PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi
Sayı 14 Ocak 2016 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org
Teknoloji Görsel: Igor Morski
2 PsiNossa
PsiNossa 2015
TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri İrem DEMİR Yıldırım Beyazıt Üniversitesi iremdemir@tpocg.net
Film Eleştirmeni
Ceren AYIK Yaşar Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Öğrencisi hopigesta@hotmail.com
Kitap Eleştirmeni
Merva ÖKSÜZ Uludağ Üniversitesi
Editör Fatma Selin AYAN TPÖÇG Mezunlar Birimi Üyesi fatmaselinayan@gmail.com
mervaoksuz@gmail.com
Üye Burak Bahadır AKIN Kültür Üniversitesi burakbahadirakin@hotmail.com
servetguldal99@gmail.com
Üye Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@gmail.com Üye Şükran Yalçın Yıldırım Beyazıt Üniversitesi sukranyalcin3@gmail.com Üye Edanur Tunca Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com Üye Ayşe Nur AVCI Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com Çevirmen Ceren Nur Gürler Işık Üniversitesi cerennur.gurler@gmail.com Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com
Servet GÜLDAL Uludağ Üniversitesi Müzik Köşesi Yazarı
Ayça Kapyapar Hacettepe Üniversitesi aycakpypr@gmail.com
Konuk Yazarlar Fulya KOÇAK Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Mezunu fulya.kocak.92@gmail.com Ahmet ENGİZ Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Öğrencisi ahmetengiz@hotmail.com WWF Türkiye adına Yaz GÜVENDİ www.facebook.com/wwfturkiye https://twitter.com/wwf_turkiye
Dizgi-Tasarım Can KAMSIZ Girne Amerikan Üniversitesi cankamsiz@gmail.com Kapak Ceren AYIK & Ulaş BAHAR
PsiNossa 3
Bu Sayımızda; 6 | Narsizme Giden Yol: Selfie 8 | Robopsikoloji 12 | Tablet Bağımlısı Oyun Çocukları 14 | Ataerkil Yapının Teknolojik Hali 16 | Teknolojinin Bumerang Etkisi 18 | Yekta KOPAN İle Röportaj 28 | WWF Türkiye 30 | Mezun Yazısı 32 | Ayın Farkındalıkları 34 | Ayın Filmi: Artifical Intelligence 36| Ayın Kitabı: 1984 40| Müzik Köşesi
4 PsiNossa
Psi Nossa
Merhaba değerli okuyucular, Koskoca bir yılı geride bıraktık ve 2016’ya merhaba dedik. Kayıplarla ve travmalarla dolu bir yıl oldu 2015. Bu yüzden belki de en çok bu yılbaşında umut etmeye, inanmaya, eğlenmeye ihtiyacımız oldu tüm Noel karşıtlarına rağmen (!). Yeni yılla beraber PsiNossa’da yeni bir köşe yayına başlıyor: Müzik köşesi. Geçmişe dair ve güncel müzik yazıları, etkinlik haberleri ve daha fazlası Ayça Kapyapar’ın kaleminden siz okurlarla buluşacak. Bu ay röportaj köşemizde Burak ve Edanur’un Yekta Kopan’la yaptığı oldukça keyifli röportaj yer alıyor. Bizim için çok farklı ve güzel bir deneyimdi. Kendisine bir kez daha teşekkür ederiz. 2015’i akıl sağlığını yitirmeden tamamlayanları tebrik ediyor, yeni yılın hepimize barış, sağlık, huzur ve başarı getirmesini diliyorum. Keyifli okumalar. Fatma Selin AYAN
Editör
PsiNossa Psikoloji biliminin “Psi” si ve Portekizcede “bizim” anlamına gelen “nossa” kelimesinin birleşmesiyle –TPÖÇG ve TPÖÇG’e dair her şeyi can-ı gönülden sahiplenmemize ithafen- ortaya çıkan PsiNossa isimli dergimiz her ay belirlenen bir konu çerçevesinde e-dergi formatında yayınlanmaktadır. PsiNossa Yayın ekibi olarak her ay siz okuyucuların karşısına dopdolu, bilgilendirici ve keyifli vakit geçirmenizi sağlayan içerik sunmak için canla başla çalışıyoruz.
PsiNossa 5
Narsizme Giden Yol: Selfie
Selin Cennet GÜLMEZ
S
elfie, birkaç yıl öncesine kadar lügatımızda yer almayan ancak günümüzde sıkça cümle içinde kullandığımız bir kavramdır. En basit tabiriyle kendini, kendi kendine fotoğraflamak olan selfie bir anlamda öz portre özelliği de taşır. Uğruna şarkı bile bestelenen ( ki şu an o şarkıyı mırıldandınız bence) bu eylem bizler için artık alışkanlık haline geldi. Arkadaşlarla buluşup kahve içmek, doğum günü kutlamak, manzarası güzel bir tepeye tırmanmak veya ekstrem sporlarla uğraşmak gibi bir sürü eylem düşünün... Bu eylemlerin öznelerini hayal ederken gözünüzde canlandırdığınız karelerin bir tanesinde bile ana karakter selfie çekmiyorsa, ne mutlu size! Kurtarılmış bölgedesiniz. Sosyal medyanın, günümüz genç jenerasyonunu ele geçirmiş olması ve bireyleri bildirimde bulunma zorunluluğu içine hapsetmesi ‘selfie’nin engellenemez yükselişine ön ayak oldu. İki arkadaş fotoğraf çekmek isterken ve garson onlarla katiyen göz teması kurmazken, ‘selfie’ süper kahraman olmaya adaydır ki İnstagram’a yüklenecek fotoğraf sorununu çözmüştür. Peki ‘selfie’ alışkanlığı bizi değiştirir mi ve biz, olmadığımız biri gibi görünmeye çalışır mıyız? Tüketim kültürü içerisinde, hızla var olabilen veya yok olabilen fabrikasyon materyallerden farkı kalmayan kimlik, sosyal medya ve ‘selfie’ ile kolayca şekil değiştirebilen bir kavram halini almıştır. Birey; kendisi hakkında bilgi vermeyi, sosyal çevresini tanıtmayı ve kim olduğunu sergilemeyi sosyal medya üzerinden gerçekleştirirken görselliğe dayalı bir kimlik oluşturmaya çalışır. Tüm bu eylemleri gerçekleştirirken kimliğini yeniden inşa eder, bireyler arası ilişkilerini yeniden kurgular, benliğini farklı platformlara lanse eder (Özdemir, 2015). Gidilen yeni bir mekan, alınan eğitim, medeni durum, ideolojik fikirler ve yakın çevre ile kurulan ilişkilerin birey tarafından sosyal medyaya sunulması aslında yeni bir benlik oluşturma girişimidir
6 PsiNossa
(Özdemir, 2015). Birey; paylaştığı her ‘selfie’ ile yeni bir kurguyu hayata geçirmekte ve inşa ettiği kimliğe bir tuğla daha eklemektedir. Teknoloji hayatımızı bu denli yönlendirirken, davranışlarımızı ve kimliğimizi teknolojiden bağımsız olarak geliştirmek mümkün müdür? McLuhan’a göre tutum ve davranışlarımızı biçimlendirmede teknolojinin yadsınamaz bir etkisi vardır (Ustakar ve Türkoğlu, 2015). Günümüzde Y kuşağı olarak bilinen genç kesim, kendinden önceki tüm kuşaklardan farklı bir yapıya sahiptir ki sosyal ağları kullanarak yoğun bir etkileşim ortamı yaratmıştır. Hem gözetilmek hem de gözetmek eylemlerine yatkındır. Bireylere edilgen rol veren kitle iletişim araçlarından etken rol veren kitle iletişim araçlarına geçişle, teknolojiye fazlasıyla duyarlı hale gelmiştir (Ustakar ve Türkoğlu, 2015). Teknoloji ve sosyal medya Y kuşağını beğenilmeme korkusuna itmiştir. Selfie bu korkuya karşı bir kaçış noktası olmuştur. Özellikle fotoğraf paylaşmak amacı ile meydana gelen platformlarda sergilenen ‘selfie’ler, takipçilerimizi, kendimizden ve çevremizden ne kadar memnun olduğumuza ikna etmemiz için fazlasıyla kolaylık sağlamıştır. Peki sürekli mutlu, güzel ya da yakışıklı, halinden memnun hatta mükemmel olduğumuzu kanıtlama çabamız bizi narsist davranışlara yönlendirmez mi? Narsizm, kişinin sahip olduğu güç ve gördüğü değerin abartılmış bir yansımasını isimlendiren karakter özelliğidir. Kendilerini olduklarından daha yetenekli ve başarılı gördükleri bir hayal dünyasında yaşayan narsist bireyler, sosyal çevrelerinde ayrı bir ilgi beklentisi içinde hareket ederler (Özbek,2010). Bu bağlamda; gerçekleştirdiği her davranışın doğru, fiziğinin fazlasıyla iyi ve yaşadığı hayatın diğer insanların yaşadığı hayattan daha üstün olduğuna kendisini inandıran ayrıca takipçilerini de inandırmaya çalışan bir bireyin narsist özellikler gösterdiğini söylemek mümkün.
Narsist bireyler kıskanç, başarısızlık ve yenilgiyi hazmedemeyen, güçlü bir beğenilme ihtiyacı içinde olan kişilerdir (akt. Özbek, 2010). Binlerce takipçiye sahip olmak bir başarı mıdır bilemiyorum ancak paylaşılan son ‘selfie’nin bir önceki ‘selfie’den daha az beğeni alması çok da kolay hazmedilmese gerek. Tabii ki sosyal medyada gerçekleştirilen ‘selfie’ lansmanlarının yol açtığı tek sorun narsizm değil. Hedeflenen beğeni sayısına ulaşamamak, ideal takipçi sayısı barajının altında kalmak ve emek emek çekilen ‘selfie’nin yeterince rağbet görmemesi, bireyi, mutsuzluğa ve kendini sorgulamaya itebilir. Yüzü ve fiziğinin yeterince(?) iyi olmadığını düşünen bireyler anoreksiya veya bigoreksiya gibi rahatsızlıkların pençesine düşebilirler. Anoreksiya genellikle kadınlarda görülen, yeme bozukluğu ve kendini olduğundan daha kilolu görme gibi durumlarla tanımlanan bir
rahatsızlıkken; bigoreksiya, erkeklere özel bir rahatsızlıktır ve sahip olunan kas oranının hiçbir zaman yeterli seviyede görülmemesi ile tanımlanmaktadır. Sosyal medyanın bize sunduğu ideal erkek ve kadın imajlarının yarattığı sorunlardan yalnızca birkaçını ele aldığım; selfie, beğeni, takipçi gibi Y kuşağının diline pelesenk olmuş kavramları eleştirdiğim bir yazı okudunuz az önce. Hayır, tabii ki sosyal medya hesaplarım var ve selfie çekiyorum ancak bu normal eylemleri birer beğeni ölçütü haline getirmemeliyiz diyorum. Goffman; insanların, sosyal kimliklerine göre farklı rolleri hayata geçiren aktörler olduğunu ve alkış almak için çevresindekiler üzerinde iyi izlenimler bırakmaya çalıştıklarını söyler (akt. Özdemir, 2015). Bırakalım, bizi biz olduğumuz için alkışlasınlar. Perde kapandığında, geriye, bizden bir parça kalsın sahnede.
PsiNossa 7
ROBOPSİKOLOJİ Şükran YALÇIN
Bu fotoğrafta ne görüyorsunuz? Kahvaltı ederken tabletinden bir şeyler izleyen bornozlu bir adam mı? Yedikleri biraz garip görünüyor, bu işte bir bit yeniği aramalı mıyız? Bu fotoğraf, 1968 yapımlı 2001: Bir Uzay Macerası filmine ait bir sahne. Kullandığı cihaz, günümüz tabletlerinin kurgu hali. 47 yaşında bir kurgunun şuan herkesin erişebildiği bir teknoloji haline gelmiş olması insanları bu kurgular üzerine düşünmeye zorluyor. Bir başka kurgu da bilim kurgunun efsane ismi Jules Verne’den gelsin. “Mr. Smith’in ilk yaptığı onu Paristeki köşküyle iletişime geçirecek kabloları, fonotelefotunu aktifleştirmekti. Telefot! Bu modern bilimin bir başka nimetiydi. Konuşmaların aktarımı eski bir hikaye, görüntülerin hassas aynaların bağlandığı kablolarla aktarımı ise daha düne ait bir şey. Gerçekten değerli bir icat; onun sayesinde aralarındaki müthiş uzaklığa rağmen karısını belirgin bir biçimde görebiliyordu ve Mr. Smith bu sabah telefotun mucidine duyduğu şükranla doluydu. “
8 PsiNossa
G
örüntülü konuşmaya göz kırpan bu metin, 1899 yılında Jules Verne tarafından kaleme alınan In the Year 2899 isimli kısa hikayede geçiyor. 116 yıl önce görüntülü konuşma teknolojisine mercek tutan bu kurguyu bugün yaşamaktayız. Sonsuz uzunlukta ve zaman içinde çözülebilecek karışık sokaklar. Bazen bir noktada buluşup birleşerek tek bir sokak oluyorlar. Bilim ve edebiyatın kesişen eşsiz sokakları. Kurgu ve gerçeklik. Biyonik organlar, yüz nakli, 3D yazıcılar gibi bilim-kurgu konularının gerçeğe geçişine 21. yüzyılın başından beri tanıklık ediyoruz. Bu kurgular başta edebiyatın muayyen alanlarından geçiyor ve ardından bilimin muhtelif alanlarına doğuyor. Kurguların icada dönüşmesi teknoloji ilerledikçe hepimizin hayatında sıradanlaşıyor. Bu geçişleri cihazlarla sınırlı şekilde de yaşamıyoruz. Yeni icatlar hayatlarımıza temas ederek, onları yeniden biçimlendiriyor. Sanayi devrimi sonrasında yaşanan işsizlik sorunlarından bilgisayar başında harcanan saatlerin modern insan omurgasında neden olduğu değişikliklere kadar hayatın her köşesine teknolojik etkiler siniyor. Bize ait ve bizden olan ne varsa; sosyal ilişkiler, ekonomi, yönetim şekilleri ve yaşam biçimleri de dahil olmak üzere sayısız mesele teknoloji ışığında yeniden biçimleniyor. Bütün bunların içinde hayatın hem üretim hem tüketim boyutu olarak görülebilecek en önemli alan ise : Meslekler! Daha da özele indirgeyecek olursak psikologları gelecekte neler bekliyor? Isaac Asimov Ben,Robot isimli kitabında ilk defa robopsikoloji fikrini ortaya atıyor ve ünlü üç robot yasasından Ben, Robot’un girişinde şöyle bahsediyor:
Üç Robot Yasası 1. Bir robot, bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz. 2. Bir robot, insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır. Ancak bu tür emirler Birinci Yasayla çeliştiği zaman durum değişir. 3. Bir robot, Birinci ve İkinci Yasalarla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır. Robotik El Kitabı 56. Baskı. M.S. 2158 Robopsikoloji akıllı makinelerin kişilikleriyle ilgilenen bir çalışma alanıdır. Asimov tarafından tanımlandığı üzere robopsikoloji matematiksel analizler ve geleneksel psikolojinin ayrıntılı birleşiminin robotlara uygulanmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca insan psikolojisi de robopsikolojinin bir parçasıdır çünkü insan ve robot etkileşimlerini kapsar. Asimov’un bu kurguları robot ve diğer buluşların mucitlerine düşman olmasıyla ilgili irrasyonel bir korku olan Frankestein kompleksini içermektedir.
