PsiNossa_Mayıs

Page 1

PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi

Sayı 7 Mayıs 2015 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org

Ayın Konusu: Yakın İlişkiler

Yakın İlişkilerde Kıskançlık

Sevgi Nedir?

Frontal Lob Sendromu Down Sendromu ve Hakkında Yanlış Bilinenler İş Hayatı ve Stresin Yakın İlişkilerdeki Rolü

Film Analizi, Makale, Serbest Zaman, Mezun Anısı ve daha fazlası


PsiNossa 2015 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri İrem DEMİR Yıldırım Beyazıt Üniversitesi iremdemir@tpocg.net Editör Fatma Selin AYAN TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi fatmaselinayan@gmail.com Üye Pelin YIRI Yaşar Üniversitesi peline26@gmail.com Üye Burak Bahadır AKIN Kültür Üniversitesi burakbahadir96@hotmail.com Üye Selen ÖZBEK Başkent Üniversitesi selenozbek1@gmail.com Üye Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@gmail.com Çevirmen Bengisu Türkü KELEŞ Yeditepe Üniversitesi bengisuturkukeles@gmail.com Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Can KAMSIZ Girne Amerikan Üniversitesi cankamsiz@gmail.com

2

PsiNossa

Film Eleştirmenleri Ceren AYIK Yaşar Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Öğrencisi hopigesta@hotmail.com Nur İNCI Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrencisi nurinci@yahoo.com TPÖÇG Yazarları M.Emin MANSURGÜRLER TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi mansurgurler.m.emin@gmail.com Ebru DÖNMEZ İstanbul Kültür Üniversitesi ebru.donmez@hotmail.com Nihan YILMAZ TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi nihanylmaz@gmail.com Ali Demirel TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi demirel.ali91@gmail.com Konuk Yazarlar Esma YILMAZTEKİN Üsküdar Üniversitesi esmayilmaztekin@gmail.com Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi https://www.facebook.com/cocukbedenimedokunma


Bu Sayımızda; 6 | Yakın İlişkilerde Kıskançlığın Rolü 8 | Frontal Lob Sendromu 10 | İş Hayatı ve Stresin Yakın İlişkilerdeki Rolü 12 | Down Sendromu ve Hakkında Yanlış Bilinenlere Dair 16 | Sevgi Nedir? 18 | Ruhsal Bozukluğu Olan Bireylere Yönelik Damgalamayla İlgili İnanç, Tutum ve Davranışlar 22 | Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi 24 | Özyeğin Üniversitesi İlişki Araştırmaları Laboratuvarında Neler Oluyor? 26 | Mayıs Ayı Farkındalıkları 28 | Mezun Köşesi 30 | Serbest Zaman: Olmalı mı? Olmamalı mı? 32 | Ayın Filmi: Before Sunset

PsiNossa

3


Psi Nossa

Değerli okuyucular, PsiNossa 7.sayısıyla karşınızda. Bu ayın konusunu “yakın ilişkiler” olarak belirledik. Bu konunun sosyal psikolojinin oldukça ilgi çeken konularından olduğunu ve ele alınacak birçok yönünün olduğunu düşündük. İçeriği hazırlama aşamasında yazarlarımızdan bu konunun değişik yönlerine dair yazılar geldi. Kimisi romantik ilişkilerden bahsetti, kimisi arkadaşlıktan kimisi yakın ilişkilerin kıskançlık boyutundan bahsetti. Gördük ki yakın ilişkiler hem hayatımızın bir parçası da hem de çok boyutlu bir kavram. Yazılarımızı okurken farklı bakış açıları edineceğinizi umuyoruz. Mayıs ayının biz psikoloji öğrencileri ve psikologlar için ayrı bir önemi var. Çünkü 10 Mayıs’ı TPÖÇG PsiFest ekipleri aracılığıyla Psikologlar Günü olarak kutluyoruz. Bu sene de 10 Mayıs çok keyifli geçti. Hem bir araya gelerek sosyalleştik ve eğlendik hem de halka psikoloji bilimini anlattık. Emeği geçen herkesin eline sağlık. İçerikte PsiFest’ten kareleri görebilirsiniz :) 13 Mayıs 2014 günü Soma’da acı bir şekilde kaybettiğimiz emekçilerimizin ruhu şad olsun… Soma’da, Dursunbey’de gönüllü olarak görev alan tüm ruh sağlığı çalışanlarının emeğine sağlık… Biliyoruz ki sadece orada bulunmanın bile o insanlar için önemi çok büyük… Bir sonraki sayıda oraya giden gönüllü psikolog ve psikoloji öğrencilerinin deneyimlerini paylaştığı bir köşeye yer vereceğiz. Sözlerime son verirken bütün genç ve genç kalanların 19 Mayıs Atatürk’ü anma Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarım :) Keyifli okumalar :) Fatma Selin AYAN Editör

4

PsiNossa


PsiNossa

5


Yakın İlişkilerde Kıskançlık

Pelin YIRI

Yakın ilişkiler denildiğinde herhalde birçok insanda çağrışım yapan bir kelime vardır: Kıskançlık. Nedir kıskançlık? Kıskançlık, bazı diğer duygular gibi insanı rahatsız eden ve de kişinin yaşamını olumsuz yönde etkileyen duygulardan bir tanesidir. Ayrıca, kıskançlık bir kişi yitirilmek istenmediğinde ya da bunun tehdidini hissettiğinde ortaya çıkan ruhsal bir yaşantıdır. Kıskançlıkla beraber bireyde çoğu zaman öfke, çaresizlik, değersizlik ve yalnızlık gibi duygular da yaşanır. Kıskançlığın hissedildiği zamana baktığımızda kıskançlık duygusu kişinin sahip olduğu bireyi bir başkasına kaptıracağı korkusuyla ve de başka bireylerin sahip olduğu şeylerin kendisinde olması gerektiğini düşündüğünde hissedilen bir duygudur. Buraya kadar kıskançlık nedir, ne tür bir duygudur , hangi durumlarda ortaya çıkar bunlardan bahsettim. Şimdi de ilişkilerde kıskançlığın nasıl bir rolü olduğundan bahsedeceğim. Bu konudaki alan yazına bakıldığı zaman kıskançlığın, yakın ilişkiler üzerinde yıpratıcı bir etkisi olduğu görülmüştür (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ). Kıskançlık kelimesi bireylerde birçok anlamı anımsatır. Pines(1998)’e göre göre kıskançlık kişinin karşı tarafı kaybetme korkusuyla yaşadığı ya da bunun tehdidini hissettiği zaman verdiği bir tepki olarak tanımlanmıştır (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ). DeSteno ve Salovey (1996)’e göre ise kıskançlık kişilerin değer verdiği, sevdiği bireyleri kaybetme korkusuyla yaşadığı bir duygu durumudur (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ). Tanımlardan da anlaşıldığı gibi kıskançlık tek yönlü bir kavram değildir. Mesela, kıskançlığın cinsiyetle herhangi bir ilişkisinin olup olmadığına bakılmıştır. Çıkan sonuçlara bakıldığında çelişkiler görülmüştür. Pines ve Aarson ( 1983) tarafından yapılan çalışmada kadın ve erkeklerin kıskançlık düzeyleri arasında anlamlı bir fark gözlemlenmemiştir. Bu da bu konuda daha çok araştırma yapılmasının gereğini ortaya koymuştur (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ).

6

PsiNossa

Araştırmalara bakıldığında kıskançlık durumunda kadınların erkeklere nazaran daha yapıcı bir şekilde baş etmeye çalıştığı görülmüştür (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ). Bryson tarafından yapılan araştırmaya göre insanlar iki temel güdü sayesinde kıskançlıkla başa çıkmaktadırlar. Bunlar: İlişkiyi koruma ve benlik saygısını korumaktır. Yapılan araştırmalar sonucundada kadınların ilişkiyi korumak güdüsüyle daha yapıcı bir strateji izlediği görülürken, erkeklerin benlik saygısını korumak güdüsüyle daha yıkıcı bir yol izleyeceğini ileri sürmüş fakat araştırma sonuçlarına bakıldığında bu bulgular desteklenmemiştir. Bazı araştırmalar kıskançlığın yetersizlik ve düşük benlik saygısıyla ilgili olduğunu söylemişlerdir (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ).


William Shakespeare Othello adlı trajedisinde kıskançlığı yeşil gözlü bir canavara benzetmiştir.

Yapılan araştırmaların bir kısmı bu görüşü desteklerden (Buunk, 1982 ), diğer araştırmalara göre bu ikisi arasında anlamlı bir ilişki olmadığı bulunmuştur (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ). Aynı zamanda ilişki türlerine bakıldığında kıskançlık düzeylerinde farklılık görülmüştür. Yani, evli olmayan bireylerin evli olan bireylere kıyasla daha güçlü tepkiler verildiği görülmüştür. Aynı zamanda evli olmayan bireylerin evli bireylere kıyasla daha yıkıcı baş etme yöntemlerine başvurdukları rastlanmıştır (akt. Demirtaş, H.A, Dönmez, A. , 2006 ). Kıskançlık insanın doğasında var mıdır yoksa sonradan mı öğrenilir? Bu soruya henüz tam bir yanıt bulunamamıştır, halen bir tartışma konusudur. Evrimsel açıdan bakıldığında kıskançlık kadın ve erkekler tarafından farklı evrimsel güçler tarafından biçimlendirilen bir tepki olduğu görülmüştür. Daha iyi açıklamak gerekirse döllenme kadının içinde gerçekleşir. Bu nedenle kadın çocuğun kendisinden olduğuna emindir ama erkek hiçbir zaman bundan tam anlamıyla emin olamaz. Bu da erkeğin kendi soyundan olmayan bir çocuğa bakması anlamına gelmektedir, kadının ise çocuğu büyütmek için bazı

imkân ve olanaklara sahip olması gerekir. Bundan dolayı bir partnere ihtiyaç duyar. Erkeğin ilgisini ve olanağını başka alana yöneltmesi kadın için bir tehlike belirtisidir. Kıskançlık hakkkında söylenilen bir söz vardır. “Seviyorum ki kıskanıyorum, seven insan kıskanır, sevmesem neden kıskanayım.”gibi… Tüm bu sözler ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Gerçekten kıskançlık sevginin belirtisi mi? Hayır, kıskançlık aşkın, sevginin göstergesi değildir. Aşk, bireyin yaşadığı aşırı sevgi ve bağlılık duygusudur. İlişki ilerledikçe her şey zamanla oturur ve olgunlaştıkça bu yoğun duygular yerini güvene, sevgiye ve sadakate bırakır. Her ilişkide belli bir düzeyde kıskançlık olabilir. Ama aşkta sahiplenme yoktur. Kıskanç bireyler aşırı sevgi ihtiyacı duyarlar. Yaşadıkları özgüvensizlik ve yetersizlik hissiyatlarından dolayı sevdikleri kişileri başkaları ile paylaşmak istemezler. Bu bireyler bir yandan ilişkiyi sürdürmeyi çalışırken öteki yandan özgüvenlerini korumak isterler. Yaşanılan bir kıskançlık durumunda da kendilerinin sevilmediklerini düşünürler.

PsiNossa

7


Frontal Lob Sendromu

Frontal lob sendromu, ön beyin olarak bilinen frontal lobun prefrontal korteksinde çeşitli sebeplerle hasar alması sonucunda meydana gelen bir hastalıktır. “Şartlı refleksin yitimi” olarak da bilinen bu sendromun en belirgin nedeni kafa travmalarıdır: Direkt darbeye bağlı kapalı kafa travması, trafik kazası gibi durumlarda görülen açık kafa travması, travma sonrası gelişen ikincil durumlar… Yürütücü işlevlerin merkezi olarak düşünülen frontal lobun lezyonları, farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bunların içinde, hastalık öncesi döneme göre, topluma uygun olmayan şekilde davranma, öfke patlamaları, saldırganlık, nedensiz bir şekilde bağırma, uygunsuz duygulanım, paranoid düşünce içeriği gibi davranış ve kişilik bozuklukları vardır. Özellikle bilateral bölgede lezyonları olan hastalarda belirgin kişilik değişimleri gözlenmiştir.

