PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi
Sayı 10 Ağustos 2015 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org
Ayın Konusu: Sanatta Psikoloji, Psikolojide Sanat Sanatın Psikoloji İle Bağı Sahnedeki Sen Sanat Aşkına: Stendhal Sendromu Müzik Üzerine Sanat Terapisti ile Kadın Kahramanın İçsel Yolculuğu Geçmişten Günümüze Bimarhaneler ve Sanat Çeşitli Sanatçılar ile Röportaj Müzik ve Psikanaliz Mezun Yazısı Serbest Zaman Film Analizi Kitap Analizi
TPÖÇG Bülten’in Son Sayısını Okumayı UNUTMA! 2 PsiNossa
PsiNossa 2015 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri İrem DEMİR Yıldırım Beyazıt Üniversitesi iremdemir@tpocg.net Editör Fatma Selin AYAN TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi fatmaselinayan@gmail.com Üye Burak Bahadır AKIN Kültür Üniversitesi burakbahadir96@hotmail.com Üye Selen ÖZBEK Başkent Üniversitesi selenozbek1@gmail.com Üye Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@gmail.com Üye Şükran Yalçın Yıldırım Beyazıt Üniversitesi sukranyalcin3@gmail.com
Film Eleştirmenleri
Ceren AYIK Yaşar Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Öğrencisi hopigesta@hotmail.com Nur İNCI Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrencisi nurinci@yahoo.com
Kitap Eleştirmeni
Merva ÖKSÜZ
mervaoksuz@gmail.com
TPÖÇG Yazarları Ebru KARATAŞ karatasebru@yandex.com
Konuk Yazarlar İklim BÜYÜKGÜDÜK Mersin Üniversitesi
Duygu SÖZAY Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Öğrencisi duygusozay@gmail.com
Üye Eda Tunca Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com
Psikoterapist Pınar TOKER info@pinartoker.com
Üye Ayşe Nur AVCI Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com
Uzm.Psk. Gamze Akarca Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi Sorumlusu gamzeakarca@hotmail.com
Çevirmen Ceren Nur Gürler Işık Üniversitesi bengisuturkukeles@gmail.com Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Can KAMSIZ Girne Amerikan Üniversitesi cankamsiz@gmail.com
Müzik ve Psikanaliz Etkinliği Düzenleme Komitesi adına Göver Kazancıoğlu goversu@yahoo.com Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı adına Nevra Erten nevra.erten@koruncuk.org
PsiNossa 3
Bu Sayımızda; 6 | Sanatın Psikoloji İle Bağı 10 | Sahnedeki Sen 14 | Sanat Aşkına: Stendhal Sendromu 18 | Müzik Üzerine 22 | Sanat Terapisi İle Kadın Kahramanın İçsel Yolculuğu “Beyaz Atlı Prensi Öldür” 28 | Geçmişten Günümüze Bimarhaneler ve Sanat 34 | Çeşitli Sanatçılarla Röportaj 40 | Müzik ve Psikanaliz: Kayıp Şarkılar 42 | Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı 44 | Ayın Farkındalıkları 45 | Mezun Köşesi 48 | Serbest Zaman: Benim Gerçeğim Düşlerimdir 49 | Soma Anısı 52 | Ayın Filmi: Kış Uykusu 57 | Ayın Kitabı: Genç Wertherin Acıları
4 PsiNossa
Psi Nossa
Merhaba, Ne ara bir ay daha geçti ve ben yine bir giriş yazısı yazıyorum hayret ediyorum… Konfüçyüs boşuna dememiş “Sevdiğiniz bir işi yaparsanı bir gün bile çalışmış olmazsınız.”diye. PsiNossa Yayın Ekibi olarak kendimizi içerik hazırlamaya öyle kaptırdık ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. 10.sayıya ulaşmış olmak bizim için çok büyük bir mutluluk ve gurur kaynağı. PsiNossa her sayıda büyüyor, gelişiyor, değişiyor. Okuyucularımızdan gelen geri bildirimler ve katkılar bizi gerçekten çok mutlu ediyor. Teşekkür ederiz. UPOK’la birlikte ekibimize yeni arkadaşlarımız katıldı, daha kalabalığız artık. Eminim çok güzel işler çıkaracak bu ekip. Ekibimize katılan Ceren Nur Gürler, Şükran Yalçın, Ayşenur Avcı ve Edanur Tunca’ya hoşgeldiniz diyorum ve yeni görevlerinde keyifli ve öğretici vakit geçirmelerini diliyorum. Katkılarından ve emeklerinden dolayı Pelin Yiri, Fİkrican Koçakoğlu ve İsmail Bıyıklı’ya çok teşekkür ederiz, onlarla çalışmak büyük bi keyifti. Son bir ayımız travmalarla geçti ülkede…Canlarımızı yitiriyoruz, yitirdikçe eksiliyoruz, barışı lekeliyoruz… Kaybettiğimiz canların ruhu şad olsun ve artık silahlar sussun, barış konuşsun diyorum… Şu zor günlerde içimizi bir nebze olsun ferahlatsın, ruhumuza iyi gelsin diye sanat konusunu seçtik bu ay. Birbirinden değerli yazılar, röportajlar hazırladık. Keyifli bir içerik olmasını umuyoruz. Sevgiler,
Keyifli okumalar :)
Fatma Selin AYAN Editör
PsiNossa 5
Sanatın Psikoloji İle Bağı Pelin YIRI Sanat ve psikoloji kavram olarak bakıldığında ikisi birbirinden farklı anlamlar taşır ve de ayrı dururlar; fakat literatüre baktığımızda bu iki kavram birbiri ile etkileşim içindedir. Sanat nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır? Öncelikle sanat kavramını ele alırsak bir etkinliğin veyahut olayın yapılması için kullanılan kuralların, ifadelerin bütünüdür denebilir. Peki, sanat ne zaman ortaya çıkmıştır? Onu açıklamak gerekirse insanlığın varoluşuyla beraber doğmuştur denilebilir (Akdoğan, 2003). Mesela, bir sahne sanatı olan tiyatronun insanın varoluşu ile doğmuş bir gösteri sanatıdır ve ilk gösterilerin Diyonizos Şenlikleri ile başladığı söylenebilir (Gezen, 1999). İnsanlar sürekli kendini anlatmanın ifade etmenin yollarını ararlar. Geçmiş çağlardan itibaren birçok sanatçı, ifade aracı olarak sanatı kullanmışlardır ( Akdoğan, 2003). Sanat ve psikoloji iç içe konular ve sürekli bir etkileşim içindeler. Genel bir perspektiften bakınca bu yorum yapılabilir. Daha spesifik bir hale getirilirse psikolojinin sanatın çeşitli dalları ile ilişkili olduğu görülür. Bunun en büyük örneklerinden birisi de müziktir. Yapılan araştırmalara göre müzikle terapi gören hastaların olumlu yönde bir gelişme gösterdiği bulunmuş, anksiyete düzeylerinde azalma ve de kontrol grubundaki hastalara nazaran daha az ilaç talep ettikleri göze çarpmıştır (Sezer, 2011). Ayrıca araştırmacılar tarafından yapılan bir çalışmada katılımcılara farklı müzk türlerinde şarkılar dinletilmiştir. Bu müzik türleri rock, caz, klasik müzik ve fon müziğinden oluşan şarkılar dinletilmiştir. Araştırmanın sonucunda müzik türleri farklı olsa da hepsinin aynı psikotöropatik etkiye sahip olduğu göze çarpmıştır (Sezer, 2011).
6 PsiNossa
Araştırmada müziğin insanlar üzerinde nasıl olumlu etkisi varsa çeşitli olumsuz etkileride olduğu görülmüştür. Mesela, klasik müzik ve kuş sesleri dinletilen hastaların olumlu yönde ilerleme kaydettikleri görülmüş, bireylerin kaygısının azaldığı saptanmıştır. Bunun yanı sıra heavy metal, rock ve de arabesk türünde müzik dinleyen gençlerin farklı tarzda müzik dinleyen gençlere nazaran daha saldırgan ve kaygılı davranışlarının olduğu görülmüştür (Sezer, 2011). Araştırmacılar müzik türleri ile öfke arasındaki ilişkiye bakmıştır ve ortaya çeşitli sonuçlar çıkmıştır. Herhangi bir şekilde ayrım yapmayan her tür müzik dinleyen katılımcılarının öfke puanlarının sadece pop müziği dinleyen katılımcılara kıyasla daha yüksek olduğu görülmüştür. Türk Halk Müziği dinleyen bireylerin ise öfke puanlarının Türk Sanat Müziği, klasik müzik ve de pop müzik dinleyen katılımcılara kıyasla daha yüksek olduğu saptanmıştır. Sonuç olarak, klasik müzik ve dinleyen bireylerin diğer müzik türlerini dinleyen bireylere kıyasla öfke kontrolünde daha başarılı oldukları görülmüştür. Bunun yanı sıra Türk Halk Müziği dinleyen bireylerin ise öfke puanlarının başka türde müzik dinleyen katılımcılara göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Ayriyeten, arabesk ve Türk Halk Müziği tarzında müzik dinleyen katılımcıların öfke ve de psikolojik belirtiler açısında olumsuz yönde daha yüksek çıktığı bulunmuştur. Kısacası, araştırmada müziğin ruh sağlığı üzerinde çeşitli olumlu ve olumsuz etkileri olduğu görünmüştür (Sezer, 2011).
PsiNossa 7
Peki TPÖÇG yayın ekibi ile tanışmam nasıl oldu? Bu çalışkan ekibi nasıl oluşturduk? Değişen yönetim şeması ve görev tanımlarıyla beraber yayın ekibi genel sekreterin alt ekibi olarak yer almaktaydı. Ne yalan söyleyeyim daha önce lise dergilerine yazdığım yazılar dışında dergi koordinatörlüğü hakkında çok bilgim yoktu. Dönemin başkan yardımcısı Ecem UZUN bütün kahrımı çekerek her şeyi tek tek anlattı. Daha sonra yayın ekibiyle tanıştık ve eksikler neler, ne yapmalıyız bunları ele aldık. Bu süreçte TPÖÇG yeni yönetim kurulu üyeleri ve yönetim kurulu başkanı Safa SAY’ın desteğini göz ardı edemem. Bunlar hakkında beyin fırtınası yapmaya ekip olarak başladık. Yayın ekibinin eksik olan pozisyonlarını belirlemek ve başvuru almak bunlardan biri oldu; ama en önemlisi desem yeridir. Çünkü şu an görev almakta olan TPÖÇG yayın ekibi netleşti ve çalışmalara hız verildi. Bu çalışkan ve tabir-i caizse tatlı ekibin seçim sürecini bilen bilir hem çok yorucu hem de çok eğlenceliydi (“Ne oldu?” demeyin. İnanın çok uzun ). Yayın ekibinde yer alan ekip arkadaşlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum: - - - - - - - - - -
Herkese merhaba, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Psikoloji bölümü son sınıf öğrencisi olan gönüllü faaliyetleri peşinde koşan kendine zor zaman ayıran bendeniz İrem DEMİR. Sizlere yaptıklarımı uzun uzadıya anlatarak “Of bana ne İrem!” dedirtmemek adına sadece TPÖÇG ve TPÖÇG yayınlarıyla olan buluşmamdan bahsetmek - istiyorum. - İlk defa TPÖÇG ile tanışmam Ankara yerel yapılanmasında yer alan okul temsilcimiz Hasan SE- - ÇİLMİŞ sayesinde oldu. Sürekli anlatıyordu ve bilgilendiriyordu. Arkasından Dilan DOĞAN’ın yerel yapılanma PsiFest sorumlusu olması ve 10 Mayıs’ta yardım istemesiyle TPÖÇG’ye gönüllü olarak girmiş oldum. TPÖÇG ile tanışıp ayrılabilen var mı? Ankara yerel yapılanmasında bir dönem sayman olarak görev aldım ve ardından UPOK (Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi) 19’da Emre YILMAZ’ın alt ekibi olan teknik işler alt ekibine mail sorumlusu olarak seçildim. Bu süreçte yanımda yer alan Emre YILMAZ’a ve dönemin yönetim kurulu başkanı olan Mehmet Ali ERKUŞ’a teşekkürü borç bilirim. TPÖÇG Mersin 1-3 Şubat Güz Genel Kurul toplantısında genel sekreter olarak seçildim ve şu an görevimi devam ettirmekteyim.
8 PsiNossa
Editör: Fatma Selin AYAN Bülten Sorumlusu: Burak Bahadır AKIN İçerik Ekibi: Selen ÖZBEK İçerik Ekibi: Selin Cennet GÜLMEZ İçerik Ekibi: Ayşe Nur AVCI İçerik Ekibi: Eda Nur TUNCA İçerik Ekibi: Şükran YALÇIN Çevirmen: Ceren Nur GÜRLER Tasarımcı: Can KAMSIZ Tasarımcı: Ulaş BAHAR Gönüllü Film Eleştirmenleri: Ceren AYIK Nur İNCİ Gönüllü Kitap Eleştirmenleri: Merva ÖKSÜZ
Birbirinden değerli ekip arkadaşlarımın gösterdiği özveri ve çalışkanlık sayesinde PsiNossa ve TPÖÇG Bülten şu an ki son halini aldı. Bu güzel ekibe çok teşekkür ederim. İçerik ekibimizin en tecrübeli üyesi olan Pelin YİRİ’ye, kitap eski eleştirmenimiz olmakla beraber sekiz sayıda ekip arkadaşımız İsmail BIYIKLI’ya ve karikatürleriyle sekiz sayıda yanımızda olan Fikrican KOÇAKOĞLU’na ayrıca teşekkür ederim. Editörümüz Fatma Selin’in “İrem, bir şeyi de beğen!”yakınmaları, yayın ekibinin “İrem mesaj attı arkadaşlar iş var!” söylemleri ne kadar da ekibi yıldırdığımın kanıtı olmalı. Her şeye rağmen profesyonelleşen bu güzel ekibin “İrem yine yaptın yapacağını!” söylemlerini de es geçmek istemiyorum (O kadar gaddar değilim). Herkesin fikrini rahatça söyleyebildiği ve oy çokluğu ile alınan kararların uygulandığı TPÖÇG e-dergisi olan PsiNossa ve TPÖÇG Bülten sizlerle buluşmaktan keyif alıyor (Yalan söylemiyorum sosyal medya da her şeyimizi –geyikler dahil- ortaya döküyoruz). Emek harcanan ve hakemler eşliğinde yazıların yayınlandığı dergimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmeyi ihmal etmeyin.
Çadırımın üstüne yağmur yağıyor, Saros körfezinden rüzgâr esiyordu, Ve ben, bir roman kahramanı, Ot yatağın içinde, İkinci dünya harbinde Başucumda zeytinyağı yakarak Mevzumu yaşamaya çalışıyordu Bu şehirde Başlayıp Kim bilir nerde, Kim bilir ne gün bitecek mevzumu…
Orhan Veli KANIK Ne güzel demiş Orhan Veli, kim bilirdi ki Ankara’da başlayan TPÖÇG’nin ve ardından Mersin’de devam eden bu güzel ekiple geçirdiğim ve geçireceğim mevzuyu….
İrem DEMİR TPÖÇG Genel Sekreteri
PsiNossa 9
Sahnedeki Sen Selen ÖZBEK Psikoloji biliminin son yıllarda zihin-beden birlikteliği üzerine ilerlemesi, aslında tüm mekanizmaların “bütünlük” ilkesiyle çalıştığını kanıtlamaktadır. Zihnimiz ve bedenimiz normal koşullarda denge halindedir, dengeyi bozacak herhangi bir durum (hava sıcaklığının değişmesinden bir yakının kaybına kadar) yaşandığında bu denge bozulur, sağlanır, bozulur, sağlanır… Bu döngü sırasında insanda meydana gelen değişimler benlikte de gözlenebilir farklar yaratır. Yani bedenimiz ve zihnimiz birbirini “gaza getiren” iki yakın arkadaş, aynı zamanda birbirlerini tamamlayan romantik bir çifttir! Konu sanat olduğunda ise, istisnasız tüm sanat dalları bir konsantrasyon çalışması gerektirdiği için zihin ve beden sürekli etkileşim halindedir. Sanatçının malzemesi bedendir, bunu besleyen de duygulardır. Sahne, insanın idinin konuştuğu bir alandır esasında; Freud’a göre dürtüsel, ilk ve en ilkel halimiz. İdin temel çalışma sistemi yaşam içgüdüsü (cinsellik) ve bunun tam tersi olan ölüm içgüdüsüyle (öze dönüş) hareket etmektir. “Yaşam içgüdüsü yaratıcılıkla, ölüm içgüdüsü ise saldırganlıkla kendini gösterir ki, saldırganlığı yaratıcılıkla ortaya koymanın yollarından biri de sanattır.” (Toker, 2015). Bireylerin aşk, ölüm, nefret, öfke gibi duyguları ahlaki veya toplumsal hiçbir baskıya maruz kalmadan tamamen güdüsel olarak aktarabildiği nadir yerlerdendir sahne. Orada yapılan şey, ne olursa olsun, sanat içindir ve bu, idin toplumda kabul görmesini bile sağlar! “Bilimin ulaşabileceği son nokta sanattır.” diye boşuna dememişler… İdin kabul görmesi, tamam mükemmel… Peki her zaman id ön planda olursa bu sanat olur mu? Tartışılır. Oyuncu, kimi zaman da benlikten tamamen uzaklaşıp başka biri
10 PsiNossa
olur, ki oyuncu adaylarına öğütlenen de budur. “Rol yapmayın!” diye azarlar eğitmenler, “Siz şu an o karakterin ta kendisisiniz, oyuncusu değil.” Sanat an’lardan oluşur ve her an bir iz bırakır, bazıları daha çok. Bir oyun veya film seyrettiğimizde, yakinen tanıdığımız bazı oyuncuları sahnede izlerken hayretler içerisinde kalırız. Öfkeli veya cinsel davranışların yoğunlukta olduğu bir roldeyse “Aslında hiç öyle bir insan değil…” şeklinde savunmalara geçeriz. Sizi korkutmak istemem; ancak o aslında tam olarak öyle bir insan! Çünkü o artık bizim tanıdığınız X kişisi değil, sahnede kimi görüyorsanız o. Seyirci, oyuncunun olduğunu değil, olmadığını arıyor çünkü. Rolü yaşama sanatı dediğimiz, sahnedekinin yalan olmadığına oyuncu önce kendi inanır, sonra seyirciyi inandırmak zorundadır. En güzel oyunculuk eğitimi kitaplarından biri olan “Bir Aktör Hazırlanıyor” kitabının yazarı Stanislavski (2013), oynamanın değil oynamamanın öğretilmesi gerektiğini vurgular. Stanislavski yöntemi, tamamen doğallığa, gerçekliğe ve sahiciliğe dayanır. Oyuncu, olmadığı kişiye, duruma, kimliğe odaklanır ve anı hissederek oynar sahnede. Karakterle bütünleşir, sahnedekini daha çok severse benliğini o yönde düzenler. Sanat ruhun gıdasıdır… Sanat, varoluşçu bir çerçeveden bakıldığında da mükemmel bir “iz bırakma” yöntemidir. İnsanlar için sadece fiziksel olarak var olmak, varoluş ihtiyaçlarının giderilmesi için yeterli değildir. Sosyal ve psikolojik açıdan da anlamımız olsun isteriz. Beynin farkındalık bölgesi olan prefrontal bölge, ölümün de farkındadır ve bu yüzden anlamlı olarak var olmak, iz bırakmak ister. Var olmanın en güzel yoludur sanat. Yapalım, yaptıralım!
