Psinossa Mayıs 2016

Page 1

PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi

Sayı 17 Mayıs 2016 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org

Korku ve Cesaret


2 PsiNossa

Keyifli okumalar diler


PsiNossa 2016 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@tpocg.net Editör Ayşe Nur Avcı Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com Bülten Sorumlusu Burak Bahadır AKIN Kültür Üniversitesi burakbahadirakin@hotmail.com Yazar Edanur Tunca Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com Yazar Arzu Hamurcu Melikşah Üniversitesi arzuhamurcu1852@gmail.com

Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Melis Alioğlu İst. Kültür Üniversitesi melis.alioglu@gmail.com Film Eleştirmeni

Gökçe Oflu

Uludağ Üniversitesi goflu1@gmail.com

Kitap Eleştirmenleri

Merva ÖKSÜZ Uludağ Üniversitesi

mervaoksuz@gmail.com

Servet GÜLDAL Uludağ Üniversitesi

servetguldal99@gmail.com

Müzik Köşesi Yazarı

Ayça Kapyapar Hacettepe Üniversitesi aycakpypr@gmail.com

Yazar Dicle Ay İst. Maltepe Üniversitesi dicleay01@gmail.com Yazar Elif Gül Şahin İst. Medipol Üniversitesi elifgulsahin@gmail.com

Konuk Yazarlar Emel ZORALOĞLU Hacettepe Üniversitesi emelzoraloglu@gmail.com

Yazar Taner Türker İst. Kültür Üniversitesi taner.turker@outlook.com

Röportaj Grup Abdal

Çevirmen Ceren Nur Gürler Işık Üniversitesi cerennur.gurler@gmail.com Çevirmen Özge Karakaş Orta Doğu Teknik Üniversitesi ozgekarakas95@gmail.com

Mezun Yazısı Mehmet Ali ERKUŞ

malierkus@gmail.com

PsiNossa 3


Bu Sayımızda; 6 | Ölüm Kaygısı Üzerine 8 | Mutsuzluk Korkusu yahut Cesareti 10 | Gevşek Bağla(n)mak 12 | Balon 14 | Korku Gelip Geçici 16 | Ölüm ile Yüzleşmek Korkutur mu Yoksa Cesaretlendirir mi? 18 | Bir Saatin İçinde Olanlar 20 | Mezun Köşesi: Mehmet Ali ERKUŞ 22 | Grup Abdal ile Röportaj 26 | AKUT Arama Kurtarma Derneği 28 | Ayın Farkındalıkları: Fazla Şiirden Ölmek 30 | Film: Pan’ın Labirenti 32 | Kitap: Çocukluğun Soğuk Geceleri 34 | Kitap: Frankenstein 36 | Müzik: Sinema Tarihinde Müzik 38 | Referanslar

4 PsiNossa


Psi Nossa Merhabalar, PsiNossa’nın basılmış olmasının verdiği mutluluk ve heyecanla dolu, kıpır kıpır bir nisan ayı geçirdik. PsiNossa’yı alıp okuyan, fazla fazla alıp okulunda satan, almasa da şöyle bir göz gezdiren herkese teşekkür ederim. Mayıs ayında e-dergi formatına geri dönüyoruz, korku ve cesareti farklı bakış açılarıyla ele alan yazılarımızla sizlerleyiz. Hem korkuyu hem cesareti aynı anda yaşayan insanları şöyle bir düşününce galiba ilk akla gelen kişiler kendi canlarını göz ardı edip hiç tanımadıkları insanların canı için çalışan arama kurtarma ekipleri oluyor. Biz de bu nedenle STK köşemizde AKUT’a yer verdik. Destekleri ve ilgileri için çok teşekkür ederim. Ayrıca bu sayımızda Anadolu tınılarının hamili Grup Abdal’la çok güzel bir röportaj yaptık. Röportajı okurken Ervah-ı Ezelde’yi dinlemenizi tavsiye ederim. Hatta takın kulaklığınızı tüm yorumlarını dinleyin. Bu güzel havalarda böyle güzel türküleri böyle güzel insanlardan dinlemek iyi gelecektir. İşlevini yitirmiş korkuların kaybolup gittiği, huzurlu günler görmek dileğiyle… Okuyunuz, okutunuz efendim. Sürçülisan ettiysek affola... Editör Ayşe Nur AVCI

PsiNossa: Psikoloji biliminin “Psi” si ve Portekizcede “bizim” anlamına gelen “nossa” kelimesinin birleşmesiyle –TPÖÇG ve TPÖÇG’e dair her şeyi can-ı gönülden sahiplenmemize ithafen- ortaya çıkan PsiNossa isimli dergimiz her ay belirlenen bir konu çerçevesinde e-dergi formatında yayınlanmaktadır. PsiNossa Yayın ekibi olarak her ay siz okuyucuların karşısına dopdolu, bilgilendirici ve keyifli vakit geçirmenizi sağlayan içerik sunmak için canla başla çalışıyoruz. The 17th Edition of PsiNossa Theme of this month is about ‘’Fear and Dare’’. This month will include topics on the below section. 1-Arzu Hamurcu: ‘’Loose Tied’’ 2-Burak Bahadır Akın: ‘’Dying from Too Many of Poems’’ 3-Dicle AY: ‘’The fear or dare of unhappiness’’ 4-Edanur Tunca: ‘’The Balloon’’ 5-Taner Türker: ‘’About The Anxiety of Death’’ 6-Gökçe Oflu: The movie analyze: ‘’El Laberinto del Fauno’’ 7-Özge Karakaş: News Section: ‘’The fear is temporary’’ 8-Merva Öksüz: The analyze of book ‘’Daily routine: Death’’ by Tezer Ozlu

9-Servet Güldal: The analyze of book : Frankenstain‘’The fear brought by dare; dare comes with the fear’’ 10- Ayça Kapyapar: The music section: ‘’Music in cinema history’’ 11-The interview with ‘’Grup Abdal’’ by Burak Bahadır Akın 12-Free time section by Emel Zoraloğlu: ‘’Happenings in a Watch’’ 13-The section about AKUT(The team of search and rescue) 14-Ceren Nur Gürler: ‘’Facing with the Death: Does it make us afraid or brave?’’ 15-The Article of Editor: Ayşe Nur Avcı

PsiNossa 5


Ölüm Kaygısı Üzerine Taner TÜRKER

Ö

lüm, her insanın kaçınılmaz olduğunu sezgisel olarak bildiği, bir gün gerçekleşeceği, bireysel olarak yaşanacağı ve bireyin kendisinin dışında kimseyle paylaşamayacağı apaçık olan bir durumdur (Aydın, 2011). Ölüm, yaşamın en kaçınılmaz gerçeğidir. İnsan istemese de, ölümü tadacaktır. Ölüm, insanlığın çözemediği, fakat karşılaşmak zorunda olduğu, belki de yaşamın anlamının içinde saklı olduğu bilinmeyen tek mutlak gerçektir (Yıldız, 2006, Koç, 2009, akt., Topuz, 2013). Maddi olarak ölüm, canlı organizmanın kendini yenileme yeteneğini yitirmesi veya kalp, akciğer ve beyin gibi hayati organlardan birinin ya da bir kaçının tamamen işlevini kaybetmesiyle hayatın sona ermesi şeklinde ifade edilmektedir (Tarhan ve Arı, 2006, Zeiler 2009, Karaca 2000, akt., Kumcağız ve Yılmaz, 2012). İnsanların ölümle ilgili kaygı ve korkularının temelinde de ölümle ilgili bilgi, duygu ve düşünceler yer almaktadır (Şentürk, 2010, Erdoğdu ve Özkan, 2007, akt., Topuz, 2013). İnsanlar çevrelerindeki bireylerin yaşadıkları ölüm olaylarından yola çıkarak, ölüme ilişkin tutumlar geliştirmektedirler. Yani, insanlardaki ölüm düşüncesinin oluşmasında çevrelerindeki ölüm olaylarının etkisi büyüktür. Çünkü ölüm, insanın bizzat tecrübe alanı dışında gerçekleşen bir olaydır (Gibbs ve Achter-berg, 1998, akt., Topuz, 2013). Dolayısıyla hayatın bir yerde ölümle noktalanacağı düşüncesi, bireyi duygusal ve bilişsel olarak huzursuz eder. Temelde bireyi tedirgin edip korkutan şey, yaşamın devam edeceği hissi değil, onun bir yerde sona ereceği endişesidir (Koç, 2002). May’e göre bu kaygı, varoluşun yıkılabileceğinin, kendisini ve dünyasını yitirebileceğinin, dolayısıyla bir “hiç” olabileceğinin farkına varan bireyin öznel durumunu ifade eder. Bu kaygı derecesi kişiler arasında farklılık göstermektedir. Aşırı, ölçüsüz, pato-

6 PsiNossa

lojik şekilde ortaya çıkan ölüm düşüncesi insanın psikolojisini olumsuz etkileyebilmektedir (Karaca, 2000, Köknel, 1985, akt., Tanhan ve Arı, 2006). Irvin Yalom’un da (2008) kaydettiği gibi paylaşımsız olan ölüm, bireysel açısından daima varoluşsal bir kaygı, baş edilmesi gereken patolojik bir durum olarak kendisini açığa vurmaktadır. Ölümle alakalı olan bu kaygı sürecine ölüm kaygısı veya ölüm korkusu denir. Ölüm kaygısı, doğumdan itibaren başlayıp yaşam boyu süren, insanın artık var olmayacağının, kendisini ve dünyayı kaybedebileceğinin, bir hiç olabileceğinin fark edilmesi sonrası gelişen bir duygudur (Kalaoğlu, 2010). Yalom’a göre, “her şeyin temelinde ölüm kaygısı vardır”. Bu nedenledir ki ölüm düşüncesi insan hayatını olumsuz yönde etkileyebilir (Yalom 1999, akt., Kumcağız ve Yılmaz, 2012). Ölüm korkusu her zaman ve her yerde bulunur ve ölüm korkusu o kadar büyüktür ki, hayat enerjisinin büyük bir bölümü ölümün inkârında harcanır (Başaran, 2008). Genellikle bireylere ölümle alakalı bir soru sorulduğunda, “hayır, benim ölmem için erken” yanıtını verecektir. Ölüm, sanki kişinin kendisine değil, başkalarına gelecektir. İnsan, kendi ölümü ile ilgili düşüncelerini bastırmakta, bilinçaltına itmektedir (Hökelekli, 2008, akt., Topuz, 2013). Ölüm kaygısı kavramı, psikoloji alanında, özellikle 1930’lu yıllardan sonra bilimsel çalışmalara daha da fazla girmeye başlamıştır (Kalaoğlu, 2010). Hemen her bireyde düşük veya yüksek düzeyde bir ölüm korkusunun olduğu ve genel olarak ölüm korkusu olarak ifade edilen korkuya belirsizlik, bedeni kaybetme, yalnızlık, yakınlarını kaybetme gibi korkuların yol açtığı ileri sürülmektedir (Kumcağız ve Yılmaz, 2012). En çok üzerinde durulan boyutları ise, bilinmezlik ve yalnızlık korkusu, yakınları yitirme ve ölüm anında ıstırap çekme korkusu, kişisel kim-


liği kaybetme ve ölüm sonrası cezalandırılma korkusu, geride kalanlar için endişelenme ve yok olma korkusu ile değer verilen insanları kaybetme korkusudur (Karaca, 2000, akt., Koç, 2002). Ölüm kaygı düzeyini belirlemek için birçok ölçek geliştirilmiştir. Templer tarafından geliştirilen “Ölüm Kaygısı Ölçeği”nin bu alanda en sık kullanılan ölçek olduğu rahatlıkla söylenebilir (Yıldız, 2001). Başka kullanılan bir ölçekte, Spilka ve arkadaşları tarafından geliştirilen “Ölüm (perspektifleri) Algıları Ölçeği”dir (Lehto ve Stein, 2009, Karaca, 2000, akt., Topuz, 2013) Ölüm korkusunun bireyin hayatında oldukça köklü psikolojik etkileri vardır ve ölüm düşüncesi karşısında bireylerin korkuları ve bu korkuya gösterdikleri dirençler de farklı seviyelerdedir (Öner, 1997, akt., Koç, 2002). Peki, ölüm kaygısını azaltmak için neler yapılabilir? Birçok insan sosyal destek sistemlerini kullanarak ölüm anksiyetesi ile baş etme tekniği geliştirilmiştir (Örsal, Yenilmez, Çelik, ve Işıklı, 2012). Aklın korkuları yenmedeki öneminin vurgulanması, aklın bilgi ve delillerle korkuları yenebileceğini, dolayısıyla insanların ölüm konusunda bilgilendirilmelerinin gerekliliğini ortaya koymaktadır (Topuz, 2013). Bilinmektedir ki bireyin kendisini güvende hissedebilmesi için, ileride yaşayacağı günlerde kaygı verecek durumların olmaması ve dolayısıyla daha da ileri giderek, ölüm ve öldükten sonra ne olunacağı konusunda kaygı verecek unsurların ortadan kaldırılması gerekir (Kumcağız ve Yılmaz, 2012). Bireyin ölüme ilişkin düşünce ve tutumlarını kendi içinde uzlaştırması gerekmektedir. Bu nedenle, ölüm konusunda verilecek olan gerçekçi eğitim, insanlardaki ölüm korku ve kaygılarını azaltabilecektir (Demirsoy, 1998, Sezer ve Saya, 2009, akt., Topuz, 2013).

