki hala meslektaşlarımız arasında eşcinselliği tedavi ettiğini söyleyenler var. Toplumdaki bu tabular yıkılabilir mi sizce? Cevabınız evetse neler yapılabilir? -Gülmeden edemiyorum. Eşcinselliğin tedavisi mi! İnsanların cehaletinden ve korkularından para kazanan soytarılara siz de meslektaşımız dememelisiniz bence.

PsiNossa 15


-Her geçen gün yeni bir travmatik olay yaşanıyor ülkemizde ve toplumsal hafızamız çok çabuk sindiriyor bu olayları. Sanki kanıksamış ve alışmış gibiyiz. Bir yazar ve gazeteci olarak ülkemizin travmatik olaylara tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? -Devir’de biraz bunu anlatmaya çalıştım. Zulmün otomatik olarak getirdiği bir şey değil direnmek. Direnmek, ahlaki bir seçim. Yoksa zulüm, mazlumu zalime çevirme bilgisini de taşıyor. Sadece bu ülke ile sınırlı bir bilgi değil bu, bütün dünyada, insanların tamamını içine alan bir bilgi ya da kalabalıkları diyelim. Bence biz duygu manyağı olduk. Mermi manyağı gibi. Bu kadar çok duyguyu yaşayacak bir insan yok dünyada. Kapasite aşılınca da apati gelişiyor, sonsuz bir kayıtsızlık. Kayıtsızlık bir korunma yöntemi. Başka çaremiz kalmadı belki de. -Tunus’ta, Beyrut’ta bulundunuz, Amerika’yı, Avrupa şehirlerini gördünüz, insanlarını tanıdınız. Neler kattı size bu seyahatler? -Kültür denen şeyin abartıldığı bilgisini kattı. Kültür farklılığı lafı büyük oranda bir safsata. Bir efsane. Tunus’taki arkadaşımla Amerika’daki arkadaşım arasında hemen hemen hiç fark yok. Bu önemli bir bilgi bence.

-Ağrı’nın Derinliği kitabınızda yıllardır tartışılan, herkesin kendi dediğini kabul ettirmeye çalıştığı ve buna maruz kalanların acılarının hep ıskalandığı zorunlu Ermeni göçünün Türkler ve Ermeniler açısından yankılarına değindiniz. Çocuklardan yaşlılara kadar geniş bir kesimle röportajlar yaptınız. Nasıl bir algı var insalarda bu konuya dair? Ön yargılar, toplumsal bilinç dışı nasıl etkiliyor insanların bakış açısını? -Bu uzun bir konu ve bu yüzden bir kitap yazdım zaten; ama en kısası şöyle denebilir: Algılamama termini var insanların. Öğrenilmiş bir meraksızlık. Bu en kötüsü. Çünkü bu meraksızlığı, öğrenme,bilme engelini kendi fikirleri, kendi seçimleri sanıyorlar. Oysa bu onlara ezberletilmiş bir tutum. -Son romanınız Devir’de ülke tarihimizde çok önemli bir dönemi iki çocuğun gözünden anlatıyorsunuz. Onların kelimeleriyle, onların bakış açısıyla 12 Eylül’ün başka bir yönüne dikkatimizi çekiyorsunuz. Bir yandan da 12 Eylül Ankara’sının kasvetini Ali ve Ayşe’nin cümleleriyle dağıtıp okura nefes aldırıyorsunuz. İki çocuğun gözünden bir roman yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Onların gözüyle sarsıcı bir dönemi anlatmak nasıl bir deneyimdi? - Sarsıcı bir deneyimdi. Çünkü insan kendi geçmişine de bakıyor, geçmişteki kendi çevresine. Günahları görüyorsun. Doğrusu bu günahların hepsini yeterince yazdım mı? Hayır yazmadım. Çünkü bu fazla sarsıcı olurdu, başa çıkamayacağım kadar sarsıcı.

16 PsiNossa


-Siz bir yazar ve gazeteci olarak, bizler de psikologlar olarak insanları inceliyoruz, onlara dair araştırmalar yapıyoruz, çıkarımlarda bulunuyoruz. Sanıldığının aksine psikoloji biliminin ilkeleri sadece klinikte değil, iş hayatında, sosyal ilişkilerde, okulda kısacası insanın bulunduğu her yerde. Sizi insan psikolojisine dair en çok ne şaşırtıyor, düşündürüyor? - Unutma bilgisi. Belki bir de müşterek yalanlar. Hep birlikte yalan söylenmeye karar verilmiş ortak utançlar. Sanırım o utançların karşısında her şeyi bir anda söyleyiveren çocuklara benzemek istiyorum; ama çocuk olmadığım için böyle girişimlerin öldürücü bir sessizlik, bir sükut cinayetiyle nihayetleneceğini de biliyorum. -Bir karakter oluşturup onun psikolojisine girmek, ona bir kişilik kazandırmak, dahası bunu romandaki her karakter için yapmak farklı bir deneyim olsa gerek. Bu karakterleri ortaya çıkarırken yaşam tecrübeleriniz size ne kadar yol gösterici oluyor?

-Mersin Üniversitesi Psikoloji Topluluğu’nun düzenlediği 7. Psikoloji Günleri’ne konuşmacı olarak katıldınız, birçok psikoloji öğrencisiyle etkileşimde bulundunuz. Oradaki küçük bir örneklem; ama psikoloji öğrencileriyle bir arada bulunmak nasıl bir deneyimdi? -O günü hiç unutmayacağım. Paha biçilmez bir deneyimdi. İnsana bakanlarla beraber ülkeye, hayata bakmak başka bir zarafet içeriyor. Bu zarafeti seviyorum. -Ot Dergisi’ndeki köşenizde Mersinde’ki psikoloji öğrencilerinden güzel bir geri bildirim aldığınıza değindiniz.Röportajı sonlandırırken bu etkinlikten de yola çıkarak psikoloji öğrencilerine neler demek istersiniz? Tavsiyeniz ,öneriniz, eleştiriniz var mıdır? -Bildiğinizi düşündüğünüz her şeyi bir kere daha öğrenin. Çünkü insanın çekirdeği henüz ulaşamadığımız kadar derinde.

-Yazarın kendine ait bir yaşam tecrübesi var mı, emin değilim. Kendime mi ait gözlerim? Yoksa bana ait olmayan gözler de mi taşıyorum. Konunun burası kulağa biraz mistik geliyor; ama yazar olmanın on bin göze sahip olmak demek olduğunu düşünüyorum. İçlerinden biri seninki; ama hangisi tam olarak seninki hiç bilemiyorsun.