Dipnot: “All religions, arts and sciences are branches of the same tree. All these aspirations are directed toward ennobling man’s life, lifting it from the sphere of mere physical existence and leading the individual towards freedom. “ – Einstein Yani diyor ki: Tüm dinler, sanatlar ve bilimler aynı ağacın branşlarıdır. Tüm bu tutkular insanın hayatını geliştirmek için, yalnızca fiziksel bir varoluş çemberinden bireysel özgürlüğe yönlendirir.
PsiNossa 11
Merhaba, Ben Hacettepe Üniversitesi Psikoloji bölümü 2014 mezunuyum. TPÖÇG’le geç tanışmış, önce “Ben bu topluluğu hiç sevmedim.” demiş sonra da TPÖÇG’ye aşık olmuş, ondan kopamayan biriyim. Kısaca kendimden, TPÖÇG’le ve PsiNossa’yla yolumun nasıl kesiştiğinden bahsetmek istiyorum. Mezun olduktan uzun süre bir bekleme dönemim oldu. İdealistiğim ve şanssızlığım bir araya gelince mezun olduktan bayağı bir süre sonra işe girdim. Şu anda Bursa’da Coşkunöz Holding’te İşe Alma ve Yerleştirme Görevlisi olarak çalışıyorum. Öğrencilik hayatım boyunca Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Topluluğu’nda aktif olarak görev aldım. 2.sınıftayken okulumda TPÖÇG bahar toplantısı düzenlendi ve ben tesadüfi bir şekilde Düzenleme Kurulunda yer aldım. Bu toplantıdan sonra TPÖÇG’de bir daha yer almamaya karar vermiştim ki yine tesadüfi bir şekilde Uludağ Üniversitesi’ndeki toplantıya katılmamla fikirlerim değişti. Aslında bu toplantıda değişen sadece benim fikirlerim olmamıştı, TPÖÇG yeni bir döneme ilk adımlarını atıyordu. Mehmet Ali başkanlığında yeni bir ekip kuruldu ve ben de yazmanlığa aday oldum. Böylece benim için hayatım boyunca
12 PsiNossa
unutamayacağım bir dönemin başlangıcı oldu. Bir sene boyunca çok güzel işler yaptık, birçok yeni uygulamanın temelini attık. Artık hiçbir TPÖÇG toplantısını kaçırmıyordum, ne olursa olsun katılıyordum, TPÖÇG’e dair gerek YK bazında gerek yerel yapılanma bazında birçok etkinlikte yer almak için bütün zamanımı ve enerjimi harcıyordum. Çünkü bilen bilir, TPÖÇG aşktır. Ama her güzel şeyin bir sonu var, mezun olma vakti yaklaşıyordu. 4.sınıfta katıldığım güz dönemi toplantısında YK’daki görevimden ayrıldım ve Mezunlar Birimi’ne geçiş yaptım. “Bıkmadın mı daha TPÖÇG’den?” diyenlere “Hayır daha hiç doyamadım ve bir de PsiNossa’ya dahil oldum.” diye cevap veriyorum. PsiNossa’yla yolum da şu şekilde kesişti: Mezuniyet sonrası iş aradığım ve özel hayatımda bazı sıkıntılar yaşadığım bir dönemdi. Benim gibi bir anı bile boş olmayan biri için hayli sıkıntılı günlerdi. Bir şeyler yapmak, faydalı olmak istiyordum. TPÖÇG alt ekip başvurularını gördüm ve başvuru yaptım. Bana olumlu geri dönüş yapıldığında inanılmaz mutlu oldum. Ekipten sadece bir kişiyi tanıyordum, o da uzaktan. İrem bir hangout toplantısı organize etti ve ekiple tanıştık; ama buna tanışmak denmez sanırım. Çünkü hepimiz daha önceden tanışıyor gibiydik, kısa sürede kaynaştık. İlk sayıda hepimiz süreçleri yeni öğreniyorduk, birçok hatamız oldu; ama YK’nın ve özellikle İrem’in desteği sayesinde yapmamız gerekenleri öğrendik. Her yeni sayıda da daha da profesyonelleşiyoruz, gerek içerik gerek görsellik açısından daha iyiye doğru ilerliyoruz. Her sayı benim için büyük bir heyecan. Konuyu belirleme sürecinde yaptığımız beyin fırtınası, konuya karar verip hazırlıklara başladıktan sonra geliştirdiğimiz fikirler, ortaya çıkan iş beni çok mutlu ediyor. Her sayıda yeni şeyler keşfediyorum, sahip olduğum network’ümü kullanırken “İyiki böyle güzel insanlar biriktirmişim hayatımda.”diyorum. PsiNossa’nın 10.sayıya ulaşmasının ve okuyucu sayımızın artışının haklı gururunu ve mutuluğunu yaşıyorum. Bu ekibi bir araya getiren İrem Demir’e, TPÖÇG Yönetim Kurulu’na, her sayıda özveriyle çalışan ekibime ve siz değerli okuyuculara çok teşekkür ederim. Harika bir ekip olduğumuzu, herkesin canla başla, özveriyle çalıştığını, bu işe gerçekten değer verdiğini belirtmeden de geçemeyeceğim… Unutmayınız ki PsiNossa’yı bir yayın ekibi çıkarıyor olsa da bu dergi sizin katkılarınızla büyüyüp gelişecek, sizin önerilerinizle ilerleyecek. O yüzden diyoruz ki “Haydi parmaklar klavyeye, katkılar PsiNossa’ya! Nice 10.sayılara…
Fatma Selin AYAN
N
Hayatta yaşanılan hiçbir şeyin tek bir parçası, tek bir özelliği yoktur. Her yaşanan güzel şeyin nasıl bir başlangıcı var ise sonu da vardır. Bu da bir başlangıcın bitiş yazısıdır. İşe öncelikle en baştan kendimi tanıtarak başlayayım. Adım Pelin Yiri, Yaşar Üniversitesi 4.sınıf psikoloji bölümü öğrencisiyim. Neredeyse 1.sınıftan beri TPÖÇG’ ün bu güzel ailenin içindeyim. Aile dememin sebebi, TPÖÇG öyle bir aşk ki bir defa sevince bırakamıyorsunuz, size sadece mesleğinizle ilgili şeylerde gelişmeyi değil, birçok şeyi kazandırıyor. Ne mi bunlar? Dostluk, her şehirde çalabileceğiniz bir kapı, son olarak da koşulsuzca hiçbir sebep olmaksızın emek harcama ve çalışma isteği kazandırıyor. Bugüne kadar TPÖÇG’ün birçok aktivitesinde yer aldım. 2 yıl boyunca İzmir Yerel Yapılanmalar Sosyal Sorumluluk Birimi Ekip Üyesi olarak çalıştım. Daha sonra kendi kendime dedim ki ben daha çok katkı sağlamak ve çalışmak istiyorum. Ne yapabilirdim? Geçen yıl Samsunda gerçekleşen 19.Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi’nde alt ekipler için başvuru açılmıştı. Masaya gidip kitapçığı aldım ve inceledim. Tüm ekipleri inceledim, “Acaba hangisine girsem?” dedim. Dergi ekibi beni kendisine doğru çekmişti. Sonra neden beni kendine çektiğini anlayacaktım. Başvuru
yaptım ve büyük bir heyecanla beklemeye başladım. İzmir’e döndüm, “Seçilmedim herhalde.” dedim üzüldüm. Daha sonra Ecem’den gelen mesajı görünce nasıl heyecanlandığımı anlatamam, bana mülakat yapmak istediğini söylemişti. Mülakatta “Bana ne katabilirsin, neden istiyorsun?” demişti. Ben de TPÖÇG’yi çok sevdiğimi ve bu ailede daha çok yer almak istediğimi ve elimden geleni yapacağımı söyledim. Çok hevesliydim; ama acaba layıkıyla yerine getirebilir miyim, yapabilir miyim diye korkularım vardı. Ta ki Antalya’da gerçekleşen 1.Temsilciler Kampı’na kadar. Orada dergi ekibinin diğer üyeleriyle tanışacaktık. Karşımda öyle birbirinden harika ve müthiş insanlar vardı ki çardaktaki toplantımızı hatırlıyorum da sanki yıllardır tanışırcasına birden kaynaşmıştık ve de herkes o kadar hevesliydi ki herkes bir fikir ortaya atıyordu. Normalde dergi yılda bir kez çıkıyordu, ama biz dedik ki ayda bir mi çıkartsak ve her ayın 1’ inde biricik kızımız olan PsiNossa ’yı çıkartmaya başladık. Öyle bir ekiptik ki, ekipten çok bir aile olmuştuk, saatler süren toplantılarımız vardı. Her ay 1’inde PsiNossa çıktığı zaman nasıl bir sayı oldu, hatalarımız neler, nasıl daha çok geliştirebiliriz diye tartışır ve büyük bir hevesle diğer ayın konusunu seçer, konular bulur çalışmaya başlardık. Birçok güzellik yaşadığımız gibi zorluklar da oldu elbette, işlemcimiz mi yanmadı, bilgisayarlar mı donmadı, kasmadı, uykusuz da kaldığımız oldu; ama biz birbirimize destek çıka çıka, yardımcı olarak, hiçbir zaman kopmadan üstesinden gelmeyi başardık. İlk başta PsiNossa’mızın bir ismi yoktu psikoloji dergisi deniyordu. Sonra dedik ki biz bir isim koyalım ve bunu YK’ya sunduk, kabul edildikten sonra ne koysak acaba ve sonuç olarak PsiNossa isminde karar alındı. Bu güzel ekip birbirinden harika işler koydu ortaya; ama ne yazık ki üzüntüler de yaşandı. Yaprak dökümü oldu bu güzel ailede yayın ekibi editörü ve tasarım işeri sorumlusu biricik dostlarım ekipten çeşitli sebeplerle ayrılmak zorunda kaldılar. Bu nedenle bir mülakat yapıldı ve ailemize yeni üyeler kaldı, onlarla da çok güzel bir bağ kurduk ve güzel işler ortaya koyduk. Sonrasında yayın ekibine ilk giren bir diğer dostum Sümeyye Sönmez de ayrıldı. Şimdi de ben Pelin Yiri bu ay görevimden ayrılıyorum; ama bu demek değildir ki PsiNossa’dan kopuyorum. İnsan hiç biricik kızını bırakabilir mi? Bırakamaz. Yazımın yavaş yavaş sonlarına doğru gelirken PsiNossa ekip üyeleri Selin Cennet Gülmez, Can Kamsız, Burak Bahadır Akın, Selen Özbek, Ulaş Bahar’a, yeni katılan ekip arkadaşlarımıza ve de editörümüz Fatma Selin Ayan’a sevgilerimi iletiyor, geri kalan süreçte başarılar diliyorum. Biricik kızımıza iyi bakın.
Pelin YİRİ
PsiNossa 13
Sanat Aşkına: Stendhal Sendromu Selin Cennet GÜLMEZ Ağustos sayısına hazırlanırken, biraz da kendi merakımı gidermek adına, tiyatro sanatçılarının kimlik çözülmesi sorunu ile karşılaşma eğilimini ele almayı düşünüyordum; ancak çok değerli bir dostum, sanat zehirlenmesi olarak da bilinen Stendhal sendromu hakkında yazmamı önerdi. Bir natürmort karşısında göz bebekleri küçülen, bir fresk karşısında nabzı ve nefes alıp verişi hızlanan, bir keman konçertosunu dinledikten saatler sonra bile hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam eden insanları düşündükçe; bu öneriden etkilenmem kaçınılmaz bir hal aldı. Ödül mü yoksa ceza mı olduğuna karar veremediğim Stendhal sendromu üzerinden, sizlere, sanat aşkını aktarmak isterim. Stendhal sendromu, Graziella Magherini’nin yaptığı gözlemlerden edindiği bilgiler sayesinde literatüre girmiştir. Magherini, baş dönmesi ve huzursuzluk yaşayan, göz yaşları içinde hastaneye taşınan turistleri inceleyerek sendromu tanımlandırmaya çalışmıştır ( akt. Öter, 2000). Magherini’nin rahatsızlığa bu ismi vermesinin sebebi, Stendhal’ın yazdığı seyahatnamelerde yer verdiği notlardır. Stendhal, yaşadığı duygu yoğunluğunu ve ani ruhsal değişimleri, karşılaştığı sanat eserlerini işaret ederek kaynaklandırmış ve sendromu isimlendirme yolunda Magherini’ye ilham olmuştur. Rahatsızlığın, Stendhal sendromu ve sanat zehirlenmesinin yanısıra üçüncü bir ismi vardır. Sendromun bu üçüncü isimle anılma sebebi ise İtalyan Rönesansının başkenti Floransa’dır. Floransa’yı gezen sanatseverlerde sendroma işaret eden belirtilerin görülme sıklığı ve hatta bazı ziyaretçilerin hastaneye kaldırıldıktan sonra birkaç gün doktor gözetimine alınması; sendromun varlığını kanıtlamaya çalışan psikiyatrist ve psikologların
14 PsiNossa
rotalarını İtalya’ya çevirmelerine neden olmuştur. Kısa süre önce Gianni ve arkadaşlarının, Medici Ricardi Sarayı’nda gerçekleştirdikleri çalışmada yer alan katılımcılar, yaşadıkları durumu “aşırı duygulanma” ve “tatlı bir yorgunluk” olarak nitelendirmişlerdir (akt. Pınar, 2014). Araştırmanın sonuçları ise Studi Uniti adlı araştırma merkezinde halen inceleniyor. Stendhal’ın seyahatnamesinde de yer verdiği, bilinç seviyesini düşürecek derecede yaşadığı sanatsal hazzın kendini gösterdiği yer Floransa’nın meşhur Santa Croce Kilisesi’dir. Michelangelo, Dante, Galileo gibi tarihteki yeri ve önemi yadsınamaz olan isimlerin mezarlarını barındırma amacıyla yapılan kilise, ziyaretçilere sanatı yaşamanın ne anlama geldiğini gösterir nitelikte bir şaheserdir (Sunar, b.t.). Tam bir klasik rönesans mimarisi olan kilise, ziyaretçilerine, söz konusu sendromun belirtilerine örnek teşkil edecek durumları yaşatması nedeniyle ününe ün katmıştır. Sendromun, yüksek sanat karşısında ortaya çıktığını göz önünde bulundurursak, Santa Croce Kilisesi’nin sendromun doğduğu yer olmasına şaşmamak lazım. Aranızda “ Stendhal sendromunu anlatırken, ödül mü yoksa ceza mı olduğuna karar verebildin mi ? ” diyenleriniz olabilir. Cevaplaması fazlasıyla zor bir soru! Sanat kokan bir şehirde gezmeyi planlarken kendini hastanede bulmak çok da hoş olmasa gerek; ancak Bach’ın Moonlight Sonate’ı, Rodrigo’nun gitar konçertosu ya da Paganini’nin Caprice’i ile kendinden geçmek, bestelerdeki hikayeleri ruhunun en derininde ve tüm çıplaklığıyla hissetmek de paha biçilemezdir bence. Sanat aşkına bayılmayı göze alıp Floransa’yı ziyaret etmeliyiz belki de. Kim bilir...
PsiNossa 15
Merhaba, Ben Başkent Üniversitesi psikoloji bölümü 3.sınıf öğrencilerinden Selen Özbek. Benim lise hayatım boyunca tek bir hedefim vardı: Psikolog olmak. 14 yaşlarımdayken gittiğim bir psikolog benim rol modelim oldu. Sonrasında psikoloji bilimini enine boyuna araştırarak yapmak istediğim mesleğin psikologluk olduğuna karar verdim. Üniversite tercih döneminde de tek bölüm tercihi yaparak 2012 yılında Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’ne tam burslu olarak yerleştim. Şans mı dersiniz, enerji mi dersiniz bilemiyorum; ama bulunduğum her topluluğu çok sevdim. Lisedeki sınıfım, üniversiteye hazırlık aşamasındaki dershane ortamım, Başkent Psikoloji, sonra da PsiNossa… TPÖÇG adını ilk kez, ben bölüme başladığım sene Başkent Üniversitesi Psikoloji Topluluğu Başkanı olan Deniz Ekşi’den duymuştum. Toplantı yapıyorduk, bir şeyler konuşulurdu, TPÖÇG derdi sürekli. Her seferinde merak ederdim; ama bir türlü soramadım “Nedir bu TPÖÇG?” diye. Sonra araştırdım, takip ettim, Facebook’ta sayfayı beğendim, etkinlikleri uzaktan izledim derken… PsiNossa! Alt ekip başvuruları açılmış! Yazmayı seven, yazdıkça yaşayan –hat-
16 PsiNossa
ta size bir sır vereyim, kitap yazma hayalim var!- bir psikoloji öğrencisi olarak, “Bu fırsat kaçmaz, yürü Selen!” dedim. Akademiyle sınırlı kalmak biraz canımı sıkıyordu o dönem, bir heves bir heyecan başvuru yaptım, editörle görüştüm ve maraton başladı... Ben PsiNossa’nın bir parçası olduğumda önceki ekip vardı, orada da yazarlık değil yazı denetleme görevi için başvuru yapılabiliyordu (Arkadaşlar bana yürüyen TDK der). Bir yerden başlamak lazım dedim, dil bilgime de güveniyorum, başvurum editör tarafından kabul edildi. Bir-iki yazı düzenledim derken hoop, ekip değişti! Çok sevgili sekreterimiz İrem’den bir mail aldım, üzgün olduğunu ve ekibe kabul edilmediğimi yazmış! Şimdi böyle anlatınca keyifli geliyor da, başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü… (Öpüyorum İremcim) Neyse durumu anlattım, daha birkaç gün önce editör tarafından kabul edildiğimi söyledim ve ne olsa beğenirsiniz? Artık yazı denetim görevi yokmuş, bir anda yazarlığa terfi ettim! Hayaldi gerçek oldu yani, bu vesileyle şimdiki ekip arkadaşlarımla tanıştım, iyi ki! İrem bir whatsapp grubu kurdu, 10 kişiyiz. Herkes kendini tanıtıyor, tanıtma dediysem yalnızca isimler yazılıyor. Gülümsemeler havada uçuşuyor, birkaç gün resmi konuşmalar, ardından geyik muhabbetler vs. derken bir bakmışım ki bu ekip ailem oluyor! Dergide ayın konusunu belirlemek için yaptığımız toplantılar kahkahalarla son buluyor, herkes birbirini daha da yakından tanımaya başlıyor, zaaflar, sevilenler-sevilmeyenler öğreniliyor, sonrası iyilik güzellik. İlk birkaç sayıda ekibe dahil olamasam da, 10.sayı diyince içimde inanılmaz bir heyecan oluyor. Dergimiz günden güne büyüyor, çok değerli akademisyenlerden güzel geri bildirimler alıyoruz, her ay tıklanma sayısı artıyor… Daha ne olsun! Başta bu ekiple tanışmama vesile olan İrem olmak üzere dünya tatlısı editörümüz Selin’e, değerli ekip arkadaşlarıma, her türlü çalışmasıyla dergimize katkıda bulunanlara, bizi kırmayıp bu sayıya konuk olan değerli sanatçılara ve PsiNossa’yı okuyan, takip eden herkese çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız! Son bir itiraf: Sanat terapisti olma hedefiyle ilerleyen biri olarak bu sayının yeri bende çok daha özel.