PsiNossa 7


Mutsuzluk Korkusu yahut Cesareti

Mutluluk Diktatörlüğü”… Wilhelm Schmid, günümüzde mutluluk kavramına yaklaşımı sadece iki kelimeyle özetlemiş. ‘Diktatörlük’ sözcüğü şu an siyasi olarak daha yaygın çağrışımlar yaratsa da, soyut kavramlarda da içten içe bir baskı yaratan otoriterliğin etkisini yadsıyamıyoruz; ki mutluluk soyut kavramlar açısından güzel bir örnek. Şöyle bir düşündüğümüz zaman aslında bunun etkisini somuta indirgemek de mümkün, bu diktatörlük medyadan tutalım da ilişkilerimizi dahi ele geçirmiş durumda. Bir reklama denk geliyoruz mesela; bir kadın, bir ayakkabı görüyor, günlerce düşlüyor, sonunda alıyor ve aldığı andan itibaren yüzünde gülücükler saçıyor, dünya toz pembe bir yer haline geliyor. Çünkü hep bunun hayalini kurmuş bu derin ve anlaşılması zor karakterimiz(!) (bu bir ayakkabı yerine bir ev yahut bir ruj da olabilirdi ya da günümüzde medyanın erkekler için bir statü simgesi haline getirdiği bir otomobil) kurduğu bu hayaline kavuşunca da dünya bambaşka bir yere dönüşüyor. Haliyle onun gözünde çok yakınımızda cereyan eden savaş, mültecilerin sorunları, çocuk istismarları, bitmek bilmeyen tecavüz haberleri, adaletsizlikler vs. daha bir sürü leke temizlenmiş oluyor. Bu tarz felaketlere yer yok güzel gezegenimizde. Acı çekmek, düşünmek, kaygılanmak da yok. Çünkü hep düşlediğimiz ve sonunda kavuştuğumuz ayakkabı var. Dünyamızı tüm kirlerinden bir “an”da arındırıp, sahip olduğumuz takdirde her yanımızı “sonsuz” bir mutlulukla kuşatan bir ayakkabı... Peki, medyanın yarattığı bu sanal dünyadan çıkıp, gerçek hayata döndüğümüzde orada işler biraz farklı işliyor değil mi? Bir ayakkabı ya da herhangi bir nesne, hangisinin gücü yetebilir ki bizi sonsuz bir şekil-

8 PsiNossa

Dicle AY de mutlu etmeye? Hepsi anlık mutluluklardan ibaret, ne yazık ki bu kadar tüketmek ve tüketime yapılan bu teşvik zamanla asıl bizi, karakterimizi, benliğimizi, iç dünyamızı tüketiyor. Bunun yeterince farkında olmayabiliyoruz. Biz mutlu olduğumuzu ya da sahip olunca mutlu olacağımızı sanıp oyalanmaya devam ederken, bizi içten içe kemiren bu şeyi fark ettiğimizde iş işten geçmiş oluyor çoğu zaman. Bu diktatörlük medyayla sınırlı değil elbette. Son zamanlarda özellikle başarı hikayeleri, kişisel gelişim kitapları, ilham verici yaşamlar çok tutuluyor. Çünkü bunlar mutluluk getirir. Başarılıysanız mutlusunuz, e kişisel gelişim kitapları okuyunca da mutlu olma yollarını öğreniyorsunuz. Hatta bu adımları tamamladıktan sonra belki siz bile böyle ilham verici bir yaşama sahip olabilirsiniz. Olamazsanız da sorun değil, bu sefer teselli ya da yeniden denemek istiyorsanız motivasyon için yine bir kişisel gelişim kitabının engin bilgilerinden faydalanabilirsiniz. Bir yere başvurduğunuzda mutlu olma vaadleriyle ayrılıyorsunuz, romantik bir ilişkiye mutlu olma amacı ile başlıyorsunuz, arkadaşlarınız ve ailenizle ilişkiniz de bunun üzerine kurulu. Ve tabii otoritesini ve önemini yadsıyamacağımız kimliğimizin sanal bir parçası haline gelen “sosyal medya”. Instagramı ele alalım mesela, herkes en mutlu haliyle orda. En güzel anlarımızı paylaşıyoruz; şatafatlı sunumlar, zengin, yakışıklı, sportmen, komik, zeki ve diğer bütün iyi özellikleri de barındıran adamlar... Sağlıklı beslenen, şık giyinen, kariyer sahibi fakat çocuğunu, evini, eşini de hiçbir zaman ihmal etmeyen mükemmel kadınlar... “Mutlu” insanlar topluluğu. İşte instagram. Da da dam… Yalnızlığımızı, gözyaşlarımızı, çaresizliklerimizi, üzüntümüzü ya da iç sıkıntımızı nasıl paylaşabiliriz


ki? Neden paylaşalım zaten. Şayet böyle bir şey yapmaya kalkarsanız “like“ sayılarınız düşebilir ve gerçekçi davranmanız yüzünden -gerçeğe pek de alışkın olmayan- bu topluluk tarafından bir takım problemlerinizin olduğu iddia edilebilir, stigmatizasyona dahi maruz kalabilirsiniz. O yüzden mutlu insanlar topluluğuna katılmaya devam ediyoruz. Mutsuzluğumuzu zerre görünmeyecek şekilde gizleyip, bir mutluluk kırıntısı yakaladğımızda büyütebileceğimiz kadar büyütüp açığa çıkarıyoruz. Bu noktada sosyal medyanın ve bahsettiğim diğer tüm etmenlerin mutluluk diktatörlüğüyle işbirliği içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Baktığımız zaman, mutlu insanlar topluluğunu ve arka planda kendini bu topluluğa katılmaya mecbur hisseden, sıkışmış, zavallı bireyi görüyoruz. “Mutluluk diktatörlüğü”ne ilişkin daha çok örnek verilebilirdi, fakat ben nerede cesaret, nerede korku, nerede senin bahsettiğin şeyler? dediğinizi duyar gibiyim. Dolayısıyla hemen bağlıyorum. Baskının olduğu yerde korku oluşması kaçınılmazdır ve mutsuz olma korkusu her an bizimleyken bu korkuyu aşıp geçmek, diğer insanları ve maruz kaldığımız bu baskıyı yok saymak ne kadar mümkün olabilir? Biz bu olasılığın neresinde kalıyoruz, gerçeğin verdiği aydınlıkla, korkunun üzerimize yüklediği karanlığı karşımıza alıp mutsuz olma yahut daha geniş manada kendimiz olma cesaretini ne düzeyde gösterebiliyoruz? Pessoa: “ Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor.” derken göz ardı ettiği şeyler vardı bence. Onlar da şu; mutsuzluk farkındalığı olmadan mutlu olunmuyor, ya tüm yaşadığınız mutsuzluklar, mutluluğun değerini arttırıyor,

gelir gelmez hemen uçup gideceğini bile bile yine de sığınıyoruz ona, ya da mutsuzluğun farkında değilmiş gibi yaparak sahte bir mutluluk yaratarak ona inanmayı seçiyoruz. Mutlulukla ilgili yapılan araştırma sonuçlarına baktığımızda, gerçekten mutlu insanlar bu kadar az yer kaplarken, nasıl oluyor da mutsuz olma korkusu insanları azami ölçüde tesiri altına alıp bu kadar bastırabiliyor ve çoğu zaman gerçeklerle yüzleşme cesaretinden alıkoyuyor? Rollo May cesareti şöyle tanımlıyor: “Umutsuzluğun yokluğu değil, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir.” “Mutluluk diktatörlüğü”yle bir bağ kurdunuz mu? Bu diktatörlük, aynı zamanda mutlulukla beraber olumlu diyebileceğimiz duyguları, ki umut da bunlardan biri, ön plana çıkarıp, umutsuzluğu kaçınılası, kötü bir şey diye gösterip neredeyse silecek kadar göz ardı ederken; Rollo May, cesaretin umutsuzlukla doğduğunu söylüyor. Olumlu dediğimiz duyguların, olumsuz duyguların varlığı ile değer kazandığını varsayarsak doğru bir tanım gibi duruyor. O zaman temel olan ve bizi yol ayrımına sürükleyip bir tercih yapmamızı bekleyen asıl soruyla karşı karşıya kalıyoruz: “Biz buyurgan iç huzurumuzun boynu bükük kölesi olarak”* yani huzurun verdiği rahatlığa, diğer kötü duygulardan bizi koruması için itaat edip, korkakça bastırılmış bir şekilde mi yaşayacağız yahut hayatın olağan akışı içine girerek, iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz bütün duyguları hissetmeyi göze alıp bu diktatörlüğe meydan okuyarak kendimiz olma cesaretini gösterebilecek miyiz? *Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz (s. 106)

PsiNossa 9


Gevşek Bağla(n)mak

G

ündelik hayat dediğimiz Güneş’in doğması ile batması arasındaki geçen kısa zamanda o kadar fazla şey için endişe duyuyor, o kadar fazla şeyden korkuyoruz ki artık nefes alırken bile cesaretsizleşecek hale geldik. Uyanma korkusuyla başlayan bu süreç aç kalma, hazırlanamama, gecikme, azar işitme, yetiştirememe, başarısız olma, hata yapma, kaybolma, dinlenememe, uyuyamama korkusu ile devam ederek büyüyen ve en sonunda korkmaktan korkan bir birey olma yolunda hızla devam ediyor ne yazık ki. Peki ama niye? ‘’Aslında yaşadığımız bu tüm korkuların temelinde, hayatın getirebileceği sorunlarla baş edememe korkusu yatar. Bu korku ve ona ek olarak yaşanan yoğun kaygı duygusu kişinin hayat kalitesini düşürür.’’ (Jeffers, 1998, s. 28-29)
. 
Bu duygular zamanla öylesine yoğun bir hal alır ki kişi bu duyguları tanımlamayı geçin hissedemeyecek, karşı tarafa hissettiremeyecek hale gelir. Ve zamanla bu durumda kalan insanlar özgürlüğü ellerinden kayıp gitmiş gibi hissederler haliyle. Bugün etrafınıza baktığınızda partnerinin ne hissettiğini anlayamayan, kendi hislerini ona aktaramayan ve bu yüzden kaygılı/kararsız bir bağlanmayla ilişkilerini nasıl yürüteceğini bilemeyen onlarca çift görürsünüz. Bu durum günümüz şartlarında fazlasıyla normal olarak algılanmakla birlikte, çözüm yolu geliştirmektense kabullenmenin daha işe yarayacağı düşünülmektedir maalesef. Koruyucu ruh sağlığı açısından bakıldığında güvensiz bağlanmanın pek çok psikopatolojinin gelişimi ile ilişkili olduğu düşünülürse, olguların ve aslında tüm bireylerin çocuk sahibi olmayı planladıkları dönemde, gebelik döneminde ve çocuklarını yetiştirirken desteklenmeleri sağlıklı nesiller yetiştirmek açısından çok önemli gibi görünmektedir (Kesebir, Kavzoğlu ve Üstündağ, 2011)
.

Peki Neden Bağlanamıyoruz?

Bu bağlanma sorununun temeline bakacak, ‘’çocukluğuna inecek’’ olursak eğer, bebeklik dönemi olarak

10 PsiNossa

Arzu HAMURCU tanımlanan 0-2 yaş arası; çocuğun, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönden en hızlı geliştiği dönemdir. Bu nedenle bu dönemde çocuğun sadece fiziksel gereksinimlerinin giderilmesi yeterli değildir. Henüz becerilerinin yeterli derecede gelişmemiş olmasına bağlı olarak bebeğin, kendisine bakım veren kişiye bağımlı olduğu görülür, bu bağımlılık sürecinde bakım verenle kurduğu birebir ilişki ise, onun zihinsel ve duygusal gelişimi için son derece önemlidir. Bebeğin, biyolojik yetersizliği dikkate alındığında, bakım verenine karşı bir bağlanmanın oluşması kaçınılmazdır. Bağlanma terimi ise, bebeklerle anne-babaları ya da bakım verenleri arasında kurulan, duygusal olarak olumlu ve yardım edici bir ilişkinin varlığını ifade eder (Öztürk, 2002). Dolayısıyla bebek bu zamanda, en yakınındakine bağlanma ihtiyacı hisseder. Ve güvenli bir bağlanma yaşayamaz, ilgisiz ya da aşırı müdahaleci olan bir tutumla karşılaşırsa, bebeğin öğrendiği sadece bu kişiden kaçınmak olacaktır. 
Bebeğin en korktuğu evre bu evredir çünkü başkalarına muhtaç olduğundan dolayı hep bir terk edilme korkusuyla yaşar. Kendini bulunduğu ortamda güvende hissedemeyen bebek, tepkisini en basit şekilde ağlayarak vererek kendi temel ihtiyaçlarını karşılama gereksinimi duyar. ‘’Ağlamayan bebeğe emzik vermezler.’’ dersem ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır sanırım. Özetle, 0-2 yaş arasındaki bir bebek, en ihtiyacı olduğu anda, en yakınındakilere, en güvenli şekilde bağlanamadığında gelişiminin artık her bir evresinde bağlanma sıkıntısı çekmeye başlar. Ne zaman kendi özel mesafesine yabancı biri girse önce tanımaya ardından korkmaya başlar çünkü en güvendiği insanlara bile bağlı değilken ona nasıl bağlanabilir? Kendine yine zarar gelme ihtimalinden nasıl korkmayabilir?

Bağlanma Korkusu Yaşadığımızı Nasıl Anlarız?

Aslında ne yazık ki bu sorunun cevabı basit. Çünkü bugün nereye baksanız çevrenizdeki her insan


‘’Yağmuru sevdiğini söylüyorsun ama
 Yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun, 
Güneşi sevdiğini söylüyorsun ama 
Güneş çıkınca gölgeye kaçıyorsun,
 Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun ama
 Rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun,
 İşte bundan korkuyorum çünkü 
beni de sevdiğini söylüyorsun!...’’ W.Shakespeare

bir şeylere bağlanmaktan korkuyor, kendini kapatıyor ve sorunlarıyla yüzleşemiyor. Bundan dolayı bağlanma korkusu yaşadıklarının farkına varamıyorlar. Oysaki bağlanma korkusu yaşayan kişiler ilişki yaşadıkları kişiye yönelik yoğun kaybetme korkusuyla karşı karşıya kaldıklarından ve kaygıdan kaçmak için uzak kalmayı seçip, kendilerine duygusal anlamda ket vururlar. İleri dönemlerde acı çekeceğini de düşünerek kaygılarını iyice desteklerler. Yaşadıkları bu tarz sıkıntılardan dolayı, bu kişiler uzun süreli ilişkilerden kaçarak daha çok yüzeysel ve kısa süreli ilişkiler yaşama taraftarı olurlar. Bu tarz düşünce, davranış ve beklentiler karşı tarafı da dolayısıyla belli bir süre sonra olumsuz etkilemeye başlar. Kısaca; bir ilişki aslında sadece korkuların kurbanı olmaya başlar (Pınaroğlu, 2014). Kişilerarası problemler çoğu zaman bireyin belirli bir davranışı göstermesi ile bu davranışı göstermesinin sonuçlarından kişinin korkuları arasındaki çatışmayı yansıtır. Bu türden çelişkiler kısmen kendisini kişinin bağlanma geçmişinden ve kişilerarası ilişkileri öğrenme geçmişinden kaynaklanır. Örneğin diğer insanlarla geçmişte yaşamış oldukları deneyimleri hayal kırıklığı yaratan insanlar diğer insanlara güvenmemeye başlayabilir ve diğer insanlarla yakın ilişkiler kurmaktan kaçınabilirler (Horowitz, Rosenberg ve Bartholomew, 1993). Ve içlerindeki bu kurbanın cellatı kendileri olabilirler.

