SAYFA 01
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
Dosya
Söyleşi Öğrenciler, gençlik, Türkiye’nin geleceği bir şey söylüyorsa dinlemek lazım, dinlenmiyorsa da dinletmek lazım Cengiz BOZKURT
Her yönüyle
>10
Kontrgerilla
Bologna süreci nedir? Ne değildir ? >8-9 >12
ÜNİVERSİTENİN TALEPLERİ SOFRADA DEĞİL SOKAKTA “İYİ ÇOCUKLAR” GÖREV BAŞINDA
Üniversitelerde tüm yetkileri elinde toplayan rektörler, iktidarın ve patronların yörüngesinde üniversiteleri yöneten YÖK, üniversiteye ve ülkeye dair kararlar alan Cumhurbaşkanı Çankaya Köşkü sofrasında toplanarak, üniversitelilerin yıllardır çözüm bekleyen sorunlarına yenilerini eklemeyi tartıştılar Mart ayının son günlerinde Abdullah Gül, YÖK Başkanı ve üniversite rektörleriyle Çankaya Köşkü’nde bir araya geldi. 2007 yılından beri rektör atamalarının altına imza atan Gül başarısının meyvelerini topladı. Üniversitelileri en ufak yönetim mekanizmalarından dahi uzaklaştıran ve üniversiteleri keyiflerine göre diktatörce yöneten rektörler, köşk sofrasında el pençe divan durdular. Gül toplantıda YÖK Başkanı ve rektörlere asli görevlerini hatırlatarak “Sıra yeni Yüksek Öğretim Yasası’na geldi. Bununla ilgili de YÖK'ün şimdiden kendini hazırlaması lazım. Bu sizin işiniz açıkçası. Dolayısıyla hazırlık yapmanız lazım.” talimatını verdi. Abdullah Gül’ün üniversite kamuoyuna mesajı çok açık. AKP’nin 4+4+4, acele kamulaştırma, Toplu İş Sözleşmesi gibi eğitimde, barınmada, çalışma yaşamında yıkım yasalarını, hızla ve zorbalıkla meclisten geçirdiği dönemde, sermayenin uzun yıllardır ısıtarak sunduğu YÖK Reformu için sabrı kalmadı. Yükseköğretimde harçların arttırılacağı, patronların üniversite yönetimlerinde olacağı neoliberal ve gerici üniversitelerin inşa
edileceği Yüksek Öğretim Yasası için Rektörler ve YÖK Başkanı seferber olacak. Eğitimin tüm alanları paralılaşırken; barınma, beslenme, ulaşım gibi birçok alanda üniversitelilerin sorunlarının üst üste yığıldığı bir dönemde gerçekleşen toplantı bir kez daha üniversitelilerin geleceklerini rektörlere, patronlara, YÖK’e, AKP’ye bırakmamaları gerektiğini kanıtladı. AKP, YÖK Reformu’yla yeni bir saldırı dalgasının hazırlıklarını yaparken, Öğrenci Kolektifleri amfilerde, kantinlerde, yurtlarda üniversitelilerin sorunlarının acil çözüme ulaşması için taleplerini topladı. Kolektifler onlarca üniversitede, üniversitelilerin gerçek sorunlarına çözüm önerileri sunarak rektörlerle görüştü. Üniversitelilerden köşe bucak kaçarak, gizli görüşmeler gerçekleştiren YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’yı da İstanbul’da Kolektifler’den kaçamadı. Vakıf Üniversitesi rektörleri ile görüşmesinin ardından Kolektifler’le görüşmek zorunda kalan Çetinsaya üniversitenin talepleriyle yüz yüze kaldı. AKP ve onun rektörleri yeni YÖK yasası hevesiyle patronların isteklerini yerine getirme hesapları yaparken üniversitelerde
sorunlar çığ gibi büyüyor. Üniversiteler not sisteminden dersliklere, yemekhanelerden üniversite yönetimlerine kadar her tarafından dökülüyor. Ege, Kocaeli ve İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Bologna sürecine karşı sokağa çıkan binlerce öğrenci, Gülen’in Fatih Üniversitesi’nde %11’lik zamma karşı 1000 kişi eylem yapan cemaatinin uslu talebeleri, banka kartlı kimlik istemeyen üniversitelilerin tepkisi, biriken sorunlara karşı oluşan öfkeyi gösteriyor. AKP’nin ve rektörlerin bu sorunları çözmek bir yana büyüteceğinden kuşku yok. AKP’nin milyonlarca üniversiteliyi karşısına alan planlarına karşı tüm üniversiteliler seferber olacak. Üniversitenin talepleri tüm meşruluğuyla tüm hakları gasp edenler karşısında dimdik duruyor. Kurulduğu günden beri YÖK’e karşı sokakları dolduran üniversiteliler, AKP’nin hazırlık yaptığı yeni YÖK yasasına karşı hazırlıklarını amfilerde, sokaklarda yapıyor. Üniversiteliler AKP’nin yarattığı üniversiteyi yerle bir edecek cürete de yeni bir üniversiteyi yaratacak güce de sahiptir. Üniversiteliler haklarını almak için bu bahar gücünü, AKP’ye de gününü gösterecek.
Geçtiğimiz yıl üniversitelilerin Dolmabahçe’de başlayan başbakan-rektör görüşmelerinin ardından üniversitelilerin taleplerini marjinalize etmek için AKP’nin icat ettiği öğrenci temsilcilerinin yükselişi sürüyor. Üniversitelerde çoğu zaman sessizce, üniversitelilere duyurulmadan ya da faşist-gerici grupların ve yönetimlerin baskıları altında yapılan seçimlerde seçilen Öğrenci Konseyleri son yılların en “parlak” dönemini yaşıyor. Üniversitelileri de dinliyoruz diyebilmek adına AKP’nin ilgi odağı haline gelen ÖTK’lar geçtiğimiz yılki çekinikliklerini de üstlerinden atmış gözüküyor. Türkiye Öğrenci Konseyi’nin bu yıl başkanlığına geçtiğimiz yıl yayına katıldığı bir ulusal kanalda üniversitelilerin parasız eğitim talebine “Hükümet parayı nereden bulacak, makul şeyler istemek gerek” karşılığını veren Nihat Buğra Ağaoğlu seçildi. AKP’nin iyi çocukları şimdi de AKP Gençlik Kolları’nın görevine soyundu. Gençlik ve Spor Bakanlığı'yla ortak Genç Anayasa Çalıştayı yaparak, önümüzdeki dönemde
yapılacak olan anayasa değişikliklerinde "gençler yeni anayasadan yana" diyerek inanılırlığını arttırmak istiyor. AKP neoliberalizmin güncel ihtiyaçlarını karşılamak, varlığını kalıcılaştırmak, hazırlık yaptığı anayasa ile gençliğin desteğini almak için ÖTK’larla kandırma hesabı yapıyor. Üniversiteler sorun yumağına dönmüşken ÖTK’lar başlattıkları bir diğer kampanya ile İdris Naim Şahin’in izinden gidiyor. Şovenizmde sınır tanımayan Şahinvari “Tarihimi geri ver!” kampanyası ile Osmanlı tuğralarının peşine düştüler. ÖTK’ların son icraatı da, AKP’nin tepkileri baskı altına alarak meclisten geçirdiği 4+4+4 yasasına destek için İstanbul Üniversitesi önünde gerçekleştirdikleri basın açıklaması oldu. Eğitime gerici ve piyasacı müdahaleyi savunan Türkiye Öğrenci Konseyi Başkanı yasanın meclisten geçmesinin ardından Tayyip Erdoğan’la görüşüp teşekkür etti. Üniversitelilerle hiçbir temsiliyet bağı olmayan AKP Gençlik Kolları gibi çalışan Türkiye Öğrenci Konseyi’nin maskesi tamamen düştü.
SAYFA 02
KOLEKTİF’İN SESİ
KOLEKTİF BAHARI BAŞLIYOR “Kolektifler Birleşiyor” diyerek 2011 Nisan’ında yerel çalışmalarını bir çatı altına toplayarak merkezileşme hedefini gerçekleştiren Kolektifler, gençlik hareketinde yeni bir dönem başlattı. Dönem arasında İTÜ’de gerçekleştirilen 2. Türkiye Üniversiteler Meclisi, merkezileşme çalışmalarının eksikliklerini giderilmesi ve yeni dönem hazırlıkları açısından oldukça faydalı oldu. Kolektif Genel Kurulu’nun ilk gününde toplanan Üniversiteli Kadın Kolektifi Meclisi’nde üniversiteli kadınların artan erkek şiddetine, tacize, tecavüze karşı sesini yükseltme, isyanı büyütme çağrısı, 8 Mart Haftası’nda etkisini gösterdi. 8 Mart haftasına sığdırdıkları onlarca eylem ve etkinlikle ÜKK, üniversitede kadın sorunlarına sahip çıkan bir örgüt olduğunu kanıtladı. Öğrenci Kolektifi çalışmasının henüz kurumsallaşmadığı kentlerde dahi sokağa çıkan, etkinlik düzenleyen ÜKK, üniversiteli kadının inadı ve militanlığıyla Kolektif çalışması adına ilklere imza attı. Üniversiteli kadınların sorunlarının her geçen gün arttığı ve mücadele örgütünün kendisini 8 Martlara sıkıştırmayarak görünür kılma zorunluğu ise geride bırakılan 8 Mart haftasının bir diğer önemli sonucu oldu. Üniversitenin güz döneminde AKP faşizmine karşı Hopa Davası’yla zafer kazanan Kolektifler, genel kurulunda üniversite gündemine müdahale alışkanlarının zayıfladığını tartıştı. Üniversitelilerin her gün biriken sorunlarına “Üniversitede haklarımız, rektörlere şartlarımız var” kampanyasını başlattı. Günlerce üniversitelilerin taleplerini toplayan Kolektifler, ortak sorunları üniversite rektörleri
ile görüşmeler yaparak çözüm önerilerini sundu. Üniversitelilerin öz örgütü olduğunu tekrar kanıtlandığı bir kampanya dönemi geçiren Kolektifler’in çabalarının korkusuyla öğrenciden çok rektörlüğü temsil eden ÖTK’ları dahi harekete geçirerek öğrenci sorunlarını gündeme alan toplantılar yaptırdı. Kolektifler yine onlarca üniversite rektörüyle yaptığı görüşmede üniversitenin sorunlarının takipçisi, mücadele örgütü ve üniversitelilerin gerçek temsilcisi olduğunu kanıtladı. Üniversitelilerin sorunlarını rektörlerle görüşen Kolektifler İstanbul’da YÖK Başkanı ile görüşmeyi de başararak taleplerini muhataplarına taşımış oldu. Üniversitelilerin sorunlarının bir gün dahi geciktirilmeyecek kadar acil olduğunun farkında olan üniversiteliler
YÖK Başkanı’nı elini çabuk tutması için uyardı. Kolektifler bu görüşmeyle, gençlik hareketinin müdahale etmek zorunda olduğu YÖK Reformu öncesi sürecin parçası olma fırsatını yarattı. Reform öncesi üniversite adına sorumluluğu artan Kolektifler’i bekleyen önemli bir görev ise “dinliyormuş” gibi yapılan yönetişim oyunlarına karşı dikkatli olmak olacak. Üniversite sorunlarının çözümüne dair önerileri paylaşmak için ilk görüşmede sözü verilen 2. randevu talebini oyalayan YÖK Başkanı’na karşı Kolektifler, her alanda inatla taleplerini sunacaklar. Kolektiflerin ısrarcılığını ve kararlığını yeniden gösterecek sosyal medyada gerçekleştirilecek olan tweet eylemi ve posta aracılığıyla yumurta gönderme eylemleri üniversiteliler tarafından önemsenmeli.
Bu noktada sorunların çözümüne dair somut önerilerin yapılması ve fiili mücadelenin başlatılmasının önemi de çok büyük. Disiplin Yönetmeliği’ne karşı üniversitelilerin ve akademisyenlerin ortak başlattığı Üniversite Yönetmeliği çalışması örnek alınabilir. Bu süreçte bir bütün olarak üniversite taraf edilerek, bu birlikteliğin aklı ve gücüyle başarıya ulaşılabilir. Üniversite Nisan ayında baharı karşılamaya hazırlanacak. Nisan ayında yapılacak her etkinlik ve eylem aynı zamanda 1 Mayıs Meydanları’na çıkacak sokaklarda kurulacak üniversite kortejlerini besleyecektir. 1 Mayıs alanları AKP faşizmine karşı demokrasi mücadelesini de hak mücadelesini de, başarıyla yürüten Kolektifleri bekliyor.
2
HOOP! Yakın geçmiş gündemin karakterleri yine bildiğimiz az şuurlu-az tutarlı-az dengeli insanlardan oluşuyor. TV’lerden, radyolardan, internetten; okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz açıklamalar alabildiğine renkli. Renkli de eğlenceli değil. Gündemin renklerine şöyle bir göz gezdirmek gerekirse hafiften:
SİYAH ‘Dünyayı şoke eden yaratığın sırrı çözüldü’ haberini internette okuduktan sonra, serbest çağrışımla, başka bir haber gözümüze takıldı. '70 milyonun tükürüğü yeter' açıklaması yapan Türk içişleri sorunlusu İdris Naim Şahin! ‘Çin’deki insanların hepsi aynı anda zıplasa dünyada deprem olur, ehe ehe’ geyiğinin az faşist boyutu! Farklı matematik ve biyoloji bilgisiyle iç işlerine bakmaya hak kazanan İNŞ, tükürük üzerine yaptığı bu sosyolojik araştırmada 70 milyonun tükürüğüyle 70 bini boğmasını istiyor. ‘Hangi 70 milyon’ ‘hangi 70 bin’ soruları da bir kenara bırakılsın, İNŞ canlısının bu teoremini bir de ampirik bir şekilde kanıtlamaya çalıştığı düşüncesi korkunç. İyi tüküren bin kişi karşısında tükürülen çaresiz vatandaş! Deney demişken, Einstein ve Lenin'in beyinlerinin onlar öldükten sonra biliminsanlarınca araştırmaya tabi tutulduğunu hatırlayan hatırlar. Aynı inceleme İNŞ için de yapılabilir. Bir guaj boya kutusu içinde taşınabilecek beyin; ‘İnsan nasıl olmamalı’ sorusunun cevabını verebilir. İNŞ, ayrıca başka bir açıkla-
masında ‘fakirin zenginden şikayetçi olmadığı, memurun halinden şikayetçi olmadığı, hastanın doktorundan şikayetçi olmadığı, herkesin birbirinden memnun olduğu, mutlu olduğu bir ülkeyi biz inadına daha çok yapmanın gayreti içinde olacağız’ demiş. ‘Vatandaşı öyle bir hale getiricem ki şikayet bile edemeyecekler’ der gibi, ‘şikayet edenin kulağını çekicem’ der gibi, ‘tükürürüm bak’ der gibi... Tüküren ÇEVİK polisleri yakındır İNŞ'nin! Kapkara zihniyetli kara bir adam!
BEYAZ + SARI Peki ya Avrupa Birliği Başmüzakerecisi Egemen Bağış... Yumurtalı protestoların devam etmesi halinde ülkenin kadınbudu köfteye benzeyeceğini iddia etti. Birçok kez sarısıyla-beyazıyla yumurta yeme onuruna ulaşan nadir bakanlardan olan; hatta ‘Yumurtaya bakan’ olarak da tarif edilebilecek Egemen, fazla proteinden dolayı kafa oldu. Egemen, yumurtadan kadınbudu köfteye nasıl geldiği konusunda basına bir açıklama yapmadı. Ege Üniversitesi Gazetecilik öğrencisi iki üniversiteli tarafından yakın zamanda yumurta yiyen Egemen, açılan 5 senelik davanın da yanında olacağını belirtti. ‘Az kalsın kör oluyodummm’vari açıklamasıyla anasına naz yapan hasta bir ergeni andıran Egemen, yumurtadan sonra kadınbudu köftenin iyi gidebileceğini mi anlatmaya çalıştı? Egemen’in konuşmalarını yabancı dillere nasıl çeviriyorlar acaba? Egemen AB ile
YUMURTA 18 NİSAN’DA İZMİR’DE HAKİM KARŞISINDA
ilgili ‘bize çok yabancı’ ülkelerdeki toplantılara sadece yemeği için mi katılıyor acaba?
PEMBE Uzun zamandır ortalıkta görünmeyen, tüm partice çoluk çocuğa karıştıkları düşünülen Saadet Parti’liler ve yeni projeleri... En son başkanlarını ‘Memlekette bütün işler yarım yamalak-tek çare Mustafa Kamalak’ sloganıyla duyduğumuz Saadet Partisi çok şirin bir proje attı en son ortaya. Kadınları tacizden korumak bahanesiyle kadınlara özel pembe metrobüs procesi. Tacizcilere de ayrı bir otobüs koysunlar mı, rengi ne olursa artık, kendi cezalarını kendileri vermiş olsun?!. Kadınların teknolocik pembe metrobüslerinin camları da erkek geçirmez olsun mu, erkekler siluet şeklinde görülsün?!. İçinde erkek olan otobüslere bir takip mesafesi mi belirlensin?!. Pembe gözlüklerinden yaratmak istedikleri 2D topluma bakan partililer bu şekilde kendi saadetlerini görüyorlar, sakallarının-peçelerinin altından fs fs fs fs gülüyorlar.