PsiNossa 9
Günümüzde Robopsikoloji San Francisco Sytience’de çalışan robopsikolog Andrea Kuszewski başlangıçta otizmli çocuklara yaratıcı düşünmeyi ve bilişsel yetenekleri kazandırmaya çalışırken bu işin onda zamanla robotlara da insan gibi düşünmenin öğretilebileceği fikrini uyandırdığını söylüyor ve ekliyor: Çalıştığım işte, insan psikolojsi ve robopsikolojisi arasında mutualist bir şekilde birbirinden öğrenme ve öğretme ilişkisi var. Örneğin henüz katıldığım yapay zeka labaratuarında yapay zekaların doğal dilin anlamsallığını kavrayabilmesi üzerine çalışıyoruz. Bunun yapılabilmesi için ilk olarak insanlara öğretildiği gibi öğretilmesi lazım. Robopsikoloji, bir yandan insanlık ve teknolojiyi köprülürken diğer yandan potansiyelleri üzerine tartışılmaya devam eden bir alan. Her geçen gün robotlar ve insansı makineler geniş kullanım alanları içinde popülerlik kazanmaya devam ediyor. Bir makinenin insansı davranış ve düşünme şekline sahiplik derecesi ne kadar artarsa insanlar için kullanışlı görülmesi de aynı düzeyde artıyor. Robotlar eğitimden eğlence sektörüne kendine birçok alanda şimdiden yer bulmuş durumda. Örneğin Robot bilimci Heather Knight, robotlara kamusal alanlarda nasıl komedi gösterileri yapabilecekleri bilgisini öğretiyor. Bir robotun bu kadar insansı bir görevi yerine başarıyla getirebilmesi için insan davranışının ve mizahın iyi anlaşılması gerekmektedir (Kuszewski, 2012).
Robopsikolog ne iş yapar?
-Bilişsel yapıların dizaynında yardımcı olmak -Hedeflenen yapay zeka becerilerini öğretmek için plan geliştirmek -Yapay zekaya öğrenme süreci boyunca yardımcı olacak kılavuz yaratmak -Uyumsuz makine davranışlarını tespit etmek -Ahlak ilkelerinin ve bunların nasıl öğretilebileceğinin araştırılması -Bilgisayara dayalı zeka alanları için yenilikçi terapi yaklaşımlarının geliştirilmesi gibi görevleri gerçekleştirirler.(Kuszewski, 2012)
10 PsiNossa
Geçtiğimiz günlerde 100 üzerinde uzman, 12 uluslararası kuruluş ve 120’den fazla şirket temsil edildiği Pekin Dünya Robot Sergisinde Xiaolou isimli insansı robot da tanıtıldı. Çin şirketi Tami Intelligence tarafından yapılan bu humanoid robot insanlarla etkileşime girebilme özelliğiyle tanınıyor. Tami Intelligence Teknoloji’nin ürün menajeri Lui Boyi, robotlarının marifetlerini şöyle açıklıyor: Robot çok fazla yüz ifadesine sahip ve bu insanlara robotla etkileştiklerine dair iyi hisler veriyor. Sizi takip edebiliyor yani karşısındayken sizin duruş şeklinizi taklit etmesinden bahsediyorum. Kadın ya da erkek olduğunuzu anlayabiliyor. Ayrıca size yaşınızla, mutlu olup olmadığınızla ve mutluluk derecenizle ilgili bilgiler veriyor’’ (Euronews, 2015) Euronews’in haberine bakılırsa insanlaşan robotlar teknolojinin imkanları el verdiği müddetçe bir moda haline gelebilir. Frankestein kompleksi ise daima akılda tutulması gereken bir korku. Yüzlerce yıl sonra internet ağının derinliklerinde kalan bu satırları bulan bir gelişmiş medeniyet insanı 2015 yılında yaşayan bizler için “modern” sıfatını kullanmama eminim fazlasıyla gülecektir. Asimov’un kurgularını göz önünde bulundurduğumuzda aslında sahip olduğumuz teknolojilerin ileri tarihler için daima ilkel kalacağını görebiliriz. Akıllı telefonların bile bizi nasıl ele geçirdiğinin tartışıldığı biz ortamda aslında Frankestein kompleksinin o kadar da kurgu olmadığı anlaşılıyor. Yakın zamanda üç robot arasında yapılan farkındalık testi de bir anlamda bu korkunun kaynağına dikkat çekiyor. Selmer Bringsjord, üç robotu yarıştırarak bir robotun kendi varlığının farkına varabileceğini insanlığa gösterdi. Robotlarla yapılan bu yarışma aslında çağlar öncesinden bir kralın vezirini seçerken uyguladığı yöntemden esinlenilmiş. Kral,vezirini seçmek için ülkesindeki en zeki üç adamı huzuruna çağırır ve kafalarına mavi ya da beyaz şapka koyulduğu söyler. Üç adam kendilerini görmez ama birbirlerini görür ardından kral üç yarışmacıyı, yarışmanın kesinlikle adaletli olduğu ve şapkalarının ya mavi ya beyaz olduğu konusunda bilgilendirir. Bu sırada vezir adaylarının
birbirleriyle konuşmaları yasaktır ve kral yarışma sonunda şapkasının rengini doğru bilen kişiyi veziri olmaya layık görür. Şapkasının rengini doğru bilen kişi , yarışmanın adaletli olduğu ön bilgisini göz önünde bulundurarak diğer iki kişiyle aynı renk şapka taktığını anlayan kişidir. Robotlarla yapılan testte üç robot da içlerinden herhangi ikisine “susturucu ilaç” verildiğine inandırılır ve iki robot sessize alınır. Robotist, robotlara “Hanginiz ilaç aldı?” sorusunu sorar, sessize alınmayan robot önce ayağa kalkar ve “Bilmiyorum” der. Robot kendi sesini duyduktan sonra “Pardon, artık biliyorum. Bana susturucu ilaç verilmediğini kanıtlayabilirdim” cevabını verir (Jonathan O’Callaghan, 2015). Bu iş bir insan için çok basit gözüksede bir robot için birçok aşamayı yerine eksiksiz getirmesi gereken bir görev. Robot önce, aralarından ikisinin susturulduğunu kaydedip anlamlandırmalı, bilmiyorum cevabını verdikten sonra bu sesin kendisine ait olduğunu ayırt edebilmeli, bunun ayırdını yaptıktan sonra eğer susturulan robot diğer ikisiyse susturulmayan robotun kendi olduğu sonucuna ulaşabilmeli.
Sonuç itibariyle yapay zeka teknolojisinin insanlardan daha sistematik olduğu bir gerçek. İnsanların on basamaklı iki sayıyı saniye içinde çarpan bir makineden korkmamasının ilk nedenlerinden biri bu makinenin hissiz bir metal yığını olduğunu düşünmesi. Bugün biliminin uygulamaya çalıştığı ise onları olabildiğince insan yapabilmek. Bu yüzden bizde bizimle sohbet ettiği izlenimi uyandıran Siri benzeri akıllı telefon teknolojilerini hayranlıkla karşılıyor, tüketiyoruz. Robotların insanlar üzerindeki etkilerinin şuan robot tasarımında göz önünde bulunduruluyor olması şimdiden robotların insan psikolojisine dokunan yönü. Şuan için her ne kadar tarihini bilemesek de yıllar sonra bu ihtiyacı karşılama adına robotları daha insan yapmak için çalışan psikologlardan olabiliriz. Biz robotları insanlaştırırken onların işlerimizi elimizden alma ihtimali ise başka bir tartışma konusu olarak kalacak.
PsiNossa 11
Tablet Bağımlısı Oyun Çocukları Ayşe Nur AVCI
G
ünümüzde teknolojinin hızla gelişmesi oyun çağındaki birçok çocuğun “sanal oyun dünyası”na çok kolay ulaşabilmesini sağlamaktadır. Bu oyunlara erişimin ve bağımlılığın genellikle tabletler yoluyla gerçekleşmesi nedeniyle yazıya “Tablet Bağımlısı Oyun Çocukları” başlığı verilmiştir. Küçük çocuklar için dizüstü bilgisayar kullanımı tablet kullanımından daha zordur. O küçücük dizlerine dizüstü bilgisayarlar fazlasıyla ağır gelmekte ve tabletlerin küçük tasarımı tabletleri elleriyle rahatlıkla kontrol edebilmelerini sağlamaktadır. Akıllı telefonlar da küçüktür ancak çocuklar için tablette oyun oynamak telefonda oyun oynamaktan daha keyif vericidir. Bununla birlikte ekranın dokunmatik oluşu dokunarak öğrenmeye de eğilimli olan çocukların bu gereksinimlerini yerine getirmek için oldukça elverişlidir. Çocuklarda telefon değil de tablet kullanımı biraz da ebeveynlerin tutumuna bağlı olabilmektedir. “O yaşta çocuğa telefon mu verilir?” diyen; ama çocuklarına tabletlerini gönül rahatlığıyla veren ebeveynler tanıyorum. (O yaştaki çocukların yaşları 3 ile 10 arasında değişmekte.) Oyun oynamak çocukların zihinsel, biyolojik, sosyokültürel, psikolojik gelişimine oldukça yararlıdır. Arkadaşlarla oynanan oyunlarda çocuklar sosyal ilişkiler kurar, kendini ifade etme ve paylaşma alışkanlığı kazanır; iletişim ve dil becerilerini geliştirirler (Horzum, 2011). Çocukların oyun oynamaya ihtiyaçları vardır; ancak bu oyunlar elbette ki bilgisayar oyunları değildir. Günümüzde birçok çocuğun elinde oyuncak yerine tablet ya da akıllı telefon görmekteyiz. Artık çoğu çocuk “gerçek” oyunlar yerine “sanal” oyunları tercih etmektedir (Horzum, 2011). Belki sizler de okuldan gelince yemek bile yemeden eline tabletini alan, eve bir arkadaşı geldiğinde yüklediği yeni oyunu göstermek için hemen tabletine koşan, yanlarına gittiğinizde tabletlerindeki sanal oyunun içinde kaybolmuş birlikte; ama yalnız çocukları gözlemlemişsinizdir. Okul öncesi dönemdeki çocukların ve ailelerinin bilgisayar oyunu oynama alışkanlıklarını belirlemek amacıyla yapılan bir araştırma bilgisa-
12 PsiNossa
yar oyunu oynamaya başlama yaşının okul öncesi döneme kadar indiğini göstermektedir (Akçay ve Özcebe, 2012). Araştırmada bilgisayar oyunu oynamayan çocukların anne ve babalarının da bilgisayar oyunu oynamadığı saptanmıştır. Bu sonuç 4-6 yaşlarındaki çocukların ebeveynlerin davranışlarını taklit etmesine dikkat çekmektedir. Aileler çocuklarının % 48.8’inin haftada 1-2/3-4 kez şiddet içeren bilgisayar oyunu oynadıklarını ve toplamda hafta içi günde yaklaşık 1 saat, hafta sonu günde yaklaşık 2 saat bilgisayar oyunu oynayarak vakit geçirdiklerini bildirmiştir. Çocuklar büyüdüklerinde bu sürenin artma olasılığı aileler tarafından göz önünde bulundurulmalıdır. Aileler, bilgisayar oyununun seçimi, oynama süresi ve zamanı gibi konularda bilgilendirme ve danışmanlık almalıdır (Akçay ve Özcebe, 2012). Horzum (2011) bilgisayar oyunu bağımlılığını; oyuncunun bir oyunu bırakamaması, sürekli olarak oyunu düşünmesi ve sürekli oyunla ilgilenmesi olarak tanımlamıştır. Ayrıca çocuklarda bilgisayar oyunu bağımlılığını ölçmek için 21 maddeden oluşan Çocuklar İçin Bilgisayar Oyun Bağımlılığı Ölçeği geliştirilmiştir (Horzum, Ayas ve Balta, 2008). Bu ölçeği kullanarak yapılan bir araştırmada erkek öğrencilerin kız öğrencilere, üst sosyo-ekonomik düzeydeki öğrencilerin, orta ve alt sosyo-ekonomik düzeydeki öğrencilere, 4. sınıftaki öğrencilerin 3. ve 5. sınıftakilere göre oyun bağımlılığı yüksek bulunmuştur; bilgisayar sahibi olma açısından oyun bağımlılığında anlamlı bir fark bulunmamıştır (Horzum, 2011). Aynı ölçek kullanılarak yapılan başka bir araştırmada ise öğrencilerin bilgisayar oyunu bağımlılık puanlarının düşük olduğu; erkek öğrencilerin kızlara göre, evde bilgisayarı olanların olmayanlara göre, annenin eğitim düzeyi yüksek olanların düşük olanlara göre bilgisayar oyunu bağımlılık düzeyleri yüksek bulunmuştur; sınıf ve babanın eğitim düzeyi bakımından ise bilgisayar oyun bağımlılığı açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır (Şahin ve Tuğrul, 2012).
