PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi
Sayı 19 Temmuz 2016 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org
BEDEN
2 PsiNossa
PsiNossa 2016 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@tpocg.net Editör Ayşe Nur Avcı Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com Bülten Sorumlusu Burak Bahadır AKIN İst. Kültür Üniversitesi burakbahadirakin@hotmail.com Yazar Edanur Tunca Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com
Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Melis Alioğlu İst. Kültür Üniversitesi melis.alioglu@gmail.com Film Eleştirmeni
Gökçe Oflu
Uludağ Üniversitesi goflu1@gmail.com
Kitap Eleştirmenleri
Merva ÖKSÜZ Uludağ Üniversitesi
mervaoksuz@gmail.com
Müzik Köşesi Yazarı
Ayça Kapyapar Hacettepe Üniversitesi aycakpypr@gmail.com
Yazar Arzu Hamurcu Melikşah Üniversitesi arzuhamurcu1852@gmail.com Yazar Dicle Ay İst. Maltepe Üniversitesi dicleay01@gmail.com
Konuk Yazarlar Emel Emre emelberra1@gmail.com
Yazar Elif Gül Şahin İst. Medipol Üniversitesi elifgulsahin@gmail.com
Röportaj Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar
Yazar Taner Türker İst. Kültür Üniversitesi taner.turker@outlook.com
gyaprakgezici@gmail.com
Mezun Yazısı Gül Yaprak Gezici
Çevirmen Ceren Nur Gürler Işık Üniversitesi cerennur.gurler@gmail.com Çevirmen Özge Karakaş Orta Doğu Teknik Üniversitesi ozgekarakas95@gmail.com
PsiNossa 3
Bu Sayımızda; 6 | Kadın Bedeni ve Moda Endüstrisi 8 | Bedenlerin Yiyeceklerle Savaşı: Yeme Bozuklukları 10 | Ya Bedenimizin Sesi Olsaydı? 12 | Şiire İnziva: Firuğ 14 | Haber: Hayalet Uzuvlardan Kurtulmak 16 | Ne Kadar Masumuz 18 | Mezun Köşesi: Gül Yaprak Gezici 20 | Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar ile Röportaj 24 | Dalmak Özgürlüktür 26 | Ayın Farkındalıkları: Sahnedeki Devrim 28 | Film: Fil Adam 30 | Kitap: Dorian Gray'in Portresi 36 | Müzik: 27'ler Kulübü
4 PsiNossa
Psi Nossa Merhaba, Bu ayki konumuz "Beden". Moda sektörü ve yeme bozukluklarından hayalet uzuvlara kadar geniş bir alana yayılan konumuzu ilginizi çekeceğini düşündüğümüz farklı alanlarda işledik bu ay. Röportajımızı Otistikler Derneği kurucusu Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar ile yaptık. Sanat terapisini, otizmi ve derneği konuştuk. Bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiği için çok teşekkür ederim. STK köşemizde ise değişiklik yapıp bir üniversite topluluğunun hayata geçirdiği bir projeyi anlattık. Projenin ismi "Dalmak Özgürlüktür". Güzel amaçlara hizmet eden bir proje olmuş, Uludağ Üniversitesi Sualtı Topluluğunu kutluyorum. Zor günler geçiriyoruz. Evet hiçbirimiz hiçbir şey yapmak istemiyoruz. Etrafa lanetler savuruyoruz. Ancak çözüm bu değil, olamaz. Daha çok okumalı ve daha çok şey öğrenmeliyiz. Bilgi bizi güçlendirecek. Kısacası okuyunuz, okutunuz efendim. Sürçülisan ettiysek affola. Editör Ayşe Nur AVCI
PsiNossa: Psikoloji biliminin “Psi” si ve Portekizcede “bizim” anlamına gelen “nossa” kelimesinin birleşmesiyle –TPÖÇG ve TPÖÇG’e dair her şeyi can-ı gönülden sahiplenmemize ithafen- ortaya çıkan PsiNossa isimli dergimiz her ay belirlenen bir konu çerçevesinde e-dergi formatında yayınlanmaktadır. PsiNossa Yayın ekibi olarak her ay siz okuyucuların karşısına dopdolu, bilgilendirici ve keyifli vakit geçirmenizi sağlayan içerik sunmak için canla başla çalışıyoruz. The 19th Edition of PsiNossa The theme of this month is; “Body’’. Authors of PsiNossa have written in several of aspects about the “body’’ theme likewise; 1.“Body of Women and Fashion Industry’’ by Dicle Ay 2.“Bodies’ Battle with Foods : Eating Disorders’’ by Eda Tunca 3.“What if our body has a sound?’’ by Arzu Hamurcu 4.“Seclusion to Poem: Füruğ’’ by Elif Gül Şahin (Füruğ Ferruzad: Iranian poet) 5.“Revolution on the Stage’’ by Burak Bahadır Akın 6.The Contribution of Editor Ayşe Nur Avcı 7. The movie analysis: “The Elephant Man’’ by Gökçe Oflu
8.News section: “Discarding from Phantom Limbs’’ by Özge Karakaş 9.Book Analysis by Merva Öksüz : “The portrait of Dorian Gray’’ by Oscar Wilde 10.The Contrubution of a Graduated Students: Gül Yaprak Gezici 11.The music section: “27’S Club’’ by Ayça Kapyakar 12.Interview with Nevin Eracar 13.The Free Time Section “How Innocent Are We?’’ by Emel Emre 14.The Section about USAT (Scuba Diving Community of Uludag University): “Diving is Freedom’’
PsiNossa 5
Kadın Bedeni ve Moda Endüstrisi Moda, başlı başına bir ahlak, politika, erkek/kadın tipleri, günlük toplumsal davranış biçimleri sunan bir dünya görüşüdür. Dolayısıyla, bu endüstri kolunun, tüketim talebinin yaratılmasında, davranışların biçimlenmesinde yaşamsal önemi olan ekonomik, siyasal ve toplumsal işlevleri vardır. Sonuçta moda endüstrisi, yeni bir tüketim kültürünün üretilmesini ve bireylerin de bu kültüre katılımını öngörmektedir (Kellner, çev., 1991). Giyinme, beden dili ve diğer fiziksel özellikleri içeren dış görünüm, kendini ifade etmenin ve çevreye sizin kim olduğunuzu göstermenin bir yoludur. Moda ve giyim sözlü olmayan iletişim ya da diğerleri ile konuşmadan anlaşabilmeyi ortaya çıkaran bir durumdur (Crane, 2000). Kimliğin bir parçası durumuna gelen dış görünüm, bedenin temsil edilmesindeki erillik ve dişilik tanımlarında önemli bir yere sahiptir. Moda ve giyimle ilgili değişimlerin genellikle kadın bedeni üzerinde baskı unsuru oluşturduğu söylenebilir. “Feminist yaklaşımlar bedenin toplumsal yaşamda var olduğunu, toplumsal, politik, cinsiyetli ve ideolojik olduğunu, kadın bedeni ve cinsiyet tartışmalarıyla ortaya koymuşlardır.” (Işık, 1998, s. 63).
İdeal Kadın Bedeni İmajı
Kilbourne (2000)’a göre, tüketim kültüründe kadınlara, her fırsatta beğeni görmeleri ve kendilerine saygılarını kaybetmemeleri için her daim ince kalmaları gerekliliği mesajları verilirken, bunun için de çok küçük yaşlardan itibaren zaman, enerji ve paralarını harcamaktan çekinmemeleri öğretilmektedir (akt., Christner, 2008). Nitekim, Christiner (2008), kadınların önemli bir bölümünün kendilerine saygılarını ve benlik algılarını beden imajları ile özdeşleştirdiğini ifade etmektedir. Benzer biçimde İnceoğlu ve Kar (2010), kadınların kendi beden algısı ile ideal beden imajı arasındaki farkın büyüklüğü ölçüsünde mutsuz olduğunu belirtmiştir (İnceoğlu
6 PsiNossa
Dicle AY
ve Kar, 2010). Türkiye’de yapılan bir çalışmada ise bu görüşleri doğrular nitelikte bulgulara ulaşılmıştır. Benlik saygısı ile beden imajı arasında pozitif yönde bir ilişkinin varlığını saptayan Pınar (2002), ayrıca çoğunluğu kadınların oluşturduğu şişman bireylerin benlik saygılarının önemli ölçüde düşük olduğunu tespit etmiştir. Bu bulgulardan hareketle, tüketim kültürünün idealize ettiği zayıf bedenin, aynı tüketim toplumu içinde yaşayan herkes için de ideal olarak görüldüğü ve şişmanlığın istenmediği savının geniş ölçüde kabul gördüğü söylenebilmektedir. Örneğin, 2010 Oscar’ının en iyi kadın oyuncu adayı Gabourey Sidibe, idealin oldukça dışında sayılan kiloları ile uzun süre medyayı meşgul etmiş, alması muhtemel ödülden ziyade kırmızı halıda ne giyeceği uzun süre tartışılmıştır (Kennedy, 2010). Beden inşa edilen bir olgu olarak toplumlarda egemen olan sosyo-kültürel anlayışlar aracılığıyla bireylerin sağlık ve güzellik anlayışını da belirlemektedir. Yeterince yiyecek bulmakta zorluk çeken geleneksel toplumlarda iyi beslenmeyle bağlantılandırılarak şişman bedenler üst sınıf mensuplarının bir özelliği olarak kabul görmüştür. Dolayısıyla da bu bedensel görünüm erişilmek istenen bir güzellik normu olarak kabul görmüştür. Modern toplumlarda ise zayıflık normlaştırılmakta, kilolarını koruyan, spora zaman ayıran bireyler idealize edilmektedir (User, 2010). Aynı zamanda benzer bir etkiyi iş yaşamında da görmek mümkündür. Örneğin; göreli olarak kısa ve kilolu erkeklerin de profesyonel mesleklerde, kısa ve kilolu kadınların ise memurlukla ilgili mesleklerde daha az tercih edildiği yapılan araştırmalarda ortaya çıkmaktadır (Harper, 2000). Birçok çalışma, çekici ve cazibeli insanların bir işe başvurduklarında, adaylar arasındaki eleme sürecinde daha fazla şansa sahip olduklarını ifade etmektedir. Fiziksel olarak çekici bireyler rekabet, terfi ve işe alımda çekici olmayan
bireylere göre daha fazla pozitif ilerleme gösterdiği kabul edilmektedir (akt., Çetin, 2009, Marshall, Stamps, Moore, 1998; Morrow, Mcelroy, Stamper, 1990; Frieze, Olson, Russell, 1991).
Medyanın Rolü
Medyada zayıflığın ideal olarak yineleyici bir biçimde sunulması, kadınların “ideal zayıflık” stereotipisini içselleştirmesine yol açmaktadır. Bu içselleştirme kadınların beden doyumsuzluğunu artırmakta ve yeme davranışında bozuklukla sonuçlanmaktadır, çünkü hedef olarak sunulan beden ölçüleri gerçekle bağdaşmamaktadır (Stice, Schubak-Neuberg, Show, 1994). Medyanın bu konuda etkisi öylesine güçlüdür ki bedeninden hoşnut olsa bile, birçok kadın sahip olduğu ölçüleri korumak uğruna yeme davranışında bozukluklara yönelebilmektedir (Stice, Schubak-Neuberg, Show, 1994). Medyada sunulan “ideal” beden imgeleri, kadınlarda yeme davranışı ve beden imgesi sorunlarının yanı sıra bedenine/ kendine güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, mutsuzluk, kaygı ve depresyona da yol açabilmektedir. Bu olumsuz duyguların da, özellikle bulimik belirtilerle ilişkili olduğu bildirilmektedir (Stice, Show, 1994).
PsiNossa 7
Bedenlerin Yiyeceklerle Savaşı: Yeme Bozuklukları Edanur TUNCA Kilonuzdan memnun musunuz? Yoksa ne kadar kilo verirseniz verin daha fazla kilo vermeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Belki kilolu olduğunuzu hissediyorsunuz ve bir diyete başlıyorsunuz. Ne kadar kilo verirseniz verin şişman olduğunuzu düşünüyor ve şişman olmaktan aşırı derecede korkuyorsunuz. Bu sırada vücut ağırlığınız önlenemez bir şekilde düşüyor. Belki kendinizi inanılmaz aç hissediyorsunuz ve yaptığınız tüm diyetleri unutup bir sürü yemek yiyor ardından bu davranışınızdan dolayı pişman olup kendinizi kusturmaya başlıyorsunuz. Derken kilo alamamaya başlıyorsunuz. İşte yeme bozukluklarının hikâyesi böyle başlıyor… Yeme bozukluklarının henüz uzmanların anlaştığı ortak bir tanımı bulunmamaktadır ancak sosyal, biyolojik ve psikolojik etkenlerin tümünün yeme bozuklukları üzerindeki önemli etkisi uzmanlar tarafından kabul edilmiştir. Amerikan Psikiyatrik Birliği DSM-IV’te yeme bozukluklarını Anoreksiya Nervoza (AN) ve Bulimia Nervoza (BN) olarak ikiye ayırmıştır (Amerikan Psikiyatri Birliği, çev., 1994). Daha sonra eklenen diğer bir grup ise Başka Türlü Adlandırılamayan (BTA) yeme bozukluğudur (Yücel, 2009). Obezite yeme bozukluklarının içerisinde yer almamaktadır. Yeme bozuklukları en sık görülen üçüncü kronik hastalıktır ve hastaların %95’i kadınlardan oluşmaktadır (Herzog, 1998, akt., Arıca, Arıca, Arı, Özer, 2011).