KIRMIZI Redhack grubunun 30 Mart tarihinde Mahir Çayan’a ithafen yaptığı saldırı emniyetin 350 sitesine maloldu. KESK’e polis tarafından birçok şehirde yapılan saldırıyı protesto amacı taşıyan eylemde emniyet; copla, gazla, suyla karşılık veremediği bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Tükürse de olmaz...
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
En son saldırıda Ankara Emniyet’in mail adreslerine girmişlerdi ve Ankara Emniyet’in şifresinin ‘123456’ olduğu kamuoyu tarafından duyulmuştu. Bunun üzerine ‘internet özürlüsü emniyet, büyük ihtimalle kendi sitelerine de Google’dan aratarak giriyordur’ düşüncesi uyanmıştı. Maillerine de büyük ihtimalle orta ikiye giden çocukları aracılığıyla bakan emniyet, sonrasında RedHack grubundan 7 kişiyi tutukladığını açıklamıştı. Redhack’in kendileriyle alakası olmadığını açıkladıkları bu 7 kişi de tahminimizce internet kafe basıp toplatılmış kırmızı gözlüklü ortalama internet dehası ergenlerdir. Redhack grubu, halk için hackerlık yapan siyah ve beyaz hackerlık kavramlarının karşısındaki kızıl hackerlar. Redhack’e devrimci selamlar. Yumurtayla olur, ayakkabıyla olur, siber saldırıyla olur, bir şekilde HOPPP demek mümkün ve zorunlu. Yazıyı bitirmek üzereyken elimize ulaşan son bilgi elektriğe yüzde 9 zam geldiği yönünde. Ampuller çok pahalıya patlamaya başladı bu dönemler. Geri kalanları bir sonraki yazıya bırakıp çok da elektrik yakmasın diye laptopı kapatırken yazıyı da bitiriyoruz...
Yumurtalar AKP’lilerin, patronların korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Yumurtaların tanıdık ismi Egemen Bağış 8 Aralık’ta Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okuyan iki attığı yumurtalar için dava açtı. Bağış daha öncede Ankara Üniversitesi’nde ilk kez karşılaştığı yumurta için ceketinin sol omzunun kirlendiği gerekçesiyle dava açmış, 2 yıla kadar hapis istemiyle yargılan üniversiteli beraat etmişti. Ege Üniversitesi’ndeki protestoya ise savcılık tarafından 5 yıla varan ceza istemiyle dava açıldı. Hakkında dava açılan öğrencilerden Esin Çalışkan ise “Yumurtanın arkasında harçların kaldırılması, parasız eğitim, üniversitelilerin barınma beslenme ve ulaşım sorunlarının çözülmesi, soruşturmaların geri çekilmesi talepleri var” açıklamasını yaptı. Üniversitelilerin davası başlıyor Egemen Bağış’la üniversitelilerin ikinci yumurta davası 18 Nisan Çarşamba günü İzmir’de gerçekleşecek. AKP yargısının suç kapsamına sokmak için çaba sarfettiği yumurtadan yargılan diğer üniversitelilerde İzmir’de Adliye önünde arkadaşlarına destek olacak. İzmir Öğrenci Kolektifleri ayrıca tüm üniversitelileri ve baskılara karşı direnen toplumsal muhalefet bileşenlerini davaya çağıran bir açıklama yaptı.
SAYFA 03
Elektriğe gelen yüzde 9,26 oranında zammın ardından doğalgaza da yüzde 18,72 oranında zam geldi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, doğalgaza 1 Nisan’dan geçerli olmak üzere yüzde 18,72'ye varan oranlarda zam yapıldığını bildirdi. Bakan Yıldız yaptığı açıklamada zamlara gerekçe olarak petrol fiyatlarındaki ve dövizdeki artışı gösterdi.
Gün dem SAYFA 3
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) 1 Nisan'da yapıldı. Geçen sene ortaya çıkan şifre skandalının yerini bu yıl ölüm ve sınava alınmama haberleri aldı. Samsun'da bir lise öğrencisi sınav heyecanı nedeniyle geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybederken, İzmir'de de doğuştan şeker hastası olan Rüya Çıralı ise yaşamı için sürekli karnında takılı olması gereken insülin pompasıyla sınava sokulmadı.
AYIN
PANORAMASI
Eğitim Emekçileri Eğitim git gide krize dönerken öğretmenler ise sokaklara dökülüyor. 4+4+4 sistemine karşı ülkenin dört bir yanında kent meydanlarını dolduran emekçilerin üzerinden bu aralar tazyikli sular ise eksik olmuyor.
DEMOKRASİ EZEREK “İLERLİYOR”
4+4+4 tasarısı meclisten geçerken, burjuva demokrasisinin simge kurumu mecliste dahi milletvekilleri dayak yerken, yasanın geçmesine karşı Ankara’da buluşmak isteyen kamu emekçileri polis şiddeti ve zorbalığa maruz kaldı. “İlerleyen” demokrasinin seçtiği bu yöntem sadece eğitim sistemindeki değişikliği karşı çıkanlara değil Sivas Davası’nda zamanaşımına karşı çıkanlardan, parasız eğitim isteyenlere, hakları için sokağı seçenlere uygulanıyor AKP’nin yeni dönemde seçenekleri daralıyor. AKP, tekelci sermayenin ve cemaatin desteğiyle neoliberal politikaları Türkiye’de uygulamada “başarıya” ulaştı. Neoliberal politikaların Türkiye’deki öncülerinden Özal dönemiyle paralellikleri dikkat çeken AKP yeni neoliberal gerici rejimi kurarken öncüllerine göre başarı grafiğini yükseltti. Neoliberalizmin yoksullaştırıcı politikalarının gelinen aşamada yasalarla güvence altına alınması ve yine neoliberalizmin güncel saldırı alanları için kolaylaştırıcı yasaların meclis tarafından çıkarılması sermaye açısından zorunlu bir hal almış durumda. Bu görevi üstlenen AKP mecliste tempo yükselterek yeni yasalar çıkarmayı sürdürüyor. “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı” olarak sunulan ve işlevi kentsel dönüşüm yalanı arkasına saklanarak yıkımları kolaylaştırılmaya çalışılıyor. Tasarının yasalaşması durumunda evler dahil olmak üzere tüm yaşam alanları koşulsuz olarak başta inşaat sektörü olmak üzere sermayenin yağmasına açılacak. Toplu İş Sözleşme Yasası ise meclis koridorlarında görüşülen tasarılardan bir diğerini oluşturuyor. Sendikal mücadelenin örgütlülük düzeyinin zayıfladığı ve sermayeye ve hükümete karşı toplu sözleşme masalarında varlık gösteremeyen örgütlülük düzeyine rağmen, birçok iş kolunda yetkili sendikaların yetkileri elinden alınacak. Meclis gündeminin en çok konuşulan yasa tasarısı 4+4+4 olarak kodlanan eğitim sisteminde yapılması planlan değişiklik oldu. 4+4+4 tasarısını tek başına değerlendirmek hata olacaktır. Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz ay yaptığı “dindar gençlik” çıkışından, uzun zamandır planlanan Yükseköğrenim Reformu’na, eğitim sisteminin bütünü gerici ve piyasacı bir saldırıyla karşı karşıya. AKP
bu yasayla geçici çözümlerle oyaladığı tabanının İmam Hatip “sorununu” ve kurumsallaşmış (muhafazakâr) eğitim taleplerini karşılıyor. Aynı zamanda sermayenin yıllardır bastırdığı mesleki eğitim ihtiyacını çocuk işçiler üreterek çözecek. Yükseköğrenim reformu içinde durum pek farklı değil. Üniversitenin piyasalaşması süreci gençlik hareketinin direnci karşısında harç ücretleri üzerinden yıllardır çok kısıtlı olarak ilerlerken, üniversite içi hizmetlerin ticarileştirilmesi bu sürecin motor gücü oldu. Türkiye sermaye açısından hala tam anlamıyla piyasa üniversitesi modelinin epey uzağında. Her zaman daha fazla isteyen sermaye açısından ise bu dönüşüm sürecinin hızlandırılması vakti çoktan geldi. Meclis alt komisyonunda 4+4+4 tasarısı geçerken burjuva demokrasinin kurumlarını dahi zorbalıkla yönetmeye çalışması, greve çıkarak, yasanın geçmesine karşı Ankara’da buluşmak isteyen kamu emekçilerini, birçok ilde hukuksuzca ve polis saldırılarıyla engellenmesi, AKP’nin zorunluluğunu kanıtlıyor. KCK operasyonları ile saldırılarını milletvekili, gazeteci, sinemacı, yazar, sanatçı, akademisyen, avukatlara kadar genişleten AKP, Uludere Katliamı ile uzun zamandır Kürt sorununda yeni bir dönemi işaret ediyordu. 2012 Newroz’unda ise AKP’nin yeni stratejileri saldırılarla sürdü. Geçtiğimiz yıllarda kitlesel olarak kutlanan ve Kürt hareketinin güç tazelediği Newroz’ları bu yıl engellenmek istedi. Newroz onbinlerle bir arada kutlanması için bir tatil günü olan pazarın seçilmesini “Bayram gününde kutlanır diyerek” reddeden AKP çatışma ortamını seçti. Devlet Kurumları’nın dahi 21 Mart dışındaki günlerde resmi törenler düzenlemesi yüzsüzlüğünü dahi gösteren AKP, İstanbul’da kısmen başarılı olsa da Diyarbakır gibi merkezlerde
yüzbinlerin sokağa çıktığı kutlamalarla yenilgiye uğradı. Gülen Cemaati’nin de savaş yöneliminin etkisiyle ve “Kürt halkını 75 milyonunun tükürüğüyle boğmaya” kalkışan İdris Naim Şahin gibi yeni aktörlerle geliştirilen yeni stratejinin bu baharda savaşı ve çatışmayı artıracağını tahmin etmek zor değil. İç politikada savaş seçeneğini canlı tutan AKP, dış politikada boş durmuyor. Ortadoğu’da emperyalizmin aktif taşeronluğunu üstlenen AKP, Suriye’ye emperyalist müdahale planının aktörleri arasında olacak. İstanbul’da düzenlenen “Suriye Halkının Dostları” toplantısında konuşmayı yapan Başbakan Erdoğan, "uluslararası toplumun harekete geçmesi kaçınılmaz hale geldi” diyerek askeri müdahale çağrısında bulunarak, Türkiye’yi savaşa sürüklemekteki kararlığını gösterdi. Suriye’ye karşı olası bir müdahalede Ortadoğu halklarının kardeşliğini savunmak ve savaşı engellemek bahar aylarında toplumsal muhalefetin zorunlu bir görev olabilir. Toplumsal muhalefetin önüne yine önemli birçok görev düşerken, yaklaşan 1 Mayıs’ta muhalefet tekrar güç toplayabilir. 4+4+4 yasası için sokaklara çıkan KESK’in Türkiye’nin dört bir yanında polis saldırılarına direnmesi muhalefette bahar havası estirdi. Dünyanın en kitlesel 1 Mayıs’larından birinin adresi olan Taksim Meydanı ve ülke çapında tüm meydanları dolduracak yüzbinler muhalefetin AKP karşısında elini güçlendirecektir. Yıl içerisinde AKP’nin ustalık döneminde muhalefetin tüm unsurlarına yönelttiği baskı ve tutuklama hamlesine parçalı verilen cevaplar, Dink Davası ve Sivas Katliamı Davası sonrasında açığa çıkan kitlesel tepkiler, haklar mücadelesinin birikimleri 1 Mayıs alanlarında birleştirilebilir.
AHMET, CİHAN ÖZGÜR ÜLKE HALA TUTSAK Türkiye, Terörle Mücadele Kanunu ve Özel Yetkili Mahkemeler ile hapishanelerindeki binlerce “terörist” sayesinde dünya birinciliğini sürdürüyor. Tutuklanmak için ise muhalif olmak, kitap yazmak, puşi takmak yeterli. 600’ü aşan tutuklu üniversiteli ve 100’ü bulan tutuklu gazeteci; AKP'nin oluşturduğu tutuklama terörüne karşı daha da güçlenen bir muhalefet oluşumunun odak noktasını oluşturuyor. Hopa Davası sonrası oluşan atmosferle birlikte birçok dava için toplumsal muhalefet ortak hareket etmeye başladı. Gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de yargılandığı Oda TV Davası’nın 11. duruşmasında Ahmet Şık, Nedim Şener ve Sait Çakır için tahliye çıktı. Simgesel bir öneme kavuşan iki isim için tahliye kararı verilse de gazetecilere yönelik baskılar devam ediyor. Türkiye’de tutuklu gazetecilerin sayısının bir yılda ikiye katlanarak 57’den 95’e çıktığını belirten (AGİT) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı raporu, gazeteciliğin ve ifade özgürlüğünün ileri demokraside ne anlama geldiğini ortaya
koyuyor. Ahmet Şık'ın hapishaneden çıkınca cemaati teşhir eden konuşması yine rahatsızlık yarattı. AKP'li medya hemen iş başına koyulup karalama kampanyasını sürdürdü, savcılık ise hiç gecikmeden soruşturma başlattı. Muhalif gazetecileri sansürle, işten atmalarla, davalarla susturmaya çalışan AKP, İdris Naim Şahin’in “özgürlük” formülünü uygulamaya sokmuş görünüyor. Gazetecilere olan baskı üniversiteliler üzerinde de 600’ü aşan tutuklu sayısı ile kendini gösteriyor. Taktığı puşi iddianameye kanıt olarak geçen GSÜ öğrencisi Cihan Kırmızıgül 25 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Tutuklayabilmek için özel yetkili mahkemeler ders kitaplarını, gençlik önderlerinin posterlerini ve kitaplarını delil olarak gösteriyor bunun yanı sıra kısa saç kestirmek gibi komik “deliller” de üretiyor. Ahmet Şık, Nedim Şener ve Cihan Kırmızgül özgürlüklerine kavuşsalarda, her gün tutuklu üniversiteli ve gazeteci sayısına yenileri eklenmeye devam ediyor.
Tutuklu Üniversiteliler Tutuklu üniversite sayısı tahliyeler olsa da düşmüyor, her geçen gün yeni bir üniversiteli tutuklular kervanına ekleniyor. Cihan Kırmızıgül’ün tahliyesinden sonra “üniversiteliler özgür” naraları atan yandaş basın unutuyor olacak; 600 üniversiteli hala tutuklu.
RedHack Kızıl Hacker’lar direnişçilere selam yollamaya devam ediyor. Birçok emniyet sitesini hackleyen RedHack, son olarak Ankara Emniyet Teşkilatı’nın %95’ini hackleyerek, KESK saldırılarını protesto ettiler ve bu eylemi Mahir Çayan’a atfettiler.
Fransa Deyimlerde “Fransız kalmak” sözünü duyup rahatsız olanlar, şimdi Fransa gündemi çoktan unutmuş görünüyor. Hrant davasında katiller aklanırken, Kürt halkı katledilirken, AKP’li Bakanı ırkçı eylemlerde ön saflarda yer alırken Fransa’ya Fransız kalmak daha doğru görünmüş olmalı.
Ayl›k, yerel, süreli, Türkçe yayin. Kolektif Kültür Yaşam Derneği Ad›na Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹şleri Müdürü Dilan Ögüz Adres ‹stiklal Caddesi, imam Adnan Sokak, No:5,Kat: 5 Beyoğlu/‹stanbul Tel 0 212 245 97 33 e-posta : universitelimp3@gmail.com Bas›ld›ğ› Yer : Star MedyaYay›nc›l›k A.Ş Mehmet Akif Mah. ‹nönü Cad. Bas›n Express Yolu Star Sok. No:2 ‹kitelli/‹stanbul Tel :0212 448 82 62 Ücretsizdir
SAYFA 04
Abdullah Gül, Giresun Üniversitesi Rektörlüğü'ne Prof. Dr. Aygün Attar'ı atadı. Giresun Üniversitesi'nde yapılan seçimler sonucu YÖK, seçimde üçüncü sırada olan Attar'ı listebaşı yaptı. Aygün Attar Fransa parlamentosunda kabul edilen sözde Ermeni soykırımını inkarını suç sayan yasa tasarısına yönelik yoğun bir karşı kampanya yürütmesiyle, konu ile ilgili basın açıklamalarında bulunması ve çok sayıda televizyon programına konuk olmasıyla oldukça tanınmış bir isim.