Peki Ne Yapmalıyız?

Winnicott (1998) ‘a göre, iyi bir anne, çocuğu ile empati kurarak, çocuğun nesne devamlılığı bilgisinin hangi basamağına ulaştığını anlar ve böylece, ondan ne kadar süre

için ayrı kalabileceğini bilir (akt., Holmes, 1997). Winnicott (1998) bunu şu cümlelerle ifade etmiştir; “Anne bilir ki; çocuğunu, çocuğun annenin yaşadığı ve ona yakın olduğu fikrini koruyabileceğinden daha uzun süre (dakika, saat, gün) yalnız bırakmamalı , ondan ayrılmamalıdır. Eğer anne, çocuktan çok uzun bir süre uzak olmak zorunda olduğunu biliyorsa, çocuğun tekrar anneyi kabul edebilmesi için, çocuğuna kavuştuğu sırada annenin de bir terapiste dönmesi, bir terapist gibi davranması gerekir.” (akt., Holmes, 1997, s.127)
. Sözü edilen bu bozukluğun nedenleri arasında, çocuğa patolojik bir bakımın verilmiş olması önemli rol oynar. Buna göre; çocuğun rahatının sağlanması , teşvik edilmesi ve sevgi gösterilmesi gibi temel duygusal gereksinimleri sürekli görmezlikten gelinmesi ve/veya çocuğun temel fiziksel gereksinimlerinin sürekli görmezlikten gelinmesi ya da kalıcı bir bağlanmanın oluşmasını önler şekilde birincil bakım verenin sık sık değişmesi gibi faktörler etkili olabilmektedir (A. P. Birliği, 2005).

Özetle;

Tüm terapilerin işe yaraması için yapılan ilk adımla başlanılmalı her şeyden önce: ‘’Fark etmek.’’ Metin içerisinde araştırma konusu çocuklar üzerinden gitse de yetişkinlerde de durum anlatılandan pek farklı değildir.Sorun her yaş grubunda benzer olaylarla geliştiğinden yine benzer sonuçlarla çözüme kavuşturulmalıdır. Bu yüzden birey kendinde bunu fark edip bu korkunun duyulduğunu yavaş yavaş kabullenmeli, etrafına kör ve sağır olmamalı, boynuna ‘’bağla(n)dığı’’ ipi yavaşça, korkmadan gevşetmelidir. Çünkü bu terapilerde en çok ihtiyaç duyulan şey aynı zamanda yine varlığında en çok korku duyulan şeydir.

PsiNossa 11


Balon Edanur TUNCA

M

erhaba, Öncelikle bu mektubu yazarken çok heyecanlı olduğumu bilmenizi istiyorum çünkü daha önce tanımadığım bir insana hiç mektup yazmamıştım. Ellerim titrediği için yazım biraz çirkin ve okunaksız olacak. Bunun için sizden özür dilerim; ancak beni anlayabilmeniz gerek. Çok kısa bir yolculuk sırasında yazıyorum size bunları. Çocukluğunuzu yazmayı hiç denediniz mi? Bilmiyorum. Peki ya çocukluğunuzu affedebildiniz mi? Sizi tanımıyorum fakat belki yazdıklarımı okuduktan sonra denersiniz. İleride bu mektubu bulup okuyacak olma ihtimaliniz bile çok düşük; ancak ben yine de yazacağım… Çok kısa bir zaman öncesine kadar sevmediğim tüm kelimelerin beni tanımlayabilmek için yan yana dizildiğini düşünürdüm. Dünyaya geldiğimden beri bu hayatla hep bir alıp veremediğim olmuştur. Oysaki annemin karnında huzurlu bir yaşantım vardı. Oradan çıkmaktan çok korkuyordum. Belki sahip olduğum çok fazla şey yoktu ama bir sarı balonum vardı küçücük; serçe parmağıma takıp onunla oynardım gün boyu. Niye doğmak zorundaydım sanki? Dünyaya gelince her şey değişti. Önce insanları sevmedim sonra kendimi. Mutlu bir çocuk olduğumu söylüyorlar. Annemle babam beni hep severmiş. Ben hatırlamıyorum. Hatırladığım şeyler akşam yemeğinden önce masa örtüsünü aşağı çekip tüm yemekleri yere döktüğüm için yediğim azarlar ya da istediğim cipsi bana katiyen almadıkları için hıçkıra hıçkıra ağladığım anlardan ibaret. İsteklerim asla olmuyordu ama bir şekilde yaşıyordum işte. En azından arada bana o çok sevdiğim uçan balonlardan alıyorlardı. Tam hayatla barışmaya başlamıştım ki evimize bir bebek geldi. Bu bebeğin kız kardeşim olduğunu söylediler ama ben hiç inanmadım. Üç kişilik ailemizi ayırdığı için korkuyordum ondan. Onun da benden korkup kaçması için epey uğraştım ama o sadece ağladı ve daha çok azar yememe sebep oldu. Bunu bana yapmaları yetmezmiş gibi kısa bir süre sonra bir tane de erkek kardeşim oldu. Sonrasındaysa annem bir gün beni karşısına oturttu ve artık abla kız olduğumu söyledi. Ne olduysa o abla kız olduktan sonra oldu zaten. Artık bana uçan balon

12 PsiNossa

alan kimse kalmamıştı… Abla kız olmak kardeşlerini sevip onlarla oyunlar oynamayı gerektiriyordu. Onlara bakmak zorundaydım. Erkek kardeşim çok tatlıydı, eşyalarımı da asla kullanmıyordu, aramız fena değildi. Kız kardeşimle sık sık kavga ediyordum ama çok saftı kendisi, sevdiği bir oyunu oynamayı teklif ettiğim anda barışıyordu benimle. Yani anlayacağınız bir şekilde en büyük kardeş olmanın ne demek olduğunu öğrendim ve çocukluğum da bu koşturmacada uçan bir balon gibi elimden kayıp gitti. Zorlu geçen bir ergenlik döneminden sonra yaşadığım kasabadan ayrılmaya karar verdim. İstanbul’da bir üniversiteyi kazandım ve ailemden uzaklaştım. Yaşadığım her anın değerini bilmeyi, kadın olmanın zorluklarını ve güzelliklerini, kendimi sevebilmeyi ve aslında abla olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu da o zaman öğrenmiş oldum. Abla olmak artık üstüme geçirilen bir elbise değil beni tanımlayan bir sıfat olmuştu. Artık kardeşlerimle oyun oynayamazdım ancak onları koruyup kollamalıydım; dünya o doğduğumuz küçücük kasabadan ibaret değildi, onlara bunu da öğretebilmeliydim. Yani aslında yaşadığım hayatın değerini anlayabilmek için sevdiklerimden; kendimi bulabilmek içinse insanlardan uzaklaşabilmem gerekti. Ancak bunların sonucunda kendimle ve insanlarla barışabildim. Bu mektubu size vapurda kardeşinizle tartıştığınızı duyunca yazmak istedim. Elinizdeki bir derginin arasına sıkıştırdığım için beni bağışlayın. Umarım bir gün bulur ve okursunuz. Ben çocukluğumu yaşayamadığımı düşündüğüm için asla büyümek istemedim fakat anlıyorum ki bir gün büyümemiz, abla kız olmamız gerek. Ah! Öncelikle kendimi tanıtmalıydım değil mi? Kusura bakmayın. En baştan alalım. Ben ne çocukluğunu yaşayabilmiş ne genç kalabilmiş ne de yetişkin olabilmiş, 25 yaşında, kasabalı bir kadınım. Ben de tıpkı sizin gibi bir ablayım. Ve öğrendim ki büyümek demek insanın kendisine birçok balon alabilecekken kardeşlerine, hatta tanımadığı çocuklara balon almayı tercih etmesi demekmiş. Sevgilerimle.


PsiNossa 13


HABER

Korku Gelip Geçici

K

Özge KARAKAŞ

orku tohumlarının her gün ortalığa saçıldığı bir dünyada, bilim insanları da aynı hızla tohumların kökünü kurutmak için çalışmalarına devam ediyorlar. Çalışmaların bugün geldiği nokta biz ruh sağlığı çalışanlarını daha da cesaretlendirip, araştırmalara sevk eder konumda. Yapılan araştırmaların umut verici sonuçlarını sizlerle paylaşıp, umutlarınızı yeşertmek istediğim için bu ay sizlere yabancı kaynaklı son gelişmelerden haberler vereceğim. Sizlere korkunun tedavisinde önemli gelişmelere sebep olan ve olmaya devam edecek 3 deneyden bahsedeceğim. Şimdiden belirtmeliyim ki bu deneyler gerekli etik koşulları sağlamış, sonuçları kabul edilmiş ve bilimsel dergiler tarafından yayınlanmıştır. İlk bahsedeceğim deney yıl olarak her ne kadar bize yakın olsa da bahsedeceğimiz deneyler içindeki en eski deney; 2000 yılında New York Üniversitesi’nde farelerle yapılan, korkuyu unutma deneyi(Nader, Schafe ve Le Doux, 2000). İlk olarak farelere klasik koşullanma ile korku hafızası yaratılıyor. Bu koşullanmayı yaratmak için çan sesi ile birlikte elektrik şokları veriliyor, böylece farelerin çan sesine karşı korku duyması sağlanıyor. Korku anıları geri çağrılırken, farelere anisomycin adı verilen protein sentezini önleyen bir kimyasal enjekte ediliyor. Bu kimyasal sayesinde bilgi ortaya çıktığı anda tekrar işlenmesi önlendiği gibi, eski bilgide değiştirilmiş oluyor. Korku hafızasının kaybolup kaybolmadığını test etmek için tekrar çan çalıyorlar ama fareler hiçbir korku belirtisi göstermiyor. Ledoux bu deneyi ile şunu fark ediyor; Anı her çağrıldığında yeni bir nöron bağlantısı oluşuyor ve hafıza güçlendiriliyor. Eğer tam çağırma işlemi anında bir müdahale de bulunabilirsek korkuyu hafızamızdan silebiliriz (Nader, Schafe ve Le Doux, 2000). Bu deney gerçekten de ilgi çekici ve üstüne çalışılmaya değer bir sonuca ulaşmış olmalı ki 9 yıl sonra esin kaynağı bu deney olan başka bir çalışma bilim dünyasına giriş yapıyor (Schiller ve ark., 2009). Fakat bu deneyimizde fareler yerine insanlar kullanılıyor ve herhangi bir fiziksel zarardan kaçınmak için kimyasal kullanmıyorlar. 65 katılımcının yer aldığı çalışmanın hedefi korku anılarını azaltarak yok etmektir. Katılımcılara sarı ve mavi renkli kareler gösterip,

14 PsiNossa


sarı kareleri orta dereceli elektrik şoku ile eşleştirmek suretiyle klasik koşullanma yapıyorlar. Sarı kareleri gördüklerinde vücutları korku belirtileri veriyor. Katılımcılar 3 gruba ayrılıyor. 1. Grup tamamen kontrol grup, 2. Grup önce küçük bir tedavi uygulanan ve tedaviden sonra 6 saat dinlendirilen grup, 3. Grup aynı küçük tedavi uygulanan fakat bu sefer 10 dakika dinlendirilen grup. 2. ve 3. Gruba uygulanan tedavi; arka arkaya sarı ve mavi karelerin elektrik verilmeden gösterilmesi. Her sarı kart gösteriminden sonra 2. Grup 6 saat, 3. Grup 10 dakika dinleniyor. Bu işlemler katılımcılar korku belirtilerini kaybedene kadar devam ediyor. 3. Grubumuzdaki katılımcılar diğer gruplara göre daha çabuk korku belirtileri göstermeyi bırakıyorlar. 2 grup içinde 24 saatlik aradan sonra aynı tedaviler tekrar uygulanıyor. 2. Grubumuzdaki katılımcılar korku belirtileri göstermeye başladıkları halde, 3. Grubumuzdaki deneklerde korku belirtisinden eser yoktu. Bu deneyin savunduğu çok önemli bir hipotez vardır. Hipotez 10 dakikalık sürenin geri çağırma, bilgiyi oluşturma süresi olduğunu ama 10 dakikadan fazla süre verildiğinde, bilgi değiştirilmeye ve yeni anılar oluşturulmaya başlandığını savunur. Deneyin sonucu zamanlamanın çok önemli olduğunu gösteriyor, araştırmacıların belirttiğine göre; bilgiler pekiştirilmek için gün yüzüne çıktığı zaman, onları yeni bilgiler ile değiştirebilirsiniz. Ama gerekli zamanı kaçırırsanız eski bilginizle bağlantısı olan yeni bir bilgi elde edebilirsiniz (Schiller ve ark., 2009) Bu iki çalışma bize korkunun kalıcılığı ve korkutuculuğunu tekrar düşünmemiz için bir kapı açıyor. Ama hala korkularımızla herhangi bir destek almadan nasıl başa çıkabileceğimizi göstermiyor. Tam bu noktada bahsedeceğim son deney devreye giriyor. 2014 yılında Eckstein ve arkadaşları tarafından yayınlanmış bu deney cesaretimizi arttırıcı ve yardım eli uzatıcı etki yaratıyor. 2014 yılında Bonn Üniversitesi tarafından 62 erkek katılımcı ile yapılan bir deneyden bahsedeceğim

şimdi de. Katılımcıların burunlarından aldıkları toz haline getirilmiş oksitosin hormonu ile korkunun üstesinden gelinebileceğini ispatlayan bir deney bahsettiğimiz. Oksitosin hormonu gündelik hayatta sevgi hormonu olarak bilinir. Yapılan araştırmalarda oksitosinin amigdala adını verdiğimiz beynimizdeki korku mekanizmasındaki aktiviteleri yavaşlattığı ortaya çıkmıştır. Deneyimizde katılımcılara nötr fotoğraflar göstermişler ve bu fotoğrafları elektrik şoku ile eşleyerek korku anıları yaratmışlardır. Daha sonra katılımcılar 2 gruba ayrılmışlardır. Bir gruba placebo ilaç (kontrol grup), diğer gruba (deney grubu) 1 doz oksitosin verilmiştir. 30 dakikalık bir bekleme süresinden sonra katılımcılar fMRI cihazlarına bağlanmışlar ve bu esnada korku anları oluşturdukları fotoğraflar tekrar gösterilmiştir. fMRI cihazındaki görüntüler bize, deney grubundaki katılımcıların amigdalalarındaki hassasiyetin azaldığını göstermiştir. Ayrıca katılımcılar, korkunun fiziksel göstergesi olan terleme gibi belirtileri göstermeyi de durdurmuşlardır (Eckstein ve ark., 2014). Psikolojinin ve bilimin bugün geldiği nokta korkularımızı yenmemiz için her açıdan cesaret verici. Adım adım yapılan bütün deneyler gösteriyor ki, korkularımızla bir ömür boyu yaşamak, onların altında ezilmek ve hayatlarımızı mahvetmelerine izin vermek zorunda değiliz ve kalmayacağız. Sonuçları kesinleşen her çalışma, kalıcı ve hasarsız yeni tedavi yöntemlerinin bulunmasına bir adım daha yaklaştırıyor bizi. Bu hızla ilerleyen araştırmalar sayesinde bugüne ve geleceğe umutla bakabiliyoruz. Korkunun yenileceği günler yakın.