Anoreksiya Nervoza:
Anoreksiya nervozayı 1873 yılında ilk kez Gull ve Laseque tanımlamıştır. Batı’da hızla yaygınlaşması ve tedavi edilmediğinde bu hastalığın ölüme yol açması anoreksiya nervozayla ilgili araştırmaların artmasına sebep olmuştur (Vandereycken ve Lowenkopf, 1990, akt., Kaya ve Çilli, 1997). Yaygınlığı %0.5-1 arasındadır ve bu hastalığın başlama yaşı 10-30 yaşları olsa da en sık 14-18 yaş grubunda görülür (Lucas, Beard, O’Fallon ve Kurland, 1991, akt., Kaya ve Çilli, 1997). Yaş ve boy uzunluğu için olağan sayılan bir kilonun çok daha altında kalan bir beden ağırlığını normal kabul etme, kilo almaktan aşırı korkma, beden algılamasının bozuk oluşu ve kadınlarda regl dönemlerinin kesilmesi anoreksiya nervozanın belirtileridir (DSM-V’te bu belirti kaldırılmıştır) (Amerikan Psikiyatri Birliği, 1994). Anoreksiya nervozalı hastalar beden ağırlıkları
8 PsiNossa
ve görünüşleriyle ilgili çok fazla düşünürler ve beden ağırlıklarının artmaması için kendilerini zorlayan diyet ve egzersizler yaparlar. Bu sürecin devamında yani yaklaşık 1.5 sene içerisinde hastaların %30-50’sinde aşırı yeme atakları meydana gelmektedir (Kaya ve Çilli, 1997). Hastalar genelde bu ataklardan sonra pişman olurlar ve kendilerini kusturmaya, kabızlık giderici ve idrar sökücü ilaçlar kullanmaya başlarlar. Bu sebeple anoreksiya nervoza hastaları diyet kısıtlaması uygulayan kısıtlanmış tip ve yeme ataklarının olduğu bulimik tip olarak iki alt grupta değerlendirilirler (Haller, 1992, Kassett, Gwirtsman, Kaye, Brandt ve Jimerson, 1988, akt., Kaya ve Çilli, 1997). Hangi alt gruptan olursa olsun bu hastalar kilo almamak için aşırı bir gayret gösterir ve kalorisi yüksek yiyeceklerden uzak durmaya çalışırlar. Fakat ilginç bir şekilde bu hastalar yemek hazırlama ve pişirme sürecinde obsesif bir seviyede uğraş verirler ve yemek yemek onlar için törensel bir etkinliğe dönüşür (Norman, 1992, akt., Kaya ve Çilli, 1997).
Bulimia Nervoza:
Bulimia kelimesinin köklerine bakıldığında bu sözcük ‘öküz kadar aç olmak’ ya da ‘bir öküzü yiyecek kadar aç olmak’ anlamlarına gelmektedir. Bulimik davranışların Roma İmparatorluğu döneminde de olduğu, o dönemde zenginlerin kontrolsüzce yemek yiyip ardından daha fazla yiyebilmek için kendilerini kusturdukları bilinmektedir (Halmi, 2003, akt., Yücel, 2009). Şimdilerde psikiyatrik bozukluk olarak kullanılırken sonuna getirilen ‘nervoza’ takısı bulimianın anoreksiya nervozayla olan bağlantısına işaret etmektedir (Yücel, 2009). DSM-IV’e göre Bulimia Nervoza’da yineleyen tıkınırcasına yeme epizodları bulunmaktadır. Bu epizodlar belirli bir zaman diliminde ve benzer koşullarda aşırı fazla yemek yeme ve yeme miktarı üzerinde kontrol sağlanılamaması kriterleriyle ayırt edilir. Hastalar kendilerini kusturur, idrar sökücü ve kabızlık önleyici gibi ilaçlar alır ve sıkı egzersizler yaparak kilolarını uygunsuz bir şekilde denetim altına almaya çalışırlar. Beden ağırlığı üzerindeki bu uygunsuz denetim ve tıkınırcasına yeme epizodları 3 aylık bir sürede ortalama olarak haftada en az 2 kez gerçekleşir. Bu bozukluklar sadece anoreksiya nevroza epizodları sırasında ortaya çıkmaz. Bulimia nervoza çıkartma olan tip (kendilerini
kusturma davranışı gösteren ve yanlış ilaç kullanımı olan) ve çıkartma olmayan tip (uygunsuz dengeleyici davranışları olan fakat yanlış ilaç kullanımı olmayan ya da kendilerini kusturma davranışı göstermeyen) olarak ikiye ayrılır (Yücel, 2009). Bu hastaların ciddi bir beden algısı bozukluğu vardır. Tıkınırcasına yeme epizodları ardından gelen kendilerine yönelik suçluluk, utanç ve öfke duygu durumlarının kötüleşmesine ve hastalığa eşlik eden psikolojik bozukluklara sebep olur (Johnson ve Larson, 1982, akt., Bayraktar ve Alper, 1991). Epizodlar sırasında giderek yiyecek seçimi azalır ve tüketilmemesi gereken yiyecekler bile tüketilmeye başlanır. Yemekler ısıtılmaz ya da herhangi bir hazırlık yapılmadan yemeye başlanır. Atak sırasında yemek biterse hasta yeni yiyecekler aramaya başlar. Tıkınırcasına yeme epizodları ortalama 1-2 saat sürer fakat 20 dakika ya da 24 saat gibi sürelerde de olabilir. Yeme epizodları genellikle karın ağrısı, kusma veya uyku ile sonlanmaktadır (Wermuth, 1977, akt, Bayraktar ve Alper, 1991). Aynanın karşısına geçip kendi bedeninizi hiç incelediniz mi? Eğer incelediyseniz kendi görünümünüzden memnun musunuz? Peki ya kilonuz, ideal bir kilo mu sizce yoksa birkaç kilo vermeniz sizi daha mı iyi hissettirir? Biraz kilo verip biraz da spor yaparsam istediğim görünüme sahip olabilirim diye düşünüp duruyor olabilirsiniz. Kendi görünümümden, kilomdan memnun değilim diyorsanız acaba bu hastalıklar bende de olabilir mi diye korkmayın çünkü çoğu kişinin vereceği cevap bu olacaktır. Bu noktada sorgulamanız gereken tek nokta medyanın yarattığı güzellik algısının sizin kendi bedeniniz üzerindeki düşüncelerinize olan o kocaman etkisi olacaktır. Bu etki kendi düşüncelerinizi ne ara ve nasıl bu ölçüde şekillendirdi? Kendi bedeniniz üzerindeki düşünce özgürlüğünüzü ne ara elinizden aldı? Bunları yalnızca sorgulayıp farkına varmak bile kendi bedeninizi daha fazla sevmenizi sağlayabilir. Çünkü yakın bir zamanda hiçbirimizin aklından çıkarmaması gereken ve çok doğru bir cümle söyledi birkaç güzel kadınımız. Hiçbir zaman unutmayın: “Bizim bedenimiz, bizim kararımız!”
PsiNossa 9
Ya Bedenimizin Sesi Olsaydı? Arzu HAMURCU ''Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak, ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir ve Dünya Amerika ile İngiltere’den ibaret değildir.'' Charlie Chaplin
“Benliğimizin yüzümüzdeki izlerden belli olması, bizi ele veren en zayıf tarafımızdır, çünkü yüzümüz gözetilir ve onun ifadesine sözlerimizden çok daha fazla inanılır.” Francis Bacon
Evet, beden diliniz her zaman sizi ele verir ama karşı tarafın anladığı kadar. Yani partneriniz beden dilinizin ne kadar farkındaysa aslında sizin de o kadar farkınızdadır. Söz konusu olan bu dil daha da ayrıntılı ele alınılması gerekirse eğer, ikili ilişkiler için anahtar kilit uyumuna benzetilebilir. Anahtar kapıyı açmadığında ya da kapıya uymayacak bir anahtar ile kapı açılmaya çalışıldığında çatışmalar meydana gelmektedir. Her bireyin beden dili farklı olduğu gibi yine her bireyin birbirlerinin beden dilini yorumlamaları da farklı olacaktır. İnsanların çoğu vücut dilinin iletişime ne kadar çok şey söylediğinin ve sıklıkla sözlü iletişimleriyle ne kadar çeliştiklerinin hiç farkında değillerdir. Vücut dilinin birçok parçası vardır; bunların arasında hem değiştirebileceğiniz hem de değiştiremeyeceğiniz fiziksel özellikleriniz, yüz ifadeleriniz, insanlara bilinçli ve bilinçsiz olarak gönderdiğiniz sinyaller ve insanlarla iletişim kurarken seçtiğiniz mesafe sayılabilir. (Hogan, Stubbs. 2003, s.153)
Altıntaş ve Çamur'un (2001) ifadesiyle "Beden dili, bir toplumsal ve kültürel anlatım biçimi olduğu gibi, bireysel bir etkinliktir. Bu bakımdan belli bir kültüre, gruba ait oluşun göstergesi olduğu kadar, bir kişiliği de yansıtır ve bireyin jest ve mimiklerine kişiliği yansır. Bu kişiliğin bilinmesi ölçüsünde jest ve mimiklerin ileti boyutunu doğru kavramak olanağı artar.’’(s. 50) Bu şekliyle bakıldığında bedenimizin dili, aslında sır tutamayan, kimseden hiçbir şey saklayamayan, küçük bir çocuğa benzetilebilir. Örneğin “İçinden geldiği gibi davranmıyorsun” ithamı, sözlerle jest ve mimiklerin uyuşmadığı an kullanılır. Çünkü eğer profesyonel bir oyuncu değilseniz beden diliniz her zaman sizi ele verir.
''İnsanlar yalnız yaşayamayan, başkalarıyla birlikte var olan ve yakın ilişkiler (close relationship) arayan canlılardır. Yakın ilişki ya da aşk, bazen kişisel bir ilişki (personal relationship), bazen kişisel ilişkilerin özel bir öğesi ya da bir özelliği, bazen de bir insanın diğerine duyduğu belli bir duyguyu belirtmek için kullanılmaktadır.'' (Rotenberg, Shewcuk, Kimberley, 2001, akt., Atak ve Taştan 2012, s. 520). Aşkın bu mükemmel tanımı ile birlikte çağlar boyunca insanlar karşısındaki kişiye hissettiği duyguları aktarmaya çalıştı. Dağlara taşlara aşkını bağıra bağıra söyleyen insanlar meşhur olsa da aslında insanların bir çoğu karşılarındakilere hiçbir şey söyleyemeden duygularını ifade ettiler. Nasıl mı? Beden dili ile…
“Bedenimizin yapısı öyle ki biz istesek de istemesek de düşündüğümüz şeyi açığa vurur.” Alain
Romantik ilişkilerde beden dilinin etkisi çok büyüktür. Çünkü beden dili aslında ilişkiyi romantik hale
İlk çağlardan beri Dünya üzerindeki her canlıyı etkileyen hatta iletişimin en temel taşı olan beden dili “Duygu ve düşüncelerin yüz ifadesi, beden duruşu vb. yollarla anlatıldığı iletişim biçimi, vücut dili.'' olarak tanımlanmıştır. (TDK, 2009). Konuşmadığınız anlarda bile hala bir mesaj veriyorsanız karşı tarafa bu tamamen sizin beden diliniz sayesindedir. Bir bakışın bile kısık veya gözleri açarak bakılması, gözün parlak ya da mat olması gibi yüzlerce anlama geldiği göz önüne alındığında beden dilinin önemi daha net anlaşılacaktır.
