PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi
Sayı 21 Ekim 2016 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org
Özgürlük ve Esaret
BURAYA REKLAM VEREBİLİRSİNİZ! @
TPÖÇG'ün Blog Servisi Akıl Defterim'i $ Ziyaret Etmeyi Unutmayın! @ TPOCG_Yayinlari
blog.tpocg.org Bizi Twitter'da takip etmeyi unutmayın!
dergi@tpocg.net 2 PsiNossa
PsiNossa 2016 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@tpocg.net Editör Ayşe Nur Avcı Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com Bülten Sorumlusu Burak Bahadır AKIN İst. Kültür Üniversitesi burakbahadirakin@hotmail.com Yazar Emel Emre Hasan Kalyoncu Üniversitesi emelberra1@gmail.com Yazar Arzu Hamurcu Nuh Naci Yazgan Üniversitesi arzuhamurcu1852@gmail.com Yazar Elif Gül Şahin İst. Medipol Üniversitesi elifgulsahin@gmail.com Çevirmen- Haber Köşesi Özge Karakaş Orta Doğu Teknik Üniversitesi ozgekarakas95@gmail.com
Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Melis Alioğlu İst. Kültür Üniversitesi melis.alioglu@gmail.com Dizgi-Tasarım Ilgın Güçlü İst. Kültür Üniversitesi ilgingucluu@gmail.com Film Köşesi Yazarı
Aytuğ Uçak
Uludağ Üniversitesi ucakaytug@gmail.com
Kitap Köşesi Yazarı
Edanur Tunca Okan Üniversitesi
eedatunca@gmail.com Müzik Köşesi Yazarı
Burak Çiftci Boğaziçi Üniversitesi
burakciftci542@gmail.com
Konuk Yazarlar Pelin Kabar pelin-k97@hotmail.com Nilay Abınık nilayabinik@gmail.com Röportaj Uzm. Klinik Psk. Mehmet Dinç Mezun Yazısı Esin Kırcalı
esinkircali@gmail.com
PsiNossa 3
Bu Sayımızda; 6 | %70'e Varan Esaret 8 | Sosyal Medyanın Esareti 10 | Hür Olma ve Mahpusluk Üzerine 12 | Esaretten Özgürlüğe Giden Yolda Psikolojik Sorunlar 14 | Ceza Evinde Büyüyen Çocuklar 16 | Seni Sana Gösteren 18 | Travma Çalışmaları Derneği 24 | Mezun Yazısı- Esin Kırcalı 26 | Ayın Farkındalıkları: İnsan Ruhunun Haritacısı 28 | Film: Çılgın Pierrot 30 | Kitap: Martı: Jonathan Livingston 32 | Müzik: Aç Kulağını İyi Dinle 34 | Referanslar
4 PsiNossa
Psi Nossa Merhabalar, Bu ay yazıma bir soruyla başlamak istiyorum. Aslında bir işçi problemi. Bir iş yapmak özgürlükle mi ilintilidir esirlikle mi? Evet evet, herhangi bir iş. Bu mezun olduktan sonra yapacağınız iş de olabilir, dolabınızı düzenlemek gibi basit bir ev işi de. Yani para kazanmak ya da kazanmamak önemli değil. Unutun parayı. Ve biraz düşünün. Düşündünüz mü? Şimdi yaptığınız herhangi bir işi aklınızdan geçirin, onun üzerinden gidelim. O işi yaparken kendinizi ne kadar özgür ya da ne kadar esir hissediyorsunuz? Bu sorunun cevabını veren bence en önemli unsurlar; o işi yaparken hissettiğiniz heyecan ve yüzünüzdeki gülümseme. Bu ikisi yoksa eğer korkarım ki, işinize esir düşmüşsünüz. Sevmeden, istemeden yapılan iş kimseye mutluluk getirmez. Yapmayın daha iyi. Yanlış mı anladım, iş başındayken gözleriniz ışıldıyor, dudaklarınız hafifçe yukarı mı kıvrılıyor? Öyleyse dört elle sımsıkı sarılın işinize. Esirlikten kurtuldunuz. Bu ayın konusu "Özgürlük ve Esaret". Sizlere, aramıza yeni katılan arkadaşlarımızı takdim etmek istiyorum: Yeni derleme yazarımız, Emel Emre; müzik köşesi yazarımız; Burak Çiftçi, film köşesi yazarımız; Aytuğ Uçak ve tasarımcımız; Ilgın Güçlü. Kitap köşesinde ise emektar yazarlarımızdan Edanur Tunca sizlerle olmaya devam edecek. Yeni ekip arkadaşlarıma bir kez daha hoş geldiniz diyorum. Şu esir dünyada, işinizde özgür olmanız dileğiyle... Okuyunuz, okutunuz efendim. Sürçülisan ettiysek affola... Editör Ayşe
Nur AVCI
PsiNossa: Psikoloji biliminin “Psi” si ve Portekizcede “bizim” anlamına gelen “nossa” kelimesinin birleşmesiyle –TPÖÇG ve TPÖÇG’e dair her şeyi can-ı gönülden sahiplenmemize ithafen- ortaya çıkan PsiNossa isimli dergimiz her ay belirlenen bir konu çerçevesinde e-dergi formatında yayınlanmaktadır. PsiNossa Yayın ekibi olarak her ay siz okuyucuların karşısına dopdolu, bilgilendirici ve keyifli vakit geçirmenizi sağlayan içerik sunmak için canla başla çalışıyoruz.
PsiNossa 5
%70’e Varan Esaret Arzu HAMURCU Bir sonbahar günü... Hava hafif bulutlu, biraz rüzgar esiyor. Evde tek başınasınız ve tam tabirle sıkıntıdan patlamak üzeresiniz, kalkıp kahve yaptınız, bir şeyler atıştırdınız yine tık yok. Ve tam o sırada aklınıza mükemmel bir fikir geldi, ALIŞVERİŞ! Evet evet hemen hazırlanıp alışverişe çıkmalısınız çünkü en iyi sıkıntı giderici ilaç; para harcamak, çünkü en huzurlu hissedeceğiniz yol; vitrinlerden hangi mağazaya gireceğinizin kararını vermek, dün gördüğünüz moda dergisindeki tarza saatlerce kıyafet deneyerek nasıl benzeyeceğinizi düşünmek.
ya, hani o karakteri üzerinde o kıyafet varken sevdin ya işte bunun için, sadece “Bu üzerimdeki elbise onun şu dizideki kıyafeti.’’ demen için bu sektörün mükemmel bir oyunu bu.
Peki neden? 2016 trendlerinin en beğenilen ve tüketici tarafından alıcısı en fazla olan 6 trendinin istatistikleri bu kadar önemli mi gerçekten? Özellikle pek çok ünlü ismin uygulayarak trend haline getirdiği bu trendlerin hangileri olduğu neden kendine yakışandan daha önemli hale geldi? Neden yaza damga vurmak, kişiliğimizi zedelemenin önüne geçti?
Ama sen de haklısın, sen durdursan televizyonlar, mesajlar, kataloglar durmuyor. Onlar dursa sırf bu işten para kazanan, incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar emek harcayan “moda bloggerları’’ ve onların kusursuz siteleri var daha. Onlar en korkuncu. Aslında ilk düşünüldüğünde akılda muazzam bir şekilde canlanıyor, biçilmiş kaftan değil mi? Tek bir tıkla sana özgürlüğü sunuyor çünkü senin vücut şekline göre, nasıl görünmek istediğine göre o kadar fazla kıyafet çeşidi öneriyor ki, ağzın açık kalıyor. Öyle hemen çıkamıyorsun bu sitelerden ben söyleyeyim, labirent gibi öyle bir programlamışlar ki, öyle cümlelerle büyülüyorlar ki, o kadar güzel satıyorlar ki kıyafetleri akıl sır ermiyor. Sağ altta (genellikle sağ oluyor, daha çok dikkat çeken yer çünkü) yazıdan daha küçük bir punto ile yazılmış şekilde “genç görünmek için 10 yeni krem, 2016-2017 kreasyonunun en şık parçaları’’(internet sitelerinin diğer yazıya geç ve sen onu okurken biz daha çok tıklanma alalım deme şekli) gibi linkler bulunuyor. O kadar yazıyı okuduktan sonra doğal olarak onları almak istiyorsun. Vay be ne güzelmiş dediğin şey neden sende olmasın, ama nerede mi bulacaksın? Dur hiç sıkıntıya sokma kendini çünkü bu mükemmel site fiyatına bile bakmadan anlattığı kıyafet için alta “sepete ekle’’ butonu koymuş. Sonrası çok basit; sadece kredi kartının üzerinde yazan 16 haneyi girerek sadece “3 gün’’ (bir de bu var) içinde elinde. E noldu? Hani özgürdük, hani kendi-
İnsanlığın ilk yıllarında sadece örtünme amacı için kapatılan yapraklardan, yemek ihtiyacını karşılamak için yenilen çiğ etlerden öyle bir hale geldik ki o yapraklardan çanta, o çiğ etlerden kıyafet tasarlamaya başladık. “Neden bu böyle?” diye hiç sorgulamadık. Çünkü biliyoruz ki o yapıyorsa güzeldir, onlarda varsa bende de olmalı. O giydiyse modadır ve onun üzerinde gördüyseniz kalitelidir, çünkü o asla kötü bir şey yapmaz. Çünkü o dünyanın en güzel insanıdır. Bunlardan en az birine sıcak bakıyorsunuzdur illaki, tamam iyi hoş da bunları sadece biz düşünmüyoruz ki, işte sıkıntı tam da burada başlıyor. İnsanlığın ‘’hep daha iyisi’’ ni istediği seninle benim aramda kalan bir şey değil ki be. Bütün sektörler bunun üzerinde düşünmekle kalmayıp, trilyonlarca servetini bu düşünceye harcıyor. Sonra ne mi oluyor? “Eski’’ modeliyle arasında hiçbir fark olmayan telefonun, sırf daha pahalı diye, yeni modeli alınıyor. Sırf tutan bir dizisi var diye oyuncu geçinen kesimin kreasyonları fahiş fiyatlara satılıyor. Hani sen o diziyi izledin
6 PsiNossa
Özcan (2007, s. 22), tezinde bu sorunun temelini çok iyi özetliyor aslında: ‘‘Sanayileşmenin erken dönemi, üretimin önem kazandığı üretim kapitalizmi aşamasını vurgularken, ilerleyen zaman tüketimi üretime rakip kılmış ve tüketim kapitalizmi aşamasını ortaya koymuştur.’’