Gün dem SAYFA 4
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Yusuf Devran soruşturma açmaya doymuyor. Ekşisözlük'te kendini eleştiren Mikail Boz adlı öğrenciye soruşturma açtıran Devran Facebook'da grup oluşturan Marmara öğrencilerinin yazılarını kendi duvarında yayınlayarak suçmuş gibi tehşir etmişti. Devran son olarak Eğitim-Sen'li Öğretim Görevlisi Utku Uraz Aydın'a da attığı e-mail yüzünden soruşturma açtı.
Eğitimde yeni tartışmanın merkezi
4+4+4, NEYİN FORMÜLÜ?
Eğitim sisteminde köklü değişiklikler getirecek olan “222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" meclis eğitim komisyonundan AKP demokrasisi eşliğinde geçirildi. 4+4+4 diye kodlanan ilköğretimi birbirinden bağımsız dörder yıllık iki şekilde 'kademelendiren' yasa teklifi Türkiye gündemine oturdu ve büyük tartışmalara neden oldu. Peki 4+4+4 ne ifade ediyor, eğitim sisteminde ne gibi değişiklikler getirecek? 4+4+4 neyin formülü? Eğitimin kademelendirilmesiyle birlikte zorunlu eğitim fiilen 4 yıla indiriliyor. Bu da beraberinde çıraklık yaşını 14'ten 11'e düşürülmesini getiriyor. Çocuklar artık daha erken yaştan itibaren sömürülecek ve yeni çocuk işçiler yaratılıcak. Eğitim sistemi ilk kademesinden sonra iş gücü piyasalarına ucuz emek gücü yetiştirerek, eğitimle piyasaların bütünleşmesi önünde yeni yollar açacak. Ayrıca bilimsel hiçbir dayanağı olmayan mesleki yönlendirmenin ilk kademede yapılması şart koşulurken, ilk 4 yıllık eğitimin ardından 2. dört yıllık eğitimin uzaktan, açıköğretim şeklinde yapılabilmesine zemin hazırlıyor. Bu da kız çocuklarının okulla arasındaki bağın daha da gevşetilmesinin ve eve kapatılmasının bir aracını oluşturuyor. Sekiz yıllık zorunlu eğitimle kapanan İmam Hatip Okulları'nın ikinci kademeden itibaren eğitim verebilecek. AKP'nin asıl derdi ne? Eğitim sistemindeki değişikliklerin sosyal, siyasal ve iktisadi arka planını iki önemli nokta oluşturuyor; gericileştirme ve piyasalaştırma. Tayyip Erdoğan'ın "dindar nesil yetiştirmek istiyoruz" açıklamasının somut adımlarını bu yasa teklifi oluşturuyor. Yasa teklifi uygulamaya koyulduğunda hem eğitim sisteminin
4+4+4’ün özeti
hem de toplumun gericileştirilmesinde önemli bir basamak katedilmiş olacak. Çocuk işçiliğinin yaygınlaştırılması ise yasa teklifinin en önemli iktisadi ve sosyal noktasını oluşturuyor. MÜSİAD'ın "8 yıllık eğitim tahribat yaptı" açıklaması İslamcı sermayenin çocuk işçi istihdamı ihtiyacını işaret ediyor. AKP ise bütün gericileştirme ve piyasalaştırma ataklarını ideolojik egemenliği ile altın tabakta kamuoyuna sunuyor. Parlamentoda çıkan kavgaların AKP'yi durduramadığı bir süreçte, AKP'yi ancak sokaktan yükselen halk muhalefeti durdurulabilir.
Üniversitelerden tepki ODTÜ, Boğaziçi, Ege ve Ankara Üniversitesi Eğitim Fakülteleri'nin ardından, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim elemanları ve İnönü Üniversitesi Öğretim Üyeleri Derneği de yaptıkları açıklamayla 4+4+4'ün bilim dışı bir uygulama olduğunu ve geri çekilmesi gerektiğini
5 SORUDA 4+4+4 İkinci 4’te açıköğretimi kimler seçebilecek? En büyük tartışmayı yaratan maddelerden biri de 4’üncü sınıftan sonra isteyenlerin açıköğretimi seçebilmesi konusundaydı. Bölece AKP bu maddeyi geri çekmek zorunda kaldı. Sadece engelliler gibi dezavantajlı gruplar ile üstün zekalıların da içinde bulunduğu kişiler açık öğretimden yararlanabilecek. Kimlerin açıköğretime gidebileceğine Bakanlar Kurulu karar verecek. Bu öğrencilerin sayısı örgün eğitim alacak öğrencilerin sayısının yüzde 1’ini geçmeyecek. Kuran seçmeli mi zorunlu mu olacak? Genel ortaokulda İngilizce ağırlıklı eğitim verilecek. Matematik, Türkçe ve Fen gibi zorunlu derslerinin yanı sıra seçmeli dersler olacak. Yasada “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz
Peygamber’in hayatı” dersleri seçmeli ders olarak belirtildi. Ancak diğer seçmeli dersler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenecek. Öğrenciler ikinci bir yabancı dili de seçebilecek. Meslek lisesini bitirenlerin katsayı farkı kalktı mı? Meslek liselerine üniversite giriş sınavlarında uygulanan katsayı yeni yasayla kaldırıldı. Meslek lisesi kökenli adaylara kendi alanlarına ilişkin tercih yaptıkları durumunda eklenen artı puanın kat sayısı da kaldırıldı. Üniversiteye yerleştirme puanlarının hesaplanmasında adayların orta öğretim başarıları da dikkate alınacak.
Orta kısımda staj ve çıraklık olacak mı? Staj lisede başlayacak. Mesleki/teknik liselerde seçmeli ders ve yatay geçiş imkanı olacak. Öğrenci bölümüyle ilgili çıraklık eğitimi almak isterse 1 yıl okuduktan sonra staj eğitimi alabilecek. Öğrenci seçmeli ders olarak “Kur’an” ve “Peygamber’in Hayatı” derslerini alabilmesinin yanı sıra fen liselerinde gösterilen dersler veya yabancı dil seçenekleriyle eğitim alabilecek. Ortaokulda hazırlık sınıfı olacak mı? Bütün ortaokullarda eğitim esnek olacak ve ilk yıl yabancı dil hazırlık okutulacak. Eski sistemde ortaokulda seçim hakkı yoktu ve yabancı dil hazırlık sınıfları yaygın değildi. Hazırlık sınıfı özel okullarda vardı.
açıkladılar. Üniversiteler açıklamalarında yasayla birlikte; eleştirel ve analitik düşünceyi özümsemiş, araştırmayı sorgulamayı sürdüren, yaratıcılığı bastırılmamış, humanistik değerlere sahip bir nesil yetiştirilmeyeceğini aksine "kindar ve dindar" bir neslin hedeflediğini dile getirdiler.
Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfedarasyonu’nun (TUSKON) 4. Genel Kurulu’nda 4+4+4 “zaferi” konuşmaları yapan bakanların ve patronların söyledikleri yorumsuz olarak eğitimdeki felaketi özetliyor. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ise konuşmasında, “Hayatımda yaptığım en onurlu iki şeyden biri geçen sene anayasa reformunda imzamın bulunması diğeri ise dün itibariyle 4+4+4 yasasını getiren hükümette bulunmaktır” dedi. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da yasa taslağının kabul edilmesi ile ilgili olarak hükümete açık destek verdiklerini belirtti. TOBB Başkanı, “Bu işin temeli de eğitim özgürlüğüdür. Aileler çocuklarına dini eğitim vermek istiyorlarsa bunun önü açılmalıdır. İsteyen çocuğuna dini eğitim verir, isteyen vermez. Deniyor ki, ‘aileler çocukları yönlendirecek.’ Kusura bakmayın ama ailenin çocuk üzerinde hakkı vardır. Bu ülkede aileler çocuklarını Alman kolejine, Fransız kolejine gönderirken itiraz etmeyeceksin, ama iş dini eğitime gelince çocuklar yönlendirilmiş olacak. Böyle özgürlük anlayışı olmaz” diye konuştu. TUSKON Başkanı Rızanur Meral “Vesayet döneminin önemli izlerinden birini daha silmiş bulunmaktasınız. 28 Şubat zihniyeti zorunlu eğitimi 8 yıl kesintisiz şekilde kurgulayıp meslek liselerinin üniversitelere girmesini engelleyerek Türk sanayi’nin onlarca yılına ağır darbe vurmuştu.”
BİR TEK ÜNİVERSİTE ADLARI KALDI Rektörler ve iktidar ilişkileri aracılığıyla üniversiteleri kumanda eden AKP, üniversite içerisinde el atmadık alan bırakmıyor. İktidardan bağımsız kurumlar olması gereken üniversitelerin adları dahi değiştirilerek iktidar ilişkisi derinleştiriliyor. İlk olarak Kayseri Üniversitesi’nin adının Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi olarak değiştirilmesinden sonra Rize Üniversitesi Recep Tayyip Erdoğan, Konya Üniversitesi Necmettin Erbakan, Zonguldak KaraElmas Üniversitesi Bülent Ecevit ve Bilecik Üniversitesi Şeyh Edebali olarak değiştirilmeye başlandı. AKP isim değişiklikleri ile aynı zamanda Saadet Partisini, cemaatleri hoştutmayı da hedef edinerek, üni-
versiteleri siyasetin bir aracı haline getiriyor. İsim değişikliğine ilk tepkilerden biri Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Rektörü’nden geldi. Mahmut Özer açıklamasında “İsim değişikliğini yerine üniversitelere bütçe ayrılmasına ve öğrenci için yaşam ve eğitim koşullarının iyileştirilmesi gerekliliğine” değindi. Üniversitelilerin barınma, beslenme, ulaşım gibi sorunları varken isim değişikliği tasarısı hazırlanması, tasarının eğitim alanındaki dönüşüm adımlarından biri olduğunu gösteriyor. Üniversitelerdeki dönüşüme örnek temsil etmesi açısından seçilen isimlerin gerici ve piyasacı olmaları da ayrıca önemli bir rol oynuyor.
ÜNİVERSİTELERDE NATO İŞBİRLİKÇİLERİ VAR Türkiye ve NATO ilişkilerinin 60. yılı nedeniyle Türkiye’nin birçok üniversitesinde Uluslararası İlişkiler Derneği’nin düzenlediği NATO toplantıları yapılacak. 'Bölgesel Güvenlik Sorunları ve Türkiye'nin Güvenlik Politikaları’ başlıklı toplantıların üçüncü ayağı ise 9 Mart’ta Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirildi. Konferansta konuşulacak olan Ortadoğu sorunu ve Türkiye’nin
Ortadoğu politikaları hakkında sözünü söylemek için salona girmek isteyen üniversiteliler, ÖGB ve çevik kuvvetler tarafından saldırıya uğradı. Geçmişi katliamlarla, işgallerle, darbelerle dolu bir örgütün üniversitede yeri olmadığını belirten 16 Öğrenci Kolektifi üyesi gözaltına alındı. Öğrenci Kolektifleri yaptıkları açıklamada “AKP aracılığıyla Türkiye’nin NATO’yla işbirlikçiliğini
derinleştirdiği, son olarak Kürecikte inşasına izin verdiği füze kalkanıyla Türkiye topraklarının olası saldırılara hedef gösterildiğini” belirtti. 63 yıldır dünya üzerindeki katliamların baş rolündeki NATO’nun üniversiteyi kendi kirli savaşlarına alet etmelerine izin vermeyeceklerini ve bu kirli savaşın işbirliğini yapan akademisyenleri de uyardıklarını söylediler.
SAYFA 05
9 Aralık’ta yapılan ilk duruşmada tutuksuz yargılama çıkan davanın 2. duruşması, Sivas Davası’nın zaman aşımı kararı veren 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Sanıklar davaya yakalarına Sivas’ta katledilenlerin resimlerini asarak girip zamanaşımını kararını protesto ettiler. Sanıkların savunmalarını vermelerinin ardından karar aşamasına geçileceği belirtilip ara verilirken ikinci oturumda davanın 19 Haziran 2012 tarihine ertelendiği belirtilerek mahkeme sonlandırıldı.
Ko lek tif
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
Üniversiteliler “bahara merhaba” dediler. Zonguldak Karaelmas ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde Öğrenci Kolektifleri’nin düzenlediği iki ayrı konser yapıldı. ZKÜ Kolektif ’in “Van'ı unutmuyoruz, bir oyuncak da sen getir” sloganıyla düzenlediği 2. Kolektif Bahar Şenliği’ne Bajar ve Bandista katıldı. Toplanan oyuncaklar ile kırtasiye malzemeleri, Van’a gönderilirken, Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde 400 üniversiteli Bandista şarkılarıyla keyifli bir akşam geçirdi.
SAYFA 5
ÜNİVERSİTELİLERİN HAKLARI REKTÖRLERDEN ŞARTLARI VAR
Türkiye Üniversiteler Meclisi’ne katılan yüzlerce üniversiteli şartlarını belirledi. Üniversitelerde yaşadıkları sorunlara çözüm bulmak için neler yapabileceğini konuşan üniversiteliler “Üniversitede haklarımız, rektörlere şartlarımız var" diyerek yola çıktılar. Son dönemlerde “Darbenin YÖK’ünü değiştireceğiz” söylemini ağzından düşürmeyen yeni YÖK Başkanı Gökhan Çeyinsaya’dan, rektörlere kadar “ileri demokrasi” lafı dillere dolanmış durumda. İlk başta Taner Yıldız’ın kendini protesto eden bir öğrenciye “gel burada konuş” demesiyle başlayan demokrasi şovu Hacettepe Rektörü’nün, okulun verdiği biber gazı ihalesini ortaya çıkarıp iptal etmesiyle
devam etti. Hacettepe Üniversitesi’nde rektörün öğrencilerle açık toplantılar yapmasından sonra Öğrenci Kolektifleri üyelerinin götürdüğü 9 talebin de kabul edilmesi, öğrencilere verilen söz hakkı ve üniversitelerde olan yüzlerce sorun, sanki rektörün sorunu değilmiş gibi üniversitelilere lütuf olarak gösterildi. Üniversiteliler ise yapılanların lütuf değil, olması gereken şeyler olduğunu hatırlatarak birçok üniversitede taleplerini toplamaya başladılar. Okullarına dair genel ve acil taleplerini belirlemek için günlerce fakülte fakülte talep kutularıyla gezen üniversiteliler, hem kendi okullarına dair hem de bütün üniversitelerin ortak sorunlarını belir-
lediler. Üniversiteliler belirledikleri genel taleplerde; harç paralarının kaldırılmasını, üniversitelere söz hakkı verilmesini, Bologna süreci uygulamalarının iptalini, soruşturma ve cezaların geri çekilmesini ve okullarda polisin varlığına acilen son verilmesi gerektiğini vurguladılar. Türkiye’de birçok üniversitede yapılan kampanyada üniversitelerin kendilerine özgü sorunları ve talepleri rektörlerle görüşüldü. Öğrenci Kolektifleri, sözde üniversite temsilcileri olan ÖTK’ların değil, üniversitenin öz sorunlarına değinilmesi ve birçok üniversitede kazanım elde edilmesi bakımından yapılan kampanyayla üniversitelerin gerçek temsilcileri olduklarını bir kez daha göstermiş oldular.
TALEPLER REKTÖRLERİN KARŞISINDA Türkiye’de birçok üniversitede yürütülen “üniversitede haklarımız, rektörlere şatlarımız var” kampanyası kapsamında birçok ilde talepler rektörlere götürülürken bazı üniversitelerde ise talep toplanmaya devam ediliyor. İstanbul ‘da Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde yürütülen kampanya kapsamında rektörlerle görüşülürken Yıldız Teknik Üniversitesi’nde çevre düzenlemesi, kütüp-
hanenin yenilenmesi ve fakültede bulunan ring sayısının arttırılması ve ücretsiz olması talepleri kazanımla sonuçlanırken İstanbul Üniversitesi’nde rektöre götürülen talepler değerlendirilmenin sonrasında açıklanacak. Ankara’da ise Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde yürütülen kampanyada, toplanan talepler rektörlere götürüldü. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Yunus Emre ve Hazırlık Fakültesi’nde toplanan yüzlerce
talep rektöre götürülmeden önce 700 üniversitelinin katıldığı toplantıda talepler tartışıldı. Tartışmalar sonrasında derslere zorunlu devamlılığın azaltılması, kitap fiyatlarının düşürülmesi, ringlerin ücretsiz olması ve sınavların müfredat dışı yapılmaması gibi talepler ortaya çıktı. Ege Üniversitesi ve 9 Eylül Üniversitesi talep toplamaya devam ederken, Trakya ve Dumlupınar Üniversitesi şartlarını belirleyerek rektörlerle görüşmeye hazırlanıyor.