10 PsiNossa
getiren en önemli unsurlardan bir tanesidir. “Fakat şu da gözden kaçmamalıdır ki, beden dili kadınlarda ve erkeklerde farklılık göstermektedirancak bugün romantik ilişkilerin direksiyonunda artık kadınlar vardır. Kadınlar sezginin efendileridir. Ağızlarından tek bir söz bile çıkmadan beden dili (vücut dili) işaretlerini kullanarak erkekleri yönlendirebilirler. Kadınlar bir erkeğe ilgilerini göstermek için yaklaşık 52 beden dili işareti kullanırken erkeklerde ise bu beden dili işareti sayısı 10′dur,” (Erengil ve Özbilen, 2014). Aynı araştırmadan örneklerle devam etmek gerekirse “Eğer kadının kaşları yukarıya doğru kalkıyorsa, bu birçok durumda ortaya çıkabilir ve iyi bir şeydir. Özellikle bir gülümseyişle birleştiğinde yukarıya doğru kaldırılmış kaşlar kadının erkeğin söylediklerini kabul ettiğini gösterir. Bu bazen sadece bu sözleri söyleyen karşısındaki erkek olduğu için böyledir. Bir başkası söylese aynı tepkileri vermeyebilir. Eğer kadın erkek ile göz teması kurduktan sonra kaşlarını kaldırırsa bu gördüğü şeyden hoşlandığını gösterir…” Bu tanımlardan hareketle artık öyle bir hal aldı ki bu “aşk’’ kavramı, insanlar sadece bir bakışla, bir gülüşle bile çok şey aktardı karşı tarafa. Peki karşı taraf bunu ne olarak algıladı? İşte günümüzün büyük bir sorunu. Yapılan tanımlarda dilin genelde sosyal, düşünsel değişen ve gelişen bir sistem olduğundan söz edilmektedir. Fakat beden dili her zaman da olumlu yönde sonuçlar doğurmamaktadır. Beden dili sözsüz bir iletişim tarzı olduğu için beden dilinin en büyük sıkıntısı yanlış anlaşılmaya çok açık olmasıdır. Sözsüz iletişim, iletişim kurmamanın imkânsız olduğunu göstermektedir. Ancak her zaman sözsüz mesajların ya da davranışların ilettiklerini yorumlamak çok kolay olmamaktadır. Kişilerin gerçekleştirdiği sözsüz davranışların belirli genellemelere dayanarak açıklanması yanlış tanımlamaların yapılmasına da neden olabilmektedir (Honey, 1990).
hareketlerinin farkında olmaması yer almaktadır. Farkında olmadan, bilinçsizce yapılan herhangi bir jest ya da mimiklerin sonucunda çatışma yaşanabilir; üstelik farkında olmadığı için de sorunun nereden kaynaklandığını bulunamamakta, herhangi bir çözüm yolu üretilememektedir. Buna ek olarak nasıl ki hiçbir bireyin aynı olaya aynı tepkiyi vermesi beklenmiyorsa, yine hiçbir bireyin de beden dilinin aynı olması beklenmemelidir. Üstelik herhangi bir ilişki bozucu jest ya da mimiğin o kişi için kötü bir anlam ifade etmeme olasılığı göz önünde tutulmalıdır. Örnek verilmesi gerekirse eğer beden dili uzmanlarına göre, “Burnunu kaşıyorsa yalan söylüyordur.” ifadesi kişinin gerçekten burnu kaşındığında ya da alerjik bir durumu olduğunda geçerliliğini kaybetmektedir. Vurgulamak istediğim noktayı en iyi anlatan örneklerden biri şudur: Yan yana oturan iki sevgiliden birinin diğerinden uzak oturması bazı kitaplarda yazılan şekliyle “Elini şöyle tutmak kesinlikle bu anlama gelir, bacak bacak üstüne atmak şu demektir.’’ gibi anında geleneksel kalıplara sokularak birey yaftalanmamalıdır. Uzak oturan tarafın en basit örneğiyle herhangi bir rahatsızlığının olma olasılığı, karşı tarafı sevmiyor olma olasılığından daha düşük kalmamalıdır. Evet bedenimizin bir sesi yok. Ama ya olsaydı? Neler diyebileceğini tahmin edebiliyor musunuz? Unutmayın en mükemmel iletişim, bedeninizle olan iletişimdir. Bedeninize kulak verin!
Sayıltıların en başında insanların kendi beden dili
PsiNossa 11
Şiire İnziva : Füruğ Elif Gül ŞAHİN Füruğ Ferruhzad İranlı, şair, yönetmen, ressam. İstibdadın ortasında penceresini aralamayı başarmış kederli bir kadın. 1935 yılında Tahran’da dünyaya geldi. Asker babasının evdeki küçük taburunda bir er gibi yetişti. İlk darbesini, kabul görmez ayrı ve aykırı doğası nedeniyle, babasından aldı. “Ben de insanım. Benim de bir onurum var. Duygularım var. Ben iki yaşındaki bir bebek değilim ki. Saçlarımı her gün onun bunun avuçlarında görmeye tahammülüm kalmadı. Kulaklarım bu çirkin sözleri ve arsız küfürleri duymaya dayanmıyor artık.” (Sevgilisine yazdığı mektuptan.) Bu ev İran’daki tüm evlerin halidir. Tutup çekiştirilen kadınlığın saçıdır. Neyse ki Füruğ İran’daki diğer kadınlardan bir bakıma şanslıdır ki babası eğitimini desteklemiştir. Mahalle mektebinde okuduktan sonra sanat akademisine gitmiş ve orada resim öğrenmiştir. Hayatında ve şiirinde etkisi her zaman hissedilen, başkaldırmak zorunda olduğu iki erkek vardır. Babası ve eşi. 16 yaşında ailesinin itirazlarına rağmen kendinden 15 yaş büyük yazar Perviz-i Şapfir ile evlenmiş bir yıl sonra oğlu Kâmyâr’ı dünyaya getirmiştir. Bu evlilik kısa bir süre sonra sarsıcı bir biçimde sonlanmıştır. Duvar kitabında yer alan ve ilk olarak bir dergide yayımlanan Günah şiiri, yaşadığı yasak ilişkiye işaret etmektedir. İsimsiz yayınlamasına rağmen dergiye gelen hakaret mektuplarının ve yasak ilişkinin öteki tarafının yazdığı diğer şiirlerin ardından Füruğ deşifre olmuştur. Boşanmıştır. İran hükümeti çocuğun velayetinin bu sapık ruhlu, günahkâr ve anarşist kadına verilmesindense babasında kalmasını uygun görmüştür. Füruğ ölümüne kadar oğlundan bir daha haber alamamıştır. Eril dilin kolayca söz edebileceği cinsel tatmin ve arzular bir kadın için günah ve ayıp sayılırken Füruğ yaşadığı orgazmı bir deli cesaretiyle şöyle anlatır: “arzu alevlendi gözlerinde kırmızı şarap raksetti kadehte
12 PsiNossa
tenim o yumuşacık yatakta kendinden geçerek titredi onun göğsünde” Bu yaşananlardan çok etkilenir ve bir ay akıl hastanesinde yatılı tedavi görür. Yaklaşık 4 yıl sonrasında sinema sektörüne girer ve ünlü yapımcı İbrahim-i Gulistan ile birlikte çalışır. Sinema hakkında daha çok şey öğrenmek için İngiltere’ye giden Füruğ, döndüğünde birçok kısa metrajlı film çeker. Tebriz’de çektiği ve cüzamlıları anlatan belgesel bunlardan biridir. Farklı ülkelerin film festivallerinden ödüller alır. Bu belgesel çekimleri sırasında tanıştığı cüzamlı çocuğu evlat edinir. Henüz 32 yaşındayken evlatlık oğluyla birlikte olduğu arabada trafik kazasında hayatını kaybeder. Yıldırım (1999), her büyük şairin en etkili şiirinin ölüm olduğunu söyler. Bu şiir ustalık eseri sayılabilir ve söylendikten sonra diğer şiirleri olgunluk derecesine eriştirir. İlk şiirleri, romantik şairin manifestosudur. Kendi iç dünyasını romantizmi elden bırakmadan son dönem şiirlerine göre daha açık bir dille döker. Özellikle ilk şiir kitabı Tutsak (1952), İran’da uygulanan katı kuralların görünürde var olduğuna inanılan fakat aslını kaybetmiş değerlerini sorgular. Tutsak kitabındaki İsyan şiiri hapsolduğunu düşündüğü duvarları ve İran rejimini özetler. “Dudaklarıma suskunluk kilidi vurma söylenmemiş hikayem var gönlümde ayağımdan ağır bağları çöz bu sevdadan dolayı perişan gönlüm.” Sonraları yazdığı şiirler ruh halindeki buhranın da sonucu olarak daha gizil ve daha karamsardır. Bu dönemde o kendine göre uçsuz bucaksız okyanusların yalnızlığındaki peridir (Yıldırım, 1999). İnsanın uzun süreler geçmişindeki mağarada saklanabileceğini orada gizli ve yalnız başına yaşayabileceğini ve bunun aslında ölüm olduğunu ifade eder. Kendisi bu uzun yolculuğa çıkmış hele şükür ki geçmişin mağarasından yalnızca anılarıyla sağ kurtulmayı başarmıştır.
Füruğ’un şiiri varoluşsal bir meseledir. Şiir onun tanrısıdır ve onu doğurur. Kendini ve acılarını şiirinde yeniden inşa eder. Dili insanı başka bir boyuta geçirir. Kullandığı kelimeler sizi sonsuz bir delikten düşüyor hissine sürükler. Bu bağlamda onun şiirleri var olmaya ve var etmeye adanabilir. Şiiriyle ruhunu ataerkil düzenin baskısından kurtarmıştır. Ataerkin onayını almak için evcilleşmemiştir. Aslında bütün kırgınlıkları kendindendir. Bazen mutsuz olmayı kendisinin seçtiğini düşünmüyor değilim. Füruğ’unki iyileşmeyen ve ölmeyen bir ruh. İyileşmeyen yaralarına şiirini bir morfin gibi bastı ve ölmezliğiyle şiirini ‘bir kırlangıcın beyaz yumurtaları’ gibi büyüttü. Kısaca onun şiirine bir inzivadır denebilir. Rıza Beraheni’nin de dediği gibi o “İran’da tamamen biriciktir, dünyada ise kadın biricikleri arasındadır.”. Son 50 yılın en büyük kadın şairlerinden biridir. Ödüllü yönetmen, şair, ressam ya da iyi yahut kötü niyetlerle: Ödüllü kadın yönetmen şair ve ressam Füruğ. Babasının soyadına ihtiyaç duymadan tüm dünyada yalnızca Füruğ olmayı başarmıştır.
PsiNossa 13
HABER
Hayalet Uzuvlardan Kurtulmak Özge KARAKAŞ PsiNossa’nın Temmuz sayısının konusu beden olunca, ilgimi ilk duyduğum günden beri çeken hayalet uzuv ağrısı ve tedavisinden bahsetmem gerektiğini düşündüm. Tedavisi nispeten yakın tarihte bulunmuş olan bu zorlu hastalıktan ve yapılan araştırmalardan sizlere bahsetmek isterim. Hayalet uzuv ağrısının tedavisinde son yıllarda önemli araştırmalar yapılmış ve başarılı sonuçlara ulaşılmıştır. Bu yazımda 2014 yılında gelişen teknolojinin katkılarıyla başarı oranını arttıran bir çalışmadan bahsedeceğim. Yapılan araştırmanın ayrıntılarına geçmeden hayalet uzuv nedir, neden hayalet uzuv ağrısı oluşur sorularını cevaplayıp bu ağrı ile başa çıkmak için kullanılan eski yöntemlere göz atalım. Sonrasında ise arttırılmış gerçeklik yöntemi ile uygulanan tedaviden bahsedeceğim. Hayalet uzuv tanımlaması ilk defa Amerika’daki İç Savaş döneminde görevli olan Philadelphialı Doktor Silas Weir Mitchell tarafından “Kaybedilen uzvun duyularının beyinde varlığını sürdürmesi.” olarak yapılmıştır (Mitchell, 1871). Olmayan uzvun neden acıdığı, kaşındığı ve beyne sinyaller gönderdiğini anlamak için ilerleyen yıllarda klinik deneyler yapılmıştır. Bu deneylerin çıkış noktası Penfield ve Rasmussen’in oluşturduğu beyin haritasıdır. 1950-1960 yıllarında lokal anestezi altındaki hastaların beyin ameliyatlarını gerçekleştirirken, hastaların beyinlerinin belirli noktalarını elektrotlar ile uyarıp, hastalara neler hissettiklerini sordular. Bu sayede anı, duyu ve görüntülerden sorumlu beyin alanları bulunup, haritalandırıldı (Penfield ve Rasmussen, 1950). 1991 yılına gelindiğinde Tim Pons ve arkadaşları hayalet uzuv ağrılarının nedenini araştırmak için, beyin haritalarından yola çıkarak bir deney gerçekleştirdiler. Deneylerindeki maymunların; kollarından gelen duyusal bilgileri omuriliğe taşıyan bütün sinir liflerini kestiler ve 11 yıl sonra aynı maymunların beyin sinyallerini kaydettiler. Beklentileri, 11 yıl boyunca maymunların beyinlerinin “el alanlarına” sinyaller göndermemesinden dolayı kullanılmayan
14 PsiNossa
kollarına dokunduklarında etkileşim gerçekleştirmemeleriydi. Deneylerinin sonunda maymunların kullanılmayan kollarına vurulduğunda ilgili beyin bölgesinde etkinlik görülmedi fakat maymunların yüzüne dokunulduğunda, beyinlerindeki “ölü el bölgesi” hücreleri ve beyinlerindeki yüz bölgesi hücreleri aynı anda ateşlendiler. Bu deneyin sonucunda, etkinliği devam etmekte olan beyin bölgelerinin, etkinliği durmuş bölgelerin alanlarını işgal ettikleri anlaşılmıştır (Pons, Preston ve Garraghty, 1991). Bu da bize neden hayalet uzuv ağrısı/hissi yaşandığını açıklıyor. Kaybedilen uzuvdan sorumlu bölge işgal altında olduğu için, hissedilen sinyaller kaybedilen uzva aitmiş hissi uyandırıyor. Hayalet uzuv ağrılarının sebebi bulunduktan sonra yapılan araştırmalar ve denemelerin sonucunda, uzuv ağrısının tedavisi için Sanal Gerçeklik VR yöntemi kullanılmaya başlandı. Bu yöntem 1996 yılında Ramachandra ve Rogers tarafından Ayna Terapisi olarak uygulanmaya başlandı. Ayna terapisi uygulanan hastaların tek taraflı ampüte olmaları gerekir. Bu terapide, kutu içine yerleştirilen ayna ile, iki sağlam uzuv varmış yansıması oluşturulur, daha sonra geniş çaplı rehabilitasyon ve hareket egzersizleri ile ağrılar azaltılır (Ramachandra ve Rogers, 1996). Bu tedavinin uygulanışını ilk duyduğumda mantığıma sığdıramamıştım. Terapinin başarıya ulaşmasının nedenini daha iyi açıklamak için terapinin mucidi Ramachandran’ın kendi yazdığı kitabındaki açıklamasını direk size aktarmak isterim; “Deney, hastanın sağ parietal lobuna çelişkili sinyaller –kasları kolun orda olmadığını söylerken, kolun tekrar hareket ettiğini söyleyen geribildirim- sunulmasından ötürü aklı bir tür inkâra başvurmuştu. Kuşatılmış beynin bu tuhaf duyusal çelişki ile başa çıkmasının tek yolu ‘canı cehenneme, ortada kol falan yok’ demekti.” (Ramachandran ve Blakeslee, 2000, s. 58).