Selen ÖZBEK
Merhaba arkadaşlar, Öncelikle şu anda bu yazıyı dolayısıyla da PsiNossa’yı okuduğunuz için teşekkür ederim. Çünkü biz yazılarımızı bu kadar hevesle yazıyorsak, Ulaş ve Can sabahlamayı göze alarak tasarımı yetiştirmeye çalışıyorlarsa sebebi; PsiNossa ailesinin ve Bülten okuyucularının her sayıda biraz daha büyümesidir. Ben Selin Cennet Gülmez, Uludağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim. TPÖÇG’le birinci sınıfta tanışmanın haklı mutluluğu ve gururunu yaşıyorum. Bu erken tanışma için de genç yaşında TPÖÇG emektarı olmuş Aziz’e teşekkürü borç bilirim. :D Geçtiğimiz yıl, Mersin’de gerçekleştirilen toplantıda TPÖÇG’e aşık olmanın ne demek olduğunu öğrendim ve şöyle dedim: - Bu aşk tek taraflı olmamalı! TPÖÇG için gönüllü olmaktan fazlasını yapmalıyım ve bir alt ekipte görev almalıyım. Yaşasın platonik aşkların savaşı! <3 Böylece alt ekipler hakkında bilgi edinmeye başladım. Ancak yayın ekibinin bir parçası olma fikri gönlüme taht kurmuştu çoktan. PsiNossa’yı okurken, benim yazımın da o sayfalarda yer almasını çok istemiştim. Bu yüzden, başvuru formunu, deyim yerindeyse nefessiz doldurdum. Tabii ki silip silip yazdığım
için formu doldurmak saatlerimi aldı (aramızda kalsın). Mülakat günü geldiğinde heyecanıma yenik düşüp kekelemekten korkuyordum ancak İrem benimle öyle tatlı konuştu ki ekibe kabul edildiğimi anlamam birkaç dakikamı aldı. Ekiple yazışmaya başladığımızda “ Aman Allah’ım!” dedim. Ne kadar da tekerlemelik bir ekiptik biz öyle. İki adet Selin, birer adet Selen ve Pelin... Sonra hızlıca tanıştık, kaynaştık, çok sevdik birbirimizi. Bahar dönemi genel kurulunda gerçekten BİZ olduk( akt. Burak Bahadır Akın). Akıllar karışmasın diye editörümüze Başkan, bana Küçük Selin dediler. Burak Bültencibaşı’ydı artık. Bir önceki dönemde de ekipte yer alan Pelin, namıdiğer Eski Toprak... Can alıcı afişlerin sahibi Can.... Anarşist sanatsever Selen... Ekibin en sabahlamalık pozisyonuna, tasarıma can veren Ulaş... Arada gruba dahil olup halimizi hatrımızı hızlıca soran ve hemen iş kitleyen reis, İrem... Şaka şaka, iş olmasa da uğrar arada :) Sözün özü bir ekipten çok aile olduk biz. Sabahları, birikmiş yüzlerce mesajı sabırla okumayı bu ekipte öğrendim ve ödülüm de güne gülümseyerek başlamak oldu. Online toplantılarda önce dergi ile ilgili konuları tartıştık sonra da hasret giderdik. Yeri geldi konser verdik yeri geldi muhabbet ettik. Sosyal medyayı yıktık hep beraber “Bize yazı gönderin.” diye. Hazır yeri gelmişken, gerçekten yazı göndermenizi çok isteriz çünkü bu sayede genişleyen ve çok sesliliği artan bir aileyiz. :) Editörüyle, yazarlarıyla, tasarımcılarıyla, bültencibaşıyla ve burada yer veremediğim niceleriyle PsiNossa’yı bir adım da olsa ileri taşıdıysak ne mutlu bize. Dillere pelesenk olmuş bir söz vardır ki dahil olduğum ekiple anlamı bende daha da büyümüştür. Dostlarınız seçebildiğiniz kardeşlerinizdir. Ben TPÖÇG ve PsiNossa sayesinde çok fazla kardeş kazandım. Tekerleme iken şiir olduk beraber. “İyi ki”lerle dolu bir dönem geçirdim ve bu hissin ömür boyu benimle olacağını biliyorum. Onuncu sayımız vasıtasıyla yaşadığım bu güzel duyguları sizlerle paylaşabildiğim için inanılmaz hafiflemiş hissediyorum. Umarım PsiNossa daha çok insana ulaşır ki emeklerimiz ve emekleriniz karşılığını bulsun. Nice “iyi ki”lere... NOT: Kitap analizleri için geçtiğimiz sayıda aramıza katılan ve hayatımdaki yeri çok değerli olan Merva... Ekibi tekrar tekerlemeye çeviren yeni dostlarımız Şükran, Ayşenur, Ceren ve Eda... Ailemize hoşgeldiniz.
Selin Cennet GÜLMEZ
PsiNossa 17
Müzik Üzerine İlkim BÜYÜKGÜDÜK Müzikten zevk almak bir tür için evrimsel olarak neredeyse tamamen yararsız görülmektedir; fakat birçok insan kendini müziğe kaptırır, hatta bazılarımız müzik için bütün zamanlarını ve enerjilerini harcarlar. Beethoven’ın neredeyse sağır olması, Schumann’ın parmaklarındaki sinirlerin kesilmesi ve hatta Mozart’ın onu fiziksel ve ruhsal olarak tüketen Lacrimosa’yı yazması asla onları müzikten vazgeçtirmemiştir. Peki, müzik dinlemek bize evrimsel olarak ne kazandırır ? Bu konuda Darwin’in de kafası karışıktı. Darwin İnsanın Türeyişi adlı eserinde müzikle ilgili düşüncelerini şöyle belirtiyor: “Müzikten keyif alma yetisi ve müzik üretme kapasitesinin evrim açısından insan için önemli yetenekler arasında yer almaması. Bunları insanın sahip olduğu en gizemli beceriler yapıyor.” (akt. Sacks, 2014). Günümüzde müziğin çok karmaşık bir işleyişe sahip olduğu ve uyumlayıcı değer taşıdığına dair bazı bilgilere sahibiz. Beynimizde belli tek bir müzik merkezi bulunmuyor ve aynı zamanda müzikle ilgilenirken tek bir sinir ağı değil daha karmaşık bir sinir ağı etkileşmesi söz konusu(Sacks, 2014). Yani müzik farklı uyumsal amaçlar için gelişmiş beyin sistemlerini kullanarak veya kontrol ederek ortaya çıkıyor.
18 PsiNossa
Bir müzik parçası sadece işitsel bir aktivite değildir aynı zamanda beyinde duygusal ve motor bölgeleri etkinleştiren bir işleyişi vardır (Sacks, 2014). Bu yüzden müzik hepimizi etkiler. Üzerimizde kimi zaman sakinleştirici kimi zaman da harekete geçirici bir etkisi vardır. Her şeyden önemlisi müziğin bellek üzerindeki harekete geçirici etkisidir. Bu yüzdendir ki iyi bir müzisyende iyi bir bellek aranır. “Profesyonel bir müzisyenin hem yöntemsel belleği hem de bildirimsel belleği sağlam olmalıdır.” diyor Llinas (2011) “I of the Vortex”te.Yani bir müzisyen birbiriyle bazen bağlantılı bazen bağlantısız notaları ve bu notaların arasındaki uyumları algılamalı ve daha sonrasında bunları geri çağırıp yeniden düzenlemelidir. Bu yönden olaysal belleği de kuvvetli olmalıdır. Bir müzik parçasını ele alırsak; notaların dizilişinde yinelemeler, düzenlemeler ve sıralamalar görürüz. Müzisyen bir parçayı algılayışında bütün bu düzenlemeleri prova edebilmeli yani yeniden belleğe çağırabilmelidir. Çok ilginçtir ki amnezisi olan müzisyenler halen bunları gerçekleştirebiliyorlar. Yani sanki amnezi olaysal belleği etkilemiyormuş gibi gözükmektedir. Bu durum müziğin farklı bellek mekanizmalarıyla işleyişini sürdürüyor olduğunun kanıtıdır.
Müziğin bellekteki etkileri bazı parçalarla anlatılabilir. Aşağıda bellek mekanizmalarını güçlendirdiği düşündüğüm bazı parçaları sıralayacağım: Bach- Prelude no.1, Ravel - Bolero, Beethoven - Ay Işığı Sonatı Birinci Kısım, Oscar Peterson - Love Ballad. Bu dört eser üst melodide döngüsel bir akışa sahiptir. Yani aynı melodi tekrarlıyormuş izlenimi uyandırır ve melodinin akılda tutulmasını ister; fakat değişken alt yapıyı dinlemeye çalıştığımızda her bir döngüde değişenleri bulma isteği beynin bellek mekanizmalarını bir bir harekete geçirmeye başlayacaktır. Bunların dışında aşina olunmayan armonileri dinlemek ve anlamaya çalışmak da yararlı olmaktadır. Bunun için jazz müziği idealdir. Çünkü klasik batı müziğinden farklı armoniye sahiptir. Batı müziğinden farklı olarak “sanat müziği” içerdiği farklı aralıklarla iyi bir terapötik araç olabilir. Bunun dışında uzun senfoniler dinlemek bellek için adeta besindir. Özellikle konçertolarda solo için ayrılmış kısımlar akılda tutulmaya çalışılarak etkin bir dinleme yapmak beyin için harika bir
egzersiz olacaktır. Rachmaninov’un üçüncü piyano konçertosu beyin egzersizi için dinlenilebilir. Rachmaninov karışık düşünceleri birleştirmek için idealdir. Bir kuyudan su çekişi hatırlatıcı devinimli yapısı olan müziğiyle yöntemsel belleği besler. Ayrıca bu konçertonun dinamik bir girişi vardır ve ritmi güçlüdür. Ritmi güçlü müzik türleri en çok “Parkinson” da işe yaramaktadır (Sacks, 2014). Parkinsonizm genellikle hareket bozukluğu olarak nitelendirilir ve bunun yanında algı düşünce ve duygu akışında da bozulmalar vardır(Sacks, 2014). Ritmi güçlü, kinetik melodiler hastanın bu akıştaki bozulmalarını düzenleyici işlev görür. “Parkinsonizm doğru müzik seçildiğinde müziğin ritmine ve akışına olumlu cevap verebilir.” diyor Sacks. Böyle bir durumda elektronik müzikleri ve disko müziklerini uygun düşünebiliriz. Yine devam eden bir melodisi bulunan 70’lerin disko müziklerinden Cheryl Lynn’ın seslendirdiği “Got to Be Real” şarkısı dinamik ritmiyle Parkinson hastası bir kişi için iyi bir terapötik olabilir. Bir de öğrenme bozukluğu olan kişiler için kinetik müzik her zaman uygundur. Diskalkulide matematiksel ögeleri öğrenmede sorun vardır. Matematikte de notalarda olduğu gibi bir uyum vardır ve bu tür bozukluklarda hareket ve devamlılık eksiktir. Yapılan bir araştırmada metal müziğin matematiksel işlemleri çözmeyi hızlandırdığı bildirilmektedir. Matematiksel işlemler yaparken Dream Theater’ın iki parçası olan Te Dance of Eternity ‘yi ve A Change of Seasons’ ı örtülü belleği harekete geçirip örtük öğrenmemizi hızlandırma ihtimali vardır. Sonuç olarak, aslında belirli hastalıklara belirli şarkılarla tam olarak söylenemez sadece önerilebilir fakat belli tarzda müziklerin belli hastalıklarda terapötik araç olarak kullanılabildiği çalışmalar ve vaka incelemeleriyle kanıtlanmaktadır. Artık sıkça duyduğumuz “Müzikle terapi” ile Alzheimer gibi belli nörolojik hastalıklara sahip kişiler daha iyi yaşamlara kavuşabilmektedir. Müzik birçok şeye ilaç olabilmektedir.
PsiNossa 19
Burak Bahadır Akın. Bilinen adıyla “Bültencibaşı” 11 Mayıs, İstanbul Kadıköy doğumluyum. İlk kelimelerimi öğrendiğim sırada taşındığımız Muğla Fethiye’de mavi ve yeşil renklerinin egemenliğinde bir çocukluk geçirdim. İlköğretimden itibaren ilgi duyduğum kalem ve kâğıtlara Burdur Ercan Akın Fen Lisesi’nde okuduğum süreçte iyice bağlandım. Göbek bağımın düştüğü şehre psikoloji okumak için döndüğümde yazdıklarımın daha çok kişiye ulaşmasını istiyordum. TPÖÇG, etkinliklerine katılmaktan mutluluk duyduğum, felsefesi hoşuma giden bir oluşumdu. Alt Ekip başvuruları açıldığı zaman ekipte boşluk olduğunu gördüğüm an hiç tereddüt etmeden başvurumu yaptım ve Mart 2015 tarihinde “Bülten Sorumlusu” ve “Yazar” olarak TPÖÇG Yayın Ekibi’nde çalışmaya başladım. Ekibe girdiğim ilk andan itibaren yepyeni bir ailem oldu. İstanbul, Bursa, Ankara, İzmir ve Girne’de yaşayan fakat Whatsapp grubu yahut online toplantılar sayesinde hep beraber olan büyük bir aile olduk. PsiNossa’nın gelişmesi bizim en büyük motivasyonumuz. Heyecanla okunma sayılarını takip ediyoruz, beyin fırtınaları yapıyoruz ve bence bir öğrenci dergisi olarak şu ana kadar gayet iyi gidiyoruz. Edebiyat dışında halk dansları eğitmenliği sahne koreograflığı yapıyor, elimden geldiğince notalarına basmaya çalıştığım kabak kemanem ile kendine müzisyen bir hayat sürüyorum. Sahaflık sanatını öğrenmeye çalışırken her yere yürüyerek gitmek için elimden geleni yapıyor ve tek başıma yaptığım bu aylaklıktan büyük bir keyif alıyorum. Desteklerinden ve ekibe beni seçtiği için Genel Sekreter’imiz İrem DEMİR’e, cefamı çeken editörümüz Fatma Selin AYAN’a ve her daim yanımda olacaklarına inandığım ekip arkadaşlarım Selen, Selin, Pelin, Ulaş ve Can’a çok teşekkür ediyorum. Sözlerimi noktalamadan bir çift cümlem daha kaldı heybemde. PsiNossa yazılarınızı merak ve heyecanla bekliyor. BÜLTEN DAHA ÇOK BEKLİYOR!
Burak Bahardır AKIN
20 PsiNossa
Merhaba Ben Can, Bu yazıyı yazarken nereden başlasam diye çok düşündüm. Aklımın bir köşesinde hep psikoloji sevdası vardı; ama bir türlü emin olamıyordum. En sonunda ömrümün sonuna dek benimle olmasını istediğim alan psikoloji oldu. Uzun bir karar aşamasının ardından alan dışı olarak Girne Amerikan Üniversitesi Psikoloji bölümünü seçtim. Bu seçim hayatımın dönüm noktalarından birisi olmuştu. Bölüme duyduğum ilgi, psikoloji camiasına girmemle birlikte iki kat artmıştı; ama hala tatmin olamıyordum. Psikoloji alanındaki çalışmalar, seminerler ve birçok çalışmaya aktif olarak katılmaya başladım. İkinci sınıfın sonlarındayken Facebook’tan bir mesaj aldım. Mesaj, tanıdığım bir arkadaşımdan (Mert Anıl Demirel, Kıbrıs Yerel Değişim Sorumlusu) gelmişti: “Merhaba Can, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde KIBPOD(Kıbrıs Psikoloji Öğrencileri Değişimi) düzenleniyor, katılmak ister misin?’’ Mesajdan sonra hemen araştırma yapmaya başladım ve psikoloji dünyasında TPÖÇG diye bir gerçek olduğunu keşfettim. Araştırmalarım bana yetmemişti, hâlâ TPÖÇG’ye dair bilmek istediğim çok şey vardı ve ben “Tabi ki katılmak isterim.” dedim ardından formu doldurdum. KIPBOD bana TPÖÇG’yi sevdiren ilklerden biri olmuştu. Yeni insanlar, çok güzel bilgiler edinmiştim. Benim için TPÖÇG yeni başlıyordu ve asıl başlangıcımı üçünçü sınıfın güz döneminde GK’ya katılarak yaptım. GK’ya katılmamda büyük katkısı olan okul temsilcimiz Şule Sarıaydın’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Genel Kurul boyunca hep aklımda şu soru vardı: ‘’Bu oluşumun içinde olmalıyım ama nasıl?’’ Şule’nin desteğiyle yayın ekibine başvurma cesareti buldum ve hayatımda iyi ki doldurmuşum dediğim ikinci formu doldurdum. Mülakat sonucunu aldığım zaman havalara uçmuş, aynı zamanda endişelenmiştim. Ben İçerik Ekibini düşünürken kendimi bir anda tasarımların içinde buldum. Kafamda şüpheler olsa da başaramamak gibi bir inancım yoktu. Çünkü arkanızda sevgi dolu ve size inancı tam insanlar olduğu sürece siz, siz oluyorsunuz. Bu inancın meyveleri olarak, editörümüzle birlikte tasarladığımız çok güzel afişler ve iki bülten tasarımı çıktı. İçinde olduğum ekibi seviyorum! Genel Sekreterimiz İrem Demir’e bana olan güveni, Editörümüz Fatma Selin Ayan’a hoşgörüsü ve inancı için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca tüm ekip arkadaşlarıma dostlukları için çok teşekkür ediyorum. PsiNossa’da ve Bülten’de çok büyük emekler var. TPÖÇG öyle bir birlik ki, ya iliklerinize kadar hissedersiniz ya da bir yanınız hep eksik kalır. TPÖÇG’em sizinle !
Can KAMSIZ
PsiNossa 21
Sanat Terapisi İle Kadın Kahramanın İçsel Yolculuğu
“Beyaz Atlı Prensi Öldür”
Pınar TOKER
Kim demiş, “Ruh görünmezdir!” diye? Ruh, kendini yüzyıllardır sanat yoluyla ele veriyor. Psikolojinin bilinçaltı, rüyalar gibi kavramlarla ilgilenmeye başlamasıyla sanatçıların bilinçaltının ortaya çıkışına uysalca boyun eğerek resimler yapmaya başlaması aynı tarihlere rastlar. Düş tutkunu ressamlar maddenin içindeki gizeme inandıkları anda optik alandan çıkıp psikolojinin inandığı en önemli varlığın-ruhun- derinliklerine daldılar. İster resim yapın ya da bir çamur parçasına şekil verin; ortaya çıkan iş, ona şekil verenin söylemek istediklerine sözün ötesinde tercüman olur. Sanat ve psikoloji bağı böyle kurulabilir başlangıçta. Sanatla terapi kültürümüze batıdan gelen bir akım gibi görünse de, Osmanlı tarihine baktığımızda ruh hastalıklarının tedavisinde sanattın kullanılması çok daha eskilere dayandığı bir gerçek. Ünlü gezgin Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde 1484-1488 yıllarında II. Beyazıt tarafından yaptırılan Edirne’deki Darüşsifa’da (Hastane) akıl hastalarının tedavisinde müziğin, sanat aktivitelerinin ve su sesinin kullanıldığından bahseder. Ayrıca 1037 yılında hayata veda eden ve 150’den fazla eser bırakan
22 PsiNossa
ünlü Türk hekimi İbn-i Sina eserlerinin en önemlisi olan Kanun’da melankolinin semptomlarını korku ve yalnız kalma isteği olarak tanımlar; tedavisinde ise, müzik ve sanat aktivitelerinin büyük öneminin altını çizer. Dev dalgaların dünyayı yok ettiğini, ifade ederseniz kendinizi bir anda akıl hastanesinde bulabilirsiniz; fakat böyle bir hikâyenin resmini yaptığınızda ya da yazıp bir de filmini çektiğinizde alkış alırsınız. Sanatla psikoloji uzun zamandır birbirinden etkileniyor. Sanattın ruh dünyasının dışavurumu olduğu bu noktada belirginleşiyor.