mize yakışan bizim için modaydı, hani onların esiri olmayacaktık artık. Ama o gömlekler çok güzeldi değil mi? Senin canın sağ olsun. Bari dikkat et de gömleğini defolu ya da farklı beden göndermesinler. Hadi gel bu dediklerimi alanın güya en ustalarından biri olan modacımızın sitesinde yazdığı cümlelerle daha ayrıntılı ele alalım. Duymamış veya görmemiş olamazsın, imparatorun kızı hani, Terimgillerden Buse, alt tarafı bir ceket için neler söylemiş bakalım. ‘‘1 - BOMBER CEKETLER (Bomber’ın ne demek olduğunu açıklayacak hali yoktu ya!) İlk sırada rahat ve cool duruşları (Kime göre?) ile kadınların kalbini fetheden (Kalbini fethetmediyse üzgünüm kadın değilsin.) bomber ceketler var. Maskülen tarzın öne çıkması ile birlikte popüler(miş) hale gelen bu ceketler erkek tipi olsa da (Buraya girersek çıkamayız bile.) artık yeni çiçekli ve renkli desenlerle feminen bir havayı da beraberinde sürüklüyor. Özellikle Amerika ve İngiltere, istatistiklere göre (Neyin istatistiği Allah aşkına?) bu trendi yükselten ülkelerden… Kanye West ve David Beckham için de trendin bir numaralı hayranları diyebiliriz. (Çünkü onlar seviyorsa sen de seveceksin!)’’ Neyse, ne diyorduk, biz geri dönelim. Adeta ikinci evimiz haline gelen alışveriş merkezlerinin açılması ile tüketimin ve alışverişin hayatımızdaki yeri tartışılmaz olmuştur elbette. ‘‘Çalışma saatlerinde görülen azalma, esnek çalışma şartlarının ortaya çıkması ve erken emeklilik gibi gelişmeler sonucunda; tüketicilerin boş vakitlerinde ve bu vakitlerinden tüketime ayrılan vakit aralığında genişleme söz konusu olmuştur. Bunun sonucunda bu yeni mekânlar, alışverişe oldukça modern ve çağdaş bir anlam kazandırmışlardır. Alışverişin ekonomik (üretim ve tüketim) ve kültürel kısmı (hedonizm, tüketim yolu ile kimliklerin oluşumu, ürünlere verilen sembolik anlamlar, boş zamana ait bir deneyim türü olarak alışveriş gibi) bu yeni mekânlar içinde bir araya gelmişlerdir. Zorunlu bir görev şeklinde başlayan ve genellikle ihtiyaç kavramını temel alan alışveriş ve tüketim eylemleri böylelikle; zevk alınarak yapılan, gezinti ve zaman geçirme eylemleri haline dönüşmüşlerdir’’ (Özcan, 2007, s.4). Zevk aldırmak onların en büyük amacı, zira zevk almazsanız paranızı nasıl harcayacaksınız, değil mi? İç mekan vizyonlarıyla günümüzün toplumsal mekanları haline gelen bu platformlar içinde ortaya
çıkan kamusal ilişkiyi Vural ve Yücel (2006, s.9), şu sözlerle aktarıyor: ‘‘Aynen alışveriş merkezinde kurgulanan yapay dünyaya benzer bir şekilde kendiliğindenliğini kaybetmiştir. İklimlendirmesinden, güvenlik kontrolüne kadar fiziksel ortama dair her şeyin düzenlenmiş olduğu alışveriş merkezlerinde kamusal ilişkiler de düzenlenir hale gelmiştir. Öyle ki, alışveriş merkezi içindeki satış görevlilerinden güvenlik personeline kadar pek çok çalışanın müşterilerle kuracağı ilişkilerde söyleyeceği diyaloglar bile bu düzenleme içinde yer almaktadır.’’ Vural ve Yücel (2006)’in araştırma sonuçları aslında alışveriş merkezlerindeki soğukluğun, kasada sıra beklerken bile insanlar arasındaki iletişimsizliğin nedenlerini gözler önüne seriyor. Neden yapamıyoruz? Alacağımız kıyafetin bedeni, bize yardımcı olmaya çalışan tezgahtar kızın nasıl hissettiğinden daha mı önemli gerçekten? AVM’leri hep samimiyetsiz buluruz bulmasına da samimileştirmek için de hiçbir şey yapmayız ama. Önündeki insanla konuşsan, arkandaki çocuğun derdini dinlesen o beklemekten sıkıldığın kasa sırasının nasıl geçtiğini anlayamayacaksın da… Da sı var işte; abartılı özgüvenimiz, kibrimiz, egomuz, algılarımız var. Günümüzü en büyük şekilde tehdit eden bu modernleşme algısı Rousseau (2010)’ya göre bilim ve sanatta yaşanan gelişmelerle beraber insanlar arasındaki eşitsizliği arttırmıştır. Ahlak ve gelenek-göreneklerde yozlaşma başladığını belirten Rousseau, cemiyetin sürüleşmeye başladığını bu süreçte samimi dostluk ve güven yerini, şüphe, korku, soğukluk ve çekingenliğe bırakmış, aynı zamanda insana verilen değer ve önem azalmış, sosyal ilişkiler ve hayat insani özelliklerini yitirmiştir. Ne yazık ki Rousseau’nun bu söylediklerine katılmamak elde değil. Ama elimizde olan, elimizden gelen birtakım şeyler olmalı. Mesela gülümsemek, selam vermek, sohbet etmek, yardım etmek… Gerçekten de bu kadar insani olan faaliyetleri yapmak için karşımızdan gelen insanı tanıyor olmak zorunda mıyız? Bir kere daha düşünelim, eğlenirken asosyalleşmeyelim, sırf işimizi daha çabuk halledelim diye yapay dünyaların içine hapsolmayalım. Bireylerden özgürleşirken, nesnelerin esiri olmayalım.
PsiNossa 7
Sosyal Medyanın Esareti Emel Emre İlk insandan bu yana iletişim, insanlığın devamı için vazgeçilmez unsurlardan biridir. Bir iletişim aracı olarak medyanın ise icadından günümüze kadar sürekli değişim içinde olduğunu söyleyebiliriz. Gazete, dergi, radyo, televizyon gibi iletişim araçlarının ardından başlayan yeni medya kullanımı hızla artış göstermiştir. “Yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla mesaj bombardımanının en üst düzeyde yaşandığı günümüzde, gerek kurumlar gerek insanlar birtakım çalışmalara farkında olarak ya da olmayarak duyarsızlaşmaktadır. Bu duyarsızlık beraberinde farklı davranışları geliştirmekte, insanları yeni arayışlara, yeni iletişim ortamlarına yönlendirmektedir. Günümüzde yeni iletişim ortamları, özelikle internet, modern iletişim sisteminin en büyük destekçisi olmaktadır. 1970’lerde başlayan ve 1990’lardan sonra hızla devam eden internet kullanımı, web sitelerinin, portalların yaygınlaşmasıyla kullanıcı sayısını artırmış, 2000’li yıllarda sosyal medyanın işlerlik kazanmasıyla her kesimden insanı ilgilendirecek noktalara ulaşmıştır.” (Vural ve Bat, 2010, s. 3349). Bununla birlikte insanlar sosyal medyayı hayatlarının merkezine alarak yaşamlarını sosyal medya aracılığı ile algılamaya başlamışlardır. Diğer insanlara göre sosyal medyada ne kadar aktif oldukları, ne kadar arkadaş edindikleri, diğer insanların yaşamları daha fazla önem kazanmıştır. Sosyal medyanın sağlayacağı faydalardan uzak, tamamen yüzeysel ve sağlıksız ilişkiler kurulduğunu söyleyebiliriz. Her an iletişim kurabilmenin getirmiş olduğu yakınlık hissi ne kadar güven verse de diğer taraftan bakıldığında yalnızlaşmakta olan bir toplum görebiliyoruz. Uzman Psikolog Mehmet Dinç bu konudaki düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir;
8 PsiNossa
“İnsanın derinlikli ilişki kurmaya ihtiyacı var. Derdimizi, düşüncemizi, ihtiyacımızı, problemimizi, hiçbir şey olmasa yaşadıklarımızı paylaşma ihtiyacı duyarız. İnsan görünmek ister. Bu ihtiyaç yakın çevre tarafından karşılanmıyorsa başka yollar devreye girecektir. Bu noktada insanlar sıklıkla sosyal medyaya sığınıyorlar.” (Altınoluk, 2016, Ocak). Bu durumda sıklıkla sosyal medyaya sığınan insan ne kadar çok ilişki kurarsa kursun sosyal medya üzerinden kurduğu ilişkileri genellikle yüzeysel bir hal almaktadır. Bu yüzeysel ilişkiler yakın çevresiyle olan paylaşımını azaltmakta ve gerçek hayatta dahi yüzeysel ilişkiler içerisinde olmasına sebep olmaktadır. Bu yüzeysel ilişkiler beraberinde depresyon gibi birçok psikolojik rahatsızlıklara sebebiyet verebiliyor. İnsanın kalabalıklar içinde yalnızlaşması bazen bu yalnızlığını fark edememesine, sorunlarını çözememesine neden oluyor. Bu yüzeysel ilişkilerin yanında bir de onlara ayrılan zaman giderek artış gösteriyor. Ülkemizde, herhangi bir cihazdan günlük ortalama sosyal medya kullanımının: 2 saat 32 dakika olduğu ve geçen yıla göre bu sürenin %5 artış gösterdiği söyleniyor (Özcan, 2016) (Diğer internet kullanımı bu sürenin dışındadır). Bu sürelere baktığımızda kişi günlük hayattaki hedeflerinin, isteklerinin gerisinde kalarak genele yayılmış olan hedeflerini de gerçekleştiremeyebiliyor. Sosyal medya kullanımının temel nedenlerinden olan özgür olma isteği, insanı ciddi bir esarete sürüklüyor. Kendi günlük hayatımdan hareketle, gün içerisinde kurduğum yüzeysel ilişkilerin çokluğu ve sosyal medya dünyasının çekiciliği içinde hedeflerimi unutabildiğimi, kendimle konuşma fırsatı dahi bulamadığımı söyleyebilirim.
Sosyal medyayla özgürleşmek isterken onun esareti altına giren bireyler olarak yakın ilişkilerimizi derinleştirmeli, kendimize zaman ayırabilmeliyiz. Kendisiyle konuşmayan, hedeflerini ve ihtiyaçlarını bilmeyen, yakın çevresinden habersiz, özgürleştiğini zannederken esaret altına giren ve yalnızlaşan bir nesile dur demeliyiz. “İnsan yaşarken kendisiyle karşılaşmalı.” demiş Ahmet Hamdi Tanpınar. O halde bütün bu koşuşturmacalar içinde durup kendimizi dinlediğimiz, ne istediğimizi bildiğimiz, yakın çevremizle kurduğumuz derin ilişkilerle özgürleştiğimiz nice yarınlara…
PsiNossa 9
Hür Olma ve Mahpusluk Üzerine
Elif Gül ŞAHİN
Özgürlük, düşünce tarihinde eski çağlardan beri var olan bir kavram. Hür olmak temelde aynı hisse tekabül etse de dönemler boyu farklı anlamlarda kavramsallaştırılmıştır. Felsefi olarak özgürlüğün paradoksal çıkmazına ayaklarımızı sokmakta fayda var. Burada işlenen etik bağlamda; determinist, indeterminist ve otodeterminist yaklaşımlar ile özgür iradedir. Sartre, Kant gibi düşünürler insanın ahlaki davranışı eyleme özgürlüğünü tartışmışlardır. Sınırsız özgürlük, mutlak özgürlük ve hatta teee tabula rassaya dayanan bu söylemler dışında, ‘özgürlük hissi’ daha ortak ve daha uzlaşılmış, psikososyal bir ihtiyaçtır. Bu konuda, Eric Fromm, özgürlüğü Marksist ve Freudyen teorilerle açıklamıştır. Tabii, onunki çok uzun bir meseledir. Fakat değinecek olursak… Fromm özgürlüğü, bireysel-toplumsal sorumluluklar; hayvani ve insani yönler; bireyleşme, yabancılaşma, soyutlama, yalnızlaşma ve kaçış kavramları temelinde işler ve politik - sosyal özgürlük sorununa çözümler getirir. Özgürlüğü sosyal olarak ele alsa da bu, liberal anlamda siyasal ve ekonomik bir özgürlük değil insanın kendini gerçekleştirmesi ve bireyselleşmesi adına işlenmiş bir özgürlük kavramıdır (Fromm, 1995). İnsanın doğası gereği ilişkisel olduğunu, bu ilişkiselliğin sonucu insana özgü olan öznel özbilinçliliğin oluştuğunu ve ‘kendi’ olanın farkına varan insanın toplumdan uzaklaştığını ve soyutlandığını, soyutlandıkça özgürleştiğini, özgürleştikçe yalnızlaştığını ama kendi olanı korumak için de topluma bağımlı olduğunu savunan Fromm, tüm bu hayvani ve insanı ihtiyaçların çatışması sonucunda insanın özgürlükten kaçtığını ve bir seçim yapmak zorunda kaldığını ifade eder (Fromm, 1993). Politik seçimlerde bu çıkmazdan doğar. Fromm’a göre bu seçim sanıldığı gibi kapitalizm ve komünizm arasında değil bürokrasi ve hümanizma arasındadır. Fromm’un önerisi ise özgürlükçü bir demokrasi ya da hümanist bir sosyalizmdir (Fromm, 1995). Fromm aynı zamanda kolektif olarak özgürlükten de söz eder. Savaşların, ezilen ve özgürlük isteyen halkların direnişinden çıktığını fakat ezilen halkın galibiyet sonrasında acımasızlaştığını ve özgürlük ilkelerinden uzaklaştığını söyler. Burası bana Mel Gibson’ın Cesur Yürek filmini anımsattı.