2014 yılına gelindiğinde ise Max Ortiz-Catalan ve arkadaşları tarafından klasik ayna terapisinin eksikliklerinin giderilip, teknoloji ile buluşmasını sağlayan bir çalışma yapıldı. Arttırılmış gerçeklik (AR) yöntemini uygulayarak, terapinin başarısını arttırıp, tedavi süresini azaltmayı hedefliyorlardı. Hastanın iradesiyle uzvunu kontrol etmesi ve myoelektrik sinyalleri ile hastanın yapacağı hareketin geleceğinin tespit edilmesi sayesinde arttırılmış gerçeklik yöntemi kullanılabiliyor. AR yönteminin bir güzel tarafı da myoelektirik sinyalleri sayesinde monitöre uzuv kesilmeden önceki haliyle yansıtıldığı için ikili ampütelerde de kullanılabilir. Ortiz-Catalan ve arkadaşları (2014), araştırmaları için BioPatRec ile çalışan bir cihaz yaptırıyorlar, bu cihaz hastalara ampute uzuvlarını tam olarak görme kolaylığı sağlıyor. Cihaz geleneksel video kamera ile çekim yapıp video besleme yöntemiyle ölçümler yaparak hastanın hareketlerinin sebep olduğu duruşları analiz ediyor ve aynı anda ekrana yansıtıyor (Ortiz-Catalan ve ark., 2014). Yani hasta ampute kolunu oynattığı anda, ekranda kolunun tam halinin hareket ettiğini görüyor ve arttırılmış gerçekliğe giriş yapmış oluyor. Ortiz-Catalan ve arkadaşlarının (2014) araştırmaları iki bölümden oluşuyor; oyun ve rehabilitasyon. Oyun bölümünde, hastalardan eğilme, öne, geri, sağa/sola dönüş gibi komutlarla yönetebildikleri oyunlar oynamalarını isteniyor. 20 dakika boyunca ampüte kollarını kullanarak oyunda karakterleri yönetiyorlar daha sonra rehabilitasyon hareketleri uygulamaları isteniyor. El açma/kapama, esneme, bilek hareketleri gibi rahatlatıcı egzersizler yaparlarken, hastalar kollarını tam şekliyle yine ekranda görüyorlar. Hastalar ilk bölümde ağrılarının arttığını ama ikinci bölümde ağrılarında bariz bir azalma olduğunu dile getirmişler. Yaklaşık 8 haftalık bir tedavi süresinden sonra hastaların ağrılarında kayda değer azalmalar olduğu rapor edilmiş. Bu azal-
manın sebebini duyusal geri bildirim ile motor esnekliğin arasındaki çelişkili ve karışık sinyaller yüzünden öz algının değişmesine bağlıyorlar. Hayalet uzvun haritasının güçsüz, karışık ve tanımlanmaya uygun olmamasından dolayı sinirler beyne kısıtlı bilgi iletiyor. Özellikle birbirlerine zıt olan rahatlama ve stres pozisyonları aynı anda oluştuğu için bu karışıklığa yol açıyor, bu karışıklık sayesinde de hayalet uzuv acısı azalıyor (Ortiz-Catalan ve ark, 2014). Yapılan araştırmalar ve gelinen nokta hayalet uzuv ağrısı çeken hastalar için, daha yüksek başarı oranlı ve pratik yöntemlerin geliştirileceğini gösteriyor. Not: Bu yazımı yazarken V. S. Ramachandran & Sandra Blakeslee’ nin “Phantoms in the Brain; Probing The Mysteries of the Human Mind” kitabından esinlendim. Kalifornia Üniversitesi Psikoloji ve Nörobilim dalında profesörlüğe devam eden Ramachandran’ın kendi araştırmalarını çok güzel bir dille okurlarına anlattığı bir kitabıdır. Kitabın Türkçe çevirisi Boğaziçi Yayınları tarafından “Beyindeki Hayaletler; İnsan Zihninin Gizemlerine Doğru” adıyla yapılmıştır. Nöropsikolojiye ilgi duyan herkese okumasını tavsiye ederim.
PsiNossa 15
SERBEST ZAMAN
Ne Kadar Masumuz? Emel EMRE Tarihimize baktığımızda gerek ataerkil toplum düzeninde gerekse de eşitlikçi toplum düzeninde kadının yadsınamayacak bir yeri olduğunu görüyoruz. Eski çağlardan günümüze kadar özellikle doğurganlığı ön plana çıkarılan kadın savaşta, sporda, bilimde de kendini kanıtlamayı defalarca başarmıştır. Kadının toplumdaki bu önemli yerine rağmen maruz kaldığı sözlü ve fiziksel şiddetin her geçen gün daha da arttığını görmek, kadını ikincilleştirmek bir toplumun körelmesinden başka bir şey değildir. Sözlü ve fiziksel tacizin bir türlü önüne geçilemeyen ülkemizde; tacizin, şiddetin, ikincilleştirme çabasının altında yatan nedenlerden birinin de hakkını yeterince arayamayan, her fırsatta erkeğe hak vermeyi kendine borç bilmiş biz kadınların olduğunu söyleyebilir miyiz? Daha küçük yaşlardan itibaren sen kızsın otur kenarda diye başlayan ikazları “Erkek Fatma mısın sen sokakta ne işin var?” gibi ikazlar takip eder. Biraz büyümeye başlayan kız çocuğu artık evin kızı olmuştur ve evdeki her erkeğe saygılı olmak zorundadır. Ne kadar içinden karşı çıkmak gelse de erkeğe saygı göstermesini söyleyen yine bir “kadın”dır. Erkeğin her zaman haklı olduğunu zamanla normalleştirir kendi içinde. Aynı ev içinde yetişen erkek artık istediğini yapabileceğini anlamıştır. Kadının söylediği “Erkektir yapar.” tarzında cümleleri duyan erkek çocuğu daha küçük yaşlarda bütün kız arkadaşlarına, kardeşlerine hükmedebileceğini düşünerek o yönde davranışlar sergiler. Kadına bir birey olarak bakmak yerine onu, elinin altında istediğini gerçekleştirebilecek herhangi bir nesne olarak görmeye başlar. Daha da büyüdüğünde ablasına dahi el kaldırabilir çünkü o erkek ve istediğini yapabilir. Her ne kadar el kaldırmalar önlenmeye çalışılsa da bir gün o el kadına tekrar kalkar. Çünkü yıllarca aynı şeyi duymuş erkeği istediğini yapamayacağına inandıramazsınız. Derken “Erkektir yapar.” diyen anne bir bakar ki özenle büyüttüğü kızı şiddet görür ol-
16 PsiNossa
muş. Şimdiye kadar tek başına bir şey yapamayacağına inandırılmış kadın, kızını kurtarabileceğini de düşünemez ve buna “kader” deyip susmayı tercih eder. Ne yazık ki kızının gördüğü şiddete kendisinin de payı olduğunu göremez. Kısır döngü böyle devam ederken bizim yapabileceğimiz ufak bir farkındalık bile herhangi bir yerdeki bu kısır döngüyü bozabilir, bir kadına kendi gücünü hatırlatabilir. Eril iktidarca kadınlar, kızlar, bayanlar, hanımefendiler olarak çağırılan bizler kendi adımızı seçip bu başlatılan döngüyü bozabiliriz. Yeter ki sokakta hiç tanımadığımız bir kadına sırf bizden farklı giyinmiş diye nefretle bakmayı bir kenara bırakıp tebessüm edebilelim. Saçı bizden farklı diye tesettüre girmiş diye başka bir kadına nefretle bakmayı bitirelim. Kısa saçlı, uzun saçlı, eşarp takan, çarşaf giyen, küpe takan, topuklu ayakkabı giyen, mini etek giyen, evli, çocuklu fark etmeksizin hepimizin kadın olduğunu kabul etmeli ve ettirmeliyiz. Bambaşka yerlerde de olsak her birimizin farkındalık yaratmak adına atacağı ufak bir adım kocaman bir adıma dönüşebilir ve bu kısır döngüyü bozabiliriz. Birlik olmak kurtaracaksa biz kadınları, her alanda kendini kanıtlayabilmiş kadınların birlik olmak konusunda da kendini kanıtlayabileceğine yürekten inanıyorum.