Sanal oyunların büyük bir kısmının şiddet içerikli olması çocukların ve gençlerin ruh sağlığını, akademik başarısını ve okul performansını olumsuz yönde etkilemekte; yardımseverlik davranışını azaltmakta; saldırganca düşünceleri, duyguları ve davranışları artırmaktadır ve aynı zamanda bağımlılık geliştirmekte önemli bir rol oynamaktadır (Burak ve Ahmetoğlu, 2015). Holman ve ark. tarafından yapılan bir çalışmada interneti çok kullanan ve sıklıkla bilgisayar oyunları oynayan çocukların sosyal gelişimlerinin önemli ölçüde gerilediği, öz güvenlerinin düşük, sosyal kaygı düzeylerinin ve saldırganlık davranışlarının yüksek olduğu bulunmuştur (akt., Cömert ve Kayıran, 2010). Anderson ve Bushman’a göre de bilgisayar oyunları çocuklarda ve gençlerde saldırganlığa neden olmaktadır ve oynanan oyunun türünün, oyun oynama sıklığı ve süresi saldırganlığın boyutunda etkilidir (akt., Cömert ve Kayıran, 2010). Yapılan bir araştırmada şiddet içerikli oyunları oynayan çocukların bu oyunların şiddet içerdiğinin farkında olmadıkları saptanmıştır (Burak ve Ahmetoğlu, 2015). İnternet ortamındaki davranışlar “gerçek” olarak algılanmadığı için çocuklar ve ebeveynler oyunlarda sergiledikleri saldırganca dav-
ranışları garipsememekte hatta eğlenerek izlemektedirler (Arıcak, 2015). Burak ve Ahmetoğlu’nun (2015) yaptıkları araştırmanın diğer bir bulgusuna göre şiddet içerikli bilgisayar oyunu oynadığını belirten çocuklar, şiddet içerikli bilgisayar oyunu oynamadığını belirtenlere göre toplam saldırganlık, öfke, düşmanlık ve dolaylı saldırganlık düzeylerinde daha yüksek puanlar almışlardır. Bu tür oyunlar çocukları sürekli şiddet sahnelerine maruz bıraktığından çocukların saldırganca davranışlar geliştirmelerine neden olabilmektedir. Saldırganlık doğuştan getirilen bir güdü olmasına rağmen çocukluktaki ilk öğrenmeler saldırgan davranışların şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır (Arıcak, 2015). Sanal oyunların çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri maalesef çok fazla. Ebeveynler bu etkilerin farkında olsa da olmasa da çocuklarının saatlerce oyun oynamasına göz yumuyor; belki biraz kendi kafalarını dinlemek, belki de çocuklar çok çalıştı biraz dinlensinler diyip ödül niyetiyle; ancak bu olumsuz etkilerin sonuçlarını düşünüp çocukları bu konuda kısıtlamak gerektiği kanısındayım. Çocukların ellerinde tablet görmek yerine “gerçek” oyuncaklar gördüğümüz günlere geri dönmek dileğiyle...
PsiNossa 13
Ataerkil Yapının Teknolojik Hali: Medya Edanur TUNCA
T
arihsel süreç içerisinde cinsiyet farklılıklarına dayalı olan rol kalıplarının belirleyicileri sürekli olarak değişmiştir. Batı’da yaşanan Sanayi Devrimi’nin ardından kadınlardan görülmeyen ev içi hizmet beklentileri artmış ve erkekler kamusal alanın adeta sahibi olmuştur. Bu durumun kültürel değerlerle desteklenmesi de toplumsal cinsiyet rollerinin bu yönde oturmasına neden olmuş ve kadını ikincilleştirerek ataerkil yapıyı güçlendirmiştir. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte hayatlarımıza daha fazla giren kitle iletişim araçları sayesinde medya çalışmaları kadınlık ve erkeklik algılarının en önemli yönlendiricilerinden olmuştur. Reklamlar, oyunlar, televizyon dizileri, haberler, filmler gibi medya ürünlerinde kadınların eril bakış açısı ile nesne ya da cinsel bir obje olarak sunulduğu gözlenmektedir (Akmeşe ve Deniz, 2014). Yarım yüzyıldır gelişmekte olan bilgisayar oyunları kitleleri yönlendirmek amacıyla gündelik hayatta önemli bir yere sahiptir. Üstelik bu oyunları çok küçük çocuklardan yetişkinlere kadar pek çok insan oynamaktadır. Bu sebeplerden dolayı, bilgisayar oyunları, istenilen toplumsal cinsiyet rollerinin insanlara öğretimi açısından epey uygun bir medya alanıdır. Yapılan araştırmalara göre erkek ve kadının oyunlardaki temsilleri farklılık göstermektedir. Genel olarak erkekler kurgulanmış bir dünyayı kontrol etmeye çalışan, teknolojiyle iç içe, düşünme ve eylem odaklı aktif karakterlerken bunun tersine kadınlar ikinci plana atılmış, teknolojiden uzak, kurtarılmayı bekleyen ya da erkeğe yardımda bulunan, cinselliği ile sunulan pasif karakterlerdir. Kadınların da ön planda olduğu oyunlarda ise kadın karakterler genellikle eril bakış açısına uygun şekilde sunulmaktadır (Kan, 2012). Sonuç itibari ile bilgisayar oyunları teknolojiyle birlikte gelişmeye ve çoğalmaya devam ederken var olan toplumsal cinsiyet algılarının istenildiği gibi şekillenmesine de önemli derecede katkı sağlamaktadır. Televizyonlarda sürekli olarak izlediğimiz reklamlar, toplumsal cinsiyet rollerimizin oluşumuna etki eden bir diğer unsurdur. İstenilen mal ve hizmetlerin tüketimini arttıran reklamlar toplumu kontrol altında tutarken sunduğu imgelerle hayat tarzlarımızı da yönlendirirler (Timisi, 1997). Kitle iletişim araçları hayatlarımızın vazgeçilmez parça-
14 PsiNossa
larına dönüştüğü için çok küçük yaşlardan itibaren bu imgelere maruz kalmakta ve verilen mesajları içselleştirmekteyiz. Reklamlarda nasıl bir kadın ya da erkek olunması gerektiğine dair pek çok mesaj bulunmaktadır. Örneğin, erkek oyuncuların reklamlarda genel olarak kamusal alanı temsil eden rollerde oynadığı bulunmuştur. Erkekler kendinden emin, takım elbiseli, teknoloji çağına uygun, analitik düşünebilen ve güçlü karakterler olarak ön plana çıkmaktadır. Kadınlarsa estetik görünümleriyle silik olarak gösterilmekte ve kamusal alana eril görüşün izin verdiği ölçüde girebilmektedir (Pira ve Elgün, 2000). Aynı zamanda reklamlarda kadınları çoğu kez anne rolünde görmekteyiz. Kadınların doğurganlık potansiyelinden yola çıkarak sunulan ürün ile anne rolüne duyulan güven bağdaştırılmaktadır. Anneliği sürekli olarak yücelten reklamlar kadınlara belli kalıp yargılar atfetmekte ve anne olmayan kadınları adeta ötekileştirmektedir (Bal, 2014). Yıllar boyunca kadınlara yüklenen sorumluluklar reklamlar vasıtasıyla aktarılmaya devam edilmiş ve sunulan iyi eş, anne, güzellik simgesi gibi kadın rolleri ve kadını ikincilleştiren iktidar sahibi erkek rolleri neredeyse hiç değişmemiştir. Haberlerdeki erkeklik ve kadınlık sunumlarına bakıldığında ise bahsedilen kalıp yargılar kendini bu medya alanında da tekrarlamaktadır. Kitle iletişim araçlarının yönetiminde kadınlar söz sahibi olamamaktadır. Kadınların haberlerdeki rolleri çoğunlukla eş ya da anne olmakta ve haber konuları şiddet, tecavüz, magazin ya da çocuklarla ilgili olarak sınırlı kalmaktadır. Medyanın kadın ve erkek betimlemeleri genel olarak ataerkil bakış açsısıyla sunulmakta ve bu cinsiyetçilik haberlere de yansımaktadır (Dündar, 2010). Gelişen teknolojiyle birlikte medyaya ulaşımımız gittikçe kolaylaşmaktadır. Medya aracılığıyla dikte edilen toplumsal cinsiyet rolleri istesek de istemesek de bizleri yönlendirmektedir. Kitle iletişim araçlarının kadınlık ve erkeklik algılarımız üzerindeki etkilerinin farkına varmak bu noktada oldukça önemlidir. Çünkü ataerkil sistemin devamlılığı günümüzde teknoloji üzerinden ilerlemekteyken bu etkilerden sıyrılmanın yolu ancak toplumsal bir farkındalıkla gerçekleşebilir.
PsiNossa 15
Teknolojinin Bumerang Etkisi Ahmet ENGİZ Çoğumuz teknolojinin yararlarını ya da zararlarını muhakeme etmişizdir. Peki doğru sonuca vardık mı? Teknolojinin yararı ya da zararı yoktur aslında. Onunla sen iyi şeyler yaparsan yararı, kötü şeyler yaparsan zararı vardır. En kötüsü de ne biliyor musun? Sen varsındır, egoların vardır. Bu yüzden yaptığımız ya da yapacağımız muhakeme-(lerin)-(nin) nasıl bir çıkmazda olduğu gözler önünde. Teknolojiyi yarattık. Asla doğru bir şekilde yararlanmasını bilemedik. Bu durum bir egonun diğerinin üstünde durmasını sağladı. Kendimizle yarışmayı bırakıp(egoistleşip) diğer egoistlerle yarışmaya başladık. İşte tam da bu sebeple dünyamızı şimdiki haline getirdik. Yarattığımız teknolojinin kölesi olmuş durumdayız. Sabah onun bizi uyandırmasına, herhangi bir şeyi hatırlatmasına ve ne yapacağımızı söylemesine muhtaç duruma sokuyoruz kendimizi. Teknolojiyi yanlış kullandığımız için arkadaşlık ilişkileri zayıflıyor, aile içindeki diyalog azalıyor, birbirine yabancı iki insanın birbirini tanımak isteme olasılığı düşüyor ve toplumu
16 PsiNossa
içinde yaşayanlar bile tanıyamaz bir hale geliyor. Bunlarla yetinmeyip doğamıza zarar veriyoruz. Bazen şehrin hızını yakalamak için (ya da herhangi bir durum için) arabayı yürümeye tercih ediyoruz. Oysa yanından hızla geçilip gidilmemesi gereken güzellikler olabiliyor yolumuzun üstünde. Egolarımızın -daha fazlacı- anlayışı ile yaptığı yanlış davranışlar tıpkı bir bumerang gibi bize geri dönüyor. Düşün. Doğayı insan bedenine bürünmüş şekilde karşında hayal et. Sonsuz var oluşunuzun süregeldiği gibi birbirinize sarılmış vaziyettesiniz. XXI. yüzyılda. Elinde bir bıçak var. Bir tarafın istemese de bıçağı doğanın sırtına saplayıp soğuk metali sonuna kadar itiyorsun. Geri çekil şimdi! Yaptığına bak! İçten içe bir acı hissetmeye başlıyorsun. Doğayı öldürdüğün için mi? Hayır. Bıçağın doğayı delip seni bulduğunu anlıyorsun şimdi. Her ikinizin de göğsünden oluk oluk kan akarken ağlıyorsun. Yerde yatan doğaya uzanmaya çalışıyorsun. Ona son bir kez dokunabilmek istiyorsun. Gözlerin kararıyor.
PsiNossa 17
RÖPORTAJ
Yekta KOPAN Eda TUNCA, Burak Bahadır AKIN
18 PsiNossa
Yekta Kopan kimdir, kim olmak ister, nereye gider? (Burak) Yekta Kopan bugüne kadar yapmaya çalıştıklarıyla kendini anlatabildiğini sandığım biri. Olmak istediği kişi... Hiç başka biri olmaya; başka bir duruma, kişiye, yaşama özenmedi. Yapabildikleriyle,
başarabildikleriyle olmak istediği yaşamın içinde… Ve bu yaşamında çizdiği bir yol var. Bu yolun üstünde sakin adımlarla, her gün yeni bir şey öğrenmeye çalışarak yürüyor.