Sanat, ruhun özgürlük alanıdır. Ruhun ilkel köşeleri bile sanat yoluyla kendine bir yön bulur. Sanat terapisi uzmana zaman kazandırır. Kişi ister müzikle, ister resimle, ister heykel ya da dansla coşkularını, hüzünlerini dile getirsin; artık sözün ötesine geçmiştir. Duygular sanatla somutlaşır. Sanat, korkunç duygulara bile estetik bir form kazandırır. Sazlıkların arasında fısıldayan yönlerimiz kendine bir çıkış yolu bularak özgürleşir. Anneden kopuşla birlikte çıktığımız yolculuk, sıradan dünyadan ayrılıp içsel bütünlüğümüzü oluşturma arayışına dönüşür. Karşılaştığımız her olay benliğin farklı bölümleriyle karşılaştıran yeni ev ödevleriyle doludur. Bu ev ödevlerinin amacı bütünlüğe ulaşmaktır. Yolculuğun nereye gittiği, serüvenin neleri gerektirdiği hiç fark etmez; önemli olan karakter gelişimimizin hedefleridir. Kendi yaşam öykümüzün kahramanı olmaya çalışırız. Kahraman değişen gelişendir: Arayan, karşılaşan, yüzleşip atlatabilen. Gelişiminin bir bölümünde takılanlar ve sürekli takıldığı noktaya geri dönenler kahraman olmaktan çok, kendi hikayelerinde yan rollere düşerler. Kaygılar, güçsüzlük, korkular, sahiplenici ebeveyne yapışma, kendini tutsak hissetme, vicdan krizleri, takıntılar, boyun eğme, kıskançlık, inkar, izolasyon, kuşku gibi sayabi-
PsiNossa 23
Beyaz Atlı Prensi Öldür, kadın kahramanın içsel yolculuğunda en çok zorlandığı bölüm olan “bağımlıklarla mücadele etme”, konusunda sanat terapisinin kolaylaştırıcı ve dışavurumcu özelliğinden faydalanan yeni bir kişisel gelişim kitabı. Kitabı C.G. JUNG’un arketip kavramından yola çıkarak hazırladım. Bilinçaltımıza nüfus eden masallar, kız çocuklarının özdeşleştiği karakterleri genelde bekleyen, edilgen, mağdur bir halde yazıyordu. Beklersek beyaz atlı prens gelip bizi bütün kötülüklerden koruyacaktı ve sonsuza kadar mutlu yaşayacaktık. Bu bir illüzyondu aslında masallardaki hep karakter -ejderhadan kötü kalpli cadıya kadar- bizim bilinçaltımızda keşfetmemiz gereken karakterlerdi. Hiç birini yok sayamazdık. Bütünleşmek için bu tanışmalar şarttı. Bütünleşme yaşam döngüsünde olgunlaşma evremizi temsil ediyordu. Olgunlaşmanın da -genel inanışın aksineyaşlanma ile hiç bir ilgisi yoktu. Olgunlaşma iyi, kötü, gölge karakter ayırmaksızın kendimizi tanımamızla bir ilgisi vardı. Cesaret gerektiren içsel atlayışlar için müziğin duygulara olan etkisini, çizim çalışmasını, psikodramayı ve film analizlerini tercih ettim. Filmler
modern masallardı ve doğru kullanıldığında bilinçaltı ile iletişime geçmemize yardımcı pek çok karakteri gözlerimizin önüne seriyordu. Kızgınlıkları ve hayal kırıklıklarını tirat çalışması olarak dile getirmenin doğru olacağını düşündüm. Bir senaryo çalışması olarak insanın kendini dışa vurması sanatın en güzel kolaylaştırıcı yönüdür bence. Yüceltme (sublimasyon) olarak bilinen bu savunma mekanizmasının altında her zaman sanatı ortaya koyanın ruhunun parçaları gizlidir. Bizler -ruh sağlığı uzmanları- bu parçalarla çalışırız. Kolajdan mandala çizimine; beden- ses egzersizlerinden dansa kadar pek çok sanat terapisi tekniğine yer verdiğim Beyaz Atlı Prensi Öldür görünmeyen bir varlıkla - ruhla- çalıştığımızı asla aklından çıkartmayan bir kişisel gelişim kitabı. Ben bütün hayatım boyunca tek gerçeğin ruh olduğuna geri kalan her şeyin değişebileceğine ve varlığının sorgulanabileceğine inandım. Ruhun özgürleşmesi içinde psikoterapi seanslarımda sanattan faydalanmayı seçtim. Eğer ruhun derinliklerine sanat yoluyla inmeyi düşünüyorsanız çok cesur olmalısınız.
Sizi Ophelia ile tanıştırmak istiyorum. Beyaz Atlı Prensi Öldür ‘ün 9. egzersizi ile bilinçdışının korkular bölgesinde bir geziye çıkacak kadar cesursanız, sizi maceralı bir yolculuk bekliyor.
24 PsiNossa
PsiNossa 25
Anaokulunu yeni bitirmiştim ve her gün oynadığım legolarımın yerini kalem kağıtlar almıştı. Henüz kalemi doğru dürüst tutamazken, 7 yaşımda ilk şiirimi bir bayram günü yazdım. Şiirimi okuyan annem, yazmaya devam etmemi söyledi. Ben de küçüklüğüm boyunca, annem için yazılar yazmaya devam ettim… Henüz ilkokulu bitirmediğim halde, ablam sayesinde, dünya edebiyatından oluşan küçük bir kütüphanem oldu ve okuduğum kitaplar sayesinde, daha o yaşta ‘psikoloji bilimi’ ile tanıştım. Liseye bile başlamadığım halde “Ben psikolog olacağım.” demeye çoktan başlamıştım. Lise çağlarımda Okan Üniversitesi’nde gerçekleşen 17. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi’ni (UPOK) duydum ve bu kongreyi düzenleyen Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu’nu (TPÖÇG) araştırmaya başladım. Şu anda ise Okan Üniversitesi’nde Psikoloji Bölümü öğrencisiyim ve TPÖÇG’nin Yayın Ekibi’nde gönüllü olarak çalışmaya başlamış bulunmaktayım. Aslında benim hikayem salt insan zihnine olan merakıma dayanıyor. Küçüklüğümden beri çektiğim fotoğraflardaki insan suretlerini okumaya çalışmam, sanata, felsefeye ve psikolojiye olan ilgim ortak bir noktada birleşiyor. Aynı ilginin PsiNossa Dergisi çalışanlarını birleştirdiği gibi. Bu dergi sımsıcak, heyecanlı ve bir o kadar da eğlenceli insanlar tarafından, psikoloji bölümü için kolektif bir çaba ve emek sarf edilerek, tüm psikoloji öğrencileri adına hazırlanıyor. Her geçen sene psikoloji bölümü öğrencileri artarken, TPÖÇG de gelişmeye ve değişmeye devam ediyor. Çünkü yeni insanlar, yeni ufuklar demektir.
Eda Nur TUNCA
26 PsiNossa
Merhabalar, ben Şükran Yalçın. 1995 yılının 19 Mayıs’ında Ankara’da doğdum. İlkokulu Gazi Osman Paşa İlköğretim Okulu’nda, liseyi Kalaba Anadolu Lisesi’nde okudum. Şu an Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Psikoloji ve Anadolu Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü’nde eğitimime devam etmekteyim. TPÖÇG ile tanışmam tercih döneminde bölüm hakkında araştırma yaparken olmuştu. Zaten istediğim bu bölümü topluluğun sitesindeki videoyu izleyince daha çok sevdim. Özellikle kurulduğu yıl 2001’de çekilmiş fotoğraflar bana farklı duygular hissettirdi. Çünkü insanlar fotoğraflarda çok nostaljik gözüküyorlardı. 2000’lerde üniversite öğrencisi olmak, yeşil boğazlı kazak ve kadife pantolonla sarıya kaçan fotoğların olması demekti. Belki fotoğraflardaki abilerim ablalarım az önce kantinde oralet içmişlerdi, kim bilir? Bence 2000’lerde oralet modaydı. Velhasıl kelam fotoğraflarında bile birlik beraberlik vardı. Hal böyleyken kendimi pek mutlu hissettim. “Bu insanların arasında olsam yıllar sonra belki birisi de bizim nostaljik fotoğraflarımıza bakar ve mutlu olur.” dedim. Bu şekilde TPÖÇG’yi tanıdım... PsiNossa’yı ilk nasıl duydum hatırlamıyorum; ama ilk sayısından itibaren takip ediyorum. Küçükken reklam yapmak gibi olmasın Miço okurdum. Her hafta heyecanla derginin çıkacağı günü beklerdim. Sonra koşarak gider alırdım ve hemen bitmesin diye yavaş yavaş okurdum. PsiNossa da böyle bir dergi oldu benim için. Bunun en büyük nedeni sayfalarında kendimi bulabilmemdi. PsiNossa psikoloji öğrencileri ve geri kalan herkes içindi. Ben hem psikoloji öğrencisi hem de geri kalan herkestim. Sonra bir gün Laozi geldi aklıma. “Kilometrelerce süren bir yolculuk bile , tek bir adımla başlar” PsiNossa’nın ilk adımı, ilk sayısıydı. Benim de ilk adımım bu aileye katılmayı istemekti. Umuyorum ki ikimizin de yolculuğu kilometrelerce sürecek.
Şükran YALÇIN
PsiNossa 27
Geçmişten Günümüze Bimarhaneler ve Sanat
İrem DEMİR
İnsanoğlunun fizyolojik problemlerinin yanında ruhsal problemleri de peşini bırakmamaktadır. İnsanın bir ruha sahip olduğu ve buradaki gizemlerin merak edilip araştırılması insanlık tarihi kadar eskidir (Hatunoğlu, 2014). Problemleriyle birlikte yaşamını sürdürmeye çalışan insanoğlu tıbba yönelmiş ve kendi yöntemlerini günümüze kadar birikimli olarak aktarabilmiştir. Sağlık kuruluşları ve bu süreçte uygulanan tedavi yöntemleri farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Anadolu’da sağlık hizmeti verilen kuruluşlara darüşşifa, şifahane, maristan, bimaristan, dar-üs-sıhha, darü’t-tıb isimleri verilmekle birlikte, genel manada dar-üş-şifa adı tercih edilmiştir (akt; Songur ve Saygın, 2014). Darüşşifa kelimesinin anlamı şifa yurdu olarak kullanılmaktadır. Bimar-
28 PsiNossa
hane ise hastane anlamındadır (Devellioğlu, 2013). Bimarhanelerde hastaların özel hastane elbiseleriyle yattıkları, hekimler tarafından tedavi edildikleri, ilaç ve yemeklerinin önlerine getirildiği ve hasta bakım hizmetleri açısından bugünkü modern hastane formunda oldukları bilinmektedir (Hatunoğlu, 2014). Bimarhaneler fizyolojik hastaların yanı sıra akıl hastaların tedavisinde hizmet vermektedir. Bimarhanelerin tarihinden kısaca bahsetmek gerekirse batı toplumunda akıl hastalarının içine şeytanın veya cinin girdiği inancı hâkimdir. Butcher, Mineka ve Hooley (2013)’e göre kötücül ruhların etkisine karşı en önemli tedavi şekli şeytan çıkarmadır ve işgalci ruhtan kurtulmak için çeşitli teknikler kullanılmaktadır.
Batı toplumunun bu yaklaşımına karşılık İslam dünyasında ilk tam teşekküllü hastane 707 yılında Emevi Halifesi Velid Abdülmelik tarafından yaptırılmıştır. Bu hastaneye hekimler tayin edilmiştir, çalışanlara maaş bağlatılmış, cüzamlı ve akıl hastalarının tecrit ve tedavi edildiği özel odalar yaptırılmıştır. İslam ülkelerinde ilk defa akıl ve beden hastalıklarının tedavisine özgü hastaneler bu dönemde yaptırılmış ve ilk önemli tedavi yöntemleri bu dönemde geliştirilmiştir (Hatunoğlu, 2014, s. 256). Selçuklulardan kalan en önemli Bimarhanelerden biri Divriği’de Behram Şahin Kızı Turan Melik Hastanesi’dir. Osmanlı döneminde ise hastanelerden ikisi en önemlidir. Hatunoğlu (2014) bunların, XV. yy. sonunda II. Beyazıt’ın Edirne’de yaptırdığı Darüşşifa ile Hürrem Haseki Sultan’ın
yaptırdığı Haseki Darüşşifası olduğunu söylemiştir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde ruhsal rahatsızlıkların tedavisi amacıyla çeşitli tedavi teknikleri geliştirilmiştir. Bunların en önemlileri ilaç tedavisi, müzik tedavisi, su tedavisi ve çeşitli çiçeklerin kullanıldığı görsel ve kokuya dayanan tedavi teknikleridir (Güvenç, 1985). Razi, Farabi, İbni-Sina, Hasan Şururi ve Gevrekzade Hasan Efendi gibi bilim adamlarının yaptıkları araştırmalar ve elde ettikleri sonuçları anlatan kitapları kullanan Türklerin ilk ciddi müzikle tedavi çalışmalarını Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde uyguladıkları görülmektedir (Hatunoğlu, 2014).
Toptaşı Bimarhanesi’nde Bir Grup Erkek
PsiNossa 29
Toptaşı Bimarhanesi Kadınlar Kısmı
Türk müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi’ye göre şu şekilde sınıflandırılmıştır;
1- Rast makamı: İnsana sefa verir (Neşe ve huzur verir). 2- Rehavi makamı: insana beka (sonsuzluk) fikri verir. 3- Kuçek makamı: insana hüzün ve elem verir. 4- Büzürk makamı: İnsana korku verir. 5- İsfahan makamı: insana hareket kabiliyeti, güven hissi verir. 6- Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.
30 PsiNossa
7- Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir. 8- Zirgüle makamı: İnsana uyku verir. 9- Saba makamı: İnsana cesaret kuvvet verir. 10- Buselik makamı: İnsana kuvvet, moral verir. 11- Hüseyni makamı: İnsana sükûnet, rahatlık verir. 12- Hicaz makamı: İnsana alçak gönüllülük verir (Ak, 1997).
Hastalara musiki dinletmenin de belirli kuralları vardı örneğin; eserler günün her saatinde rast gele çalınmaz belli zaman dilimlerinde çalınırsa daha etkili olduğu düşünülürdü. Bu musiki makamlarından; 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10- 2014).
Rehavi makamı: Şafaktan önce Hüseyni makamı: Tan ağarınca Rast makamı: Kuşluk vakti Zirgüle makamı: Öğle vakti Hicaz makamı: Namaz arasında Irak makamı: İkindi vakti İsfahan makamı: Gün batarken Neva makamı: Akşam vakti Büzürk makamı: Yatsı vakti Zirefkend makamı: Uyku vakti (akt; Hatunoğlu,
Doktorlar hastalara karşı serin kalpli, ahlaklı, güzel huylu, endişeden uzak, samimi, şevkatli, hastaya güzel davranan insanlar olmaları gerektiği belirtilmiştir… Buna bir örnek verilecek olursa Beyazıd külliyesinde akıl hastalarına mahsus bölümde 40 akıl hastasına 150 hasta bakıcı hizmet vermiştir (Şeker, 1987). Sonuç olarak psikoloji ve psikiyatri dalında sürekli çaba harcanmış ve sanat ile birleştirilmeye çalışılmıştır. Darüşşifalar, Türk İslam vakıf kültürü içerisinde en önde gelen sosyal yardım kuruluşlarından birisidir. Toplumun sağlık gereksinimlerinin karşılanması için yapılan bu kuruluşlar, varlıklarını vakıflar ile korumuş ve sürdürmüşlerdir (Bayraktaroğlu, 2014).
PsiNossa 31
Arkadaşlar merhaba, Ben Ayşe Nur Avcı. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü 3. Sınıf öğrencisiyim. TPÖÇG’ nin Yayın Ekibi’nin yeni üyesiyim. Bu yazıyı staj yaptığım yerde yazıyorum. Memleketim olan Eskişehir’ de özel bir rehabilitasyon merkezinde staj yapıyorum. Bugün stajımın beşinci günü. Daha yeni başladığım için henüz geçmeyen heyecanımın üzerine şimdi bir de TPÖÇG heyecanı eklendi. Ben TPÖÇG’ le üniversitenin ilk haftasında editörümüz Fatma Selin Ayan sayesinde tanıştım. Sınıfımıza gelip TPÖÇG hakkında o kadar çok şey anlattı ki itiraf etmeliyiz biraz gözüm korkmuştu; ancak geçen zamanla bu ekibin samimi, eğlenceli ve çalışkan bir ekip olduğunu gördükçe ekibin bir parçası olmayı daha çok istemeye başladım. PsiNossa’ yı ise Selin’ in sosyal medya paylaşımlarında görüp takip ediyordum. Dergiyi ilk okuduğumda kendi kendime söylediğim cümleyi hatırlıyorum, “Keşke benim yazdıklarım da dergide yayınlansa.” Bunun üzerine derginin haziran sayısına Arş. Gör. Aylin Koçak’ ın yönlendirmeleriyle hazırladığım “İleri Yetişkinlikte Alzheimer “ başlıklı ödevimi gönderdim ve yazımın yayınlandığı gün dünyalar benim oldu. O gün söylediğim cümle ise “Keşke yazılarım hep yayınlansa, bu dergiyi hazırlayanlardan biri de ben olsam.” Alt ekipler için başvuruların başladığını UPOK20 için Gaziantep’ e giderken otobüste gördüm. Formu o tatlı telaşla kaç kere doldurup sildim bilmiyorum. En sonunda UPOK20 dönüşü sakin kafayla doldurmaya karar verdim ve eve gelir gelmez formu son kez doldurup gönderdim. İşte şimdi buradayım. Umarım ekibimiz için de sizler için de dopdolu, eğlenceli bir yıl olur. TPÖÇG’ le kalın. Keyifli okumalar.
Ayşe Nur AVCI
32 PsiNossa
Merhabalar ben Işık Üniversitesi Psikoloji öğrencisi Ceren Nur Gürler. Bu yıl 3. senem olacak. Daha önce 1 dönemimi Erasmus ile Hollanda’da geçirdim. İngilizcemi geliştirme imkanı bulabildiğim için de çevirmenlik alanında başvurumu yaptım. Umarım dergimiz için yeterli olacağımdır. TPÖÇG ile ilk okulumuzdaki temsilcimiz Mehmet Ali Erkuş sayesinde tanıştım. Kendisi güzel bir biçimde bilgilendirdi; fakat farklı alanlara kaydığım için maalesef TPÖÇG bünyesine dahil olamadım. Şu an geç kalmışım gibi hissetsem de umarım bundan sonrası için yararlı olabilmeyi umut ediyorum. Dergiyi son iki sayıdan beri takip ediyorum. Güzel yazılar mevcut. Umarım bu şekilde devam eder ve hepinizi emekleriniz için gönülden tebrik ediyorum.