PsiNossa 17


Cinsiyetin ve Cinselliğin Topluma Yansıması Cinsiyetin ve cinselliğin topluma yansıması anlaşılacağı üzere toplumsal cinsiyeti akla getirecektir. Bu nedenle toplum dediğimizde de sosyal ilişkiler, gruplar ve altgruplar konunun altbaşlığında yer almalıdır. Cinsiyetin toplumdaki yansıması kültürle belirlenir. Kültürün içindeki etmenler cinsiyete dayalı rolleri belirler. Örneğin, cinsiyet rollerinin kültüre göre belirlenmesi toplumsal cinsiyet anlayışının temelini oluşturur. Bir başka ifadeyle kadın ve erkek toplumda kültüre göre rol alır. Tabi ki bu sınıflama anatomik özelliklere göre yapılacağı gibi feminite ve maskülenite gibi kavramların sıfatlaşmasına bir bireyi tanımlayan nitelikler olarak toplum ve kültürün içinde yer alır. Kültür içinde yer alan bu iki kavram kadına pasif ve erkeğe de aktif rol biçer. Böylelikle bazı noktalarda kültürün etkisiyle kadın ve erkeğin toplumsal rolleri ayrılmış olur. Erkek, ekmek kazanan (bread-winner) konumundayken; kadın, ev işleriyle ve çocuk bakımı ile ilgilenen (caregiver) konumdadır. Geniş aile tipinden çekirdek aile tipi doğru gidildikçe, aynı zamanda tarım toplumundan endüstri toplumuna da gitmiş oluruz. Böylelikle ilermeleyle beraber aile tipinde rollerin değiştiği göz önünde olur. Başka bir deyişle çalışma hayatı kadının ve erkeğin toplumdaki rollerini tekrar yapılandırmıştır. Kadınların çalışma hayatında yer almasıyla ve de eğitim seviyelerinin artması geneksel

18 PsiNossa

Mertcan IŞIK

kadın rolünde değişimlere neden olmuştur. Her ne kadar roller değişmiş olsada çekirdek aile yapısının temelini ataerkil aile yapısı tutmaktadır. Bu yapının temelinde de heteronormatiflik denilen düzcinsellik kuralları tutmaktadır. Bu kurallar gereği erkek veya kadın biyolojik devamlılığı sağlamak için bir araya gelir ve aile kurarlar. Bu kurallar dışında kalan hiçbir yapı toplum içinde var olamaz fikri ise ayrımcılığın konularından olan cinsiyetçilik ve heteroseksizmdir. Kısaca bu normatif yapı kadınları ikinci plana attığı gibi heteroseksüel olamayan bireyleri de ikinci plana akmakta hatta ve hatta nefret suçlarına neden olmaktadır. Bu baskı ve ayrımcılık toplum nezninde bir korku olarak homofobi, transfobi ve bifobi gibi türleri beslemektedir. Bu bireyler üzerindeki ayrımcılık, açılma sürecini ( coming-out) sekteye uğratmakta ve çeşitli kaygı bozukluklarına, madde ve alkol kullanımlarına veya bağımlılığına hatta intihar girişimlerini de içeren sonuçlara neden olarak psikolojik yıkıma neden olamaktadır. Cinsiyetin toplum üzerindeki etkisi ele alırken kadın ve/veya erkek olarak anatomik yapıyı baz alarak değerlendirme yaparak kurallar ve normlar oluşturmak toplum yapısında kutuplaştırma sebebi olacağı açıktır. Bu tür gibi konuların daha iyi anlaşılması için akademik alanlarda kadın çalışmalarına, LGBTİ çalışmalarına ihtiyaç vardır. Ayrımsız bir dünya için... Esen kalın...


SOMA Soma köşemiz için yazı yazacak değerli konuk yazarlarımızın programlarının yoğunluğu sebebiyle kendileri önümüzdeki sayılarda yer alacaklar. Soma; dört harf, akla acıyla gelen yüzlerce can... 13 Mayıs 2014’te ateş sadece Soma’ya değil; hepimizin evlerine düşmüştü. Evet, “can”ı giden 304 madencinin yakınları kadar olmasa da hepimiz endişeyi, üzüntüyü, öfkeyi hissettik... Hissetmek belki acıyı paylaşmak için gerekliydi; ancak hem bir “insan” hem de bir psikoloji mezunu olarak biliyorum ki uzaktan izlemek ne oradaki insanların acısını dindirmeye ne de kendi vicdanımın bir nebze de olsa rahat etmesine yeterli değildi... İlk kez SomaDA projesinin Dursunbey merkezine gitmek için yola çıkarken aklımda travmaya dair öğrendiklerimin yanında sorular vardı; Bölgeyi, oradaki kişilerin durumunu bilmiyordum ve “Acaba yarar sağlayabilir miyim?” endişesindeydim. Orada bulunduğum süreçte görüşme yapabildiğim kişilerin tepkilerinden, incelememiz gereken görüşme raporlarından, bilgilerden ulaştığım belki de en önemli sonuç “Onlar için orada bulunmamızın, onları hatırlıyor olmamızın bile onlara iyi geldiği”ydi. Bu durum hem endişelerime hem de vicdanıma deyim yerindeyse su serpmişti. Görüşmeler sırasında, ziyaretlerde acılarının büyüklüğünün, öfkelerinin dinmemesinin sebeplerinden birinin kazadan sonra hayatını kaybedenlerin cenazelerine sanki “çöp yığını” gibi muamele yapılmış olması olduğunu da tekrar duydum ve bu bende sosyal medyadaki “Soma’yı unutma!” çağrılarından çok daha derinde bir iz bıraktı! Kiminin eşini, kiminin evladını kaybettiği Soma olayını başka kazalarla kıyaslayıp ölüm şekline neredeyse ‘şükrettiklerinin’ şahidi olmak iş yerlerinin denetimsizliğini, güvensizliğini, ülkede önlenemeyen iş

kazalarını tekrar tekrar yüzüme çarptı. Unutmamamız gerekenleri, alınması gereken önlemleri, bunun için gerekli mercilere yapılacak çağrıları, “baskıları” hatırlattı. Dönerken, öğrenmeye çalıştıklarımı kitap sayfalarının arasından ziyade hayata dair bir yerlerde deneyimlemiş oldum ve tecrübesizliğin sebep olduğu, kafamda uygulama alanına yönelik olan birtakım soru işaretleri çözümlenmek için bir yol bulmuş oldu. Bu proje olmasaydı belki hiçbir zaman bir psikoloğa gitmeyecek, gidemeyecek olan kişilere ulaşmış olmak, “Siz bizim halimizi böyle soruyorsunuz, o yetiyor.” deyişlerinin muhattabı olmak, hayatın her şeye rağmen mücadele etmeyi gerektirdiğini duymak, buna şahit olmak dönerken sadece “Mesleki olarak çok farklı deneyimler edindim.” dedirtmedi; aynı zamanda hayata dair, en az mesleki anlamda olan katkılar kadar değerli şeyler öğrenmemi sağladı. Belki kazaya, kaza sonrasına dair haberlerde duyduğum “Ama bu kadar olamaz.” tepkisi verdiğim olayların gerçekliğini yaşamış kişilerden duymuş olmamın ve de o kişilerle bir süre de olsa etkileşime girmemin sebebiyle Soma’yı da sadece iki kuruş daha fazla kâr kaygısıyla alınmayan tedbirlerin canından ettiği tüm işçileri de onların mağdur olan yakınlarını da haberlerde isimleri anıldığı zamanlar dışında da .hatırlayacağım. Acıyı da öfkeyi de hakları sağlanana kadar içimde saklayacağım! •Psk. Betül POLAT