10 PsiNossa
Mahpusluk Üzerine “(…) Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum..” Yazının ilk kısmı bu bölüm için iyi bir giriş sayılmayabilir. İki bölüm arasında anlam bağı aramak ya da burada anlatılacakları Fromm üzerinden okumak doğru olmaz. Bu bölüm duyarlılık ve bahsetme ihtiyacından doğmuştur. İlkin, suçlu psikolojisi ile mahpus psikolojisini birbirinden ayırmakta fayda var. Suçlu psikolojisi, suçu işleyinceye kadarki psikolojik süreci, mahpus psikolojisi kapatılmanın ve damgalanmanın ardındaki birey psikolojisini işler. Mahkum, özgürlüğünden alıkonulmuştur. ‘İçeri’ ve ‘dışarı’ arasında dış dünyayla bağlantısı kesilmiş, izole bir haldedir. Gelişen ve değişen dış dünyadan bi haber, durağan, değişmeyen ve iyileşmeyen bir içeridedir. Sağlık, eğitim, cinsellik, özgürlük, otonomi ve güvenlik gibi hak ve ihtiyaçlardan yoksundur. Kötü muamele, işkence ya da istismar görmektedir. Suçlular arası zorbalık ve koğuşun süreğen hiyerarşisine maruz kalmıştır. Zamanın ve günün bir değeri yoktur. Hava durumunun da… Bütün bunlara ‘hak etmişlikle’ ilişkilendirmeden, suçluyu ve suçu özelleştirmeden bakmak gerekir. İçerideki herhangi biridir. Ve cezaevlerinin, kurumsal işlevi olan suçu engelleme ve kontrol altına almada yeterliliği tartışmalıdır. Yani hak edenlerin de hak ettiği bu olmayabilir. Mahpusluk, çoklu bir duygudur. Hasret bunların en kuvvetlisidir. Fakat ruhların sıkışıp kaybolduğu fantastik bir boşluk olan koğuşlarda ilk günlerden başlayarak suçlu, iç gözlem, vicdan azabı, topluma karşı kin ve öfke, suçlululara ve devlete karşı düşmanlık besleme, psikoz, intihar gibi düşüncelerden geçer. Mahpusluk psikolojisi tahliye olana kadar ya da bireysel olarak mahpusla ilgili değildir. Bu süreç mahpusta ve çevresinde uzun süreli ruhsal sorunlara yol açar. Bu yazı asıl çocuk cezaevlerindeki mahpuslara, ve eşitliği, özgürlüğü, barışı savunan daha nice mahpusluğadır…
PsiNossa 11
HABER
Esaretten Özgürlüğe Giden Yolda Psikolojik Sorunlar Özge Karakaş Bu ayki haber köşemde esaretten kaçıp özgürlüğe kavuşmak için canlarını ortaya koyan mülteci kardeşlerimizin yaşadıkları psikolojik sorunlar, yaşama sebepleri ve sorunların farklılık göstermesine neden olan etmenler hakkında yapılan araştırmaları paylaşmak istedim. Mültecilerin bulundukları ülkelerde yapılan araştırmalar gösteriyor ki; genel nüfusa göre mültecilerin maruz kaldıkları savaş, işkence, şiddet, göçe zorlanmak ve geleceklerinin belirsizliği ile bağlantılı olarak, 10 kat daha fazla travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), depresyon, kronik acı ve diğer somatik yakınmalar görülür (Lindert, Ehrenstein ve Priebe, 2009). Örneğin İşkenceye maruz kalmak TSSB’nin en güçlü ön göstergesi. Ayrıca Cantor-Graae ve Selten yaptıkları araştırmalarda göçü yaşayan farklı kuşakların hastalıklara eğilimlerinin de farklı olduğunu örnekler ile ortaya çıkarmışlardır. Şizofreni riskinin ilk kuşak mültecilerde 2.7, ikinci kuşakta ise 1.2 oranında olduğunu tespit etmişlerdir (Cantor-Graae ve Selten, 2005). Mültecilerin yaşadıkları sağlık sorunları içerisinde medikal açıdan açıklanamayan, sürekli acı, yorgunluk ve midesel semptomlar daha yaygın görülmekte. Medikal ortam dışında yapılan görüşmelerde, birçok hasta psiko-sosyal veya fiziksel şekilde ortaya çıkan stres etkeni rapor etmişlerdir. Kirmayer ve arkadaşları bu kısıtlı fakat önemli psikolojik stres ve sosyal açmaz ile alakalı bilgileri toplayarak, fiziksel semptomların stres etkenleri, sosyal destek veya toplum sorunları sebebi ile ortaya çıktığını rapor ediyorlar (Kirmayer, Rousseau ve Jarvis, 2008). Göç olgusunun psikolojik sağlık üzerinde büyük etkilerinin olmasının sebebi tahmin edebileceğimiz gibi büyük değişimleri beraberinde
12 PsiNossa
getirmesidir. Rogler yaptığı araştırmaların sonucunda, göç sebebi ile yaşanılan değişimleri sınıflandırmış ve 3 ana kategoriye ayırmıştır. Bunlar; kişisel bağlılıklarda değişim ve sosyal bağların yeniden kurulması, bir sosyo-ekonomik sistemden diğerine geçiş ve kültürel sistemlerin yer değiştirmesidir (Rogler, 1994). Psikolojik etkilerin gücünü ve süresini etkileyen bir başka etmen de göç sürecinin göç öncesi, göç ve göç sonrası iskân olarak 3 bölümden oluşmasıdır. Her aşama kendine özgü riske sahiptir. Göç sırasındaki travma veya kayıplar anksieteyi ve TSSB’yi daha çok tetikler. Göç sonrası iskân genelde iyimserlik ve ümit duygularını getirir fakat beklentiler gerçekleşmezse veya yeni yerleştikleri yerlerde eşitsizlik, ayrımcılık gibi sorunlarla karşılaşırlarsa depresyon, demorilizasyon oluşur (Silove, Steel ve Watters, 2000). Ayrıca Porter ve Haslam (2005) yaptığı araştırmaların sonucunda göç sonrası iskân döneminde ortaya çıkan stresin sosyal ve ekonomik gerilmeler, sosyal yabancılık, statü kaybı gibi sorunlardan da meydana geldiğini saptamıştır. Mental sağlık problemleri riski cinsiyete ve yaşa göre farklılık gösterir. Çocuklar ve gençler göç öncesi dönemde, sosyal kargaşa ve sosyal-eğitimsel gelişimlerinde bölünmüşlük yaşar. Göç sırasında, birçok genç ailelerinden ayrı düşer bu yüzden yeterince duygusal, fiziksel, maddi destek göremezler. Aileleri ile tekrar buluştuklarında bile, yeni bir dil öğrenmeleri gerekir, kültürel kimliklerini gözden geçirmeli, ayrımcılık, önyargı, ırkçılık ve sosyal izolasyon gibi sorunlarla başa çıkmalılar. Bu süreçler çocuklarda ve gençlerde stres ve kaygı bozuklukları başta olmak üzere psikolojik sorunlara sebep olur (Michelson ve Sclare, 2009). Evde ve çalışma ortamlarında, göçmen kadınların birçok rolü ve sorumluluğu vardır. Göç-
men kadınlar genellikle şiddete maruz kaldıklarında ve TSSB yaşadıklarında kliniklere başvuruyor. Ama doğum sonrası depresyonu ve tedavisi hakkında az bilgiye sahip olan göçmen kadın bu konuda yardım aramaz. Aile dışındaki duygusal problemler, gönülsüzlük ve psikolojik problemlerinde kliniğe başvurduklarında kendisi ve ailesini damgalayacağını düşündükleri için, kliniğe gitme ve yardıma başvurma konusunda gönülsüz davranırlar. Bu da problemlerinin ilerledikten sonra teşhis edilmesine sebep olur (Teng, Robertson Blackmore ve Stewart, 2007). Mültecilerin yaşadıkları psikolojik sıkıntıların bir sebebi de yeni yerleştikleri ülkelerdeki kültürel farklılıklardır. Kültür; hastalık tanımı, başa çıkma yolları, yardım arama ve yardıma cevap verme, duygusal aktarım ve iletişim, hasta ve ailesi ile ilişkiler gibi konulara farklı yaklaşımlar yapılmasına sebep olur. Birçok gelişmiş ülkede zihinsel sağlık merkezleri hastane tedavileri ile özleştirilmiştir. Bu sebeple mülteciler, hastalık semptomlarının kendilerinde
olduğunu kabul edip yardım arayışlarına girme konusunda gönülsüz davranırlar. Hastaneye yardım almak için gitmelerinin onları ve ailelerini damgalayacağını ve bu sebeple yerleştikleri yeni ülkelerinde daha fazla zorluklar yaşayacaklarını düşünürler. Bu yanılsama da problemlere teşhis koyulmasında ve tedavisinde geç kalınmaya bu sebeple hastalıkların daha kötü sonuçlarla kendini göstermesine ve ciddi boyutlarda yaşanmasına sebep olur (Helman, 2007). Özgürlüğe kanat açan mülteci kardeşlerimiz; göç öncesinde, göç sırasında ve sonrasında yaşadıkları sıkıntıları çeşitli psikolojik problemlerle atlatmaya çalışırken biz ruh sağlığı çalışanları ve çalışanı olma adayları onları kendi kültürel çerçevelerinden koparmadan anlamaya çalışmalıyız.