PsiNossa 17
MEZUN YAZISI
Gül Yaprak GEZİCİ Benim gibiler için yazılara başlamak zordur; makalelere, ödevlere, sınav kâğıtlarına giriş yapmak demek bitmesi anlamına gelir. Hele ki kendi hayatınızla ilgili, sevdiğiniz meslekle ilgili paylaşımda bulunacaksınız kalp çarpıntınızı kontrol etmeniz gerekir. Bu çarpıntıyı alanımla ilgili yaptığım neredeyse tüm işlerde hissediyorum ve bunu çok kıymetli buluyorum. Mesleğimize karşı duyduğumuz heyecan, geleceğe yönelik alanla ilgili gerçekleştirmeyi sabırsızlıkla beklediğimiz planlar çok kıymetli. Sevdiği mesleği yapabilmek için Marmara Üniversitesi İşletme Bölümünü ikinci sınıfta terk etmiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki hayatın ne kadar radikal kararlar almanıza yönelik zorlukları olsa da sevmediğiniz işi yapmayın. Bugün ömrünüz boyunca yapacağınız mesleğe dair şüpheniz varsa, onu görmezden gelmeyin. Okan Üniversitesi Psikoloji bölümü 2015 mezunuyum. Lisans eğitimi süresince çeşitli eğitim ve araştırma hastanelerinde yaptığım stajlar, katıldığım eğitim programları oldu. Ama ne yapmış olursanız olun son sınıfa geldiğimiz zaman kaçınılmaz olan “Şimdi ne olacak?” sorusuyla bende muhatap oldum. İstanbul’dan gitmek istemiyorum, işimi hakkını vererek yapmak istiyorum, maddi kaygılar taşıyorum, eğitimimi bu noktada bırakmak istemiyorum gibi birçok istek ve mevcut koşullarım vardı karşımda. Bazen hayatımızla ilgili tıkandığımız noktalarda eğer yapabiliyorsak dış göz olarak bakmakta fayda var diye düşünüyorum. Geleceğe yönelik bir plan yapmak istiyorsam öncelikle maddi kaygılarımı ortadan kaldırmam gerektiğine inandım ve Kpss sınavına girdim. Eylül atamasında atanamayınca, özel sektörle karşılaşmak zorunda kaldım. Zorunda kaldım diyorum çünkü yeni mezunlar olarak emeğimizin sömürülmesine her alanda olduğu gibi bizler de çok fazla maruz kalıyoruz. Doğa Koleji’nde başladığım işim şaşkınlık ve koşturmacayla devam ederken iş hayatım bu şekilde giderse bu meslek için verdiğim mücadele ve emeğin karşılığından çok uzak olacağımı düşünerek birinci dönemin sonunda yapılacak olan Şubat atamalarına tekrar başvurdum. Devlet bünyesinde çalışırken aynı zamanda kendimi akademik olarak geliştirebilmem için daha uygun koşullar sunulduğunu, özel sektörde işe başlayınca bir
18 PsiNossa
kez daha anladım. Biraz da şans benden yana olacak ki İstanbul’dan uzaklaşmadan atandım. Böylelikle temel kaygılarımdan birini çözmüş oldum. Bu yazıyı yazdığım günden bir iki gün önce, yüksek lisans için başvurmuş olduğum Klinik Psikoloji alanında kabul aldığımı öğrendim. Bu noktayı çok önemsiyorum çünkü dört yıllık temel eğitimle psikolojinin tamamlanabileceğini ya da psikolog unvanının alınabileceğini düşünmüyorum. Bunun ne kadar bizden ya da verilen eğitimlerden kaynaklandığı tartışmaya açık bir konu ancak sistem eleştirisi içerisine girersem yazıyı tamamlayamayabilirim. :) Kişisel görüşüm lisans eğitimi ile bu mesleği yapamayacağımız yönünde olduğu için yüksek lisansı, psikolog unvanı için önkoşul olarak görüyorum. Eğer kabul ederseniz şu konuda öneride bulunmak isterim; yüksek lisans alanına karar verebilmek için mutlaka uzun soluklu stajlar yapın. İmkânınız var ise bunu devlet hastaneleri yerine danışmanlık merkezlerinde yapmanızı tavsiye ederim. Devlet bünyesinde alanımıza dair kontenjanlar giderek azalırken, mezun sayımız artış gösteriyor. Bu nedenle ilerde çalışacağımız alanlar ağırlıklı olarak özel sektör olacağı için bu sektörü tanımanın daha işlevsel olacağını düşünüyorum. Yüksek lisans konusuna dönecek olursam bugün, klinik psikolog unvanını elli kişilik sınıflarda, süper vizyon sağlamadan veren birçok üniversite var. Tercih edeceğimiz üniversite ile ilgili bu noktalara dikkat etmemiz gerekiyor. Ben TPÖÇG ile tanışmakta geç kalmış olanlardanım, aktif olarak yer alma fırsatım olmadı. Bu durum lisans eğitimi süresince yapmadığım ve pişmanlık duyduğum konulardan biri. Kongre süreçlerine katıldım ancak kongrelerde yapmış olduğum araştırmaları paylaşma ve tartışma fırsatı konusunda çekimser davrandım. Yapmış olduğunuz çalışmaları, fikirlerinizi sunmanıza fırsat tanıyan bu oluşumdan mutlaka yararlanmaya çalışın. Açıklamakta yetersiz kaldığım noktalar mutlaka olmuştur. Lisansı bitireli bir yıl oldu ve yeni bir süreç beni beklediği için tarafsız anlatamamış olabilirim, bu noktada affınıza sığınıyorum. Yöneltmek istediğiniz sorular olursa memnuniyetle cevaplarım. gyaprakgezici@gmail.com üzerinden bana ulaşabilirsiniz.
PsiNossa 19
RÖPORTAJ
Sanat Terapisi Üzerine Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar ile Röportaj Dicle AY
20 PsiNossa
1.Sanat terapisi nedir ve siz neden bu alana yöneldiniz? Bize biraz anlatır mısınız?
Sanat terapisi ya da sanatla terapi demek mümkün. Ben daha çok sanatla terapi demeyi tercih ediyorum. Çünkü asıl olan psikoterapi sanat burada psikoterapinin işlevlerini hızlandıran pekiştiren ve biraz da kolaylaştıran bir ajan olarak giriyor devreye. Benim bu alana yöneliş sebebim benim sanatla olan ilişkim. Çocukluğumdan beri şarkı söylerim bir şan eğitimim var. İki koroda şarkı söylüyorum şu anda bundan bir tanesi kliniğimizde Perşembe günleri Türk Klasik Müziği eserleri öğreniyoruz ve seslendiriyoruz. Ayrıca İstanbul Kültür Üniversitesi hocasıyım, orada halk müziği topluluğunda bulunuyorum. Müziğin dışa vurumcu gücünü etkisini biliyorum, birebir yaşıyorum. Bu nedenle müziğin psikoterapide ısıtıcı, dışa vurumcu bir araç olarak kullanılabileceğine hep düşünürdüm zaten. Biraz böyle bir bağlantıdan söz edebiliriz. Psikodramistim ve psikodrama eğitimcisiyim. Avrupa Psikodrama Eğitimciler Birliği Üyesiyim. Psikodramada kullandığımız eylemsel modelin sanatla terapi için de çok uygun olduğunu düşündüm ve Türkiye’de böyle bir hareketi başlattım. İlk olarak Uludağ Üniversitesi Psikiyatri anabilim dalıyla bir iş birliği halinde başlattık, orada başladı eğitimler paralel olarak Aura’da sürdü. Uygulamalarını hem Otistikler Derneğinde hem Auro’da hem bizden görev talep eden proje yaptığımız diğer kurumlarda yapıyoruz. Belediyelerde yaptığımız çalışmalar var çeşitli kurumlarla işbirliği halinde yaptığımız çalışmalar var. Sanatla terapi tekniklerini bu projelerin içinde kullanıyoruz.
2. “Sanat Terapisi” diyerek psikoloğun masa başında dert dinleyen insan olduğu algılarını yıkıyorsunuz, bu konuda gerçekten imrenilecek bir konumdasınız. Peki bu terapi yöntemi insanları rahatlatma yolunda ne kadar etkili? Evet, psikolog dert dinleyen insandır. Zaten bu yüzden bu mesleği seçiyoruz. Sanatla çalışma deyince sanatı psikoterapistin kendisi icra etmiyor. Yani sanat unsurlarından yararlanıyoruz. Bu pasif tekniklerle mevcut bir sanat eserinin bizde yarattığı, danışanımızda yarattığı etkiler ve izlenimler üzerinden onun projeksiyonlarıyla çalışıyor olabilir. Ya da aktif metot dediğimiz hastamızın yaptığı bir resim üzerinden ilerliyor olabiliriz. Çünkü sonuçta biz psikoterapistler olarak iç dünya
ile dış dünya bütünlüğünü izleyecek biçimde bir serüvenin içinde var olmak durumundayız. Psikoterapinin hedefi rahatlamak değildir dolayısıyla bu soruya rahatlatıyor diye cevap veremem. İnsan iç dünyalarında kendilerini huzursuz eden veya kendilerini yaratıcılıktan alıkoyan veya kendilerinde bir takım hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasına sebep olan geçmiş anı ve yaşantıların izlerine sanat aracılığıyla tanık olabiliyorlar. Ve iç dünyalarında neyin neyi nasıl etkilediğini görmekle iç dünya dış dünya bütünlüğü için bir adım atmış oluyorlar. Buna ruhsal ilerleme, kendini tanıma yolunda bir yolculuk diyelim.
3. Diğer klasik terapilerle kıyaslarsanız, sanat terapisinin avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Karşılaştırma yaparsak sanatla terapide bir hız söz konusu… Yani iç dünyadaki malzemeye ulaşmada daha hızlı bir yol alma şansı var. Bunu ben “Sanat, hınzır ve utangaç bir dışavurumcudur.” sloganıyla tarif ediyorum. Sevdiğiniz şarkı sizi yansıtır esasında, ya da etkisinde kaldığınız bir film, o filmdeki bir replik veya dilinize dolanan bir türkü, unutamadığınız bir şiir, okuduğunuz romandaki bir pasaj. Eğer sizi çok etkiliyorsa, o mutlaka sizi dışa vuracak bir güç taşıyor demektir. Yani günlerce bir anıyı detaylı olarak anlatıp iç dünyadaki o anının duygusal malzemesine ulaşabilirken beraber bir resim yaptığımızda ya da bir şarkı sözünün etkisini yorumladığımızda çok hızlı bir şekilde geçmiş anı ve çağrışımlara gitme şanslı olur. Bu açıdan karşılaştırmayı hız anlamında düşünebiliriz. Bunun yanı sıra insanlar kendi yaratıcılıkları keşfediyorlar sanatla çalışırken. Yaratıcılıkta insanı hastalığa karşı koruyan bir şey. Moreno: İnsan, yaratma kapasitesini eylem kapasitesini kaybettiği için hastalanır.” der. Buna katılıyorum. Çünkü kendini ifade etme şansını ancak eylemle bulur insan. Sanat tıkanmış eylem gücünü harekete geçiriyor, yapabilirliğini arttırır insanın. Ama dezavantajları da var. Her ortam veya her danışan sanatla çalışmak için çok uygun olmayabilir. Bir de gerçekten daha yeni yeni yaygınlaşan bir metot bunu önce danışanımıza teklif etmek ve kabul etmesini sağlamakta zaman alan bir şey. Dezavantaj olarak belki çok bilinen bir metot olmaması denilebilir.
PsiNossa 21
4. Bir seansınız nasıl geçiyor, neler yapıyorsunuz? Danışanlarınıza neler vaat ediyorsunuz? Ne kadar sürede geribildirim alabiliyorsunuz?
Danışanlarımıza bir şey vaat etmeyiz. Zaten onlar ne için geldiklerini bilirler yani neye ihtiyaç duyduklarını bilmeleri yönünde çalışırız ilk önce. Sanatla çalışırken bazen neye ihtiyacı olduğunu keşfetme adına da yol alma şanslı oluyor. Kırk beş dakikalık seanslarla bazen sanat terapisinde; elli, elli beş dakikalık seanslar kullanıyoruz ama bir saati kesinlikle geçmiyor. Çünkü bir seansın içeriği belli bir zaman sınırı içerisinde olmak zorunda. Önce bir ısınma süreci var. O haftayı nasıl geçirdi ya da görüşmediğimiz sürede neler oldu o hafta hayatında, söylemek istediğini şeyler, gördüğü rüyalar… Sözel olarak anlatmak istediği her şey… Daha sonra sanat aktivitesi; bazen hasta kendisi yapar sanat eylemini, bazen burada bir müzisyenin onun duygularını ifade etmek için çaldığı bir müzik üzerinden gidilebilir. Bu doğaçlama bir müziktir. Sanatın işlevi burada bilinç dışındaki malzemeyi bilinç öncesine çağırmaktır. Ve gelmiş olan malzeme hatırlanmaya, işlenmeye müsait bir malzeme haline geliyor. Bir anı, bir çağrışım, başından geçen bir travma bazen… Onu söze döküp, konuşulabilir hale getiriyor sanat. Her seansta bir şey keşfediyor hasta. Bir sonraki seansa daha verimli malzemelerin ortaya çıkabileceğine hazırlıkla gelmiş oluyor. Geri bildiğim ise, kişinin özelliğine bağlı bir şey. Ama her seansın sonucunu o seansın sonunda alabiliyoruz, diyebilirim. Bir seansın sonucunu almak bir psikoterapinin sonucunu almak değildir. Yani ruhsal ilerleme uzun zaman alan bir şey. Ama bir psikanaliz metoduna göre çok daha hızlı bir şekilde dönüşüm ve ilerlemenin olduğunu biliyoruz. Bu arada, ben çalışmalarımda bakış açısı ve formülasyon olarak psikanalitikle çalışıyorum. Yani psikanalizi asla dışta tutmuyorum. Teknik olarak sanatla terapide psikanaliz tekniği kullanılmamış oluyor.
5. Bize biraz psikodramayı anlatır mısınız? Psikodramanın, sanatla terapi içerisindeki rolü nedir? Psikodrama çok değerli bir metot. Çok değerli teknikleri var ama öğrenilmesi çok uzun zaman alıyor. Aynı zamanda eğitimcisi olduğumuz için sekiz on yılı alan bir öğrenme süreci var. Sanat terapi, diğer eğitimlere oranla çok daha hızlı bir ilerleme sağlar. Psikodramayı çok seyrek olarak sanatla terapide
22 PsiNossa
kullanırız. Psikodramayı özel ofiste monodrama olarak uygulamak mümkün. Ya da grup psikoterapisi şeklinde uygulamak mümkün. Daha doğrusu ihtiyaç ve koşullar neyi gerektiriyorsa, onu kullanıyoruz.