Ceren Nur GÜRLER
PsiNossa 33
Röportaj
Sanat birçok alt alanı barındıran uçsuz bucaksız bir derya, bu derya ki bizim ruhumuza, düşüncelerimize, hayatımızın her alanına etki ediyor. PsiNossa Yayın Ekibi olarak sanatın farklı dallarında emek veren kişilerle mini bir röportaj gerçekleştirdik, birbirinden değerli cevaplar aldık. Keyifli okumalar diliyoruz.
Sorular: 1-Sanatınız size insana dair neyi ifade etmede yardımcı oluyor? 2-Sanat sizin kendinizle bütünleşmenizi mi yoksa yeni bir ben yaratmanızı mı sağlıyor?
Uğur ÖNÜR – Kabak Kemane ve Ses Sanatçısı seyircinin istediğini vermektir bir anlamda. Ben iki-
1- Öncelikle sanatın ne olduğunu vurgulamak başta yararlı olacak. Doğada zaten var olan soyut veya somut şeylerin bir yaratıcı daha doğrusu düzenleyici tarafından yeni bir hal almasıdır. Bu hal iyi veya kötü, çirkin veya güzel her şekilde nitelendirilebilir. Sanatı her şey için kullanabiliriz, insan gelişimi veya gerilemesi, sağlık veya ölüm, görsel, duyusal, algısal zevkler veya zevksizlikler Müzik sanatındaki önem ruhla direkt bağlantılı, insan psikolojisine direkt tesir eden nadir alanlardan birisi olmasıdır. Dilini bile bilmediğimiz müziğin içine girip ne ifade ettiğini, duygu yoğunluğunu çözebilirsiniz. Tabi ki müziği karşıya tesir ettirmek için yetenek denilen genetik kodlar devreye girer. Kötü müziğin alıcısı da kötü algıları gelişmiş seyircidir. İyi ve kötü müzik arasındaki bağlantıyı kuramayabilir. Yaptığımız müzik karşıdaki insana ne kadar tesir ederse, o ortamın enerjisini kaldırır ve her iki taraf da çıkan müzikten zevk alır. Dağda yaşayan çobanın yaptığı müzikle profesyonel müzisyenin yaptığı müzik arasındaki fark uçurumdur. Çoban tamamen önce kendi tatmini için üretir; fakat profesyoneller önce seyirciyi düşünür. Onlar zevk alır mı nasıl bir üretim yaparsak insanları etkilerimin yollarını ararlar, seyirci tatmin olursa kendisi de tatmin olur. Popülarite kavramı zaten 34
PsiNossa
sinin de olması gerektiğini savunuyorum. Önce sen o duygu yoğunluğunu yaşamalısın, özde yaşanılmayan müziğin ömrü az olur. Sonra insanlar zaten o enerjiyi alırlar. Samimi müzik her zaman uzun ömürlüdür. Müzikte insana dair her şey var tabi ki. Keder, neşe, aşk, duyguların her türlüsü. Dansta, müziğin içinde, edebiyatta. Toplumun ürettiği tüm değerler müzikte mevcut. Bunu aktaran sanatçıların ilk görevi insanların kendisini bulduğu, gördüğü şarkılarla insanların deşarj olmasını sağlamak, bu eserlerle onları eğitmek, doğru noktalara yönlendirmektir. 2- Bir eseri icra ederken bazen dağdaki çoban olurum, bazen sevdiğini alamamış bir fakir, bazen vurulmuş bir yiğit, bazen de yerdeki bir taş olurum; ama içinde hep ben varımdır olayın. Her canlı ve cansızın enerjisi ve birikimi var diye düşünüyorum çaldığımız bir eserde. Modern dünyayı görüyoruz, sürekli başka başka ortamlarda müzik yapıyoruz. Her tecrübe, her duyum ortaya çıkan müziğimize etki ediyor. Üretim dediğimiz şeyler zaten var olan şeylerib vaşka bir hal almış hali dediğim gibi. Kendimizle değil eserle bütünleşiriz. Böyle olmazsa sahte olur.
Ali LİDAR - Yazar
1- Yaptığım işe ne kadar sanat denir bilemiyorum. Ama öyleyse eğer çeşitli sosyal nedenlerden dolayı bastırmak durumunda olduğum öfkemi dışa vurabilmemi sağlıyor sanırım. Görünmek zorunda olduğum değil olduğum şey gibi göründüğüm bir platform benim için yazmak. 2- Ben her insanda birden fazla ben olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla yazı, bendeki benlerin birbirleriyle samimi bir şekilde karşılaşmalarına ve hesaplaşmalarına vesile oluyor. İnsanın kendiyle bütünleşmesi ne demek hiç anlayamıyorum. O yüzden de böyle bir şeyin olabileceğini de düşünmüyorum.
Şekip TAŞPINAR - Oyuncu-Yönetmen 1- Sanat doğası gereği muhaliftir. İnsanlara yanlışı ve doğruyu göstermek arzusundadır. Bir sanatçının birincil isteği bu muhalefettir sanatını icra ederken. Tabii ki dünya görüşünüz, insanlığınız ve halka örnek olabilmek yan unsurlardır. 2- Yeni bir ben yaratmak söz konusu değil . Yeni bir “sen” yaratmak daha doğru. Biz sanatımızı yaparken halkla bütünleşiriz, kendimizle değil. Bencil sanat ancak iktidar yanlılarının yapacağı iştir. Gerçek sanatçı halkla bütünleşir.
Altan ALKAN - Oyuncu-Yönetmen-Yazar 1- İnsan etten, kemikten, duygudan ve daha fazlası düşünceden ibaret. Kimi insan etiyle kemiğiyle ön planda olmayı var olduğunun ispatı sayarken, ben düşüncelerimle var olmayı, olabilmeyi tercih ediyorum. Ve düşüncelerimi iletebilmenin, paylaşabilmenin en etkin yolu da sanat. 2- Dünya, evren ve biz maddeden oluşuruz, hatta aynı maddelerden. Büyük patlamadan bu tarafa evren de bir yolculukta, dünya da, insan da. Benim arayışım bütünleşmek istediğim, doğal olarak dünyanın, evrenin ta kendisi, özü aslında.
PsiNossa 35
Cansu Nihal AKARSU - Caz Şarkıcısı
1- Sanatım bana kendimi ifade etmemde yardımcı oluyor.Duygularımı..Ben bir şarkıcıyım ve duygularımla sözleri hamur gibi yoğurup ortaya çıkartıyorum içimdekileri.Duygular, kelimeler ve sesler en insana dair şeyler. 2- Bu tarz konulara girildiğinde çok fazla cümle kullanmak yanlış sanatla ilgili bence. Çünkü uçsuz bucaksız bu soruların cevaplarının doğru ya da yanlış olma ihtimali yok. Çok bireysel bir durum. Yaptığım iş benim kendimle bütünleşmemi sağlasa da bazen beni parçalara ayırabiliyor. Âmâ benim için kesinlikle yeni bir ben yaratmak değil bu durum. Yeni bir iş yaratmak, yeni bir ses yaratmak ya da yeni bir heyecan.
Tamer ÖZŞEKER – Tiyatro Hocası
1- Neyin ifadesi sözü eğer sanat için soruluyorsa tek bir cevap vermek zor. Sanat tanımını yapmak gibi. Benim yaptığım seninkinde yetersizleşebiliyor. Bu yüzden yeni akımlar doğrultusunda kısıtlamalar getirmiştir. Bu açıdan bakınca sanatın ifade ettikleri de kısıtlanır olmuştur. Aslında (bana göre) bu yenidünya düzeninin bir yansımasıdır. Çünkü yenidünya düzenimizde bu sınırlar konulmazsa satış politikaları alt üst olur. Artık sanat bir satış aracıdır. Yani parayı ifade etmektedir. Daha geniş açıyla baktığımızda para insan öğesinin altında kalan basamakta yer alır. Haliyle sanat paranın üstüne çıkar. Peki, neyi ifade eder? Tabi ki insan olma özelliğini; duyguları, düşünceleri, karşı duruşları, kabullenişleri kısacası bilinçaltımızla yarattığımız ve bilinç üstüyle yaşadığımız bireysel dünyamızı. Bu bağlamda ben de sanat dili anlatımımı, bu ifadeleri ön plana çıkaracak şekilde kullanıyorum.
36 PsiNossa
2- Algılama şeklimle ve o an ki ruh halime ve tabi ki kişiden kişiye (Eğitim, kültürel birikim...) göre değişkenlik gösterir. Tek bir biçim sanatı sınırlar. Albert Camus’un dediği gibi “Sanat bence en büyük sayıda insanı ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.” Sanat bende, tüm insanlığın yaşadığı ortak acılar ve sevinçlerle birlik olmamı, üretkenliğimi arttırarak sonucunda beni oluşturmamı sağlıyor. Ama bu bazen tersine işliyor. Önce ben den yola çıkıyor sonra ben sayesinde ortak duyguları yaşamamı sağlıyor bu da üretkenliğimi teşvik ediyor. Tamamen ruh halime göre değişkenlik gösteriyor. Ve bu bence tüm sanat yaratıcılarında aynı işliyor.
Emrah AKMAN – Sanat Terapisti ve Dansçı
1- Sanat terapisinde sanatı bir araç olarak kullanıyorum. Sanatın yönü “içeriden dışarıya doğrudur” yani iç gerçekliğin kendimize ait dilimiz ile ifade etme biçimimizdir. Psikoterapinin bir amacı da kişiliğin kendine dair dili ile kişinin kendini ifade etmesidir ve bu ortaya çıkan materyalin analiz edilmesidir. Bu noktada sanat ve terapi benzerlik gösterir, her ikisinin yönü de içeriden dışarıya doğrudur. Beden tüm yaşantılarımızın birer kaynağı gibidir, bir hafızası vardır ve yaşantıları saklar. Açığa çıkan yaşanmışlıklar, anılar duyguları tetikler ve bedenimize yansır. Örneğin tangoyu ele alırsak, tango için şu söylenir “ yaşamınız nasıl ise tangonuz da öyledir”. Yaşamın bir dışa vurumudur dans. İnsana dair her şeyin dansta yaşanabileceği ve dışa vurulabileceğini düşünüyorum. Peki, bu süreç nasıl işliyor; dinlenen müzik dış gerçeklik olarak kabul edersek müziğin bizde dokunduğu ve anıları açığa çıkardığı alan ise iç gerçekliktir. Bundan
dolayı dinlenen müzik ortak olsa da, kişisel alanda dokunduğu anılar da bireyseldir. Bundan dolayı dış gerçeklik objektif olsa da iç gerçeklik sübjektiftir. Sanatın insana dair çok geniş bir yelpazede çeşitli yaşantı ve duyguları ifade etmekte yardımcı olacağını düşünüyorum. 2- 2- Yeni bir ben yaratma fikri bana ütopik geliyor açıkçası, biraz da egoist bir düşünce. Yaratma ihtiyacıyla ilgili. Bana keşfetme, bütünleşme kavramları daha yakın geliyor ve daha insani. Tek yönlü varlıklar değiliz, birçok yönümüz var bizi güdüleyen, komplekslerimiz, maskelerimiz, yaratıcı süreçlerimiz, estetik, beğenilme vs. gibi. Sanat bu yönlerimizi su üzerine çıkaracak bir araç aslında, bizi acı ile yüzleştirecek ve farkındalık sağlayacak. Eğer ki ortaya çıkan farkındalık hazmedilir ise kabul etme ve bütünleşme gerçekleşecektir ki kolay bir süreç değildir. Sorunuza döner isek sanatın kendimizle bütünleşmemizi giden yolda bir araç olduğunu düşünüyorum.
PsiNossa 37
Fırat Neziroğlu – Dokuma Sanatçısı ve Koreograf
2- Sanatın tam olarak ne olduğunu çözememiş olsam da yaptığım dokumaların ya da koreografile1- Ben tam anlamıyla klasik döneme bağlanmış rin, içimden küçük parçalar olduğunu söyleyebilirim. haldeyim. Eserlerimde büyük kurgular ya da çok karışık alt metinler yok. İnsanı en saf haliyle yansıtıyorum. Dokuma yapmadan önce eskizler çizerim. Kâğıt üzerine kalemle dokunuyor olmanın tadını insan bir kez Soyuta kaçmadan, hatta fotoğraf ya da video oradaki aldığında dijital ortam neredeyse hiç keyif vermiyor. huzursuzluğu olmadan. İşlerimde yer aln portrelerin Tablet ya da bilgisayarda kendi çizgimden uzaklaşıhepsi sadece bakışlarıyla bize kendilerini anlatıyorlar. yorum. Programın kendi dinamiği içindeki eğriler ve İzleyiciler ve yüzlerim…Biz bu sessiz, hareketsiz dil düzlemler; içimden geçenleri ve heyecanımı anlatmaya içinde anlaşmaya çalışıyoruz. yetmiyor. Kalemi elime aldığımda gözümün önünde Günümüz sanatı içinde anlaşılmazlık ve farklılık başbeliren imgeleri çizerim. Bu imgeler mutlaka daha önce lığı altında toplanan her ne varsa yüksek sanat içinde gözlemlediğim ne varsa kaldırdığım kütüphanemden değerlendirilirken, daha iddiasız bir şekilde insanın herhangi bir ‘’an’’ içindeki halini dokuyan bir dokumacı çıkardığım nesneler ya da suretlerdir. Onca uyaran arasında seçtiklerim öyle nadir ki bu benle ‘’bütünleşen’’ ve koreografım. İnsana dair neyi ifade ettiğimi tam olarak bilemiyorum. görseller daha sonra zihnimde anlatmak istediklerimle uyumlanır. Bunu eserlerimi izleyen herkesten bekliyorum. Bir ‘’açık yapıt’’ niteliğindeki işlerimin herkeste farklı hisler Aynı şeyi koreografilerim için de söyleyebilirim. Hareuyandıracağını düşünüyorum. ket kütüphanem sürekli daha önce deneyimlenen aktiviteler sonrasında çoğalır. Sabah uyandığımda yorganı üzerimden kaldırdığımda, güneşi görmek için perdemi araladığımda, sabah kahvemi içmek için fincanı tutarken, ayakkabı bağcığımı bağlarken, bir yere yetişmek için hızlanırken… Yaptığım hareketler koreografilerim için bir çıkış noktası. Dolayısıyla içimdeki ‘’ben’’ ile yeniden tanışıyorum her seferinde…
38 PsiNossa
Vega’dan Tuğrul AKYÜZ - Gitarist
1- Sanat yapmak yerine sanat yapmaya çalışmak demek bence daha doğru bir tanım olur. Vega olarak da daha çok müziği üzerinde çalışan biri olarak cevap verebilirim. Sözleri ben yazmıyorum. Sanatsal denemeler açısından söz yazan ile müziği yazanın hissiyatlarının ayrı olma olasılığı bence çok yüksek. . Sanat yapmaya çalışan bir kimsenin amacının yukarıdaki tanımları gerçeklemek olduğunun pek kanısıda değilim. Bu tuhaf bir şekilde bilinçsizce gelişen bir süreç. Eğer amaç bütünleşme ise , bütünleşmenin gerçeklendiği an, sanat yapmaya devam edilmesine gerek kalmazdı. Yani bu hiçbir zaman amaca ulaşılmayan Zenon’un Akhilleus kaplumbağa paradoksu gibi. Yeni bir “ben” yaratmak da bana çok yakın gelmiyor. Söz konusu olan “ben” yaratılmak isteniyorsa gündelik hayataki “ben”den farklı olacağı kesin. Utangaç biri, sahnede başka bir insana dönüşebilir. Bu yeni bir “ben” yaratmaktan çok gerçek gündelik hayattaki o kişiye ait olan ifade araçlarının yetersiz oluşundan olabilir. Sanatın araç-amaç ikilemi arasında gidip geldiği de doğrudur.
2- Sanat yapmaya çalışma , zamanı durdurma, belki biraz da rüya görmek isteminin bilinçli bir teşebbüsü gibi. Sözleri bir kenara bırakırsak,(onların kendi iç dünyası var) müziğin çoğu zaman görsel imgelerin bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Her bir notanın ifade biçimi, bir mekanı, bir insanın yüz ifadesini, komik bir durumu, bir hayvanı bile görsel olarak beyinde yaratabilir. Bunun dışında işin ilginç yanı sanat yapan ile o sanatı tüketenin bir çok konuda eşit olmaları. Hatta bazen sanatı icra edenden çok sanatı tüketenler(sanatseverler) üretilen o sanat hakkında daha derin anlamlar yükleyebiliyor. Bu yüzden sanat yapan insanların biraz da sanat yapmaya vakitleri olduğu veya vakit yaratabildikleri için şanslı olduklarını düşünüyorum. Sonuçta sanat yapma ihtiyacı humanizm ile iç içe. İnsana dair ne varsa sanatta yansıması var, ister bireysel ister toplumsal olsun. Kendi adıma söylemek gerekirse kendinle dalga geçen kendi hatalarını yansıtan sanat üretimleri benim daha çok ilgimi çekiyor. Hataların estetiği bana daha ulaşılmaz ve o yüzden çekici geliyor.”