8

PsiNossa

Selen ÖZBEK

Klinikte organik kişilik bozukluğu tablosu sergileyen bu rahatsızlık, hem ilerliyor olması, hem de klasik tedavi yöntemlerinden yeterince fayda görmemesi nedeniyle klinisyenler ve hasta yakınları tarafından baş edilmesi güç bir sorun olarak kabul edilir (Hariri, A. G., Öncü, F., Karadağ, F., 2004). ICD-10 (Dünya Sağlık Örgütü: Ruhsal ve Davranışsal Bozuklukların 10. Gözden Geçirilmiş Uluslararası Sınıflandırılması) tanı ölçütlerine göre, frontal lob sendromu (FLS) ve DSM-IV (Amerikan Psikiyatri Birliği: Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı, 4. basımı) tanı ölçütlerine göre “genel tıbbi duruma bağlı kişilik değişimi” olarak adlandırılan ve klinikte travma ya da beyin hastalığına bağlı olarak kişilik ve davranış değişiklikleri ve bozuklukları şeklinde görülen tablodur (Tablo1).


Tablo 1. Sınıflandırma __________________________________________________________________ ICD-10 F.07.0: Beyin hastalığı, hasarı ve beyin işlev bozukluğuna bağlı kişilik ve davranış bozuklukları İçerdikleri: * Frontal lob sendromu * Limbik epileptik kişilik sendromu * Lobotomi sendromu * Organik yalancı psikopatik kişilik * Organik yalancı Geri kişilik * Lökotomi sonrası sendrom F.07.9: Beyin hastalığı, hasarı ve beyin işlev bozukluğuna bağlı belirlenmemiş kişilik ve davranış bozuklukları İçerdikleri: * Organik psikosendrom DSM-IV: 310.1: Genel medikal duruma bağlı kişilik değişimi Alt Tipleri: * Labil * Disinhibe * Agresif * Apatik * Paranoid * Diğer * Kombine * Belirlenmemiş __________________________________________________________________ Kalıcı beyin hasarı nedeniyle ortaya çıkan bir sendrom olması nedeniyle, FLS için kesin bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. Bazı yayınlarda bu hastaların öfke patlamalarının, bağırma ve saldırganlık atakları şeklindeki psikomotor aktivite artışının özellikle haloperidol gibi tipik ve güçlü antipsikotiklerle kontrol altına alınabileceği; dürtü kontrolündeki bozukluğun ve cinsel otomatizm gibi davranışların da lityum karbonat gibi duygudurum dengeleyicileriyle bir miktar düzeltilebileceği bildirilmektedir (Kaplan, Sadock; 2000). Fakat ilaç seçimi ve medikal tedaviye karar verme süreci hem çok zordur, hem de tatmin edici değildir. Bu durumda aile bireyleri, kafa travması geçiren kişinin eski özelliklerine, yeteneklerine kavuşamayacağını bilmeli, hastadan beklentilerini en aza indirebilmeleri için eğitilmeli ve hastaya nasıl davranmaları gerektiği öğretilmelidir. Saldırgan ve aile içinde müdahale edilmesi mümkün olmayan hastalar evden çıkarılmalı ve gerektiğinde hastaneye yatırılarak akut tedavileri yapılmalıdır (Sinclair, Wheatley, & Snyder, 2004).

PsiNossa

9


İş Hayatı ve Stresin Yakın İlişkilerdeki Rolü

Selin Cennet GÜLMEZ

Duygusal bağlanmalar sonucu ortaya çıkan yakın ilişkiler üzerine yapılan araştırmalarda, iş hayatı ve örgütsel ortamda yaşanan strese önemli unsular olarak yer verilmektedir. Çoğu zaman, bireylerce verilen önem açısından, aile ve arkadaşlık bağlarının ardında yer bulan iş hayatının yakın ilişkilerdeki tutumu etkileyebilecek güce sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. İstikrarlı bir tutum ve davranış dizisinin oluşmasına engel olacak kadar stresli ve tatminsiz bir iş hayatı, bireyi ani duygu değişimlerine itebilir hatta bireyin aile yaşantısına ve arkadaşlık ilişkilerine zarar verebilir. Stresin iş hayatında, hangi koşullarda oluştuğunu ve stres oluşumunun yarattığı sorunların yakın ilşkilere etkisini incelemeden önce, stresin temel sebeplerini bilmemiz gerekir diye düşünüyorum. En belirgin stres kaynakları, insan deneyiminin olağan yelpazesinin dışına düşen aşırı tehlikeli durumlar olarak tanımlayabileceğimiz travmatik olaylardır; ancak travmatik olaylar kadar sıradan olaylar da stres tepkileri yaratabilir. Sıradan olayların stres yaratıcı olarak algılanmalarına dört özellik neden olur : Olayların denetlenebilirliği, durumların tahmin edilebilirliği, hayat koşullarında büyük değişimler ve içsel çatışmalar yaratması. Kuşkusuz bir olayın stres yaratma ölçüsü kişiden kişiye farklılık gösterir. Bu farklılığın sebebi de bireyin, durumu kendi yetenek ve benlik kavramlarına meydan okuma ölçütüne göre değerlendirmesidir. (akt. Smith, Hoeksama, Fredrickson, Loftus, Bem ve Maren, 2014). Bir olayın denetlenebilirlik oranı ne kadar düşükse stres yaratma olasılığı o kadar yüksektir. Gerçekleşmesi sonucunda stres yaratan denetlenemez olayların başında sevilen birini kaybetme ve ağır hastalıkların yanında işten atılma gelir. İş nedeni ile oluşan stresin sosyal hayatı ve duygusal bğları olumsuz etkilediği düşüncesi Holmes ve Rahe tarafından gerçeleştirilen çalışma ile de desteklenir (akt. Smith vd., 2014).

10 PsiNossa

Holmes ve Rahe, insan yaşamında, pekçok yeni düzenleme gerektiren bir değişikliğin, stres yaratıcı olarak alglanabileceğini öne sürmüşlerdir. Bahsedilen değişikliğin etkisini ölçmek için Yaşam Olayları Ölçeği(Life Event Scale)’ni geliştirmişlerdir. Sosyal Uyum Ölçeği olarak da bilinen bu ölçekte eşin ölümünden(en çok stres yaratanolay) küçük yasa ihlallerine(en az stres yaratan olay) kadar birçok olay, yarattığı etkinin önemine göre sıralanır. Evliliğin çoğu inan için önemli bir olay olduğunu gözönünde bulunduran Holmes ve Rahe, evliliği ölçeğin ortasına yerleştirmiş ve 50 puanlık rastgele bir değer vermişlerdir. Yaklaşık 400 erkek ve kadının dahil olduğu çalışmada, katılımcılardan, evliliği birçok yaşam olayı ile kıyaslamaları istenmiştir. Boşanma, hapse girme, yakın bir akarabanın ölümü gibi olaylar sayısal olarak evlilikten daha çok değer almıştır. İşten ayrılma, en çok stres yaratan olaydan en aza doğru bir sıralamanın yapıldığı bu ölçekte, baştan sekizinci sırada ve evliliğin hemen altında yer almıştır. Ayrıca işe uyum, mali durumda değişiklik, yeni biriş alanına geçme, iş sorumluluklarının değişmesi, çok büyük kişisel başarı ve patronla sorun gibi iş hayatına yönelik yaşamal olaylar ölçekte azımsanamayacak kadar büyük bir paya sahiptir.


Bireyin iş hayatında üstlenebileceğinden fazla görev edinmesi ve gerekenin çok üzerinde efor sarf etmek zorunda kalması, mesleki doyumdan uzak olması, çalışma arkadaşları ile düzenli bir uyum yakalayamaması, ast-üst ilşkilerinin saygıdan uzak bir bağlamda yaşanması ve gerçekleştirdiği işin maddi karşılığını alamadığına inanması ciddi duygual çöküntülere neden olabilir. Yaşanan stresin aile ilişkilerine yansıması da beklenen bir sonuçtur. Ayrıca mesleğinden maddi doyum elde etmeyi başaran ancak işinden memnun olmayan bir birey, kendini ağır içsel çatışmaların içinde bulabilir. Bu tarz içsel çatışmalara bağlı stresin sonucunda oluşan psikolojik tepkilerin arasında yer alan öfke ve saldırganlık, aile içi iddeti tetikleyen unsurlar arasında iş hayatının da ciddi rol oynadığını gösterir. Örgütsel araştırmlarda geniş yer bulmuş olan iş tatmini kavramı, bireyin kişiliğinin şekilllenmesinde önemli bir güçtür (akt. Smith vd. 2014). Peki sosyal hayatta ve yakın ilişkilerde bu kadar önem arz eden örgütsel çalışmada iş tatmini nasıl sağlanır? Kişilerin işlerinde duydukları memnuniyet seviyesi olarak tanımlanan iş tatmini, işin nitelikleri ve çalışanların isteklerinin birbirine uyum sağlaması il gerçekleştirilebilir. (akt. Smith vd. 2014). Bu noktada; işverenin, ekip arkadaşlarına değer vermesi, örgütsel çalışmada memnuniyeti sağlayabilmek için profesyonel kişilere başvurması, psikolog desteği ile çalışanlarına yardımcı olması, insan kaynakları biriminin istek ve yönlendirmelerine uyması çözüm getirebilecek hareketlerdir.

Kişinin işinden beklentileri, psikoljik durumunu yakından etkileyen faktörlerdendir. Bu nedenle sahip olunan iş hayatının kalitesinin, hayatın diğer alanlardındaki aktivitelerin de kalitesini etkilediği kabul edilmektedir (akt. Smith vd. 2014). İş tatmini ve sosyal hayattan alınan haz arasında doğru orantı vardır ki bu çözümlemeye içsei denge de eklenebilir. Çalışanın örgütün hiyerarşik yapısı içerisinde ilerleme olanağının olup olmaması, yöneticinin tutum ve davranışları, parasal ve parasal olmayan imkanların bulunması ya da bulunmaması, gerçekleştirilen başarı karşısında bir ödül alma olasılığı, örgüt içerisindeki çalışmanın işleyişi ve bu işlere ilişkin politika ve prosedürler, grup içi elemanların teknik ve sosyal olarak yeterli ve destekleyici olup olmamaları iş tatminini dolayısıyla bireyin yakın ilişkilerdeki tutum ve düşünce değişimlerini etkileyen faktörlerdir. Ayrıca bireyin yaptğı işe duyduğu ilgi seviyesi ve örgütteki diğer bireylerle iletişiminin arzu edilen düzeyde olması da iş tatminini etkiler.(Aşan ve Erenler, 2008) Tüm bunları göz önünde bulundurarak söyleyebiliriz ki bireylerin meslek seçiminde doğru yönlendirilmesi, alanında uzman psikologlara örgütsel çalışmada aktif olarak yer verilmesi, nitelikli insan kaynakları birimlerinin oluşturulması ve stres oluşumunun azalmasına yönelik faaliyetlerde bulunulması bireylerin psikolojik olarak sağlıklı çalışmasına yardımcı olacaktır. İş tatmini ile ilgili sorunlar yaşamayan bireyler, yakın ilişkilerde daha pozitif bir tavır takınacak ve sağlıklı ilişkiler kuracaktır. Annebaba ilişkisinin sağlam temellere dayandığı bir ailede yetişen çocuk, içsel çatışmalardan uzak ve sağlıklı bir büyüme dönemi geçirir. İş hayatının pozitifliğinin aileye yansıması, bu yansıma sonucunda çocukların psikolojik anlamda sağlıklı bireyler olarak hayata atılması olumlu bir kısır döngü yaratacak ve toplumu da ileri taşıyacaktır.

PsiNossa

11


Down Sendromu Ve Hakkında Yanlış Bilinenlere Dair

Psk. M.Emin MANSURGÜRLER

John Langdon Down tarafından keşfedildikten sonra Down Sendromu adını alan bu genetik farklılık en yaygın görülen kromozom anomalisidir ve zeka geriliği ile birlikte görülmektedir. 21. kromozomdan üç tane olması sonucu ortaya çıkar ve trizomi-21 olarak da bilinir. Ortalama 800 doğumdan 1’inde görülmektedir. (Başgül-Yiğiter ve Kavak, 2006). Down Sendromuyla ilgili çalışmalar sürekli artmakla birlikte oluşumuna neden olan ana sebep veya sebepler bulunamamıştır. Erken tanı yöntemleriyle hamilelik döneminde bebeğin Down Sendromlu olup olmadığı tahmin edilse dahi %100 bir sonuçtan bahsetmek mümkün değildir. Bunun yanında oluşumunu engelleyici herhangi bir müdahale de mevcut değildir. Bu çalışmada Down Sendromu hakkında yanlış bilindiği düşünülen bazı konulara değinilmiştir.