6. Alan seçecek öğrencilere yeni yeni ilgi görmeye başlayan bu alanı önerir misiniz?
Evet, öneriyorum. Psikoloji okuyan herkes mutlaka bunu uygulamak ister. İster klinik psikoloji alanında olsun, ister eğitim psikolojisi alanında olsun. Çok ihtiyaç var. Çünkü eğitim alanında çalışan psikologlar koruyucu ruh sağlığı anlamında çalışırlar. Ve sanatla terapi koruyucu ruh sağlığı için fevkalade değerli bir alandır. Her alanda sanatla terapiyi kullanabilecekleri metotlar var ve biz bunları öğretiyoruz. Bir insan kaynakları uzmanı, çalıştığı personelle daha doğru bir iletişim kurabilmek, orada takımlar yaratabilmek, o takımların işlevselliğini sağlayabilmek, kişilerin performansını arttırabilmek için sanatla terapi tekniklerinden çok ustaca yararlanabilir. Bir rehber öğretmen ya da okul psikoloğu, öğretmen motivasyonunu güçlendirmekten ya da öğretim tekniklerini güçlendirmekten, öğrencilerin okula olan bağlılıklarını ve bilime olan ilgilerini arttırmaya kadar pek çok hedefi sanatla terapi tekniğiyle gerçekleştirebilir. Klinik manada hastalıklar ve hastalıkları anlama manasında kullanılabilir. Mesela engelli çocuklarda, sözlü dili kullanamayanlarda, otistiklerde, şizofrenlerde bu grupların ailelerinde kullanılabilir. Biz bunların uygulamalarını yaptık. Mesela Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ekibe bir eğitim verdik.
7. Sizin psikodramadan tamamen bağımsız bir alan olan “otizmle” ilgilenmeye başlama süreciniz çoğu psikologdan farklı, bu süreci benzer sıkıntılar yaşayan ailelere ilham vermesi adına bizimle paylaşır mısınız? Benim şimdi otuz iki yaşında olan otistik bir kızım var ve onun eğitimi, tedavisi için çok arandım esasında. Ama o yıllarda otizm hiç bilinmiyordu. Ve o yıllardan sonra otizm vakaları hızla arttı. Nedenleri hakkında çok spekülasyon yapılabilir. Neredeyse hiçbir cevap alamadım ve aldığım cevaplar da yeterli olmadı. O sırada sadece katı davranışçı tedaviler vardı ve sirk terbiyesi modunda eğitimlerdi bunlar, bunları insani bulmadım. O güne kadar gelişim psikolojisi, öğrenme psikolojisi dersleri verdim aynı zamanda klinik doktorası yapmıştım. Bütün bunları
birleştirerek otizm için bir tedavi ve eğitim modeli geliştirdim. Şu anda merkezimizde ve derneğimizde bu modelle çalışıyoruz, çok iyi sonuçlar alıyoruz. Bu model sürekli gelişiyor, dinamik bir biçimde ekiple tartışıyoruz. Çeşitli projeler yürütüyoruz ve benim kızım da bu projeler içinde oldukça iyi bir noktaya geldi. Çok ağır bir otizm tablosuydu ama şimdi otizm için bildiklerimi o zamanlar bilseydim o şu an otistik olmayacaktı. Bunu çok açık bir şekilde ifade edebiliyorum. Çünkü biz artık otizmi o kadar iyi bir şekilde tanıyoruz ki, belki dünyadaki otizmi en iyi tanıyanlardan biriyim. Ve ekiple birlikte bütün bu süreci çok tartışıyoruz, paylaşıyoruz, makaleler yazıyoruz. Otizmi anlamanın yolu psikodinamik kuramdan geçiyor aslında. Temel kuramcıları bilmek çok önemli. Bu kuramsal yapıdan yola çıkarak şu anda bir, bir buçuk yaşında belirti veren otistikler bize geldiğinde inanılmaz deha seviyesine yakın çocuklar çıkıyor. Otizmi aşıyorlar ve çok iyi bir gelişme gösteriyorlar. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum, otizm bir kader olmaktan çıktı. Yeter ki çok erken bir dönemde ilk belirtiler gözden kaçmasın. Hekimler bazen otistik diyebilmek için şunu görmeliyiz, bunu görmeliyiz derken uzun bir zaman kaybediyorlar. Oysa ilk belirtiler görülür görülmez çocuğun gelişimsel olarak desteklenmesi çok faydalı oluyor. Aynı zamanda ailenin desteklenmesi çok faydalı oluyor. Aile demişken, ailelere önerim çocuklarını oldukları gibi kabul etmek, inkar etmemek. “Yok canım bizimkinde şu yoktur.” gibi avutucu, inkar cümlelerine fazla prim vermemek. Ne aksıyorsa o aksaklığın giderilmesi için gerekeni yapmak çok önemli bu bir. İkincisi, farklı gelişen bir çocuğa sahip olan bir aile garip suçluluk duygularıyla içe kapanabilir ve hayata küsebilir oysa hayata devam etmek lazım. Ailede başka çocuklar varsa onları ihmal etmemek lazım. Anne babanın karı- koca olmaya özen göstermesi lazım. Hayatı sadece anne baba olmaktan ibaret bir seviyeye indirgememeleri lazım. Bunları tavsiye ediyorum, hayatı yaşamaya devam etmek lazım. O zaman çocuğu kabul etmiş oluyoruz. Çocuğu kabul etmezsek çocuk ilerlemez zaten. Onu olduğu gibi kabul çok önemli.
8. Kurucusu olduğunuz Aura Psikoterapi Sanatla Tedavi ve Eğitim Merkezi ve Otistikler Derneği’nde kaç üye ve kaç çalışan bulunuyor? Merkezinizin amaçlarından ve vizyonunuzdan bahseder misiniz?
Şu anda daimi olarak dokuz kişiyiz ama bizim çok stajyerimiz oluyor. Son sınıf öğrencileri, psikoloji öğrencileri, bitirmiş olanlar, mesleğe buradan başlamayı tercih edenler oluyor. Bu stajyerlerimizle birlikte yaklaşık 20-25 kişilik bir ekip oluyoruz. Psikoterapi merkeziyiz ama farklı gelişenlerle yürüttüğümüz projeler de var. Bütün projeler birbirine bağlı olarak ilerliyor. Farklı gelişenler için, otistikler için, aynı zamanda bir alternatif gelişim projemiz var. Bu alternatif gelişim projesinin alt projesi olan mesleki istihdam projesi çalışanlar için mesleki ilerleme projesi var. Derneğe hizmet veriyoruz, otistikler derneğinin çeşitli projeleri var. Derneğin amaçları oldukça geniş kapsamlı ama şöyle özetlenebilir. Farklı gelişenle birlikte bir yaşam deneyimi üzerine pilot projeler geliştirir ve toplumu bu anlamda uyarmaya, bilinçlendirmeye çalışır. Bu anlamda çeşitli etkinlikler düzenler. Her yaz otistiklerle yaz kamplarımız vardır. Bu yaz yine var Şile’de olacak, sekiz dokuz tane. Ayrıca psikoterapi merkezi olduğu için herkes ayrıca bireysel psikoterapi hizmeti üretiyor. Grup psikoterapileri var aynı zamanda eğitimler veriyoruz. Mesela bu alanda eğitim almak isteyen bir ekip karşımıza çıkarsa onlara bir eğitim planı hazırlıyoruz. Tabii ki bunlar profesyonel hizmetler. O eğitim planı çerçevesinde o kişilere eğitimlerini veriyoruz ve zaman içinde süper vizyonlarını sürdürerek hazırlanmalarını sağlıyoruz.
PsiNossa 23
DALMAK ÖZ GÜR LÜK TÜR
24 PsiNossa
USAT (Uludağ Üniversitesi Sualtı Topluluğu) 1992 yılında sualtı dalış sporuna gönül vermiş 20 öğrenci tarafından kurulmuş ve 1994 yılında rektörlük bünyesinde öğrenci topluluğu olarak Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı çatısı altına girmiştir. Topluluğun öncelikli hedefi üniversite öğrencilerine, ardından da Bursa ve Türkiye genelindeki bireylere sualtını tanıtmak ve sevdirmektir. USAT gönüllülük esasına dayalı birçok proje yürütmektedir. Bu projelerin başında ise Dalmak Özgürlüktür geliyor. Bu projenin amacı, Uludağ Üniversitesi’nde ve Bursa’da bulunan başta fiziksel engelliler olmak üzere engellilere yüzme, donanımlı dalış eğitimi vermek, onların bu projeyle birlikte sosyal yaşamda ve sportif faaliyetlerde daha etkin olmalarını sağlamaktır. Aynı zamanda projeye gönüllü olarak katılan üniversite öğrencilerini engellilik ve engelliler konusunda daha bilinçli, duyarlı bireyler haline getirmektir. Türkiye’de Ercan Tutal’ın öncülüğünde başlayan engellilerle dalış, geçen yıllar içinde daha fazla önem kazanmıştır. Bu süre içinde hem tedavi hem spor hem de öğrencilerin özgüvenlerinin gelişmesi konusunda büyük adımlar atılmıştır. Projemiz kapsamında 818 yaş arası fiziksel engelli çocuk/genç grupları ile haftanın belirli günü bir araya geliyo-
ruz. Önce teorik dalış eğitimi verdiğimiz bu grupla, olimpik bir havuzda pratik dalış eğitimine geçiyoruz. Bu eğitimler sırasında gönüllülerimiz, çocukların bütün gereksinimlerini karşılayabilmek ve onları daha iyi anlayabilmek için özverili çalışmalar gerçekleştiriyor. Yaklaşık 1 yıl süren proje boyunca, çocuklar aileleri dışında, ilk günlerde yabancı olarak gördükleri gönüllülere de güvenmeyi öğreniyor. Dalmak çocuklara ve gençlere kendilerine yetebilmeyi, istedikleri gibi hareket edebilmeyi ve engellerinden dolayı oluşan farklılıkları aza indirmeyi vaat ediyor. Suyun altında yapılan hareketler ve kendini anlatma biçimi bütün dalış sporu ile ilgilenen bireylerin ortak paydasıdır. Proje boyunca çocukların psikososyal gelişimlerini desteklemek ve karşılaşabilecekleri zorlukları aşmalarında yardımcı olabilmek için psikolog desteği alınmaktadır. 2004 yılından bu yana gerçekleştirilen bu proje, gönüllüler olarak çocukların tüm engellerine rağmen başarmak duyusunu tatmalarını sağlamak, ailelerinin gözlerindeki sevinci, umudu görebilmek adına her yıl gittikçe artan üye sayısıyla daha büyük ve etkili bir şekilde devam ediyor.
PsiNossa 25
Ayın Farkındalıkları: Temmuz 3 Temmuz
4 Temmuz
Kemal Sunal'ın Ölümü
Tomris Uyar'ın Ölümü
6 Temmuz
Aziz Nesin'in Ölümü
12 Temmuz
24 Temmuz
Ece Ayhan'ın Ölümü
Gazeteciler Bayramı
24 Temmuz Afife Jale'nin Ölümü
26 PsiNossa
Sahnedeki Devrim Bu topraklarda kadın olmak zordur. Asırlar boyu göz ardı edilmiş; savaşların, verimsiz toprakların ağırlığı omuzlarına yüklenmiştir kadınların. Toplumun geleneksel yapısının dışında hareket eden kadınlar dışlanmış, reddedilmiştir. Osmanlı’nın son zamanlarında kadın olmak bir devrimdi bana kalırsa. Afife Jale ise bu ülkede sahneye çıkan ilk kadın olarak devrim gibi devrim yapmıştı. Orta direk bir ailenin evladıydı Afife. Darülbedayi’de öğrenci olan beş Osmanlı kadınından biriydi. Arkadaşları hiçbir zaman sahneye çıkamayacak olmanın ümitsizliği ile teker teker Darülbedayi’den ayrılırken o yılmadan tutkusu için çalışmayı sürdürdü; bir süre sonra da stajyer oyuncu olarak tiyatronun bir ferdi oldu. Sahne gerisinde yer alan ilk Müslüman kadın olması bile o zamanlar için hayalken oyunculardan birinin Fransa’ya gitmesiyle Afife “Yamalar” isimli oyunla sahneye çıkan ilk Osmanlı kadını oldu. O zamanların Apollo sinemasında bir tarih yazan Afife’nin hatırası için Kadıköy Reks sinemasına farklı bir gözle bakabilirsiniz. Belki de bir sonraki izleyeceğiniz filmi Afife’nin hatırası için farklı bir gözle izlersiniz. Oynadığı her oyun için polislerin baskınlarıyla karşılaştı. Bir süre sonra Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaklandı. Ailesi tarafından reddedilmesine sebep olan tiyatrodan uzaklaştırılması Afife Jale’yi çok kötü etkiledi. Bir süre sonra sağlığındaki bozulmalar yüzün-
Burak Bahadır AKIN
den tedaviye başladı. 1923 yılında Atatürk’ün isteği ile Türk kadınları tiyatrolarda boy göstermeye, oyunlar oynamaya başladılar. Anadolu’da çıktığı turneyi yarıda bırakmak zorunda kaldı. Çünkü onu sahneden alıkoyanlar yüzünden başladığı tedavi sonucunda morfine bağımlı hale geldi. 1928 yılında tamburi Selahattin Bey ile tanıştı. Onun birbirinden güzel şarkılar yazmasına ilham oldu. 1929 yılında evlendiler. Afife gitgide bir girdabın içine sürüklenirken çok sevdiği eşinden ayrılmak zorunda kaldı. Yakın arkadaşlarının desteği ile Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıldı. 1941 yılında ise kimsesiz bir şekilde hayata gözlerini yumdu. Afife Jale bana kalırsa Türkiye’de cumhuriyetle başlayan çağdaşlaşma sürecinde kıymeti en az bilinen, hatırlardan en erken giden insanlardan biri. Her sene Afife Tiyatro Ödülleri isminde verilen tiyatro ödülleri var. Peki, yeterli mi? Elbette değil. Türkiye’de sahneye adım atan ilk kadın tiyatrocumuzu, polis tarafından oyuncu olması fahişelikle aynı kefeye koyulan bir değerimizi çok daha farklı ve özel anmamız gerekiyor. Afife Jale tüm kadınlar için tiyatro sahnesinden doğan bir umut oldu belki de o zamanlar, bunu bilemeyiz. Bildiğimiz Atatürk’ün “Afife olmasa laiklik de olmazdı.” sözü ve yapayalnız ölen bir devrimci kadının aziz hatırası. İnsanı, insana, insanla ve insanca anlatan tiyatroyu anlamak için önce Afife Jale’yi anlayabilmek gerekiyor.