PsiNossa 15


Ölüm ile Yüzleşmek: Korkutur mu yoksa Cesaretlendirir mi? Ceren Nur GÜRLER

16 PsiNossa


B

BC haber sitesinde Jonathan Jong (2016)’un ‘’The Conversation’’ adlı yazısına göre sizlere ölüm düşüncesinin bizleri korkuttuğunu mu yoksa daha da çok cesaretlendirdiğini mi açıklayacağım. Son dönemlerde sıklıkla yaşadığımız terör olayları birçoğumuzu evlere kapatacak kadar ürküttü. Bunun en büyük sebebi de hiç kuşkusuz ölüm korkusu olarak görülmekteydi. Peki asıl sorun ölüm korkusu muydu? Öncelikli olarak ölüm korkusunu açıklama yoluna gidelim. Birçok araştırmaya göre ölüm korkusunun en temel sebeplerinden biri ölüm düşüncesinin kendisi değil fakat ölüm süreci yani bundan dolayı ortaya çıkan acı ve yalnızlık faktörleridir. Birçok insan bunu ölüm korkusu olarak değerlendirse de aslında durum kaygıdan ibarettir. Eğer yüksek değerde ölüm kaygısı güdülüyorsa bu patolojik bir durum olmaya (tanatofobik) başlamıştır. Ölümle yüzleşmediğimiz sürece bu kaygı durumu devam edecektir. Maruz bırakma terapisinde de bu mantıkla hareket edilmektedir. Herhangi bir objeye, hayvana veyahut bir anıya karşı duyduğumuz kaygıyı azaltmak için bu tarz durumlara hastayı birden maruz bırakan bir tedavi yöntemidir. Peki ölümle yüzleşme sonrası yani ‘’Ölümden dönmek’’ deyimi yer bulduktan sonra algımızda ne gibi değişiklikler oluyor? Temelde korku olarak görülen bu durum bizleri günlük hayatımızda bazı konularda karar verme yetimizi cesaretlendirmeye de yarıyor. Örneğin birçok anket çalışması sonucu ortaya çıkan sonuçlar ölüm hakkında düşünmemizin bizlerin milliyetçi duygularımızı körükleyebildiğini ve diğer ırk, din ve yaş gruplarına karşı daha ketum tutumlar sergileyebileceğimizi gösterir nitelikte ol-

muştur. Bu anket sonuçları Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan ‘’9 Eylül’’ terör olayları sonucu ortaya çıkan politik anlayışın tamamen sağcıların lehine kaymasıyla da bu durumu açıklar niteliktedir. Birçok araştırma ölümü hatırlatan faktörlerin bizim ünlü olmak veya çocuk sahibi olmak yönündeki isteğimizi harekete geçirdiğini de göstermektedir. Bunu birçok dinin vaat ettiği ölüm sonrası sonsuz bir yaşam düşüncesiyle de bağdaştırabiliriz. Ünlü olmak yani öldükten sonra adımızın ölümsüzleşmesi ya da soyumuzu devam ettirmek bir nebze ölümsüzlüğe eş değerdir. Birçok insanın dini bu kadar rahatlatıcı bulması ve inanmasını da etkileyebilecek bir durumdur. Zaten birçok kültürde de belli bir yaştan sonra birçok insanın dini konulara daha fazla eğilim göstermesini de bu bulgulara bağlayabiliriz. Sonuç olarak ölüm düşüncesi ile yüzleşmenin sonrasında birçok kişi kendisini cesaretlendirerek, herhangi mensubu olduğu bir görüşte daha cesur yani dolayısıyla ketum davranabiliyor ve karar verme yetisi bu cesaretlenme sonucu canlanabiliyor. Bunlar her ne kadar cesurca görünse de insanların ölüm ile yüzleşme sonrası yaşadıkları korkudan kaynaklanan bilişsel bir süreçtir. Yani ölüm ile yüzleşme sonrası yaşanan korkuyla birlikte ‘’Bundan daha kötü ne olabilir?’’ diye düşünerek bir daha o korku dolu an yaşanana dek gündelik hayatta birçok şeyi cesurca yapmamıza olanak sağlar. Yani aslınca ‘’Ölüm anı’’ sonrası insan bu korkusundan dolayı diğer anlarına sıkı sıkıya yani büyük bir cesaretle bağlanır.

PsiNossa 17


SERBEST ZAMAN

Bir Saatin İçinde Olanlar

S

on kahkahasını da attığında artık bu düşünce çoktan kafasına yerleşmişti. Sakince çantasını toplarken gülmenin doruk noktasına vardığını ve artık hüzünden ayırt edilemez olduğunu işaret eden gözyaşlarını sildi. Bu kadar gülmenin kendisinde sarhoşluk yaptığını bildiğinden derin derin nefes alarak kafasını toparladı ve düşüncesinin yinelenmesine izin verdi. “Yel değirmenlerine açılan savaş kadar makul.” diye geçirdi içinden. Yürüdüğü yolda aniden karşısına çıktığı adama “ Ama ne sen Sanço Panza’sın ne de ben Don Kişot!” dedi. Heybetli gövdesi ve iri cüssesiyle kısa bir duraksamanın ardından adam: “Devleri gördüğünüzü sandığınız bu akşam içmişsiniz, sarhoşsunuz herhalde, hepsi bu?” dedi. “İçmedim, nefessiz kalana kadar güldüğümde kafamın güzelleştiği doğrudur ama.” diyerek yan sokağa giriş yaptı. Cüsseli adama dönüp bakmak istedi ama onu göremedi. “Sanço olamasa da, kafa birine benziyordu.” diye geçirdi içinden. Kahkaha attı yine ve gecenin sessizliğinde yankılanan sesiyle hızlıca yürümeye başladı. Sesi yankılanmaya devam ediyordu. O kadar hızlanmıştı ki, yankılanan son sesinin yanından süratle geçti ve onu geride bıraktı. Ama akıp giden zamana karşı koyamıyordu. Zamanla hep bir alıp veremediği olmuştu. Zaman onu alıp bir yerlere getiriyor ve bunu çok hızlı yapıyordu. Korktuğunu getirmekte üzerine olmayan, sevdiklerini alan, aşık olduğu, konuştuğu, güldüğü her anı geride bırakan bir zaman vardı; kendi hayatı için ileri doğru akan. Yönünden memnundu elbet, ama hızını uyduramıyordu. Tutabilse yakasından zamanı, yoluna talaş döküp onunla yürümeyi isteyebilirdi. Zaten geçmişteki bir soruya verdiği yanıtta kalmıştı bu sözleri: Bırak Zaman Aksın! En sevdiğim albümleri!

18 PsiNossa

Emel ZORALOĞLU Hızını kaybetmemişti daha. Aklından geçirdiklerini biri kendisine söylese donup kalacağı fikirler silsilesini def etmeye çalışıyordu artık. Zamanı durdurmak isterdi, yaşamak oyun değildi. Geçmişi bir daha yaşamak isterdi, atinin ortada olan akıbeti! Ya da zaman yavaşlasındı tek dileği, ne haddineydi? Ve tabi ki, zamanın ruhunu ele geçirmek isterdi, bir ruha savaş açmak büyük bir cesaret demekti. Yine son fikrinde sabitlenip kalınca elleri buz kesmişti. Ayaklarına doğru inen soğuk sular ve alnına doğru hektar hektar büyüyen ateş topu içinde kilitlenip kaldı. Karanlığın ve yaşadığı korkunun etkisiyle adeta gözbebeğinden oluşan gözlerini bir noktada sabitlemişti. Aniden esen ıslıklı bir rüzgar, anahtar gibi, kilitlenen bedenini açmasını sağladı. Neredeydi bu zamanın ruhu? Nerede bulabilirdi ki onunla savaşıp esir hale getirecekti, ya da onu yok edip zamanın ruhu kendisi olacaktı? Filmlere konu, kurmaca edebiyatın dönem dönem merkeze aldığı, küçükken yetişkin hayatına özenin ve büyüyünce kirlenen dünyadan çocukluk masumiyetine dönebilmenin yegane yolu görünen, bazen sadece bir fantezi, ancak hayal edilen gerçekliği yerlere düşünce de program ismi olarak kalan “zaman makinesi” yoktu. Olsaydı şayet, muhakkak makineye ruh katardı. Bir saat! Bir saatin içindeydi olsa olsa. Her insana vesvese veren iblis gibi, o da her saatin içinde sözünü dinletiyordu. Bir şeyin tamamen zıddına dönüşmesi olası değildi. Her kavram içinde zıddını taşırken birbirlerini var ediyordu. Korkusu tamamen geçmemişti. “Bir delilik!” dedi, ama övgüyle. Ürküp kaçmasını değil de ona karşı harekete geçmesini sağlayan cesareti toplamaya başlamıştı.


Şimdi atacağı bir adımla saatin içindeydi. Birbirine kenetlenmiş dişli çarklara batmamak için lastik gibi kıvrılarak hareket ediyordu. Zamanın ruhu dilediğince gezebilirdi burada, ruhi hafifliğin çarklara takılma gibi bir durumu olamasa gerekti. Neresindeydi acaba? Zemberek yayının arasına mı girmişti geldiğini duyup? Tam o sırada rutine binmiş tik-tak seslerinin katbekat ötesinde şiddetli bir sesle yüreği ağzına geldi. Dann dunnn sesleri, yelkovanın altmışıncı tam tur dairesel hareketini tamamladığını haber veriyordu. Korkudan sayamadı ses demetlerini. Ürkütücüydü, guguk kuşunu tercih ederdi. Dikkatli hareketlerle saatin kadranına çıktı. Yelkovan eğik duruyordu. Akrep, yelkovan ve saniye belirteci. Şu ana kadar aklına gelmemişti saniye çubuğunun özel bir adının olup olmadığı. Adını söyleyene kadar geçip gideceği için lüzumsuz mu görülmüştü? İlerliyordu saniye, yelkovan da bir tık aşağı inmişti şimdi. Saniyeyi koparıp atsa ne olurdu ki, yelkovan onu bekler miydi ilerlemek için? Amacı ortalığı birbirine katmak değildi, maazallah dünyanın düzenini tepetaklak etmek, hiç değildi. Zaten ayarlarla oynamak istese, hayatı boyunca hep kısa çöpü çekme özelliği burada da akrebi kırmasına sebep olurdu, daha uzun süreli bir sorunsal. Ama yine de içindeki zıpır çocuğu kırmayarak akrebi yanındaki sayıya sürükledi. Az önce yaşadığı korkunun kendisinde bıraktığı izle, akrebi bıraktığı an gözleri kısılıp yüzü ekşidi ve ellerini kulaklarına götürdü. Hemen peşinden gelen daannnn sesi ile içi titredi. Bir nevi zangoç olmuştu. Omzunda hissettiği yük maddiyata bürünse, daha da benzeyecekti. Onu aradıkça bulamaması artık sinirlerini bozmuştu. “Eyy zamanın ruhu neredesin?” diye bağırdı. Söylenegelen efsaneler, geldiğinde kapıyı üç kere vurmasını da tembihlerdi. Ama söylemedi, artık tik taklara karışan kalbinin sesini dinliyordu. Ya buradan hemen kaçıp gidecekti, ya da zamanın ruhunu ele geçirip zamanın ta kendisi olacaktı, zamanın ruhu olacaktı, bir şekilde zamanı kendisi için daha kabul edilebilir

bir şekilde ilerletecekti. Minicik bedenine bakmadan gelmişti buraya. Karşı koyabilir miydi zamanın ruhuna? Onunla yüzleştiği anı düşündü. Kahraman olmak istiyorsa bunu çok da düşünmemeliydi. Şimdi cesaretini toplayamaz da korkusuna yenilirse, bir daha kendisini bulamayabilirdi. Diyaframına aldığı nefesle “Zamanın ruhu!!” diye bağırdı. Kapkaranlık olan ortamda birden kendi gölgesini görmesiyle dili tutulmuştu. Arkasına bakamadan öylece kalakaldı. Işığın kaynağına kafasını çevirmek istiyor ama korkudan muhakeme edemiyordu. Biraz sonra kafasını çevirince şekilsiz ışık huzmesiyle karşılaştı. “ Ne istiyorsun benden, çağırdın ve geldim” dedi. Zamanın ruhu bu muydu? Işık huzmesine karşı ilk defa konuşacak olmasından boğazında düğümlü kelimeleri çözmesi gerekiyordu. Bekledi. “Neden bu kadar hızlısın, neden bu kadar kasvetli ve karanlık bir enerji veriyorsun? Seni ele geçirmeye geldim. Böylece zamanı kendi istediğim şekilde yönetebileceğim.” derken kendi sesinin titremezliğine hayran kaldı. Zamanın ruhu anlayışlı bir sesle “ Gel benimle.” dedi. Heyecan ve korkunun sersemliğiyle ışığa yaklaştı. Elini ışığa uzattı ve birdenbire hareket etmeye başladı. Öyle hızlı gidiyorlardı ki ne yönünü kestirebiliyor, ne de etrafını görebilmek için gözlerini açabiliyordu. Durduklarında nerde olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Işık, “Zamanın ötesindeyiz şu an, galiba tam da istediğin.” dedi. Nasıl mümkün olabilmişti, ışığın hızı onu zamanın ötesine taşımıştı. Zamanın ruhunu yenmiş miydi? Zaman artık yoktu sanki, içinde bir esrime, bir hoşluk vardı. Korkusunu yenmişti artık, kendi içindeki zaman kavgasını bitirdiğinden endişeleri de yok olup gitmişti, kendisinin kahramanı olmuştu. Bulunduğu yerden baktığında görüş alanına iri yapılı cüsseli adam girdi. Halen kafa biri olduğunu düşünüyordu. Adam çok hızlı yürüyor ve bir yandan da bağırıyordu. Sesinin ardından koşuyor da adeta onu yakalamak istiyor gibiydi…