PsiNossa 13
KONUK YAZAR
Ceza Evinde Büyüyen Pelin Kabar Çocuklar Türkiye’de 8 ilde bulunan kadın ceza infaz kurumlarında 2015 tarihi itibariyle 0-6 yaş arasında yaklaşık 400 çocuk bulunmaktadır (Haber Türk Yazı Dizisi Haberleri, 7 Temmuz 2015). Çocuklar bu süreçte birçok olumsuzlukla karşılaşmakta; çocukluk, ergenlik ve diğer dönemlerde de bu olumsuzluklar devam etmektedir. Yaşadıkları sosyal, çevresel, ailesel ve kişisel problemler hayatları boyunca onların sırtında büyük bir yük olarak devam etmektedir ve bu yükü sırtlarından indirmek ailenin, çevrenin ve devletin elindedir. “5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 65. Maddesinde yer alan ‘Anaları hükümlü olup da dışarıda korumasına bırakılacak kimsesi bulunmayan sıfır-altı yaş grubundaki çocuklar, analarının yanında kalabilirler. Bu çocuklar gündüzleri ceza infaz kurumu bünyesindeki veya Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ( artık Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü) veya diğer kurum ve kuruluşlara ait kreş ve gündüz bakımevlerinde barındırılırlar. Analarının yanında kalan çocuklara yaş ve durumlarına veya ihtiyaçlarına göre yiyecek ve içecek verilir.’ hükmü cezaevlerinde annesinin yanında kalan çocuklarla ilgili temel düzenlemedir. Aynı kanunun 72. maddesinde bu çocukların ihtiyaç duyduğu gıdaların kamu imkânlarınca karşılanacağı, 77. maddesinde ise sivil toplum kuruluşlarının ve özel kişilerin cezaevlerindeki eğitim ve iyileştirme faaliyetlerine katkı sağlayabileceklerine ilişkin genel düzenleme bulunmakta olup bu kapsamda cezaevindeki çocuklara dışarıdan destek sağlanma imkânı bulunmaktadır.” (Kriminoloji ve Penoloji, 2014). Cezaevindeki anneler ya çocuklarıyla ceza evine girmek zorunda ya da çocuklarını Çocuk Esirgeme Kurumu’na bırakmak zorundadır. Anneler çocuklarından ayrı kalmak istemedikleri için çocuklarını yanlarına, cezaevlerine alıyor ve o andan itibaren çocukların özgürlüğü sona eriyor. Oysa olması gereken çocuğun parmaklıklar ardında
14 PsiNossa
değil, ana babasının ve kardeşlerinin yanında yetişmesidir. Cezaevleri hem sosyal hem gelişimsel hem de psikolojik açıdan çocukları olumsuz etkiler. İçerideki çocuklar, dışarıdaki çocuklar gibi sıcak bir aile ortamında büyüyememekte; anne, baba ve kardeşleriyle aynı ortamı paylaşıp iletişimde bulunamamaktadır. “Aile, temel davranış özelliklerinin kazanıldığı ve üyelerinin birbirleriyle ilişki kurmayı öğrendiği yerdir. İnsanoğlu ilk sosyal deneyimlerini aile içinde yaşar. Bireyin yaşamının ilk yıllarında sevilme, okşanma, kucağa alınma, beslenme ve korunma gibi gereksinimleri yeterince ve zamanında karşılanır ise, ‘temel güven duygusu’nun oluşumu için temel atılır. Aksine kucağa alınıp sevilmeyen, ağladığında ilgilenilmeyen, konuşulmayan, oynanmayan çocukta ise ‘Bana aldırmıyorlar, beni umursamıyorlar, öyle ise ben değersizim.’ şeklinde bir izlenim, hırçınlık ve ‘temel güvensizlik duygusu’ gelişir. Çocuğun gelecekte kendine ve dünyaya nasıl bakacağının temelleri, büyük ölçüde yaşamın ilk yılında yaşadığı bu tür etkileşimlerin kalitesiyle belirlenmektedir.” (Tezel, 2004, s.1). Cezaevi çocukları sosyalleşemedikleri ve cezaevinin dışındaki hayatı deneyimleyemedikleri için dışarıya ve dışarıdakilere yabancı kalmaktadır. Bu da hapishaneden çıktıktan sonra onlar için birçok problemin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Araçlar, hayvanlar, sesler korkularına sebebiyet veren bazı unsurlardır. Dünyanın sadece kreş ve cezaevinden ibaret olduğunu düşünen bu çocuklar birden bire dışarıya adım attıklarında aslında ikinci kez hayat mücadelesi vermekte ve bir kez daha sarsılmaktadır. Cezaevindeki koşullar da ne yazık ki çocuklar için yetersiz kalmakta. Çocuklar için ek gıda ve menü olmadığından anneleriyle aynı yemeği yiyorlar. Koğuşlarda çocukların vakit geçirebileceği bir alan yok, genellikle televizyon izliyorlar. 0-3 yaşındaki çocuklar akranlarından uzak ve oyuncaksız büyüyor. 3-6 yaş grubu ise kreşi var olan
cezaevlerinde oyuncaklara ulaşabiliyor. Burada yetişen çocuklar aslında çocukluklarını tam anlamıyla yaşayamıyor. Parklardan, evlerden, aileden, gökyüzünden, sudan, çamurdan kısacası dışarıdaki her şeyden bihaber yaşıyorlar. Cezaevinde çocukların gelişimleri de hiç kolay geçmiyor. Bazı çocuklar tuvalet eğitiminde, yürümede, emeklemede, konuşmada sorunlar yaşayabiliyor. Aynı zamanda erkek çocuklar cinsel kimlik bunalımları yaşayabiliyor. Sürekli kadınların arasında yaşadıkları için kadınları taklit etmeye başlayarak makyaj ve ağda yapma gibi eylemlere yönelebiliyorlar. 3-6 yaş grubu çocukları eğer cezaevinin kreşi varsa oraya giderek resim yapıp oyunlar oynuyor. 6 yaşını dolduran çocuklar yasalar gereği annesinden alınarak bakım verenleri varsa onların yanına gönderiliyor. Yoksa Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının kurumlarına veriliyor. Cezaevlerinde psikolojik destek servisleri de yetersiz kalmakta ve ne yazık ki çocuk psikoloğu bulunmamaktadır. Psikoloğun olmaması çocukların suça eğilimli, kendine güvensiz, hırçın, uyumsuz büyümesine sebebiyet vermektedir. Bu, cezaevlerinde kalan çocukların ve annelerinin büyük bir ihtiyacıdır ve buradaki boşluğun doldurulması gerekmektedir. Ne yazık ki masum doğan çocuklar, hapishanelerde annelerinin cezasına ortak olmakta ve özgürlüğü tatmadan, dışarının nasıl bir yer olduğunu bilmeden büyümektedir veya büyümeye çalışmaktadır. Bu çocukların sağlıklı bir şekilde yetişmesi ve topluma kazandırılması için çalışmalar yapılmalı, annelerinin kaderini paylaşmaya mecbur bırakılmamalıdır. Bu alanda devlete, psikologlara, çocuk gelişimcilere büyük bir görev düşmektedir. Cezaevi çocukları için yapılması gereken aslında pek çok şey vardır. Öncelikle çocuklar için her ceza evinde park olmalıdır, çocuk menüsü uygulanmalıdır. Kreşlerde çocuk parkı, çeşitli oyuncaklar bulunmalı ve tüm çocukların
ortaklaşa oynayacağı oyunlar, proje veya çalışmalar yapılmalıdır. Ayrıca çocuğun aile ortamını tatması gerektiğinden, belirli zamanlarda çocuğun ve ailesinin bir araya getirilerek birlikte vakit geçirmesine olanak tanınmalıdır. Cezaevi çocukları özgürlüğe açtır, onları özgürlüğe doyurmamız, seslerine kulak vermemiz gerekmektedir. Bu çocukların psikolojik, sosyal ve kişisel her türlü ihtiyacı karşılanmalı, çocuğun cezaevi dışındaki hayata kazandırılması sağlanmalıdır. Dışarıda veya içeride olsun, unutmayalım ki bu çocuklar bizim yarınımızdır ve yarınlar bizim elimizdedir.
PsiNossa 15
KONUK YAZAR
Seni Sana Gösteren Nilay Abınık İnsan kendi zincirlerinin esiri olur mu? Farkında bile değilsindir belki de zincirlerinin… Hayaller kurarsın. Küçüklüğünden bu yana, peşine düşmek istediğin küçüklü büyüklü binbir türlü hayaller… Seni sen yapan, herkesten farklı kılan… Sonra bir gün büyürsün. Bir bakarsın ki unutmuşsun! Peşine düşmemişsin o seni sen yapan hayallerinin… Zincirlerine sıkışıp kalmışsın, farkında bile olmadan. O çok kızdığın yetişkinlerden farksız olmuşsun. Onlar gibi korkak, bahanelerin ardına gizlenen, ertelemelerle hayallerini unutan “İstiyorum” diye başlayan “ama…” diye devam eden cümleler kuran, “Keşke”lere sığınan Ne istediğini bilmeyen, o beğenmediğin mutsuz yetişkinler gibi... Sonra “O” çıkmış karşına. Seni kendi zincirlerinden kurtarmış adeta… Tesadüfen tanışıp yalnızca birkaç gününüzü birlikte geçirmişsiniz. Pek de bir anınız yok aslında öyle. Ama girmiş işte gönlüne… İnandırmış seni kendisine… Sana hayallerini “O” hatırlatmış. Yaşamak istediğin hayatı göstermiş sana. Zincirlerini kırma vaktinin çoktan geldiğini, Bahaneleri, ertelemeleri bırakmayı, Kendi yarattığın engelleri yok edip artık harekete geçme vakti olduğunu… Belki kendi bile bilmeden çok şey öğretmiş sana. Sana “seni” göstermiş. Hayallerine bir de yenisini eklemiş; “Kendisini”…
16 PsiNossa
PsiNossa 17
Travma Çalışmaları Derneği BİZ KİMİZ ?
Bir grup ruh sağlığı çalışanının bireysel ve toplumsal travmalar konusunda birlikte düşünmek, konuşmak, tartışmak, paylaşmak ve üretmek amacıyla kurduğu bir dernek olan TÇD, 31 Aralık 2014 tarihi itibariyle tüzel kişiliğe kavuşmuştur. Çekirdek kadro Erişkin Psikiyatristleri, Çocuk ve Ergen Psikiyatristeri, Psikologlar ve Psikolojik Danışmanlardan oluşmakta olup, travma alanında çalışan klinisyen grup ile diğer travma çalışanları (medya çalışanları, hukukçular, sosyal çalışmacılar, gönüllüler, sivil toplum kuruluşları vb.) arasında bir köprü kurmayı ve amaçlarını gerçekleştirmek için benzer alanlarda faaliyet gösteren diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmayı hedeflemektedir. Travma Çalışmaları Derneği, travma alanında çalışan her meslek grubuna açıktır. Bu bağlamda, sadece ruh sağlığı çalışanlarına yönelik değil her meslek grubundan ayrımcılığa karşı duruyoruz. Din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, tür, vatandaşlık, yaş, kabiliyet, vb. temelli her türlü baskı ve ayrımcılığın karşısında duruyoruz. Bir dernek olarak hiçbir siyasi parti, hükümet veya kurumu temsil etmiyor, örgütsel bağımsızlığımızı engelleyecek hiçbir oluşumun bileşeni olmuyoruz. Ortak amaçlar doğrultusunda beraber çalıştığımız grup ve oluşumlarla bütün ilke ve prensiplerimizin örtüşmesi şartını aramıyoruz. Ortak amaçlar doğrultusunda çalışırken, karşılıklı değişim ve dönüşüme inanıyoruz. Özerklik ilkemizle bağdaşmayacak, karar ve politikalarımıza müdahale edecek oluşumlarla işbirliğine girmiyoruz.
18 PsiNossa
HEDEFLER
Birbirimizle ve toplumla kurduğumuz ilişkide, ürettiğimiz söylem ve eylemlerde şiddetin her türlüsüne karşı duruyoruz. Şiddetsiz ilişkilenme kültürüne katkı sunmayı, çatışma ve uyumsuzlukların şiddet kullanılmadan çözülmesi için yöntemler üretmeyi önemsiyoruz. Travma alanında önleyici ve tedavi edici proje ve programların geliştirilmesine ve uygulanmasına destek vermek. Topluma ve ruh sağlığı alanında çalışan profesyonel ve gönüllü gruplara kriz, şiddet ve travma konularında eğitim ve destek sağlamak. Ekonomik kaynaklar oluşturarak ekonomik gücü olmayan ya da travmatize olmuş birey ya da ailelere travma danışmanlığı ve destek sağlamak. Ruhsal travma alanında bilimsel çalışmaları desteklemek, araştırmaların yayımlanmasını ve yayılmasını sağlamak. Çeşitli biçimlerde ruhsal travmaya maruz kalmış ve ruh sağlığı hizmetine erişemeyen bireyler için gönüllü psikolojik danışmanlık hizmetlerinin planlanması ve/veya bu yardımı düşük ücretle verebilecek profesyonel kişi ve kurumlarla bu bireylerin buluşturulması ile ilgili faaliyetlerde bulunmak. Toplumsal olayların psikopolitik izdüşümlerini tespit ederek, toplumun hak kaybına uğrayan, ezilen kesimleriyle dayanışma faaliyetleri, söyleşiler, eğitimler, psikolojik destek çalışmaları sürdürmek, bu amaçla sempozyum, panel ve toplantılar düzenlemek. Bilimsel toplantılar, paneller, konferanslar, sempozyumlar, kurslar ve kongreler düzenlemek. Eğitim çalışmaları yapmak.