KOCAELİ BOLOGNA’YA DERS VERİYOR Kocaeli Üniversitesi'nde 2010 yılında Bologna süreci tamamlandı ve uygulamaya geçti. Aynı yıl yapılan yönetmelik değişikliği ile geçme notu 50'den 65’e yükseltilmiş, bütünleme sınavları kaldırılmış, 1-3 uygulaması (1.sınıftan dersi olan öğrencilerin 3.sınıftan ders alamaması) yürürlüğe kondu. Uygulanmaya başladığı günden beri çarpıklıklarla yürütülen, uygulayıcılarının dahi hakim olamadığı sistem yüzünden öğrencilerin harf hesaplamalarında ve puan ortalamalarında hatalar oluştu. Üniversite-Sanayi İşbirliği anlaşmaları gereği özellikle mühendislik fakültesindeki müfredatta büyük değişikilik olmuş, temel dersler kaldırılmış ya da seçmeli hale getirildi. Yarattığı onca mağduriyet karşısında okulu bırakmak zorunda kalan öğrenciler bile ortaya çıktı, tüm öğrencilerden tepki yükselmeye başladı. 1 Mart'ta başlayan öğrenci eylemleri, 6 Mart'ta devam etti. Rektörle tüm üniversitelilerin katıldığı ortak bir forum düzenlemek ve üniversite eğitimindeki aksaklıkları tartışmak isteyen öğrenciler 13 Mart'ta bir forum düzenledi. Rektör davet edildiği halde katılmadı, rektör yardımcısını gönderdi. Forumda ve hemen ardından yapılan anketlerde taleplerini ortaklaştıran üniversiteliler 27 Mart'ta rektörle bir görüşme yaptı. Anketlerin yapıldığı hafta içinde 21 Mart tarihli yönetmelik değişikliği ile Bologna'ya karşı ilk kazanım elde edildi ve 1-3 uygulaması kaldırıldı. Öğrencirektör görüşmesinde talepleri sadece dinlemekle yetinen ve hiçbir çözüm üretmeyen rektörün tavrı öğrencileri tatmin etmedi ve bologna mağduru üniversiteliler topladıkları dilekçeler ile 5 Nisan perşembe günü
tüm derslerini rektörlüğün önünde işlemeye karar verdiler. Bologna sürecine karşı özgür bilim ve nitelikli üniversite süreci öğrenciler tarafında inatla ve kararlılıkla sürdürülüyor. Yaşanan bu süreç Kocaeli Üniversitesi öğrencilerinin tamamında büyük bir merak ve katılma arzusu uyundırıyor; yapılan eylemler, etkinlikler büyük ilgi görüyor. Üniversite yönetiminin sanayi-rektör ortaklığına peşkeş çekiliyor olması durumuna karşı öğrenciler doğrudan demokrasi örnekleri geliştirerek yeni bir üniversite tarifi yapıyor. Yapılan her eylem, görüşme, etkinlik tüm sınıfların tahtalarında yazıyla, kapılarında afişle, sosyal medya aracılığıyla duyuruluyor. Sahte ÖTK'lara inat; yapılan anketlerle her üniversitelinin talebi fakültelerde bu süreçte oluşan gerçek temsilciler tarafından temsil ediliyor, iletiliyor. Tüm üniversitelilerin söz ve karar hakkının oluştuğu Bologna'ya karşı öğrenciler demokratik üniversite modelini büyütme ve hakların kazanılması mücadelesi devam ediyor.
ÜNİVERSİTELİLER TALEPLERİNİ YÖK BAŞKANINA TAŞIDI Gökhan Çetinsaya YÖK Başkanlığı’na seçildiği günden bu yana durmaksızın YÖK Reformu için hazırlıklarını sürdürüyor. Reform öncesi toplantı sıklığını artıran Çetinsaya, bölge toplantıları yaparak rektörler ve ÖTK Başkanları ile buluşuyor. Rektör ve öğrenci temsilcilerinin önerilerini alarak reform öncesinde AKP demokrasisini işletiyor. Her biri üniversitelerde AKP temsilcisi gibi çalışan rektörler ve üniversitelilerin gerçek sorunlarından bir o kadar uzak ÖTK Başkanları’yla yapılan toplantılar sorunsuz ilerliyor. “Herkesin fikrini alıyoruz” mesajını veren Çetinsaya aynı zamanda eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın deneyimlerinden faydalanarak düştüğü “hataları” tekrarlamamaya özen gösteriyor. Buluşmalarda muhalif ses istemeyen Çetinsaya, buluşmaları sır gibi saklayarak, sessiz sedasız gerçekleştiriyor. Geçtiğimiz yıl YÖK buluşmaları öncesinde yaşanan görüntüleri tekrarlanmasını önlemeye çalışıyor. Beşiktaş’tan, Ankara’ya, Erzurum’a geçtiğimiz yıl AKP ve Yusuf Ziya Özcan’ın korkulu rüyaları olan üniversiteliler Çetinsaya’nın bu özel çabasına rağmen İstanbul’da Vakıf Üniversitesi rektör ve ÖTK başkanları ile yapacağı buluşmada yakaladılar. "Üniversitede haklarımız rektörlere şartlarımız var” kampanyası yürüterek binlerce üniversitelinin taleplerini birleştiren Kolektifler, üniversitelilerin acil 5 şartını hayata geçirebilecek yetkiye sahip olan Çetinsaya’ya iletmek üzere Validebağ
Adile Sultan Kasrı Öğretmenevi önüne gelerek Çetinsaya'ya görüşme taleplerini ilettiler. Kolektifler'in yıllardır üniversitelerde yürüttüğü mücadelesi ve kazanımlarının yanına geçen sene Tayyip Erdoğan’ın yaptığı rektör görüşmelerinde yapılan polis müdahalelerinin tekrarlanıp, tepki toplayarak "demokrat" imajını kaybetmek istemeyen Çetinsaya Kolektifler'in görüşme talebini kabul etmek zorunda kaldı. Görüşmeye giren Kolektif temsilcileri Kolektifler'in, son kampanyalarını anlattıktan sonra Çetinsaya'ya üniversitenin acil 5 şartını sıraladılar. Çetinsaya şartların geneline “bakacağım” ilgileneceğim diye geçiştirirken Kolektifler ise Çetinsaya'ya şartlarının takipçisi olacaklarını bu şartların yerine getirilmediği takdirde Kolektifler'in yumurta eylemlerinin de devam edeceğini belirtti. Görüşmenin ardından açıklama yapan Kolektif temsilcileri şartlarının geçiştirilebilir şartlar olmadığını hepsinin acilen yerine getirilmesi gerektiğini belirttiler. Görüşmenin ardından üniversite sorunlarını enine boyuna inceleyen Üniversiteli Araştırma Dosyası’nı YÖK Başkanı’na ileten Kolektifler, 2. randevu için YÖK Başkanı’ndan randevu bekliyor. 2. buluşmadan önce boş durmayan Kolektifler, Kolektif Hukuk Birimi ve akademisyenlerin başlattıkları “Disiplin Yönetmeliği” yerine üniversite bileşenlerinin haklarını, ifade özgürlüklerini merkezine alan “Üniversite Yönetmeliği” çalışmasını hızlandırdılar.
TÜRKİYE ÜNİVERSİTELER MECLİSİ TOPLANDI 25-26 Şubat'ta Türkiye'nin 40 üniversitesinden gelen yüzlerce üniversiteli Tayyip Erdoğan'nın “dindar nesil” yetiştirme hasretine inat Kolektif oldu. Paralı eğitime, zorbalığa, AKP’ye karşı “Kolektif Olalım” diyen Öğrenci Kolektifleri Türkiye Üniversiteler Meclisi'nde (TÜM) biraraya geldi. İlk gün yapılan 2. Kolektif Genel Kurulu'na katılan; BKM oyuncusu Emre Canpolat, tiyatrocu Barış Atay, gazeteci Hilmi Hacaloğlu ve Özgür Mumcu, yazar Cezmi Ersöz, Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, Almanya ve Kıbrıs gençlik örgütlerinden temsilciler, Dikmen Vadisi direnişçisi Tarık Çalışkan konuş-
ma yaparak genel kurulu selamladılar. Kolektif Yürütme Kurulu temsilcilerinin seçilmesinin ardından tiyatro gösterimi ve konserle ilk günü geride bırakan Kolektifler 2. gün TÜM'de buluştu. Türkiye'nin ve Dünya'nın siyasal gündemini değerlendiren üniversiteliler, üniversite ve gelecek dönem tartışmasının ardından "Üniversitede haklarımız, rektörlere şartlarımız var" kampanyasının şartlarını belirledi. Tartışmaların ardından iletişim, hukuk, Kolektif Sinema, tıp, eğitim ve mühendislik atölyelerinde her alana özgü deneyimlerini paylaşan Kolektifler 2 günlük programı sonlandırdı.
SAYFA 06
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
“BABA OCAĞININ” KORUNMASI Boşanmış her kadına, “sevgilisi olmaması kaydı ile” aylık 250 TL verileceğini, Mardin’de yapılan “Büyüyen Türkiye, güçlenen kadınlar” etkinliğinde buyuran Tayyip Erdoğan, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yürürlüğe giren, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un kimi koruduğunu açıkladı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, oluştururken ikiyüzlülüğünü kamufle etmek için feminist yapılara danışarak hazırladığı kanun, kadını birey olarak tanımayan, ‘kutsal aile’ kavramını yaşatmak ve yüceltmek amacıyla oluşturulmuş birçok madde içeriyor. Şiddet gören kadını ‘savunacak’ hakimin, aile mahkemesi hakimi olması, sığınma talep eden kadının evli olması şartının aranması, kocasından değil de sevgilisinden ya da tanımadığı bir erkekten şiddet görmesi üzerine, koruma önlemlerinin yasa kapsamı dahilinde olmaması bunun en açık göstergesi. Aynı zamanda maddeler arasında, şiddet uygulayan erkeğin kendini savunabileceği birçok boşluk bulunduran yasa adeta, birçok kanun gibi sorunu çözmemek, uygulamamak, için çıkartılmış. Kanunun denetimi ise mülki
amirlerin (vali, kaymakam vs.) inisiyatifine bırakılmış. Yasa, kadına yönelik şiddeti; toplumsal, ekonomik, siyasal sistem sorunundan bağlarını koparan, elektronik kelepçe, panik butonu gibi kendi başına anlamlı, ancak sorunu temelinden çözmek adına yetersiz, “şiddet sonrası” önlem almak adına uygulamalardan oluşmakta. Ayrıca şiddeti toplumsal temellerinden ayırıp, kişisel sorun gibi algılayan ve algılatan yasa, kadına yönelik şiddeti engellemek yerine, aile içinde tanımlanmış kadını koruyup, kollamayı hedefliyor. Ne salt teknoloji ne de uygulanmayan yasalar; bu ülkenin yargısı, tecavüzcüleri koruduğu sürece, bu ülkenin medyası kadın bedenini para kaynağı olarak gördüğü sürece, bu ülkenin eğitim sistemi kadınlara amfileri değil de koca evini adres olarak gösterdiği sürece, 10 yıldır %1400’lük bir artış gösteren, her gün 5 kadının ölümü ile sonuçlanan, cins kıyımını engelleyemez. 4+4+4 neyin hesabı? Geçtiğimiz günlerde meclisten kavga gürültü geçen yeni eğitim uygulaması, hesabı zor
gözükse de, matematiksel simgelerin altında yapılmak istenileni çok açık bir şekilde gösteriyor. Kesintili, kesintisiz eğitimle, okullar piyasanın kulu kölesi, gericiliğin ise üretim merkezi haline getirilirken, bu üretimin çıktısı ise çocuk gelinler ve çocuk işçiler oluyor. Toplumsal cinsiyet normlarının yoğun bir şekilde hayat bulduğu ülkemizde, kız çocuklarının okuma oranı %66.14 iken, 8 yıllık temel eğitimini tamamlamamış ya da yarıda bırakmış çocukların % 70'e yakınının kız olduğu yapılan araştırmalar sonucu tespit edilmiştir. Üniversiteye gelince de kadın-erkek arasındaki bu eşitsiz oran değişmemiyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, Türkiye’de yaşanan çocuk gelin skandalını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Avrupa ülkeleri sayılan ülkeler arasında Türkiye %14 ile çocuk gelin oranı %17 olan Gürcistan’ın ardında 2. sırada gelmektedir. 4+4+4 eğitim sistemi ile kesintili hale gelen eğitim hayatında, kız çocuklarının 4. sınıftan sonra sınıflarından kopartılıp, koca evine gönderilmesinin olanağı devlet eliyle arttırıldı. AKP’nin yıllardır ilmek ilmek ördüğü yeni
muhafazakar kadın modeli, kadını 3 çocuk doğuran, fıtratı gereği ‘erkeği’ ile eşit olamayan anne olarak tanımlamaktadır. Bu modeli, kadını aile içine hapsettiği bakanlığı, cinsiyetçi-gerici eğitim sistemi ve medyası ile dayanışarak örgütlemektedir. Tayyip Erdoğan ikiyüzlü siyasetini medya aracılığı ile “Kız çocuklarımızı okutun” diyerek yaymaya çalışmaktadır. Ülkenin ‘erkleri’ kadın adına, gerek mecliste el kaldırıp indirerek, gerek ise yumruk yumruğa bir takım yasalar geçire dursun, biz kadınlar olmamız gerektiği yerde, yüzyıllardır olduğu gibi mücadelemize sahip çıkarak sokaklardayız. Bu yıl 8 Mart, adaletin terazisinden geçemeyen N.Ç Davası’nın, adımızın çıkartıldığı bakanlığın ve ikiyüzlü yasalarının, Tayyip Erdoğan’nın her yıl olduğu gibi ağzından savurduğu kadın düşmanı söylemlerinin, gün be gün artan kadın cinayetlerinin, tacizin, tecavüzün ve bunları savunan yargının ardından, daha bir coşkuluydu. Türkiye’nin dört bir yanında sokaklara dökülen kadınlar, AKP’nin ikiyüzlü balonunu patlatarak, tacize, tecavüze, erkek şiddetine karşı isyanı büyüttü.
Kadın
Kocaeli Üniversiteli Kadın Kolektifi ritim atölyesi ve tartışma atölyesi kuruyor. Ritim atölyesinde; bendir, darbuka, def, zil, erbane ve marakas gibi birçok çeşitte ritim aletleri kullanıiacak. Tartışma atölyesinde feminizm, siyasal İslam, kadın hareketi ve homofobi başlıkları buluyor. 13 Mayıs’a kadar, belirlenen tarihlerde tartışma atölyesi gerçekleştirilecek. Ritim atölyesi ise düzenli aralıklarla çalışmalarını sürdürecek.
İSYANI BÜYÜTENLER SOKAKLARDA Her yıl 8 Mart'ta tacize tecavüze kadın düşmanlığına karşı sokağa çıkan üniversiteli kadınlar bu yıl "isyanı büyüt" sloganıyla yine alanlardaydı. 8 Mart öncesinde Üniversiteli Kadın Kolektifi Meclisi'nde bir araya gelen kadınlar feminizm ve güncel kadın politikası tartışmalarının ardından üniversiteli kadınların ilke ve esaslarını ’9 Soruda Üniversiteli Kadın Kolektifi’ adı altında birleştirdi. Tartışmaların ardından üniversiteli kadınlar 8 Mart'ta sokaklara hangi politik çizgide çıkacağını da belirledi. Bu çizgide 8 Mart programını oluşturan kadınlar bu yıl daha güçlü, daha hazırlıklı bir sürecin pratik araçları üzerinde ortaklaştı. Coşkulu renkli ve güçlü bir 8 Mart'ı geride bırakırken ÜKK Meclisi'nde ortak kararla belirlenen "Sesini yükselt, isyanı büyüt" sloganıyla Türkiye genelinde üniversiteli kadınlar tek ses oldu. Böylece hem ortak dil tutturuldu hem de fanzin, dergi ve
kadın tiyatrolarıyla 8 Mart süreci daha renkli ve dolu dolu geçti. Geçen yıl 8 Mart'a İstanbul, Trabzon, Ankara, İzmir, Eskişehir, Bursa, Mersin, Isparta, Kocaeli gibi illerde sokağa çıkılırken bu yıl Çanakkale, Edirne, Zonguldak, Tekirdağ, Bilecik illerinin de eklenmesiyle bu sayı oldukça arttı. Üniversiteli kadın çalışmasının büyümesi ve ilerlemesi, kadın düşmanlığında patlama yaşanan bu dönemde etkili müdahale araçlarının geliştirmesi, üniversiteli kadınlarla birebir temasa geçilmesi (fanzin, dergi dağıtımı) ve kadın düşmanlarını teşhir etmekten hiç vazgeçilmemesiyle sağlandı. Geçen yıla oranla birçok üniversitede kadınlar 8 Mart'ta sokağa çıktı ve sokak çağrısını üniversitelerinde renkli, yaratıcı üretimleriyle yaptı. 8 Mart öncesinin yoğun hazırlık süreci ise eylemlerde üniversiteli kadınların kitleselleşmesi sonucunu getirdi. Bu süreçte sağlanan ivme ÜKK açısından iyi değerlendirilerek, bütün bir döneme bu hareketlilik
YARGI
kadınları 8 Mart'ta sokaklara isyanı büyütmeye çağırdı. Hazırlanan videonun ardından KTÜ’de kadın cinayetlerine tacize tecavüze kadın düşmanlığına karşı isyanı büyüt sloganıyla üniversite içinde bir yürüyüş gerçekleştirildi. ÜKK; Ankara'da, İzmir'de, Mersin'de ve İstanbul'da çıkarılan fanzinlerle tüm üniversiteli kadınları alanlara, isyanı büyütmeye davet etti. Çanakkale'de 18 Mart Üniversitesi 8 Mart
ÖZGÜRLÜĞÜN ÇÖP TENEKESİ ve canlılık yansıtılabilir. Bu yıl başlatılan kadın atölyelerinin devamlılığı sağlanabilir, böylece kadınların tartışma atölyelerinde bir araya gelmeleri hem bir dayanışma örneği teşkil ederken hem de güncel siyaset tartışılarak ÜKK'nın güncel siyasete müdahale araçları geliştirilmiş olur. Ayrıca üniversitelerde paneller düzenlenerek, kadın buluşmaları
yapılarak üniversiteli kadınlarla iletişim sağlanabilir. Üniversiteli kadınların isyanını büyütmek için mücadelenin 8 Mart'larda yükselişe geçen hızını, bütün yıla yaymada tartışma atölyeleri ve paneller iyi argümanlar oluşturuyor. Tüm üniversiteli kadınlar sokaklardaki coşkusunu, dinamizmini sesini daha da yükselterek, isyanı büyütmeye devam edecek.
günü sokak tiyatrosunda buluştu. Üniversiteli kadınlar Bursa'da "Karanlıktan bıktık sokağa çıktık” sloganıyla, İzmir'de ve Isparta'da "AKP'nin balonunu patlatıyoruz" sloganıyla eylemler gerçekleştirildi. Zonguldak, Edirne, Kocaeli gibi diğer birçok ilde film gösterimleri, paneller ve sergilerle oldukça zengin etkinlikleriyle üniversiteli kadınlar isyanı büyütmekte kararı olduğunu gösterdi.