Down Sendromlular Aseksueldirler

Toplumsal bir yanılsama olan bu konuda Couwenhoven (2013) şunları yazar: ‘’Bu efsane genelde cehaletten, gelişimsel engelli kişilerle ilgili deneyimin azlığından ya da cinselliğe sahip bir birey olmanın dar bir çerçevede tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin eğer bir insan ilişki yaşamıyorsa ya da bir ilişki kurmaktan aciz olarak görülüyorsa bu kişinin ‘cinsellikten’ yoksun olduğu düşünülmektedir.’’ (s.2). Sınırlı bir yaşam alanı ve ifade özgürlüğü sunduğumuz Down Sendromlu bireyler tahmin edilebileceği üzere cinsel arzularını meyan etmede ve cinsellik konusunda uygun davranış biçimleri geliştirmede de yetersizlikler yaşayabilmektedirler; ama bilinen bir gerçek şu ki, ne normalden daha çok arzulu ve bu amaçla saldırgandırlar ne de tamamen cinsel dürtülerden arınmışlardır. Bunun yanında Down Sendromlu çiftlerin evlilik haberleri ara ara medyada yer almaktadır. Bu da uygun bir birliktelik hayatı konusunda ciddi yollar kat eden down sendromlu çiftlerin varlığının göstergesidir.

12 PsiNossa

Hiç Yalan Söylemezler, Melektirler

Down Sendromlu bireylerin yalan söyle(ye)memeleri bir tercihten veya varoluş biçiminden kaynaklı olmaktan ziyade bilişsel kapasitenin bir sonucudur. Bilişsel kapasitenin zayıflığından kaynaklı bir olayın veya durumun algı süreci normal gelişim gösteren bireylere kıyasla farklılık göstermektedir. Bunun sonucunda çarpıtmaya fırsat bulamayan Down Sendromlu birey, olayı ikinci bir şahsa iletirken doğrudan bir yol izler. Bilişsel kapasite arttıkça çarpıtmalar ve/ veya ikinci şahısları yanıltmaya yönelik eylemlerin muhtemel sayısı artacaktır.

Kısırdırlar

Kayda geçen doğumların sayısı çok yüksek olmasa da Down Sendromunun direkt kısırlığa neden olduğu söylenemez. Literatürde bu bireylerin kadın ve erkek olmalarına göre farklı bilgiler yer almaktar. Couwenhoven (2013), kayda geçmiş 3 baba olmuş trisomi-21 sahibi erkekten ve 26 down sendromlu anneden bahseder. Ayrıca belgelenmiş vaka çalışmalarında Down Sendromlu annelerin Down Sendromlu çocuk sahibi olma oranlarına da %50 olarak yer vermiştir. Down Sendromlu babaların ikisinin çocukları genetik olarak normal erkek çocukken geriye kalan bir babanın çocuğu hakkındaki sonuç belgelenmemiştir.

Uzun Yıllar Yaşayan Downlu Yok

Down Sendromlu bireyler bazı anomalilerle doğarlar ve özenli bir sağlık takibine ihtiyaç duyarlar. Gün geçtikçe sağlık sektöründe meydana gelen gelişmeler Down Sendromlu bireylerin ölümlerine etki eden faktörleri kontrol altına almakta ve erken ölümlerin sayısı azalmakta, yaşam süresi uzamaktadır. Glasson E.J ve diğer. (2002) çalışmasında ‘’Konjenital kalp hastalığı olmayan down sendromlu bireyler 60 yaş ötesinde yaşayabilir.’’ ifadesi yer alırken aynı çalışmaya göre down sendromlularda ortalama ölüm yaşı 17.9 ve ölümlerin çoğu 25-26 yaşları arasındadır. Çalışmaya dahil edilen down sendromlu bireylerin %75’i 50 yaşına kadar, %50’si 58 yaşına kadar ve %25’i 62 yaşına kadar hayatlarını sürdürmüşlerdir.


Bilmeni istediğimiz bazı şeyler var İçlerinde IQ Seviyesi Çok Yüksek Bireyler de Çıkabilir

Çalışmanın başında yer alan tanımdan da anlaşılacağı gibi down sendromu genelde hafif ve orta düzeyde mental retardasyonla karakterizedir. Bunun yanında yüksek IQ seviyesine sahip bir vaka literatürde yer almamaktadır. Glasson ve diğer. (2002) çalışmasına göre 965 katılımcıdan elde edilen veriler, %2.2 sınırda engelli (IQ 70-84), %23.3 hafif düzey engelli (IQ 55-69), %52.4 orta düzeyde engelli (IQ 40-54) ve %22.1 oranında ağır engelli (IQ<40) olarak değerlendirilmiştir.

Eğitimli Ebevylerin Çocuklarında Olmaz, Fakir Ailelerde Daha Çoktur

Literatürde anne yaşı haricinde herhangi bir faktörün (ebeveyn eğitim düzeyi, aile sosyo-ekonomik düzeyi, etnik köken, deri rengi, yaşanılan coğrafya, din, dil.. vs) Down Sendromlu çocuk sahibi olmayı etkilediğine dair bir bilgi yer almamıştır. Anne yaşının etkilerine biraz daha ayrıntılı bakmak için Tablo1’de yer alan çalışmayı incelemekte fayda vardır.

PsiNossa

13


Tablo1. Doğum Yaşına Bağlı Olarak Down Sendromlu Bebek Sahibi Olma Olasılığı

*Bu tablo, annenin doğumdaki yaşına göre öngörülen Down Sendromlu bebek doğurma olasılığını listelemektedir. (Hook,E.B., Cros,P.K, ve Schreinemachers, D.M. ‘’1983’’ JAMA 249:2034) (akt; Stray-Gundersen, 2013). Görüldüğü üzere özellikle anne yaşı 35 üstü olan doğumlarda risk faktörü önemli düzeyde artmaktadır. Bunun yanında ilginç bir istatistik Down Sendromu ile doğan bebeklerin %75’inin annelerinin 35 yaşın altında olduğunu göstermektedir. Bunun sebebi olarak 35 yaş altındaki kadınların, 35 yaşından büyük kadınlardan daha fazla çocuğa sahip olması ve daha azının doğum öncesi testleri yaptırmasıdır. (Stray-Gundersen,

Down Sendromlular Sürekli Çocuk Kalırlar Çalışamazlar Down Sendromuna dair en büyük yanılgılardan biri onların sürekli küçük bir çocuk kaldığı yönündedir. Halbuki böyle görünmeleri aile sistemi ve toplumsal yargının bir ürünüdür. Doğumlarından itibaren bütün gereksinimlerinin aile tarafından karşılanması ve kendi bağımsızlıklarını kazanma yönünde fırsatların tanınmamış olması Down Sendromlu bireyleri başkalarına bağımlı yaşamak zorundaymış gibi göstermektedir. Oysa ki down sendromlu kişileri birer ‘’birey’’ olarak kabul eden ve bu bağlamda ona saygı duyan aile sistemlerinde yetişen Down Sendromlularda gözle görülür düzeyde farklılıklar ve yetişkin tavırlar gözlemlenmektedir. Aile sistemini de aşan ve Down Sendromuna dair toplumsal farkındalığı ve çalışmaları daha ileri düzeyde olan İrlanda ve İtalya gibi ülkelerde sonuç beklenenin de üzerindedir.

14 PsiNossa

Bir önceki maddede bahsi geçen farkındalığı yüksek ve çalışmaları daha yoğun olan ülkelerde Down Sendromu artık hayatın içine entegre edilmiştir. Down Sendromlu bireyler ve özellikleri daha iyi tanınmış ve onlara sunulan sosyal koşullar da arttırılmıştır. Bu bireyler ileri düzey bağımsızlıklarına çalışma hayatında yer alarak artı bir değer katmaktadırlar. ‘’İş hayatında Down Sendromu’’ konusunda dikkati üzerine çeken üç unsurdan bahsetmek gerekir. Bunlardan ilki işi yapacak kişinin yani Down Sendromlu bireyin özelliklerinin ve kapasitesinin iyi analiz edilmiş olması, ikincisi iş analizinin ayrıntılı yapılmış olması ve sonuncusu diğer çalışanlara (özellikle Down Sendromlu bireyin direkt temas ettiği) gerekli eğitimlerin sunulmuş olması... Bu üç unsur paralel bir şekilde iyi bir düzene oturtulduğunda sonuç sevindirici olmaktadır. Bu konuda Türkiyede de çalışmalar sürdüren kurumlar vardır. Down Sendromu Derneği’nin Mayıs 2015 verilerine göre, Down Sendromu Derneğini’nin işe yerleştirdiği ve takibini sürdürdüğü, şu an resmi bir işe sahip, çalışan Down Sendromlu sayısı 30’dur.


Bu yazıda Down Sendromu hakkında özellikle bilgisizlik ve önyargıdan kaynaklı yaşanan bazı yanılsamalara yer verilmiştir. Down Sendromlu çocuğa sahip olma olasılığı herkeste aynıyken konu hakkında bilginin herkese faydalı olabileceği düşünülmektedir.

Umarım faydası olmuştur :) Hayata +1 değer katmak için... “Hannibal”, Hannibal

PsiNossa

15


SEVGİ Nedir?

Selen ÖZBEK

“Emektir!” dediğinizi duyar gibiyim… :) Sevgi, beğeniden daha karmaşık bir duygu olduğu için tanımlaması, ölçmesi ve araştırması en zor olan konulardan biridir. İnsanlar sevgi duygusunu özler, sevgi için yaşar, ve hatta bazen sevgi için ölür. Çoğu araştırmacı, sevgi konusunun çalışılması en kolay kısmını araştırmaktadır: Yabancılarla yapılan karşılıklı kısa soru-cevapları. Birini neden beğendiğimiz sorusunun birçok değişkeni bulunmaktadır –yakınlık, fiziksel çekicilik, benzerlik ve beğenilmek bunların en belirgin olanlarıdır.

1.Yakınlık

Bir kişinin coğrafi olarak yakınımızda bulunması, kolay etkileşim kurabilmemizi sağlar. Çevremiz çoğunlukla sosyal psikoloji literatüründe salt maruz kalma etkisi olarak tanımladığımız, bazen birini sadece belli bir sıklıkta görüyor olmak bile onu beğenme ihtimalimizi artırabilmektedir.

2. Fiziksel Çekicilik

Çoğu kişi tarafından inkar edilse de yapılan araştırmalarda fiziksel çekiciliğin önemli bir etkiye sahip olduğu ve fiziksel olarak çekici bulunan insanların daha çok flört ettiği kanıtlanmıştır (Berscheid, Lucker, Ribbens, & McNamera; 1981). Yine sosyal psikoloji literatüründe “Matching Phenomenon” olarak bilinen bir olgu, fiziksel çekicilik ve diğer değişkenlerin uyumlu olması koşulunda bireylerin birbirlerini iyi eş olarak gördüklerini savunmaktadır (Van Straaten, Engels, Finkenauer, & Holland, 2009).

16 PsiNossa

Özellikle ilk etkileşimde önemli olan çekicilik, sonra etkisini kaybedebilmektedir. “Güzel olan iyidir.” algısı bireye özgüven sağlar. Bu özgüvenle beraber kendini doğrulayan kehanet gerçekleşir ve çekici bireyler diğer özelliklerinde de iyi olmaya başlar. “Kim çekicidir?” sorusu bireysel farklılıklardan etkilenmekle birlikte, çoğunluk için mükemmel ortalamanın ve simetrinin çekici bulunduğunu söylemek mümkündür. Aşırı zayıf, şişman, çok kısa veya uzun boylu, çok sarışın veya esmer bireylere kıyasla ortalamada olanlar ve vücudunun bir yarısı diğer yarısına simetrik olanlar daha çekici bulunmaktadır. İstisna olarak, erkeklerde yüzdeki yara izi evrimsel olarak “kahraman” hissi uyandırdığı için simetriyi bozsa bile kadınlar tarafından çekici bulunmaktadır. Bir diğer istisna ise kadınlarda dudağa yakın bölgelerde ben olması, yine simetriyi bozmasına rağmen erkeklerin beğenisini toplamaktadır.