Uzun süre “Gece Gündüz” adında bir kültür sanat programı sundunuz her zaman da kültür sanat faaliyetleri içerisindesiniz. Bu alanda bilgi birikiminizi genişletmek adına neler yapıyorsunuz? Ve bu alandaki gelişmeleri takip etmek adına teknolojiden ne kadar faydalanıyorsunuz? (Eda) Öncelikle şunu söyleyeyim ben bizatihi varlığım kültürün, sanatın bütün dallarının içinde olmakla ilintili. Dolayısıyla ben bir televizyon programı sunarken ya da bir gazeteye yazı yazarken ya da benzeri bir şey yaparken bunlarla da ilgileneyim de bunları aktarayım diye yapmıyorum. Bunlar zaten benim hayatım. Ben kendimi bildim bileli çok erken yaşlardan, ergen yaşlardan, itibaren sanatın bütün dallarıyla hemhal olmuş onlarla iç içe olmuş; ne biliyorsa da onlardan öğrenmiş bir insanım. Dolayısıyla televizyonlarda ya da gazetelerde ya da dergilerde bu konuyla alakalı yazıyor olma nedenim aslında hayatımın bu olması. Ben hayatımı bir şekilde aktarıyorum; ama şunda haklısın bu hayat tutucu olmamayı, yenilikçi olmayı, araştırmacı olmayı, özgür olmayı, zihin kanallarının açık olmasını gerektiren bir hayat. Çünkü sanat her gün kendini yenileyen, her an yeniden doğan, kimi zaman düşen sonra yeniden ayağa kalkan hareketli dinamik bir organizma. Bu organiz-
manın bütün yapısını algılayabilmek için nasıl bir doktor mesleğinde çok iyi bile olsa her gün kendini eğitmek için bütün dünyayı takip ediyorsa ben de bütün dünyayı takip etmeye çalışıyorum. Özellikle dünyayı dediğim noktada teknolojinin tabi ki çok büyük bir kolaylaştırıcılığı, öğreticiliği var. Bundan yıllar yıllar önce, ben sizler kadarken hatta daha da önce, dünyada neler olup bittiğinden hiç haberimiz olmuyordu; ancak aylar sonra Türkiye’ye herhangi bir kaynaktan bir yazı gelecek de okuyacağız… Oysa günümüzde dünya ile şimdi ve burada aynı anda bütün konularda haberdar olabiliyorum günümüz teknolojileri sayesinde; ama burada da küçük bir parantez, teknoloji ile ilgili bir cümle kurayım. Bugün çok fazla bilgiye anında ulaşabiliyoruz ama günümüzün temel sorunlarından biri çok fazla bilgi arasından doğru bilgiyi süzebilmek. Bu doğru bilgiyi süzebilmek de kişinin kendisini hem entelektüel olarak hem de hayat bilgisi olarak geliştirmesiyle mümkün bir şey.
PsiNossa 19
Peki günümüzde internet yayıncılığının edebiyattaki önemi hakkında ne düşünüyorsunuz? (Burak) Edebiyattaki önemi demeyelim buna Burak. İnternet yayıncılığı ile edebiyatın ilişkisi arasında ne düşünüyorsun diyebilirsin belki. Onu da şöyle cevaplayabilirim. Sonuçta internet özgürlükçü bir ortam getirdi. Ne açıdan özgürlükçü bir ortam, ne açıdan eşitlik onu da söyleyeyim. Yayımlanma özgürlüğü, yayımlama özgürlüğü ve yayıncılık eşitliği getirdi. Bundan on beş yirmi sene önce bir kitap yazdığında sen bir yayınevi bunu kabul etmediği sürece bunu insanlarla paylaşamazdın. Oysa günümüzde kabul ettiremediğinde en kötü ihtimalle bir bloga koyarsın bir kitap olarak ve şu ya da bu şekilde bir okura ulaştırabilirsin. Bu bir özgürlüktür. Bu bir eşitlik
de getirdi elbette. Onun haricinde de gelişmeler oldu ve olacak. Bunların hepsini aynı potada değerlendirmemek gerekiyor. Bir edebiyat yayıncılığı, edebiyatın zihin açıcı, okurunun önüne yeni yollar koyan yapısıyla biraz daha gündelik bir okumanın biraz daha anlık bir zevki tatmin edici bir okumanın aynı potada değerlendirilmemesi gerekiyor. Dolayısıyla bütün bunlar bir arada yürüyorlar, varlıklarını sürdürüyorlar. Bunların içinden – bazen de bir kalabalık oluşuyor- bu kalabalığın içinden bizim zihinsel farkındalığımıza katkı sağlayacak olanlar zaman içinde zaten eleğin üstünde kalmayı başaracaktır.
Biraz “Noktalı Virgül” hakkında konuşalım. “Motto Müzik”ten bahsedelim. Nasıl çıktı bu fikir? Motto Müzik aslında benden daha önce başlamış olan bir platform, alyansın bir platformu. Motto Müzik’i yapan arkadaşlar geldiler benimle görüştüler. Program yapmak isteyip istemediğimi sordular valla çok düşünmeden kabul ettim. Çünkü ben her zaman internet ve internet üstü yayıncılığı önemseyen ve bu dijital ortam dinamiklerini de hep merak edip araştıran bir insanım. Günümüzde de konvansiyonel televizyon yayıncılığının, ezberlediğimiz televizyon yayıncılığının, artık sınırlarına geldiğini düşünüyorum. O televizyon yayıncılığında yapılacak şeylerin farklı dinamikler nedeniyle –kimi siyasi, kimi ekonomik- çok da yenilenmeyen, yaratıcı olmayan hatta giderek köhneleşen bir yayıncılık olduğu kanaatindeyim. Bu bana, internet üstünden bir program yapma fikri, heyecan verici geldi. Yeni şeyleri denemeyi seven bir insanım çünkü sürekli öğrenci olma hali beni ilgilendirir. Bitmek bilmeyen bir öğrencilik benim hayatla ilişkim. Şimdi yeni bir ortama girince yeni şeyler
20 PsiNossa
öğrenmem gerekecek. Bu hoşuma gitti. Böylece başladık ve iki ayı geride bıraktık. Çok da eğlenceli gidiyor bu arada (Eda). Evet evet. Haftada bir program yapıyorum. Motto Müzik mottosu müzik olan bir program; ama sağ olsun onlar da bana anlayış gösteriyorlar ve sanatın bütün alanlarına oradan sıçramaya çalışıyoruz. Evet, bir yandan eğlence dedin onu da söyleyeyim. Şunu hep ifade etmeye çalışıyorum sanat kimi algılarda sıkıcı, asık suratlı, sürekli kendisiyle övünmeyi seven, kibirli bir duruştur. Oysa ben bunun tam tersi olduğuna, sanatın tüm alanlarının bize tüm duyguları yaşatabileceğine inanırım; hüznü de, aşkı da, sıkıntıyı da, hesaplaşmayı da bir yandan gülmeyi de, kahkaha atmayı da, beraber dostça muhabbet etmeyi de… O yüzden orada sanatın eğlenceli yüzünü de gösterebilmek bana iyi geliyor, içten olan o geliyor. Çünkü televizyon yayıncılığı bana biraz sahtekâr geliyor. Orada o sahtekârlığın olmamasına özen gösteriyorum.
O zaman şöyle devam edelim. (Burak) Bu da ciddi adam hemen o zaman şöyle devam edelim diyor. O çok heyecanlı da o yüzden. (Eda) Bir savunma mekanizması olarak düşünebiliriz bence az önceki davranışı. (Burak) (Gülerek) O zaman tamam tabi ki.
Teknoloji çağında yaşıyoruz. Bilgi çağından ziyade bilgi kirliliği çağındayız. Bu yüzden çocuklara edebiyatı sevdirmek adına size göre neler yapabiliriz? (Burak) Çok pratik bir şey söyleyeyim hep şuna inanmışımdır bu bizim velilerin çokça söylediği bir şeydir. “Bizim çocuk okumayı sevmiyor, gittik en güzel kitaplardan kitaplık kurduk ama bir türlü okumuyor, çok çabalıyoruz; ama kitaplarla arası iyi değil; galiba buradaki temel sorun şu: Sizin kitaplar ile aranız nasıl?” Bu basit bir şey… Özellikle sizin gibi insan psikolojisi üzerine çalışan, eğitim gören, geleceğin bilim insanlarının rahat algılayabileceği bir şey. Bir evin içerisinde kitap okunuyorsa, kitap okumayı sevdirme gibi bir ihtiyaç duyulmaz. Bir evde kitaplar var, belirli saatlerde anne, baba, ağabey, abla ellerindeki kitapları okuyorlar. O ev televizyon bağımlısı değil. O ev birebir iletişim kurulabilen, sohbet edilebilen bir ev. O çocuğun durumunu düşünelim. Bir başka ev akşam yemek ile beraber televizyon seyretmeye başlıyor geç saatlere kadar izleniyor ve izleyişin ortasında çocuğa “Hadi bakalım odana kitap oku biraz.” deniyor. Bu bir
ceza… Çocuğu evin sosyal hayatından çıkartıp kitap okuma cezasını veriyorsun sen. Kitap okumayı sevdirmeye çalışmıyorsun. Günümüzdeki işte çocuklar artık kitap okumuyor, tabletlerle oyun oynuyor vah durumları hep bahane. Ben kendi çocukluğumdan örnek vereyim bizim evde kitap okunurdu ve benim kitabı çok sevme nedenim –kitap okumaktan daha zevkli bir şey de bilmiyorum hayatta- sadece budur. O yüzden, çok uzun cevap verdim; ama çocuk eline tablet alıyor saatlerce bırakmıyor vah vah vah, tüh tüh… Sen ne yapıyorsun? Sen kimsin? Eğer sen elinde telefon, karşında televizyon bütün gün oturuyorsan çocuk da böyle bir hayat kurmak isteyecek. Sen çocuk ile sohbet etmiyorsan, iletişim kurmuyorsan… Kitap okumayı sevmeyen bir neslin, benim çocuğum neden kitap okumayı sevmiyor dediği tuhaf bir zaman dilimindeyiz.
PsiNossa 21
Peki günümüzde bu kadar çok televizyon izlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Televizyon bir anda yaşamlarımızın içine girdi. (Eda) Bu da şaşırtıcı bir şey değil. Televizyon rahat bir eğlencelik… Yorucu büyükşehir yaşamında –ki dün ben on beş kilometrelik yolu iki saatte aldım- insan kafa dağıtmak için televizyon açıyor. Kimi maç izliyor, kimi haber, kim belgesel… Televizyon da tu kaka değil. Yahut sosyal medyada yarım saat bir saat vakit geçiriyorsun, bu da tu kaka değil. Gerçekten bir insanın dün bana ne kattı, dün hayatım bana ne kattı diye sorması lazım. Hayatımızın bize katacaklarının önemli
bir parçası da zihnimizdeki yenilikler olmalı. Zihnimizi yenileyecek, tazeleyecek; yeni bir algı kapısı açabilecek şey sanat. Dolayısıyla televizyon yüzünden onu yapamıyorum bunu yapamıyorum bana tembelin bahanesi olarak geliyor. Bunun lamı cimi yok. Tuhaf bir şekilde yurt dışına giden ya da duyan insanlardaki adamlar ne gelişmiş herkes metroda kitap okuyor hayranlığını gösterip kendileri metroda boş boş duvarı seyrettiği zaman bir bahanesi olmuyor.
Çocuk kitabınız olan Burun’u yazmaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu davranışa iten dürtü neydi? (Burak) Davranışa iten içsel değil dışsal bir dürtü vardı. Çünkü benim eşim çocuk kitapları yayınlayıcısı ve bir gün beni eliyle koluyla dürterek, dürtü değil de aslında dürtük ile (Gülüşmeler) Keyifle çalıştım ikincisini de yazdım ama resimletemedik henüz. Elbette hayatta kimsenin isteği ile bir şey yazmadım, siparişle bir şey yazmadım;
22 PsiNossa
yazamadım. Eşim bunu söyledikten sonra çokça düşündüm. Benim yapabilir miyim korkum vardı. O bana cesaret vermiş oldu aslında. Dolayısıyla tabi ki o dünyanın bir dürtüsü vardı; ama dürtü deyince aklıma o dürtük anı geldi direkt. O yüzden öyle cevapladım işin komik yanı ama tabi ki içimdeydi yani.
“Birileriyle paylaşmak için değil kendi kendine çoğalmak için okumalısın.” demişsiniz. Bunun üzerine bir şey sormak istiyorum. Öykülerinizde yer alan karakterler aracılığıyla sık sık iyi bir okur olmanın önemini vurguluyorsunuz. Hatta bazen okura da yazıda dikkat etmesi gereken noktaları gösteriyorsunuz. Sizce iyi bir okur nasıl olmalı? (Eda) Mutlak bir cevabı yok bence bunun. İyi bir okur nasıl olmalı ya da iyi bir kitap nasıl olmalı ya da iyi bir okur olmak için neler yapmalıyız ya da iyi bir olmak için önerebileceğiniz on kitap sorularının mutlak bir cevabı olmadığına inanırım. Çünkü okurun biricik olduğuna inanırım. Benim okuma ile olan ilişkim okumaktan aldığım keyif ile seninkinin aynı olmaması lazım ki hepimiz farklı yolculuklar yapalım; ama o farklı yolculuklardan topladıklarımız aynı sofrada bizi doyursun. Sen farklı bir yoldan, sen farklı bir yoldan git ben farklı bir yoldan gideyim en sonunda topladığımız farklı meyveleri birlikte yiyelim. Sen farklı bir yolculuk anlat, sen farklı. İyi bir okur bu örnekten yola çıkacak olursak sadece o yola gitmeyip cesaret o yolda önüne çıkan bütün ağaçları ellemekten korkmayan, ağaçların üstüne çıkmaktan meyve toplamaktan korkmayan, o yoldan topladıklarını da getirip bir sofrada seninle benimle paylaşmaktan korkmayan kişidir; ama hangi yola gideceğine, hangi
meyveyi toplayacağına, hangi ağaca sarılacağına, hangi gökyüzüne bakacağına o karar verebilir çünkü o biriciktir. Onun ne yapması gerektiğine ben karar veriyorsam bir kere ben iyi bir insan değilim. Bir başkasının neyi okuması neyi yazması nasıl yazması nasıl davranması konusunda ben dogmatik cümleler kuruyorsam ben zaten iyi bir insan değilim. Herkesi kendi doğruma eşit kılmaya çalışan baskıcı bir insanım. Ama ben senin yolculuğunu onun yolculuğunu merak ediyorsam ve sonuçta bu yolculuklardan gelen meyveleri gıdaları düşünceleri paylaşmaktan korkmuyorsam, paylaşmak diyorum kabul etmek değil, sonuçta şunu da diyebilirim ben bunu tadı güzel değilmiş mesela. Ama bunu bir tadalım, görelim, tanıyalım. O zaman bir sorun yok. İyi bir okur yolculuktan korkmayandır. Çok güzel bir cevap oldu (Eda&Burak) Kötü bir cevap olsa kötü bir cevaptı mı diyecektiniz (Gülerek). Ne deseniz güzel zaten şu an bizim için (Burak) Estağfurullah estağfurullah.