PsiNossa 19


MEZUN YAZISI

Mehmet Ali ERKUŞ

S

elam, Ben mezun. Çok değil, altı üstü 2015 mezunu. PsiNossa’nın okuyucu kitlesi olarak seni az çok tanıyorum. Ve sana söyleyebileceklerim hakkında epey düşündüm. Bir şeyler derledim, umarım işe yarayacak şeyler olmuştur. Bütün derdim ise bir tık da olsa farkındalık yaratabilmek. Mesela, her birimize hayatımız boyunca birilerinin kariyeri örnek gösterildi; falancaların kızı şu mesleği okumuş, filancaların oğlu şu kadar para kazanıyormuş… Ee, bana ne kazandırıyor arkadaşım bu kıyaslamalar? İşin özü bu başarılı kişileri sürekli önüme sürmek mi? Hayır üstad, bu değil! Hiç değil üstelik. İşin özü sensin! Tam olarak sen! Hayata ‘Dünya benim etrafımda dönüyor!’ diye bakanlardanım. Tabi seni düşündüğümde senin etrafında dönüyor, her şey sana göre şekil alıyor. Bu anlayışı kabul ettik diyelim, şimdi kritik soru geliyor; sen kimsin? Öyle felsefi ya da mistik bir anlamda sormuyorum. Kastettiğim şey senin kendini ne kadar tanımanla ilgili. Yani sen kimsin ve kendini ne kadar tanıyorsun? Bir önceki paragrafta tüm kariyerini, hatta belki tüm hayatını etkileyebilecek bir soru sordum. Bu soru önemli üstad, bu soru çok önemli. Alanda çalışmaya başladığımdan beri en çok gözlemlediğim şey tam olarak şu; başarıya en yakın insan kendisini en çok tanıyan insan. Sen neleri iyi yapıyorsun ya da neleri kötü yapıyorsun? Kariyer planlama seminerlerimde bu noktayı uzun uzun konuşuyorum. İyi/başarılı yönlerimizi bilmek bizi kesinlikle çok güçlü kılıyor ancak bunun üzerine iyi olmadığımız, başarısız olduğumuz yönleri de bilmemiz bizi mükemmele götürüyor. Genelde kötü olduğu yönleri bilmeyen insanlarımız çok daha fazla. Bu durum başarısızlığa çok açık bir kapıdır. İyi yapamadığın işe girişmek başta sen olmak üzere herkese risk yaratırken iyi olduğun işe kalkışmak da yine başta sen olmak üzere herkes için bü-

20 PsiNossa

yük bir keyif. Buraya kadar tamam ama ben güçlü ve güçsüz yönlerimi nasıl keşfedeceğim diyorsan, biraz da onu konuşalım. Gözlemle üstadım. En çok hangi işleri yapmak sana iyi geliyor? Bilgisayar başında ya da laboratuvarda saatlerini geçirmek mi yoksa saatlerce insanlarla iletişim halinde olmak mı? Öğrencilik yıllarında vaktin varken her alana girip kendin için bunların cevabını bulman gerekiyor. Yeter mi? Tabiki yetmez. Mesleki yönelim, kişilik testleri gibi ölçümleri doldur, bak bakalım onlar neler diyor sana. Hiç mi işin içinden çıkamıyorsun? Tam olarak hangi işi yapayım, psikolog olacağım ama hangi alanda çalışayım gibi sorularla hiç bir şekilde baş edemediysen o zaman belki bir kariyer danışmanından destek isteyebilirsin. Hadi, bu paragrafta ise iki yeni mezun öğrenciyi çok kısa karşılaştıralım. Hande ve Müge olsun. Hande kötü diyemeyeceğimiz bir üniversitede okudu, uzatmadan okulunu bitirdi. Müge de hemen hemen aynı standartlarda okudu ve okurken gönüllü stajlar yaptı, sosyal sorumluluk faaliyetlerine katıldı, projeler yazdı ve başka projelerde yer aldı, öğrenci birliklerinde görev aldı, yabancı dil öğrendi. Ve ikisi için de mezuniyet geldi, CV hazırlayacağız. Hangisinde daha çok veri var gözünün önünde canlandırır mısın? Hatta sen işe alım yapan kişi ol, hangisini alırsın? İşte olayın bir diğer yüzü bu. Öğrenciyken ne kadar çok işe girersen iyi olduğun becerileri o kadar çok keşfedersin. Önümüze adaylar geldiğinde de çok çalışmış, deneyimlemiş kişiler mutlaka öncelikli olacaktır. Dediler ki yazıda kendinden de bahsetmen gerekiyor, o halde biraz değineyim. Işık Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdim, İngilizce eğitim aldım. Hazırlıkta tesadüfen TPÖÇG’ü tanıdım, yönetim kurulu başkanlığı dahil birçok görevde çalıştım. Hala mezunlar biriminde gönüllüyüm. En çok sorulan sorulardan bir tanesi: TPÖÇG sana ne kattı? Yazmakla bitiremem inan. İletişim becerilerinden kriz yönetimi becerilerine, organizasyon becerilerinden yönetim becerilerine neler neler kazandırdı bana. İş hayatına girer girmez


hepsinden ziyadesiyle faydalanmaya başladım. Şu an ise İstanbul’da bir psikoloji firmasında kurumsal danışmanlık üzerine çalışıyorum. Anladığınız üzere endüstri psikolojisini seviyorum ve yüksek lisansımı düşünme aşamasındayım. Öyle mezun olur olmaz hemen yüksek lisans peşinde koşmayı da kendimce çok doğru bulmuyorum. Önce gerçek anlamda deneyimleyip neler yapmak istediğinden emin olduktan sonra uzmanlık almanın mantıklı olduğunu düşünüyorum. Yazımı ufak ufak tamamlarken son olarak değinmek istediğim bir konu var; değerlerimiz. Ülkemizde yetişmiş en büyük değerlerden birisi olan Mehmet Toner bir gün bize, ‘Hepiniz başarılı olacaksınız ancak bazıları bir hata yapacak. O hata acele etmek olacak. Acele edip değerlerinizi bir kenara bırakmayın sakın. On defa yere çakıldıktan sonra anlarsınız hata yaptığınızı’ demişti. Bu sözü hiç unutamıyorum. Bizim toplum değerlerimiz var, mesleki etiğimiz var. Eğer gerekli emeği verirsen başarılı olman kaçınılmaz üstad, yeter ki aceleci davranıp değerlerimizden ödün vermeyin. Psikolojiye ve bu alanda çalışan kişilere destek olmayı gönüllülük olarak benimsemiş bir arkadaşınız olarak, senin için yapabileceğim bir şey olduğunda buralardayım. Bana bir mail atman yeterli olacaktır; malierkus@gmail.com TPÖÇG’ü, PsiNossa’yı ve bu insanları çok seviyorum. Gönüllülüğün bol olsun, Mehmet Ali Erkuş.

PsiNossa 21


RÖPORTAJ

Grup Abdal ile Röportaj Burak Bahardır AKIN

22 PsiNossa


G

rup Abdal’ın kuruluş hikayesi nedir? olmayacağı belliydi. Sonrasında Ali ile başka bir işte Nereden gelir, nereye gider? İsminizin (Grup Düşbaz) beraber olan Kerem Kekeç’e iki konser için gelir misin denildi ve bir daha ayrılık olmaanlamı nedir, bu isim kimin fikriydi?

İsim Ali’nin fikriydi. Neden Abdal? İki farklı anlamı var Abdal’ın: biri tasavvufi manası, tasavvufta dünya nimetlerinden elini ayağını çekmiş insan demek. Aynı zamanda bir gelenek abdal... Kırşehir ve çevresinde, Türkiye’nin her yerinde var ama çıkış yeri orası, halk arasında çalgıcılara, köylerde müzik yapan insanlara verilen bir isim. Ali’nin bu ismi koymasının temel nedeni bu. Aleti sırtına alıp oradan oraya gezip müzik yapan insanlar... Maalesef ismini koyduğumuz gruba sahip değiliz şu anda ama bu kadar bekledik sonunda kavuşacağız adımıza. Nasıl başladı sorusuna gelecek olursak deneysel bir çalışma olarak başladı. Bir gün Ali stüdyoya giriyor iki gitar ile bir şeyler çalıyor Haluk vardı o zaman o Ervah-ı Ezelde’yi okuyor “Aa güzel oldu” falan deniliyor böyle bir albüm yapalım fikri oluşuyor. Sonrasında internet üzerinden paylaşılıyor ve çok güzel tepkiler alınıyor. Sonrasında Gafil Gezme Şaşkın ve Mağusa Limanı yayınlandı. Ardından da albüm çıktı zaten. Albüm çıktıktan hemen sonra Haluk ile grubun ilişkisi bitti. Hiçbir zaman Grup Abdal ile konsere çıkmadı. Grupların dağıldığı olmuştur ama böylesi hiç olmamıştı. Nedeni bizde kalsın. Zaten

dı. Şubat ayı gibi Ervah-ı Ezelde albümü çıktı mayıs sonunda biz Ozanca’yı paylaştık internette. 7 parçalık bir internet albümü hazırladık. Ondan bir sene sonra çıktı albüm. 16 türkü olarak yayınlandı. Orada da Şifa İstemem ve Altın Yüzüğüm Kırıldı türküleri ön plana çıktı. Ozanca 2013 yılında ilk ondaydı bütün türlerde satış rakamı olarak. Bir sene önce çıkan internet albümü olmasına rağmen insanlar yine almayı tercih etti. Böyle bir süreç var işte sonuç olarak. O günden bugüne hala konser yapıyoruz hala konserlere yoğun talep var. Üç yıldan fazla oldu en son albüm çıkalı. Şu anda albüm yapamıyoruz çünkü marka patentini aldığından dolayı şu an hiçbir platformda paylaşım yapamıyoruz. Hepsi kapattırıldı. Yapsak bile kimseye duyuramayacağız. Haziran ayını bekliyoruz. Sonuç çıkarsa hemen yapacağız.

İlk başta grubun dağıldığı, sonrasında Haluk Tolga İlhan’ın gruptan ayrıldığı grubun dağılmadığı söylendi. Bu durum sizi nasıl etkiledi? Bu süreç şöyle işledi: Haluk gruptan ayrıldığı gün hesapların şifrelerini değiştirdi ve grubun dağıldığını

PsiNossa 23


ilan etti. Bizim de başka bir platformumuz olmadığı için her şeye sıfırdan başladık. Dediğim gibi albüm yaptık hemen, üç dört ay içerisinde toparladık ve insanlara anlattık durumu. O zamanki psikolojik durum bazen zorlaştı. Grubun ismini değiştirmek gündeme geldi çünkü ismin artık kirlendiğini düşünüyorduk. Ozanca olarak devam edelim diye düşündük. Bir dönem öyle devam etti. Haluk da bir süre kendi ismiyle bir süre Grup Abdal ismiyle devam etti. Şu anda fiziki afişlerde Abdal Haluk Tolga İlhan, internet etkinliklerinde Grup Abdal olarak kullanıyor. Şu anda ismini resmi olarak kimlikte Abdal Haluk Tolga İlgan olarak geçiyor bunu kullanıyor. Çünkü markanın elinden gideceğini biliyor. Dinleyicilerin de kafası karıştı bu süreçte. Her yerde bunu anlattık bu yüzden yorulduk. Şu anda sadece yeni tanıyanların kafası karışabilir. Eski dinleyicilerimiz de bu sorun yok. Abdal genç kitleye ve orta yaşa hitap ediyor ama her yaştan dinleyicimiz var. Gerçekten kaliteli insanların profillerin dinlemesi mutlu ediyor. Kendini bilen, eğitimli, türkü dinlemeyi seven ama başka müzik türlerine de kendini kapatmayan insanlar dinliyor bizi.

Farklı bir proje olarak biliniyorsunuz, seviliyorsunuz. Peki siz yaptığınız bu müziğe nasıl bakıyorsunuz? Nasıl tarif ediyorsunuz?

Türkü yorumluyoruz ama çok sade yorumluyoruz. Çalgılarımız farklılıklar gösteriyor. Genelde batı sazları kullanıyoruz ama doğu sazları da kullanıyoruz. Bağlama kullanıyoruz, İran santuru kullanıyoruz, Türk çalım tekniğiyle keman kullanıyoruz, klasik kemençe kullanıyoruz. Kısaca yalın bir müzik yapmaya çalışıyoruz. Zaten türkülerin bir gücü var ve onu daha çok düzenlemelere boğup, çünkü bir dönem böyle bir furya vardı davullar baslar vs. insanlar bundan yoruldu. Sade, yalın; sahnede nasılsa albümü de öyle görmek istiyor. Söylenilen türküler söz ağırlıklı ve insanlar söze bakıyor daha fazla. Klasik gitara koma perdesi çaktı Ali Ekber, böylece farklı bir tını edindi. Yine Türk ezgileri bir batı sazıyla çalındı insanların ilgisini çekti. Türk Halk Müziği’ne aykırı hiçbir şey yok. Söylerken ve çalarken tamamen sadelikten yanayız. Akorlarımız dahi sadedir. Herkesin söyleyebileceği sadelikte söylenildiği için insanlar kendine yakın görüyor olabilir. Genel sound farklı ve kendine has bir rengi var.

24 PsiNossa

Albümlerdeki türkülere baktığımız bilindik türküler kadar çok fazla bilinmeyen türküleri de görüyoruz. Repertuar seçiminde nasıl bir çalışma izliyorsunuz?