3. Benzerliğe Karşı Tamamlayıcılık

Benzerliğin beraberinde beğenmeyi getirdiği konusundaki çalışmalar genellikle üniversite öğrencileriyle yapılsa da sadece onlarda değil yaşlılarda ve çocuklarda da bu durum gözlenmektedir. Siyasi görüş, din, kişisel özellikler gibi konularda benzer fikirlere sahip olan kişilerden hoşlanma ihtimalimiz artar. Yeni tanıştığınız birini keşfetmeye çalışırken sizin görüşlerinizi, değerlerinizi paylaşan, sizle aynı tarzda yemekleri seven, benzer aktiviteleri yapan, aynı tarzda müzik dinleyen kişiyi herhalde beğenirsiniz. Tam tersi olduğunda; değerlerinizin, görüşlerinizin farklı olduğu insanları beğenme ihtimaliniz de düşmektedir. Özellikle bu farklılıklar ahlaki bir çatışma yaratıyorsa kişiden tamamen uzaklaşırız. “Zıt kutuplar birbirini çeker mi?” sorusu, tamamlayıcı bir zıtlıktan bahsedildiği sürece olumlu bir cevap oluşturmaktadır. Yaş, din, ırk, boy, zeka, sigara içme davranışı, ekonomik düzey, eğitim gibi konularda benzerliğin hüküm sürdüğü araştırmacılar tarafından bulunmuştur (Buss, 1985). Yani tencere yuvarlanır, kapağını bulur.  Zıtlıkların birbirini çektiği durumlar için ise sosyal-yalnız, risk alıcı-tedbirli gibi eşleşmeler yapılabilir (Jacoby, 1986). Partnerlerin farklı konularda dominant olması, birbirini tamamlaması ilişki doyumu açısından oldukça faydalıdır. Örneğin çok kararsız bir adamla evlenen bir kadın, karar verme konusunda başarılı olduğu için çiftler birbirleri için harika olduklarını belirtmişlerdir. İki tarafın da karar verme konusunda baskın olması, büyük çatışmalara yol açabilirdi. Sonuç olarak, genel bir yargıdan söz edecek olursak, zıtlıklar birbirini çekmez.

PsiNossa

17


Makale Ruhsal Bozukluğu Olan Bireylere Yönelik Damgalamayla İlgili İnanç, Tutum ve Davranışlar Esma YILMAZTEKİN ÖZET

Günümüzde hala ruhsal hastalığı olan bireylere karşı olumsuz inanç ve tutumlar görülmektedir. Bu durumun sonucunda hastalar ciddi bir damgalamaya, dışlanmaya maruz kalmaktadır. Bu durum son zamanlarda araştırmacıların ilgisini çekmekle beraber, he- nüz yolun başında olunduğu da bir gerçektir. Bu çalışmada ruhsal hastalıklara ve ruhsal hastalığı olan bireylere yönelik inanç ve tutumlar hakkında yapılan araştırmalar incelenmiş, örneklerle desteklenmiştir. Ayrıca hastaların yaşadıkları damgalanma ve damgalanmanın sonuçları tartışılmıştır. Damgalamayla mücadelede en etkin yolun eğitim olduğu görülmüş, eğitimin inanç ve tutum değiştirmedeki önemi üzerinde durulmuştur. Anahtar sözcükler: Ruhsal hastalık, inanç, tutum, damgalama

GİRİŞ

Tarih boyunca ruhsal bozukluğu olan bireylere karşı farklı tutum ve inançlar sergilenmiştir. On sekizinci yüzyılın sonlarında Philippe Pinel tarafından ruh hastalığı olan bireylerin toplum içinde anlayış ve hoşgörü ile tedavi edilmeleri gerektiği fikri, sosyal psikiyatrik akımın temellerini atmıştır. Yüzyıllar boyunca acayip, korkutucu ve tehlikeli olarak algılanan ve toplum dışına itilen bireyler; sosyal psikiyatrik akımın, çevre, sosyal durum ve hastalık arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılması, hasta ve hastalıkların değerlendirilmesinde sosyal etkenlere daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini öngören yaklaşımıyla birlikte 1940’lardan itibaren yeni çalışmaların konusu olmuştur (Alptekin, 2005). Bu çalışmalarda ruhsal hastalığa sahip bireylere karşı toplum tarafından sergilenen inanç, tutum ve davranışların yanı sıra, özellikle sağlık çalışanlarıyla yapılan araştırmalarla bu meslek grubunun ruh hastalıklarına ve ruhsal hastalığa sahip bireylere karşı takındıkları tutum ve davranışlar bulunmaya çalışılmıştır.Bu çalışmalarla gözler önüne serilen en önemli olgu, günümüzde hala ruhsal hastalığa sahip bireylerin olumsuz, haksız ve düşmancıl tutumlarla karşılaşması ve damgalamaya maruz kalmasıdır.

18 PsiNossa

Toplumların ruhsal hastalıklara ve ruhsal hastalığı olan kişilere yönelik sahip oldukları olumsuz inanç ve tutumlar beraberinde damgalamayı getirmektedir. Damgalama(stigma), bir kişinin ya da grubun, ruhsal hastalık, etnik grup , ilaç kötüye kullanımı veya fiziksel yetersizlik gibi özelliklerine dayanarak kusurlu veya gözden düşmüş olarak olumsuz değerlendirilmesidir (King, Dinos, Shaw, Watson ve ark., 2007). Damgalama pek çok durum ve olgu için de görülse de damgalamaya en çok maruz kalan kesim ruhsal hastalığı olan bireylerdir (Taşkın, 2007).Ruhsal hastalığı olan bireylerin toplum tarafından kabul görmeyip dışlanmaları, hastaların topluma uyum sürecini baltalamakta, tedavi süreçlerini etkilemekte, daha izole yaşamalarına, sosyal işlevlerinin bozulmasına, iş kaybı gibi sorunlara neden olmakla kalmayıp, yaşadıkları damgalama yüzünden öz-saygılarını yitirmelerine, kendine güvenlerini kaybetmelerine, yalnızlık ve çaresizlik duyguları yaşamalarına, kendilerini değersiz ve utanç içinde hissetmelerine ve gizlilik içinde tedavilerini sürdürmeye çalışmalarına da sebep olmaktadır. Ruhsal hastalıklı olarak damgalanan bireyler; toplumun ruhsal hastalıklı kişileri reddedeceğine ve değersizleştirdiklerine inanmakta, moral bozukluğu, benlik saygısında azalma, sosyal uyumda bozulma, işsizlik, gelir kaybı, psikiyatrik tedaviye uyumda azalma gibi birçok olumsuz sonuçlar


Damgalamanın bir diğer önemli etkisi ise ruhsal hastalığa sahip bireylerde içselleştirilmiş damgalama ya da öz damgalama adı verilen, genel halkın inandığı tehlikelilik, yetersizlik gibi damgalayıcı görüşlerin ruhsal hastalığı olan kişi tarafından da benimsenmedir (Çam ve Çuhadar, 2011). Dünya üzerinde ruhsal hastalıklara yönelik inançlar genellikle olumsuz olmakta bu nedenle de her hasta hastalığını saklama çabası içine girmektedir (Ziyalar, 1995). Söz konusu yaygın olumsuz inanışlar ve düşünceler; ruhsal hastalıklar kalp hastalıkları gibi gerçek bir hastalık değildir, ruhsal hastalığı olan bireyleri kilit altında tutulmalıdır, ruhsal hastalığı olan birey asla normal yaşamına dönemez, ruhsal hastalığı olan bireyler tehlikelidir ve bu kişiler düşük gelirli işlerde çalışabilirler şeklinde sıralanabilir(Bağ, 2003; Sağduyu, Aker, Özmen, Ögel ve Tamar, 2003; Ziyalar, 1995).

reni(%34), alkol bağımlılığı(%29), ve anksiyete bozukluğunun(%18) izlediği sonucuna varılmıştır (Star, 1955). Link ve arkadaşları (1997) tarafından, 1500’e yakın ABD’li yetişkin ile elde edilen bulgular ise halkın şizofreniyi bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımasının etiyolojiye ilişkin düşünceleri açısından yıllar içinde daha iyi bir noktaya geldiğini göstermiştir. Araştırmaya alınanların %88’i tanımlanan şizofreni olgusunun bir ruhsal hastalığı gösterdiğini belirtmiş, %91’i hastalığın stresli yaşam koşullarından, %85’i beyindeki kimyasal düzensizlikten, %67’si genetik etkenlerden, %45’i ailenin yetiştirme yanlışlarından, %33’ü kişilik bozukluğundan kaynaklandığını belirtmiştir. Allah’ın takdiri olduğunu düşünenlerin oranı ise %17’dir. Ancak bu iyimserlik hastalığa ve hastalara yönelik inançlarda görülmemektedir; ABD halkının %61’i hastaları çevresi için, %87’si kendileri için tehlikeli bulmakta; %63’ü şizofreni hastalarıyla aralarında belli bir sosyal mesafe olmasını istemektedir (Link, Struening ve Rahav, 1997).

Ruhsal Hastalıklara ve Ruhsal Hastalığa Sahip Bireylere Yönelik İnanç, Tutum ve Damgalama İle İlgili Yapılan Ruhsal Hastalığa Sahip Bireylerin AileAraştırmalar lerinin Hastalığa ve Damgalamaya Karşı Ruhsal hastalıklara yönelik inanç ve tutumları değerlendirmek için yapılan araştırmalarda Ruhsal Sorunlu Bireylere Yönelik Toplum Tutumları(RSSTÖ[the Community Attitudes Toward the Mentally Ill-CAMI]) ve Ruhsal Hastalığa Yönelik İnançlar Ölçeği( Beliefs Toward Mental Illness-BMI) kullanılmaktadır.Türkiye’de 1971 yılından itibaren toplumun, ruhsal hastalıklara ve hastalarına yönelik tutum kapsamı içinde inançlar, araştırmalarla belirlenmeye çalışılmıştır (Çam ve Bilge, 2007). Özmen ve arkadaşlarının “ Hangi etiket daha damgalayıcı: Ruhsal hastalık mı? Akıl hastalığı mı?” konulu çalışmada halkın ruhsal hastalıklara yönelik olumsuz tutum ve inançlara sahip olduğu ve bu durumun sağlık personeline uygulamalarda zorluk çıkardığı saptanmıştır (Özmen, Taşkın, Özmen ve Demet, 2004).Sosyal psikiyatrinin öncülerinden Shirley Star tarafından 1950’li yıllarda 3000’in üzerinde Amerikalı ile yapılan başka bir araştırmada halk tanımlanan ruhsal hastalıkları çok düşük oranda belirleyebilmekte, ruhsal hastalıkları tehdit içeren, korku veren, mantıklı düşünmeyi ve özgür iradeyi kaldıran durumlar olarak görmektedir. Ruhsal hastalığın en çok paranoid şizofreni(%75) tanımları için kullanıldığı görülmüş, bunu basit şizof-

İnanç ve Tutumları

Almanya ve Avusturya’da, 788 şizofreni yakını üzerinde yapılan bir araştırmada, hasta yakınlarının yarıya yakını şizofreninin ortaya çıkmasında ruhsal yapıdaki zayıflığı sorumlu tutmuş, bunu hastalığın beynin bir rahatsızlığı olduğu düşüncesi izlemiştir (Angermeyer ve Matschinger, 1996).İtalya’da 30 merkezde tedavi edilen şizofreni hastalarının 709 yakını üzerinde yapılan bir araştırmada, hasta yakınlarının hastalıkla baş etmede kendilerini yalnız hissettikleri ve bununla beraber akıl hastanelerini uygun tedavi seçeneği olarak görmedikleri, bu hastaların oy kullanma haklarının olması gerektiğini düşündükleri, ancak evlenmelerine ve çocuk sahibi olmalarına sıcak bakmadıkları görülmüştür (Magliano, Guarneri, Fiorillo ve ark., 2001).Polat ve arkadaşlarının ruhsal hastalığı olan bireylerin yakınları üzerinde yaptıkları araştırmaya göre de ailelerin büyük kısmında, başta anne, baba ve kardeşlerde olmak üzere, reddedilme ve etiketleme korkusu nedeniyle hastalığı gizleme eğilimi bulunmuş şizofrenisi olan hasta yakınlarında ise duygudurum bozukluğu olan hasta yakınlarına göre suçluluk duygularının daha yoğun yaşandığı belirtilmiştir (Polat, Üçok, Genç ve ark., 2000).