PsiNossa 19


Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği

Yasemin ŞENYURT

Şizofreni, insanın kişilerarası ilişkiler ve gerçeklerden koparak, kendine özgü bir içe kapanım dünyasında yaşadığı bir ruhsal bozukluktur. Şizofreni bir beyin hastalığı ya da hastalıklar grubudur. Nasıl şeker hastalığı, multipl skleroz, kanser ya da kalp hastalığı bilimsel ve biyolojik konularsa, şizofreni de o derece bilimsel ve biyolojik bir konudur. Şizofreni, tahmin edildiğinden çok daha fazla görülen, yaygın bir hastalıktır; fakat yaygınlığı ve şiddetine karşın toplum tarafından çok az dikkat çekmektedir. Şizofreni bütün kronik hastalıklar içinde en pahalı olanıdır. Büyüme ve eğitim yıllarını olağan bir biçimde geçiren ve tam üretken olacağı sırada şizofreniye yakalanan bir insan hem bireysel hem toplumsal anlamda ciddi bir sarsıntı yaratır. Şizofreni, toplumun büyük bir kesimi tarafından korku verici, tehdit edici, “delilik”le eş anlamlı, dehşet uyandıran bir sözcük olarak algılanmaktadır. “Deli” sözcüğü toplum içinde aşağılayıcı ya da küçük düşürücü nitelemeler yüklenerek bir bakıma hakaret amacıyla kullanılmaktadır. Toplum şizofreniyi bir “damga” olarak algılamaktadır. Şizofreni hastası ve ailesi, bu hastalıkla baş etme güçlüklerinin yanı

20 PsiNossa

sıra damgayı da taşımak zorunda kalır. Toplumun beslediği bu ağır yük birçok aileyi bu hastalığı perde arkasında gizlemeye iter. Bu, bir bakıma şizofreniyi yirminci yüzyılın “cüzzam”ı haline getirmiştir. Aileyi hırpalayan ve güçsüz bırakan, en az hastalığın kendisi kadar bu damgayı taşıyor olmaktır. Bu hastalıkla mücadelenin ve başa çıkabilmenin yolu bilgi birikimimizi hastalar ve yakınlarıyla paylaşmak ve elden geldiğince bilgilenmeyi arttırmaktır. 2006 yılında, farklı şehirlerde aynı amaçlarla kurulan şizofreni derneklerinin ülke düzeyinde örgütlenerek birleşmesi ile tek bir çatı altında toplanan şizofreni dernekleri, dayanışma içinde güç birliği yaparak; toplumun şizofreni hastalığı konusunda bilgilendirilmesini, toplumsal desteğin artırılmasını, şizofreninin tedavisi ve rehabilitasyonu ile ilgili tüm olanakların seferber edilmesini hedefliyorlar. Başkanlığını Doç. Dr. Haldun Soygür’ün yaptığı Türkiye Şizofreni Dernekleri Federasyonu; dernek üyesi olan hasta ve hasta yakınları ile gönüllüler, şizofreni ve sivil toplum örgütü yöneticiliği konusunda eğitim alarak federasyonun gelecekte daha da güçlenmesi için çalışıyor.


Federasyona bağlı Ankara’da bulunan dernek Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneğidir. Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği, Doç. Dr. Haldun Soygür ve diğer sağlık çalışanlarıyla, hastalar ve yakınlarıyla 1998 yılında Ankara’da kuruldu. Kurulduğu günden bu yana şizofreni tedavisi gören bireylere ve ailelerine yönelik hastalık hakkında ve yaşanılan sorunlar hakkında paylaşımlar yapan ve bu paylaşım toplantılarıyla aslında şizofreni hastalığı ile birlikte yaşamanın, ilaç tedavisinin öneminin, birlikte hareket etmenin önemini vurgulayan dernekte öğrendiklerimiz ve paylaştıklarımız sayesinde şizofreni hastalığının yaşamımıza olumsuz etkilerini en az düzeyde tutabiliyoruz. Derneğimizin başkanı olan Klinik Psikolog Dr. Muazzez Merve Avcıoğlu ile ODTÜ Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Nuray Karancı’nın şizofreni tedavisi gören bireylerin ailelerine yönelik hasta yakını toplantıları ve Prof. Dr. Nuray Karancı’nın Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde açmış olduğu alan dersi ile derneğimizdeki üyelerimiz her geçen gün hayata daha üretken bir şekilde katılabilmektedir.

Hastalığın ya da yaşamın yarattığı sorunlara birlikte çözüm üretiyor olmak da daha sağlıklı ve daha güçlü olmamızı sağlamaktadır. Alan dersini seçen psikoloji bölümü öğrencilerinin derneğimize geldikleri günlerde paylaşım toplantılarını, tiyatro çalışmalarını, koro ve dans etkinliklerini hazırlamaları sayesinde saatlerimizi anlamlı bir şekilde değerlendirmekte ve sürekli bir şekilde yeni şeyler öğrenmekteyiz. Her dönemin sonunda( genelde Aralık ve Mayıs aylarında) Şizofreni Penceresinden Hayat etkinliğini dönem içindeki ortak kararlarımız ve çalışmalarımız sayesinde genellikle ODTÜ Mimarlık Amfisi’nde sahneleme olanağını buluyoruz. Bu etkinlikte sahne tozunu yutmak ve her etkinlik sonunda bizi izlemeye gelenlerden gelen soruları ve değerlendirmeleri duymak hepimize iyi geliyor. ODTÜ Psikoloji Bölümü’ndeki alan dersinin sorumlu hocalarından olan Araştırma Görevlisi Ali Can Gök ‘ün ve her dönem bu dersi seçen öğrencilerin bizler için yaptıklarını yaşamımız boyunca unutamayız.

PsiNossa 21


Derneğimizin anneleri olan Meral Taşkent, Fatoş Umman Canborgil ve Perihan Güleç sayesinde dernekte huzurlu, sakin, sevgi dolu anlar yaşıyoruz. Onlar sayesinde hayata daha olumlu ve daha neşeli bakabiliyoruz. Bizler için her türlü fedakarlığı yapan dernek yöneticilerimiz sayesinde yıllardır bir evimiz, bir üniversitemiz ve bir işimiz var.

22 PsiNossa

Aynı zamanda derneğimizde yıllardır bizlerle çalışan fotoğraf atölyemizin hocası Fazlı Öztürk’e ve bu sene bizlerle birlikte çalışmaya başlayan resim atölyemizin hocası Filiz Ertik’e ne kadar teşekkür etsek az… Beraber yeni sergiler açacağımız için duyduğumuz heyecanın daha da ötesinde bizlere verdikleri değerin, hayatımıza yükledikleri anlamın farkındayız ve sanat ile yaşamı bize farklı açılardan anlattıkları için onlarla birlikte olmaktan mutluluk duyuyoruz.