Repertuar seçimi bizim için gerçekten önemli. İnce eleyip sık dokuyoruz. Bilindik türkülerde var, çok fazla yorumlanmış türkülerde var ama biz farklı söylüyoruz. Fakat Altın Yüzüğüm Kırıldı çok az bilinirdi. Sadece Malatyalı bir usta söylemiş 80’li yıllarda. Yaptığımız dönemde sadece onu görmüştük türküyü okuyan. Aynı zamanda jenerasyon değişiyor, yeni jenerasyon önceden tüketilmiş türküleri bilmiyor ama o türküler orada duruyor. Sizin jenerasyonunuzla birlikte sound değişimi oldu. Herkes her müziğe ulaşabilme şansına sahip durumda… Bu yüzden yeni bir sound ile canlandırmak önemli. İlla ki bilinmeyecek türkü aramıyoruz elbette ama dikkat ediyoruz. Çok icra edilmiş olan bir türkü de olabilir ama çok seviyoruz. İyi yorumladığımızı düşündüğümüz bir türküyü albüme koyuyoruz. Herkes her türküyü söyler ama hakkını veremeyebilir. Bu doğal. Sonuçta ses bir enstrüman… Bağlama ile her türküyü çalabilirsin ama istediğin tadı vermeyebilir elbette. Mesela bir türkü çok seviliyor, üzerinde bir müddet çalışıp küçük bir kayıt alınıyor, dinleniyor; “abi olmamış” deniliyor. Sese, gruba yakışmalı ve söz çok güçlü olmalı. Biz söze çok önem veriyoruz. Türküler seçiliyor, elemelerden sonra da gruptaki üç soliste göre seçim yapılıyor. Yeni albümümüzde dört beş tane türkü formatında beste olacak. Bizim söz müziğini yazdığımız ya da ozanların yazdığı bizim bestelediğimiz eserler olacak.

Sizce müzik bireyin duygularını pozitif veya negatif yönde etkileyebilir mi? Yoksa sadece var olan bir duyguyu mu güçlendirir?

İkisi de. Duygunu güçlendirebilir seni daha fazla üzgün yahut sevinçli hissettirebilir ya da tamamen farklı bir ruh haline kısa süreli de olsa geçiş sağlamana yardımcı olabilir. Sonuçta ne olursa olsun müzik keyifli bir şeydir. Bazı ezgilerin, sözlerin zerafeti vardır. Hiç aklında yokken seni terk eden insanı hatırlatabilir.


Hitap edilen kitlenin sayısal durumu yaptığınız müziği etkiler mi?

Bizi değiştirmez. Biz istediğimiz müziği yaparız. Abdal olarak daha çok insan bizi dinlesin diye müziğimizi değiştirmeyiz. Yapacağımızı yaparız dinleyen dinler. Sayının bir önemi yok önemli olan 10 kişi bile olsa etkileşimdir. Müziğimizi ona göre belirlemeyiz elbette ama her müzisyen daha çok kişiye ulaşmak isteyecektir.

Müzik insan psikolojisine nasıl bir etki edebilir?

Bizim bildiğimiz kadarıyla müzik bir tedavi amacı olarak kullanılıyordu. Çok güçlü bir araç… İnsanların ruh hallerine etki edebilir. Elbette tek başına ne kadar faydalı olabilir onu bilemeyiz ama etki ettiği aşikar… Her makamın farklı bir hastalığa iyi geldiği geçmişten beri söylenmiştir anlatılmıştır. Müziğin her zaman bu topraklarda deva olduğunu biliyoruz. Dilden önce müzik vardı sonuçta.

PsiNossa 25


26 PsiNossa


AKUT’un kuruluş amacı nedir, etkinlikleri nelerdir, ne zamandan beri faaliyettetir? Başka derneklerle vakıflarla birlikte yürüttükleri çalışmalar var mı, varsa bunlar neler? Arama kurtarma ekiplerine eğitim veriliyor mu, veriliyorsa bu eğitimlerin içeriği nedir? Ekipte çalışanların psikolojilerini korumak adına ne gibi destekler sağlanıyor?

A

KUT Arama Kurtarma Derneği, kurulduğu günden bu yana dağ ve diğer doğa kazalarında, doğal afetlerde, yetkisi ve imkânı dahilinde tüm koşullarda, zor durumda kalmış, yardıma ihtiyacı olan, yardım talep eden herkesin yardımına koşan, bunu yaparken eğitimli, disiplinli, standartları yüksek ekip ve ekipmanlar kullanan, toplumu bilgilendiren ve eğiten, tamamen gönüllülük esasına dayalı bir sivil toplum kuruluşudur. Bugün Türkiye’nin 36 bölgesinde, 2.000’in üzerinde gönüllüsü ile karşılıksız yardımseverlik, gönüllülük, dürüstlük, güvenilirlik ve insan hayatına değer vermek ilkeleri ile çalışmalarını sürdürmektedir. 1996 yılında kurulduğu tarihten bugüne kadar 2.000’i aşan operasyona katılmış ve 2.200’ün üzerinde canlının yaşamını kurtarmıştır. 1999 yılından bu yana Bakanlar Kurulu Kararı ile Kamu Yararına çalışır dernek statüsünde bulunan AKUT, 2009 yılından itibaren Bakanlar Kurulu Kararı ile İzin Almadan Yardım Toplayabilen Kuruluşlar arasında yer almıştır. Dünyanın büyük afetlerinde de ülkemizi temsil eden AKUT, 2011 yılında başarıyla tamamladığı zorlu tatbikatın ardından, Birleşmiş Milletler‘in dünya afetleriyle mücadele gücüne dahil edilmiş ve Türkiye’nin Birleşmiş Milletler tarafından akredite edilen ilk arama kurtarma ekibi olmuştur. Arama kurtarma konusundaki 20 yıllık bilgi birikimi ve deneyimini paylaşmak amacıyla aynı alanda çalışan sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere, ilgili kamu kuruluşları ya da özel sektörden paydaşlarla işbirliği yapmaktadır. Yılın neredeyse her günü gerçekleştirdiği arama kurtarma faaliyetlerini tamamen gönüllü bir kadroyla yürütürken bünyesindeki psikologlar ve uzmanların desteğiyle psikolojik destek çalışmaları yürütülmektedir. AKUT’un faaliyetleri sadece arama kurtarma çalışmaları ile sınırlı kalmamış, zaman ilerledik-

çe “çözümün bir parçası” olma düsturu ile yaşadığı topraklarda toplumu ilgilendiren sorunlara sahip çıkma ilkesiyle hareket etmiş ve AKUT çatısı altında pek çok farklı kuruluş, farklı faaliyetleri ile yer almaya başlamıştır. Bugün 20 yaşını tamamlamış bir STK olarak, arama kurtarma faaliyetlerine odaklanan Derneği, toplumda güvenli yaşam kültürü oluşturabilmek için eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları ve bu çalışmaları yaygınlaştırmak amacıyla projeler gerçekleştiren Vakfı, farklı branşlarıyla her geçen gün Türk sporuna yeni sporcular kazandıran ve başarılar elde eden Spor Kulübü; yurt içi ve yurt dışında acil durum yönetimi ve kurtarma konularında eğitim ve danışmanlık hizmeti veren Enstitüsü; bilgiyi yayan ve paylaşan Yayınevi, üniversite gençliğini sosyal sorumluluk projelerine teşvik eden Öğrenci Topluluklarıyla her geçen gün büyümeye ve farklı alanlarda farklı çalışmalar yürütmeye devam etmektedir. Tüm bu çalışmalar, özel ve kamu sektöründen pek çok ilgili paydaşla işbirliği içinde yürütülmektedir. AKUT çatısı altında, toplumu afetler konusunda bilgilendirmek amacıyla yapılan Afet Bilinçlendirme seminerlerinin yanı sıra, Sağlık Bakanlığı Sertifikalı İlkyardım Eğitimleri, Ev Kazaları seminerleri, Doğada Yaşam gibi farklı alanlarda eğitim ve bilgilendirme çalışmaları yürütülmektedir. AKUT Enstitüsü ise ACİL Durum Yönetimi ve kapasite geliştirme başlığı altında pek çok eğitim ve danışmanlık hizmeti vermektedir. Her hangi bir ihtiyaç anında operasyonel gönüllülerimizin psikolojik desteğini, kendi iç kaynaklarımız vasıtası ile çözmekteyiz. Gönüllü ağımızda bulunan psikolog ve psikiyatristlerimiz, ihtiyaç gördükleri takdirde bağlı bulundukları meslek örgütlerinden de destek almaktadır.

PsiNossa 27


Ayın Farkındalıkları: Mayıs 7 Mayıs

10 Mayıs

Haldun Taner’in Vefatı

Psikologlar Günü

11 Mayıs

Sait Faik’in Vefatı

17 Mayıs

18 Mayıs

Mahzuni Şerif ’in Vefatı

Türkan Saylan’ın Vefatı

28 Mayıs

Edip Cansever’in Vefatı

28 PsiNossa


Fazla Şiirden Ölmek

P

enbe Hanım ve Fazlı Bey, İstanbul’da kucaklarına aldıkları, adını Ömer Edip koydukları, manasız ağlama sesleri çıkaran çocuklarının edebiyatımızın en güzel şiir söyleyen (bakın yazan demedim, okuyan hiç demedim) şairlerinden biri olacağını elbette tahmin edemezlerdi. İlk şiirlerini çocuk sayılabilecek yaşta değil, çocuk yaşta bir dergide basılı görmenin hazzını doyasıya yaşadı. Yıllar geçtikçe şiirleri birbirinden farklı dergilerde yayınlanıyordu. Cansever daha fazla tanınmaya başladı. O zamanın aydın kesime göre bir Kapalı Çarşı esnafından beklenenden daha yetenekli bir kalemdi. Düşünüyorum da bir zamanlar antikacı olmasıyla şiirimize bir devrim sunan ikinci yenicilerden olması arasında nasıl bir bağlantı olabilir ki? “İkindi Üstü” isimli kitabı 1947 yılında çıktığı zaman olumsuz eleştirilere maruz kaldı. Rakı masasında bir balık olan Orhan Veli bu kitap üzerine “Genç bir şairin, üstelik insana birçok umutlar veren bir şairin ilk çıkardığı kitap için kötü sözler söylemek istemem. Bununla beraber oldukça önemli bulduğum bir nokta üzerinde durmadan da edemeyeceğim. İkindi Üstü şairinin hoşlandığı birtakım olaylar bulunabilir. Üstelik bunlar güzel şeyler de olabilir. Ama bunları anlatmakla şiir söylenmiş olmayacağını, bunların şiirden ayrı şeyler olduklarını bu genç şairin düşünmesi lazım.” Yıllar sonra Edip Cansever bu kitap hakkında “1947’de, bugün dahi peşimi bırakmayan İkindi Üstü’nü yayımlıyorum” cümlesiyle bahis açacaktır. Zamanla temeli Garip şiiri olan şiirinin dilini ay-

Burak Bahadır AKIN

rıntılarla zenginleştirdi. Gündelik hayatın söylemlerini, biçimsel kaygılar güderek şiirine aktardı. Kendine has bir üslubun oluştuğunu ‘masa da masaymış ha’ şiirinde görebilmekteyiz. Yerçekimli Karanfil’i bilmeyen yoktur elbette. Bu kitap çıktığı zaman 1959 yılında “Dost” dergisinin soruşturmasında ‘en beğenilen şair’ seçilen Edip Cansever ikinci yeniciler hakkında şunları söylüyordu: “ İkinci yeni diye adlandırılan şairlerin şiir anlayışları da şiirleri de birbirinden çok farklıdır.” Behçet Necatigil’e göre Cansever 1950’li yıllardan itibaren varoluşçuluk felsefesinin etkisinde, kişinin sınırlı, tek düze dünya karmaşasındaki yerini araştıran ve düşünce payı ağır basan şiire yöneldi. Bu yöneliş de ikinci yeninin önderlerinden olmasında başat bir rol oynadı. İyi ki yöneldi, iyi ki oynadı. Edip Cansever’in yaşadığı dönemde şiirimiz en verimli dönemini geçiriyordu. Garip, İkinci Yeni, Mavi… Şiirimizin modernleştiği, hece kalıplarına bağlı olmadan da kendi içinde bir ses ahengi yakalamayı başardığı bu dönemde Cansever’in rolü yadsınamaz. yeşil ipek gömleğinin yakası büyük zamana düşer her şeyin fazlası zararlıdır ya fazla şiirden öldü edip cansever c.süreya

PsiNossa 29


FİLM

Hispanik Bir Korku Masalı: Pan’ın Labirenti

B

Gökçe OFLU

u ayın konusunun korku ve cesaret olduğunu duyduğumda aklıma tereddütsüz gelen ilk film Guillermo del Toro’nun Türkçeye Pan’ın Labirenti olarak çevrilen El Laberinto del Fauno isimli filmiydi. Guillermo del Toro Meksikalı bir yönetmen, yapımcı ve senarist. Hem yönetmenliğini, hem de senaristliğini del Toro’nun üstlendiği Pan’ın Labirenti 2006’da Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye ve 2007’de En İyi Özgün Senaryo, En İyi Film Müziği ve Yabancı Dilde En İyi Film alanlarında Akademi Ödülü’ne aday gösterilmiş, 2007’de 3 dalda Akademi Ödülü, BAFTA İngilizce Olmayan En İyi Film Ödülü’nü, Ariel En İyi Yönetmen Ödülü’nü ve Goya En İyi Özgün Senaryo Ödülü’nü kazanmıştır. Film, 1944 İspanya’sında geçiyor. Bu süreci daha iyi anlayabilmek için daha önceki dönemlere kısaca bir göz atmak gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren giderek artan komünist rejim korkusu ve askeri darbeler, 1931’de İkinci İspanya Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle seçilen solcu ve cumhuriyetçi ağırlıklı bir meclisin göreve başlaması ve kurulan hükümetin Kilise ve toprak reformuna dair adımlar atmaya başlamasıyla sağ hareketin ivme kazanması ve 1933 yılında yapılan seçimi kazanması ülkeyi adım adım iç savaşa sürükledi. 1936 yılında yapılan seçimlerde ise solcular galip geldi ve Temmuz 1936’da iç savaşı başlatan olaylar patlak verdi. 1939 yılının Nisan ayına kadar süren iç savaşta Milliyetçiler Almanya ve İtalya’nın, Cumhuriyetçilerse SSCB’nin desteğiyle dünyanın en kanlı mücadelelerinden birini verdiler. İç savaş, Francisco Franco’nun liderliğindeki Milliyetçilerin zaferiyle sonuçlandı ve İspanya, 1975’te Franco ölene kadar faşizan bir diktatörlükle yönetildi. Hikaye,