PsiNossa

19


Ruhsal Hastalıklara Yönelik Damgalamaya İlişkin Sağlık Çalışanlarının İnanç ve Tutumları

Damgalama ruhsal hastalıkların tedavisinde önemli bir sorun oluşturmaktadır. Tedavi sürecinde önemli bir yeri olan psikiyatrist ve psikologlarda bu damgalamanın yarattığı sorunlardan nasibini almaktadır.Psikiyatri dışı sağlık çalışanlarının ruhsal hastalara yönelik olumlu tutuma sahip olmadıkları bulgusuna varılmış (Kaptanoğlu ve ark., 1992; Yenilmez ve ark., 2002), benzer bir biçimde hemşirelerin ruhsal hastalarla yakın ilişki kurmaktan çekindikleri ya da onları saldırgan buldukları ortaya konmuştur (Aştı, 1995; Bağ ve Ekinci, 2005). Aker ve arkadaşlarının yürüttüğü başka bir çalışmada ise, pratisyen hekimlerin şizofreniyi ruhsal zayıflık durumu olarak gördüğü, %80’inin tam olarak düzelmediğine inandığı, bu hastalığın sosyal sorunlardan kaynaklandığına inandıkları ve iyileşebilmesi için %26’sının sosyal sorunların çözülmesi gerektiğine inandıkları belirlenmiştir (2002). İşin en ilginç tarafı, Türkiye’de psikiyatri dışı hekimlerin psikiyatrinin bilimselliğine ya da tedavi etkinliğine kuşkuyla yaklaştıklarının bulunmuş olmasıdır (Bağ ve Ekinci, 2005; Kaptanoğlu ve ark., 1992). Yine Üçok ve arkadaşlarının çalışmasında, pratisyen hekimlerin ve psikiyatrist olmayan hekimlerin, şizofreni hastaları ile komşuluk, sosyal ilişki gibi konularda sorun yaşadıkları ve bu bireyleri tedavi etme konusunda isteksiz oldukları belirlenmiştir (Üçok, Erkoç ve Ataklı, 2001). Bu durum hastaların somatik belirtilerinin göz ardı edilmesine ve hastalıklarının gölgesinde kalarak tedavilerinin yeterli bir biçimde yürütülmemesine sebep olmaktadır.

Ruhsal Hastalıklara Yönelik Damgalamayla Mücadelede Eğitimin Rolü

Ruhsal hastalıklara yönelik damgalamayla mücadelede eğitimin rolünün belirlenmesi için yürütülen çalışmalar çoğunlukla yabancı menşeilidir. Türkiye’de yapılan çalışmaların büyük bir kısmı ise tanımlayıcı olmaktan öteye gidememiştir. Yapılan uluslararası çalışmalarda ruhsal hastalıklarla ilgili verilen bilgilerin, eğitimin, ruhsal bozukluğu olan bireylerle temasın, inanç ve tutumlarda olumlu yönde bir artış sağladığını göstermiştir. Chung (2005) Hong Kong’da rastgele seçilen ve psi-

20 PsiNossa

kiyatri eğitimi almış öğrencilerle çalışma yapmış, deney grubundaki öğrencilere şizofreni ve depresyonla ilgili video gösterimi ve seminerler verilmiş, kontrol grubuna verilmemiştir. Girişimler sonrası deney grubundaki öğrencilerin bu hastalıklara yönelik tutumlarının olumlu yönde değiştiği görülmüştür (Chung, 2005). Pakistan’ın başkenti Rawalpindi’de Rahman ve ark. (1998), toplum ruh sağlığını geliştirmek amacıyla yürütülen toplum ruh sağlığı programı kapsamında okul çağı çocukları, ebeveynleri, komşuları ve okula devam etmeyen arkadaşlarıyla bir çalışma yapılmıştır. Çalışmada amaç ruhsal hastalıklarla ilgili farkındalığı arttırmaktır. Bu programa 12-16 yaşları arasındaki homojen deney ve kontrol grupları alınmış, deney grubuna dört ay boyunca ruhsal hastalıklarla ilgili seminerler verilmiştir. Araştırma sonunda deney ve kontrol grubu arasında tutum ve sosyal mesafe arasında istatiksel açıdan anlamlı farklar bulunmuştur. Deney grubunun araştırma sonunda ruhsal hastalıklara yönelik tutumların olumlu yönde değiştiği görülmüştür (Rahman, Mubbashar, Gater ve Goldberg, 1998).Brandili (1999), ruhsal hastalığı olan bireylere yönelik tutumların olumsuz olmasının en büyük sebeplerinden birinin bilgi eksikliği olduğunu bildirmiş ve iyi bir bilgilendirmeyle olumlu tutumların gelişeceğine dikkat çekmiştir (Brandili, 1999). Angermeyer ve Matschinger’e (2003) göre ise hastaların şiddet ve suç oranlarının toplumun diğer üyelerinden farklı olmadığı yönünde halkın bilgilendirilmesinin, hastalarla daha fazla temas edilmesini sağlayabileceği, bununda sosyal mesafeyi azaltacağı ve bu kişilerin tehlikeli olduğuna dair yerleşmiş inancı kıracağı bildirilmiştir (Angelmeyer ve Matschinger, 2003). Bu araştırmalar eğitimin ve bilgilendirmenin önemine dikkat çeken kayda değer bulgular sunmuşlardır. Diğer araştırmalarda elde edilen sonuçlar da bu araştırmalarla benzerlik taşımakta ve eğitimin tutum değiştirmedeki yerine vurgu yapmaktadır.


SONUÇ

Sonuç olarak, araştırmalar ruhsal hastalıklar ve ruhsal hastalığa sahip bireylere yönelik inanç ve tutumların olumsuz olduğunu göstermiştir. Bu olumsuz inanç ve tutumların neticesinde ruhsal hastalığa sahip bireylerin damgalamayla karşı karşıya kaldıkları, yine bu rahatsızlıklar içinde de şizofrenisi olan hastaların damgalamaya daha fazla maruz kaldıkları görülmüştür. Şizofreninin tehlikeli olduğu yönünde toplumda görülen inancın, şizofreniyi en ciddi akıl hastalığı statüsüne yerleştirmiş, aynı zamanda en kötü gidişli en tehlikeli ve korku verici hastalık olarak adlandırılmasına yol açmıştır. Ruhsal hastalığa sahip bireylerin ve yakınlarının hem damgalamaya maruz kaldıkları hem de kendilerinin de damgalayıcı görüşlere sahip oldukları ortaya konmuştur. Ruhsal hastalık ve ruhsal hastalığa sahip bireylere yönelik geliştirilen olumsuz inanç, tutum ve damgalamayla mücadelede en etkin yolun eğitimden geçtiği yapılan araştırmalarda gözlenmiştir. Hastalıklarla ilgili olarak bilgilendirmenin, bilgi eksikliğinden kaynaklanan korku ve dışlama davranışlarını önleyebileceği, ruhsal hastalığa sahip bireylerle temasın ya da tanışıklığın önyargıları ve basmakalıp düşünceleri kırabileceği görülmüştür; ancak bu eğitimlerin sadece hasta, ailesi, sağlık çalışanları ekseninde olmaması toplumun tüm kesimini içine alacak şekilde yapılmasının hayati önem taşıdığı ortadadır. Hastaların tedavi süreçlerini, topluma uyum yaşantılarını ve kendilik algılarını ciddi bir biçimde etkileyen damgalamanın öneminin anlaşılması ve bu konuda daha fazla araştırma yapılarak, hasta ve hasta yakınlarının yaşadığı zorlukların azaltılmaya çalışılması gerekmektedir. Ruhsal bozukluğu olan bireylerin yüzyıllar boyunca yaşadıkları dışlanmanın, artık günümüz dünyasında yerini anlayış ve hoşgörüye bırakması gerektiği açıktır. Bunun yolunun da eğitim ve bilgilendirmeden geçtiği, Toplum ruh sağlığı merkezlerine, psikiyatr, psikolog ve bu alanda çalışan diğer yardımcı sağlık personeline büyük görevler düştüğü unutulmamalıdır. Yine Sağlık Bakanlığı aracılığıyla medya yoluyla kamuoyu oluşturulması kitlelere ulaşmayı kolaylaştıracak, hastalara yönelik etiketlemenin kırılmasına büyük katkı sağlayacaktır.

PsiNossa

21


Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi çocukların duygusal, fiziksel ve cinsel istismarı ile mücadeleyi amaç edinmiş, uzmanlar ve gönüllülerden oluşan bir oluşumdur. Yaşamın olağan seyrinde din, gelenek, ülke, ırk, yaş, cinsiyet, sosyoekonomik sınıf ya da kültür farkı gözetmeksizin her yerde ve çok yakınımızda meydana gelmekte olan Çocuk İstismarı çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen; bir yetişkin, toplum veya ülke tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan davranışların tümü olarak tanımlanmaktadır. Bizlere göre çocuk istismarı çocuğun bedenine, o bedenin parçası olan ruha ve bu bütünün geleceğine yapılan bir saldırıdır. Ülkemizde çocuk istismarı sıklığının yüksek olduğu araştırma raporlarında mevcut olmakla beraber bizler bu oranın çok daha yüksek olduğunu düşünmekteyiz. Vakaların büyük kısmı bildirilmemekte, görmezden gelinmekte ya da sümen altı edilmektedir. İstismara uğrayan çocuğun korktuğu için, korkutulduğu için, anlatacaklarına inanılmayacağını düşündüğü için, utandığı ve başına gelenlere anlam veremediği için sustuğunu bilmekteyiz. Çocuğu koruma zannıyla hareket eden birçok erişkin ise maalesef bu sessizliğe eşlik etmektedir. Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi olarak öncelikli amacımız bu sessizliği bozmak, istismara uğrayan çocuğun sesi olmak ve istismarı görünür kılmaktır. Her türlü siyasi fikir, ideoloji, grup veya akıma aynı mesafede durmakta olan inisiyatifimiz çocuk ihmal ve istismarı hakkında birey, aile ve toplum düzeyinde bilgi ve bilinci arttırmayı amaçlamaktadır. Çocuğun fiziksel, duygusal ve cinsel istismarını ve ihmalini önlemek amacıyla projeler geliştirmekte ve faaliyetler planlamaktadır. İletişim, sanat, bilim ve hukuk araçları ile karanlıklardan çıkararak, çocukların daha huzurlu ve güvenli bir ortamda büyümelerini sağlayacak farkındalığı yaratmak ve çocuk istismarının yaşanmayacağı bir kültür ve hukuk düzeninin sağlamak için sonsuz kararlılıkla yolumuza devam etmekteyiz.