PsiNossa 39
Müzik ve Psikanaliz “Kayıp” Şarkılar
Göver KAZANCIOĞLU İnsana ait her alanla ilgili olan psikanaliz, yaratıcılığın söz konusu olduğu sanatla ilişkisini her zaman çok özel ve ayrıcalıklı tutmuş ve gelişmek için sanattan, edebiyat, plastik sanatlar ve sinemadan çok yararlanmıştır. Freud, sanat yapıtının birey üzerindeki etkisini açıklamaya çok önem vermiş ve bu etkinin ancak psikanaliz yoluyla yorumlanabileceğini, bunun için anlam ve içeriğin bilinmesi gerektiğini söylemiştir. Müzik ise Freud’un etkilendiği; fakat kendisi üzerindeki etkinin anlam ve içeriğinin yorumunu yapamadığı, beki de yapmaktan kaçındığı bir alan olmuştur. Bu durum onu rahatsız etmiş ve müziğin uzağında kalmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, Freud’un 1901-1906 yılları arasında daha sonra ‘Çarşamba psikoloji topluluğu’ adıyla anılacak olan bir grup hekim, sanatçı ve politikada öne çıkmış kişlerden oluşan bir grupla yaptığı toplantılara katılan kişilerden biri olan psikanalist ve müzikolog Max Graf, büyük müzisyenlerin ruhsallığı ve beste yapma sürecini psikanaliz yoluyla inceleme görevini üstlenmiş ve Richard Wagner hakkındaki yazısı, uygulamalı psikanaliz alanında ilk yayın olmuştur. Fakat ilgi buradan daha ileriye gidememiş ve gelişememiş, müzikal sanatlar psikanalizin kuramcıları ve uygulayıcıları arasında ancak az sayıda kişinin ilgisini çekmiştir. Freud’dan sonra psikanalizin ruhsallığın erken evrelerine verdiği önemin artmasıyla birlikte söz öncesi dönemin ilk ilişki aracı olan sesin ve dolayısıyla müziğin önemi anlaşılmaya başlanmıştır; fakat bu alanda yapılan çalışmalar hala sınırlıdır. Ayrıca, müzikle ilgili psikanalitik yayınlar genellikle belli bir müzik geleneğini kaynak olarak almaktadır. Türkiye’nin ilk psikanaliz derneği olarak kurulan (2001) ve Uluslararası Psikanaliz Birliği tarafından Temmuz 2012’den beri “aday dernek” statüsüne
40 PsiNossa
yükseltilen İstanbul Psikanaliz Derneği, psikanalizin yaşatılması, gelişmesi ve kurumsallaşması için psikanalist olmak isteyen profesyonellere psikanalitik formasyon vermenin yanısıra, yıl içinde pek çok etkinlik düzenlemekte ve çeşitli yayın etkinliklerinde bulunmaktadır. Dernek, işte tam da bu amaçlar doğrultusunda, psikanaliz ve müzik arasında bağ kurmak ve araştırmak üzere, ilk kez 2009 yılında, Dede Efendi Sanat Evi’nde müzisyenlerle ortak bir etkinlik düzenlemiştir. Bu ilk etkinlikteki heyecan verici buluşma ve verimli çalışmadan sonra, her yıl düzenlenen “Müzik ve Psikanaliz” etkinliği ile psikanalistler, müzikologlar ve müzisyenler, müziğin psikanalitik uygulamadaki yeri, müzikle psikanaliz arasındaki ilişki ve müzikal yaratıcılıkla ilgili tartışmalara devam etmiş ve şimdiye kadar bu kapsamda altı buluşma gerçekleş-
Bu güne dek gerçekleştirilen “Müzik ve Psikanaliz” etkinliklerinde ülkemizin müzik geleneğine ait kaynaklar da değerlendirilerek, psikanaliz ile müzik arasındaki ilişkiye farklı katkılar sağlanmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda İstanbul Psikanaliz Derneği, Türkiye’de bir ilk olarak, Müzik ve Psikanaliz üzerine bir dergi yayınlamıştır. İstanbul Psikanaliz Derneği yayını olan ve Bağlam Yayınları’ndan çıkan “Psikanaliz Yazıları” dergisi, İlkbahar 2013’de 26. sayısını, şimdiye kadar Müzik ve Psikanaliz Etkinlikleri’nde sunulan yazılardan seçilen metinlere ayırmıştır. Kişisel hikayeler ile onların kuşaklar arası aktarımını temel ilgi alanlarından biri olarak gören psikanaliz için ortaya çıkan hikayeler, anılar ve rüyalar kadar,
bu anlatılar içinde beliren şarkılar, ezgiler, mırıldanmalar, sesler ve sessizlikler de yeniden anlam kazanmayı bekleyen alanlardır. Müzik, ses ve psikanalizi ortak bir platformda tartışmaya açmayı arzu ettiğimiz Müzik ve Psikanaliz etkinliklerimizde, bu iki alanın çağrıştırdıklarından yola çıkarak, Narkissos’un tınıları, serbest çağrışım, zaman, sesin doğumu, mizah gibi çeşitli temalar üzerine düşündükten sonra bu sene de kulağımızı “kayıp” seslere ve ezgilere vermek istiyoruz. Bu sene yedincisini düzenlediğimiz ve “Kayıp Şarkılar” olarak isimlendirdiğimiz bu etkinliğimizde, yaşadığımız toprakların her bir köşesinde, görülmez, duyulmaz kalmış, seslerin, ezgilerin, türkülerin, ninnilerin izini sürüp, neden kaybolduklarını, nereye kaybolduklarını, bu kaybın anlamını, kuşaklar arasında nasıl yaşandığını ve artık yok olduğu düşünülen bu seslerin gerçekten kaybolup kaybolmadığını sormak; düşünülemez olana, anlamlandırılması olanaksız görünen ıstıraba bakmak, anlamak ve kaybedileni tekrar duyulur kılmak amacıyla , farklı disiplinler ve farklı kültürlerden konuşmacıların değerli katkıları ile aşağıdaki program hazırlanmıştır. Konuşmacılardan gelecek seslerin, sözlerin yanı sıra, dinleyicilerden gelecek sesler, sözler ve birlikte ortaya çıkacak tüm çağrışımlar ve düşünceler merakla beklenmektedir.
İstanbul Psikanaliz Derneği (Uluslararası Psikanaliz Birliği) 2015 Yılı Etkinlikleri Müzik ve Psikanaliz 7 “Kayıp Şarkılar” 11 Ekim 2015 Pazar Aynalı Geçit İstanbul Psikanaliz Derneği Tel/Faks: 0212 247 7505 e-posta: istanbulpsikanaliz@yahoo.com
web: www.istanbulpsikanalizdernegi.com
PsiNossa 41
Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı
Nevra ERTEN
Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı 1979 yılında korunma ihtiyacındaki çocuklara yaşam alanı oluşturan Çocukköyleri kurmayı ve yaşatmayı amaç edinmiş gönüllü kişi ve kurumlar tarafından kurulmuştur. Vakfın ana amacı; ülkedeki “korunma ihtiyacındaki” çocukların bedenen ve fikren olumlu gelişmeleri için maddi ve manevi destek vererek, ilerde topluma faydalı bireyler olmalarını sağlamaktır. Dünyadaki her çocuğun şefkat, sevgi ve anlayış görme, yeterli beslenme ve sağlıklı bir ortamda yaşama, oyun ve eğlence olanaklarından yararlanma, çağdaş bir eğitim alma ve yeteneklerini geliştirme, kısaca insan haysiyetine yakışır bir şekilde yaşama hakkı olduğuna inanan Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı; bu doğrultuda Çocukköyleri kurup o Çocukköyü: Köye gelen Koruncuklara sıcak bir yuva niteliği taşıyan evlerde sağlıklı aile ortamı ve güven dolu bir yaşam sunulur. Vakfın himayesindeki bu çocuklar yöredeki okullara gider, toplumun sosyal ve kültürel yaşamına katılır, yüksek öğrenimleri dahil olmak üzere hayatlarını kendi başlarına idame edebilecek duruma gelinceye kadar güvence altında Çocukköyü bünyesinde yaşama imkanına sahip olurlar. o Aile Evi: Her aile evinde, farklı yaşlarda ortalama 6-7 çocuk ve Anne bir arada yaşar. Çocuklar hayatı ve sorumlulukları birlikte öğrenir ve paylaşırlar. Aile Evi çocuk için büyüdükten sonra da ziyaret edebileceği bir yuvadır.
42 PsiNossa
yaşatmanın yanı sıra toplumu bu konuda bilinçlendirmek ve bu sorunun çözülmesi yönünde çalışmalar yapmak olduğunun bilincinde olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile bir protokol dahilinde mahkemelerce koruma altına alınan çocukları Çocukköylerine geldikleri andan itibaren aile ortamında sağlıklı gelişmeleri, eğitim ve öğretim görmeleri ve topluma faydalı bireyler olmalı için hazırlayan Vakıf için 4 temel öğe önem teşkil etmektedir:
o Anne: Şefkat ve özenle çocukları büyütebilecek, onlara güven aşılayacak, toplum değerlerine hakim bir şekilde donanımlı, pedagojik ve psikolojik açılardan belli bir eğitim ve sınama sürecinden geçmiş Anneler Çocukköyünde yaşamaktadır. o Kardeşlik: Çocukköyünde aile bağları doğal olarak gelişir. Farklı yaşlardaki erkek ve kız çocuklar kardeşlik anlayışı içinde yaşarlar. Öz kardeşler ise ayrılmaz, aynı evde yaşarlar.
Çocukköyünde her ailenin kendine ait müstakil bir evi vardır ve yaşam her ailede olduğu gibi yaşanır. Anne, evin alışverişini ve yemeğini yapar, çocuklarının beslenmesi, çamaşırı, temizliği ve dersleriyle ilgilenir. Çocuklar yaşıtları gibi oyun oynar, kardeşleri ve Çocukköyü’ndeki arkadaşlarıyla vakit geçirir, derslerine çalışırlar. Zaman zaman anneleri ile beraber sinemaya, tiyatroya giderler. Hafta sonları, ihtiyacı olanlar derslerine yardımcı olması amacıyla özel ders alırlar, ayrıca isteyen çocuklar müzik, folklor, modern dans, spor vs gibi özel etkinlik derslerinden de faydalanırlar.
Çevresinde ‘’korunma ihtiyacındaki çocuklar’’ konusunda farkındalık yaratabilecek herkes “Koruncuk Elçisi” olabilir. Elçiler; iş ve sosyal çevre, sosyal medya olmak üzere çok sayıda kişiyi harekete geçirebilecekleri ortamlarda Vakfın çalışmalarından bahsederek ve Türkiye’deki ‘’korunma ihtiyacındaki çocuklar’’ konusunda bilgilendirmeler yaparak bu büyük sosyal sorumluluk projesinin parçası olabilirler. Vakfın web sitesini ziyaret ederek ve sosyal medyadan takip ederek destek olunabilir.
2- Gençlik Evi Çocukköyü’nde büyüyen, ergenlik çağına gelmiş çocuklar, köyün devamı niteliğindeki “Gençlik Evi’ne geçerler. Çocuk, Aile Evi’nden Gençlik Evi’ne geçiş öncesinde en az 1 yıl boyunca, annesi, köy psikoloğu, Köy Müdürü ve Gençlik Lideri Sorumlusu tarafından bu geçişe hazırlanır. Çocuğun, bir grubun içinde kişisel sorumluluğunu üstlenmeyi ve kendi ayakları üstünde durabilmeyi öğrendiği yer Gençlik Evi’dir. Gençlik Evlerinde sorumlu, Gençlik Lideri’dir. Gençlik Lideri, pedagoji eğitimi almış, yol gösterebilecek, sorunlara eğilebilecek, gençleri derslerinde ve boş vakitlerini değerlendirmede yönlendirebilecek, onlara olumlu bir genç insan modeli oluşturabilecek kişiler arasından seçilir. Çocuklar öğrenim dönemlerinin sonuna kadar Gençlik Evi’nde kalır ve meslek sahibi olunca kendi yetişkin hayatlarını kurmak üzere ayrılırlar. 3- Yarı Bağımsız Yaşam Gençlik Evi’nde eğitim hayatını tamamlayıp meslek sahibi olan 2 ila 4 genç bir araya gelerek kiraladıkları bir eve geçerler. “Yarı Bağımsız Yaşam” aşamasına geçen gençlere Vakfın maddi desteği bir müddet daha devam eder. Manevi desteği ise hayat boyu sürer. 4- Bağımsız Yaşam Meslek sahibi olmuş, kendini geçindirebilir hale gelen genç “Bağımsız” olur. Artık örnek bir birey olan gencin annesi, kardeşleri ve Vakıfla kurduğu uzun yıllara dayalı ilişkisi yaşamı boyunca devam eder.
www.koruncuk.org Koruncuk Vakfı’nı Facebook’ta takip etmek için: https://www.facebook.com/KORUNCUKVAKFI Koruncuk Vakfı’nı Twitter’da takip etmek için: https://twitter.com/Koruncuk Koruncuk Vakfı’nı Instagram’da takip etmek için: instagram.com/koruncuk Koruncuk Vakfı’nı Pinterest’te takip etmek için: https://tr.pinterest.com/koruncuk/ Koruncuk Vakfı’nı Youtube’da takip etmek için: https://www.youtube.com/user/Koruncuk
PsiNossa 43
Ayın Farkındaklıkları: Agustos 4 Ağustos
6 Ağustos
Hiroşima’ya Atom Bombası Atıldı
I. Dünya Savaşı Başladı
12 Ağustos
Can Yücel’in Vefatı
13 Ağustos
17 Ağustos
Süleyman Seba’nın Vefatı
Gölcük Depremi
22 Ağustos
Turgut Uyar’ın Vefatı
30 Agustos Zafer Bayramı 44 PsiNossa
Gün doğmaz artık durdu zaman Dağlar mıydı 03.02’de koşturan?
Gün doğmaz artık durdu zaman Dağlar mıydı 03.02’de koşturan?
Ölüme Koşan Dağlar
17 Ağustos 1999’da bıçak yedi Gölcük’ünden Türkiye, 7.5 şiddetinde. Sallandı, sallandı, sallandı. Faylar beşik olup 17480 kişiyi uykusunda öldürdü. 45 saniye süren deprem ardında gözü yaşlı yetimler, evladını kaybeden ebeveynler ve acısını paylaşan bir Anadolu bıraktı ardında. İnsan düşünmeden edemiyor: Neden yalnızca kötü zamanlarda bütünleşir bu ülke; her renge, herkese kucak açar insanlar? Gölcük depreminin olduğu gece trans bir kadın olan Evrim’e mahalleli şiddette bulunur. Bu insanlar arasında mahallenin bakkalı Remzi de vardır. Evrim hastaneye gidip pansumanını yaptırdıktan sonra mahalledeki evine gelir ve uyuyamaz. Saatler 03.02’yi gösterince deprem başlar ve uyanık olan kadın evi yıkılmadan kendini sokağa atmayı başarır. Evrim ne yapacağını bilmez bir halde kaldırımlarda oturup ağlamaya başlar. Bir süre sonra yanına Remzi gelir. İki evladını ve eşini enkaz altında bırakmıştır. Sigarasından Evrim’e de ikram eder yaktıktan birkaç saniye sonra Evrim’e sarılıp ağlamaya başlar. “Özür dilerim, can kaybedince anladım canın ne demek olduğunu.” diyerek ağlar. İşte
Burak Bahadır AKIN
böyle; biz yanı başımızda olan insanların neler çektiğini neye sahip olduğunu ancak bazı şeyleri kaybedince yahut bu ihtimal ortaya çıkınca anlıyoruz. Öncelikle bu huyumuzdan toplumca vazgeçmemiz gerek ve burada iş yine biz psikologlara düşüyor. Toplumun bakış açısını değiştirebilmek için içlerinde taşıdıkları güzel özü insanlara fark ettirebiliriz. 2011 Ekim’inde meydana gelen Van Depremi bizlere Gölcük’ün bir ders vermediğini, tarihin en çok bu topraklarda tekerrür ettiğini maalesef gösterdi.”7.2 Yetmedi Mi?” yazan pankartları yahut televizyon gibi etkisi tartışılamayacak bir platformda kendisine sunucu denilen birinin “Her ne kadar Doğu’da da olsa hepimiz üzüldük.” sözlerini unutmak ne mümkün. Sağlam olduğuna dair onay alamamış; ama her ne hikmetse eğitimin devam ettiği okullarda okuyan çocuklar Van olmasaydı İstanbul’da Mersin’de o prefabrik ya da çadırdan okullara muhtaç kalacaktı. İhtiyacımız olan “Bir şeycik olmaz.” mantığından kendimizi kurtarmak. Acının evrenselliğine inanıp gözyaşlarını paylaşmak. Söyle çocuğum, yerin altında mı üstünde mi yaran? Ne ölen öldü ne de yaşadı geride kalan.
PsiNossa 45
i s e ş ö K n u z e M
Üniversitenin korunaklı kanatlarının altını henüz terk edememiş, kendini bulma çabasıyla kaygan zeminde ilerleme mücadelesi veren bir psikolog olarak mezun köşesine konuk olma fikri beni oldukça heyecanlandırdı. Girizgah için ölçüp biçtiğim bütün havalı cümleleri bir yana bırakarak samimi hislerimi dilim döndüğünce aktarmak istedim. Zamanın göreceliliği bile başıma gelmeden anlayamadığım bir kavram oldu. Hiçbir zaman psikolog olma niyetinde olmayan biri idim ben. Üniversitenin başlangıcı ile bitişi arasına sığdırdıklarım zihnime
46 PsiNossa
Ebru KARATAŞ
doluştukça; hayatımı şekillendiren bütün materyalleri kırılma ve sıçrama anlarına değil de birikimlere borçlu olduğumu daha net bir biçimde görüyorum. Lise hayatı boyunca tiyatro, münazara ve edebiyatla uğraştım, yurt dışına gittim, iki de yabancı dil öğrendim. Gelgelelim ki belirli ve keskin hedefe sahip bir öğrenci olamamıştım hala. Hiç “Ben psikolog olacağım/olmak istiyorum.” dememiştim. Bir hayalim vardı evet, çok belirli olmasa da. Sevebileceğim ve kendimi geliştirmeme olanak sağlayacak bir alanda çalışmak istiyordum. Daha sonraları asıl meselenin salt hedef sahibi olmak olmadığını da kavradım. Şartlar elverdiğince dolu dolu bir öğrencilik hayatı geçirdim. Öyle ki hala bunu sürdürme çabası içerisindeyim. Psikoloji ile gerçek manada üniversite vasıtasıyla tanıştım, geç olsun da güç olmasın diyerek bütün enerjimi yönlendirdim. Bütün hayatım derslerimden ibaret değildi; ama alanın hem akademik hem de ders dışı nimetlerinden faydalanmaya başladım. Akademik anlamda zengin bir okul ve güzel bir öğrenci kulübü ; hem merakımı cezbetti hem de beni aktif olmam açısından kamçıladı. Bu vesileyle Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubuna da dahil olma şansını yakaladım.
Daha sonraki aşama çok kilit bir kavramı içselleştirmemi sağladı. Yaptığın işi sevmek. Farklı farklı ve birbirinden kıymetli kişilerle mesai arkadaşı olduk, değişik işleri elimizden geldiğince ortaya koymaya çabaladık. Geriye dönüp baktığımda fiziksel yorgunluğun fersah fersah üstünde mutluluk hissettiğimi görüyorum. Tüm bunları bu platformda dillendirmemin asıl sebebi de budur aslında. Severek yaptığımız, içine kendimizden birşeyler kattığımız işlerin tadı her zaman için farklı olmuştur ve olacaktır. Bir işi iyi yapan şey, işi yapan kişinin onu bir külfet olarak görmeyişidir ve ben öğrencilik hayatımdaki tüm çalışmalarımızda bunu gördüm. İnsanın hayatının bir günde değişmesi kulağa bir film repliği gibi gelebilir; ama aslında bu bir gerçek. Hepimizinin kaçınılmaz olarak geçeceği bir eşik var: Mezuniyet! Ben bunu bir son ya da başlangıç olarak değerlendirmek yerine naçizane kişisel duygulanımlarımı dile getirmek isterim. Bir gün öncenin öğrencisi bir gün sonrasının psikoloğu olduğunda bocalama hissi kaçınılmaz oluyor. Belirsizliği ve seçenek sınırsızlığını aynı anda yaşama durumu. İpin ucunu nereden tutacağım, işe nereden dahil olacağım, yola nereden başlayacağım soruları. Bu noktada bizden önde gidenleri sorularımızla bıktırdık, onların tecrübelerine sığındık. Daha sonra idealize ettiklerimizle mevcut olanın denk düşmediği durumlarla karşı karşıya kaldık kaçınılmaz olarak. Gerçek hayat işin içerisine dahil olduğu andan itiba-
ren bazen ideal olmayana razı gelmek zorunda kaldığımızı yadsıyamayız çünkü. Yüksek lisans, devlet sektörü, özel sektör, test eğitimleri vb. konularda sık sık bocalayabiliyoruz ve bocalamaya da devam edeceğiz. Keskin çizgilerimizin zorlandığı zamanlar olacak. Bu noktada kolektif bir bilinç oluşturup sağlam bir dayanışmayla yola devam edersek alanımızın geleceği ve bireysel refahımız açısından daha güzel şeylerin bizi bekleyebileceğini ümit ediyorum. Birkaç dönem alttan gelen arkadaşların gittikçe daha donanımlı ve bilinçli hale geldiğine de şahit oluyorum bir yandan ve bu durum da beni çok mutlu ediyor. Gelişim psikolojisi alanında akademik yatırımına devam eden biri olarak ilerleyen zamanlarda farklı alanların koordineli olarak çalıştığı multidisipliner araştırma ve projeleri de hep beraber yürüttüğümüzü hayal ediyorum ve bu potansiyele de sahip olduğumuzdan adım gibi eminim. Bu yazıyı yazma fikri bile beni çok heyecanlandırdığından oldukça konuştum. Devamı, sorularınız, sorunlarınız, fikirleriniz ile sürebilir. çay için, kurabiye için, sohbet için bana ‘karatasebru@yandex.com’ adresinden ulaşabilirsiniz. Sevgilerimle ...