Psişizofreni ise yıllardır derneğimizde ve Mavi At Kafe’de bizler için çalışıyor ve etkinlikler düzenliyorlar. Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencileri olan Sibel’in ve Büşra’nın bu topluluğu kurmaları sayesinde ve ilerleyen yıllarda Zeynep’in, Ulaş’ın ve ismini şu an sayamadığım; ama kalplerimizde yeri olan her Psişizofreni üyesinin bizlerle buluştukları her an bizim için çok kıymetli… Derneğimize gelmek isteyen şizofreni tedavisi gören bireylere ve ailelere ve derneğimizde gönüllü olmak isteyenlere lütfen gelin ve bizlerle birlikte olun çağrısını yapmak istiyoruz. Birbirimize güç katarak derneğimizde birlikte olalım ve hayata sağlıkla, sanatla karışalım. Her daim yanımızda olan ve her sorunumuzu dinleyen, bizlerin yaşamını güzelleştirmek ve anlamlandırmak için sürekli yeni fikirler üreten ve sürekli çalışan Doç. Dr. Haldun Soygür ‘e tüm şizofreni tedavisi gören arkadaşlarım ve tüm hasta yakınları adına teşekkürü borç bilirim. Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneği: Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 39/6 Beşevler Ankara Tel: 0312 212 11 12 Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı: Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi 31/8 Beşevler Ankara Tel: 0312 212 00 06 www.sizofrenifederasyonu.com

PsiNossa 23


Ayın Farkındaklıkları: Temmuz 1 Temmuz

2 Temmuz Madımak Katliamı

Kabotaj Bayramı

3 Temmuz

Kemal Sunal’ın Vefatı

10 Temmuz

11 Temmuz

Ali İsmail Korkmazın Vefatı

Srebrenitsa Katliamı

21 Temmuz

Aya İlk İnsan Ayak Bastı 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekatı’nın Başlaması / 24 Temmuz Basın Bayramı 24 Temmuz Lozan Barış Antlaşması’nın İmzalanması

24 PsiNossa


Kül Kokulu Şiirler

Ne de güzel başlamıştı 2 Temmuz sabahı. Yazarlar kitaplarını imzalıyor, omuz omuza fotoğraflar çektiriyor, kahkahanın eksik olmadığı sohbetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Sonrasında bir gazetenin manşeti dillerde dolaşmaya başladı: “Müslüman Mahallesinde Salyangoz Sattılar!” Aziz Nesin çevirdiği metinler yüzünden tepki çekiyor, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne davet edilmesi halk tarafından hoş karşılanmıyordu. O sadece inanmama özgürlüğünü kullandı. “Ben saygı duyuyorum inananlara, onlar bana duymuyor.” demesi bir yakarıştı adeta. Cuma namazından çıkan gruplar dağıtılan bildirilerin etkisiyle kalabalıklaştı: 500, 1000, 1500, 5000, 15000… Kültür Merkezi, Vilayet Konağı derken ağzından kan damlayanlar Madımak’a yöneldi; dillerinde “Sivas Aziz’e Mezar Olacak!” sloganlarıyla… Parke taşlarının camları kırdığı, otelin içindeki bütün insanların merdiven boşluğuna sığındığı korku dolu anlar… Sivas; Pir Sultan’ın, Selçuklu’nun diyarı, cumhuriyetin temelinin atıldığı şehir, cumhuriyetin aydınlık yüzünün, sanatçısının yakıldığı şehir olmanın utancını hâlâ yaşıyor.

Madımak Türkiye’nin 35 yıldızlı, içinde yanan şairlerin şiirlerini okudukça yüreğimizde yanan yangının adresi olan tek otelidir. Bu otel “Korkak bir şekilde ölmemek için çabaladım.” diyen ve kurtulabilen bir kaç kişiden biri olan Aziz Nesin’in, bağlama virtüözü yirmi bir yaşındaki Hasret Gültekin’in, bir acıya kiracı şair Metin Altınok’un ve diğer otuz üç yiğidin, aslanın sonsuz olduğu oteldir. Bu otel, ne kadar ismi değişse de UnutMADIMAKlımda diyenlerin otelidir. Unutma, Unutturma!

Burak Bahadır AKIN

PsiNossa 25


i s e s ö k n u z e M M. Emin MANSURGÜRLER

Psikoloji okumaya karar vermem lise ikinci sınıfta alan seçimiyle aynı zamana denk gelir. O zamandan beri okumak istediğim tek bölümdü ve hiç değişmedi. Ne kadar sıkıntı yaşasam da hiç pişman olmadım bu kararımdan. Bu giriş size bütün lisans dönemim boyunca tüm enerjimi psikolojiye veya derslerime verdiğim izlenimi uyandırmasın. Aslına bakarsanız lisan dördüncü sınıfa kadar derslerime olan takibim asgari düzeydeydi. Bu durumun hem avantajları hem de dezavantajları olmuştur elbet. Dezavantajlarına baktığımda bu bilimin içine girip keyfine varmam gecikti; ama bunun yanında ilk üç hatta hazırlığı da sayarsak dört yılımda hep deneyimlerimden beslenmeye çalıştım. İngilizce öğrendim ve halen öğrenmeye devam ediyorum. Tiyatro yaptım.

26 PsiNossa

Tiyatronun içine girince daha önceki edebiyat bilgimi daha derinlemesine hatırladım ve inceledim. Felsefenin hazzına vardım ve modern hayatı nasıl yönlendirdiğini farkettim. Yurtdışı deneyim fırsatım oldu. Bu deneyim özgüven kazanma konusunda bana bir hayli yardımcı oldu. Farklı yaşam tarzlarının ve kültürlerinin içinde insanı dar bir çerçeveden kurtarıp sonsuz bir resmin varlığını keşfettim. Lisansın son yılına gelince de TPÖÇG sayfası açıldı hayatımda. Temsilcilikle birlikte UPOK (Ulusal Psikoloji Öğrenciler Kongresi) organizatörlüğü; bunun yanında çok iyi bir ekiple bölümün psikoloji etkinliklerini düzenleme ve yoğun ders yükü... Neredeyse bütün zamanımı psikoloji adına bir şeyler yaparak geçirdim, derken lisans eğitimim sona erdi. Bunları anlatmamdaki amaç bir psikologun işini sevmesi gerektiğine, nispeten entellektüel bir yapıya, kişilerarası iyi iletişim becerilerine ve geniş bir ufka sahip olması gerektiğine olan inancımdı; ama asıl değinmek istediklerim bundan sonraki kısımda...