22 PsiNossa

Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi kuruluş yapısı açısından yaratıcı-sanat, iletişim-strateji, bilim, hukuk ve organizasyon adı altında 5 ana bölümden oluşmaktadır. Yaratıcı-sanat grubu çocuk istismarına ilişkin, kısa film, belgesel, kamu spotu, sanatsal içerikli projelerin geliştirilmesi, afiş, poster, banner tasarımı vb. konularda çalışmaktadır. Bu grupta çalışmak isteyen gönüllülerimizden yukarıdaki konularda fikir üretmesi, fiziksel olarak bir ürün ortaya çıkarmaları beklenmektedir. (Grafiker, yazar, yönetmen, oyuncu, müzisyen, yapımcı, senarist, fotoğraf sanatçısı, sanat yönetmeni, kreatif direktör) İletişim-strateji grubu Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi’nin ve faaliyetlerinin tanıtımını, bilinirliğini arttıracak ve sürdürecek reklamcılar, pazarlama uzmanları, sosyal medya uzmanları, insan kaynakları ve halkla ilişkiler uzmanları, medya çalışanlarına ihtiyaç duymaktadır. Bilim grubu çocuk istismarına ilişkin akademik araştırmaların yapılması, dünya genelinde yapılan araştırmaların derlenerek bilimsel doküman hazırlanması, konu ile ilgili farkındalığı arttırıcı seminer ve sempozyumların düzenlenmesi, televizyon ve radyo programlarına inisiyatifimiz adına katılmak ve sanat, organizasyon ve strateji gruplarına bilimsel içerik desteği sağlanması görevlerini üstlenmektedir. (Çocuk-Ergen-Erişkin Psikiyatrisi Uzmanı, Psikolog, Adli Tıp Uzmanı, Sosyal Hizmet Uzmanı, PDR Uzmanı) Hukuk grubumuz çocuk istismarının kanuni yönlerinin güncel takibi ve Çocuk Bedenime Dokunma İnisiyatifi’nin hukuki süreçlerinin-ilişkilerinin yönetilmesi görevini üstlenmektedir. Organizasyon grubu planlanan saha etkinliklerinin organizasyonunu sağlamaktadır. Bu grup etkinliklerin hazırlık ve gerçekleştirilme sürecini üstlenecek organizatör, etkinlik yöneticilerine aktif olarak katkı sağlayacak gönüllüleri kapsamaktadır. Geleceğimiz olan çocuklarımız için güvenli bir dünya dileğiyle…


https://www.facebook.com/cocukbedenimedokunma

https://twitter.com/cocukbd https://instagram.com/cocukbedenimedokunma/

PsiNossa

23


ÖZYEĞİN ÜNİVERSİTESİ İLİŞKİ ARAŞTIRMALARI LABORATUVARINDA NELER OLUYOR? Psk.Nihan YILMAZ Özyeğin Üniversitesi Psikoloji Bölümü İlişki Araştırmaları Laboratuarı’nda; yürütücülüğünü Doç.Dr. Nilüfer Kafescioğlu’nun yaptığı , TÜBİTAK Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Projelerini Destekleme Programı kapsamında olan ve Türkiye’de daha önce benzerine rastlanılmayan bir araştırma yapılıyor. Projenin amacı ise yeni evli çiftlerin birbirlerine nasıl uyum sağladıklarını ve uzun vadede evlilik ilişkisini etkileyen faktörleri incelemek. Bu yüzden en fazla bir senelik evli olan, henüz çocuk sahibi olmayan, birlikte yaşayan ve eşlerden ikisinin de ilk evliliği olmasına dikkat edilen katılımcıların her ikisinden de veri alınıyor. Peki nasıl? Öncelikle gönüllü katılımcıları laboratuara davet etmeden önce ikisinin de ayrı ayrı dolduracağı birer çevrim içi anket formu e-posta adreslerine gönderiliyor ve sonrasında çiftler laboratuara o anketleri doldurmuş olarak geliyorlar. Laboratuarda ağırlanan katılımcılar için araştırmanın ikinci aşaması başlıyor.Katılımcı çiftlerin ikisinden de daha önce konuşup anlaşmaya varamadıkları bir

konu seçip onar dakika boyunca konuşmaları isteniyor. Bu konuşma sırasında fizyolojik veri (kalp atışı,terleme,nefes alma ritmi,nabız ) toplamak için katılımcı çiftlerin üzerlerine bazı cihazlar takılıyor. Aynı zamanda gözlem verisi elde etmek için DVD

24 PsiNossa

kaydı alınıyor. Gerekli prosedür yerine getirilip laboratuar aşaması bittikten sonra ise çiftlere Carrefour’dan 100 TL’lik hediye çekiyle teşekkür ediliyor; fakat araştırma burada bitmiyor. İlk önce doldurmuş olduğu anketleri 7 ayda bir 3 defa daha doldur-

maları isteniyor. Böylece yaklaşık 2,5 yıl boyunca çiftlerden veri alınması planlanıyor. Laboratuarda ağırlanan çift sayısının 104’e ulaştığı şu günlerde, araştırmaya sadece çevrim içi anketleri doldurarak da katılınabiliniyor. Kısacası hem boylamsal araştırma olması açısından hem de veri toplama araçlarının çeşitliliği açısından Türkiye’de bir ilki başarma yolunda emin adımlarla ilerleniyor. Doç.Dr. Nilüfer Kafescioğlu,Yrd.Doç. Dr Gizem Arıkan ve Doç. Dr.Asiye Kumru’nun önderliğindeki 3 araştırma görevlisi, 4 öğrenci asistanı, 11 kişilik video kodlama ekibi ve naçizane yardımlarımı sunduğum ben ile birlikte büyük bir ekip bu araştırma için çalışıyor. İlk yılını doldurmaya hazırlanan ÖZÜ İlişki Araştırmaları Laboratuarı’nın psikoloji literatürüne büyük katkılar sağlayacağı öngörülmektedir. Araştırmanın yayınlarını takip edebilmek ve araştırma hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak için İlişki Araştırmaları Laboratuarı’nın web sitesini (rrl.ozyegin.edu.tr ) ziyaret edebilirsiniz.


PsiNossa

25


Mayıs Ayı Farkındaklıkları 1 MAYIS: İŞÇİ BAYRAMI

10 MAYIS: PSİKOLOGLAR GÜNÜ

4-10 MAYIS ULUSAL İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLIĞI HAFTASI

10-16 MAYIS: ENGELLİLER HAFTASI

6 MAYIS: HIDRELLEZ

19-25 MAYIS:GENÇLİK HAFTASISPOR BAYRA-

10 MAYIS: ANNELER GÜNÜ

19 MAYIS: ATATÜRK’Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI

25 MAYIS: DÜNYA ETİK GÜNÜ

26 PsiNossa


Gün Bizim Günümüzdür! Gün Bizim Günümüzdür! Her yıl 10 Mayıs günü “Psikologlar Günü” olarak kutlanmaktadır. Gün geçtikçe itibarsızlaştırılmaya çalışılan, Açıköğretim Fakültesi’nde açılması konuşulan, hâlâ bir meslek yasası bulunmayan psikolojiye gönül vermiş insanlar TPÖÇG Yerel Yapılanma PsiFest ekipleri öncülüğünde düzenlenen etkinliklere katılıyor ve mesleklerine karşı var olan ön yargıyı yıkmak için tanıtımlar yapıp öğrencisinden akademisyenine eğleniyor. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı “Ruh Sağlığı Eylem Planı”na göre nüfusunun %18’inde ruhsal bir bozukluk bulunan ve bu insanların sadece 1/6’sının destek alabildiği antidepresan kullanımının %300 arttığı ülkemizde psikologların ve psikolojinin önemini topluma anlatabilmek için 10 Mayıs günü bizlere büyük bir şanstır. Bugün sokaktan geçeninsanlara derdimizi anlatabilmek, ona bizim için ne kadar önemli olduğunu hissettirebilmek, onlara “Ben senin için senin sorunlarında sana bilimsel bir altyapıyla destek olabilmek için varım. Siz de benim

yanımda olur musunuz?” diyebilmek için en büyük şans… 67 üniversiteden 16000 psikoloji öğrencisi bugün müstakbel meslektaşlarıyla 10 Mayıs’ta tanışıyor, meslek yasası için kol kola çalışıyor. İstanbul’da, Ankara’da, Mersin’de, İzmir’de, Kıbrıs’ta TPÖÇG Yerel Yapılanma PsiFest ekipleri öncülüğünde düzenlenen PsiFest’ler ile kitaplarını takas ediyor, sokak sanatçılarıyla vakit geçiriyor, stantlarda etkinliklere katılıyor, konserlerle doyasıya eğleniyor. PsiFest’e ve TPÖÇG’ye Fransız kalmayın. :) YK Başkanımızın da dediği gibi birbirinize sarılın. :) 10 Mayıs Psikologlar Günü’müz kutlu olsun! Gün bizim günümüzdür!

Burak Bahadır AKIN

PsiNossa

27


i s e s ö k n u z e M Ali demirel

Dergi ekibinden “mezun anısı” yazma konusunda teklif geldiğinde önce “Ne yazabilirim ki?” diye yersiz yere endişelendim. Daha sonra ise aslında yazacak çok fazla şeyimin olduğunu fark ettim. Öncelikle kendimden bahsedecek olursam ben Uludağ Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 2014 yılı mezunuyum. Yani evet; “psikolog” olarak daha çok yeniyim. Psikoloji Bölümüne ilgim ilk olarak üniversite sınavına hazırlık döneminde etrafımda bazı patolojik vakalara şahit olmamla başladı. Bu patolojileri gördükçe insanların iç dünyasını ve neden bu şekilde olduklarını merak etmeye başladım. Yani hemen hemen

28 PsiNossa

her psikoloji sevdalısı gibi klinik psikoloji beni kendine çeken alan oldu. Bölüme başladıktan sonra ise psikolojinin daha başka birçok ilgi çekici alt alanları olduğunu öğrendim ve bunlar arasında da en çok ilgimi çeken sosyal psikolojiydi. Sosyal psikoloji alanında akademik olarak ilerlemeyi de istiyordum; fakat çok fazla çalışabilen bir profilim yoktu ve lisans döneminde ilgilenmek istediğim başka şeyler vardı. Bunların başında da Psikoloji Topluluğu geliyordu. Hem topluluk işleri hem bölüm sorumlulukları hem de diğer sorumluluklar olunca bunların hepsini bir arada çok iyi bir şekilde götürmek benim için zor oldu. Hepsini bir arada götüren yok mu? Elbette ki var; fakat o ben değilim. :) O yüzden de yüksek lisansın bazı gerekliklerini (ALES, YDS, GANO) karşılayamadım. Zaten lisansımı da 3 ortalamanın altında bitirdim. Şimdi bakınca bunlar işin kötü yanları gibi görünüyor; ama bir de iyi taraflarına bakmak lazım. Bölümden arkadaşlarla birlikte psikoloji topluluğunu yeniden kurduk, geliştirdik ve mezun olana kadar da toplulukta iki sene başkanlık, yaklaşık bir sene de başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Bu süreçte arkadaşlarımla birlikte çok fazla etkinlik, organizasyon, proje gerçekleştirdik ve aynı zamanda da TPÖÇG ile tanıştım.


TPÖÇG ile Hacettepe Üniversitesi toplantısında tanıştım ve o toplantıda topluluk olarak bir sonraki organizasyonu üstlendik. Topluluk deneyimlerim sonucunda, kendime olan güvenim, organizasyon, problem çözme ve iletişim becerilerim gibi başka birçok alanda olumlu şekilde etkilendiğimi ve geliştiğimi düşünüyorum. Bunlar basit şeyler gibi durabilir; ama meslek hayatınızda, akademik hayatınızda ve özel hayatınızda çok fazla avantaj sağlayan şeyler olduklarını düşünüyorum. Aynı zamanda TPÖÇG ailesine katılarak, topluluk bünyesinde görev alarak; hem üniversitemde hem de diğer üniversitelerde tanıştıklarımla, birlikte çalıştıklarımla sosyal çevremin çok fazla genişlediğini gördüm. Bunun arkadaş edinmek dışında her anlamda günceli takip etme, kendinizi geliştirme gibi fazlaca avantajları olduğunu düşünüyorum. Ben meslek hayatıma ilk adımlarımı atarken bunların çok fazla avantajını yaşadım ve mezun olur olmaz meslek hayatına hızlı bir giriş yaptım. 2014’ün ağustos ayından beri Bursa’da bulunan özel bir okulda (kolej) çalışıyorum. Bu yazıya başlamadan önce yazdıklarımın beni kendimle hesaplaşma noktasına getireceğini biliyordum. Şöyle bir değerlendirecek olursam lisansta ortalamamı yüksek

tutmadım (daha doğrusu tutamadım), İngilizcemi geliştirmedim, mesleki bilgimi arttıracak ve bana katkı sağlayacak eğitimler alamadım; ama onun dışında başka birçok alanda kendimi geliştirme fırsatı buldum. Sizlere önerim lisans döneminde kesinlikle ama kesinlikle kariyer planlaması yapmanız. Karar vermek çok zor farkındayım. O yüzden de bir değil en az iki kariyer planlaması yapabilirsiniz. “Akademisyen olmak istiyorum.” veya “Alanda çalışmak istiyorum.” gibi iki ana başlık belirleyerek bunların içini doldurabilirsiniz. Klasik tavsiye; İngilizceye önem verin. Lisansta aldığınız eğitime katkı sağlaması için de alabiliyorsanız yetkin kurum ve kişilerden psikoloji eğitimleri almaya çalışın. Tabi bunun için de lisansta gelişim psikolojisi, psikopatoloji gibi dersleri almış olmanız gerekiyor. Lisans döneminde olduğunca proje üretmeye veya üretilmiş bir projeye dahil olmaya çalışın. Emin olun patolojisi olan/ olmayan çocuk/ yetişkin/ yaşlı kişilerle dirsek temasında kalmanız lisansta aldığınız eğitime bakış açınızı şekillendirecek ve sizi geliştirecektir. Not: istediğiniz herhangi bir konuda bana ulaşmak isterseniz mail adresim: demirel.ali91@gmail.com