PsiNossa 47
Serbest Zaman
Benim Gerçeğim Düşlerimdir Duygu SÖZAY Böyle kısa; fakat düşünüldüğünde sığ bir denizin aksine dalgalarla insanı en derine sürükleyen ve orada insana kendinden veya hayatın içinden doğal şeyler bulduran sözlerden “Benim gerçeğim düşlerimdir.” Gerçekten de böyle olsa hiç fena olmaz aslında. Mesela her iyi niyetli insanın gerçeği düşleri olabilse; fakat hayatın akışına bir engel oluşturabilir bir durum bu. Hayat bunun aksine fazla gerçekçi çünkü. Böyle bir durumda hayatın karşımıza çıkardığı gerçekler düşlerimizi gerçeğimiz yapabilmek için bize ket vurabilir; ama bu keti kaldırabilmek ya da düşlerimize hiç ket vurdurmamak bizim elimizde. O zaman düşlerimizi gerçeğe dönüştürebilmek için bu durumu basit bir şekilde bir an önce yaşamımızın içindeki “an” lara sokabilirsek küçük bir adım atarak başlangıç yapabiliriz. Belki de günümüzde yaşamın güçlükleri arasında sıkışan ve gittikçe kaybolarak yerini anlayışsızlığa, sinire, kabalığa bırakan mutluluğu çok daha erken yakalayabilmek için en güzel fırsat bu olabilir. Denemekten bir zarar gelmez elbette… Belki de sır perdesi o zaman, yani hayata pozitif bakabilirken aralanacak. Çünkü düşler olumsuzluklarla ve karamsarlıkla çoğalamaz. O zaman hiç korkmadan hayal edip, doya doya içimizde umut besleyebiliriz. Hayallerimizi, umutlarımızı çok az gerçeğimiz yapabilirsek eğer, oldurabileceğimize inanabilirsek diğer insanlardan çok farklılaşabiliriz. Mutlu bir insan olabiliriz mesela. Diğer insanlardan farklılaşabiliriz dedim çünkü ne yazık ki günümüzde mutlu insan o kadar az ki… Bunu gün içerisinde fark etmemek elde değil. O gün biz karşılaşmıyorsak bile bir şekilde bundan haberdar oluyoruz. O zaman hayatın getirdiği karamsarlıkları bir kenara atarak gözlerimizi hafifçe kapatarak, içimizde sanki denizin o sonsuz maviliği varmışçasına olmasını dilediklerimiz gelsin gözümüzün önüne. Gözlerimizi asıl gerçeğe açtığımızda ise tüketmeyelim hayallerimizi de umutlarımızı da. Aksine o hayallerimiz ve umutlarımız bizi hayatın karşısındaki zorlu durumlara karşı güçlü bir savaşçı yapsın. Biz her zaman için mutlu olmayı seçebilelim.
48 PsiNossa
Eğer hayallerimizi gerçeğimiz yapabilmeyi başarabilirsek düşlediğimiz hedefe ulaşabilmek daha da kolaylaşır bizim için. Çünkü önceden olabilme ihtimali vardır diyerek baktığımız o cılız düşlerimiz gerçeğimiz olduğunda ben bunu yapabilirim, başarabilirim dediğimiz ayakta dimdik duran bir çınar ağacı gerçeğine dönüşür. O çınarlar ki bize gideceğimiz yolu çizer ve artık siz o yola çıkmışsınızdır, yani o yolda yürüyebilmek için yol size açılmıştır. Bazen duraklarda durabilirsiniz, molalarınız uzun sürebilir; fakat asla yolun yarısında kalmazsınız, kimseyi de yolun yarısında bırakmazsınız. Bu yol sizin için ne sonsuz bir yol ne de çıkmaz olur. Yolun sonu sizin düşlerinizin gerçeğe dönüşmesidir ancak. Yani sizin başarı gerçeğinizdir. Böylelikle o küçük adımı atarak, inanarak, bu gerçeği başarıya dönüştürebilmek için önünüzdeki en büyük engeli kaldırmış oldunuz. Bir düşünüz gerçeğe dönüştüğü an ise size yeni bir yol açılmış demektir. Bu yol gerçek olmayı bekleyen yeni bir düş … Bazen de sizin düşleriniz aslında hiç tanımadığınız, görmediğiniz sadece aynı gökyüzü altında olduğunuzu bildiğiniz, bazılarının size çok yakın bazılarının ise çok uzak olduğunu hissettiğiniz birçok kişinin de düşü olabilir. Bu düşü gerçekleştirebilmeyi başarabilen ilk kişi, aynı zamanda birçok kişinin de mutluluğunu ortaya çıkaracak olan kişidir. Belki de o düşün sahibi gerçekleşmesinden umudunu kestiği anda ya da onu gerçekleştirebilme ihtimali bile olmayan bir kişinin umudunun ortağı olup ona bir ışık yakacaksınız. İşte en büyük mutluluğu ve düşlerinizin gerçeğe dönüşmesi hazzını böyle tadacaksınız. İçinizdeki umudun ışığını hiçbir zaman söndürmemeniz, insanların hayatlarına dokunabilmeniz, düşlerinin ortağı olabilmeniz ve içinizdeki iyiliği hep yaşatmanız, öldürmememiz dileğiyle… *“Benim gerçeğim düşlerimdir.” Çağan Irmak’ın Tamam Mıyız? adlı filminde geçen bir cümledir. İnsana dokunan ve onu anlamlı kılan bir söz oldu benim için dolayısıyla böyle bir yazı düşüncelerimle birleşerek ortaya çıktı.
SOMA
Manisa’nın Soma ilçesinde gerçekleşen Soma Maden kazasında 301 madenci hayatını kaybetmiş, 487 madenci de olaydan sağ olarak kurtulmuştur; ancak kayıp yakınları, sağ kurtulanlar, sağ kurtulan yakınları, olay yerinde görev yapan çeşitli meslek gruplarına mensup kişiler de eklenince faciadan etkilenen kişi sayısı 11.000’e ulaşmaktadır; ancak olaydan etkilenen kişiler, bölgedeki 5 ilin 16 ilçesinde ikamet etmektedir. Bölgenin genişliği düşünülerek, etkilenen kişilere psiko-sosyal destek sağlanmak üzere iki merkez kurulmuştur. Merkezlerden biri Soma ilçesindeyken, diğeri Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde kurulmuştur. Dursunbey ilçesinde karar kılınmasının sebebi ise, Balıkesir’in İvrindi ilçesinden başlayarak Balıkesir merkez, Bigadiç, Sındırgı ve Dursunbey ilçeleri, Kütahya’nın Tavşanlı İlçesi, Kütahya merkez, Kütahya Gediz’in yer aldığı kuzey hattının ortasında yer almasıdır. Ayrıca 2006, 2009 ve 2010 yıllarında Dursunbey’de bulunan bir madende grizu patlamaları ile yaklaşık 50 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kişilerin yakınlarına da proje kapsamında destek sağlanması düşünülmüştür. Kasım 2014’te faaliyete geçen Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi; Haziran 2015’e kadar olan süreçte saha çalışmaları, bireysel ve grup psikoterapi hizmetleri, ekonomik-hukuki-eğitim konularında diğer sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içerisinde yönlendirme hizmetleri ve bulunduğu saha alanında yerel kapasiteyi artırmaya ya da güçlendirmeye yönelik projeler yürütmüştür. Tüm bu çalışmalar, gönüllük esası ile merkeze bir haftalığına katılım sağlayan uzmanlar ile yapılmıştır. Gönüllüler ile yapılan çalışmalarda en etkin ve kolaylıkla sürdürülen, saha çalışmaları olmuştur. Düzenlenen ev ziyaretlerinde, kişilerin özellikle psikolojik destek olmak üzere ihtiyaçları tespit edilirken, iletişim kurmak, bilgi toplamak oldukça kolaydır; ancak bireysel psikoterapi hizmeti sunmak, ilerleyen zamanlarda hava şartlarının sertliğinden ve kişilerin psikoterapinin zorunlulukları olan randevuyu takip, seanslara devamlılık, birebirde güven ilişkisi kurma gibi konularda yaşanan güçlüklerden aksamalar yaşanmıştır. Ev ziyaretleri, kişilerin gündelik yaşamlarından aşina oldukları bir durum olup, psikoterapide ise tamamen yabancısı oldukları bir hizmete uyum göstermeleri bir miktar zaman almıştır; ancak devam eden seanslarda görülmüştür ki, psikoterapinin değişim sürecini getirmesi için herhan-
gi bir entelektüel beceri gerekmemektedir. Kullanılan kavram ve yöntemlerin anlaşılır bir dille, benzetmeler kullanılarak anlatılması halinde neredeyse sıfır dirençle kişiler çok kısa sürede hedeflenen değişimi göstermişlerdir. Özellikle çocuklarda, net bir biçimde travma sonrası büyümeyi tanımlamak mümkün olmuştur. Bireysel çalışmaların yanında; aile sistemleri ile çalışma; çocuklara yönelik duygu odaklı, baş etme veya yas çalışmaları olmak üzere grup çalışmaları, annelere ebeveynlik becerileri grup çalışmaları ile etkilenen kişilere travma ve yas konusunda çok yönlü müdahaleler izlenmiştir. Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nde gerçekleştirilen bir diğer önemli çalışma alanı projelerdir. Yaşlı ve bakıma muhtaç kişilerin ikamet ettiği Dursunbey Sevgi Evi için gerçekleştirilen projede, yaşlıların fiziksel ve ruhsal sağlıklarını iyileştirecek, yaşam kalitelerini arttıracak bir program hazırlanmış; bakım veren personel, kronik yaşlılık hastalıkları, yaşlılık psikolojisi konularında eğitilmişlerdir. Bu projenin yanında, maddi olarak zorlayıcı olan özel ders veya etütlere alternatif olabilecek; sosyal aktiviteleri de içeren Ağabey/Abla-Kardeş projesi Dursunbey Belediyesi ile hayata geçirilmek üzere planlaması ve koordinasyonu gerçekleştirilmiştir. Bir başka önemli proje ise, Dursunbey’de Belediye ve Kaymakamlık işbirliğinde bir çocuk kütüphanesinin açılmış olmasıdır. Teşrifatının çocuklara uygun ve eğlenceli olarak yapılmış olması, 5.000 kadar bağışlarla toplanan yeni ve çocuklara yönelik bir seçkinin sunulması, ayrıca çizgi film-animasyon gösterimleri, etkinlik saatleri, okuma grupları gibi aktivitelerle zenginleştirilmiş olması kütüphaneyi bölgedeki tek ve kolay erişilebilir çocuklara yönelik mekanı haline dönüştürmüştür. Özetle, etkilenen kişi sayısının çokluğu, dağınık bir bölgede ikamet etmeleri, bölgenin geniş olması, özellikle eski maden kazalarından etkilenmiş kişilerin kronikleşmiş psikolojik-sosyal-ekonomik durumları, Soma olayından etkilenenlerin ise geçtiğimiz yıl içerisinde tekrar tekrar travmatize oluşlarını izlemek bir saha çalışanı olarak yoğun çaresizlik, umutsuzluğa kapılmama sebep olmuştur; ancak Soma-Dursunbey deneyimi saha personeline, katılımcı gönüllülerimize; devamlı ve stabil destek olmanın ve bir organizasyon altında sahada bulunuşun bireysel veya sosyal düzeyde yarattığı değişimin beklenenin ötesinde olduğunu göstermiştir. · Uzm.Psk. Gamze Akarca
PsiNossa 49
İç Mimarlık bölümü öğrencisiyim. Sanata ucundan bucağından dokunan her şeye ilgi duyan, kendi halinde birisiyim (Sinema, resim ve edebiyatın yeri bambaşka tabi ki…). 21.yüzyılın bilgi çöplüğü dünyasında olabildiğince doğru bilgilere ulaşmak, benimsemek ve iletmek için PsiNossa bünyesinde bulunuyoruz, hep birlikte… PsiNossa benim için büyümekte olan ve beni meraklandıran bir kanal, bir ayna, bir yol… Yola ve PsiNossa’ da birlikte yaptığımız bu yolculuğa ithafen; 9.Sayımızda editörümüz Selin Ayan’a, röportaj vermiş olan sevgili Ece Temelkuran’ ın İç Kitabı’ ndan küçük bir alıntı ile bitirmek istiyorum yazımı: “Yeni çağın yeni kıtası, ‘iç’ tir. Kıpırtısız seyahatlerin vakti gelmiştir. Pek yakında insan, kendi “iç”ine gidecektir.”
Ceren AYIK
50 PsiNossa
Nur Inci, 16 Nisan doğumlu ve tam bir Koç burcu insanıdır. Ama asla burçlara inanmaz, ona göre tek gerçek Freud’dur. Liseyi adını bile söylemekte zorlandığı bir okulda okuduktan sonra Bahçeşehir Üniversitesi’nde kıdemli Psikoloji öğrencisi olmakla beraber Sinema Televziyon bölümünde de yan dalını taze bitirdi. Zaten onu PsiNossa ile buluşturan nokta da bu olmuştu; psikolojiyle iç içe olan bir alan olan sinemada kendisini en iyi ifade edebileceği yerin dergideki bu bölüm olduğuna karar verdi. Çok sevdiği dergi kadrosuna da böylece dahil olmuş oldu; bir de analizleri birlikte yazdığı Ceren’i ayrıca çok seviyor. Paylaşmak, anlatmak, bir şeyler göstermek ve bunu amatör bir ruhla başlatıp profesyonel bir hale sokan bu dergi kadrosunda olduğu için çok mutlu, ve umut ediyor ki sizler de okumaktan ve öğrenmekten mutlusunuzdur. Çünkü onun için en önemli şey, çevresini kendisi kadar mutlu etmek.
Nur İNCİ
PsiNossa 51
Kış Uykusu Ceren AYIK ve Nur İNCI
A Y I N F I L M I
Bu yazıyı okurken Schubert’in Piano Sonata No:20’sini dinlemenizi şiddetle tavsiye ederiz. Yönetmeni Nuri Bilge Ceylan olan, Türkiye-Fransa-Almanya ortak yapımı Kış Uykusu filmi 2014 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanmıştır. Ayrıca aynı festivalde FIPRESCI ödülüne de layık görülmüştür. Yönetmenliğini Yılmaz Güney’in yaptığı Yol filminin ardından Altın Palmiye ödülünü kazanan ikinci Türk filmidir. Aydın emekli bir tiyatro oyuncusudur; oyunculuğu bıraktıktan sonra Orta Anadolu’da ailesinden kendisine miras kalmış olan otelde eşi ve kız kardeşi ile birlikte çalışarak günlerini geçirmektedir. Başlangıçta sakin ve kendinden emin tavrıyla odak noktası haline gelen Aydın’ın (Haluk Bilginer) zaman geçtikçe kendi dünyasında yarattığı küçük krallığının sarsılmasını konu alıyor Kış Uykusu filmi. ‘Entelektüel’ görünümünün altında yatan gerçek kimliği –kimlikleri-, filmdeki diyaloglar ile yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Erdemli duruşunun aslında tıpkı tiyatro sahnesindeki rolleri gibi birer maske olduğunu keşfetmemiz uzun bir zaman almıyor. Maske takan tek kişinin kendisi olmadığını, kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) ve genç eşi (Melisa Sözen) nin de maskeleri olduğunu fark ediyor zamanla Aydın. Ve ilk sahneden itibaren -tıpkı bir matruşkada olduğu gibi- yavaş yavaş soyunmaya başlıyor bütün karakterler. Ceylan’ın yarattığı bu kendine has dünyada her bir karakter çok katmanlı bir yapıya sahiptir; bu nedenle yalnızca dış dünya ile değil, kendi içlerinde de çatışma halindedirler. Aynı zamanda narsisizm olgusu, her bir karakterde başka formlarda kendisini göstermektedir. Örneğin Aydın ile kız kardeşi Necla arasında süregelen “Hangimiz daha iyi olduk ve verimli bir şekilde yaşadık?” tartışması, aynı odada olup konuşmadıklarında bile kendini göstermektedir. Aralarındaki kan bağına rağmen felsefik başlayan sonra kişilik eleştirileri
52 PsiNossa
ile devam eden tartışmalarda aralarındaki çatışmanın büyüklüğü rahatlıkla görülebilir. Aralarındaki bu bir türlü çözülemeyen anlaşmazlığa rağmen bu iki karakterin güçlü bir ortak noktası bulunmaktadır. Farklı konulara aynı romantizm çerçevesinden bakarlar; ancak bu aynılık bile onların sürekli olarak tartışmasını engelleyemez. Necla’nın Aydın’ın yazıları hakkında yaptığı yorumlarda Aydın’ın her zaman diğer insanlara yukarıdan baktığını, oyuncu ruhunu bir kenara bırakamadığı için gerçek dünyadan kopuk olduğunu görürüz. Necla da alkolik kocası ile ilgili dönüp ondan özür dileme düşüncesine kapıldığında aynı derecede gerçek dünyadan kopuktur. Aydın, Necla’yı kendi dünyasını yaratmamak ve tembel olmakla suçlamaktadır. Kendisi küçük bir yerel gazetede yazı yazdığı için kendisinin en azından bir şeyler yapmaya çalıştığını savunmaktadır. Ablası ise bilmediği konularda ahkam kesmesindense hiç
konuşmamanın dünyaya daha faydalı bir eylem olduğunu söylemektedir. Başlangıçta masum gibi görünen eleştiriler, Aydın’ın kendi yarattığı küçük krallığının en yakınları tarafından sarsılmasına neden olacaktır. Bu sarsılmanın bir diğer kaynağı da eşi Nihal ile yaşadığı şiddetli çatışmadır. Nihal’e göre Aydın’ ın onun hayatına narsist, bencil ve kindar bir şekilde dahil olması onun tüm hareketlerini kısıtlamaktadır. Aydın’ın “Ah Nihal’im… Ah iki gözüm…” sözünün arkasında kocaman bir kontrol hastalığı yatmaktadır. Öyle ki bu hastalık Aydın’ı, Nihal kendi odasındayken bile onu izlemeye kadar götürür. Ceylan, Aydın’ın karısını gözetlediği sahnelerde Hitchcock’ a güzel bir selam vermektedir. Alter egolarından adını Nihal koyduğu “şey” belki de Ceylan’ın saf tarafını temsil ediyor olabilir. Buna karşılık Aydın, kendisinin diğer bir yüzü olan bilgeliği temsil etmektedir. Aydın’a sahip olduğu bilgeliği kazandıran faktör geçmişteki oyunculuk tecrübesidir. Yuttuğu sahne tozu, onunla bir ölçüde özdeşleşmemizi sağlasa da, bir yandan onu hayatımıza almamıza engel olur; tıpkı Nihal ve Necla’nın da tüm yakınlıklarına rağmen onu bir türlü benimseyemedikleri gibi. Zaten Nuri Bilge Ceylan, hiçbir zaman seyirciyi bir karaktere hapsetmeyi amaçlamaz, Altyazı Sinema Dergisi’ndeki Kış Uykusu röportajında da bunu yinelemiştir. Kış uykusu filminde daha ilk dakikadan itibaren, görüntülerle birlikte alt metinde yazılanları okumaya başlamamız tesadüfi değildir. Her bir detay, Nuri Bilge Ceylan tarafından tek tek düşünülerek ele alınmıştır. İşlettikleri otelin adının Othello olduğunu gördüğümüz anda
Filmin adı: Kış Uykusu Süre: 196 dakika Oyuncular: Haluk Bilginer, Melisa Sözen, Demet Akbağ Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan kıskanç bir kocanın kokusunu alırız. Aydın’ın çalışma odasında duvarda bulunan maskeler, onun tiyatrocu kimliğinin yanında birbirinden farklı katmanlarını da simgelemektedir. Maskelerden birisinin Keçi Tanrı Pan olduğunu gördüğümüzde, onun erdemli görünüşünün altında aslında hedonizme yatkın bir kişilik olduğunu fark etmemiz uzun sürmez. Ablasının arkasında bulunan Caligula posteri bize Caligula’nın acımasız konuşmalarını hatırlatır; ablası da tıpkı Caligula gibi acımasız bir konuşmacıdır. Misafirleri ile arasında duran kitap yığını sanki toplumun entelektüel kesimi ile halk arasında duran bir duvar gibidir. (Entelektüel, farklı bir dilde konuşmaktadır ve kendine özgü kaygıları vardır; bazen entelektüel tıpkı Aydın’da olduğu gibi halktan tamamen kopar ve aslında hakkında hiçbir fikrinin olmadığı konularda acımasızca yazılar yazar. Kendi köşe yazılarını yazarken halk ile iletişim kurduğunu düşünen Aydın, kiracısı ile muhatap olmak için tenezzül bile etmemektedir. Kiracısı parasızlık yüzünden kiraları ödeyemezken; bu nedenle evdeki buzdolabı ve televizyonu bile haciz edilmişken, o ‘’Doğu Kasabalarındaki Estetik Yoksunluğu’’ kendine dert edinecek kadar ileri gidebilmektedir.) Ayrıca Ceylan’ın seçtiği isimler de tesadüfi değildir.