Sıra iş hayatına geldiğinde daha önce duyduğum fakat içine girmeden hissedemediğim bir halde buldum kendimi. Önce çalışacak kurum bulmak zor oldu sonra da bulduğum kurumların çalışma koşullarını duyunca bir taraftan şaşırdım, öte taraftan üzüldüm. Daha önce mezun olan meslektaşlarım alanı ayaklar altına almış; “Bir taraftan başlayayım da ne olduğu önemli değil.’’ mantığı salgın bir hastalık gibi yayılmış; hak ettiği mesleki değeri ve çalışma koşullarını talep etmekten çok uzak olan insanlar sonradan mezun olacak arkadaşlarına iç burkan bir ortam hazırlamıştı ve durum halen değişmiyor. Bu vahim halin en önemli sebebi de sanırım sonuna kadar inandığım bilimsel kriterlerin ve etik meselesinin işlevsizleştirilmesi. ‘’İnsan nasıl inanırsa öyle yaşıyor, nasıl yaşarsa inançları o yönde değişiyor.’’ Demem o ki azizim, durum hem işçi hem de işveren gözünde ama işine geldiği için özellikle işveren gözünde çoktan normalleşmiş. Çarkı geriye çevirmek büyük ve nitelikli bir topluluk gerektirmektedir. Bu uyarı günümüz Türkiye’sinde her psikologun kulağına küpe olmalı. İkinci önemli mesele ise psikolojinin sınırları ve tanımıyla ilgili. Lisans

öğrencilerinin büyük bir kısmı ve alandışı insanların daha da büyük bir kısmı maalesef ki psikolojiyi ‘’klinik Psikoloji’’ den ibaret biliyor. Halbuki genel tanımı ‘’İnsan ve hayvan davranışlarını ve bilişsel süreçlerini incelemek’’ olan bir bilimin bu kadar daraltılmaya çalışılması gerçekten şaşırtıcı. Bu köşenin yazılarını okuduysanız eğer buraya yazan diğer arkadaşlarımın da zaman zaman bu konuya değindiğini görmüşsünüzdür. Ne büyük zenginliktir ki psikoloji sadece klinik psikolojiden ibaret değil. Psikoloji elimizde bir enstrüman.. Hangi bilim dalıyla çalışmak isterseniz elinizi atabileceğiniz bir alan. Memlekette imkanlar her ne kadar beklenenin ve istenenin altında olsa da bu bilimin aslını anladıktan sonra memleketin hali ne şevk kırmalı ne de umutsuzluğu düşürmeli. Nitekim insanı en geniş haliyle inceleyen bir bilim her zaman uğraşılası, her zaman anlamlıdır. Velhasıl kelam yazılacak çok, söylenecek daha da çok söz var. Sormak istedikleriniz veya bir kahve muhabbeti için mansurguler.m.emin@gmail.com adresinden dilediğiniz zaman ulaşabilirsiniz. Sevgi ve saygılarımla...

PsiNossa 27


Serbest Zaman Kadın

Kendinden taviz vermek istemeyen fakat bunu başaramayan bir kadın düşünün. Üstelik bunu hem başaramayıp hem de çabalamaktan asla vazgeçmeyen bir kadın. Evet bayım, öyle ki, daha doğduğu anda ona pembe giysiler giydirilmiş, hanım hanımcık olması istenmiş. Küçük yaşta, aniden büyüyüp serpilince ise daha geçen sene sokakta oynarken giydiği etekleri, hem de o en çok sevdiği kırmızı elbisesi bile komşuların ‘henüz serpilmemiş’ çocuklarına dağıtılmış. Çocuk biraz ağlamış; fakat sözlerini dinlemiş o kocaman insanların. Evet bayım, o güzelim kırmızı elbisesini giyip sokaklarda kahkaha atmak isteyen genç bir kadın düşünün. Kendisini koruyabilmek için mahallenin delikanlılarına ihtiyaç duymayan, size zayıf hatta çelimsiz görünebilecek bir kadın. Zavallıca gördüğünüz içinse onun içindeki gücü şimdiye dek fark edemediğiniz, belki sokakta ağza alınmaz laflar atıp, rahatsız edebileceğiniz bir kadın düşünün. Bu kadının gözlerine dikkatlice baktığınızda gözlerinin dolu olduğunu görürsünüz bayım. Gözleri

28 PsiNossa

Edanur TUNCA bazen yaşla bazense düşüncelerle dolu olduğu için fark etmeyebilir sizi. Ona şaka yaptığınızda gülümsemezse sakın alınmayın zira mizaha bayılır; fakat kendisine yapılınca hakaret sayabilir. Bu kadın yalandan nefret eder ve iltifatlarınızı da içten bulmayabilir bayım, çünkü bir çiçeğe benzemediği apaçık ortadadır. Bu kadın pek kolay değildir; fakat çok zor da değil. Yeryuvarın kurulu düzenine doğmuş her insan gibi toplum ile kendi doğruları arasında gider gelir. Sıradan bir kadın düşünün, daima yapacak çok işi olan ve evet, elbette ki kafası karışık bir kadın. Bu kadın kendini hiç beğenmez bayım, bazense saatlerce aynaya bakıp güzel olduğunu düşünür. Burnu kalkık değildir asla; fakat çekemeyeni de çoktur. Çünkü kadın büyük hedefler koyar bayım. Okumayı, üretmeyi sever; fakat bahsettiğimiz bu kadın kimi zaman sevdiği şeylerden bile korkabilen, ürkek bir varlıktır. Ülkesini sever ve ülkesi onu sevmedi diye ağlar bu kadın. Kandan korkar ve hayat bu ya devamlı kanar yaraları. Babasından ve hatta erkeklerden korkar. Erkekler incitir bayım, yıpratırlar. Yeni yeni öğreniyor mutlu ettiklerini de; fakat bazı erkekler kabadır bayım, bilirsiniz. Kadın incinir. O erkekler tarafından sevilmediğini küçük yaşta gazetelerden öğrenir. Okumuşsunuzdur artan kadın cinayetlerini. Gazeteler korkutucudur bayım. Sevdiniz değil mi bu kadını? Bu kadın size âşık olabilir bayım, hatta ömrünü sizinle geçirmek isteyebilir. Bu kadın eşiniz, anneniz, çocuğunuz, ebeniz, doktorunuz, aşçınız gibi pek çok sıfatınızı sırtlanabilir. Yıllar tam da hayalinizdeki gibi geçer; fakat siz dışarıdayken bu sıfatların ev içinde ona bıraktığınız bir yüke dönüştüğünü göremeyebilirsiniz. Kadınsa yıllar önce sırtındaki yaraların acısıyla anlar o kadar çok şey olup da yalnızca kendisi olamamanın acısını. Bir kadın düşünün bayım, sizi kocaman dünyasına alabilmek için yalnızca desteğinizi isteyen. Bu kadın hayallerindeki karakteriyle sınırlı kalmış ve tüm bilinmezliğini ona yüklemiş. Yapabileceklerini görmesi, kırmızı elbisesiyle sokaklarda direnebilmesi gerek. Farkındalık gerek bayım. Bir kadın düşünün, ona destek olur musunuz?