İzmir’de 15 yaşında genç bir kadına tecavüz edip, görüntüleri kameraya kaydeden ve genç kadına şantaj yapan 2 kişiye hakim tahliye kararı verdi. Hakim tecavüzcülerin korumalığını üstlenerek tahliye kararına itiraz eden anneye "kızına sahip çıksaydın" dedi.
90
GÖREVİMİZ AKLAMAK
Yargının skandal kararları dur durak bilmiyor. 'Erkek çizgisini' terk etmemeye kararlı olan yargı; boşamak isteyen eşini, öldüren kocanın müebbet hapis kararını bozuyor, kadınlara rızasıyla tecavüze uğradığını söylüyor. Sonrasında da Sakarya'da tecavüze uğrayan 13 yaşındaki Ö.D'ye tecavüz eden ve tutuklanan 2 kişiyi tahliye ediyor, Ö.D intihar etmek istiyor. Tacizcileri, tecavüzcüleri ve katilleri aklamakta üstüne tanımayan yargı görevini layıkıyla yerine getiriyor.
HAREKETLİ BİR 8 MART’A HAZIRLANIRKEN Üniversiteli Kadın Kolektifi 8 Mart hazırlıklarında özgün üretimleriyle öne çıktı. Bursa'da Uludağ ÜKK Tiyatro Atölyesi uzun süredir hazırlıklarını sürdürdüğü "Kadınlık bizde kalsın" adli tiyatro oyunuyla yüzlerce üniversiteli kadınla buluştu. Trabzon'da KTÜ ÜKK'nin yoğun emekleri sonucunda zengin içeriğiyle insaniye Dergisi'nin 5. sayısı çıkarıldı. Ayrıca Ankara ve KTÜ ÜKK hazırladığı çağrı videosuyla bütün üniversiteli
6
Enine-Boyuna isimli televizyon programında Okan Bayülgen Melih Gökçek’e “Bizim ne zaman bir gay belediye başkanımız olacak?” sorusunu sordu. Gökçek homofobik tavrından taviz vermeyerek ”Tabii bizim kendimize göre bir yaşam tarzımız, örfümüz geleneklerimiz var. İnşallah bizim Türkiye’de gay belediye başkanı olmayacak ve olmamalı.” dedi.
SİNİR KATSAYISI 95
TUİK'in 2011 Yılı "Yaşam Memnuniyeti" araştırmasına göre kadınlarda mutluluk oranı %64,6 iken, erkeklerde bu oran %59,5'dir. Evli bireylerin %65,5'i mutlu iken, evli olmayanlarda bu oran %52,9'a düşüyor. Kadının eşiyle tartışmaması gerektiğini düşünen kadın oranı; %49.3. Kadının davranışlarından erkeğin sorumlu olması düşünen kadın oranı: %47,4. Kadının elindeki parayı istediği gibi harcamasını yanlış bulan kadın oranı; %65.8. Ev işlerini erkeklerinde yapması fikrine katılmayan kadın oranı %66.7. Bu oranların ortaya çıkardığı tabloya göre, Türkiye topraklarında yaşayan kadınlar, mutlu mesut hayatlarına devam ediyor. Kocaları ise mutluluk kaynaklarının pınarını oluşturuyor. Araştırmanın nerede, kimlerle, hangi koşullarda yapıldığı ise merak konusu. Türkiye'de bu oranların çıkabildiği bir il, ilçe, köy, kasaba mevcut mudur? Yoksa bir devlet kurumu olan TÜİK bizi yanıltıyor mu? Gerçeği yansıtmaktan tamamiyle uzak olan bu araştırma da özgürlüğün çöp tenekesinde yerini almaya hazırlanmalı.
SAYFA 07
İstanbul Üniversiteli Kadın Kolektifi, “Bize acil eşitlik gerek” kampanyasının sonuçlarını KYK önünde yapılan eylemle basına duyurdu. Çapa’dan Kredi Yurtlar Kurumu’na yürüyüş gerçekleştiren İstanbul ÜKK, taleplerini açıkladı. Eylemde geçen dönemin kampanyası olan “Bize acil eşitlik gerek" anketlerinden çıkan sonuçlar basına duyuruldu. Anketlerde öne çıkan “Kız değil kadın yurtları”, “Kadın Sağlığı Merkezleri”, “Burslarda pozitif ayrımcılık” taleplerinin üniversiteli kadınlar için önemi vurgulandı.
Kadın SAYFA 7
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
Kadın Avukatlar Kurultayı’nın ilki 21-22 Nisan’da Ankara’da gerçekleşecek. İlki yapılacak olan kurultay kadın bakışını ve farkındalığını yaratmak, sorunları tespit etmek, çözüm üretmek için toplanıyor. Kurultayın başlıca konu başlıkları arasında toplumsal cinsiyet eşitliği ve hukuk eğitiminde cinsiyetçi ögeler ve çalışma yaşamında cinsiyetler arası eşitlik ve kadın avukatlara etkileri gibi konular yer alıyor.
İsyanı büyütenler sokaklarda Kadınlar üzerindeki her türlü baskı, şiddet, ayrımcılık göreceli olarak özerk olan kampüs hayatının her alanında da üniversiteli kadınların üzerinde çeşitlenen biçimlerde görülüyor. Erkek egemenliğini yurtta, amfide, kampüs içinde; giriş- çıkış saatleri, cinsiyetçi müfredat ve meslek dağılımları, taciz, tecavüz gibi baskı ve şiddet aygıtının kontrol mekanizmasının başında görmek mümkün. AKP'nin 10 yıllık iktidarı süresince tırmandırdığı kadın düşmanlığı üniversitelerde de baskı ve şiddetin artmasıyla kendini gösteriyor. Üniversiteli Kadın Kolektifi "Bize acil eşitlik gerek" kampanyasıyla Türkiye'nin birçok üniversitesinde tüm ayrımcılıklara, baskıya ve şiddete karşı farkındalık yaratmaya, üniversiteli kadınlarla birlik olmaya çağırdı.
Kampanya kapsamında üniversiteli kadınların yaşadığı temel sorunları belirlemek, kadın sorununa bakış açısını öğrenebilmek amacıyla bir anket hazırlandı. Anketin hazırlık ve değerlendirme sürecinde akademisyenlerle birlikte çalışıldı ve farklı birçok bölümden akademisyenin desteği alındı. Yurtta, kantinde, fakültelerde üniversiteli kadınlarla birebir yapılan anket; yurtlardaki barınma koşulları, yaşanan maddi sıkıntılar ve giderilme yöntemleri, part-time işlerde ve kampüs içinde yaşanan taciz olayları gibi sorunların akademik bir araştırması niteliğindedir. Toplamda 1496 anket İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Kütahya, Samsun ve Edirne’de üniversiteli kadınlara uygulandı. Anketin sonuçları üniversitelerde yaşanan ayrımcılığı, baskıyı ve şiddeti somut bir veri şeklinde göz önüne koyuyor. Anket ülke genelinde yaşanan kadın sorunuyla üniversite içinde yaşanan kadın sorununun zemin benzerliğini ortaya koyuyor. Anketten yüksek oranda çıkan kadınlara ekstra burs, kız değil kadın yurtları, kadın danışma ve sağlık merkezleri talepleri üniversite içinde bu taleplerin gündem edilmesini ve gerçekleştirilmesinin zorunluluğunu gösteriyor. Mimar Sinan Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Tülin Ural'ın değerlendirdiği ÜKK anketinin sonuçları üniversite içinde gerçek eşitliği sağlamaya dönük taleplerle yol gösterici olma özelliği taşıyor.
Kız değil kadın
Kadın danışma merkezi Üniversiteli kadınların taciz, tecavüz, kadına şiddet, cinsellik, dönemsel sıkıntılar gibi kadınların karşılaşabileceği tüm sorunlara ve kadınların tüm ihtiyaçlarına psikolojik, hukuksal, sosyolojik nitelikte destek verebilecek merkezlerin bulunması gerekiyor. Çoğu üniversite içinde var olan KASAUM (Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi) üniversiteli kadınların sorunlarına çözüm olmamakta ve ilgi alanına kadın öğrencileri koymamaktadır. ÜKK'nın anketinden çıkan sonuca göre üniversiteli kadınların %88'i kadın danışma merkezi talep ediyor. Bu sonuca göre üniversiteli kadınlar işleyişinde söz hakkının bulunduğu, karşılaşılan tüm sorunlara ve ihtiyaçlara destek verecek kadın danışma/araştırma merkezlerinin açılmasını ya da halihazırda bulunan KASAUM'ların bu nitelikleri taşımasını talep ediyor.
Pozitif ayrımcılık temelinde burs Kadınların %79'u pozitif ayrımcılık temelinde burs talep ediyor ÜKK'nın anketine göre üniversiteli kadınların %56 gibi bir oranı okul masraflarını karşılamakta zorlanıyor. Büyük çoğunluk aile desteği ile Kredi Yurtlar Kurumu kredi ve burslarını birleştiriyor. Çalışanların büyük oranı (%11’in %7’si) yarı zamanlı işlerde çalışıyor. Çalışanlar başta psikolojik olmak üzere sözlü ve fiziksel tacize uğradıklarını ve çok yorulduklarını kaydetmektedirler. Çalışanların yarısından fazlasının okul başarısı düşmektedir. Üniversiteli kadınların ekstra burs alması gerektiğini düşünenler %79‘dur.
Mor Çatı Kadın Sığınağı’nın görüşleri: Biz kadınlar yaşamın her alanında olduğu gibi üniversitelerde de patriyarkal değer ve uygulamalarla, cinsiyetçi tavırlarla karşı karşıya kalıyoruz. Üniversiteli Kadın Kolektifi’nin patriyarkanın gündelik pratiklerimizdeki izini kampuslardan yola çıkarak sürdüğü bu çalışmanın önemli bir alana odaklandığını düşünüyoruz. Araştırma sonuçlarına dayanarak, üniversiteler içerisinde kadın danışma ve dayanışma merkezleri ile sağlık birimlerinin kurulması önerilerini kadına karşı şiddetle mücadele eden feminist bir kadın örgütü olarak destekliyoruz. Son aylarda İstanbul’daki üniversitelerde de kampus içindeki taciz ve tecavüz vakalarında üniversitenin acil müdahalesini ve yaptırımını öngören bir yönetmelik hazırlanmasına yönelik çalışmaların başladığından, bu konuda Eğitim-Sen’li akademisyenlerin de sürece kat-
ÜKK'nın anketine göre öğrencilerin %30’u ‘kız’ olarak anılmak istememekte, %27’si tutum belirtmemekte, %26’sı ise bu sıfatla anılmayı istemektedir. %32 ‘kadın’ olarak anılmak istememekte, %27 tutum belirtmemekte ve %39 ‘kadın’ olarak anılmakta sorun görmüyor. Öğrencilerin %41’i yurtların adının ‘kadın’ yurdu olarak değişmesini istememekte, %21 tutum belirtmemekte, %37 ise yurtların adının değişmesini istiyor. Yine de genel hatlarıyla ‘kadın yurdu’ tanımı, her ne sebeple olursa olsun, ataerkil bir toplumda tahmin edilebilecek orandan daha fazla rağbet görmüştür. Kadın öğrencilerin cinsel etkinlik içinde olup olmadıklarını etiketlemeye çalışan sıfatlara karşı tepkili olmaya başladıkları açıktır; ama bu tepkinin sebepleri öğrenciler açısından farklı farklı olabilir.
Yurt ve barınma olanakları Öğrencilerin %48’i yurtlarda kalıyor. Bunların da %31’i KYK, %13’ü üniversite ve %5’i özel yurtlarda barınıyor. Öğrencilerin %27’si saat kısıtlamasından ve yurt fiyatlarından yakınıyor. Bu yakınmalar ‘diğer’ kısmında da sıkça ve ayrıca belirtilecek kadar öne çıkıyor. Bunun dışında yine %25 civarında hijyen ve çalışma koşullarından yakınılmış; %15 civarında öğrenci ulaşım ve yurt yollarında aydınlatmanın yetersizliğini öne çıkarmıştır. Bir kısım üniversiteli kadın; personelin denetimciliği, namus bekçiliği, kötü davranışı gibi konuları ya da erkek yurtlarında gösterilen hoşgörünün gösterilmemesi gibi ayrımcı davranışı ayrıca belirtme ihtiyacı duymuştur. Ayrıca yurt odalarının kalabalık olması da öne çıkarılmıştır.
Tacize karşı önlem ÜKK'nın anketine göre her 4 kadından 1'i tacize uğramıştır. Bu taciz çoğu durumda sözlü, ancak %5 gibi çok yüksek bir oranda da fiziksel olmuştur. Psikolojik taciz %8 oranındadır. Tacizcilerin %4’ü güvenlik, %5’i akademisyen, %18’i öğrenci, %2’si okul çalışanıdır; başka bir deyişle öğrenci olmayan tacizciler %11 oranındadır. Bu çok yüksek oranlara rağmen birçok üniversitede kadın öğrencilerin sorunla baş etmesine yardım edecek birimlerin bulunmadığı açıktır.
Kadın sağlığı merkezi Kadınların %91'i sağlık merkezi talep ediyor Üniversite içinde bulunan medikolar oldukça yetersiz kalmaktadır. Mediko içinde özellikle kadınlar için ayrı bir sağlık birimi ise bulunmuyor. ÜKK'nın anketine göre ise üniversiteli kadınların %91'i kadın sağlığı merkezi talep etmektedir.
kıda bulunduğundan haberdar olduk. Bu tür çalışmaların kadın dayanışması yoluyla ortaklaşabilmesini ve direnişimizin güçlenmesini diliyoruz. Bununla birlikte, bu faydalı çalışmanın sonuçlarını belki ilerleyen çalışmalarda yeniden değerlendirmek gerektiğini düşünüyoruz. Verilen “çok kardeşli öğrencilerin Güneydoğu kökenli olduğu” demografik bilgisinin ayrımcı bir tutuma ön açabileceğini göz önünde bulundurmak, patriyarkanın sosyoekonomik sınıf ya da coğrafi alan gözetmeksizin hayatlarımızı biçimlendirdiğinin altını ısrarla çizmek gerektiğini savunuyoruz. Araştırma sonuçlarının genel bir okuyucu kitlesini hedef aldığı da göz önünde bulundurularak “muhafazakârlık”, “cinsiyetçilik”, “namus” gibi kavramların imlediklerini detaylı tartışabilmenin feminist tezimizi güçlendireceği kanısındayız. Dayanışmayla..