PsiNossa 53
Sabit kamera kullanımı ile Çehovyen tarzını desteklemiş; aynalardan, pencerelerden, araba aynalarından yakaladığı kamera açıları ile fotoğrafçı kimliğinin ona getirdiklerini göz önüne sermiştir. Sıklıkla altın orana yerleştirdiği Aydın’ın yalnızlığı, tren yolu sahnesindeki tek kaçışlı perspektif ile yarattığı derinlik algısı ile daha da derinleşmiştir. Diyaloglar ile vücut dilinin birbiri ile çeliştiğini gördüğümüz sahnelerde, karakterlerin çok katmanlı yapısı vurgulanmıştır. Pastel renk tonu seçimi ile ortamın kasvetini artırarak, ailenin içinde bulunduğu kasveti gözler önüne sermiştir. Özellikle sarının tonlarının kullanımı bize Sokurov’un Faust filmini hatırlatır niteliktedir.
54 PsiNossa
Müzikten bahsedecek olursak, Schubert’in Piano Sonata’ı ince bir mesaj vermektedir: Nuri Bilge Ceylan’ın Robert Bresson hayranı olduğu aşikardır ve onun da filmlerinde bu sonatı sıkça kullanıldığını bilinen bir gerçektir. Müzik konusundaki etkilenme belki tesadüfi olabilir; ama genel olarak Rus sanat akımlarından da etkilenmesi tesadüfi olarak yorumlanamaz. Örneğin at sahnelerinde (krallığın elden gitmesi olarak nitelendirilebilir) Tarkovski etkisi açıkça görülebilmektedir. (Tarkovski de tıpkı Sokurov gibi Rus bir yönetmendir.) Son olarak, sanatın; insanın var olma çabasının getirisi olduğunu ve hatta evrimsel açıdan baktığımızda bir “ifade ediş biçimi” olduğunu düşünürsek, sanatın psikoloji ile ilişkisi gözden kaçmamalıdır. Nitekim, çağımızın
önemli sanatçılarından Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenler, kendilerini ifade ediş biçimleri açısından Rus Sanatı’ nı öncü olarak görmektedirler ve tüm eserlerinde bu etkiyi açıkça görebilmek mümkündür. Karakter psikolojisini hamur gibi şekillendirerek ya da deyim yerindeyse “oyun oynayarak” bir şeyler anlatmak, dertlerini paylaşmak istemektedirler. Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu da dâhil olmak üzere bütün filmlerinde (ilk kısa metraj filmi Koza’ dan itibaren) anlatmak istediği önemli bir derdi vardır: Filmlerindeki her bir karakter aslında onun alter egolarıdır ve bu alter egolar birbirlerini çeşitli çıkmaz yollardan yeni çıkmaz yollara sokmaktadırlar. Nuri Bilge Ceylan’ı bir yere kadar Zeki Demirkubuz’ dan ayıran şey, filmlerindeki karakterlerinin
(Üç Maymun’ a kadar) hep ailesinden olmasıdır. Böylece Rus Edebiyatı’ndaki gerçeklik hissiyatını izleyicilere kolaylıkla aktarabilmiştir; çünkü kendi alter egolarını en iyi kendi parçaları “oynayabilir”. Kendisinin Mithat Alam ile gerçekleştirdiği bir röportajda filmlerdeki psikolojik etki (dolayısıyla da kendi duygu durumu) açıkça görülebilmektedir: “İlk filmlerimi çektiğim sırada hem yalnızlığımdan hem de deneme yanılma yöntemini uygulamak istediğimden ailemi kullandım. Ancak film sayısı arttıkça kendime olan güvenim de arttı”. Böylece Üç Maymun ile birlikte bir kırılma noktasına gitmiştir ve Kış Uykusu, Nuri Bilge Ceylan’ın olgunluk dönemi eserlerinden birisi olarak arşivlerdeki yerini almıştır. İyi Seyirler.
PsiNossa 55
Hepinize merhabalar, Bu ay PsiNossa’nın 10. sayısını sizlerle buluşturmanın çoşkusu içerisindeyiz. Ben Merva Nur ÖKSÜZ Uludağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 2. Sınıf öğrencisiyim. Bu yıl güz dönemi kurul toplantısında PsiNossa ile tanıştım. Bu sayede Şubat ayından itibaren dergiyi takip etmeye başladım. Her ay okuyucusuna dolu dolu bir sayı ulaştıran, giderek daha da gelişen bu derginin arkasında özveriyle, canla başla ve en önemlisi gönüllülük esasına bağlı olarak çalışan bir ekibin olduğunu tahmin etmek güç olmadı. PsiNossa’ya somut olarak bir katkı sağlama fırsatını ise temmuz ayında kitap analizi yaparak kazandım. Bunun için bana yardımcı olan Selin Gülmez’e ve bunu sağlayan editörümüze çok teşekkür ederim. Bu ay ikinci kez PsiNossa’da yazıyor olmanın gururunu ve sevincini yaşıyorum. Her ay okuduğum kitapla ilgili düşüncelerimi PsiNossa okuyucularıyla paylaşmak çok güzel bir his. Ayın konusu belli olduktan sonra en uygun kitabı seçmek için yoğun; ama bir o kadar da zevkli bir araştırmaya başlıyorum. Bu konuda bana yardımcı olan kitapçı amcaları da es geçemeyeceğim Geçen ay analizini yaptığım kitabı tavsiye eden amcayla PsiNossa ve TPÖÇG hakkında keyifli bir sohbetimiz olmuştu. “Bizim nesle sizin gibi gençler lazım, bilime ve sanata katkı sağlamaktan vazgeçmeyin ve özveriyle çalışmaya devam edin.” derken hem samimiyeti hem de takdiri beni epey duygulandırmıştı, gerçekten güzel bir işin içinde olduğumu hissettirmişti. Kitabı okurken yazımda bahsedeceğim önemli noktaları keşfetmek, altını çizdiğim paragrafları tekrar tekrar okuyup sizlerle paylaşmak benim için çok güzel bir duygu. Her ay okuduğum kitabı başka insanlara tanıtıp tavsiye etme fırsatını bulduğum için çok mutluyum. Kitap okuma hobimi böyle pragmatik bir düzlemde buluşturabildiğim için “PsiNossa iyi ki var.” diyorum. Nice 10.sayılara!
Merva ÖKSÜZ
56 PsiNossa
Genç Werther’in Acıları Johann Wolfgang von Goethe Merva ÖKSÜZ
A Y I N K İ T A B I
“Seni sevmem bu savaşı kesintiye uğratmaz ama ordan bakma! bu, Werther’in leş kanını gül kılar”
Werther’in kanını leş kılan neydi peki? Canını alan kurşunu namlusuna geri döndürmek mümkün değil miydi? Lotte onu öpmüştü oysaki. Bir kere de olsa öpmüştü. O tek buse miydi Werther’i ölümün kapısından içeri buyur eden yoksa Werther bir aciz miydi acısıyla baş edemeyen? Edgar Allen Poe gibi bir bar taburesinde ölüm onu bulana kadar savaşmalı mıydı kaderiyle? Kitap, Ah Muhsin Ünlü’nün dizeleriyle harmanlandığında akılda bu soruları bırakarak ölümsüzleşiyor. Belki de bu sebepten ölmesi gerekti Werther’in. Ardında bıraktığı hayatın kutsal kalması için o kurşun firar etmeliydi sağ gözünün üstüne. Saat tam 12’de.
PsiNossa 57
Bologna Taşı ve Yirmi Bir Gram
Werther her an Lotte’nin umarsız aşkıyla sınanırken onun görme isteğini bastırmakta güçlük çeker. Wilhelm’e yazdığı mektubunda çoğu kez ona gitmek için niyetlendiğini ancak sabah uyandığında o gün Lotte’yi görmeyeceğine dair kendine söz verdiğini anlatır. İşte o zaman uşağını gönderir Lotte’ye. Sırf onu görmüş biri yakınlarında olsun diye. Uşak Bologna taşıdır Werther için; güneşe çıkarıldığında güneş ışınlarını çeken, gece olduğunda ışığıyla aydınlatan. Çünkü Lotte’nin bakışları uşağın yüzünde dolaşmış, kokusu üzerine sinmiş, Werther’e yansımıştır. Werther zamanla yaşadığı ızdırabı bu hayalet mutluluklarla bastıramayacak hale geldiğinde yaşamak hayli zorlaşır. İnsan öldüğünde bedeni yirmi bir gram hafifler, bize hayat veren enerji yirmi bir gramlık kütledir derler ya, Werther’e yaşam isteği veren de Lotte’nin bir gün onu seveceği umududur. Bu ışık, yavaş yavaş sönerken Werther’in tabancayı kendine doğrultma cesaretini ateşler. Ona göre insanın kendini öldürmesi ile hasta yatağında ölümle buluşan biri farksız değildir. Umudunu yitirmiş birine “Bekle, zaman en iyi deva olacaktır sana. Teselliyi kendinde ara, mutlaka karanlıklar aydınlığa dönecektir.” demek ile ölümcül bir hastalık ile savaşan birine “Bir virüs ile baş edemeyecek kadar güçsüz müsün? Sağlığın senin elinde, biraz beklersen eski haline dönersin.” demek aynı derecede anlamsızdır. Ölüm, ölümdür ve ne şekilde olduğu asla yargılanmamalıdır Werther’e göre.
58 PsiNossa
Goethe’nin Pişmanlığı: Werther Etkisi
Kitap yayımlandığı dönemden itibaren Avrupa’da çok ses getirmiş ve Goethe’yi 27 yaşında büyük bir üne kavuşturmuştur. Goethe, çalıştığı hukuk bürosunda Charlotte adında bir kıza aşık olur ve aşkına karşılık alamaz. 2 haftada yazdığı Genç Werther’in Acıları aslında kendi hayatından kesitlerdir ve ölme isteğini Werther’i yaratıp ve öldürerek bastırır. Ancak bunun bedeli ağır olur. Aşkını anlatmaktan ve bu sayede ünlenmekten rahatsız olur. Genç Werther’in Acıları’ndan “hastalıklı şey” diye bahseder. Aslında haklıdır da çünkü kitabın çıktığı dönemde taklit intiharlar görülmeye başlar. Werther gençler üzerinde öyle bir etki yaratmıştır ki sokakta sarı ceket ve mavi pantolonla –Werther’in sık sık giydiği ve intihar ettiğinde de üzerinde olan kıyafet- gezen insanlar çoğalmaya başlamıştır. Aşkını Werther gibi tutkulu bir şekilde yaşayan ve karşılık alamayan gençler, karmaşık hislerinden çıkış yolu bulamayıp ölümü tercih etmişlerdir. Mutsuzluğun mezardan başka çözüm yolu olmadığına Werther ile inanmışlardır. Goethe, genç yaşında yazdığı ilk romanıyla intiharı estetize etmiş, ölümü tek ve gerçek çare olarak göstermiştir. Psikolojiye ‘Werther Etkisi’ olarak yansıyan bu durum sorunlu birçok gencin sonu olmuştur. Edebiyatın insanı nasıl etkilediğini, hayata yön verişte nasıl bir etken olduğunu klasikleşmiş bu romanla görebiliriz.
Sonunu Bildiğimiz Bu Kitabı Neden Okumalıyız?
Genç Werther’in Acıları verilmek istenen hissi genele yayarak ilerleyen bir kitap. Coşku ve heyecanın ardalanması, okuyucuyu iz süren bir avcıya çeviriyor bu sayede merak duygusu ve dikkat unsuru eksik olmuyor. İlk sayfayı çevirdiğiniz andan itibaren Werther gibi düşünmeye başlıyorsunuz ya da ondan mektup bekleyen Wilhelm oluyorsunuz. Mayıs 1771’den Aralık 1772’ye kadar Werther’in gelgitleri sizi de sarıyor. Bu imkansız aşkın çıkış yolunu onunla beraber arıyor, adım adım intihara yönelişine tanık oluyorsunuz. Kitabın okuyucuya ulaşmasını sağlayan yayımcının notlarından Werther’in nasıl intihar ettiğini okurken Werther’i can çekişirken izleyen Lotte kadar etkilendiğimi söyleyebilirim. Ayrıca Werther’in vasiyetinde Lotte’nin portresinin ona teslimini isterken kurduğu cümleler de insanı hem aşkın varlığına inandırıyor hem de imkansızlığın yıkıcılığıyla yüzleştiriyor. Goethe’yi bir gecede şöhret yapan, romantik akımın başarılı yazarı kılan bu kitabı neden okumamız gerektiği kitabın ilk cümlelerinde de saklı: “Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.”
Werther Ölmeliydi, Çünkü…
Goethe’nin kitabı yazdığı dönemde Werther gibi imkansız bir aşkın içinde olduğu söylenir. Öyle ki çoğu kez aşkın verdiği acıdan ölmek istediğini söylediği olmuştur. Bu yüzden Werther’in ölümü Goethe’nin hayata tutunmasını sağlamıştır. Acısıyla mücadele ederken başvurduğu yöntem sanatı olmuştur. Kitabın daha sonra topluma etkisinden hoşlanmasa da eğer Werther ölmeseydi ben ölecektim, der. Werther Etkisi topluma başka şekilde de yansıyabilirdi, adı başka olurdu belki ama aynı şekilde işlev gösteren başka bir kitap ya da toplumsal bir olay insanları taklit intiharlara ya da başkahramana yönelik özenti davranışlar içine sokabilirdi. Kitabın sonu mercek altına alındığında olumsuz etkiler yarattığını söyleyebiliriz ancak kitabın ölümsüzleşmesini ve bir klasik olarak anılmasını sağlayan hem kusursuz üslubu hem de Werther’in ölümüdür. Bu yüzden ne Werther’in kanı leştir diyebiliriz ne de aşkın yıkıcı etkilerini kesintiye uğratacak bir savaşın varlığından söz edebiliriz.
PsiNossa 59
Referanslar Sanatın Psikoloji İle Bağı Akdoğan, B. (2003). Sanat, Sanatçı, Sanat Eseri ve Ahlâk. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (42), 213-245. Gezen, M.(1999).Oyuncunun El Kitabı.İstanbul:MSM Sezer, F. (2011). Öfke ve psikolojik belirtiler üzerine müziğin etkisi. International Journal of Human Sciences, 8(1).
Sahnedeki Sen Stanislavski, K. (2013). Bir Aktör Hazırlanıyor (S. Taşer, Çev.). İstanbul: Pegasus Yayınları. (Orijinal çalışma basım tarihi 1936.) Toker, P. (2015). Beyaz Atlı Prensi Öldür (1.baskı). İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
Geçmişten Günümüze Bimarhaneler ve Sanat Bayraktaroğlu, N. (2014). Selçuklularda şifahaneler ve Gevher Nesibe tıp merkezi. Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi, 23 (4), 145. Butcher, J.N., Mineka, S. ve Hooley, J.M. (2013). Anormal psikoloji (1). (O. Gündüz, Çev.). İstanbul: Kaknüs Yayınları. (Orijinal çalışma basım tarihi 2011.) Devellioğlu, F. (2013). Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lugat (30. Baskı) içinde (120). Ankara: Aydın Kitapevi Yayınları. Güvenç, R.O. (1985). Türklerde ve dünyada müzikle ruhi tedavinin tarihçesi. Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul Üniversitesi. Hatunoğlu, A. (2014). Türk İslam hekimlerinin psikoloji biliminin gelişimine katkıları ve psikolojik hastalık lara tedavi yöntemleri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2 (5), 255-263. Öztürk, L., Erseven, H., ve Atik, F. (2009). Makamdan şifaya. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. Şeker, M. (1987). İslam’da sosyal dayanışma müesseseleri (7). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınevi. Songur, H. ve Saygın, T. (2014). Şifahaneden hastaneye: sağlık kuruluşlarının değişimine genel bir bakış. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1 (19).
60 PsiNossa
Sanat Aşkına: Stendhal Sendromu Öter, Z. (2000). Kültür turizminin imgesel boyutları. Pınar, Ö. (2014). Sanat zehirlenmesi deneyle kanıtlandı.09.08.2015 tarihinde www.bbc.com/turkce/haberler/2014/06/140627_sanat_zehirlenmesi adresinden erişilmiştir. Sunar, Ö. (b.t.). Floransa di Santa Croce Bazilikası. 09.08.2015 tarihinde www.harikalardiyari.com/floransa-di-santo-croce-bazilikası/ adresinden erişilmiştir.
Müzik Üzerine Sacks, O.(2014). Müzikofili (B. Kovulmaz, Çev.) Yapı Kredi Yayınları. Llinas, R. R. (2001) I of the Vortex: From Neurons to Self. Cambridge: MIT Press
PsiNossa 61
62 PsiNossa