BİSEKSÜEL MALİ MÜŞAVİR İSTİYORUM!! Psk.Fatma İNCE Lezbiyen, başka bir kadına fiziksel veya duygusal anlamda ilgi duyan kadın demektir. Eşcinsel kadın olarak da tanımlanabilir. Gay, erkeklerin hemcinsleri ile kadınların hemcinsiyle olan ilişkidir. Fakat günümüzde kadınların hemcinsiyle yaşadığı ilişkiye lezbiyen diye adlandırılmasından dolayı gay denildiğinde sadece eşcinsel erkekler anlaşılmaktadır. Biseksüel, duygusal ve cinsel yönden hem hemcinsiyle hem de karşı cinse ilig duyan kişidir. Transseksüel, kendisini karşı cinse ait hisseden, karşı cinse benzeme isteği duyan ve ya kendisini karşı cinsten biriymiş gibi hisseden kişilere verilen addır. Buraya kadar yazılanların hepsi bütün internet sayfalarında bulabileceğiniz LGBT’nin tanımıdır. Şimdi günümüzde LGBT’nin nasıl algılandığına bakalım. Toplumumuzda LGBT ‘nin tek bir tanımı vardır ki o da sapıklık. Hormonların ve hislerin hiç bir şey ifade etmediği, bilimselliğin yok sayıldığı, hiçbir haklarının olmadığı düşünülen in-

sanların sapıklık damgası ile yok sayılmasıdır. Hiçbir zaman biseksüel mali müşavirimiz, gay işletmecimiz, lezbiyen ağdacımız ve transeksüel güvenlik görevlimiz olmadı mesela. Hormanları ve hisleri izin vermediği için sürekli suçlu konumunda olan bu insanlar, iş bulmakta problem yaşadıkları gibi toplum tarafından da dışlanmaktadır. Bence asıl sapık düşüncelere sapık olan insanlar, biseksüel bir bireyi gördüklerinde aklına ilk gelen şey grup seks olanlardır. Lezbiyen, gay, biseksüel ve transseksüel olan insanlar kendilerini kabul ettirmek için yalan söylemek zorunda kaldıkları gibi bu tür insanlarla arkadaşlık kuranlarda arkadaşları için yalan söylemek zorunda kalmaktadır. Çocuk sahibi olacak ebeveynler daha çocukları doğmadan pembeli mavili kıyafet hazırlamak yerine çocuklarını olduğu gibi kabullenme hazırlıklarında bulunsalar belki de daha güzel daha özgür bir dünya için adım atmış olurduk.

PsiNossa 29


Cinselliğin Gerekçeleri: Türkiye’de Evlilik Öncesi Cinsellik Ceren Nur GÜRLER Türkiye birçok farklı kültürü ve bundan dolayıda birçok insanı barındırmaktadır. Haliyle fikir çatışmalarının en hararetli olduğu ülkelerden birisidir. Cinsellik konusu ise hemen hemen herkes tarafından düşünülen bir konu ve tabu olmaktadır. Türkiye’deki cinsellik kavramını Foucault’nun ışığında inceleyelim. Foucault’ya göre iktidar bedenleri ele geçirmiştir. Öznelliğimiz hiçe sayılmış, bir nesnellik ortaya çıkmıştır. Bu cümleyi iyice açmak gerekirse şöyle somut bir örnek vermem gerekebilir: Bir böcek düşünün; onu öldürmek istiyor ya da ondan korkuyorsunuz. Peki aynı tepki bir köpeğe veya kediye karşı neden verilmez? Onları eğitebilirsiniz. Yapmanızı istedikleri belli şeyleri yaptırabilme şansınız var. Görüntüleri de bizim alışkın olduğumuz görüntüden farklı değildir: Bir ağız, bir çift göz, bir burun; ama böcekler öyle değildir. Tuhaf görünüşleri vardır ve onları yönetemeyiz. İşte otoritenin bize empoze ettiği de budur. Normalleştirdiği düzenin dışındaki yani yönetemeyeceği bir kimse bizim gözümüzde bir böcekten farksızdır. Franz Kafka’nın ‘’Dönüşüm’’ adlı eserini okuduysanız demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız. Foucault’ya göre cinsellik toplumdan dışlanabilecek bir konu değildir; fakat sürekli değişime açık bir olaydır. Cinsellik modernleşme ile birlikte sansürlenen bir olay olmaktan çıkmış, tam aksine her yerde konuşulabilecek yani otorite tarafından gözlemlenebilecek bir hal almıştır. Eskiden yasaklanan sansürlenen cinsellik olgusu ve otoritenin insan bedeni üzerindeki

30 PsiNossa

konumu şimdi sinsi bir yolla yani bireyin mutluluğunun çoğunluğa uyması halinde diğer bir değişle normal olanı bireylere empoze ederek gerçekleştirilmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse bireyin ne düşündüğü önemli bir hal almazken ne düşünmesi gerektiği ön plana çıkmakta ve birey aslında istediği şeyi yaptığını sanmaya otoritelerce zorlanmaktadır. Türkiye’deki cinselliği ele alacak olursak çok katı bir tutumumuz ve çifte standardımız var. Kadının, altını çizerek ‘’kadının’’ demek istiyorum, evlilik öncesi cinsellik veya daha da ileri gidecek olursam tek gecelik ilişkiler yaşaması çoğunluğu oluşturan bir kadın konseyi tarafından yargılayıcı bakışlar ile karşılanmaktadır. Tıpkı Foucault’un yaklaşımında olduğu gibi. Otoritenin uygun gördüğü yani nesnelleştirdiği standarda uyma çabası içindeki bireylerin uymayanları dışlaması söz konusu olmaktadır. Sonuç olarak sizden bir birey hayal etmenizi istiyorum. Önünde bir tabak dolusu yemek ve yemeğin kenarında duran çeşitli baharatlarla hayal edin. Bu kişi yemeğine bunlardan hiçbirisini katmaz ya da birkaçını veya belki de hepsini katabilir. Kişinin damak zevki size uymuyor diye onu yargılama hakkını kendinizde bulamazsınız. Cinsellikte de olduğu gibi. Kişi cinselliği basit bir cinsel aktivite olayı ile sınırlandırabilir ya da belki de içine aşk, akıl veya evlilik gibi unsurlar katabilir. Bunlardan hiçbirisi yanlış olmayacağı gibi hiçbirisi de doğru olmayacaktır. Daha öznel günlere...


Karikat端r

Ozan SERCE

PsiNossa 31


Asiye Nasıl Kurtulur? Ceren AYIK ve Nur İNCI

A Y I N F I L M I

1969 yılında Vasıf Öngören’in kaleme aldığı ve konu olarak ‘Bir hayat kadının, hayat kadını olma süreci’ ni işleyen epik tiyatro türündeki bu eser, 1973 ve 1986 yıllarında iki kez beyaz perdeye uyarlanmıştır. Nejat Saydam’ın 1973’ teki Türkan Şoray’ lı filminden tam 13 yıl sonra Atıf Yılmaz, kendine has üslubunu ile bu tiyatro oyununu yeniden filmleştirmiştir. Atıf Yılmaz, Asiye rolü için tercihini Müjde Ar’ dan yana kullanmıştır.