BİZE NASIL ULAŞABİLİRSİNİZ?
Travma Çalışmaları Derneği'nde gönüllü olmak isteyen tüm öğrencilere ruh sağlığı alanında çalışan profesyonellere ve farklı disiplinlerde çalışan herkese kapılarımız sonuna kadar açıktır. Üyelik ve gönüllü çalışmalar için www.travmacalismalari.org web sitesinden bizlere, nergizozd@hotmail.com adresinden Dernek Başkanı Uzm. Psk. Nergiz Özdemir'e ulaşabilirsiniz.
ETKİNLİKLER 20-21-22 Haziran 2014 / Dersim /Anadolu Travma Çalışma Günleri – Halkların Kardeşliği ve Toplumsal Barış 23-26 Nisan 2015/Dersim / Travma ve Yüzleşme Belgesel Günleri 2-3-4 Ekim 2015/İstanbul / II. Anadolu Travma Günleri - Zorunlu Göç,Mültecilik ve Ayrımcılık 28.05.2015 Toplumsal Travma Söyleşileri – I /İstanbul / 1915’le Yüzleşme 13.06.2016 Toplumsal Travma Söyleşileri – II /İstanbul İHD / Evde, Toplumda, Devlette Kadın 19.08.2016 Toplumsal Travma Söyleşileri – III / İstanbul İHD / İçimiz Dışımız Şiddet Psikososyal Dayanışma Ağı ( PSDA ) bileşeni Farklı kurum ve kuruluşlarda ile ilgili dernek üyelerimizin toplumsal travma başlığında konuşmacı olarak katılması
PsiNossa 19
Rร PORTAJ
Uzman Klinik Psikolog Mehmet Dinรง ile Rรถportaj Emel Emre
20 PsiNossa
1. Mehmet Dinç sosyal medyanın ne kadar içinde? İdeal sosyal medya süresi ne kadar olmalı? -Sosyal medyayı mümkün olduğu kadar kullanmaya çalışıyorum ama benim gibi sosyal medyanın olmadığı bir dünyaya doğan bir insan için sosyal medyanın her alanında olmak zor doğrusu. Benden daha genç arkadaşlar çok daha aktif ve güzel kullanıyorlar. Benim o kadar etkili kullandığım söylenemez belki ama mümkün olduğu kadar sosyal medyayı kullanmaya, ondan faydalanmaya çalışıyorum. - Sosyal medyanın süresi ile ilgili net bir şey söylemek mümkün değil. Ne amaçla kullanıldığına bağlı olarak değişir ideal sosyal medya kullanım süresi. Önemli olan insanın gelişim ödevlerini aksatmasına neden olmasın ve hayallerini, hedeflerini gerçekleştirmesine mani olmasın. Bu ikisini söz konusu ettiğimiz zaman; yani bir insan hayal ve hedeflerinden vazgeçmeyecek şekilde sosyal medyayı kullanıyor ve gelişim ödevlerini yerine getiriyorsa ne kadar kullanırsa kullansın problem olmaz ama sosyal medya bunlara mani oluyorsa tekrar kullanımını gözden geçirmesi lazım.
2. Sosyal medya ve güncel iletişim ağlarında vaad edilen özgürlük ne kadar gerçek?
- Özgürlük dediğimiz şey çok göreceli bir şey. Herkesin kendine göre bir özgürlük anlayışı var. Ama sosyal medyanın tamamen bir özgürlük alanı olduğuna veya özgürlüğü tamamen kısıtladığına dair iki uçlu görüşlere çok katılmıyorum. Burada esas olan insanın özgürlüğü nasıl tanımladığı ve hayatına nasıl sindirdiği. Sosyal medyayı etkili kullanarak özgürlüğü daha da genişletmek mümkün olur ya da sosyal medyayı kötü kullanarak özgürlüğü daraltmak mümkün olur. Esas olarak burada insan ve insanın hayatla ilişkisi olduğunu düşünüyorum. İnsan hayatla sağlıklı bir ilişki kurarsa ve sosyal medyayı buna aracı ederse özgürlüğünü çok güzel genişletebilir ama hayatla sağlıklı bir ilişki kurmazsa o zaman sosyal medyayla sağlıksız bir ilişki kurar, sosyal medya özgürlüğünü kısıtlamış olur. Dolayısıyla esas mesele insandır, sosyal medya değil.
3. Sosyal medyadaki hayatıyla gerçek hayatı arasında farklılıklar olan insanlar var mı? Bu fark nelere sebep olabilir?
-Sosyal medyadaki hayatıyla gerçek hayatı arasında farklılıklar olan çok insan var. Ve maalesef sosyal medya doğru şekilde çok az kullanıldığı için genelde birçok insan sosyal medyada olduğundan farklı görünmeye çalışıyor. Bu kısmen normaldir. Yani sosyal medya olsun olmasın, sosyal hayatımızda biz kendimizi daha iyi daha güzel daha farklı göstermek isteriz ama bu kendi gerçek varlığımızdan çok uçlara gidecek yerlere kayıyorsa ve kendi kimliğimiz kaybolmaya başlıyorsa orada sıkıntı var demektir. Burada sosyal medyanın sağladığı şöyle bir imkan var; insan hiç emek vermeden hiç fedakarlık göstermeden istediği insan olabiliyor sosyal medyada. İstediği kazanımlara sahip olduğunu iddia edebiliyor, istediği şekle girebiliyor, istediği fiziksel özelliklere girebiliyor buna dair fotoğraflar paylaşabiliyor vs. Bu insanlar için kısa ve kolay bir yol ama gerçek hayatta yaşadığımızdan ve sosyal medyada bütün ömrümüz boyunca yaşayamayacağımızdan dolayı, bütün vaktimizi sosyal medyada geçirdiğimizde bu bize zarar vereceği için bir şekilde gerçek hayata yatırım yapmamız lazım. Bir insan sosyal medyadaki varlığına gerçek hayattaki varlığından daha çok yatırım yapar, daha çok emek verir ve daha çok fedakarlıkta bulunursa o zaman gerçek hayattaki kendini kaybeder ve bu ona uzun vadede mutsuzluk getirecek, her ne kadar kısa vadede cazip gibi görünse de.
4. Birbirine uzak konumlarda yaşayan kişilerin iletişiminde sosyal medya nasıl ve ne kadar etkili olabilir?
-Sosyal medyanın uzaktakini yakın etmek gibi bir faydası var. Birbirine uzak olan insanlar sosyal medyada yüzlerini görebiliyorlar, daha sık görüşebiliyorlar, hasret giderebiliyorlar vs. bu iyi bir şey. Yalnız bunu yaparken iki şeye dikkat etmek çok çok önemli. Birincisi uzaktaki insanlar yakınlaşırken yakındaki insanlar uzaklaşmasın. Yani uzaktaki bir insanla ben tanışıyorum, konuşuyorum ne kadar güzel her gün dünyaya açılıyorum ya da uzaktaki insanı her gün görebiliyorum ama yakınımızdaki insanlarla ilişkimiz bu arada ne oluyor? Bizim en çok ilgimize, alakamıza, sevgimize, dikkatimize ihtiyacı olan ve en güzel şekilde yüz yüze, diz dize ilgilenebileceğimiz insanlarla ilişkimizi kestiysek orada bir problem var demektir. Yakınımızdakinin uzaklaşmaması lazım uzaktakiler yakınlaşırken. İkinci mesele ise yine üzerinde dikkatle durmamız gereken bir meseledir. Kritik kararları sosyal medya üzerinden almamamız lazım. Sadece sosyal medya üzerinden tanıdığımız, sosyal
PsiNossa 21
medyadan kanaate vardığımız insanlarla derinlikli ilişkilere girmek problem yaratabilir. Veya halihazırda derinlikli ilişkide olduğumuz insanlarla hassas konularımızı sosyal medya üzerinden konuşmamız zararlı olabilir. İnsanları sosyal medya üzerinden tanımaya çalışmak, sosyal medya üzerinden onlarla ilgili bir kanaate varıp ilişki yürütmek zarar verici olabilir. Bunlara dikkat etmek lazım diye düşünüyorum.
5. Çocukların; kişilik oluşumu sürecinde, ebeveynleri tarafından tablet, telefon, oyun ve sosyal medya ile idare ediliyor olması sizce ne kadar doğru? Ileri dönük hasarlar neler olabilir? -Çocukların özellikle erken yaşlarda sosyal medyada yoğun vakit geçiriyor olması gelişimsel açıdan geriye düşmesine sebep olabilir. Bu anlamda anne babaların çok ciddi olarak bilinçli bir farkındalık geliştirmesi lazım. Bu farkındalık ne çocukları sınırsız olarak sosyal medyaya maruz bırakmak olmalı ne de sosyal medyadan tamamen mahrum etmek olmalı. Bu anlamda baktığımız zaman özellikle ergenliğin başına kadar mümkünse sosyal medya hesabına sahip olmasın çocuklar. Gerçek hayatta mümkün olduğu kadar çok ilişki kurmaları çok güzel olur. Ondan sonraki süreçte yani ergenliğin başlarında sosyal medyayı kullanmaya başlasalar bile anne babanın
22 PsiNossa
muhakkak içerik kontrolü yapmasında ve çocuklarla ortak alanlarda sosyal medyayı kullanmalarında fayda var. Bu hassasiyet çocukların zarar görmesine mani olacaktır diye düşünüyorum. Tabii burada bir de rol modellik çok önemli. Yani anne babalar sosyal medyadan hiç ayrılmazken çocuklarına sosyal medya kullanma, öyle değil böyle kullan demeleri faydalı olmaz. Bu yüzden anne babaların da ciddi bir farkındalığının olması, doğru bir rol model olarak kendilerini göstermeleri çocuklarına faydalı olmaları açısından şarttır. Çocukların kontrolsüz sosyal medya kullanmaları gelişim ödevlerini yapmalarına mani olur. Dolayısıyla çocuklar hayata eksik ve geriden başlamış olabilirler. Hayatın kritik dönemleri vardır ve çocukluk da bu dönemlerin en önceliklilerinden biri olduğu için çocukların hayatları boyunca toparlamakta güçlük çekecekleri, ciddi zarar görecekleri gelişimsel sıkıntılar yaşayabilirler.
6. Sizin konuya dair okuyucularınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? -Sosyal medyayı dikkatli ve bilinçli kullanalım. Gerçek hayatı kolaylaştırmak, geliştirmek ve zenginleştirmek için kullanalım, zorlaştırmak, daraltmak için değil.