PsiNossa 23
Ben de şöyle bir sözünüzle karşılaştım: “ Ne zaman dünya içerisinde garip bir durumda hissetsem Suç ve Ceza’yı okurum defalarca.” Peki, öneri olarak değil; ama sizi en çok etkileyen kitaplar nelerdir? O da şöyle Burak her zaman şu kitabı okur rahatlarım, şu listeye bakmak bana iyi gelir diye bir durum yok. Uç örnekler vereyim açıklayıcı olsun. Kendimi çok fena hissettiğimde ve hayatla hınzır ve güleryüzlü bir ilişkiyi tekrar kurmak istediğimde bugüne kadar yüzlerce kez okuduğum Asteriks ciltlerini çıkarır bir daha okurum. Çok severim, çizgi filmlerini sinema filmlerini (Burak) Yoo, sen ne diyorsun? (Gülüşmeler) Çizgi film ile öğrenilir mi Asteriks ya? Okumadan ilk izledin mi? Bize öyle denk geldi tam çocukluk yıllarımızda (Burak) Pis… İnsan merak eder, gider okur. (Gülüşmeler) Ama bu da şöyle bir durum ben Asteriks’i severim ama benim sevgim öyle kalmaz. Asteriks’in yazarı ve çizerini bütün hayatlarıyla okumuşumdur. Türkçe’de hangi cildi hangi çevirmenin çevirdiğini bilirim. Hangi macerada, hangi esprinin kullanıldığını ayrıca o esprinin tarihsel bağlamını
araştırmışımdır zaman içinde. Benim için işte yolculuk dediğim şey budur. Asteriks’i okuyup kapatmak değildir. Aynı şekilde Suç ve Ceza’nın yazıldığı dönemi, Suç ve Ceza’nın hangi kitaplara hangi filmlere etki ettiğini, onun tarihsel arka planında olabilecek hikayeleri araştırmışımdır. Beni zaten okuma dediğim şeyin bu kısmı daha çok ilgilendiriyor. Uzunca bir cevap oldu ama şunu demek istiyorum işte ben kendimi ne zaman mutsuz hissetsem Suç ve Ceza’yı, Nabokov’u, Borges’i, Kafka’yı, Oğuz Atay’ı okurum ve hayatla yeniden iyi bir ilişki kurarım değil. Hayır, bunun bir sınırı yok. Beni Nabokov kadar heyecanlandıran filmler de vardır. Sadece kitaplar da değil. Bana iyi gelecek şey bir Aziz Nesin albümü de olabilir, Pink Floyd albümü de. Ben de bunun tek bir karşılığı yok. Sanat üzerinden hayatla ilişki kurmamın tek bir karşılığı ya da listesi yok.
Öykülerinizde çoğunlukla çok yazan ya da çok okuyan karakterler bulunduruyorsunuz. Bunun belirli bir nedeni var mı? (Eda) Aslında bu söylediğin daha çok ilk kitaplarda olan bir şey bu da çok anlaşılır bir şey. Çünkü yazarlık yolculuğunun ilk zamanlarında daha kendi dünyandan daha kendine yakın olan dünyadan bulup çıkartıyorsun. Sonuçta ben de
24 PsiNossa
bu dünyayı okumak yazmak dünyayı biliyorum. Daha sonrasında genel olarak da -İki Şiirin Arasında’da bu tarz bir karakter vardı- o dünyayı merak ediyorum. Daha farklı meselelerle hesaplaşmaya çalışıyorum.
Aktif olarak sosyal medyayı kullanıyorsunuz. Dışarıdan bir göz olarak ülkemizdeki sosyal medya kullanımını nasıl görüyorsunuz? (Burak) Hoyrat görüyorum. Bu da normla bir şey bundan da dertlenmeyelim. Genç bir nüfusu var bu ülkenin ve bu nüfus teknolojik gelişmeleri reaksiyon göstermeye özen gösteriyor. Dolayısıyla herhangi bir yenilik çıktığında bu genç nüfus anında bu işin teknolojisiyle ilişki kuruyor. Bu teknolojinin dünyadaki konumuyla da ilişki kuruyor. Ne yazık ki bu genç nüfus iyi bir eğitim sürecinden geçme şansını bulamıyor. Evet üniversite sayısı arttı ve eğitim kurumlarının sayısı arttı; ama istatistiki raporların da söylediği gibi bu eğitim niteliği çok da yüksek değil. Şimdi bütün verileri toplayalım. Genç bir nüfus var, yeterli eğitim alamıyor, genç nüfusun büyük bir kısmı işsiz, işsizlik öfkesi var aldığı eğitimi yapamıyor olmanın öfkesi var ve son olarak sözünü çok fazla dinletemeyen bir genç nüfus var bu da toplumsal bir durum. Çünkü biz de şöyle bir şey vardır çocukken bir şey sormaya çalıştığında “Sus bakayım büyüklerin yanında konuşma.” denmiştir ya da hadi bakayım sen her şeye karışma
denmiş. Yani kapalı kalmış konuşturulmamış bir nüfus var. Bu nüfusun eline Twitter’ı verdin ve kimliğini de saklayabileceğini söyledin. İstediğini söyleyebileceği bir alan var artık. Konuşturulmamış olabilirsin öfkelerin olabilir; “Al bakalım sana harika bir oyuncak veriyorum istediğini yazabilirsin.” diyorsun. Bu yüzden bu çok anlaşılabilir bir şey. Bu yüzden orada bir öfke bir nefret dili yaygınlaştırma durumunu gördüğümde bunu anlayabiliyorum; ama bunun zaman içerisinde diyalog kurarak geçebileceğini de düşünüyorum. Bizim kuracağımız diyaloglar, şu sohbetlerle geçebileceğini düşünüyorum. Buradaki kakafoni buradaki karmaşa Facebook’ta Twitter’da ya da diğer sosyal medya organlarındaki kimliksizlenme zaman içerisinde arınacaktır ve şu da değil yanlış anlaşılmasın o ortamda herkes birbirine şu kitabı okudun mu, bilgi birikim falan yazmasın. Hayır, eğlenelim de. Beraber eğlenmeyi başaralım da. Ama şu anda hoyrat bir ortam...
Tekrar kitaplarınıza dönelim. Kitaplarınızın karakterlerini tasarlarken psikoloji biliminden faydalanıyor musunuz? (Eda) Tabi ki şöyle bir faydalanma yok. İşte ben şu karakteri yaratıyorum şu karakteri yaratırken şu şu şu psikolojik teorilere şu şu şu psikolojik verilere dayanarak yaratıyorum diye bir şey yok. Bunu da özellikle bir karakter kurgulanmıyorsa hiçbir yazarın yaptığını düşünmüyorum; ama bütün yazarların okumaları vardır. Benim de psikolojiden sosyolojiden ve diğer sosyal bilimlerden okumalarım, bende kalanlar, sorgulama-
larım, tartışmalarım ya da kendi içimden gelen merak, dürtüsel merakımla elbette ki insanların içine bakmayı seviyorum. Zaten yazdığım şeylerde de olay örgüsü, hikayenin yapısından çok daha doğrusu onlar kadar da karakterlerin zihni beni ilgilendiriyor. Doğrudan faydalanıyorum diyemem; ama karakterlin psikolojik varlıkları beni çok ilgilendiriyor.
PsiNossa 25
Hemen bunun üzerine bir soru sorayım. Edebiyat ile ilgilenen psikoloji öğrencilerine ne önerirsiniz? (Eda) Hemen söyleyeyim. Edebiyatla ilgilenmeye devam etsinler. Bu şöyle bir şey galiba bir şekilde şu kolaycılıktan da çıkmamız gerekiyor. Gitarla ilgilenen gençlere ne önerirsiniz; gitar çalsın. Kitap okumayı çok seven bir gence on kitap önerir misiniz; bir kitapçıya gitsin gördüğü ilk on kitabı alsın. Çünkü şöyle bir şey var. Bir şeyle gerçekten ilgileniyorsan, mış gibi yapmıyorsan, onunla ilgilenmenin sosyal ününden faydalanmaya çalışmıyorsan zaten kimsenin ne
dediği ilgilenmezsin; o yolu kendin bulursun. Yolculuk metaforunu çok kullanıyorum çünkü buna inanıyorum. Yolculukta gittiğin yerden çok yola çıkmak güzeldir. Çoğu zaman gittiğin yerde ne bulabileceğini hayal edebilirsin ama yolculukta nelerle karşılaşabileceğini hayal edemezsin. Yolculuğa değer veriyorsan da kimsenin önerisi olmadan yürürsün. Yol açık, yola çık diyor günümüzdeki gezginler, otostopçular (Burak). BABABABABA (Gülüşmeler)
Yazmak isteyip yazamadığınız zamanlar ne yapıyorsunuz; o tıkandığınız anlarda? (Eda) Şöyle ki bunun bir ilacı okumaktır. Dedim ya sanatın başka kapıları sana da başka kapılar açar. Böyle sanat sanat deyince de burada film izliyor arkasını dönüp sergiye gidiyor falan gibi bir imaj oluşuyor. Hayır öyle değil tabi ki. Oturursun arkadaşlarınla buluşursun, bir yemek yersin, bir şeyler içersin, hiçbir şey yapamazsan yürüyüş yaparsın. Ama şu değil ben yazamıyorum uzaklaşayım değil. Yazarlık müessesesinin böyle bir kibirli ben yazabiliyorum bugün yazamıyorum şeklinde olmaması gerektiğini düşü-
nüyorum. Benim yazarlığım hiç röpdeşambır giymedi, giydirmedim. Yazamadığım tıkandığım zamanlar çokça da oluyor bu gündem değişikliğinde. 2015 benim çoğu zaman tıkandığım çoğu zaman bundan sonra yazılabilecek bir şey kalmadı dediğim bir yıl oldu. Bütün acılar ölümler bütün sıkıntılar… Kalemimi çokça durduran bir yıl oldu. Bu sefer ne yaptım; daha fazla sorguladım daha fazla çalıştım hayatın içine daha sert girdim. Kısaca hayatın içinde olmak…
Düzenli olarak takip ettiğiniz internet siteleri var mı? (Burak) Eskiden daha düzenli takip ediyordum artık bir düzen içinde değil; ama o sık kullanılanlar bölümünde çokça blog çokça yerli yabancı dergi var; ama şunu söyleyeyim çok fazla alanda üretim yapınca Burak düzenli olarak her güncellemeyi takip ediyorum gibi bir durum yok.; ama çok sayıda çok farklı alanlardan dergiler, kişisel bloglar, mikro bloglar ya da internet sitelerine zaman ayırırım. Bazen gün içerisinde oradan oraya zıplayarak uzun okumalar yaparım notlar alırım. Düzenli şu isimler diyerek önerebileceğim
26 PsiNossa
yerler yok. Zaten bu da çok keyifli… Bunlardan bir tanesini bulduğun zaman, kendine uygun bir tane bulduğun zaman, zıplaya zıplaya her yere gidebiliyorsun. Güzel bir futbol yazısından bir anda spor tarihine gidebiliyorsun falan filan. Burada önemli olan dediğim gibi nitelikli doğru bilgi veren içeriğe ulaşabilmek. Ve bunun süzgecini oluşturabilmek. Bunun süzgeci de senin kişisel olarak kazandığın bilgi birikimin.
PsiNossa 27
WWF-Türkiye Hakkında WWF Türkiye adına Yaz GÜVENDİ WWF-Türkiye 40 yıllık deneyimiyle; dünyanın en büyük, deneyimli ve bağımsız doğa koruma kuruluşlarından WWF’in uluslararası ağının bir parçasıdır. Beş milyonu aşkın destekçiye ve 100’den fazla ülkede etkin küresel bir ağa sahip WWF’ in misyonu, dünyanın biyolojik çeşitliliğini koruyarak, yenilenebilir enerji kaynaklarının sürdürülebilirliğini sağlayarak, kirlilik ve aşırı tüketimin azaltılmasını teşvik ederek gezegenin doğal çevresinin bozulmasını durdurmak ve insanın doğayla uyum içinde yaşadığı bir gelecek kurmaktır. WWF-Türkiye olarak çalışmalarımızı “biyolojik çeşitliliğin korunması” ve “ayak izinin azaltılması” olmak üzere iki ana bileşende yürütüyoruz. Merkezi ve yerel yönetimler, akademisyenler, bilim insanları, özel sektör ve yöre halkı ile işbirliği yaparak doğa koruma politikaları oluşturmak, iş süreçlerinde ve insanların yaşam tarzlarında doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımını teşvik eden dönüşümü gerçekleştirmek için çalışıyoruz.
Dünya Saati Kampanyası
WWF’in 2007 yılında iklim değişikliğine dikkat çekmek için Avustralya’da başlattığı Dünya Saati kampanyası, bugün dünyanın en büyük küresel çevre hareketi unvanına sahip. Her yıl Mart ayında gerçekleştirilen Dünya Saati’nde ülkelerin ikonik ve tarihi yapıları, yüz binlerce insanla birlikte ışıklarını bir saat kapatarak, doğaya olan bağlılıklarını ortaya koyuyor. Geçen sene tüm dünyada 172 ülke/ bölgede ve 37’si UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan 1300’e yakın anıtsal yapının ışıklarını kapatarak iklim değişikliğiyle mücadele ediyorum dediği Dünya Saati’ne her yıl daha fazla şehir, sembolik yapı destek veriyor. Türkiye’deki etkinlikte geçen yıl yaklaşık 1500 kurum, valilik ve belediye binası ışıklarını kapattı ve binlerce kişi hem evlerindeki ışıkları kapayarak hem de sosyal medyada #DünyaSaati etiketiyle paylaşımda bulunarak destek verdi. Bu sene Dünya Saati 19 Mart 2016, Cumartesi günü 20.30-21.30 arasında gerçekleştirilecek. Siz de katılıp, dünyanın en
28 PsiNossa
büyük küresel çevre etkinliğinin parçası olabilirsiniz.