PsiNossa

29


Serbest Zaman OLMALI MI, OLMAMALI MI? Ebru Dönmez Olmazsa olmaz, varlığı bir dert yokluğu ayrı.. Hem isteyip hem korktuğumuz şey.. Hem hayatımızı renklendiren, hem karartan. Karşı cinsle yakın ilişkiler.. Neden isteriz? Yalnızlıkla aramız iyi değildir; karşı cins tarafından beğenilmek, sevilmek, özlenmek, güvenilmek bize kendimizi özel hissettirir, hayatı paylaşacak, iyi günde kötü günde yanımızda olacak birinin varlığı bize güç verir. Neden korkarız? Ya sevilmezsem, güvenemezsem, kendimi anlatamaz ya da onu anlayamazsam, değer görmezsem, aldatılırsam, terk edilirsem.. Bu ve benzeri korkulara ya da tedirginliklere rağmen bu arayıştan vazgeçemeyiz. Aynen öleceğimizi bilsek de yaşamaktan vazgeçemeyeceğimiz gibi.. Demini almış ilişkiler için önce kendimizi tanımamız, özümüzü, derinliklerimizi, defolarımızı, karanlık yönlerimizi bulmamız, anlamamız ve kabullenmemiz gerekir. Kendimizi tanıdıktan sonra başka birini keşfetmemiz ve uygun eş adayı olup olmadığını anlamamız mümkündür. Karikatüre konu olmuş ilişki evreleri : Seni tanımak istiyorum, seni çok iyi tanıyorum (avucumun içi gibi biliyorum),artık seni tanıyamıyorum, seni tanıdığım güne lanet olsun.. :) İlişkinin başlangıcında ilk günlerin verdiği heyecanla her birimiz anlayış ve tolerans abidesi kesiliriz. Rahatsız olduğumuz durumları rahatlıkla görmezden geliriz, önemsemeyiz. Bu durumlara anlayış gösterebileceğimizi zannederiz. Önce kendimizi, sonra karşımızdakini kandırmış oluruz. Heyecan bitince, ilişki oluştuktan,netleştikten ve biz ilişkiye alıştıktan sonra ise gerçekleri daha net görebiliriz. Sınırsız sandığımız hoşgörümüz giderek azalır ve sonunda tükenir. Bu da sorunların başlaması demektir. Böyle bir durumda karşımızdakini değiştirmeyi deneriz. Genellikle sonuç olumsuz olur. Bunun dışında geçmişten getirdiğimiz yükler, kalıplaşmış düşüncelerimiz yani hatalı şemalarımız sebebiyle oluşabilecek yanlış anlaşılmalar partnerimiz ile iletişimimizde teknik ve bazen onarılamayacak problemlerin başlangıcına kaynak olabilir. Bildiklerimiz, biriktirdiklerimiz, deneyimlerimiz, algılarımız hatta dinlediğimiz masallardan bize kalan imgeler bu yükleri oluşturabilir. Kimsenin esirimiz olmadığını hatırlamak, hayattan birlikte zevk almaktan ibaret bir işbirliğine yönelmek işleri kolaylaştıracaktır. Ya korktuğumuz şey (ayrılık) gerçekleşirse.. Siz çok iyiyken (öyle olduğunuzu zannederken) sizi bırakıp giden insanın geri dönmesini beklemeyin. Biri sizi seviyor ya da bir zamanlar sevdi diye her türlü kaprisinizi çekmeye, hayatını size adamaya, ömrünü zorlansa da sizinle geçirmeye, olumsuz yönlerinize göz yummaya mecbur değildir. Davranışlarınıza tahammul edememesi sizi sevmediği anlamına da gelmez. Sizi sever ama anlaşamazsa sizden vazgeçebilir. Bu insanın geri dönüşünü beklemek sizin için sadece zaman kaybı olacaktır.

30 PsiNossa


“Bu sabah yalnız uyandım sensiz olmaz Tanıdık kokular yok Hep tekdüze her şey dümdüz” “Başka türlü bir şey benim istediğim Ne ağaca benzer, ne de buluta..”

“İstersen hiç başlamasın Bu hikaye eksik kalsın.. Onca yaraların ardından yeni bir aşk yaratamazsın.. İstersen hiç başlamasın Bu hikaye eksik kalsın.. Geç kalmışız birbirimize Yanlış kapılarda geçmiş onca yıl..”

Hayatınızı tek bir insan üzerine inşa etmezseniz (sosyal çevrenizden kopmazsanız) ayrılık halinde bocalamazsınız ya da daha az bocalarsınız. Yaşanmamış hayalleriniz yüzünden ayrılık durumunda kendinizi yormayın. Sevgiliyken insanlar birbirine daha toleranslıdır. Evlilik hayatı ile daha gerçek bir hayat başlar. İnsanların beklentileri, sorunları, stres faktörleri artar. Sevgilinizin size sevgilinizken yaşattıkları, aynı kişiyle evlilik yaptığınızda yaşayacaklarınızın demosudur. Sevgililikte uzlaşamayan insanların evlilikte mutlu olmaları beklenemez. Eğer karşınızdaki insan sizi yanlış anladığı için gittiyse fırsatını bulursanız kendinizi ifade edersiniz. Bu farklı bir durum. Beklemeyin, kendi hayatınıza dönün. Bir kişi size istediğinizi vermedi demek siz değersiz birisiniz demek değildir. Rasyonel olmaya çalışın. Kendinizi gereğinden fazla değerli hissederek şımarmayın ve ya gereğinden fazla değersiz hissederek kendinizi hırpalamayın. Bir kişi ile iyi biri çift oluşturamamış olabilirsiniz. Sizin kötü bir insan ya da partner olduğunuz anlamına gelmez. İyi insanlar da birbirleriyle geçinemeyebilir ;) Unutmayın, yarışmada değilsiniz. Aşk acısı performansınızı sergilemiyorsunuz. Sonunda ödül yok, puan yok. Zaten can sıkıcı,üzücü bir durumla (ayrılıkla) karşı karşıyasınız bir de davranışlarınızla matem havasına girme/ matem süresini uzatmanın hiç alemi yok. Yaşam kalitenizi böyle şeylerle bozmayın . Uykunuzdan feragat etmeyin, zararlı alışkanlıklardan uzak durun, iyi beslenin. Mumkunse spor yapın ve hobilerinize zaman ayırın. Eskiyi yeni bir insanla sürdürmeye çalışmayın. Kendinizi gerçekten hazır hissettiğinizde yeni bir ilişkiye başladığınızda bunun tamamen yeni, öncekilerden bağımsız bir başlangıç olması gerektiğini unutmayın. Bir önceki ilişkinizin kaldığı yerden yeni ilişkinizde sürmesini istemeyin. Çivi çiviyi söker diye düşünmeyin. Bitenin acısını başkası ile hafifletmeye uğraşmayın. Yalnız kalacağınız dönem çözülebilir sorunlarınız ve bir sonraki ilişkide öncekilerde düştüğünüz yanlışlıklara düşmemeniz için çok iyi bir moladır. Bu dönemde kendinizi, ilişkideki halinizi değerlendirebilirsiniz. Olumlu, olumsuz yanlarınızı, değişmesi ve sabit kalması gereken, güçlü ve ya zayıf yönlerinizi tespit etmeye çalışabilirsiniz. Bitmiş ilişkiyi çok dillendirmeyin. Kendinizi zorla depresyona sokmayın. Bittiyse bitmiş olması gerektiğini düşünün. Kendinize yatırım yapıp hayatınızı güzelleştirmenizin yol ve yöntemlerini arayın. Mutluluğu yakalamak için elimizi taşın altına koymamız gerekir. Kendimizden beklentimizi yükseltip karşımızdaki insanlardan beklentilerimizi düşürmek şeklinde formülize edebiliriz.

PsiNossa

31


Before Sunset Gün Batmadan Ceren AYIK ve Nur İNCI

A Y I N F I L M I .

Bazı insanlar vardır, birbirlerini “sevmeye hüküm giyerler”. Çünkü onlar birbirlerinden kaçtıklarında vardıkları yer bile yine birbirlerindedir, ancak bu sayede var olabilirler ve nefes alabilirler. Aradaki bu kimyanın tarifi, elbette çok zordur; ama herkesin hayatında en az bir kez bu tarz bir yakın ilişki olmuştur diye düşünüyorum. Richard Linklater, son filmi Boyhood (Çocukluk) ile büyük övgüler toplayadursun, kendisini biz aslında Before Üçlüsüyle tanıyoruz; Before Sunrise (Gün Doğmadan),

32 PsiNossa

Before Sunset (Gün Batmadan) ve Before Midnight (Gece Yarısından Önce). Dergimizin bu sayıdaki konusu yakın ilişkiler olunca bu konu hakkında akla gelen en çarpıcı sahnelerin sahibi olan Linklater filmlerinden birini düşünmemek büyük haksızlık olurdu. Linktaer’in bu filmlerin senaryosunu yazarken kendi yaşadığı benzer bir olaydan esinlendiğini de ayrıca belirtmek gerekir diye düşünüyorum. Richard ve Amy, tıpkı Jesse ve Celine gibi sabaha kadar süren uzun bir konuşma yapmışlar…

Yönemen: Richar Linklater Oyuncular: Ethan Hawke, Julie Delpy Ülke: Amerika Tür: Drama Süre: 80dk Yayın Tarihi: 2004


Before Sunrise ile tanıdığımız tatlı-sert çiftimiz Jesse (Ethan Hawke) ve Celine (Julie Delpy) kararlaştırdıkları gibi 6 ay sonra Viyana’daki istasyonda buluşamazlar; ancak kader -ya da Jesse’nin manevrası (geçirdikleri o özel gece hakkında kitap yazması)onların yolunu 9 yıl sonra Fransa’da bir kitapçıda kesiştirecektir: “Shakespeare ve Arkadaşları”. Jesse, Celine’le yaşadığı o mükemmel günü yazdığı kitaba aktarmış ve çok satanlar listesinde uluslararası bir başarı elde etmiştir. Kitabın turnesinin son gününün Fransa’da olmasını isteyen Jesse, tam da tahmin ettiği gibi, Celine’i röportaj esnasında karşısında görür ve aralarında tıpkı o günkü gibi uzun bir konuşma başlar. Bu konuşma Before Sunrise’dakinden farklıdır; ikisi de yaş almış, kendilerini tanımaya başlamışlardır. Gençlik ateşi yerini olgun düşüncelere bıraksa da o gece ikisinin içinde yanan alev ne Jesse’nin evlenmesi ne de Celine’in ciddi bir ilişkisinin olması ile sönmemiştir. Değişen yıllar ile birlikte Celine’in Jesse ye göre fikirlerinin keskinliği artmışken, Jesse daha şüpheci, daha ılımlı bir karaktere sahip olmuştur. Celine karakterinin katılığı nedeni ile temelde Jesse’den daha kırılgandır; bu ise ironik bir biçimde onu daha keskin ve katı hale getirmektedir. Jesse ile Celine’in ilişkilerini bu kadar özel kılan şeylerden en önemlisi konuşurlarken birbirlerinin zihnine nüfuz edebilmeleridir. Konuşmaları

kadın ve erkek bedenine hapsolmuş iki ruhun birbirlerini zihnen öpmeleri gibidir. Eğer gerçekten ‘ruh eşi’ diye bir kavram varsa Jessie ile Celine kesinlikle birbirinin ruh eşidir. Aralarındaki kimyanın en önemli sebeplerinden birisi Jesse’nin erkek bedeninde feminen bir ruha, Celine’in ise kadın bedeninde maskülen bir ruha sahip olmasıdır. Bu nedenle birbirlerini tamamlamaktadırlar.Salt cinselliğin ön plana çıktığı 21.yy da Jessie ile Celine geçmişe küçük bir dokunuştur. Konuşma ilerledikçe aradan geçen 9 yıla rağmen aralarındaki enerjinin ne kadar taze kaldığını görüyoruz. Bu konuşmalar günümüzdeki ilişkileri sorgulamamıza sebep oluyor. İki kişi arasındaki ‘aşk’ bağının ruhsal, zihinsel ve fiziksel olmak üzere üç temel gerekliliğinin olduğunu bu film ile birlikte daha iyi fark ediyoruz. Yakın ilişki demek, salt cinsellik demek değildir ve ikili de 9 yıl aradan sonra görüşmüş olsalar da birbirlerine karşı fiziksel özlemlerini filmde sözel bir dille paylaşıyorlar. Artık ‘aşk’ın eskisinden farklı olduğu bir dünyada onlar aşktan da öte bir paylaşımda bulunarak hem seyircilerin 21.yüzyıldaki ‘aşk’ kavramını bir kez daha gözden geçirmesine sebep oluyorlar hem de gerçek üstü olacak kadar saf iletişimleri ile bize ‘yakın ilişkiler’ konusunda umut veriyorlar.