30 PsiNossa

Franco yönetiminin ilk zamanlarında, en ufak muhalefete bile en sert hamlelerle cevap verilen bu ortamda geçiyor. Filmin girişinde anlatılan masala göre Yeraltı Krallığı’nın prensesi Moanna insanların dünyasını merak ettiği için saraydan kaçıp dünyaya gelir. Ancak güneşin parlaklığı gözlerini kör eder ve hafızasını siler. Dünyada yaşadığı acı ve ıstıraba dayanamayan prenses ölür. Kralsa kızının ruhunun bir gün başka bir bedende geri döneceğine dair umudunu hiç yitirmez ve onun geri dönüşünü bekler. Filmin başkahramanı Ofelia isimli bir kız. Ofelia’nın Franco’cu yüzbaşı Vidal’le evli olan annesi ile birlikte yüzbaşının yanına gitmek için yola çıkmasıyla başlayan film girişte anlatılan masalı da hikayenin içinde eriterek ilerliyor. Pan’ın Labirenti’ni diğerlerinden ayıran taraf, film boyunca izlenenleri yorumlamayı seyirciye bırakması. İsterseniz bütün olanların savaş ve şiddet ortamından kaçmak için hayal dünyasına sığınan bir çocuğun kurgusu olduğunu düşünebilir, isterseniz de Ofelia’nın ailesine kavuşmaya çalışan Prenses Moanna olduğuna inanabilirsiniz. Daha gerçekçi bir pencereden bakacak olursak Ofelia’nın kurduğu hayaller Freud’un savunma mekanizmalarından biri olan hayal kurmayla özdeşleştirilebilir. Freud’a göre iç ve dış dünyadaki engellemeler sonucu özellikle çocuklar ve ergenler hayal dünyasına kaçarak idden gelen arzuları çeşitli fanteziler kurarak tatmin etmektedir. Aynı zamanda Ofelia karakterinin hareketleri, David Elkind’ın ergen ben merkezliliğinin unsurlarından biri olarak tanımladığı kişisel hikâye fenomeniyle de açıklanabilir. Kişisel hikâye fenomenine göre ergen kendisini biricik ve yenilmez hisseder. Film boyunca korkutucu ve zor görevlerle karşılaşan Ofelia’nın


cesaretinin altında yatan sebep belki de budur. Filmde dikkat çeken bir diğer karakter Mercedes. Yüzbaşı Vidal’in ev işlerini çekip çevirmekle görevli olan Mercedes aynı zamanda Franco karşıtı gerillalara yardım ediyor. Bana göre filmde hem korkuyu hem de cesareti en iyi şekilde temsil eden karakter. Vidal’in ve Franco yanlılarının katıksız şiddetinden ister istemez korku duyarken kardeşinin de aralarında bulunduğu gerillalara yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Picasso’nun 1937 yılında İspanya iç savaşı esnasında Nazilerin İspanya’nın Guernica şehrini bombalaması üzerine yaptığı Guernica tablosunda resmettiği korku dolu bir şekilde elinde gaz lambası tutan kadın figürü Mercedes’i anımsatıyor. Korkmasına rağmen çevresinde yaşananlar acılar karşısında gözlerini kapatmayan ve ışığını yardıma muhtaçlarla paylaşan Mercedes, film sona yaklaşırken yaptıklarıyla Vidal’e, küçümsediği ve görmezden geldiği kadınların aslında Vidal’in en çok korkması gerekenler olduğunu öğretiyor. Mercedes’in cesaretinin karşısındaysa Ofelia’nın annesinin sinmiş hali yer alabilir. Kocasının ölümünün ardından Ofelia’yı tek başına büyütmek zorunda kalan Carmen yaşadığı sıkıntıları Vidal’le evlenip onu memnun etmeye çalışarak aşmaya çalışıyor. Yüzbaşı Vidal yeryüzünün en cinsiyetçi adamlarından biri olduğu için Carmen’in etliye sütlüye karışmadan, yüzbaşının çocuğunu “gerekirse kendi canı pahasına” doğurması gerekiyor. Filmde Mercedes’in zıddı olarak temsil edilen Carmen’in cesaret sergilememe sebebi üzerine şahsi görüşüm Vidal’le evlenirken cesaretini son damlasına kadar kullanmış olması. Gelelim antagonistimiz Yüzbaşı Vidal’e. Film boyunca hiçbir şekilde en ufak bir sempa-

ti besleyemeyeceğimiz bir şekilde kurgulanmış bu karakter aşırı şiddet eğilimi ve duygusuzluğuyla dikkat çekiyor. Mükemmeliyetçiliği, aşırı disiplinli hali, koşulsuz itaat beklentisi, empati duygusundan yoksunluğu ve sorgusuz infazları film boyunca diken üstünde oturmanıza sebebiyet verebilir. Babasına dair trajik bir anısı olduğu izlenimi verilse de bu izlenim Yüzbaşı Vidal’in eylemlerine makul bir açıklama getirmenize neden olmuyor. İnsan olarak değer verdiği tek kişinin doğacak çocuğu olması Vidal’in yegâne kutsalının kan bağı olduğunu gösteriyor. Filmdeki bütün kadın karakterleri farklı görevleri yerine getirmekle yükümlü metalar olarak gören Vidal’in sonunu ironik bir şekilde bu bakış açısı getiriyor. Pan’ın Labirenti yoğun korku ve şiddet sahneleriyle bezenmiş de olsa yansıtmaya çalıştığı dönemin ruh halini izleyiciye bu yolla aktarabilen bir film. Fantastik sahneler, filmin anlattığı dönemle eş güdümlü olarak, mutluluk verici ve renkli değil, karanlık ve korkutucu bir şekilde temsil edilmiş. Yine de del Toro, yoruma açık bir şekilde ilettiği gerçeklik algısıyla inanmak isteyenler için bir umut ışığı bırakıyor.

Pan’ın Labirenti(El Laberinto del Fauno) Yönetmen: Guillermo del Toro Yapım yılı: 2006 Süre: 119 dakika

PsiNossa 31


KİTAP

Çocukluğun Soğuk Geceleri Tezer Özlü Günlük Bir Rutin: Ölüm

Y

aşadığımızın, kanlı canlı var olduğumuzun nasıl farkına varıyoruz? Ciğerlerimizi hava ile doldurmak, tüm damarlarımıza kan pompalayan küçük bir yumrunun seslerini duymak, gözlerimizi kırpmak, dönüp duran bu dünyada ‘Evet, ben de varım!’ diyebilmek için yeterli mi? Belki de siz yaşamı tüm bu fizyolojilerden ayrı tutuyorsunuz; yaşam ile ölüm arasında geçen zamanı alıp verdiğiniz nefes sayısıyla değil, kendi benliğinizin nasıl yapılandığıyla ilgili olduğunu düşünüyorsunuz. Tüm yaşamımız kim olduğumuzu anlamaya çalışmakla geçiyorsa, bu yaşantımızı nasıl etkiler? Tezer Özlü ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde kendi hayatından, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen düşüncelerini eyleme döktüğü intiharından, şok tedavisi görerek geçirdiği klinik günlerinden bahsediyor. Kitabı okurken fark ettiğim yazarın, bir kimlik arayışı içerisinde olduğuydu. Kimliği ile ilgili alternatif sorular geliştirmişti. Kimleri sevdiğinin, nasıl erkeklerle birlikte olmak istediğinin, neleri yapmaktan hoşlandığının farkındaydı. Kadınsı yüzlü erkekleri beğeniyor, kumsalda tek başına oturup güneşin doğuşunu izlerken huzur buluyordu. Ancak bu sorular arasında bağlantı kuramamıştı. Bu durum Marcia’nın askıya alınmış kimlik tanımına yakın bir yerde. Kriz anında kendini aciz hissetme bu kimlik tanımının başlıca özelliklerinden. Belki de bu yüzden yazar ölmeyi, diğer bütün rutinler gibi bir günlük bir şey olarak görüyor. “Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı.” Kitapta ölme isteğini bu cümlelerle anlatan yazar, kendini öldürmeyi denediğinden de bahsediyor.

32 PsiNossa

Merva ÖKSÜZ

Mutti ve Hayalet

Evliliklerini, hayatına giren insanları, dostlarını anlatırken Oğuz Haluk Alplaçin ya da yakın çevresi tarafından bilinen adıyla Hayalet Oğuz’dan bahsetmeyi unutmamış elbette. Hilmi Yavuz’un İstanbul Yazıları kitabında Mutti ve Hayalet başlıklı bölümde Tezer Özlü ve Hayalet Oğuz’dan bahseder. Bu yazıdan Hayalet’in, Tezer Özlü’ye Mutti adını taktığını öğreniyoruz. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Tezer Özlü Hayalet Oğuz’u zayıflığından ve nereye konup nereye göçtüğü belli olmadığından olsa gerek, kelebeğe benzetir. Ondan gizleyeceği, saklayacağı, paylaşamayacağı hiçbir olgu olmadığını söyler, dostluklarını bu şekilde anlatır. Tezer Özlü’nün kendi hayatından kesitler sunduğu bu ilk romanı yazarın yaşantısının eserlerine nasıl yansıdığını anlamak isteyenler için iyi bir kaynak olabilir. Kitabı okuduktan sonra Tezer Özlü hakkında daha çok bilgiye ulaşmak isterseniz yazarın diğer kitaplarını okumadan önce Tezer Özlü nün kız kardeşi Sezer Duru ve eşi Orhan Duru tarafından hazırlanan O Pera’daki Hayalet’i okuyabilirsiniz.


PsiNossa 33


KİTAP

Cesaretin Getirdiği Korku: Korkuyla Gelen Cesaret Frankenstein

S

ize bir icadın hikâyesini anlatacağım (Evet! Sahip olduğu bütün insanî meziyetlere rağmen ona icat dememde bir mahsur yok.). Öyle bir icat ki, mucidinin hayatını tamamıyla alt üst eden, hayatındaki bütün önemli karakterleri; kardeşini, babasını, eşini ve arkadaşını hayattan koparan bir icat. Bilimsel uğraş ve icat edebilme, insanoğlunu diğer canlılardan ayıran temel özelliklerdendir. İnsan diğer hiçbir türün ihtiyaç duymayacağı birtakım ihtiyaçları gereği, bilimsel çalışma ve akabinde teknik uğraşlarla icatlar üretir. Bu icatlar, hayatı kolaylaştırdıkları ölçüde insan doğasını da yepyeni boyutlara kavuşturmaya muktedirdirler. İnsanoğlunun hayata bakışı, ürettikleri ve icat ettiklerinden asla azade değildir. bu icatlara teknik olarak hayatı kolaylaştırdıkları gibi, insanı bazen kör kuyulara da itebilirler. Nitekim atomun parçalanması bilimsel bir devrimdir ama bu devrimin binlerce insanın hayatına mal olacak bir silah ürettiği de bir hakikattir. Ve aynı şekilde hayatı kolaylaştıran birçok alet, zihni köreltebilmekte, insanı hantallaştırmakta ve insanla beraber tüm diğer canlıların yegâne yaşamsal barınağı olan Dünya’yı günden güne eritmekte ve yok etmektedir. Böylesi zor sonuçları olan bir uğraşa insan neden girer? Kendi yaşamını dahi mutlak bir tehlikeye atacak bilimsel uğraşa insanı cesur kılan nedir? İnsanı tecrübe ettiği her felakete rağmen yine aynı uğraşa iten şey bilme isteğidir. Yani merak. Bilimsel merak; cesareti korkunun karşısına diken ve korkuya muzaffer kılan itici bir güçtür. Kahramanımız Victor Frankenstein tam da bu itici gücün ruhunu sarıp sarmaladığı bir bilme sevdalısıdır. İsviçreli çok iyi eğitim almış zengin bir ailenin çocuğu olan Frankenstein, küçükken okuduğu ve simyanın temel amaçlarını barındıran bir kitaptan edindiği bir fikirle üniversitenin yolunu tutar. Bilindiği üzere simya ilmi felsefe taşı ve ölümsüzlük iksirini bulmayı dert edinmiş, yüzyıllar boyu bu ülküye baş koymuş kişilerin oluşturduğu bir ilimdir. Bu ilmin artık geçerliliğini tümden yitirdiğini öğrendiğinde Victor yoğun bir hayal kırıklığı yaşar. Ama profesörlerin müşfik ilgisiyle modern bilime ve daha çok kimya ve fizyolojiye yönelir. Modern bilimin