PsiNossa 23
MEZUN YAZISI
Esin Kırcalı Merhaba, ben Esin. Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden bu sene mezun oldum ve sizlere mezuniyet, iş sahibi olmak, yüksek lisans öğrencisi olmak gibi konularda söylemek istediklerimi bu yazıda topladım. Lisans eğitiminde üçüncü yılımın sonunda Başkent Üniversitesi ve Başkent Hastanesi iş birliğinde yürütülen Stres Araştırma Uygulama Birimi’nde staj yaptım ve şu an ilgilendiğim konulara merak salmamda bu stajın oldukça büyük bir yeri oldu. Staj süresince stres ve stres yönetimi ile ilgili öğrendiğim uygulamalar, bana kendi hayatımın ellerimde olduğunu öğreterek akademik hayatın ötesinde kendi yaşantımda da ilerleme göstermemi sağladı. Bunun yanında stajyer hayatının iş hayatına bu kadar yakın olması, bana çalışma saatlerine uyum göstermek gibi alanlarda deneyim de kazandırdı. Keşke mümkün olsa da gerekirse her seferinde unutup APA kurallarını en baştan öğrensek, kazananı olmayan “Freud mu haklı Jung mu?” tartışmalarına girsek, her okuduğumuz semptomu kendimizde bulsak, ama hep öğrenci kalsak. Psikoloji öğrencisi olmak oldukça eğlenceli bir iş ve mezuniyet çat kapı gelip kapıyı çalmadan önce bu eğlenceli işin mümkün olduğunca hakkını vermek gerek. Kendi adıma lisans eğitimimdeki son senemi “Birkaç senem daha olsa da okusam.” diyerek geçirdiğim doğru ancak artık hayatın yeni bir dönemine sıra geldi ve bu da daha az eğlenceliymiş gibi görünmüyor. Yüksek lisans programlarını incelerken üniversitelerin ders verme alışkanlıkları ile ilgili araştırmalar yaptım. Derslerine her zaman katılamayan öğrencileri kabul eden üniversiteler de oluyor. Öğrenciler ile eğitimciler mail yoluyla iletişim kuruyor. Ben derse girmeyi tercih eden bir öğrenci olarak ders vermeye daha az önem veren üniversitelerin yüksek lisans programlarına başvurmak istemedim. Bunun yanı sıra Ankara’da bulunmam gerekmekteydi. Bu sene
24 PsiNossa
klinik psikoloji alanında yüksek lisans programı açan ve Ankara’da bulunan üniversiteler arasında bir tek Başkent Üniversitesi beklentilerimi karşılamaktaydı, bu sebeple sadece Başkent Üniversitesi’ne başvurdum. Başvurumu yaptıktan sonra bilim sınavı için ders çalışmam gerekti ve açıkçası bu süreç biraz sıkıntılı geçti. Çünkü nereden başlayacağımı bilemedim ve çok fazla konu vardı. Bilimsel sınavı atlattıktan sonra mülakat için heyecanlanmaya başladım. Ne giyeceğime bile karar vermekte zorlandım. YDS puanım okulun beklentisini karşılamadığından üniversitenin kendi hazırladığı İngilizce sınavına girip yeterliliğimi sağlamam gerekti. Bu aslında benim için bir şanstı çünkü yeterlilik sınavı düzenlemeyen üniversiteler de mevcut. Endişe içerisinde sonuçların açıklanmasını bekledikten sonra neyse ki programa kabul edildim. İşe başvurmak istediğinizde özel kurumlarda çalışmak veya devlet kurumlarına atanmak gibi seçenekler karşınıza çıkmakta. Devlet tarafından hastaneler, bakanlıklar gibi kurumlara atanmak için ihtiyacınız olan şey KPSS puanı. Özel kurumlar ise şartlarını kendileri belirlemekteler. Örneğin özel bir ilkokulunun psikolog aradığı iş ilanını incelemekteyseniz “WISC-R uygulaması deneyimi olan” gibi bir madde görebilirsiniz. Henüz bir iş başvurusunda bulunmadım ancak lisansüstü ders programımı belirledikten sonra başvurmayı düşünüyorum. Öz geçmiş hazırlamak bu süreçte beni zorlayan bir etmen oldu, çünkü katıldığım seminerler gibi öz geçmişimde bulunmasını istediğim belgeleri düzenli saklamamıştım. Belgelerin hepsini aynı yerde toplamak, tarihlerini ve yerlerini detaylı olarak not almak öz geçmişinizi kayıp bilgi olmadan düzenlemenize yardımcı olacaktır diye ümit ediyorum. Umarım herkese yardımcı olacak bir yazı olmuştur. Bütün bu süreçleri dertsiz tasasız geçirmeniz dileğiyle…
PsiNossa 25
Ayın Farkındalıkları: Ekim 1 Ekim
3 Ekim
Dünya Yaşlılar Günü
Dünya Çocuk Günü
9 Ekim
Yusuf Atılgan'ın Vefatı
10 Ekim
10-17 Eylül
Dünya Ruh Sağlığı Günü
Ahilik Haftası
29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı
26 PsiNossa
İnsan Ruhunun Haritacısı
Burak Bahadır AKIN
Eğer birinin yalan söylediğini anlarsam aklıma her dem Yusuf Atılgan’ın şu cümlesi gelir: “İnsanları genelde yalan söylediklerinde dinlemeyi severim; olmak istedikleri ama olamadıkları insanı anlatırlar”. Lisan-ı Türki’de varoluşçu akımın en önemli temsilcisidir belki de Yusuf Atılgan. Oğuz Atay’ı okumaya çalıştıktan sonra yaptığım araştırmalarda tanıdım onu. Bir sene yaptığı edebiyat öğretmenliğinin ardından Manisa’da çiftçilik yapmış, edebiyatımızın en değerli şehir kitaplarından birini güneşin kararttığı, orağın parçaladığı elleriyle yazdığını okudukça daha da yaklaştım ona. İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda “Aylak Adam”lık yaptım semtler boyunca. Hayatımdaki en önemli kararları onun sayesinde verdim belki de. Aşk acısı çekerken okudum giden kadının ardından fincandaki dudak izini öpen adamı. Onu okudukça daha da iyi tanıdım belki de hayatı, insanları. Boşuna dememişler ona “insan ruhunun haritacısı” diye. Yazdığı kitaplardan çok sayfaya sahip analizler hep eksik kalıyor onu açıklamada. Açıklamasın da zaten. Atılgan, hiçbir zaman kelimelere sığmasın. İlk akla gelen yalnızlık kavramı her dem şehirli insanları akıllara getirir. Yüksek binalar arasında kaybolan hayatlar, milyonlarca insanla beraber yalnız olmak… Yusuf Atılgan ise ilk defa taşradaki
yalnızlığı yazmıştır belki de. Birbirini izleyen hayatlara isyan etmenin yalnız şehirlilere has bir özellik olmadığını, yalnızlığın en çorağının belki de taşrada yaşandığını gözler önüne sermiştir. Fikir olarak William Faulkner, Albert Camus, Jean Paul Sartre ile olan yakınlığı insana; acaba bir Avrupalı olsa kitapları kaç dile çevrilirdi diye düşündürmüyor desem yalan olur. Fakat buna seviniyorum. Atılgan’ı herkes okumamalı. Çok satanlar listesinin zirvesinde onu görmek istemiyorum. Arayan bulur zaten onun cümlelerini. Yola çıkan görür onun durağını elbette. Bazen bulsanız da onu zamanı gelmemiştir. Okuyamazsınız. Bekleyin. Zor okunan kitaplar vardır her zaman, fakat Yusuf Atılgan’ın kitapları zor olmasından ziyade zamanı gelmediği için okunamaz. Oğuz Atay bu açıdan Yusuf Atılgan’ı bize hatırlatmaktadır. 9 Ekim onun bize veda edişinin yıl dönümü, şayet daha önce okuduysanız kitaplarını tekrar karıştırın, biraz aylaklık yapın, Zebercet gibi düşünmeye çalışın. Okumadıysanız… Diyecek bir şey bulamam size. Ne yapmak istiyorsanız onu yapın. “Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama yalnız bir teki yoktu.”
PsiNossa 27
FİLM
Çılgın Pierrot Pierrot le Fou
Sinema tarihine yön vermiş Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinden olan Jean-Luc Godard’ın yönetmenliğini yaptığı Çılgın Pierrot, (Pierrot Le Fou) Lionel White’ın “Obsession” adlı romanının serbest uyarlamasıdır. Başrollerinde ağzından sigarasını düşürmeyen Jean-Paul Belmondo (Pierrot veya Ferdinand Griffon) ve “Aucassin ve Nicolette’’in gözlerine sahip olan Anna Karina’nın (Marianne Renoir) yer aldığı film Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülüne aday gösterilmiştir. Jean-Luc Godard’ın onuncu filmi olan Çılgın Pierrot, sinemanın diğer sanat dallarının bir bileşimi olduğu düşüncesini kanıtlar niteliktedir. Şüphesiz, Godard’ın neredeyse tüm filmleri bu düşünce etrafında şekillenir. Jean-Luc Godard’dan bahsedince doğal olarak Fransız Yeni Dalga akımından da söz etmiş oluyoruz. François Truffaut, Jean-Luc Godard, Erci Rohmer gibi genç sinema yazarları bir araya gelerek aynı şeyleri aynı sığlıkta tekrar eden geleneksel sinemaya karşı çıkarak İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımından da etkilenerek kendilerine has bir sinema düsturu oluşturdular. Sinemaya getirilen bu yeni ve özgürlükçü bakış açısı “Yeni Dalga” olarak adlandırıldı ve özellikle 60’lı yıllardan başlayarak sinemada önemli bir etki yarattı. Çılgın Pierrot da bu düsturla çekilmiş filmlerden biridir. Aslında bakacak olursak filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Godard’a göre Çılgın Pierrot bir film değil, bir “film denemesi”dir. Godard’a bunu söyleten “şeyleri” hiç kuşkusuz filmi izleyince daha iyi anlıyoruz. Film bir takım denemelerden ibaret gerçekten de. Gerek kurgusuyla –ki oldukça yenilikçi bir kurgu- gerek sinematografisi –ki ol-
28 PsiNossa
Aytuğ Uçak dukça renkli bir sinematografi- gerek de doğaçlama oluşan senaryosu ile Godard’ın bahsettiği ifadenin doğruluğunu anlıyoruz. Film, mutsuz bir evliliği olan ve etrafındaki insanların sığlığında kendini hapsolmuş hisseden Pierrot’nun tesadüfen karşılaştığı eski aşkı Marianne ile olan özgürlüğe kaçış hikayesini anlatır. Bu kaçış yalnızca karısından veya sahip olduğu sıkıcı sorumluluklardan değil -iş bulmak için sistemin içinde bir yer edinmek gibi- aynı zamanda bulunduğu toplumun kendi öz benliğini değiştirmeye çalışmasından kaçıştır. Aslında Godard bize filmin başlarında Pierrot’nun karısıyla katıldığı partide her biri birer “reklam”a dönüşmüş olan insanlardan ne kadar sıkıldığını ve onlara karşı olan öfkesini sahnenin sonundaki etrafa pasta fırlatma eylemiyle göstermiştir. Pierrot o “reklam insanlarının” pastalarını bozup kafalarına fırlatarak daha filmin başından müthiş bir tüketim toplumu eleştirisinde bulunmuştur. Sonrasında ise Pierrot ve Marianne’in romantik-polisiye aşklarına şahit oluruz. Polisiye diyorum çünkü henüz filmin başında Marianne’in evinde gördüğümüz ceset ve silahlar bizi böyle bir öngörüde bulunmaya itiyor. Filmin devamında da bu öngörümüzün doğru olduğunu anlıyoruz. Ancak film bize gördüğümüz cesetler veya Marianne’nin hikayesi hakkında çok fazla bilgi vermez. Godard bizim dikkatimizi hikayenin polisiye tarafından çok özgürlüğe yapılan atıflara çekmek ister. Pierrot için Marianne aslına bakılacak olursa özgürlüğe duyulan aşk ve özlemdir. Sanki Pierrot bir tek Marianne yoluyla özgür olabileceğine inanır. Ve bu özgürlüğü elde etmek için Paris’ten Özgürlük Anıtı’na selam çakarak nereye