Bekaretin önemi Çok kritik sorulardan biri olan ‘bekaret benim için önemlidir’ ifadesine katılmayanlar %29’luk, katılanlar ise %57’lik kısmı oluşturmaktadır (ortada bir tutum benimseyenlerin ya da kesin fikir belirtemeyenlerin oranı %14’tür). Bekaret önemlidir ifadesine katılmayan öğrencilerin yarıdan fazlası 3 büyük şehirde yaşamakta ve okumaktadır. Toplumsal baskı nedeniyle bekareti önemsediğini söyleyenlerin oranı %16 iken, bu ifadeye katılmayanların %66'dır. Bekareti önemseyen öğrencilerin oranı açık farkla yüksek olmakla birlikte Türkiye toplumunda bu konudaki hassasiyet göz önüne alındığında, yine de önemsemeyen öğrencilerin %29 gibi bir oranı yansıtması (hele ki açık tutum belirtmeyen %14 öğrenci ile beraber düşünüldüğünde) önemli bir göstergedir. Erkek egemen değerlerin halen güçlü olduğu bir toplumda bekaret konusuna karşı açıkça tutum alan ya da bu konuyu kafasında tartışsa veya çekimser kalsa da ‘önemsiyorum’ ifadesini açıkça kullanmayan öğrencilerin %33 gibi bir oranda olması artık bu konunun üniversiteli kadınlar açısından tartışılabilir olduğunu göstermektedir.
Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Tülin Turan'ın değerlendirmesiyle sonuçlanan ÜKK anketleri ve ÜKK'nın bu çalışmasına dair görüşleri: Bu anket çalışması her şeyden önce ÜKK'da ya da benzer siyasal oluşumlarda çalışan öğrencilerimizin dünyaya merakla baktıklarını, kendi kanaatlerini geliştirirken diğer öğrencilerin görüşlerini anlamaya çalıştıklarını, bunun için zaman ve emek harcadıklarını gösteriyor. Benim gibi birçok hocanın da öğrencilerine katmak istediği, öğrencilerimize katmak istediğimiz, katmayı amaçlamamız gereken temel değerlerden bazılarını, bilimsel merakı ve toplumun sorunlarına (bilgi ve olgusal verilerle donanmış olarak) duyarlı olma hassasiyetini temsil ediyor bu öğrenciler. Elbette anketin birçok sorunları var; bir öğrenci inisiyatifinin
düzenlediği bir çalışma olduğundan bu da anlaşılabilir bir durum. Ama bu çalışmanın varlığı dahi, bu gençlerimizin, tek dertlerinin iddia edildiği gibi birilerinin sesini susturmak üzere yumurta atmak ve tek marifetlerinin de hedefi tutturmak olmadığını; içinde yaşadıkları dünyayı dönüştürmek için onu anlamaya çalıştıklarını, o yumurtaların arkasında başka dertlerinin de olduğunu bize kanıtlamaz mı? Derin sorunlarla uğraşan ve derin sorunlara gebe bir dönemde, hemen herkesin kendini tüketim rüyasına kaptırdığı bir çağda, böyle gençlere aslında çok ihtiyacımız var. Ülkemizde millî eğitimin hedeflerini tanımlayan resmî belgelere bakmak bile, şu ya da bu görüşte olmaları fark etmeksizin, böyle gençleri, saçmalığı ile akılları zorlayan iddialarla hapislerde çürütmek yerine, aslında başımızın üstünde taşımamız gerektiğini gösteriyor bana kalırsa.
SAYFA 8
SœYAH 6MA
SAYFA 9
KIRMIZISARI
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
DOSYA
KONTRGERİLLA Türkiye toplumsal muhalefeti için Mart ayı, devletin “tehlikelilere” karşı mücadelesinde organize ettiği katliamları unutmadıkları ve unutturmayacaklarını kanıtlama önemi taşıyor. 30 Mart 1972’de Türkiye devrimci hareketinin öncülerinden Mahir Çayan’ın da aralarında bulunduğu 10 devrimcinin Niksar’ın Kızıldere köyünde katledilmesi, 16 Mart 1978 Beyazıt Meydanı’nda toplu çıkışta atılan bombayla 7 üniversitelinin, 12 Mart 1995’de Gazi Mahallesi’nde başlayarak Ümraniye’ye de sıçrayan olaylarda ise 17 kişinin öldürülmesi Mart ayına not düşülen kontrgerilla katliamlarının başında geliyor.
Yükselen toplumsal muhalefeti zayıflatmak ve bastırmak için kontrgerilla yöntemlerine sık sık başvuran devlet, katliamların üstünü örtmek ve toplumu ikna etmekte zorlandı. Kontrgerilla ilişkileri ve aktörleri gün yüzüne çıkarken, üzerinden geçen yıllara rağmen toplumsal bellekten silinmedi. AKP de bu davalara yaptığı müdahalelerle geçmişte yaşananların yanı sıra Türkiye’deki kontrgerilla gerçeğini de belleklerde tazeledi. Kızıldere’de öldürülen devrimcilerle ilgili etkinlikleri her fırsatta suç kapsamında değerlendiren ya da suçmuş gibi gösteren, Beyazıt Katliamı’nda zamanaşımı kararı alan, katliam faillerinden
polis memuru Reşat Altay’ı Hrant Dink davasından da aklayarak terfi ettiren, Sivas Katliamı davasında da zaman aşımı ile katilleri aklayan ve Uludure’de 34 köylünün öldürüldüğü katliama imza atarak “kaza” diyerek geçiştiren AKP katliam geleneğini sürdürdüğünü gösterdi. AKP bu geleneği sürdürme yolunda attığı her adım aynı zamanda derin devletle hesaplaştığı imajını çizdiği Ergenekon operasyonlarında ise elini zayıflatıyor. AKP’nin tarihi davalarda aldığı kararların altında tercih mi zorunluluk mu yattığını anlamak için Üniversiteli Gazetesi’nin Nisan sayısınında Türkiye’de kontrgerilla faaliyetlerinin enine
KONTRGERİLLA NEDİR? Türkiye’nin yakın tarihine suikastlar, darbe girişimleri, işkenceler, cinayetler, bombalı katliamlarla geçen kontrgerilla dendiğinde akıllara şiddet ve suç işlemek için uzmanlaşmış devletle organik bağı olan kadrolar ve çeteler gelmektedir. Kontrgerillayı bu noktadan hareket ederek açıklamak yanlış sonuca götürmekle kalmayarak, bazı çevreler tarafından da özellikle tercih edilerek kontrgerillanın meşruluğunu sağlıyor ve gerçek düşmanı saklıyor. Kontrgerilla ABD öncülüğünde emperyalistlerin 2. Dünya savaşından sonra NATO ilişkileri çerçevesinde soğuk savaş aygıtı olarak ortaya çıktı. Kapitalist ülkeler Sovyetler Birliği ve komünizm “tehdi-
tine” karşı kontrgerilla aygıtları ile donatılarak, sınıf ve halk hareketlerini bastırmak hedeflendi. Türkiye’de Susurluk Kazası gündeme gelen İtalyan Gladio’su gibi Avrupa ülkesindeki yapılanma, SSCB’nin dağıldığı 1990 sonrası “güvenlik tehdidinin” ortadan kalkmasıyla ihtiyaç kalınmayınca çökertildi. Avrupa ülkelerinde yaşanan tasfiye operasyonları Türkiye’deki kontrgerilla uzantılarında yaşanmadı. Türkiye’deki bu yapıların sürekliliğin sağlanması sadece egemenlerinin bir tercihi ya da kontrgerillayla hesaplaşma eksenli halk muhalefetinin başarısızlığıyla açıklanamaz. Türkiye’de birçok yeni sömürge ülkesinin kopyası şeklinde yapılandırılan kon-
trgerilla bazı yapısal farklılar içeriyordu. Emperyalizmin yeni sömürge ilişkisi kurduğu ülkelerde yukarıdan aşağıya faşizmin kurulmasında rol alan kontrgerilla devletin özünü oluşturdu. Sömürge tipi faşist rejimin Türkiye’de devamlılığını sağlamasının sonucu olarak, Türkiye’de her zaman Amerika-CIA güdümlü hareket eden kontrgerillanın, Türkiye sağıyla yarattığı gelenek tasfiye edilmedi. Egemenler için kontrgerillanın sürekliliği bir seçenek değil, zorunluluk oldu. Susurluk ve Ergenekon gibi derin devletin merkezi unsurlarının gün yüzüne çıktığı dönemlerde egemenlerin ihtiyaçlarına göre tasfiyeler, hesaplaşmalar, yenilenmeler gerçekleşti.
BEYAZIT KATLİAMI Türkiye kontrgerilla katliamlarıyla, ülkenin aydınlarını, ilericilerini, devrimcilerini bastırmak için her dönemde başka planlarla karşımıza çıktı. 16 Mart 1978’de devrimci öğrenciler hedef alınmış ve üniversiteden toplu halde çıkan yaklaşık 150 devrimci öğrencinin üzerine önce dinamit atıldı. Daha sonra aralarında polislerin de bulunduğu arabadan ateş açıldı. Katliam öncesinde emniyete giden yazılı uyarılara rağmen önlem alınmaması, katliamın gerçekleştirilmesine göz yumulduğunu açıkça gösteriyor. Katliamdan 2 yıl sonra bir ülkücünün Susurluk kazasının baş aktörlerinden biri olan Abdullah Çatlı’nın, dinamiti bir yüzbaşından aldığını itiraf etmesiyle katliamın planlı bir şekilde yapıldığı ortaya çıkarken; katliamda kullanılan dinamitlerin ise TSK’ya hibe edilen TNT tipi tahrip kalıbı olması katliamın devlet eliyle yapıldığını kanıtlıyor.
3 Kasım 1996 akşamı, içinde DYP Milletvekili Sedat Bucak, ülkücü katliamcı Abdullah Çatlı, Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ’ın olduğu Mercedes’le bir kamyon çarpışmıştı. Devlet, siyaset, çetenin ortak sonu paylaştığı olayda, yine aynı aracın arkasında kaybolduğu bilinen Emniyet’e ait çeşitli silahların bulunması o tarihe kadar hep şüphelenilen fakat bir tülü ispatlanamayan ilişkiler zincirinin de ilk halkasını oluşturdu. Bu derin ilişkilerin açığa çıkmasıyla ülkede çete-kontrgerilla ilişkilerinin ortaya çıkması için ısrarcı olan bir kamuoyu oluştu. Bu kararlılığın etkisiyle başlayan dava aynı ısrarla devam etmedi. Başlatılan soruşturmayla bu ilişkiler zinciri Özel Harekât Dairesi Eski Başkanvekili İbrahim Şahin, Emekli Yarbay, Eski MİT'çi Korkut Eken, özel timci polisler, Bahçelievler katliamı sanığı Haluk Kırcı’nın da aralarında bulunduğu çeşitli isimlere dek uzadı. Soruşturma sürdükçe kartopu etkisiyle devlet, siyaset kadrolarında yer alan çeşitli isimlerde davaya katılarak zinciri daha net gözler önüne serdi.
GAZİ MAHALLESİ KATLİAMI
Kontrgerillanın özellikle 1990’larda yoğun olarak başvurduğu “kaybetme” yöntemiyle binlerce insan faili meçhul cinayetin kurbanı oldu. İnfazların, kaçırmaların devlet politakası haline geldiği yıllardar bugüne binin üzerinde kişi halen kayıp.
Genelkurmay Başkanlığı’nın ve DYP’nin Azerbaycan’da bir darbe planladığı ‘95 yılı, katliamlar ve faili meçhuller yılıydı. ÖHD’den Osman Gürbüz ve elemanları 12 Mart 1995’de İstanbul Gazi Mahallesi’nde, devrimcilerin ve Alevilerin yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane taradı ve Gazi Mahallesi’nde başlayan tepki ve direniş Ümraniye’ye kadar yayıldı. Olaylar bittiğinde Ümraniye Katliamı ile birlikte geride 22 ölü vardı. Sorumlular yargılanmadı, dava sürüncemede bırakıldı ve 22 canın bedeli olarak sadece 2 polise 4 yıl hapis cezası verildi. 10 yıllık AKP döneminde de Gazi Davası raflardan indirilmez, failleri hesap vermezken, Gazi Katliamını fotoğraflayarak katilleri ortaya çıkarmak için çaba harcayan gazeteci Ahmet Şık, Ergenekon davasında 1 yılını tutuklu geçirdi.
SİVAS KATLİAMI
SUSURLUK KAZASI
AYDIN, GAZETECİ CİNAYETLERİ
1979 yılında Abdi İpekçi’nin kontrgerilla tarafından katledilmesiyle başlayan aydın ve gazeteci cinayetlerine en son Hrant Dink cinayeti eklendi. Abdi İpekçi cinayetinin sanığı Mehmet Ali Ağca tutuklandı fakat asıl talimatın kimlerin verdiği devlet tarafından hep gizlendi. Ardından 22 Temmuz 1980’de Kemal Türkler’in evinin önünde vurularak öldürülmesiyle kontrgerilla katliamlarına bir yenisini daha eklenmiş oldu. Kemal Türkler’in öldürülmesinden sorumlu Ünal Osmanoğlu’na defalarca yerel mahkeme tarafından beraat verildi fakat Yargıtay her defasında beraat kararını bozdu. Dosya en son 2009 yılında zaman aşımına uğradı. 90’lar ise derin devlet tarafından katledilen birçok aydın ve gazeteciyle anılıyor. Kontrgerillanın bu dönemde özellikle ülkenin doğusunda gerçekleştirmiş olduğu eylemlerde katlettiği ve kaçırıp “kaybettiği” gazeteci ve aydının sayısı 50’nin üzerindedir. 19 Ocak 2007’de ise bu cinayetlere Hrant Dink’in eklenmesi ve cinayeti işleyen Ogün Samast’ın devlet eliyle açıkça korunması gazetecilere karşı yapılanlara tepkileri arttırdı. AKP adaleti önce Kemal Türkler davasına zaman aşımı kararını vermesi ardından Ogün Samast’ın çocuk mahkemesinde yargılanmasıyla bir kez daha kendini göstermiş oldu. AKP iktidarı boyunca her defasında “Faili meçhulleri bitireceğiz” diye ortaya çıkan Tayyip Erdoğan katliamlar karşısında verilen kararlara sessiz kalarak (zaman aşımı kararları, cinayetleri işleyenlerin devlet tarafından korunması, yine cinayetlere adı karışan polislere hiçbir yaptırımın uygulanmaması gibi ) tarafını belli etmiş oldu.
KONTRGERİLLANIN TÜRKİYE SEYRİ İçinde bulunduğu dönem ihtiyaçlarına göre farklı adlarda aygıtlarla, aktörlerle bugüne kadar varlığını koruyan kontrgerillanın kökeni cumhuriyetin ilk yıllarına uzanıyor. İttihat ve Terakki’nin kurduğu “Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Teşkilat)” istihbarat örgütü ve sonraki yıllarda oluşacak Milli Amele Hizmeti (MAH)(1927) devletin kontrgerilla geleneğine bıraktığı metodlarla katkı sundu. Bugün tartışılan şekliyle kontrgerillanın kuruluşu ve eşzamanlı Türkiye’ye girişi 2. Dünya Savaşı sonrasında oldu. Soğuk Savaş stratejisinin parçası olarak yeni sömürge ülkeler için tasarlanan “Ulusal Güvenlik Doktrinin” parçası olarak Türkiye’ye uyarlandı. Kontrgerilla, “dış güvenlik” sorunu olan Sovyet işgali ihtimaline karşı, “iç düşmanla” savaşma üzere yapılandırıldı. Her taşın altında NATO ilişkisi Türkiye kontrgerillasının ABD ve emperyalizmle bağı ise NATO üzerinden kuruldu. Türkiye 1952 yılında NATO’ya üyeliği kabul edilirken, imzalanan NATO Ek Protokolü’nde NATO’ya bağlı gizli örgüt kurulması kararı alındı. Özel Harp Dairesi (ÖHD) adı verilen bu teşkilatın tüm ekip ve ekipmanları 1974 yılında Kıbrıs Harekatı ile gerilen ilişkilerle birlikte ABD’nin ambargo uygulanmasına kadar ABD tarafından karşılandı. 1960’lı yılların ikinci yarısına girilirken TİP’in seçim başarısı, DİSK’İN kurulması, gençlik hareketinin üniversitelerde filizlenmesi Türkiye’de devrimci mücadelenin yükseleşine işaret ederken; 1965 yılında Demirel-TSK mutabakatıyla MAH’ın yerine resmi olarak MİT kuruldu. 1970’lere gelinen Türkiye’de Özel Harp Dairesi ve MİT’in etkisi artmaya başladı. 1970’lerde yükselecek sivil faşizmin hazırlıkları, MHP’nin ilk adımlarının atılması ve MHP’li öğrencilerin komando kamplarında eğitilmesiyle bu dönemde gerçekleşti. Kontrgerillanın maşası sivil faşistler 1969’da İstanbul Üniversitesi’nde devrimci öğrenci Taylan Özgür’ün bu dönemde öldürülmesi faşistlerin kontrgerilla merkezli ilk cinayeti oldu. 12 Mart döneminde ise MİT ve ÖHD faaliyetlerini hızlandırarak Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı ve ardından Kızıldere’de Mahir Çayan’ın bulunduğu devrimcileri katledilmesinde rol aldı. 1975 yılında sağ partilerin koalisyonu olarak kurulan Milliyetçi Cephe döneminde ise Alparslan Türkeş liderliğindeki MHP kontrg-
erillanın “katil” ihtiyacını karşıladı. 1975 yılında 34 kişi öldürülürken, 76’da tırmandırılan faşist terör sonunda 106 kişi yaşamını yitirdi.