PsiNossa

33


Jesse’nin Celine için yazdığı kitap ve Celine’in Jesse için yaptığı beste, tıpkı Linktaer’in Amy için yaptığı Before Üçlemesi’nde olduğu gibi duyguların sanat ile sonsuzluğa uzanışını sağlıyor. Böylece ölümlü olan insanoğlu ölümlü bedenine rağmen ruhu ve aklı ile gelecekte de varlığını ve yaşanmışlıkların varlığını sürdürüyor. Yakın ilişkilerin zamanla yoğrulduğunu ve sürekli gelişmekte olacağını, tecrübelerle şekillendiğini ve paylaşımla sıcak tutulabileceğini gösteren bu Linklater filmi için söylenebilecek tek şey, kesinlikle izlenmesi gerektiği.

34 PsiNossa


‘’Gerçek geçmiş ölüdür, hatırlanan geçmiş ise değişen akla göre sürekli biçim değiştirir’’ Belki bu filmi izleyince aramızda gerçek geçmişe farklı bir gözle yeniden bakanlar olur… Belki de bu film, bu yazı; trenin camından bakarken yanımızdan geçip giden direkler gibi hızlıca geçip gider ve uzak bir gelecekte; zamanla kazanacağımız deneyimlerin ışığında anlam kazanırlar kim bilir…Ayrıca Before Sunrise filmindeki Falcı Kadın’ın repliği ile bitirmek istiyorum yazıyı: ‘’İkiniz de yıldızsınız bunu unutmayın; milyarlarca yıl önce yıldızlar patladıklarında bu dünyaya şekil verdiler bunu unutmayın bildiğimiz her şey yıldız tozudur.’’ İyi seyirler.

PsiNossa

35


Referanslar Yakın İlişkilerde Kıskançlık

http://psikoloji-psikiyatri.com/kiskanclik.html Demirtaş, H.A. , Dönmez, A.(2006). Yakın İlişkilerde Kıskançlık: Bireysel, İlişkisel ve Durumsal Değişkenler. Türk Psikiyatri Dergisi , 17 (3) , 181-191. http://www.kigem.com/kiskanclik-neyin-gostergesidir.html http://www.kadimdostlar.com/Aile_Hayati_Anne_ve_Cocuk_f121/Evlilik_Hayatinda_Kiskanclik_Neden_ Kiskanclik_K_t68148.html

Frontal Lob Sendromu

Amerikan Psikiyatri Derneği . (1994). Ruhsal bozuklukların tanısal ve istatistiksel el kitabı (4.baskı). Washington, DC: Author Dunner, D., L. Current Psychiatric Therapy. Philadelphia: W.B. Saunders Company, 1993, s. 482-489. Dünya Sağlık Örgütü. (1992). Ruhsal ve davranışsal bozuklukların uluslararası sınıflandırılması (10. Baskı). Cenevre: Oxford University Hariri, A. G., Öncü, F. ve Karadağ, F. (2004). İki olgu nedeniyle frontal lob sendromu. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 5, 179-187. Kaplan, H. I., Sadock, B. J. (2000). Comprehensive Textbook of Psychiatry. (7th ed.) Sinclair D.B., Wheatley, M., ve Snyder, T. Frontal lobe epilepsy in childhood. Pediatr Neurol 2004; 30: 169-176.

Down Sendromu ve Hakkında Yanlış Bilinenlere Dair

Couwenhoven, T. (2013) Down sendromlu çocuklara bedenlerini, sınırlarını ve cinselliiği öğretmek. 1. Basım) (2). (F. Sezer, Çev.). İstanbul: Down Sendromu Derneği İktisadi İşletmesi Yayınları. Couwenhoven, T. (2013). Down sendromlu çocuklara bedenlerini, sınırlarını ve cinselliiği öğretmek. (1. Basım) (207-208). (F. Sezer, Çev.). İstanbul: Down Sendromu Derneği İktisadi İşletmesi Yayınları. Glasson E.J., Sullovan S.G., Hussain R., Petterson B.A., Montgomery P.D., Bittles A.H. (2002). The changing survival profile of people with Down’s syndrome: implications for genetic counselling. Clin Genet, 62, 390393. Stray-Gundersen, K. (2013). Down sendromlu bebekler. (1. Basım) (14-15). (B.Toprak, Çev.). İstanbul: Down Sendromu Derneği İktisadi İşletmesi Yayınları. Başgül-Yiğiter, A. ve Kavak Z.N. (2006). Anne karnında down sendromu tanısına güncel yaklaşımlar ve bir olgu sunumu. Türk Aile Hekimliği Dergisi, 10(4), 178-182.

Sevgi Nedir?

Myers, D.G. (2013). Social Psychology (11.baskı). NY: McGraw-Hill. Berscheid, E. (1981). An overview of the psychological effects of knowledge of the effects of knowledge of the effects of physical attractiveness. In W. Lucker, K. Ribbens, & J. A. McNamera (Eds.), Logical aspects of facial form (craniofacial growth series). Ann Arbor: University of Michigan Press. Van Straaten, I., Engels, R. C. M. E., Finkenauer, C., & Holland, R. W. (2009). Meeting your match: How attractiveness similarity affects approach behavior in mixed-sex dyads. Personality and Social Psychology Bulletin, 35, 685-697. Buss, D. M. (1989). Human mate selection. American Scientist, 73, 47-51. Jacoby, S. (1986). When opposites attract. Reader’s Digest, pp. 95-98.

İş Hayatı ve Stresin Yakın İlişkilerdeki Rolü

Aşan, Ö. ve Erenler, E. (2008). İş tatmini ve yaşam tatmini ilişkisi. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 13(2), 203-216. Smith, E.E. , Hoeksama, S.N. , Fredrickson, B. L. , Loftus, G. R. , Bem, D.J. , Maren,S. (2014). Stres, Sağlık ve Stresle Başa Çıkma. Ö.Öncül & D. Ferhatoğlu (Çev.). (2.baskı). Ankara: Arkadaş Yayınevi.

36 PsiNossa


Ruhsal Bozukluğu Olan Bireylere Yönelik Damgalamayla İlgili İnanç, Tutum ve Davranışlar

Aker, T., Özmen, E. ve Ögel, K. (2002). Birinci basamak hekimlerinin şizofreniye bakış açısı. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 3, 5-13. Alptekin, K. (2005). Sosyal psikiyatriyi doğru anlamak. http://www.sosyalhizmetuzmani.org/sosyalpsikiyatri.html, 10.08.2005. Angermeyer, M.C. ve Matschinger, H. (1996). Relatives’ beliefs about the causes of schizophrenia. Acta Psychiatrica Scandinavica, 93, 194-199. Angermeyer, M. C. ve Matschinger, H. (2003). Public beliefs about schizophrenia and depression: Similarities and differences. Social Psychiatry Psychiatric Epidemology, 38, 526-34. Arslantaş, H., Gültekin, B.K., Söylemez, A. ve Dereboy, F. (2010). Bir üniversite hastanesi polikliniğine ilk kez başvuran hastaların damgalamayla ilgili inanç, tutum ve davranışları. ADÜ Tıp Fakültesi Dergisi, 11(1), 11-17. Aştı, N. (1995). Psikiyatrik imajın sosyal boyutu. Ruhsal Travma, 23. Bağ, B. (2003). Sağlık personelinin ruhsal sorunları olan bireylere yönelik tutumlarının araştırılması. Yayımlanmamış doktora tezi, Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Erzurum. Boyd-Ritsher, J. ve Phelan, J. C. (2004). Internalized stigma predicts erosion of morale among psychiatric outpatients. Psychiatry Research, 129, 257-65. Brandili, H. (1999). The image of mental illness in Switzerland. J. Guimon, W. Fischer ve N. Sartorius, (Ed.), The Images of Madness içinde (20-8). Basel, Karger. Chung, K. F. (2005). Changing the attitudes of Hong Kong medical students toward people with mental illness. Journal of Nervous Mental Disease, 193, 647-53. Çam, O. ve Bilge, A. (2007). Ruh hastalığına yönelik inanç ve tutumlar. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 8, 215-223. Çam, O. ve Çuhadar, D. (2011). Ruhsal hastalığa sahip bireylerde damgalama süreci ve içselleştirilmiş damgalama. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi, 2(3), 136-140. Kaptanoğlu, C., Seber, G., Erkmen, H. ve ark. (1992). Araştırma görevlisi hekimlerin psikiyatri ve psikiyatristlerle ilgili tutumları. XXIV. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi, 123-126. King, M., Dinos, S., Shaw, J., Watson, R. ve ark. (2007). The stigma scale: Development of a standardised measure of the stigma of mental illness. British Journal of Psychiatry, 190, 248-54. Link, B., Struening, E. ve Rahav, M. (1997). On stigma and its consequences: Evidence from a longitudinal study of man with dual diagnoses of mental illness and substance abuse. Journal of Health and Social Behavior, 38, 177-190. Magliano, L., Guarneri, M., Fiorillo, A. ve ark. (2001). A multicenter Italian study of patients’ relatives’ beliefs about schizophrenia. Psychiatric Services, 52, 1528-1530. Oban, G. ve Küçük, L. (2011). Damgalama erken yaşlarda başlar… Gençlerde ruhsal hastalıklara yönelik damgalamayla mücadelede eğitimin rolü. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi, 2(3), 141-148. Özbaş, D., Küçük, L. ve Buzlu, S. (2008). Ruhsal bozukluğu olan bireye sahip ailelerin hastalığa karşı tutumları. Düşünen Adam, 21, (1-4), 14-23. Özmen, E., Özmen, D., Taşkın, E. O. ve Demet, M. M. (2003). Sağlık yüksekokulu öğrencilerinin depresyona yönelik tutumları. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 4, 87-97. Polat, A., Üçok, A., Genç, A. ve ark. (2000). Ruhsal hastalığı olan kişilerin ailelerinde stigma. 36. Ulusal Psikiyatri Kongresi Poster Bildirileri, Antalya. Rahman, A., Mubbashar, M. H., Gater, R. ve Goldberg, D. (1998). Randomised trial of impact of school mental-health programme in rural Rawalpindi, Pakistan. Lancet, 352, 1022-5. Sağduyu, A., Aker, T., Özmen, E., Ögel, K. ve Tamar, D. (2003). Şizofrenisi olan hastaların yakınlarının şizofreniye yönelik tutumları. Türk Psikiyatri Dergisi, 14, 203-212. Saillard, E. K. (2009). Ruhsal hastalara yönelik damgalamaya ilişkin psikiyatrist görüşleri ve öneriler. Türk Psikiyatri Dergisi, 21(1), 14-24. Star, S. (1955). The public’s ideas about mental illness. Annual Meeting of the National Association for Mental Health, Indianapolis. Taşkın, E. O. (2007). Ruhsal hastalarda damgalama ve ayrımcılık. Taşkın, E. O., (Ed.), Stigma ruhsal hastalıklara yönelik tutumlar ve damgalama içinde (17-30). İzmir: Meta Basım ve Matbaacılık. Üçok, A., Erkoç, Ş. ve Ataklı, C. (2001). Psikiyatri dışındaki hekimlerin şizofreniye ilişkin tutumları. Bahar Sempozyumları .V. Yenilmez, Ç., Ayrancı, Ü., Kaptanoğlu, C. ve ark. (2002). Eskişehir ili birinci basamak sağlık kurumlarındaki hekimlerin psikiyatrik hizmet, tanı ve tedavilere karşı tutumları. Türkiye’de Psikiyatri, 4(1), 14-24. Ziyalar, A. (1995). Kültürün psikiyatrik yaklaşıma etkisi. Yeni Symposium, 33, 59-63.

PsiNossa

37


PsiFest 2015 Bรถyle Geรงti

38 PsiNossa


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.