Film Künyesi Yönetmen: Jean-Luc Godard Oyuncular: Jean-Paul Belmondo, Anna Karina Yıl: 1965 Süre: 110 dakika
gittiklerini bile bilmeden yola koyulur iki aşık. Film boyunca biz Pierrot ve Marianne’in aşkını sürekli hissederiz ancak yine filmin içinde Godard bize finalle ilgili ipuçları verir. Ve bunu kamerayı kullanarak yapar usta yönetmen. Örneğin, Anna Karina’nın o güzel -yani gerçekten çok güzel- sesinden dinlediğimiz şarkı sonrasında Pierrot’nun film boyunca devam eden umursamaz tavrıyla “60 yıl içinde ikimiz de ölünce görürüz kim sonsuza kadar seviyor?’’ diye sormasının ardından Marianne “Ben kendimden eminim. Senden şüpheliyim.’’ diye Pierrot’ya moda deyimle ‘trip’ attıktan bir sonraki karede Marianne’in aslında hiç de kendinden emin olmayan hatta yalan söylediği için bizlere yani seyircilere karşı duyduğu utancı bakışlarında görürüz. Aynı şeyi filmin ortalarında yine yapar Godard. Bu kamera oyunun diğer amacı ise araba sahnesinde olduğu gibi yönetmenin bize izlediğimizin film olduğunu ve bizim seyirci sadece ve sadece seyirci olduğumuzu hatırlatmak istemesidir. Çılgın Pierrot, şiirsel ve politik bir filmdir. Şiirselliğini en başta şiir dizeleri şeklinde akıp giden kurgusuna; politikliğini ise film boyunca yapılan sayısız göndermeye borçludur. Filmin en çok eleştiri aldığı nokta da aslında bu politik yanı olmuş. Fakat Godard’ın diğer filmlerine bakacak olursak aslında bunun Godard’nın sinemaya ve hayata bakış açısı olduğu görülecektir. Jean-Luc Godard bu filmde de olduğu gibi anarşist filmler yapmayı, özgürlüğün ön planda olduğu filmler yapmayı tercih eder. Peki ya özgürlüğün Godard için anlamı nedir ? Bu soruya filmden bir cevap vermek uygun olabilir. Filmin ortalarında Pierrot ve Mari-
anne çaldıkları araba ile Akdeniz sahillerinde gezerken Pierrrot “Daha yeni zincirlerimden kurtumuş gibiyim. Baksana artık istediğimizi yapabiliriz!’’ diye haykırır ve önündeki yoldan direksiyonu sağa sola oynatarak ilerler. Marianne ise bunu yeterli görmez “Şapşala bakın. Önünde düz bir yol var ve o bu yoldan gitmek zorunda.’’ der. Ve Pierrot önündeki yola aldırmadan son model arabayı yoldan çıkararak denize daldırır. İşte bu! Pierrot ve Marianne’e göre özgürlük, toplumun tüm yaratılarını -otoyollarını bile- reddetmektir. Yeni yollar keşfetmektir. Onlar kendilerini toplumdan soyutlayarak “masallar ülkesi”ni yaratmak istemişlerdir. Ancak hayal kırıklığına uğramalarına da engel olamamışlardır. Çünkü gerçekten ikisi de birbirlerinin aşkından emin değillerdir. Filmin sonunda da bunun haklı bir şüphe olduğunu görüyoruz zaten. Filmin sonu da en az başı kadar radikal ve sanatsal bir şekilde bitecektir. Dinamitler patlayacak ve Godard’ın kamerası “sonsuzluk”ta duracaktır. Anna Karina’nın (Marianne) güzel sesiyle söylediği şarkılarıyla ve Jean-Paul Belmondo’nun (Pierrot veya Ferdinan Griffon) karizmatik hareketleriyle süslenmiş olan film her yönden izlenmeye değer. Kuvvetli diyalogları ve muhteşem oyunculuklarıyla özgürlüğün, aşkın, şiirin ve renklerin filmi Çılgın Pierrot izlenmeli, anlaşılmalı ve tavsiye edilmeli. İyi seyirler...
PsiNossa 29
KİTAP
MARTI: Jonathan Livingston Edanur Tunca Birçok martının şu hayattaki en büyük ve belki de tek derdi karınlarını doyurabilmektir. Martı Jonathan Livingston’ın içinde bulunduğu sürü de diğer martı sürülerinin yaptığı gibi sabahın erken saatlerinde kahvaltılarını edebilmek için balıkçı teknelerinin etrafında gezmeye ve gün boyu yiyecek aramaya devam eder. Martı Jon, sürü içinde bu durumu yadırgayan tek martıdır. Martıların yiyecek aramaktan daha farklı ve daha önemli bir amaçlarının olması gerektiğine inanır. Martı Jon için diğer kuşların aksine önemli olan yemek yemek değil uçabilmektir. Mesela belki bir şahin kadar yükseklerden ya da bir albatros kadar alçaklardan uçabilmek gibi… Yani ‘gerçekten uçabilmeyi’ ister Martı Jon! Balıkçı teknelerinden ve sürüden uzakta uçuş denemeleri yapmaya ve martı limitlerini zorlamaya başlar. Ve nihayet uzun uğraşlar sonucunda, Jonathan, yeryüzünün akrobatik uçuş yapabilen tek martısı olur! Diğer martılara benzememesi ve onlara katılmaması nedeniyle Martı Jon bir gün martı konseyi tarafından sürüden atılır. Bu durum onun Sarp Kayalıklar’ın da ilerisinde, tek başına daha çok çalışmasına ve öğrendiği yeni uçma teknikleriyle karnını doyurabilmesine vesile olur. Sonunda yemek yemek onun için bir hayatta kalma aracına ve ‘gerçekten uçmak’ hayattaki gerçek amacına dönüşür. Bir gün Sarp Kayalıklar’a hiç görmediği iki martı uğrar. Onlar da tıpkı Jonathan gibi birçok uçma tekniğini keşfetmiş farklı martılardır. Bu iki martı, Jon’u kendi evlerine götürür. Martı Jon orada hayatını gerçekten uçabilmeye, limitlerini aşmaya ve mükemmele ulaşmaya adamış farklı bir sürüyle tanışır. Bu sürü içerisindeki Sullivan, Jon’a birçok yeni uçma tekniği öğretir. Sürünün en yaşlı ve en bilge martısı olan Chiang, Jon’a en iyi hıza ulaşmanın bir anlamı olmadığını, mükemmel hıza ulaşmanın ‘orada olmak’ anlamına geldiğini, mükemmelin sınırları olmadığını ve en önemli şeyin aslında sevgi olduğunu fark ettirir. Martı Jon kısa süre içerisinde zamandan, hızdan ve hatta inanç-
30 PsiNossa
larından sıyrılır; uçmanın ne demek olduğunu anlamaya başlar. Chiang’tan aldığı dersler ise ona geçmiş hayatını hatırlatır. Sevgisini gösterebilmek için en iyi yolun eski sürüsünün yanına dönüp gerçekleri görmek için fırsat kollayan martılara doğruları aktarabilmek olduğunu fark eder… Sürünün bulunduğu bölgeye geri dönen Jon, tıpkı kendisi gibi sürüden ayrı bir yerde, sürüsüne kızmış bir şekilde uçuş denemeleri yapan öğrenmek ve öğretmek için can atan genç martı Fletcher’la tanışır. Fletcher, Jon’un ilk öğrencisi olur ve uçuş eğitimleri “düz uçuş” gibi basit bir eylemle başlar. Üç ay sonunda uçmaktan keyif almaya çalışan, sürüsünden dışlanmış ve ilginç fikirlere meraklı 6 öğrencisi olur Jonathan’ın. Öğrenci grubu büyürken balıkçı teknelerinin etrafında dolaşan martılar da giderek azalır. Gün gelir, Martı Jonathan eğitimleri artık öğrencisi değil bir dostu haline gelmiş Fletcher’a emanet eder ve öğrenmeye istekli başka sürüler bulmak üzere oradan ayrılır. Bu olaydan kısa bir süre sonra ise Fletcher’ın tüm çabalarına rağmen Martı Jonathan Livingston sürü tarafından ilahlaştırılır ve o harikulade öğrenme ortamı bozulmaya başlar. Jon’un ilk öğrencileri de öldükten sonra gelecek nesil martılar ‘gerçekten uçabilme’ üzerine düşünmeyi bırakıp ‘Yüce Martı Jonathan Livingston’ı hayal etmek ve onun için çeşitli törenler düzenlemek için harcarlar zamanlarını. Yine de bu törenleri anlamsız bulan, Yüce Martı’ya inanmayan ve yaşamın amacını çözmeye çalışan Anthony adında bir martı vardır bu sürüde. Anthony, bir gün, denizin üstünde kanat çırpıp hayatın boş ve anlamsız olduğunu düşünürken karar verir yaşamını sonlandırmaya. Tam ölüm pikesini atacağı sırada gökyüzünde akrobatik uçuş yapan bir martı süratle yanından geçer. Bu Martı Jonathan’ın ta kendisidir. Anthony, bu martının uçuşundan öylesine etkilenir ki uçmanın ve yaşamanın gerçekten bir anlam ifade ettiğini fark eder. Martılar için hala umut var demektir…
Richard Bach
Richard Bach 23 Haziran 1936 doğumlu ABDli bir yazardır. Kurgu ve hayale dayanan kitaplarının çoğunu kendi hayatından esinlenerek yazdığı ve Hava Kuvvetleri’nde pilot olarak çalışmasının kitaplarında bir şekilde uçmaktan bahsetmesine neden olduğu bilinir. Yazmış olduğu ‘Martı’ adlı kitap 18 yayınevi tarafından reddedilmiştir. Kitap, Bach’ın vazgeçmemesi ve 19. denemeyi göze alabilmesiyle yayınlanmıştır. 1970 yılında yayınlanan Martı, 10.000 sözcükten daha az olmasına rağmen kurgu ve kurgu dışı kitaplar arasında en çok satan kitap olmuştur. Yazarın ‘Rüzgarla Uçmak’ adlı eserine kadar Martı en çok satan kitap unvanını korumuştur.
Martı ve Özgürlük
Yazar, 1970 yılında bu kitabı yayınlarken öykünün son bölümünü atmıştır. Bu bölümü kitaba seneler sonra, yazdıklarının 21. yüzyıl dünyasına ne kadar uygun olduğunu fark ettiğinde şu sözlerle ilave edecektir: “-Öykünün son bölümünün- müsveddesini seneler sonra okuduğumda, hikaye beni o eski çocuğun uyarısı ve umuduyla doldurdu. O çocuk, ‘Ne yaptığımı biliyordum!’ diyordu. ‘Otorite ve merasimlerle çevrili yirmi birinci yüzyılında, özgürlük boğulmak isteniyor. Görmüyor musun? Dünyanız güvenli hale getirilmek isteniyor, özgür değil.’… Acaba biz, dünyamızdaki özgürlüğün bitişini izleyen martılar mıydık?” Bilirsiniz, ‘kuşlar kadar özgür olmak’ diye bir deyim vardır. Bilmediğimiz ise kuşların dahi gerçekten özgür olup olmadığıdır. Özgürlük yalnızca bir yanılsamadan ibaret olabilir. ‘Uçmak’ yerine hangi eylemi koyarsak koyalım, ancak bunu gerçekten ve anlamlı bir şekilde yaptığımızda özgür olabiliriz belki de. Martı Jon’un kendi inançları doğrultusunda yaptığı bir isyan, martı sürüleri arasında bir devrime dönüşmüştür. Yaşayan her bir canlı kendi devrimini yapabilir ve bu küçük bir hayatın devrimi diğer bütün canlıları da bir şekilde etkileyebilir. Kendi hayatımızı anlamlı kılarken çevre-
mizdeki insanları da özgürleştirebilir ya da esarete mahkûm edebiliriz. Aradaki ince çizgiyi ise yine kendi özgür irademiz belirleyecektir. Yazının sonuna küçük bir not olarak eklemek isterim ki, bu yaz, ‘TPÖÇG Eğitmen Eğitimi Yaz Okulu’ sayesinde tanıştığım 17 güzel insanla ve bu insanların da içinde yer aldığı ‘Yeni Eğitim Sistemi (YES) Derneği’ kurucuları olan 21 kişiyle kendi devrimimizi yaratabilmek için bir yola çıktık. İçimizde yaşayan martıların birer birer gökyüzüne doğru kanat çırpışını şaşkınlıkla ve minnetle izliyoruz. Yaygın eğitim tekniklerini kullanarak bir şeyler yapabilmek ve kendi hayatlarımızda gerçekleşen bu devrimin başkalarını da özgürleştirebilmesi için çalışıyoruz. Bu yazıyı, kendi devrimimi yapabilmem için bana destek olan ve beni özgürleştiren o güzel insanlara adıyorum.