Hedef darbeye zemin hazırlamak 12 Eylül darbesine giden süreçte ise Abdullah Çatlı’ya bağlı aralarında Oral Çelik, M. Ali Ağca, Haluk Kırcı gibi isimlerin bulunduğu ekip CIA ve kontrgerilla desteğiyle birçok katliam ve suikasta imza attı. Ankara’da Balgat Katliamı’nda 5 kişinin, Bahçelievler’de 7 TİP’linin öldürülmesi, Abdi İpekçi suikasti, Maraş Katliamı ile 16 Mart Beyazıt Katliamı dahil birçok cinayette bu ekip aktif rol oynadı. Susurluk’ta derin devlet kamyonla çarpıştı 12 Eylül darbesine kadar kitleselleşen solun önüne geçmeyi hedefleyen Türkiye kontrgerillasının seyri, darbe sonrası yeniden yapılandırılarak devam etti. SSCB’nin 1991’de dağılmasıyla Soğuk Savaş sona ererken, Avrupa ülkelerinde kontrgerillaya ihtiyaç kalmazken, boşa düşen yapılar tasfiye edildi. Yeni sömürge ülkesi Türkiye’de ise emperyalistlerin Asimetrik Savaş stratejine paralel olarak “İç güvenlik doktrine” göre rejim ve kontrgerilla yapılandırıldı. 1990’lara MGK ve JİTEM gibi kurumlarla girilirken, Kürt
hareketi de kontrgerillanın “düşman” çemberine dahil oldu. Kürt hareketinin düzenlediği mitinglerde, eylemlerde bombalı saldırılar düzenlenmesinden, Kürt işadamları, siyasetçilerin, gazetecilerin suikastlere uğramasına, Kürt köyleri yakılmasına, zorla göçe sürülmesine, gözaltında kayıplara kadar kontrgerilla operasyonları Kürt hareketiyle iç savaş ortamını yarattı. 1990’larda kontrgerilla faaliyetleri hız kesmeden devam ederken, egemenler arasındaki hükümet kurma yarışları-çatışmaları kontgerillanın merkez kadroları arasında da sürdü. Susurluk’ta bir otomobille kamyonun çarpıştığı kazayla derin devlet ilişkileri, siyaset ve çete ilişkileri kamuoyuna tüm kirliliğiyle yansıdı. DYP milletvekili Sedat Bucak ve Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ’la aynı otomobilde yer alan Türkiye kontrgeril-
lasının en kirli aktörlerinden Abdullah Çatlı’nın ilişkileri çözüldü. Toplumsal muhalefetin “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri ile müdahale ettiği süreçte devlet-mafya-siyaset üçgeninin altında kalan Tansu Çiller-Mehmet Ağar’ın da ortağı REFAHYOL hükümetinin ömrü uzun sürmedi. Kontrgerillanın 2000’li yıllarına ise AKP damgasını vurdu. 2002’de tek başına hükümet kuran ve bugün 3. iktidar dönemine giren AKP döneminde egemen güçler arasındaki dengeler yeniden kuruldu. ABD ve sermayenin desteğini alan AKP, neoliberal dönüşeme paralel olarak siyasal rejimde de değişikliğe gitti. İslamcı-liberal rejimle uyum sağlamayan devletin tüm yapılarındaki kadrolarda tasfiyeye gidildi. Bunun kontrgerillaya yansıması ise 2007 yılında Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan bombalarla başlayan Ergenekon Operasyonu oldu. Türkiye kontrgerillasın bir döneminin merkez kadrolarından Veli Küçük gibi isimlerin ve alt kademeden kuvvet komutanlarına kadar askerlerin tutuklandığı bir tasfiye süreci yaşandı. Fettullah Gülen’in uzun erimli çabalarıyla polis teşkilatında başarılan kadrolaşma ile istihbarat ve operasyon başta olmak üzere güç kazanan AKP, bugünde sayısız soruşturma, tutuklama, operasyon ile meyvesini yediği başka bir güce sahip oldu. Medya, yargı gibi destek güçlerle iktidarını derinleştiren AKP bu süreçte Ergenekon davasıyla kontrgerilla artıklarını tasfiye etmek dışında da kullandı. Ergenekon davasıyla bir yanda sivilleşme ve hala iktidar olamayan iktidar imajı verilerek yeni rejiminin inşasında liberallerin desteğiyle zaman kazanıldı. İç ve dış siyasette sıkışıldığında yeni bir Ergenekon operasyonu gerçekleştirerek gündem değiştiren AKP, kamuoyunda yarattığı “meşruluğu” kullanarak muhalefeti bastırmak için bu operasyonlara başvurdu. HES’lere karşı direnen köylüler, deri fabrikasında tek başına grev yapan Emine Arslan, Tekel İşçileri, üniversiteliler de Ergenekoncu ilan edilerek mücadeleleri haksız düşürülmeye çalışılırken; Ahmet Şık, Nedim Şener gibi derin devletle hesaplaşmak için kalemini kullanan gazeteciler Ergenekon Davaları kapsamında tutuklandı. Derin devletle hesaplaşıldığı ve Ergenekon davası çok yönlü kullanan ve tüm operasyonları Ergenekon’a yıkan AKP döneminde gerçekleşen Hrant Dink katliamı ise kontrgerillanın sürekliliğini
2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal şenlikleri için aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, ozanlar Sivas’ta buluştu. Şenliklerin ve katılımcılardan Aziz Nesin’in hedef gösterilmesiyle İslamcı- gerici gruplar eliyle katliam gerçekleştirildi. Şenlik için kente gelenlerin bulunduğu Madımak Oteli’nin yakılmasıyla 33 kişinin katledilesinin ardından birçok kişi gözaltına alındı. Katliamın ardından Katliamın ardından Ankara 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde görülmeye başlanan dava 26 Aralık 1994'te karara bağlandı. Temyiz sonrası Yargıtay kararıyla DGM’nin kararı bozulurken, yargılama yeniden başladı. Sivas Katliamı’nda Refah Partisi kadrolarının ve yöneticilerinin ilişkileri bulunurken, dava avukatlığını ise dönemin iktidarı Refahyol’dan milletvekilleri yaptı. Katliam sanıkları avukatları arasında daha sonra Refah, Saadet, AKP’den milletvekilli ve bakan olacak isimler bulundu. Geçen 19 yılın ardından 13 Martı 2012’de AKP yargısı tarafından alınan kararla zaman aşımı kabul edilerek, katiller bir kez daha aklandı.
kanıtlayarak ve hala hafızlarda güncelliğini koruyor. BBP uzantılı faşistlerin kullanıldığı cinayette parmağı olan sürekli olarak AKP tarafından kullanılan Ramazan Akyürek, Reşat Altay gibi katliam sicilleri kabarık polisler korundu ve sonrasında terfi ettirildi. AKP yine Sivas, 16 Mart gibi katliamları zamanaşımı bahanesiyle koruma altına alarak kontrgerillanın teşhirini engelledi.
SAYFA 10
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
Söyleşi
10
Son dönemde üniversitelilerin en çok izlediği yapımlar arasına giren “Leyla ile Mecnun” dizisinin Erdal Bakkal’ı Cengiz Bozkurt ile söyleşimizi gerçekleştirdik. Gazetemizin yeni sayısında konuk olduğumuz dizi setinde Cengiz Bozkurt ile üniversite, yumurta, tiyatro ve Erdal Bakkal üzerine keyi fle okunacak bir röportaj yaptık.
ÖĞRENCİLER, GENÇLİK, TÜRKİYE’NIN GELECEĞİ BİR ŞEY SÖYLÜYORSA DİNLEMEK LAZIM, DİNLENMİYORSA DA DİNLETMEK LAZIM
ODTÜ fizik bölümünü bitiren Cengiz Bozkurt, tiyatroya adımını ODTÜ Oyuncuları’nda attı. Üniversitenin ardından İngiltere'ye giderek eğitim hayatına devam etti, ayrıca Londra’da birçok oyunculuk atölyesine katıldı. Mehmet Ergen ile birlikte “Arcola Theatre” adında bir tiyatro kurdular. Arcola Theatre İngiltere’de kısa sürede adını duyurmayı başardı. İngiltere’de geçen 14 yılın ardından Türkiye’ye dönen Bozkurt tiyatro oyunculuğu ve yönetmenliğine devam etti. Tiyatrodaki başarısını televizyon ve sinemada da sürdürdü. Fenomen haline geldiği “Erdal Bakkal” rolü ile hala “Leyla ile Mecnun” dizisinde oyunculuğunu sürdürüyor.
Üniversiteli Gazetesi olarak üniversiteye ve üniversitelilere hitap eden bir yayın faaliyeti yürütüyoruz. Bu nedenle size ilk olarak ODTÜ'de geçen üniversite yıllarınızın ve ODTÜ Oyuncuları ile yaptığınız başlangıcın sizin yaşamınızdaki etkilerini, kattıklarını öğrenmek istiyoruz? Ben tam arada kalmış bir kuşağım. 81'de liseyi bitirdim. Ankara Üniversitesi matematik bölümünü kazandım ama orayı bırakıp ODTÜ’ye geçtim çünkü asıl okumak istediğim üniversiteydi. 80’den 84’e kadar bir cadı avı gibi bir şey vardı. İnanılmaz baskı, operasyonlar, tüm örgütlenmeleri çökertme, sindirme, yıldırma politikaları derken son derece hareketli yıllardan geçtik. İlk toparlanmamızı 84 yılında, Öğrenci Dernekleri’nin kurulmasıyla gerçekleştirdik. O zaman 18 bin civarıydı öğrenci sayısı, ortalama 650 kişi baştan üye olmuştu ama bu çok cesaretli bir adımdı ve ODTÜ’nün ne kadar politize olduğundun da göstergesiydi. Öğrenci Derneği’ne üye olan herkes potansiyel olarak tutuklanma tehlikesi, soruşturmaya uğrama, alınıp işkenceye götürülme tehlikesi yaşıyordu. Korkmadık, yılmadık, 84’ten 90’a kadar, ben yurtdışına gidene kadar, o Öğrenci Derneği içinde mücadele ettim. Ayrıca ODTÜ Oyuncuları’nda tiyatro yapmaya da başlamıştım. Fakat tiyatro topluluğumuz Marxizm propagandası yapılıyor diye kapatılmıştı. ODTÜ Oyuncuları olarak, Ankara’da şehir merkezine inmiştik, Metropol Sineması'nda, Gençlik Tiyatrosu adı altında Fransız Devrimi’ni anlatan "Marasat" adlı oyunla tiyatroculuğa da başladım. Mirasımız ODTÜ ÖTK idi, o öğrenci mücadelesini canlandırmak, o örgütlenmeyi model olarak yaygınlaştırmaya çalıştık ama maalesef işte yıllar içinde dernekler süreci kapandı. Sonrasında okuldan atılmak üzere olduğum için yurtdışına gittim. 1990-2004 arasında yurtdışında kaldım. Yurtdışında ne gibi çalışmalarınız oldu? 91 yılında, "Turkish Education Group" adlı dernekte ingilizce dersleri, tiyatro kursları, halkoyunu ve koro gibi çalışmalarda yer aldım. Orada türkçe oyunlar oynadık. Arkadaşlarla; Sean O'Casey’in "Silahşörün Gölgesi" adlı oyununu ve "Suçlular çağı, suçsuzlar çağı" adlı oyunu çevirdik, yönettik ve oynadık. 2000 yılında Mehmet Ergen’in öncülüğünde, arkadaşlarla "Arcola Theatre" adlı tiyatroyu kurduk. Mehmet’in vizyonuyla, artık İngiltere’de hatırı sayılır, kayda değer işler yapmaya başladık. 2004 yılında, Kenter Tiyatrosu’ndan, bir oyun çevrilmesi için Mehmet Türkiye’ye davet etti. "Inishmore'lu Yüzbaşı" adlı oyunla birlikte tekrar memlekete dönmüş oldum. Ödüllere aday gösterildik Afife Jale ve Sadri Alışık gibi ve dizi dünyasının dikkatini çektik. Arkasından da Kırık Kanatlar, Karagümrük yanıyor, Ezogelin, Sevgili Dünürüm, Parmaklıklar Ardında ve Leyla ile Mecnun böyle arka arkaya geldi. "Leyla ile Mecnun'un" dizisinin yakaladığı popülariteyi neye bağlıyorsunuz? Bütün yapımlardan farkı nedir size göre? Leyla ile Mecnun hepimizin kendini çok iyi hissettiği, eteklerindeki bütün taşları rahatça dökebildiği bir proje oldu. Bu projenin bu kadar büyümesindeki en büyük
etken Onur Ünlü’dür, yani Onur Ünlü’nün kafasıdır. Burak Aksak’ın senaryosudur tabi ama Onur Ünlü ile buluşmasaydı ve Eflatun Film ile buluşmasaydı, bu iş buraya kadar gelmezdi. Bu projenin iyi gitmesi ve yazılanın tamamının hakkının verilmesi için, projenin arkasında çok iyi duruldu. Keza şaşırtıcı biçimde TRT'de de çok iyi arkasında durdu. Biz herhalde 4-5 bölümde kovuluruz derken, TRT çok büyük bir olgunluk göstererek yaptığımız tüm eleştirileri, içkiden politik hicve kadar her şeyi bir olgunlukla ve metanetle karşıladı. Biz de bu rating canavarının içine düşmediğimiz için özgür bir şekilde, TRT’nin belki de haşarı çocuğu olarak yayın hayatımıza devam ediyoruz. Bu kadar büyüyeceğini, popülerleşeceğini hiçbirimiz tahmin etmemiştik. Absürd komedi diyorlar, abes komedi diyorlar, gülme efektsiz komedi diyorlar bunların hepsi geçerli. Aynı zamanda politik hiciv de yapılıyor. Her türlü göndermeleri de yapıyoruz. Aşk üzerine değinebiliyoruz; aşkın sorgulanması, aşkın yaşanması. 90’lı yıllar boyunca mafya, silahlı, külahlı dizilerin etkisi düşünüldüğünde; bizim dizide Oğuz Atay’ın, Turgut Uyar’ın, Cemal Süreyya’nın şiirleri okunuyor. Gençler bunlardan etkileniyor, öğretmenleri o kitapları almaya başladıklarını söylüyorlar. Demek ki olumlu bir etki bırakıyoruz. Liselerin önünde çeteleşip kavga eden kuşak yerine işte birbirine belki şiir okuyan, hayatı sorgulayan, felsefenin orasından burasından girip de yaşamı, ölümü, aşkı sorgulayan bir kuşak yetişecek. Bu da bizim için bir kazanç yani, hem güldürüyoruz hem onu yapıyoruz.
Üniversite mücadelesinin, gençliğin, bu dönemi atlatmada rolü, yeri ne olur; ne düşünüyorsunuz bu konuda? Deniz Gezmiş’in arkadaşı Bozkurt Nuhoğlu; Deniz'in nasıl bir insan olduğunu anlatırken şöyle bir şey söylemişti; "Deniz’in en büyük özelliği pervasız olmasıdır" yani korkusuz olması. Ama asıl olan burada, doğru bildiğin yolda pervasızca, korkusuzca yürümektir. Bu, egemen güçlerin en korktuğu şeydir aslında. Korkusuzca meydanlara çıkabilmek, herkesi susturulmuş, baskı altında tutulmuşken, bazı insanların çıkıp pervasızca, tersine şeyler söylemesi, egemen güçleri her zaman korkutmuştur. Bunun için de baskı her zaman çoğalır. Yapılacak tek şey; bildiğin yolda korkusuzca ilerleyebilmektir. Arkana senin gibi düşünen insanları katabilirsin. Katmasan da yüreğin, vicdanın rahat olur.