Film, Fuhuşla Mücadele Derneği’ nden iki önemli ismin, Selahattin’in (Ali Poyrazoğlu) genelevini ziyareti ile başlar. Oraya gelmelerindeki başlıca etken ‘Asiye’ adında bir hayat kadının onlara yolladığı mektuptur. Asiye’ nin erkek egemen toplumda var olma savaşını, onun da hali hazırda var olan sistemin bir parçası olma sürecini izlediğimiz filmde oyun içinde bir oyun oynanmaktadır. Dernek Başkanı’ nın seyirciyi simgelediği bu oyun Dernek Başkanı’ nın bulduğu çözümlere göre ilerleyecektir. Tüm bunlar olup biterken ekran başında olan bizler de Asiye’nin içine düştüğü durumlardan nasıl kurtulabileceğine dair çözümler bulmaya çalışacağız. Konudan kısaca bahsedecek olursak; Asiye hiçbir zaman bir genelev çalışanı

32 PsiNossa

olan annesinin yolundan ilerlemek istemez. Annesinin onu istememesinden sonra kendi başına yaşamaya ve asla annesi gibi olmamaya karar verir. Başlarda çalışmaya ve para kazanmaya çalışır; ancak güzelliği, yaşı ilerledikçe belirginleştiği için erkeklerin dikkatini çekmeye başlar. Ona gerçekten aşık olduğunu düşündüğü bir erkek hayatına dahil olduğunda bile işler yolunda gitmez. Bir fabrika çalışanı iken, ustabaşının tacizi üzerine hakkını savunmak isterken işsiz kalır. Ekmek parası kazanmak için bulduğu başka işler; onun bu çaresiz ve kimsesizliğinden yararlanmak isteyenlerin başka arzularına ve dayatmalarına sebep olur. Sonrasında ise bulunan çözüm yolları, onu annesi gibi olmaya iter. İronik olan, bu sonuca ulaşanın oyunu yönlendirmekte olan dernek başkanı olmasıdır. Asiye, Türk toplumu için ne ifade etmektedir? Vasıf Öngören ve Atıf Yılmaz, niçin ‘Asiye’ karakteri üzerine bu kadar düşünmüşlerdir? Bu sorulara cevap verebilmemiz için, küçük bir parantez açarak Brecht’ in tiyatro geleneğinden biraz bahsetmemiz gerekiyor. Çünkü Yılmaz da Öngören de bu gelenekten önemli ölçüde etkilenen iki önemli sanatçımızdır.


Brecht tiyatrosundaki en önemli mesele, topluma gerçekleri anlatmak için izleyiciye, izleyicinin algısını sorgulatmasıdır. Yani; doğal oyunculuk yöntemi yerine yapay ve abartılı bir oyunculuk, akıcı bir senaryo yerine kesintiler tercih edilir. Amaç ise; izleyicilere “Bir dakika durun, durun ve düşünün!” demektir. Toplumsal konularda kendi çıkarımı olan bir sosyal mesajı izleyiciye doğrudan iletmeye çalışmak yerine, kurmaca bir dünya yaratarak izleyicinin karşıdan bakmasını ve sorgulamasını hedefler Bertolt Brecht. Nitekim Vasıf Öngören de “Erkek egemen Türk toplumunda kadın figürünün vahameti” üzerine bir sorgulamaya girişir ve ortaya böylesine nadide bir hikaye çıkar. Atıf Yılmaz bu filmi ile kurmacayı müzikal ile harmanlayıp Türk Sineması Filmlerini bir tık üste taşımız ve yıllar sonra bile övünerek izleyeceğimiz bir eseri bizlere armağan etmiştir. Asiye’nin hayattaki varlık mücadelesinden yola çıkarak ülkemizde o dönemden bu döneme hala deVasıf Öngören: Asiye Nasıl Kurtulur? (1986) Süre: 101 dk. Oyuncular: Müjde Ar, Hümeyra, Ali Poyrazoğlu Yönetmen: Atıf Yılmaz

ğişmeyen bir erkek baskısı etkisini görmemizi sağlayan Vasıf Öngören: Bu nedenle Asiye Nasıl Kurtulur filmi gelecek nesiller için de büyük önem taşımaktadır. Özellikle bu dönemde toplumsal cinsiyet algısının yeniden tartışılması gerekmektedir. Ayrıca Brechtyen tarzdaki oyunlardaki

ve filmlerdeki en önemli özelliklerden birisi, kullandığı üslup ile birlikte seyirci ile oyuncu arasında bir duygudaşlık kurulmasını engellemek ve bunun akabininde olaylara salt akıl ile bakılmasını sağlamaktır. Brecht ‘e göre seyircinin tragedya biçiminde hissettiği gibi bir özdeşleştirme, toplumsal sorunları anlamak için gereken objektifliği öldüreceği için olaylara bakıştaki keskin mantığın gücü azalmaktadır. Bu nedenle tıpkı ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ filminde Asiye’ nin bir olayı, dahası toplumsal bir ideolojiyi anlatmak için yaratılan bir karakter olduğunun farkında olduğumuzda yaptığımız gibi; karakterlere dışarıdan bakarız. Salt mantık ile baktığımızda; olaylara üzülmek yerine olayları

irdelemek ve çözüm bulmak yönüne gideriz. Asiye’nin nasıl kurtulabileceği ile ve toplumdaki diğer Asiye’ lerin nasıl kurtulabileceği ile ilgilenmeye başlarız. Asiye’nin yaşadığı ahlaki çöküşün yalnızca kendisine ait olmadığını, toplumun bir parçası olan birey’ in hastalığının tüm toplumun hastalığı olduğunu fark etmeye başlarız. Böylece bireylerden yola çıkarak toplumların davranışlarını değiştirebilecek değişim-dönüşüm süreçlerini yaratmış oluruz. Brechtyen tarzı anlamak için öncelikle Brecht’in ‘Önce Ekmek Sonra Ahlak’ sözünü anlamamız gerektiğinin farkında olmalıyız. Ayrıca Türk Sineması’ nın en önemli yönetmenlerinden birisi olan ve kendine has üslubu ile sinema tarihinde ayrı bir yeri olan büyük yönetmen Atıf Yılmaz’ın en güzel eserlerinden birisi. İzlenmesini şiddetle tavsiye ediyoruz. İyi Seyirler.

PsiNossa 33


Karanlığın Sol Eli Ursula K. Le GUIN

A Y I N K İ T A B I

Merva ÖKSÜZ

Kadın Ya Da Erkek Değil De Sadece İnsan Olmak Cinsiyetimiz bize toplumda bir yer edinmemizi sağlayan, davranışlarımıza meşruiyet ya da uygunsuzluk sınırı getiren, bir bakıma nasıl yaşamamız gerektiğini gösteren özelliğimizdir. Sadece bizlere özgü değil hayvanlar için de geçerlidir cinsiyet ayrımı ve hatta hayvanlarda da dişinin erkeğinden farklı roller edindiği bilinir. Ancak bunun sadece bizim dünyamızda böyle olduğunu düşünün, ya da cinsiyetin toplumsal düzeni belirlemede etken olmadığı bir dünya düşleyin. Böyle bir yer şu anki bilgilerimize göre elbette ki yok ancak bir bilimkurgu kitabıyla böyle bir yerin içindeymiş gibi hissetmek ve kendimizi elçi Bay Ai’nin yerine koyup Kış Gezegeni’ni onunla beraber keşfetmek çok kolay. Cinsiyetin toplumdaki yansımasını görebilmek için başlıca yöntem cinsiyetin bizdeki gibi daimi olmayan bir toplum yapısının nasıl olabileceğini anlamakla olabilir. Ursula Le GUIN bunu kitabında açıkça verebilmiş. Kış gezegeninde insanlar doğduklarında bir cinsiyete sahip değiller, büyüme evrelerinde bizimki gibi bir ergenlik sürecinden geçmiyorlar.