PsiNossa 27
FİLM
Fil Adam Gökçe OFLU Fil Adam, yönetmenliğini David Lynch’in yaptığı 1980 yapımı bir film. 8 dalda Akademi Ödülüne, 4 dalda Altın Küre’ye aday olmuş. Adaylıklar arasında En İyi Makyaj Ödülüne rastlamamak biraz şaşırtıcı. Aynı zamanda En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Film ve En İyi Yapım Tasarımı dallarında BAFTA Ödülüne ve En İyi Yabancı Film dalında César Ödülüne sahip. Senaristliğini Christopher DeVore, Eric Bergren ve David Lynch’in paylaştığı film, Joseph Merrick’in yaşam öyküsünü konu alıyor. Joseph Merrick 19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de dünyaya gelmiş. Vücudunda deformasyona sebep olan rahatsızlığa hala kesin bir tanı konamamış olsa da nörofibromatoz tip 1 ve Proteus sendromunun bir birleşimi olduğuna dair iddialar mevcut. Sebebi ne olursa olsun geçirdiği rahatsızlık onu “normal” olarak tanımlanmaktan uzaklaştırmış ve Merrick küçük yaşlarda sirklerde ucube gösterilerinde “sergilenmeye” başlamış. Ucube gösterileri 16. yüzyılın ortalarından itibaren özellikle Avrupa’da popüler olmuş, daha sonra Amerika’da ve başka yerlerde örneklerine rastlamak mümkün. Bu popülaritenin altında sömürgecilikle farklı bir boyut kazanan biz ve öteki sınıflan-
28 PsiNossa
dırması yatıyor olabilir. Bu ikili sınıflandırma dönemin ve toplumun algısına göre şekillenir ve genellikle biyolojik farklılıklar üzerinden ilerler. Üzerinde fiziksel ya da psikolojik üstünlük kurulan her canlı, yani “öteki”, “biz”den olanın eğlenmesi ya da korkması ve ibret alması için görsel bir obje olarak sunulur. Bu canlı kimi zaman egzotik bir hayvan, kimi zamansa yeni “keşfedilen” ve biyolojik açıdan farklılıklara sahip bir insandır ve nesneleştirilmekten kaçamaz. Film, güzel bir kadın portresine yapılan yakın çekimle başlıyor, daha sonra filler ve korku içinde çığlık atan bir kadın görüntüsüyle devam ediyor. Bu sahneler filmin ilerleyen sahnelerinde Joseph Merrick’in hayat hikayesiyle örtüşerek bağlanıyor. Bu karanlık sahne sona erdiğinde Londra Kraliyet Hastanesinde çalışan Doktor Frederick Treves’in sirkte dolaştığını ve Merrick’in gösterisinin olduğu kısma geldiğini görüyoruz. Aydınlanmacı dönem entelektüellerinin temsili olan Treves, Fil Adam’a dair bilimsel bir merak geliştiriyor ve onu incelemek istiyor. Treves’in incelemesini tamamlayıp meslektaşlarına sunum yaptığı sahne ile Fil Adam’ın sirkteki performansını izlediğimiz sahne arasında rahatsız edici ben-
Fil Adam (The Elephant Man) Yönetmen: David Lynch Yapım Yılı: 1980 Süre: 124 dakika zerlikler var. İlk sahnede Bytes’ın ışığı ayarlamasını ve gösteriyi sunmasını, diğer sahnede ise sunumu çekmek için kullanılan kameranın ışığını ve Treves’in sunumunu izliyoruz. Bu iki sunum arasındaki temel fark Bytes’ın şok faktörünü arttırmak için perdeyi açmayı sona saklaması. İki sahnede de edilgen bir şekilde duran Merrick verilen komutlara uyması için zorlanıyor, birinde eğlence sektörü ve para için, diğerindeyse “bilimsel bir amaç uğruna” seyirlik obje olarak sunuluyor. Sömürgeciliğin ve sanayileşmenin doruğa ulaştığı dönemde toplumda anormal olarak görülen fiziksel bir bozukluğa sahip olan Merrick nereye giderse gitsin tüketim dişlisinin çarkları arasında ezilmekten kurtulamıyor. Sirkteki kötü çalışma ve yaşam şartlarından kurtulup hastanede modern ve hijyenik bir sirkin içinde hapsoluyor. İki sirk arasında değişen tek şey izleyicilerin sınıf atlamış olması, Fil Adam’ın artık üst zümreden insanların ilgisine mazhar olması. Uzunca bir süre Merrick’in konuşup konuşmadığını, ne düşündüğünü ve hissettiğini bilmiyoruz. Hatta konuşmaya başladığında bile Treves’in -ve dolayısıyla izleyicinin de- düşündüğü şey Merrick’in zeka seviyesinin normalin altında olduğu. En basit cümleleri bile kurmak-
ta zorlanan, kendisine sorulan sorulara bırakın cevap vermeyi, tepki bile göstermeyen Merrick hiçbir yolla iletişim kurmadığı ve kendisini ifade etmediği için bu şekilde damgalanmaktan kurtulamıyor. Merrick toplumun onu fiziksel görünüşüyle yargılamasından kaçamıyor, ona dair bütün görüşler ilk olarak bedenine dayanan önyargılarla şekilleniyor. Ayna sahnesinde aslında Merrick’in de toplumdan farklı bir şekilde düşünmediğini görüyoruz, yansımasını görüp korku ve acıyla bağıran Merrick düşüncelerimizin ve hislerimizin yaşadığımız ortamdan ve aldığımız tepkilerden farklı şekillenmediğini anlatmak istiyor gibi. Yani, canavarlardan korkması gerektiğini öğrenen Merrick gördüğü “canavar” karşısında verilmesi gereken tepkiyi veriyor. Doktor Treves, Merrick’in bakımını üstlenen başhemşire ya da Merrick’le arkadaşlık kuran aktris Bayan Kendal ise tepkilerini kontrol etmeyi öğrenmiş kişiler olarak onunla daha rahat iletişim kurabiliyor. Yaşadığı zorlayıcı hayattan dolayı sinmiş ve edilgenleşmiş Merrick bize aslında ne düşündüğünü ancak filmin sonuna yaklaştığımızda haykırabiliyor: “Ben bir fil değilim. Ben bir hayvan değilim. Ben bir insanım.”.
PsiNossa 29
KİTAP
Zamanı Durduran Tablo: Dorian Gray'in Portresi Dorian Gray’in Portresi Oscar Wilde’in yayımlanan tek romanı. Kitap 1891 yılında yayımlandığında Londra’da özellikle eşcinsel ilişkilere gönderme olduğu düşüncesiyle oldukça ses getiriyor ve yayımlandıktan 4 yıl sonra Oscar Wilde’in yargılanmasına neden oluyor. Wilde’in cinsel yönelimi suç olarak algılandığı için yargı ve ceza süreci halk tarafından büyük ilgiyle takip ediliyor. Wilde büyük ahlaksızlık suçundan yargılanarak kürek cezasına çarptırılıyor. Dorian Gray’in Portresi yazarın kendi hayatından yansımaları barındırması dışında beden-ruh ikilemi, keskin güzel-çirkin ayrımı ve çekiciliğin yüceltilmesi konuları bakımından da ilgi çekici bir kitap. Kitabın başkahramanı Dorian Gray çekiciliği, güzelliği ve saflığı ile erkek kadın fark etmeksizin herkesin dikkatini çeken soylu bir genç. Fiziksel özellikleri ile bir insanda kolayca hale etkisi oluşturabilir. İnsanları nereden geldiğini bilmeyecekleri bir güven duygusu ile kendine bağlayabilecek kadar yakışıklıdır. Sanki yaşamı boyunca bu güzelliğini korumak için dünyanın tüm çirkinliklerinden kendini soyutlamış gibidir. Oysa Dorian’ın güzelliği onun saflığından ve alçakgönüllülüğünden gelir. Elbette bir gün yaşlanacağının farkındadır ancak bunu bir felaket olarak algılamak yerine hayatının bir parçası olarak görmeyi tercih eder. Dorian’ın değişimini hedonizmin adeta Yakınçağ temsilcisi olan Lord Henry ile tanışmasıyla görürüz. Henry’nin hazcılığı Dorian’ı o kadar derinden etkiler ki portresini kendinden sadece bir ay daha genç diye kıskanmaktan alıkoyamaz kendini. Peki portreyi diğerlerinden farklı kılan nedir? Londra’nın başarılı ve yetenekli ressamı Basil, Dorian’ı resmederken onun yakışıklılığıyla büyülenir. Dorian onun için sadece bir model değil neredeyse tanrı kadar kutsal gördüğü ve taptığı biri haline gelir. Basil’in Dorian’a olan tutkusu ona karşı hem güçlü bir kıskançlık hissetmesine hem de ona tutkuyla bağlanmasına neden olur. Büyük bir hayranlıkla yaptığı portre, Basil’in en göz kamaştırıcı eseri olmuştur.
30 PsiNossa
Merva ÖKSÜZ
Dorian, portreyi gördüğünde onun kendisi olduğuna inanamaz. Ancak Dorian Lord Henry’nin etkisiyle zamanın kendisi aleyhinde işlerken portrenin ilk günkü gibi kalacak olmasından korkar. Gerçek Dorian’ı, tüm ihtişamıyla ve gençliğin tüm güzelliğiyle poz veren tablodaki Dorian olarak görmeye başlar. Asıl benliğini ise zamanla yaşlanacak ve çirkinleşecek olmanın korkusu büsbütün sarmıştır. Kusursuz fırça darbelerinin yarattığı esere bakarken portrenin zamanın önüne geçecek bir siper olmasını diler. Dorian’ın kişiliğindeki değişmeler portreyi günden güne değiştirir. Kendi acımasızlığıyla portre sayesinde yüzleşir. Ruhundaki çirkinleşmeler ve bayağılaşmalar portreye yansırken Dorian’ın bedeninde değişen hiçbir şey yoktur.
DORIAN GRAY’İN PORTRESİ’NDE RUH-BEDEN İLİŞKİSİ
Platon ve Aristo’nun ruhun beden üzerine hakimiyeti konusuna kitap, Giordano Bruno’yu kullanarak farklı bir boyutla yaklaşmaktadır. Oscar Wilde bunu Lord Henry’nin şu sözleriyle aktarıyor okuyucuya: “Ruhla beden, bedenle ruh. Ne sırlı şeylerdir bunlar! Ruhun hayvani bir yanı da vardı, bedenin ruhanileştiği anlar da oluyordu. İstekler incelebiliyor, akıl da aşağı bir hal alabiliyordu. Bedenden gelen uyarılar nerede başlar nerede biter, kim bilebilirdi ki? Sıradan ruh bilimcilerin keyfi tanımlamaları ne kadar sığdı! Öyleyken gene de çeşitli ekollerin ileri sürdükleri iddialar arasında seçim yapmak ne zordu! Ruh, günahın evine yerleşmiş bir gölge miydi? Yoksa Giordano Bruno’nun düşündüğü gibi beden gerçekten ruhun içinde miydi? Ruhun bedenden ayrılması da ruhun maddeyle birleşmesi gibi gizemli bir konuydu.” Platon ve devamında Aristotales ile gelişen ve belirli tanımlamalar getirilen ruh-beden ikilemine kitapta belirsizliğiyle ve birbirleri yerine geçmesiyle yaklaşılmaktadır. Aynı zamanda Lord Henry’nin sözlerinde psikoloji bilimini bu konunun
dışında tutması da dikkat çekiyor. Psikolojinin bu ilişkiyi açıklamada yetersiz kaldığını ancak psikoloji biliminin yöntem zenginliği ile ikilemin yarattığı bilinmezliğe ışık tutabileceğini de belirtiyor. Bedensel uyarıların nerede başlayıp biteceğinin bilinemeyeceğini vurgulaması kitabın yayımlandığı dönemde nöropsikoloji adına gelişmelerin henüz günümüzdeki kadar ilerlememiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Şu anki psikoloji öğretilerinden biliyoruz ki beynin yapısı ve işleyişi ile psikolojik süreçleri tanımlayabiliriz.