Türkiye’nin Canı Kampanyası: Biyolojik çeşitliliği korumak
Biyolojik çeşitlilik dünyada olduğu gibi Türkiye’de de tehlike altında. Türkiye’de küresel ölçekte nesli tehlike altında 364 tür bulunuyor. Türkiye’nin doğal mirasını korumak ve biyolojik çeşitlilik konusunda farkındalık yaratmak amacıyla başlatılan Türkiye’nin Canı kampanyası, WWF-Türkiye’nin gerçekleştirdiği doğa koruma çalışmalarının ülke geneline yayılmasını amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda bireylerden ve kurumlardan elde edilen bağışlardan oluşturulan hibe fonu Anadolu’da doğa koruma konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarının projelerine aktarılıyor. Böylece WWF-Türkiye, yerel sivil toplum kuruluşlarına finansal kaynak sağlayarak ve bilgi birikimini paylaşarak uzun vadeli doğa koruma projeleri gerçekleştirmelerine destek oluyor.
Evlat Edinme Kampanyası: Türkiye’de nesli tehlike altındaki türler
Nesli tehlike altındaki türlerin korunması çalışmalarının devamlılığı için yürütülen evlat edinme kampanyası kapsamında, deniz kaplumbağası, yunus, saz kedisi ve orfoz için sembolik bir evlat edinme sertifikası hazırlanarak, insanların nesli tehlike altındaki bu türlerin korunması için yürütülen çalışmalara ve doğa koruma projelerine destek olması amaçlanıyor. Kampanya, bireyler ve şirketler için özel günlerde kullanılmak üzere bir alternatif yaratıyor. Şirketler çalışanlarının veya müşterilerinin yeni yıl ve diğer özel günlerinde; bireyler ise anneler günü, babalar günü, yeni yıl ve doğum günü gibi özel günler ve kutlamalar için sevdiklerine kişiselleştirilmiş metin ile farklı bir hediye verebiliyor. Bu konuda destek. wwf.org.tr adresinden bilgi alabilirsiniz.
Yeşil Ofis: İşini de doğayı da seven ofis
Yeşil Ofis, ofislerde uygulanan bir tasarruf ve iyileştirme programı. WWF’in, insanlığın doğal kaynaklar üzerindeki baskısını, yani Ekolojik Ayak İzi’ni azaltmak için oluşturduğu stratejik yaklaşımının bir parçası. Program; karbon emisyonu başta olmak üzere enerji tasarrufu, yenilenebilir kaynaklar, doğal kaynakların bilinçli kullanımı ve yaşam tarzının değiştirilmesi konusunda ofis çalışanlarında farkındalık yaratmayı hedefliyor. Katılımcı şirketlerin ofis kaynaklarının sistematik bir şekilde değerlendirilerek ilgili tasarruf kıstaslarının belirlenmesine ve bu çerçevede ofislerin kendi çevre yönetim sistemini yaratmalarına olanak sağlıyor.
Sosyal medyada WWF-Türkiye www.facebook.com/wwfturkiye https://twitter.com/wwf_turkiye https://www.instagram.com/wwf_turkiye/
PsiNossa 29
i s e ş ö K n u z e M Fulya KOÇAK Her ne kadar insan etkili bir cümleyle başlamak istese de sonunda ilk kendimi tanıtayım en iyisi noktasına geliyor. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü 2014 mezunlarındanım. Yani o ‘yeni mezun’ denilen ve öğrenciliğini özlemeyi bir kenara bırakamayan güruhun içindeyim hala. Lise 3 gibi ne okumalıyım hangi işi yapmalıyım diye düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. İnternetten kendi çapımda araştırdıktan sonra psikoloji okuyabilirim sonucuna varmıştım. Seçeneklerim arasında ilgimi çekebilen tek bölüm olmuştu. O yaşlarda yüzeysel olarak bildiğim klinik psikologluk gerçekten farklı ve
30 PsiNossa
daha güzel gelmişti gözüme. Bir de şu an yanlış olduğunu düşündüğüm; ama tercihlerimi etkileyen bir derdim vardı o dönem. Öğrenim dili Türkçe olan bir üniversitede okumak istiyordum. Bu isteğimi de gerçekleştirdim. Bölüme başladıktan sonra ilk pişmanlığımı da bu konuda yaşadım. İngilizce bilmeden lisanstan öteye yetkin bir şekilde gidilemeyeceğini öğrendim. Kendimi kesinlikle eğitim dili İngilizce olan bir üniversiteyi tercih etmeliymişim derken buldum. Yeni mezun biri olarak söylemek istediğim ilk şey de bu. Bu mesleğin herhangi bir alanında keyif alarak çalışmak istiyorsak en önemli aracımız İngilizce. Yetersizliğimin devam ettiği düşünülürse öteki konularda denk gözüken okullar arasında kalınırsa İngilizce eğitim veren seçilmeli diyorum artık. Dil konusunu dışarıda bıraktığımızda Hacettepe’de teorik anlamda iyi bir eğitim aldığımı düşünüyorum. Konunun pratiğe dökme kısmı ise Türkiye’nin birçok üniversitesinde olduğu gibi burada da sıkıntılı ve yetersizdi. Uygulama alanını görme şansım ilk olarak son sene psikiyatri yatılı servisinde staj yaptığımda oldu. Görece daha ağır vakaları gözlemleme fırsatı buldum. Psikopatolojinin ne anlama geldiğini orada gördüm diyebilirim. Bir de psikolojinin alt alanlarının aslında birbiriyle ne kadar iç içe olduğunu gördüm orada. Birinde yeterli olmanın yetmeyeceğini öteki alanlardan beslenmenin de zorunluluk olduğunu fark ettim. Endüstri ve örgüt psikolojisi hariç belki.
Psikoloji okumak bana ne kazandırdı diye bakınca ilk cevabım farklılıklara daha fazla tolerans ve hoşgörü oluyor. Kişinin bakış açısına bu bölümün katkısının üst düzeyde olduğunu düşünüyorum. Bir de farkındalığım başka bir bölümde bu düzeyde artar mıydı? Hiç sanmıyorum. Sonra okul bitti. ALES ve YDS puanlarım girmek istediğim klinik psikoloji yüksek lisans programlarında yeterli olmadı. Yani yüksek lisans isteğim henüz gerçekleşmedi. Yaklaşık 6 ay süren çoğu yeni mezun için benzer geçen bir özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi tecrübem oldu. Orada çalışırken KPSS puanımı kullanmanın yeni mezunken özel sektörde olmaktan daha iyi olacağını düşündüm. Puanım nedeniyle ASPB ve üniversitelerin psikolojik danışmanlık birimi arasında bir seçim yapabilirdim. Olabildiğince çok atanmış arkadaşımla konuşup çalışma şartlarıyla ilgili bilgi edinmeye çalıştım ve geçtiğimiz temmuzda Cumhuriyet Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Birimi’ne atandım. Biraz bu birimlerdeki işleyişten bahsetmek isterim. Üniversitelere göre farklılık gösterse de burada birim aktif öğrencilere (kaydını dondurmamış) psikolojik danışmanlık hizmeti veriyor; ancak bazı üniversiteler hizmeti personel ve öğrenciye yönelik şekilde de düzenleyebiliyor. Kamunun diğer kurumlarıyla karşılaştırıldığında daha özerk bir çalışma ortamı olduğunu söyleyebilirim. Bireysel görüşmeler yürütülüyor. Gelişim dönemi ve yaş olarak kendinize oldukça yakın bireylerle çalışma fırsatı oluyor. Bu durumun benim için bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Dezavantajlardan biri küçük bir şehirde ve kampüs içinde danışanlarınızla gündelik hayatta karşılaşma ihtimaliniz çok yüksek. Buna alışmak zaman alıyor. Görüşme talep eden öğrenciler de gizlilik konusunda belki bir tık daha hassas olabiliyorlar haklı olarak. Beni zorlayan bir nokta da birimde tek çalışıyor olmak. Yani süpervizyon alabileceğim bir uzmanın olmaması. Şu an olabildiğince doğru, işlevsel eğitimleri takip etmenin işe yaradığını düşünüyorum, böyle yapmaya çalışıyorum. Bahsetmek istediğim diğer konu psikoloğun ülkemizde nasıl görüldüğü. Yerleşik olan düşünce psikolog çocukluğa iner bir de sen içini dökersin o da dinler şeklinde. Bu yargıların
oluşmasında medyanın, izlediklerimizin rolü ilk sırada yer alıyor diye düşünüyorum. Kurgu gerçeğin kendisi olarak düşünülüyor. Yaşadığımız toplumda ruh sağlığı alanında nitelikli hizmete ulaşmak birçok açıdan zor olduğu için bu düşünceyi kırmak da aynı derecede zor oluyor. Bunların sonucunda alanda elinden geleni yapmaya çalışan psikologların duyduğu cümlelerin değişmesi de zorlaşıyor. Umutsuz değilim, olmak da istemiyorum. Ama bir taraftan da 5 yıl sonra hala psikoloğun içimizi döktüğümüz kişiden başka bir şey olmadığı düşüncesini duyabilirim gibi geliyor. Bu düşünceleri değiştirmek için çabalamak en çok da bize düşüyor. En azından psikoloğun ne olmadığını olabildiğince anlatabilmemiz gerekiyor. İnsanların yaşam koçu gibi sıfatlarla etrafta olanlara itibar etmemesini nasıl sağlayabiliriz sorusunun cevaplarını aramalı bu cevapları bulup uygulamaya çalışmalıyız. Yine yaşadığımız ülkede kontenjanlar, imkanlar, sınavlar, mezun sayısı, iş ortamının şartları gibi sebepler zaman zaman hepimizi yıldırabiliyor. Çok fazla şeyin muamma olduğu bir alandayız. Böyle konularda yıldığımızda birbirimize destek olmamızı sağlayabilecek oluşumların varlığı önemli oluyor. Yani bizim de benzer süreçlerden geçen kişilerden destek almamız gerekiyor. Sosyal desteğin önemini yadsıyamayız. Bu derginin de mezun köşesi fikriyle amaçlarından birinin bu olması insanı mutlu ediyor. Yani buradan Psinossa’ya da teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Bir de herhangi bir konuda ayrıntılı bilgi almak isterseniz fulya.kocak.92@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.
PsiNossa 31
Ayın Farkındalıkları: Ocak 1 Ocak
3 Ocak
Prof.Dr. Mümtaz Turhan’ın Vefatı
Muzaffer Sarısözen’in Vefatı
9 Ocak
Cemal Süreya’nın Vefatı
10 Ocak
13 Ocak
Çalışan Gazeteciler Günü
Rauf Denktaş’ın Vefatı
24 Ocak
Gaffar Okkan’ın Öldürülmesi 7-13 OCAK VEREM HAFTASI 7-14 BEYAZ BASTON KÖRLER HAFTASI
32 PsiNossa
Şapkam Dolu ‘Cemal’le İlk cümleler yazın hayatının kördüğüm noktalarından biridir. Adına metin, yazı yahut kelâm denilen bu bina; çoğu zaman bütün odaları, bütün koridorları, bütün dehlizleri ile kendini gösterse de kapıyı bulmak için çabalamak gerekir. Dostlarına sorarsın, okursun, uyursun; hiç birinin işe yaramayacağını bile bile. Peki, ben ne yaptım? Bu zorlandığım süreci, bu süreçte ne kadar zorlandığımı anlatarak atlattım. Şiirde bendenizi en çok etkileyen noktalar şiirin sahip olduğu müzikalite ve imge denizinin derinliği olsa gerek. Bu yüzden de İkinci Yeni şiir akımını kendime çok yakın bulurum. Siz bulmaya da bilirsiniz. Sanatın kıyası olmaz sonuçta. “Peki, neden Özdemir Asaf ’ı değil de Cemal Süreya’yı yazdın bu ay?” diyebilirsiniz; hakkınızdır da. Çünkü bir arkadaşıma “Asaf mı, Süreya mı?” dedim. “Süreya” dedi. Cemal Süreya, erotizm kavramını damıtarak sözcüklere, ardından da şiir denilen mutluluğa dökme konusunda İkinci Yeni’nin diğer şairlerinden ayrılmaktadır. Üretkenlik açısından bakarsak Cansever yahut Berk kadar aktif değildir; ama şiirlerinin onlardan daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. O kadar etkili ki günümüzde de Cemal Süreya’nın ekmeğini yemek isteyenleri görüyorum elbette. Geçen gün Twitter’da “Sevdim seni sevilesice – Cemal Süreya” diye bir tweet okudum
Burak Bahadır AKIN
örneğin… Hayır, ağlamıyorum gözüme biraz #siirsokaktadir kaçtı. Süreya’nın şiirleriyle haşır neşir oldukça kelimelerin gücüne daha çok inandığımı rahatlıkla söyleyebilirim. “Beni öp, sonra doğur beni.” derken ne hissetti demiştim ilk okuduğumda. Neden böyle bir cümle kurma gereksinimi duydu diyerek araştırmaya başladım. Gördüm ki annesini onun sevgisine en çok ihtiyaç duyduğu yıllarda, yedi yaşında, kaybetmiş. Çok fırtınalı olarak bilinen aşk hayatının en önemli sebeplerinden birinin de her kadında annesini araması, Ölüdeniz gibi bir liman araması, olabilir. Siz psikolog olacak insanlarsınız. Freud falan işte… Şayet hâlâ bu yazıyı okuyorsanız; sizlerden bir isteğim olacak. Okuduğunuz her şiiri olmasa da beğendiğiniz her şiiri araştırın. Neden o kelime, neden o imge? Bir insan neden güvercin kanadı demek yerine uvercinka der? Şairler bizler için iyi birer deneyim olabilir. Dil ile psikoloji arasındaki ilişkinin kuvvetli olduğu konusunda şüphemiz yoktur büyük ihtimalle. Siz psikolog olacak insanlarsınız. Lacan falan işte… Herkese şiir tadında; hüznün de sevincin de; ayrılığın da aşkın da yaşandığı duygulardan ve duyguların sonuçlarından kaçılmayan bir yıl dilerim.