“İçimizde yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara…”
Kitabın İsmi: Martı Jonathan Livingston Kitabın Yazarı: Richard Bach Orijinal İlk Baskı Tarihi: 1970 Kitabın Türü: Öykü
PsiNossa 31
MÜZİK
Aç Kulağını İyi Dinle Burak Çiftçi Müziğin zihin labirentimizdeki çıkmazlardan kurtulma ve yaratıcılığımızın önüne koyduğumuz engelleri aşma yolundaki rolünü tecrübe etmişizdir. Örnek olarak, ta bebeklikten gelen ve bizi dünyaya ve oradaki saçmalıklara maruz kalmaya iten uykudan uzak olma durumu ve bunun panzehiri ninnileri düşünebiliriz. Büyüdüğümüzde bunun tersine uykunun bir esaret durumu olduğunu düşünüp ortamlarda “hayat bu kadar uyku için kısa” modunda muhabbetlerin içinde bulabiliyoruz kendimizi ama bunu geçelim şimdi. Müzik, her yaşta ve şartta özgürlüğün sembolü oldu ve bundan vazgeçecek gibi görünmüyor. İnsanlar kendi aykırı tarzlarını ve serseri serbest stillerini dinledikleriyle ifade etmeyi seçti. Geçmişten bugüne country’den Türk halk müziğine, blues’dan punk’a, metal’den rap’e kadar birçok tarzın dinleyenleri, bu tarzların temsilcilerini idol olarak gördü. Onların yolundan giderek onlar gibi yaşamaya ve onlar gibi giyinmeye başladı. Düşüncelerinde farkında olarak ya da olmaksızın temel insan davranışlarından “kendini ortaya koyma” ve “kendini gerçekleştirme” dürtüsü vardı. Bunu özgürce yapabilmenin yolunu müziğin akışına kapılmakta ve bir taraf seçip o yönde bir duruş sergilemekte buldular. Birçoğu bu yolda bir örnek duruşlar sergilediklerinden umdukları özgünlüğe oldukça uzak kaldılar. Dinleme özgürlüklerini de tek yöne kaydırarak bir esaretin içinde buldular kendilerini. Benim içinde bulunduğum kuşak da bundan nasibini aldı. Ortaokulda başlayan ve lisede keskinleşen “rockçı-rapçi” ayrımlarına birçoğumuz şahit olmuştur. Özellikle lise döneminde “isyankar” olmayı seçenler metalci veya rapçi tarzlarına uyum sağlamaya uğraştı. Metalcilerin kafa sallamaktan başları döndü, bağırmaktan sesleri kısıldı. Rapçilerin de saniyede otuz iki kelimelik şarkıları söylerken çeneleri yoruldu, şarkı sözlerini anlamayı denerken ciğeri soldu. Bunlar elbette onları yıldırmadı, en azından heveslerini alana kadar.
32 PsiNossa
Elbette yalnız rock-rap çekişmesi olarak geçmedi bu yıllar. Anadolu rock esintili, saç uzatmalı geleneğin uzantıları da varlığını korudu. Lisede müdür yardımcısı engeline takılıp uzatılamayan saçlar yaz boyu uzatılıp okulun ilk günü sergilendi. Sevilen grubun tişörtü giyildi, gitara başlandı veya o gitar alındığıyla kaldı. İndirilen şarkılar MSN’den veya bluetoothlu telefonlardan paylaşıldı. Metal ve rap’in asi çocuklarına DJ olma hayali kuranlar ve çabuk tüketmeyi seven popçular eklendi. Daha şanslı olup küçük yaşta klasik müzik ve cazla tanışanlar farklı bir rota izledi. Dededen kalma bağlamayı ilk fırsatta eline alıp geleneği yaşatanlar da. Benim yolculuğumsa İstanbul’da ve Erzincanlı bir ailede doğduğumdan türkü geleneğiyle pop kültürüne eş zamanlı şahit olarak başladı. Radyoda türkü kasetleri çalarken, televizyonda Popstar ve Serdar Ortaç’ın kelimeden şarkı bulmaya dayalı yarışması vardı. Tarkan ‘megastar’ lığının doruğundaydı, Teoman sürekli sarhoştu. İki günde bozulan walkmanlerden müzik dinlemeye çalıştığımız zamanlardan, internetten indirilen ve flash belleklerle taşınan şarkıları dinlediğimiz zamanlara geçilmişti. Müzik dergileri alıyordum, metal müziği sevmeye başlamıştım. Hiçbir yeteneğimiz olmamasına rağmen çocukluk arkadaşım Sercan’la bir grup kurduğumuzu hayal edip başarı hikayemizi yazmıştık. Akmar’da gezinip siyah tişört aldığım da oldu. Ama bu dönemler çok da uzun sürmedi. Zaman geçtikçe amiyane tabirle kulağına hoş geleni dinleyen biri oldum. Benim için değişmeyen şey araştırma tutkusu oldu. Bizim kuşağın ve benim hikayemin bir kısmı böyle. Birçoğumuz hayatının bir döneminde belli bir tarzın dışına çıkamayıp kulaklarımızı ve zihnimizi monotonlaştırdık, onları esir ettik. Oysa önümüzde adeta sonsuzluğa uzanan bir yol var ve ulaştığımız her yer önümüze yeni kapılar açıyor. Öyleyse ne duruyoruz, yolda olma vakti!
SE, SES, BİR Kİ Bu köşede her ay sevdiğim şarkılardan oluşan bir listeyi paylaşacağım. Şarkı sayıları, tarzları değişebilir elbette. Bu ay hafif bir giriş yapıp 10 şarkılık bir liste paylaşıyorum. İyi dinlemeler! Beirut – Nantes Wilco - How to Fight Loneliness Jack Johnson - Sitting, Waiting, Wishing Erkin Koray - Gönül Salıncağı Fikret Kızılok – Ben Gidersem
Özdemir Erdoğan – Gurbet Pixies – Debaser Vance Joy – Riptide Cem Karaca – Bu Son Olsun Genç Osman – Kayıp Yıldız
PsiNossa 33
REFERANSLAR
%70’e Varan Esaret Özcan, B. (2007). Sosyolojik olarak tüketim ve boş zaman: İstanbul Olivium Outlet Center ve Galleria Alışveriş Merkezi örnekleri. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). İstanbul Üniversitesi SBE, Sosyal Yapı Sosyal Değişme Bilim Dalı, İstanbul. Rousseau, J.J. (2010). İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı. (R. N. İleri, Çev.). İstanbul: Say Yayınları. (Özgün çalışma, 1755). Vural, T. ve Yücel, A. (2006). Çağımızın yeni kamusal mekanları olan alışveriş merkezlerine eleştirel bir bakış. İTÜ Dergisi, 5(2), 97-106. Sosyal Medyanın Esareti Altınoluk (2016, Ocak). Sosyal medya nasıl doğru kullanılır? Klinik psikolog Mehmet Dinç ile sosyal medya üzerine… Altınoluk Aylık Mecmua, 359. http://www.altinoluk.com/yeni/sosyal-medya-nasil- dogru-kullanilir/ adresinden alınmıştır. Özcan, A. (2016). Dünyada ve Türkiye’de dijital, mobil ve sosyal medya kullanım istatistikleri (2016). http://tusbeyinli.com/2016/01/dunyada-turkiyede-dijital-mobil-sosyal-medya-kullanim- istatistikleri-2016.html adresinden alınmıştır. Vural, Z. B. A. ve Bat, M. (2010). Yeni bir iletişim ortamı olarak sosyal medya: Ege Üniversitesi İletişim Fakültesine yönelik bir araştırma. Journal of Yasar University, 20(5), 3348-3382.
Hür olma ve Mahpusluk Üzerine Fromm, E. (1993). Özgürlükten kaçış. (S. Budak, Çev.) Ankara: Öteki Yayınevi. (Özgün çalışma, 1941). Fromm, E. (1995). Çağımızın özgürlük sorunu. (B. Güvenç, Çev.) İstanbul: Gündoğan Yayınları. (Özgün çalışma, 1962). Haber Köşesi - Esaretten Özgürlüğe Giden Yolda Psikolojik Sorunlar Cantor-Graae, E. & Selten, J-P. (2005). Schizophrenia and migration: a meta-analysis and review. Am J Psychiatry, 162, 12–24. Helman, C. (2007). Culture, health, and illness. 5th ed London (UK): Hodder Arnold. Kirmayer, LJ., Rousseau, C., Jarvis, GE. et al. (2008). The cultural context of clinical assessment. In: Tasman A, Maj M, First MB, et al., editors. Psychiatry. 3rd ed New York (NY): John Wiley & Sons. 54–66. Lindert, J., Ehrenstein, OS., Priebe, S. et al. (2009). Depression and anxiety in labor migrants and refugees — a systematic review and meta-analysis. Soc Sci Med, 69, 246–257.
34 PsiNossa
Michelson, D. & Sclare, I. (2009). Psychological needs, service utilization and provision of care in a specialist mental health clinic for young refugees: a comparative study. Clin Child Psychol Psychiatry, 14, 273–296. Porter, M. & Haslam, N. (2005). Predisplacement and postdisplacement factors associated with mental health of refugees and internally displaced persons: a meta-analysis. JAMA, 294, 602–612. Rogler, LH. (1994). International migrations. A framework for directing research. Am Psychol, 49, 701–708. Silove, D., Austin, P. & Steel, Z. (2007) No refuge from terror: the impact of detention on the mental health of trauma-affected refugees seeking asylum in Australia. Transcult Psychiatry, 44, 359–393. Teng, L., Robertson Blackmore, E. & Stewart, DE. (2007). Healthcare worker’s perceptions of barriers to care by immigrant women with postpartum depression: an exploratory qualitative study. Arch Womens Ment Health, 10, 93–101. Konuk Yazar - Cezaevinde Büyüyen Çocuklar Haber Türk Yazı Dizisi Haberleri. (7 Temmuz, 2015). "Cezaevinde sürekli ‘Sus’ denildiği için oğlum 3 yaşına kadar konuşmadı". http://www.haberturk.com/yazi-dizisi/haber/1088848-cezaevinde-surekli- sus-denildigi-icin-oglum-3-yasina-kadar-konusmadi adresinden alınmıştır. Kriminoloji ve Penoloji. (2014). Ceza evinde annesi ile birlikte kalan çocuklar. http://kriminolojipenoloji. blogspot.com.tr/2014/11/cezaevinde-annesi-ile-birlikte-kalan_18.html adresinden alınmıştır. Tezel, A. (2004). Aile içi iletişim. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 1(1), 1-6.
PsiNossa 35
@ @TPOCG_Yayinlari $
Bizi Twitter'da takip etmeyi unutmayÄąn! dergi@tpocg.net 36 PsiNossa