SHAKESPEARE’İN MİRANDA’SI VE DORIAN GRAY
Dorian Gray’in Portresi’nin yayımlanmasından tahmini olarak iki yüzyıl önce Shakespeare, “Tempest” (Fırtına)* adlı oyununda güzellik- çirkinlik algısına Miranda ve Caliban karakterleriyle değinir. Miranda güzel ve çekici bir kızken Caliban çirkin, yaşlı bir köledir. Ancak Miranda fiziksel özelliklerinin kusursuzluğuna rağmen karakteri Caliban’ın çirkinliği ile yarışacak derecede kötüdür. Caliban’ın kötürüm halinden dolayı onu küçümser. Dorian Gray’in güzelliğinin farkına varıp hazzı sadece çekicilikte aramaya başlaması Miranda ile aralarında karakter benzeşmesi olduğunu düşündürüyor okuyucuya. Ancak bu iki karakter tıpatıp aynıdır diyemeyiz çünkü Miranda ve Dorian’ın değişimleri tamamen zıttır. Miranda’nın çirkinliğinden ötürü Caliban’a duyduğu nefret zamanla azalmasına rağmen Dorian, Lord Henry ile tanıştıktan sonra doğallığını ve iyimserliğini kaybederek yozlaşmıştır.
Kitabın Adı: Dorian Gray’in Portesi Kitabın Yazarı: Oscar Wilde
*Shakespeare, W. (2003). Fırtına. Remzi Kitabevi.
PsiNossa 31
MÜZİK
27'ler Kulübü Müzik dünyasının en uzun soluklu efsanelerinden biri 27’ler Kulübü. Üyeleri ise genç yaşta ünlü olup 27’sine geldiklerinde aramızdan ayrılan Jimi Hendrix, Janis Joplin, Kurt Cobain, Jim Morrison, Amy Winehouse ve Brian Jones gibi isimler olunca efsane gittikçe büyümeye başladı. Peki neden 27’ler ? 1938 yılında Blues’un efsane isimlerinden Robert Johnson henüz 27 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Şarkılarında sürekli geçen kesişen yollar şeytanıyla yaptığı anlaşmadan dolayı ölümü insanların gözünde gizemli bir hal aldı. Johnson’ın şeytanla yeteneği için bir anlaşma yaptığı ve on yıl sonra bu anlaşmadan dolayı öldüğü birçok kişi tarafından konuşulmaya başlandı. 60’lı yılların sonuna gelindiğinde Brian Jones, Jimi Hendrix, Jim Morrison ve Janis Joplin gibi dönemin 3 efsane isminin hepsinin birden 27’sinde ölmeleriyle medyanın dikkati bu noktaya iyice yoğunlaştı. Aynı zamanda ölümlerin de aşırı doz almak ya da intihar gibi birbirine benzer nedenler taşıması insanları daha da meraklandırdı. Yeteneğin ve genç yaşta ünlü olmanın buna yol açtığını düşünenler olduğu gibi hayran oldukları sanatçılara benzeyebilmek için bu yolu deneyen insanlar da oldu. Fakat Kurt Cobain’in 1994 yılındaki intiharına kadar kimse bu kulübe bir isim koymamıştı.
32 PsiNossa
Ayça KAPYAPAR Her zaman sıkıntıları olan biri olarak bilinse de 90’ların en çok özenilen isimlerindendi aynı zamanda Kurt Cobain. Grubu Nirvana dönemin sembollerinden biri haline gelmişti ve kendisi gibi şarkıcı olan Courtney Love ile bir kızları vardı. Fakat evliliğinde aradığını bulamayan Cobain aldığı uyuşturucuların sonunda bir not bırakarak kendini öldürmüştü. Daha sonrasında ailesinin yaptığı açıklamada annesinin “Şimdi gitti ve o aptal kulübe katıldı. Ona o aptal kulübe katılmamasını söylemiştim.” demesiyle kulüp teorileri yeniden ortaya çıktı ve bu sefer ismi de vardı. 2011 yılında Amy Winehouse’un 27 yaşında evinde ölü bulunmasının ardından bir çok kişi sanatçıların bu yaşta ölmeye yatkın olduğuna inanıyordu. Bu isimler gibi 27 yaşında ölmüş başka şarkıcıların da isimleri liste halinde internette dolaşmaya başladı. Olay bu kadar genişleyince bazı kurumlar diğer yaşlarda ölen sanatçılarla bir farklılık olup olmadığı olasılığını araştırdılar fakat anlamlı bir fark bulamadıklarını açıkladılar. Ne kadar tersini gösteren kanıtlar olsa da insanlar hala böyle bir kulübün varlığına inanmaya devam ediyor. Belki de gerçekten böyle bir kulüp vardır ve bu isimler öldükten sonra da bir araya geliyordur umuduyla.
Yeni Çıkan Albümler: Blink-182 – California – 90’ların liste başı rock gruplarından Blink-182, hayranlarına yedinci stüdyo albümleri için 1 Temmuz’u takvimlerinde işaretlemelerini duyurdu.
Metronomy – Summer 08 1 Temmuz
Jeff Beck – Loud Hailer – 6 yıllık sessizlikten sonra yeni albümünün hazırlıklarını tamamlayan ünlü gitarist, 15 Temmuz’da piyasalara yeniden dönüyor. Günlük hayatta gördüğü yozlaşmalardan bahsedeceği albümü bu yılki en çok beklenen albümlerden biri.
Billy Talent – Afraid of Heights – 29 Temmuz
Billy Talent – Afraid of Heights – 29 Temmuz Bat for Lashes – The Bride – 1 Temmuz Johnny Foreigner – Mono No Aware – 8 Temmuz Good Charlotte – Youth Authority – 15 Temmuz The Avalanches – Wild Flower – 8 Temmuz
Etkinlik Köşesi Scorpions 50. Yıl Festivali: Dünyanın en büyük rock gruplarından Scorpions, 50. yıllarını kutlamak için çıktıkları dünya turnelerinde, 12 Temmuz’da İstanbul Küçükçiftlik Park’ta sahne alacaklar. Muse Konseri: Çıktıkları Avrupa turnesi kapsamında, İstanbul Blue Nights’ın katkılarıyla ülkemizde sahne alacak grup, hem yeni albümünden şarkılarla hem de sevilen eski parçalarıyla 26 Temmuz’da Küçükçiftlik Park’ta sahne alacak. Damien Rice Konseri: İnsanda bağımlılık yapan sesi ve şarkılarıyla efsaneleşen şarkıcı, 29 Temmuz’da İstanbul Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sahne alacak.
Tarkan Konseri – Expo 2016 Antalya Kır Aktivite Alanı – 09 Temmuz One Love Festival – Parkorman İstanbul – 17 Temmuz Deep Purple – Expo 2016 Antalya Kır Aktivite Alanı – 05 Temmuz Çeşme Reggae Festivali – Palace Beach Club, İzmir – 22-24 Temmuz Kuşadası Gençlik Festivali + Kamp – Sevgi Plajı, Aydın – 14-17 Temmuz Chill-out Festival Bodrum – Xuma, Muğla – 23-24 Temmuz Armada Jolly Joker Yaz Konserleri – Armada Avm – 25 Haziran-30 Temmuz
PsiNossa 33
REFERANSLAR Kadın Bedeni ve Moda Endüstrisi Christner, R. (2008). The shape of things: Magazine ads and the female body ideal, A Master Thesis, Kansas State University, Miller School of Journalism and Mass Communications College of Arts and Sciences, Manhattan. Crane, D. (2000). Fashion and its social agendas. Class, gender and identity in clothing. Chicago: Chicago University Press. Çetin, E. (2009). Çalışma yaşamında bedenin değişen görünümü. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 6, 74-83. Harper, B. (2000). Beauty, stature and the labour market: A British chort study. Oxford Bulletin of Economics and Statistics, 62, 771-800. Işık, E. (1998). Beden ve toplum kuramı. İstanbul: Bağlam Yayınları.İnceoğlu, Y. ve Kar, A. (2010). Dişilik, güzellik ve şiddet sarmalında kadın ve bedeni. İ. User (Ed.), Biyoteknolojiler ve kadın bedeni. içinde (s. 133-169), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Kellner, D. (1991). Enformasyon devrimi ve efsanesi. (Y. Kaplan, Der. ve Çev. Ed.). İstanbul: Rey Yayınları. Kennedy, E. (07.03.2010). Gabourey Sidibe's Oscar Dress Mess. http://www.salon.com/life/ broadsheet/2010/03/07/gabourey_sidibe_oscars_open2010 adresinden alınmıştır. Pınar, R. (2002). Obezlerde depresyon, benlik saygısı ve beden imajı: Karşılaştırmalı bir çalışma. Cumhuriyet Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 6(1), 30- 41. Stice, E., Schupak-Neuberg, E., Show, H. E. ve ark. (1994). Relation of media exposure to eating disorder symptomatology: An examination of mediating mechanisms. Journal abnormal psychology, 103, 836-840. Stice, E. & Show, H. E. (1994). Adverse effects of the media portrayed thin-ideal on women and linkages to bulimic symptomatology. Journal of social clinical psychology, 13, 288-308. User, İ. (2010). Biyoteknolojiler ve kadın bedeni. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bedenlerin Yiyeceklerle Savaşı: Yeme Bozuklukları Amerikan Psikiyatri Birliği, (1994). Mental bozukların tanısal ve sayımsal el kitabı (DSM IV). (Çev. Köroğlu, E.). Ankara: Hekimler Yayın Birliği. (Özgün çalışma, 1952). Kaya, N. ve Çilli, A. S. (1997). Anoreksiya nervoza. Genel Tıp Dergisi, 7, 107-110. Yücel, B. (2009). Estetik bir kaygıdan hastalığa uzanan yol: Yeme bozuklukları. Klinik Gelişim, 22(4), 3944. Bayraktar, E. ve Alper, Y. (1991). Bulimia nervosa. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni, 1(3), 34-39.
34 PsiNossa
Ya Bedenimizin Sesi Olsaydı? Altıntaş, E. ve Çamur, D. (2001). Sözsüz iletişim ve beden dili. Ankara: Nobel Yayınları. Atak, H. ve Taştan N. (2012). Romantik ilişkiler ve aşk. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 4(4), 520-526. Erengil C., Özbilen A. (2014, 6 Eylül). Erkeklerin beden dili. http://bedendiliegitimi.org/erkeklerin-bedendili adresinden alınmıştır. Honey, P. (1990). Face to face skills. Hampshire: Gower Publishıng. Hogan, K. ve Stubbs, R. (2003). Etkili iletişimin önündeki 8 engel. (Ö. M. Düzgün, Çev.) İstanbul: Yakamoz Kitap Yayınları. TDK. (2009). Türkçe sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. http://www.tdk.gov. tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&kelime=beden%20dili&guid=TDK. GTS.53320b242feab6.45691066 adresinden alınmıştır.
Hayalet Uzuvlardan Kurtulmak Mitchell, S. W. (1871). Phantom limbs. Lippincott’s Magazine, 8, 563-569. Ortiz-Catalan, M., Sander, N., Kristoffersen, M.B., Håkansson, B. & Brånemark, R. (2014). Treatment of phantom limb pain (PLP) based on augmented reality and gaming controlled by myoelectric pattern recognition: a case study of a chronic PLP patient. Front. Neurosci, 8, 24. doi: 10.3389/ fnins.2014.00024 Penfield, W. & T. Rasmussen. (1950). The cerebral cortex of man: A clinical study of localization of function. New York: MacMillan. Pons, T. P., Preston E. & Garraghty, A. K. (1991). Massive cortical reorganization after sensory deafferentation in adult macaques, Science, 252, 1857-1860. Ramachandra, V., & Rogers-Ramachandra, D. (1996). Synaesthesia in phantom limbs induced with mirrors. Proceeding of the Royal Scoiety of London, 264, 377–386. doi: 10.1098/rspb.1996.0058 Ramachandran, V. S. & Blakeslee, S. (2000). Phantoms in the brain; Probing the mysteries of the human mind. New York:William Morrow and Company.
PsiNossa 35
BURAYA REKLAM VEREBİLİRSİNİZ! @ $
dergi@tpocg.net 36 PsiNossa