34 PsiNossa

KİTAP DETAYLARI Yazar: Ursula K. Le GUIN İngilizceden çeviren: Ümit ALTUĞ Yayın Evi: Ayrıntı Sayfa sayısı: 256


. Kız ismi, erkek ismi gibi ayrımları yok. Kadın Hakları Savunma Derneği gibi bir oluşumu hiçbir Gethenliye –Kış’ta bir ülke- anlatamazsınız. Peki bu gezegende hiç mi cinsel duygular yok? İnsanlar nasıl çoğalıyor? Kitapta bu sorulara da cevap var. Tabi ki cinsel yönelim bu insanlarda da var. Yılın belli dönemlerinde cinsiyet kazanan bireyler çoğalabiliyor. Buna ‘kemmer evresi’ deniyor. Ancak bir Gethenli kemmerdeyken cinsel hormonlarının aktif olması kemmer sözü verdiği eşinin de hormonlarının aktif olmasına bağlı. Karşılıklı istek yoksa cinsel birleşme sağlanamıyor. Kemmer evresinden sonra insanlar eski androjen hallerine geçiyorlar ve bir sonraki kemmer evresinde hangi cinsiyette olacaklarını bilemiyorlar. Birkaç yıl önce çocuk doğurmuş bir Gethenli daha sonradan ailenin babası olabiliyor. İnsanlar sadece yılın belli bir döneminde cinsiyet kazandıkları için belli bir toplumsal cinsiyet rolüne girmek zorunda değiller. Gündelik hayatlarına belirleyen statü kadın ya da erkek olmaları değil. Kadınlar çocuk bakımına sıkı sıkıya bağlı değil. Freud böyle bir gezegende yaşamış olsaydı çalışmalarında ödipal sendrom olmayacaktı çünkü çocuğun anne ya da babayla hiçbir psikoseksüel ilişkisi yok. Bizlerin yeni doğmuş bir bebek için sorduğu ilk soru onlar için çok anlamsız. Peki böyle bir toplumda yaşayış nasıldır? Gethen’e farklı bir gezegenden giden Genli Ai ile birlikte bunu gözlemleyebilirsiniz. Ai’nin Gethen’e geliş amacı Ekumen denen 84 gezegenin katıldığı birliğe Kış’ı da dahil etmek. Bunun için önce Karhide’de daha sonra da Orgoreyn’de elçilik yapıyor. Bizim

Yazarın böyle bir toplum düzenine istek duyduğu ve bunun sağlayıcısı olarak da androjen bireyler gibi yaşamayı gördüğü belli. Bu kitaba göre cinsiyetimiz bizim sahip olduğumuz bir olgu olmamalı ve onun bize sunduğu ya da toplumun anlayışına göre bize kestiği rollere girmemeli, cinsiyetimizi bir elbise olarak görmemeliyiz. Yazarın hayal ettiği cinsiyetsiz bir toplumda yaşantı bu şekilde ve insanlar mutlu. Refah bir toplum düzeyine cinsiyetimizin esiri olmadan ulaşabiliriz. Gerçek dünyada bunun olmasını ne derece isteriz ya da eşitsizlik sorunun gerçekten çözümü olabilir mi tartışılır ama bu kitabı okuyarak gerçek bir kıyaslamaya gidebilir ve cinsiyetin kişinin ömrü boyunca sürekli olmadığı, değişken bir olgu olarak görüldüğü bu topluma bakarak kadın ya da erkek olmanın topluma nasıl bir yansıması olduğunu anlayabiliriz. Çünkü olmayanı inceleyerek olana bir bakış açısı kazandırmak daha kolay.

sürekli bahsettiğimiz, kadın dayanışma derneklerimizin uğruna çalışmalar yürüttüğü ‘eşitliğe’ bu biseksüel toplum sahip. Kitaptan aynen alıntı yaparak bunu daha anlaşılır kılabilirim: “Düşünün karşılıklı istemeyince cinsellik yok, tecavüz yok. Düşünün: insanlık güçlü ve zayıf, koruyucu/korunan, hükmeden/ hükmedilen, sahip olan/sahip olunan, aktif/pasif diye ikiye bölünmemiş.”

rogyny dinleyebilir.

Ursula K. Le Guin’e Kısa Bir Bakış

Yazar Karanlığın Sol Eli kitabıyla bilimkurgunun en önemli ödülleri olan Hugo ve Nebula’yı kazanmıştır. Guin’in erkek okuyucuyu rahatsız etmeyen bir feministliği vardır bu ideolojisini okuyucuya gizlice zerk eder. Kitaplarında yarattığı toplumlar anaerkildir. Kahramanlarında esas kız/esas oğlan yoktur; harika kadınlar ve kahraman erkekler yaratmaz. Zıtlıklara sıkça başvurur, anlatmak istediğini okuyucuya bu yolla verir. Bir Öneri: Kitap okurken müzik dinlemeyi sevenler bu kitaba uygun fon müziği olarak Garbage- And-

PsiNossa 35


Referanslar Toplumda Kadının Yeri

Gülendam, R. (2007). Türk kadınının aile içindeki yeri ve rolünün modern Türk edebiyatına yansıması: 1960-1980. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007(15). Kaymaz, İ. Ş. (2010). Çağdaş uygarlığın mihenk taşı: Türkiye’de kadının toplumsal konumu. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 12(46). Omay, U .(2011). Yedek işgücü ordusu olarak kadınlar. Çalışma ve Toplum, (3) , 137-166. Yeşilorman, M.(2001). Toplumsal eşitlikte kör nokta: Kadın eşitsizliğine genel bir bakış. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(2), 269-280.

Stres ve Başa Çıkmada Cinsiyet Faktörü

Cross, S. E. ve Madison, L. (1997). Models of the self: Self-construals and gender. Psychological Bullettin, 122, 5-37. Helgeson, V. S. (2010). Gender, stress, and coping. S. Folkman (Ed.), The Oxford handbook of stress, health, and coping (63-84). Oxford: Oxford University Press. Kessler, R. C. Ve McLeod, J. (1984). Sex differences in vulnerability to undesirable life events. American Sociological Review, 49, 620-31. Lazarus, R. S. Ve Folkman, S. (1984). Stress, appraisal, and coping. NY: Springer. Nolen-Hoeksema, S. (2006). Gender differences in depression. Current Directions in Psychological Science, 10, 173-6.

36 PsiNossa


Şeytan Üçgeni: Kadın, Erkek ve Namus

www.jenokdognet.com / kizlik-zari,asp = Dr.Süleyman Eserdağ, Kızlık Zarı Gürsoy, E. ve Özkan Arslan, H. (2014). Türkiye’de Üniversite Öğrencilerinin Kadına İlişkin Namus Algısı. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi, 5(3), 149-159 Sakallı Uğurlu, N. ve Akbaş,G. (2013). Namus Kültürlerinde “namus” ve “namus adına kadına şiddet” : Sosyal Psikolojik Açıklamalar. Türk Psikoloji Yazıları,16(32),76-91

Yanlış Tanı Çıkmazı: Bipolarlık ve Borderline Kişilik Bozukluğu

http://www.medicaldaily.com/bipolar-vs-borderline-personality-disorder-differences-between-two-and-how-avoid-335314

PsiNossa 37


38 PsiNossa


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.