34 PsiNossa

Servet GÜLDAL

uslu bir talebesi olan bu genç adamın aslında ruhunu saran tek bir hedef vardır: bir canlı yaratmak. Yani Frankenstein, modern bilimin imkânlarını simyanın hizmetlerine sunmuştur. Bu ülküsünü gerçekleştirmek için mezarlıklarda, insan ruhunun kaldıramayacağı ürkünç şartlarda çalışmış, korkudan bazen yaprak titremesinden dahi ürker olmuş ama sonunda mezarlıklardan topladığı insan parçalarıyla insandan daha büyük, daha çevik ve daha kuvvetli bir ceset oluşturmuştur. Bir gece bir sesle uyanan Victor; başucunda, kendisine bakan ve hırıltılar çıkarmakta olan ucubesini görünce korkudan kendini odanın dışına atar. Ve korkudan bir ay sinir hummasına tutulur. Kendine gelmeye başladığında ise bilimsel çalışmalara bir daha asla yaklaşmama kararı alır. Yarattığı ucube ise yaratıcısının dahi kendini terk ettiği bir dünyada yaşama savaşı verir. Önce yeme içme ve barınma gereksinimlerini giderir. Ardından insanlarla ilk karşılaşmasında insanların ondan korkmasına ve saldırmasına neden olacak kadar çirkin olduğunu anlar. Ama yılmaya niyeti yoktur ucubenin. İyiliksever ve fakir bir ailenin her türlü hal ve hareketlerini gözleyerek onlardan biri olmak için can atar. Onların dilini ve o dilde okumayı her günkü gözlemlerinden öğrenir ve kendini onlara sunmak, kabul ettirmek ister. Lakin bu yardımsever insanlar, yardımseverlik özellikleri, kendi türüne mensup, görüntüsü ve sesiyle onlara korku salmayacak kişilere özgüdür düşüncesiyle ondan korkmuş ve ona zarar vermeye çalışmıştır. İnsanların ondan korkması, onda farklı duyguların cesaret bulmasına neden olmuştur: Kendisini yaratandan almak istediği intikam. Ve bunun için cebinde yaratıcısının adını ve yaşadığı şehri barındıran notları takip ederek Cenevre’ye gelir. Aklına tekrardan iyi bir fikir gelmiştir. Eğer daha büyümemiş; korku, cesaret ve nefret gibi duyguları oluşmamış bir insan bulursa onun kendisini sevebileceğini düşünmektedir. Ve bu amaçla ormanda dolaşırken bir çocuk bulur. Ama fikirlerinde maalesef yanılmıştır ucube. Çocuk ondan korkar ve ona babası Frankenstein’in kendisine bunu ödeteceğini söyler. Frankenstein ismini duyan ucube, o çocuğun yaratıcısıyla akraba olduğunu anlayıp çocuk-


cağızı orada öldürür ve böylece kendisiyle yaratıcısı arasındaki ilişki tekrar kurulmuştur. Zira yaratıcısı, kardeşini o ucubenin öldürdüğünden emin bir şekilde, öfkeyle onu aramaya koyulmuştur. Ve böylece birbirleriyle ilk kez konuşurlar. Aralarındaki ilişki bazen Tanrı-iblis, bazen Tanrı-insan, bazense yaratıcının köle ve ucubenin efendi olduğu ilginç bir halde sürer. Kendisine yalnızlığını, yani yaratıcısı tarafından bile terk edilmekten ileri gelen kimsesizliğini ortadan kaldırmak için bir eş yaratmasını istediğinde Victor, onun bu isteğini reddeder. Ve cinayetler silsilesi böylece başlar. Kendisine yalnızlığı reva gören yaratıcısını da yalnızlıkla cezalandırmak için etrafındaki insanları bir bir öldürmeye başlar. Ucube, sahip olduğu çirkin ve korkutucu imaja rağmen içindeki insanî hasletleri paylaşmak isteyen biri. Yani bizden biri. Ama korkunçluk ve dışlanma onu öldürmeye cesaretli kılan şey oluyor. Yaratıcısı düşünmeye ve düşlemeye cesaret ederek onu yaratıyor ama akabinde ondan korkup kaçıyor. Annesinden ayrılan bir yavru misali doğada çaresiz ve kimsesiz kalıyor. Diğer insanların da korkuları, onu ürkek insancıl bir canlı olmaktan alıkoyup öldürmeye cesaretli kılıyor. Marry Shelley’in bir uyku uyanıklık anında gördüğü bir düşten esinlenerek yazdığı bu eser insana korkunun ve cesaretin farklı boyutlarını göstermektedir. Korkunçluğun imajla olan ilişkisini, korkulan olmanın yalnızlığı getirdiğini, düşünmenin verdiği cesaretin nice korkuları yenmeye olanak sağladığını ve en önemlisi insanın kendi yarattığı bir şeyden duyduğu korkunun felakete varan sonunu işlemektedir. Yani bazı korkuların akabinde, korkulanı mümkün kılacak bir cesareti tetiklediğini görmekteyiz. Veya korkulan olmanın, belirli istenmeyen kişisel özelliklerin ortaya çıktığına şahit olmaktayız. Yazarın kız kardeşine mektup yazan bir adamın notları vasıtasıyla Victor Frankenstein’in kendi dilinden anlattırdığı, güçlü bir kurguya ve gezi yazısı tadında doğa betimlemelerine sahip olan bu eser işlediği temalarıyla okunmaya ve korkulmaya değer bir kitap.

PsiNossa 35


MÜZİK

Sinema Tarihinde Müzik

M

üziğin gerek geçmişte gerekse günümüzde en çok etkili olduğu alanlardan biri şüphesiz ki sinema. Sesin henüz aktarılamadığı zamanlarda bile salonlarda orkestrayla duygular yansıtılmaya çalışılırdı. 1900’lerin başında sinema yavaş yavaş ortaya çıkmaktaydı. Filmler sessiz oldukları için filmin temposuna göre değişen besteler yapılmaya ve filmler sergilenirken kullanılmaya başladılar. Bu yöntem çok tutulunca sadece filmler için besteler yapan bir çok sanatçı ortaya çıktı. İlk başta sadece piyano gibi tek bir enstrüman kullanılsa da daha sonradan tam bir orkestra sahne almaya başladı. Bazen sıkıntılar çıksa da eski durgunluk ortadan kalktığı için bu yöntem sesli sinema çıkana kadar kullanılmaya devam etti. Bu dönemde yazılan bazı besteler hala en iyi film müzikleri arasında gösterilmektedir. Warner Bros yapım şirketinin, filmlere sesi de katmasıyla müzikaller popüler olmaya başladı. Özellikle dönemin sıkıntılarından kaçmak için insanlar

36 PsiNossa

Ayça KAPYAPAR eğlenceli filmleri tercih ediyordu. Bu filmlerin çoğunluğu ise müzikaldi ve Amerika’dan başka ülkelere yayılarak daha da popüler oldular. Müzikallerin modası sönmeye yüz tutarken, hikayeyi birinci planda tutan filmler daha çok yayıldı. Müzik artık sadece belli sahnelerde, verilmek istenen duyguyu yoğunlaştırmak için kullanılmaya başlanmıştı. 1934 yılında sinemanın en önemli kurumlarından biri olan Akademi Ödülleri, “En İyi Film Müziği” kategorisini de dağıtmaya başladı. Yıllar ilerledikçe teknolojinin de gelişmesiyle müziğin sinemada kullanımı daha da önem kazanmaya başladı. Pulp Fiction, The Godfather, Amelie ve The Lord Of The Rings gibi bir çok film sadece konuları değil aynı zamanda müzikleriyle de çok konuşuldular. Sektörün ilerlemesiyle filmde kullanılan müzikler ayrı bir albüm olarak çıkartılmaya başlandı ve seyirci tarafından da büyük bir ilgi gördü. Geçmişten günümüze filmlerle el ele yürüyen müzik, farklı amaçlarla kullanılsa da sinemanın en önemli elementlerinden biri olmaya devam ediyor.


Yeni Çıkan Albümler: Meghan Trainor – Thank You: İkinci kez stüdyoya giren şarkıcının albümü 13 Mayıs’ta raflarda olacak. Albümü merak eden hayranları için de “No” adlı bir single yayınladı.

Bob Dylan – Fallen Angels: Yeni albümü 20’sinde yayınlanacak olan efsane isim aynı zamanda bir tura çıkmaya da hazırlanıyor.

Ariana Grande – Dangerous Woman: Albümle aynı adlı şarkısını yayınladıktan sonra tarzında farklılığa gittiğini belli eden şarkıcının albümü en çok beklenenler arasında. Yapılan açıklamalara göre bu ayın 20’sinde yayınlanması bekleniyor. Eric Clapton – I Still Do: Blues ve gitarın ustalarından Clapton 23. Solo albümünü 20 Mayıs’ta piyasaya sürmeye hazırlanıyor.

Goo Goo Dolls – Boxes: 06 Mayıs Keith Urban – Ripcord: 06 Mayıs Islands – Taste: 13 Mayıs Fifth Harmony – 7/27: 20 Mayıs

Etkinlik Köşesi Beirut Konseri – İstanbul: İndie Rock ve Balkan II. Lacan Sempozyumu – 14-15 Mayıs – Orta

müziğinin mükemmel harmonisi ile oluşturdukları Doğu Teknik Üniversitesi besteleriyle Beirut, 28 Mayıs’ta İstanbul Küçükçiftlik Park’ta sahne alacak. Sattas Reggie Band – 14 Mayıs – Beyoğlu Hayal Kahvesi Chill-Out Festival- İstanbul Life Park: Mutlu ve müzik dolu bir hafta sonu geçirmek için Mayıs’ın Uninvited Jazz Band – 15 Mayıs – Tamirane İsson haftası Chill1Out Fest İstanbul’da olacak. Etkin- tanbul lik, her türlü müzik türünden grupları içerdiği için bir çok kişi tarafından tercih ediliyor. Hüsnü Şenlendirici Feat. Ny Gypsy All Stars – 21 Mayıs – İstanbul Urban Lounge I. Psikanaliz Sempozyumu – Ankara: 21-22 Mayıs tarihlerinde Demonti Otel’de ilk defa gerçekleşe- Ceylan Ertem – 06 Mayıs – Antalya Tudors Arena cek olan bu etkinliğin teması “Aşk ve Cinsellik” üzerine olacak. Redd Konseri – 07 Mayıs – İzmir Karşıyaka Açık-

PsiNossa 37


REFERANSLAR Gevşek Bağla(n)mak

A.P. Birliği (2005). DSM-IV-TR tanı ölçütleri başvuru elkitabı. (E. Köroğlu, Çev.). Ankara: Hekimler Yayın Birliği.

Holmes, J. (1997). John Bowlby & Attachment Theory. Routledge.

Horowitz L. M., Rosenberg S. E. ve Bartholomew, K. (1993). Interpersonal problems, attachment styles and outcome in brief dynamic psychotherapy. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 61, 549-560.

Jeffers, S. (1998). Korksan da vazgeçme. İstanbul: Varlık Yayınları.

Kesebir, S., Kavzoğlu, S. O. ve Üstündağ, M. F. (2011). Bağlanma ve psikopatoloji. Psikiyatride güncel yaklaşımlar. Current Approaches in Psychiatry, 3(2), 321-342.

Öztürk, M. O. (2002). Ruh sağlığı ve bozuklukları. Ankara: Nobel Tıp Kitapevleri.

Pınaroğlu, G. (18 Temmuz 2014), Siz de bağlanma korkusu yaşıyor musunuz? 19 Nisan 2016 tarihinde http://www.hurriyetaile.com/sizin-icin/psikoloji/siz-de-baglanma-korkusu- yasiyor-musunuz_15648.html
adresinden alınmıştır.

Ölüm ile Yüzleşmek: Korkutur mu yoksa Cesaretlendirir mi?

Jong, J. (2016). Why comtemplating death changes how you think. BBC Future. 27 Nisan 2016 tarihinde http://www.bbc.com/future/story/20/why-contemplating-death-changes-how- you-think adresinden alınmıştır.

Korku Gelip Geçici Eckstein, M., Becker, B., Scheele, D., Scholz, C., Preckel, K., Schlaepfer, T. E., Grinevich, V., Kendrick, K. M., & Maier, W. (2014). Oxytocin facilitates the extinction of conditioned fear in humans. Biological Psychiatry, 78, 194-202.

Nader, K., Schafe, G. E., & Le Doux, J. E. (2000). Fear memories require protein synthesis in the amygdala for reconsolidation After Retrieval. Nature, 406, 722-726.

Schiller, D., Monfils, M. H., Raio, C. M., Johnson, D. C., Le Doux, J. E., & Phelps, E. A. (2009). Preventing the return of fear in humans using reconsolidation update mechanisms. Nature, 463, 49-53.

38 PsiNossa


Ölüm Kaygısı Üzerine Aydın, H. (2011). Ölüm korkusu karşısında felsefenin tesellisi: Marcus Tullius Cicero ve Ebu Bekr Er- Razi. Felsefe Dünyası, 27(54). Başaran, E. (2008, Nisan 12). Ölüm korkusu -ölüm endişesi. 21 Nisan 2016 tarihinde Milliyet Blog: http://blog.milliyet.com.tr/olum-korkusu--olum-endisesi/Blog/?BlogNo=103641 adresinden alınmıştır. Koç, M. (2002). Ölüm korkusu üzerine kursamsal açıdan psikolojik bir değerlendirme. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10(6). Kumcağız, H. ve Yılmaz, M. (2012). Psikolojik danışma ve rehberlik lisans programı öğrencilerinin cinsiyet ve sınıf değişkenine göre ölüm kaygı düzeyleri. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 31(2), 219. Örsal, Ö., Yenilmez, Ç., Çelik, N. ve Işıklı, B. (2012). Huzurevinde ve evinde yaşayan yaşlılarda ölüm anksiyetesi ve sosyal destek arasındaki ilişki, Türk Geriatri Dergisi, 15(3), 337. Öztürk, K. (2010). Yaşlı Bireylerde Ölüm Kaygısı. 21 Nisan 2016 tarihinde Çukurova Üniversitesi: http://library.cu.edu.tr/tezler/7809.pdf adresinden alınmıştır. Topuz, İ. (2013). Ölüm algısı ölçeği (ÖAÖ) Türkçe versiyonunun geliştirilmesi: Geçerlik ve güvenirlik çalışması. Değerler Eğitimi Dergisi, 11(26), 280. Tanhan, F. ve Arı, F. (2006, Aralık). Üniversite öğrencilerinin ölüme verdikler anlam ve öğrenim gördükleri program açısından ölüm kaygısı düzeyleri. Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dergisi, 3(2), 46. Yalom, I. D. (2008). Güneşe bakmak ölümle yüzleşmek (Birinci b.). (Z. t. Babayiğit, Çev.) İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Yıldız, M. ve Karaca, F. (2001). Thorson-Powell ölüm kaygısı ölçeğinin türkçe çevirisinin normal populasyonda geçerlik ve güvenilirlik çalışması. Tabula-Rasa, (1), 43-55. 21 Nisan 2016 tarihinde angelfire: http://www.angelfire.com/psy/muratyildiz/OLUM8.htm adresinden

alınmıştır.

DÜZELTME PsiNossa Dergisi’nin 5. sayısındaki ‘Mulholland Drive’ film analizi Nur İnci ve Ceren Ayık tarafından taslak olduğu belirtilerek dergiye gönderilmiş ancak yönetim değişikliği dolayısıyla oluşan iletişim yetersizliği nedeniyle yayınlanmaması istenmiş olsa da yayınlanmıştır. Ayrıca 2. sayıdaki ‘Temple Grandin’ film analizi üzerinde yazardan bağımsız eklemelere yer verilmiştir. Bahsi geçen iki derginin yayından kaldırılması, yeniden tasarıma gönderilmesi ve tekrar yayınlanması mümkün olmadığından, bu düzeltme yazısının yayınlanmasına karar verilmiştir. Bilgilerinize

PsiNossa 39


40 PsiNossa


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.