PsiNossa 33
Artifical Intelligence (Yapay Zeka) Ceren AYIK
A Y I N F I L M I
Pinokyo masalının modernize edilmiş hali olan filmin yönetmeni, Steven Spielberg’dir. 21.yüzyılın ortasında geçen filmde küresel ısınma sonucu buzulların erimesi ile birlikte birçok şehir sular altında kalmış, fakir ülkelerdeki milyonlarca insan açlıktan ölmüş, ayakta kalan gelişmiş ülkelerde ise robotlar ekonomide ve günlük hayatın işleyişinde önemli bir yere sahip olmuşlardır. Gelişmiş bir yapay-zeka üretim şirketi David adında bir robot-çocuk üretir. Hamilelikler konusunda katı kuralların olduğu bu yüzyılda, bir robot-çocuk birçok ailenin isteyebileceği bir üründür. David’İn kendisinden önce üretilmiş olan diğer robotlardan farkı, sahip olduğu alıcılar sayesinde iletişim içine geçtiği robotlara ya da insanlara cevap verirken gereken mimikleri yapabilmek haricinde, gerçekten bir şeyler hissedebilmesidir. O ana kadar üretilen tüm robotlar yalnızca düşünmek üzere programlanmış iken David, sevebilmekte ve hayal kurabilmektedir. Üretilme amacı, onu evlat edinen ailesine derin bir sevgi bağı ile bağlı olmaktır. David, kendi biyolojik çocuğu hasta olan ve iyileşemeyen bir aile tarafından evlat edinilir. Anne Monica ve Baba Henry oğluna vermek isteyip veremedikleri sevgiyi David’e vermeye karar verirler. Aile ile David uyum sağlamaya başladıkları sırada biyolojik oğulları Martin aniden iyileşir ve eve geri döner. Martin, yokluğunda onun yerine geçtiğini düşündüğü David’e bir türlü alışamaz ve onun kendilerinden farklı olduğunu öğrenmesi için Monica’dan kendilerine Pinokyo masalını okumasını ister. Sonrasında David’in geri kalan meka (mekanik) hayatı, kendisini gerçek bir çocuğa çevirmesi için (Pinokyo’yu gerçek bir çocuğa çeviren) Mavi Peri’yi aramakla geçecektir. Steven Spielberg’ in Artificial Intelligence filmi bize Pinokyo masalının yanı sıra
34 PsiNossa
mekalar (mekanikler) ile orgalar (organikler) arasında oluşan sevgi bağı bakımından, kendi yonttuğu heykele aşık olan Kıbrıslı heykeltıraş Pygmalion hakkındaki efsaneyi hatırlatmaktadır. Mitolojik öğelerin, masalların iç içe geçtiği bu bilim kurgu filmi geleceğe dair bir öngörüde bulunurken aynı zamanda teknolojinin gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, insanın sosyal bir varlık oluşunun değişmeyeceğine vurgu yapmaktadır. Bilişim ve iletişim teknolojilerinin değişimi belki bazı etik değerleri ve davranışları; dolayısı ile psikolojik normları değiştirebilir. Yine de insanoğlu var olduğu sürece insanlığa dair bazı olgular hiç değişmeyecektir. Haley Joel Osment’ ın üstün oyunculuk performansı ve Steven Spielberg’in yönetimi ile ortaya ilgiyle izlenilebilir bir film çıkmış. İyi Seyirler.
Yapım Yılı: 2001 Yönetmen: Steven Spielberg Oyuncular: Haley Joel Osment, Frances O’Connor, Jude Law, Sam Robards, Jake Thomas, William Hurt
PsiNossa 35
1984
George Orwell
A Y I N K İ T A B I
İnsanın Kafasına Vurulan Pranga: Teknoloji 1949 senesinde yazılan kitap, 1984 Londra’sında iktidar – birey ilişikisini irdeliyor. Her yerin izlenmesi ve dinlenmesiyle yaratılan panoptikonda* yaşayan bireylerden ikisinin, Julia ve Winston’un devlete sadık makinalar yetiştirmek isteyen Parti’ye rağmen insan olmaya – kalmaya – yeltenişlerinin öyküsü anlatılıyor. 1984 senesinde dünya üç ana devlete/kutba ayrılmıştır. Avrasya, Doğu Asya ve Okyanusya. Bizim hikayemiz Okyanusya ülkesinin en büyük şehirlerinden olan Londra’da geçmektedir. Şehirde Parti, halkı denetim altında tutabilmek ve her anını gözlemleyebilmek için teknolojiden büyük ölçüde yararlanır. Geliştirilen değişik teknolojik aygıtlarla hem görsel hem de işitsel denetim sağlanır. Bu aygıtların en etkilisi tele-ekrandır. Tele-ekran, gerekli her yerde; evlerde, sokaklarda, barlarda hatta yatak odaları ve tuvaletlerde bulunan ve kişiyi her an izlemesiyle baskı oluşturan bir aygıttır. İlk bakışta televizyonu andırsa da ondan birçok farklı işleve sahiptir. Her an açıktır, kişiyi her hareketinde takip eder, yanlış bir davranışında ise buyurgan ve soğuk bir sesle uyarır. Kişi günün hangi zamanı olduğunu ondan öğrenir. Kişinin günü ona göre taksim edilmiştir; ne zaman uyuyup ne zaman uyanacağı ne zaman çalışıp ne zaman mola verileceği hep tele-ekrandan emredilir. Yani ‘’ Zeki Müren de bizi görecek mi ?’’ sorusuna verilecek yanıt evettir. Yalnız, bizi gören kadife sesi ve şarkılarıyla gönlümüzü okşayan Zeki Müren değil (zaten bu ülkede tüm şarkılar güfteyazar denen bir aygıtla yapılır.) halkı kişisel kimliğinden koparıp kendine bağlı makineler yapmaya niyetli Büyük Birader’dir. Tele-ekran onun en etkili propaganda aracıdır. Halka bütün talimatlar buradan verilir, kiminle savaşıldığı buradan
Merva ÖKSÜZ, Servet GÜLDAL ilan edilir ve Büyük Birader’in en büyük muhalifi olan Goldstein’e karşı iki dakikalık nefret seansları buradan yapılır. Tele-ekranda sizin her hareketiniz incelenebilir, söylediğiniz her söz kayıt altına alınabilir ancak zihin okuma teknolojisi ütopik 1984 yılında da henüz gerçekleşmemiştir. Halk ne kadar denetim altına alınmış olursa olsun, Sevgi Bakanlığı’nın ürkütücü, penceresiz duvarları itaate ne kadar zorlasa da varoluşun düşünceyle gerçekleştirildiğinin önüne geçilemez. Descartes ‘cogito ergo sum’ yani düşünüyorum öyleyse varım derken Büyük Birader ‘düşünüyorsun, öyleyse suçlusun’ der ancak zihinlere vurmaya çalıştığı pranganın İç Parti Üyelerinde bile başkaldırıya dönüşmesine engel olamaz. Tele-ekranda konuşulan dil kelime bakımından oldukça kısır olan Yenisöylem’dir. Gereksiz görülen birçok kelime Yenisöylem’den atılmıştır. Zira fazla kelime fazla düşünce; fazla düşünce ise muhalefet demektir. Konfüçyüs’un dediği gibi ‘’iktidarı sağlamlaştırmanın en mühim yolu dili gözden geçirmektir’’. Dil, Sembolik Etkileşimcilik Kuramı’nda da bahsedildiği üzere kişiliğin oluşmasında en başat yönlendirici unsurdur. Tam da bu sebeple kendi istediğiniz gibi bireyler yetiştirmek istiyorsanız dili de kendi istediğiniz gibi dizayn etmelisiniz. Yenisöylem işte bu amaçla oluşturulur. Bu dil sadece tele-ekranlarda değil; aynı zamanda söyleyaz adı verilen ve günümüz akıllı telefon ve tabletlerine bir hayli benzeyen aygıtta da kullanılan dildir. 1984 Londra’sında düşünceleri yazıya aktarmanın yolu gerekli herkeste bulunan söyleyazdır. Yeni söylemle dillerine kemik bağlanan halk, kalemin esnekliğinden, yazmasından, yazdığını beğenmeyip karalayıp tekrar yazmasından mahrum bırakılmıştır. Böylece düşünce zenginliği ve buna bağlı olarak farklı kişiliklerin oluşmasının yolu tıkanmış, insan ırkının son üyelerinin ortadan kaldırılıp tektip makinaların oluşturulmasının yolu açılmıştır.
*Panoptikon: Jeremy Bentham’ın her köşenin izlenmesi esas alınarak dizayn edilen hayata hiç aktarılmamış hapishane modeli. Bu kavramı sosyal bilimlere kazandıran Michel Foucault’a göre panoptisizm modern gücün en önemli unsurudur.
36 PsiNossa
PsiNossa 37
Okyanusya’da evler helikopter devriyeleriyle sürekli gözlem altındandır. Evin içinde ise aile fertlerinin kendi içinden, çocuklardan oluşan bir dinleme ki bu mikrofonlarla yapılıyor ve ihbar örgütü ile insanlar sürekli denetlenip yalnız kalmalarına, iç gözlem yapmalarına olanak bırakılmaz. Yazarın deyimiyle “Kafanızın içindeki iki üç metre küpten başka hiçbir şeye sahip değilsiniz.’’ bu şehirde. İşte parti tam da bunun peşinde! O bunca denetlemeyi işlenen suçların takibi için yapmıyor. Onun derdi kafatasımızın içindeki iki üç santimetre küp. Yani en mahremimiz. Yani düşünce! Bizi biz yapan her türlü tutum ve davranışlarımızı belirleyen akledebilme yetisi. Parti bunu ortadan kaldırmanın peşindedir. Bütün bu propaganda ve denetim unsurları kişiyi bu akledebilme yetisinden mahrum bırakacak olan birkaç özelliği kişiye kazandırabilmek içindir. Bu özellikler, bilişşel süreçlerin dizginlerini tamamen partinin eline verecek ve her kişide var olan savunma mekanizmasını devre dışı bırakacaktır. Bunlardan ilki Çiftdüşün’dür. Çiftdüşün ya da gerçeklik denetimi, hem bilmek hem bilmemek, ustaca yalanlar uydurup gerçeğin farkındayken bu yalanlara içten bir şekilde inanmak. Parti bunu yaparken medya büyük bir işlev görür. Kiminle savaşıldığının sürekli değişmesine karşın düşmanın önceden beri hep en son savaşılan devlet olduğu izleminin oluşturulması, Büyük Birader’in ıskaladığı öngörülerin düzeltilip isabet ettirilerek gazete ve broşürlerin son hallerinin arşivlenmesi böylece yanılmaz bir lider portresinin çizilmesi, geçmişe ait her şeyin belli bir süzgeçten geçirilip arşivlenmeyenlerin bellek fırınlarında yakılmasıyla bir tarih algısı oluşturulmuş aynı zamanda ölen her kişinin adının her yerden silinmesi denetimli bir geçmiş algısı oluşturulmuştur. İkinci özellik Suçdurdurum’dur. Suçdurdurum, zihinde meydana gelen ve parti için suç teşkil edecek düşüncelerin, aynı medyadaki bellek fırınlarını andıran zihnin körnoktalarına atılıp yok edilmesi demektir. Bağlılık, düşünmemektir yani bilinçsizliktir düşüncesiyle hareket eden Parti’nin en büyük silahlarından biri hiç şüphesiz Suçdurdurum’dur. Okyanusya’da halk üç tabakaya ayrılmıştır; İç parti, dış parti ve proleterya. İç parti teknoloji vasıtasıyla diğer iki grubu sürekli denetleyip onların kaderini belirleyen gruptur. Ama asıl denetlediği dış parti grubudur. Zira iç partiye göre proleterya, denetlenmeye değer bir tehlike oluşturmamaktadır. Dış partideki her birey sürekli denetlenir.Bu yüzden laboratuvar deneyindeki denekler misali yapay davranışlar sergiler. Bilişsel süreçleri evindeki
38 PsiNossa
aygıtlarla sürekli bir kontrol altındadır. Proleterya ise görece serbest bırakılmış gruptur. Proleteryanın görevi üretilen teknoloji ürünlerini tüketmektir. Bu da genelde savaşla mümkündür. Yapılan denizaltılar, yüzen kaleler, son teknoloji ürünü silahları kullanıp\tüketip yenilerinin yapılmasına olanak sağlar. Proleteryayı savaşa teşvik eden de tele-ekranda her gün propagandası yapılan Büyük Birader’e duyulan bağlılık, Nefret Seanslarındaki muhalif ve düşmanlara beslenen büyük nefret ve kindir. Okyanusya’da bilim ve teknoloji, kişi özgürlüğünü denetlemeye olanak verdiği ölçüde ehemmiyet görür. Bilimci, ya insanların davranış ve yüz ifadelerinden düşüncelerini saptamaya çalışan bir psikolog, ya buna biyolojik kanıtlarla zemin oluşturan bir biyolog ya da insanları en etkili şekilde öldürecek silahların yapımını uğraş edinen bir mühendis olmak zorundandır. Alexis Carrel’in ‘’ 20. yy’nin başlarında teknik ve bilimin insan hayatını devam ettirmeye doğru gelişeceği yerde insanları yok etmek için kullanılıyor’’ serzenişindeki felaketin vücut bulduğu yerdir Okyanusya. Okyanusya’da bireysel hiçbir ilişki meşru sayılmaz. Kişisel kimlik oluşturmak neredeyse imkansızdır. Sosyal kimlik de Parti’nin izin verdiği ölçüde oluşturulabilir. Aile kurumu sadece partinin varlığını devam ettirecek yeni kişilerin ‘’üretilmesi’’ için vardır. Eşler arasında sevgi, aşk, erotizm gibi bağlar hissedildiğinde evlilik dahi meşru görülmez. Winston ve Julia böyle bir çevrede aşk ve erotizm gibi Partice meşru sayılmayacak ama insani olan bir suç işleyerek, en önemlisi insan kalmakta direterek işledikleri günahın bedelini nasıl ödediklerinin; işkenceyle itaati öğrenip, Büyük Birader’i sevmeyi ve en nihayetinde benimseyip içselleştirerek kendilerine ait iki üç santimetre küplük alanın Partice nasıl ihlal edildiğini ve kendilerini birey kılan tüm emarelerden sıyrılıp partiye nasıl kul olduklarının hikayesi bu minvalde işleniyor. Bu kitap özü itibariyle Stalin döneminin bir eleştirisi niteliği taşıyan bir distopyadır. Lakin Erich Fromm’a göre bunu, sadece Stalin Rusya’sına mahsus görmek yanlıştır. Bu kitap iktidarın birey üzerindeki etkilerini gözler önüne sermektedir. Hele ki teknoloji gibi bireyin en mahrem alanlarına dahi muktedirlerce tecavüz edilmesi, birey-iktidar ilişkisinin propaganda ve zihinleri manipüle etme olanaklarıyla yeni bir merhaleye evrildiğini göstermektedir. Ayrıca son bir özelliği de kurgusu ve tasvir ettiği çevre bakımından günümüze hayli benziyor olmasıdır.
PsiNossa 39
Teknolojinin Müzikle Buluşması Ayça KAPYAPAR
M Ü Z İ K
Müziğin başlangıcı bilinmeyen zamanlara uzansa da, bu sanat dalı ismini aldığı Antik Yunan’dan itibaren bizlere ulaşmaya başladı diyebiliriz. Bir mite göre Zeus’un bir tanrıçayla geçirdiği dokuz gecenin meyvesi olan Muse’ler, yıllarca sanatçılara ilham periliği yapmış ve müziğin de yapıtaşını oluşturmuşlardır. Olympos’un tepesinde söyledikleri şarkıları ve danslarıyla sanatın vazgeçilmez tanrıçalarından ismini alan müzik, günümüze kadar uzun bir serüvenden geçmiştir. Bizse bu yazıda teknolojiyle müziğin buluştuğu duraktan kalkış yapıp zamanla meydana gelen değişmelere göz atacağız. 1880’lerin başlarındaki duruma baktığımızda taş plaklar piyasaya sürülmüştü; fakat gerek dayanıksız yapıları gerekse kalitelerinin bozukluğundan dolayı çok ses getirmediler. Daha sonraysa iş alanının Amerika’daki büyük şirketlere kaymasıyla uzun süreli kayıt yapabilen dayanıklı plaklar üretilmeye başlandı. Günümüzde yalnızca eski fotoğraflarda ya da evlerin deposunda kalan gramofonlar da bu dönemlerde ortaya çıktı. Yeni plaklar o kadar sevildi ki, 60’larda kasetler çıktığında bile bir dönem sanatçılar albümlerini plak formatında çıkartmayı tercih ettiler. Yeni bir yetenek keşfedildiği zaman, bu kişi plak şirketleriyle anlaşma yaptıktan sonra turnelere çıkmaya başlıyor ve albümlerini bu yolla tanıtıyordu. Gelişmiş teknolojinin doğurgularından biri olan magazin ve klipler de henüz insanların hayatına girmediği için sadece dinleme üzerine kurulu bir etkinlikti müzik. Seksenlere gelindiğinde ise disko kültürünün hayatımıza girmesiyle müzik başta olmak üzere her alanda bir renklenme oldu. Parlak dans kıyafetlerini giyen insanlar artık konserler yerine dans pistlerini tercih ediyordu. Bugüne kadar önemini koruyan müzikaller bu dönemde seyirciyle buluşmaya başlamıştı. Plakların yerini de hızlı bir şekilde kasetler alırken gramofonlar kaldırılıp yerine teypler konmaya başladı. Kalemle tekrar tekrar başa sarılan kasetler az yer kaplaması ve kolay
40 PsiNossa
üretimiyle müziğin dağıtımında yeni bir çağı başlattı. Aynı zamanda doldurulabilir olmalarıyla da karışık kasetler oluşturulmasına izin veriyorlardı. En büyük yeniliklerden birisi ise 1979 yılında üretilen Walkman’ler oldu. Kısa sürede tüm dünyada farklı isimlerle üretilmeye başlandı ve çok uzun bir süre etkisini korudu. 90’ların sonuna kadar hayatımızda yer alan bu ürünler bir çok yeni müzik türünün oluşumuna tanıklık etti; fakat ne kadar büyük yenilikler getirseler de CD’lerin üretimiyle birlikte tahtını bu yeni Milenyum çağının başlangıcı müzik açısından da çok büyük bir geçiş dönemi olmuştur. Şarkılara klip çekilmeye başlanmasıyla müzik görsel bir sanat haline de geldi ve yeni sanatçılar televizyon aracılığıyla tanınmaya başlandı. İnternetin hayatımızdaki yerini almasıyla da yeni yetenekler bu platformdan keşfedilmeye başlandı. Gerisi ise birbirini takip eden olaylar halinde gerçekleşti ve CD’ler de eski ünlerini yitirdiler. Günümüzde müziğe ulaşmak her zamankinden daha kolay ve eğlenceli hale geldi. Her gün onlarca yeni albüm çıkıyor ve müzik piyasası da gittikçe genişliyor. Yapılan müziğin kalitesi ise internetteki videonun tıklanma sayısına ya da sanatçının ona oy veren kaç hayranı olduğuna indirgenmiş durumda. Teknolojinin her alanda olduğu gibi müzikte de kötü ya da iyi olarak nitelendirebileceğimiz bir çok yansıması var. Yeni müzik türlerinin doğmasını sağlaması ve dünyanın herhangi bir yerinde çıkan bir şarkıyı anında bize ulaştırabilmesi bunlardan en önemlileri sanırım diyerek yolculuğumuzu Edgar Bronfman’in bir sözüyle tamamlıyorum. “Müzik endüstrisinin tarihi aynı zamanda kaçınılmaz bir biçimde teknolojinin de gelişim öyküsüdür. Piyanolardan plaklara, makaradan makaraya sarılan teyplerden kasetlere, Cd’lerden dijital indirmelere, doğru olan bu yöntem ve cihaz değişimleri müziğin sadece nasıl tüketildiğini değil aynı zamanda sanatçılar tarafından nasıl üretildiğini de değiştirdi.”
Star Wars – The Ultimate Collection: Serinin uzun bir aradan sonra çekilen 7. filminin Londra Orkestrası’nın katkılarıyla yorumlanan müzikleri, 8 Ocak’ta raflarda yerini alacak
Sia – This Is Acting: Günümüzün aykırı isimlerinden sayılan Sia da yeni yıla yeni bir albümle merhaba diyenlerden olacak. Sanatçının This Is Acting adını verdiği çalışması 29 Ocak’ta satışa sunulacak.
David Bowie – Blackstar: Müzik tarihinin en karizmatik idollerinden sayılan David Bowie’nin yeni albümü de heyecanla beklenenler listesinde yerini aldı. Bir de kısa film tadında bir single paylaşılınca albüm hakkında haberler de artmaya başladı. Deneysel tarzın ağırlıkta olacağı albümün çıkış tarihi ise 8 Ocak.
Suede – Night Thoughts: Eskilerden günümüze uzanan başka bir grup ise Suede oldu. Yeni albümlerinin fragmanını yayınladıktan sonra 22 Ocak’ta piyasaya süreceklerini duyurdular.
Diğer Albümler: Mystery Jets – Curve of the Earth, Savages – Adore Life, Charlie Puth – Nine Track Mind, Dream Theater – The Astonishing, Yoko Ono – Yes, I’m a Witch Too, Rachel Platten – Wildfire.
Ocak Ayı Etkinlikleri Yaşamaya Dair Müzikli Oyunu: Genco Erkal tarafından Nazım Hikmet’in 50. ölüm yıl dönümü anısına yazılan oyun Yaşamaya Dair’i; 5 ve 6 Ocak tarihlerinde İstanbul’da, 27 Ocak’ta ise İzmir Sabancı Kültür Sarayı’nda izleme imkanı bulabilirsiniz.
Kaan Tangöze konseri: Duman grubunun solisti Kaan Tangöze, 22 Ocak’ta Antalya’da Özdemir Asaf şiirlerini ve kendi şarkılarını seslendirmek için sevenleriyle buluşacak.
Bir Delinin Hatıra Defteri: Gogol’un ünlü eserinden tiyatroya uyarlanan oyun Türkiye’de çok kullanılmayan bir formata ev sahipliği yapacak. Seyircinin oyunu sadece izleyen değil oynayanlardan da biri olacağı oyun 11, 12 ve 20 Ocak’ta Ankara’da, 21 Ocak’ta ise İstanbul’da sahne alacak.
Teoman konseri – 9 Ocak – Ankara
Birsen Tezer Konserleri: Yeni yılda sanatçı ocak ayı boyunca Ankara, İzmir ve İstanbul’u kapsayan konser turuna başlayacak. 15’i ve 30’unda İstanbul’da, 17’sinde Ankara’da, 22’sinde ise İzmir’de olacak.
Cem Adrian konseri – 22 Ocak Ankara – 8 Ocak İstanbul – 15 Ocak Bursa Levent Yüksel konseri – 9 Ocak İzmir – 16 Ocak Ankara Ankara Piyano Festivali – 19 Ocak
PsiNossa 41
Referanslar Narsizme Giden Yol: Selfie 1.
Özdemir, Z. (2015). Sosyal medyada kimlik inşasında yeni akım: özçekim kullanımı. İletişim Fakül tesi Dergisi, 2(1), 112-131.
2.
Ustakara, F. ve Türkoğlu, E. (2015). Y kuşağının bir gözetim mekanizması olarak sosyal ağlar üzerine algısı: Gaziantep Üniversitesi araştırması.
3. Özbek, M.F. (2010). İnsan ilişkilerinde empatinin yeri ve önemi. Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, 49, 567-587. 4.
www.diyetonline.com/kas_yapalim_derken_goz_cikartmayalim_Bigoreksiya_nedir-makale-109. aspx - erişimde 15.12.2015
Robopsikoloji 1.
Kubrick, S.(Yönetmen). (1968). 2001: Bir Uzay Macerası (Film). İngiltere: Stanley Kubrick.
2.
Asimov, I. (1950). I, Robot. Greenwich, Conn: Fawcett Publications.
3.
Verne, J. & Verne, M. & Metcalf, L.S. (Editor) (Şubat, 1889). “In the Year 2889”. The Forum VI (6): 662–677.
4.
Kuszewski, A. (7 Şubat, 2012). I, Robopsychologist, Part 1: Why Robots Need Psychologists
http://blogs.discovermagazine.com/crux/2012/02/07/i-robopsychologist-part-1-why-robots-needpsychologists/#.VnaVyLKxXbU 20 Aralık 2015 Erişimde
5.
Euronews. (26 Kasım, 2015). Robots which tap into your feelings on show at Beijing’s World Robot Exhibition http://www.euronews.com/2015/11/26/robots-which-tap-into-your-feelings-on-show-atbeijing-s-world-robot-exhibition/ 20 Aralık Erişimde
6.
O’Callaghan,J. (17 Temmuz, 2015). Robot Demonstrates Self-Awareness http://www.iflscience.com/ rise-machines-robot-demonstrates-self-awareness-solving-logic-puzzle 20 Aralık Erişimde
42 PsiNossa
Tablet Bağımlısı Oyun Çocukları 1.
Akçay, D. ve Özcebe, H. (2012). Okul öncesi eğitim alan çocukların ve ailelerinin bilgisayar oyunu oynama alışkanlıklarının değerlendirilmesi. Çocuk Dergisi, 12(2), 66-71.
2.
Arıcak, T. (2015). Siber alemin avatar çocukları: İnternet ve gençlik ilişkisinin bugünü ve geleceği. (1. baskı). İstanbul: Remzi.
3.
Burak, Y. ve Ahmetoğlu, E. (2015). Bilgisayar oyunlarının çocukların saldırganlık düzeylerine etkisinin incelenmesi. International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 10(11), 363-382.
4.
Cömert, I. T. ve Kayıran, S. M. (2010). Çocuk ve ergenlerde internet kullanımı. Çocuk Dergisi, 10(4), 166-170.
5.
Horzum, M. B. (2011). İlköğretim öğrencilerinin bilgisayar oyunu bağımlılık düzeylerinin çeşitli değişkenlere göre incelenmesi. Eğitim ve Bilim, 36(159), 56-68.
6.
Horzum, M. B., Aras T. ve Balta, Ö. Ç. (2008). Çocuklar için bilgisayar oyun bağımlılığı ölçeği. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 3(30), 76-88.
7. Şahin, C. ve Tuğrul, V. M. (2012). İlköğretim öğrencilerinin bilgisayar oyunu bağımlılıkdüzeylerinin incelenmesi. Zeitschrift für die Welt der Türken/Journal of World of Turks, 4(3), 115-130.
Ataerkil Yapının Teknolojik Hali: Medya 1.
Akmeşe Z. ve Deniz K. (2014). Kadına yönelik cinsiyetçi söylemin internet haber portallarında yer alma biçimleri. Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014(19).
2.
Bal, S. (2014). Reklamların eskimeyen yüzü “Muhteşem Annelik”: Anneler günü reklamları örneği. Ankara Üniversitesi İLEF Dergisi, 1(2).
3.
Dündar, S. (2010). Televizyon haberlerinde kadının temsili. Erciyes İletişim Dergisi, 1(4).
4.
Kan, D. (2012). Yeni medya aracı bilgisayar oyunlarında toplumsal cinsiyetin inşası. The Turkish Online Journal of Design Art and Communication, 2(4).
5.
Pira, A. ve Elgün, A. (2000). Toplumsal cinsiyeti inşa eden bir kurum olarak medya. Reklamlar Ara cılığıyla Ataerkil İdeolojinin Yeniden Üretilmesi, 4.
6.
Timisi, N. (1997). Medyada cinsiyetçilik. Ankara: TC Başbakanlık Kadının Sorunları ve Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları.
PsiNossa 43
44 PsiNossa