Erdal Bakkal karakterinin çok sevilip izleniyor. Ne sağcıyım, ne solcu, bakkalım ben diyor mesela, bir yandan da süpermarket zincirlerine karşı mücadele ediyor, sermayeye karşı. Sizce Erdal Bakkal kimdir? Erdal Bakkal’ın niye bu kadar çok sevildiğini ben de kavrayamadım aslında. Tabi alışveriş merkezlerine, süpermarketlere karşı bir duruşu var. Bir mahalle bakkalı var, her ne kadar kazıkçı olduğunu bilsen de oraya anahtar bıraktığın, kargo bıraktırdığın, onun üzerinden haberleştiğin bir bakkal yani mahallenin kilit konumunda olan bir yer aslında mahalle bakkalları. İnsanların tabi hayatlarından çıkmaya başladığı, çıkmaya başladıkça özlediği bir figür diyelim Erdal Bakkal, belki de onun için çok sevildi. İşte bizim de oyuncu olarak karınca kararınca bir katkımız olduysa o karakterin yükselmesine, ne mutlu bize. Tüm kadro çok iyi karakterler çıkardı; İsmail Abi’den Mecnun’a kadar hepsi sevilen karakterler. Kadro olarak iyi bir şey çıkardığımızı düşünüyorum. Birbirimizi çok destekliyoruz, tetikliyoruz. İşte röportaj öncesi de izlediğiniz gibi doğaçlamalar yapıyoruz. Zaten senaryo da sağlam geldiği için onun üzerinde biz rahat rahat yürüyebiliyoruz. Bir bölümde, Metonya Bakanlar Kurulu'nda “Bence daha fazla tavuk lazım, gençlerin yumurtaya ihtiyacı var" demiştiniz. Yumurta eylemleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ayrıca o sahne doğaçlama mıydı? Doğaçlama değildi, Burak Aksak'ın yazdığı bir sahneydi. Galiba sahneyi sunuş biçimimizle, istediğimizi gayet iyi anlatıyoruz diye düşünüyorum. Öğrenci mücadelesinin önü kesilmemeli, öğrenciler, gençlik, Türkiye’nin geleceği bir şey söylüyorsa dinlemek lazım, dinlenmiyorsa da dinletmek lazım. Yumurtanın da dinletmenin bir aracı olduğunu düşünüyorum. Onun için yanınızdayız. 600’ün üzerinde tutuklu üniversiteli var. Siz tutuklu üniversiteliler konusunda ne düşünüyorsunuz? Dizide sık sık ekibi kurup dostlarınızı kurtarıyorsunuz bir gün tutuklu öğrencileri de kurtarmayı düşünüyor musunuz? Keşke yapabilsek, keşke olsa ama işte onunla da ilgili galiba birkaç göndermemiz olmuştu bizim. Gazetecilerin tutuklandığı zaman; çizerlerin, yazarların, öğrencilerin içerde olmasıyla ilgili. Epey bir göndermemiz oldu, birkaç bölümde. Olmaması gereken, yaşanmaması gereken şeyler yaşıyoruz. Söylenecek tek söz; hep beraber bu dönemi atlatarak, daha rahat, özgür günleri göreceğimiz inancıyla umudumuz hiçbir zaman kaybetmeyeceğimizdir.
SAYFA 11
Gazetemizin Nisan ayı kampüs sayfasını Anadolu Üniversitesi’ne ayırdık. “Üniversite şehri” olarak adını duyurmuş olan Eskişehir, öğrencilerin yaşamak ve okumak için tercih ettiği yerlerin başında yer alıyor. Anadolu Üniversitesini merak edenler için kampüs sayfamız sizlerle..
Tanımak isteyenler için
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
Kampüs
11
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Anadolu Üniversitesi; toplamda 1 milyonun üzerinde aktif öğrencisi ile Türkiye’de en çok öğrenci sayısına sahip üniversite. Üniversite; Türkiye’nin ilk İletişim Bilimleri Fakültesi’ne ve ülke çapında pilotaj bölümü ve havaalanına sahip. Sosyal bölümlerindeki iyi imkanları ve bünyesinde güzel ve birçok açıdan zengin bir Yunusemre Kampüsü bulunması açısından önemli bir yerde duruyor. Hâlihazırda birçok maddi imkânı olan Anadolu Üniversitesi, bugün “En çok nasıl kâr ederiz?” mantığı ile işleyen bir işletme konumunda. Bütünleme sisteminin olmadığı üniversitede yaz okulu uygulaması ile Eskişehir’in ve üniversite yönetiminin bir meta olarak gördüğü öğrenci üzerinden daha çok kazanç sağlanması amaçlanıyor. 1982-83 yılında başlatılan açık öğretim uygulamasıyla Türkiye’nin bütçesi en büyük üniversitesi haline gelen üniversite; bu ayrıcalığını pekiştirmek için pazarlama dehasını (!) son olarak “Senden bir şey olmaz- En az iki şey olur” kampanyasında gösterdi. Örgün öğrenim gören öğrencilere yönelik bu kampanya ile uzaktan eğitim-ikinci üniversite teşvik ediliyor. Bu kampanyanın bahsetmediği önemli bir ayrıntı ise ikinci üniversite başvurusu yapanların diğer açık öğretim öğrencilerinden daha fazla harç parası verecek olması. 2010 yılında son sıradan rektör atanan Davut Aydın’ın gelişiyle piyasacı uygulamalar daha da hızlanmış durumda. Tüm bu örneklerin yanı sıra öğrencilerin algılarına üniversiteyi bir bilim
RÖ POR TAJ
yuvası olarak değil de bir ticarethane olarak yerleştirme çabası artarak devam ediyor. Aralık ayında İMKB ile yapılan anlaşma ve Bologna süreci dâhilinde eleştirel derslerin kaldırılmaya çalışılması da bunun örnekleri. 2004 yılında başlatılan, her sene düzenli olarak başarılı ve ihtiyaç sahibi (!) öğrencilere verilen Beslenme ve Barınma Yardımı'nın 2011-2012 öğrenim yılının bahar dönemi itibarı ile kesilmesi birçok öğrenciyi mağdur etti. ”Üniversitede Haklarımız Rektörlere Şartlarımız Var” kampanyası dâhilinde en çok karşılaşılan sıkıntıyı teşkil eden bu kararın nedenleri de öğrencilere bildirilmedi. Türkiye’nin maddi durumu en iyi üniversitesinin öğrencilerine karşı takındığı bu samimiyetsiz tavır ve bürokratik mesafe öğrenciler tarafından tepkiyle karşılandı. Beslenme Üniversitenin yemekhanesinde yemek ücreti 1 lira. Yemeklerin tek öğün çıkması sebebi ile ikinci öğretim öğrencileri yemek saatlerinden şikayet ederken; örgün öğrencilerden daha fazla harç parası ödeyen açık öğretim öğrencileri ise bu hizmetten yararlanamıyor. Fakülte kantinlerinde ise sürekli gelen zamlar ve yüksek fiyatlar var. Barınma Yunusemre Kampüsü‘nde yer alan Yunusemre KYK Öğrenci Yurdu’nun yetersiz barınma şartları öğrencileri özel yurtlarda veya apartlarda kalmaya zorluyor. Eskişehir’de büyük bir sektör haline gelen özel apart ve yurtların fiyatları oldukça pahalı.Tek katlı evlerin yıkılma-
sı ile 1+1 şeklinde yapılan apartmanlar da bir seçenek. 3+1 evlerle aynı -hatta daha yüksekkira ücretine sahip bu daireler şehri 1+1 yığını haline getirmekte. Ulaşım Şehrin merkezi bir yerinde bulunan Yunusemre Kampüsüne yürüyerek ulaşmak mümkün. Bunun yanında kampüsün geniş bir alana yayılmış olması kampüs içi ulaşım ihtiyacını da beraberinde getiriyor. İki Eylül Kampüsü’ne ulaşım ise tam bir işkence. Yabancı Diller Yüksek Okulu, BESYO, MMF ve Sivil Havacılık fakültelerinin bulunduğu İki Eylül Kampüsü’ne ulaşım tramvay aktarmalı ve kalabalık otobüslerle gerçekleşiyor. Bilet fiyatları da komik bir şekilde tam 1.60 öğrenci 1.55 TL. Yunusemre Kampüsü ile İki Eylül Kampüsü arasında sürekli işleyen ücretsiz servisler ise yetersiz. Sosyal ve Kültürel Faaliyetler Anadolu Üniversitesi kültürel faaliyetler açısından oldukça zengin bir üniversite. Bu etkin-
liklere katılımın daha yoğun olması amacıyla Kültürel Etkinlikler ismiyle konulan bir seçmeli ders de mevcut. Öğrenciler bu ders dâhilinde, kart okutma sistemine kimliklerini okutarak belirli sayıda etkinliğe katılıp dersini geçebiliyor. Üstünkörü düşünülen bu sistemle öğrencilerde sosyal-kültürel alışkanlıklar oluşturulması amaçlanırken, aslında etkinlikler sadece “kart basmak” için gidilen bir formaliteye dönüşmüş durumda. Üniversitede 40’tan fazla öğrenci kulübü var ve bunların birçoğu aktif. Üniversite ise öğrenci kulüplerine yeteri kadar destek vermiyor. Kendi imkanları ile etkinlik düzenleyemeyecek durumda kalan kulüpler, etkinliklerinde sponsor firmalarla çalışarak şirketleşiyor. Üniversite dahilinde bir kulüp kuramayan ama üniversiteye dönük alternatif kültürel etkinlikler düzenlemek isteyen oluşumlara ise sebepsiz ve gereksiz zorluklar çıkarılıyor. Kolektif Sinema ve Gençlik Filmleri Festivali’ne son yapılanlar bunu örnekliyor.
Anadolu Üniversitesi Öğrenci Kolekifi üyerilerine Anadolu Üniversitesi’ni sorduk. Anadolu Üniversitesi Öğrenci Kolektifi’nin kurulduğu günden bugüne yaptığı çalışmalardan bahseder misiniz? Anadolu Üniversitesi Öğrenci Kolektifi, 2006 yılında ‘MP3’ kampanyası ile kuruldu. Üniversite ve üniversitelilerin genel sorunlarına sürekli çözümler üreterek her alanda etkili oldu. Örnek vermek gerekirse, 2007 yılında kayıt paralarına karşı yapılan eylemler sonucunda kayıt paralarının kaldırılması sağlandı. İlk büyük kazanım bu oldu. Bundan sonraki süreçte, Anadolu Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Davut Aydın’ın “Bu üniversitede siyaseti bitireceğim” sözü ile üzerimizdeki baskı giderek arttı. Mart 2009’da özel güvenlik görevlilerinin ‘Allah Allah’ nidaları ile üzerimize saldırması ve Davut Aydın’ın bir hafta sonra cebinden taşları çıkararak basına ‘öğrenciler görevlilere saldırdı’ demesi yeni rektörün yeni politikalarını göstermiş oldu. Tüm bunlara rağmen, süregelen yasaklar döneminde, pek çok önemli eyleme imza atıldı. Bunlardan en önemlisi de, Haşim Kılıç’ın yumurtalanması eylemidir. 4 Kasım 2010 tarihinde, Polis, ÖGB ve Üniversite Yönetimi’nin koordineli bir saldırısıyla karşılaştık. Yabancı Diller Yüksek Okulu kantinine yapılan bu saldırıda, kantinin tüm camları kırıldı ve 34 kişi gözaltına alındı. Buna rağmen yılmadık ve hemen sonraki gün rektörlüğe tam 800 kişi ile birlikte yürüdük. Tüm baskılara rağmen ayakta olduğumuzu gösterdik, yasakları kaldırdık ve üniversite içerisindeki ifade özgürlüğü hakkımızı geri aldık. Anadolu Üniversitesi’nde Kolektifler’in karşılaştığı başlıca zorluklar nelerdir? Kısaca anlatır mısınız? Anadolu Üniversitesi’ne baktığımızda, ifade özgürlükleri geri alınmasına rağmen liberalizm öğrencilerin gözlerini boyamış ve düşüncelerine sirayet etmiş bir durumda. Bu durumun örgütlenmenin önündeki en büyük engel olduğu söylenebilir.
Bunlara ek olarak, Anadolu Üniversitesi içerisinde yoğun bir sivil polis denetimi var. Bu denetim zaman zaman üniversitelilerin hayatını zorlaştırıyor ve sürekli baskı altında tutmaya devam ediyor. Anadolu Üniversitesi Öğrenci Kolektifi’nin yakın dönemde yaptığı başlıca eylemleri anlatır mısınız? Bu seneki YÖK karşıtı eylem yoğun katılımlı olması ve aynı zamanda YÖK reformuna karşı çıkan ilk eylem olması yönüyle de özel bir eylemdi. Yerelde fakültelerimiz ve üniversite genelindeki sorunlara yönelik eylemlerde bulunduk. Buna örnek olarak Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki toplantı verilebilir. 700 Hazırlık öğrencisinin katıldığı bu toplantıda Hazırlık öğrencilerinin taleplerini anlattı. Aynı şekilde Anadolu Üniversitesi Yunusemre Kampüsü’nde de 2000’den fazla kişiden rektörlüğe iletilmek üzere üniversiteye dair talepler toplandı. Bir de elbette, Mayıs ayına ertelenmek zorunda kalınan Gençlik Filmleri Festivali var. Bu festivalin, 21 Mart-24 Mart tarihlerinde yapılması öngörülmüştü; fakat üniversite bürokrasisi tarafından, tam da temaya uygun şekilde, festivalin önüne binbir türlü engel koyuldu. Aylar önce festival için aldığımız Sinema Anadolu hiçbir gerekçe gösterilmeden birkaç hafta önce bir dans etkinliği için geri alındı. Tüm bu yasaklar-engellemelere rağmen Eskişehir Kolektif Sinema olarak yılmadı ve 24 Mart’da şehir merkezinde ‘Sansür, Sanat, Medya ve Sinema Üzerine’ kusursuz bir etkinlik gerçekleştirdi. Hazırlık Öğrenci Kolektifi’nin yaptığı çalışmalardan kısaca bahseder misiniz? Hazırlık Öğrenci Kolektifi, geçen sene hazırlık öğrencilerinin yaşadığı sorunları dile getirmek ve çözümü için mücadele etmek üzere kuruldu. Bunun için öncelikli olarak hazırlık sistemi üzerine araştırmalar yaptı. Daha sonrasında ise, öğrencilerin sorunları ve talepleri üzerine yönetimle
görüşmelere başladı. Bu taleplerin başlıcaları; kitap fiyatlarının düşürülmesi, devam zorunluluğunun kalkması, kampüsler arası ücretsiz servislerin çoğaltılması ve geçme notlarının düşürülmesiydi. Görüşmelerden bir sonuç alamayınca, öğrencilerin hakları için mücadeleye girişti ve eylemlere başladı. Bu mücadele sonucunda, geçme notları 70’den 60’a düşürüldü. Fakat %90 devam zorunluluğu uygulaması devam etti. Bu sebeple, bu öğretim yılı içerisinde öncelikli olarak devam zorunluluğu ve kitap fiyatları üzerine yoğunlaştık. Bu talepler dışındaki talepleri de toparlamak adına hazırlık öğrencilerinden oluşan 700 kişi ile toplantı yaptık. Taleplerimizi Yabancı Diller Yüksekokulu Müdürü Handan Yavuz’a sunduk. Geri dönüş alınamaması üzerine bir hafta sonra eylemimizi tekrar ettik. Taleplerimizi kabul ettirene kadar Handan Yavuz’la görüşmelerimize ve taleplerimiz reddedildikçe eylemlerimizi sürdürmeye devam edeceğiz.
SAYFA 12
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
Eğitim
12
Avrupa’da eğitimde reform tartışmalarının başladığı 2008 ve 2009 yıllarında Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde üniversiteliler Bologna sürecine karşı kitlesel eylemler ve üniversite işgalleri gerçekleştirdi. Eğitimin neoliberal dönüşümüne karşı toplumun diğer kesimleriyle ortak hareket ederek siyasi iktidarı zorlayan hareketler yaratan Avrupalı öğrenciler şimdiden Bologna sürecinin uygulanma tarihini 2020’lere erteletti. Sarbonne’da, Barcelona’da, Madrid’de üniversiteleri, Londra’da iktidar partisinin genel merkezini işgal eden üniversiteliler Bologna’ya karşı yaygın ve öğretici bir direniş sergiliyor. Birçok Avrupalı lider yumurtalı ve boyalı protestolara maruz kalmış ve neticede Avrupa liderleri Bologna konusunda geri adım attı.
BOLOGNA NEDİR? NE DEĞİLDİR? Bologna süreci tüm üniversitelerde tam olarak uygulanmaya başlamadan, Bologna mağdurlarının isyanı başladı. 90lardan beri üniversiteyi piyasacılık temelli dönüştürme uğraşında olan YÖK’e ve rektörlerine karşı üniversitelilerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Ders seçmekten, ders geçmeye; sosyal faaliyetlere ayrılan zamanın azalmasından, rekabetçiliğin artmasına kadar birçok konuda üniversitelilere mağduriyet yaşatan Bologna sürecinin eğitimde kaliteyi arttırmaya yönelik bir adım olmadığı da üniversitelilerin mantığına yerleşmiş durumda. ABD ve Japonya’nın teknolojik olanaklar
sayesinde kazandığı ekonomik güç karşısında atıl kalan Avrupa ; bilimi üretime, bilim üretenleri de işgücü piyasasına entegre edebilmek adına Bologna sürecini tartışmaya başladı. Süreç yükseköğretimi piyasanın ihtiyaçları ve talepleri doğrultusunda şekillendirmeyi, Avrupa’ya özgü bir yükseköğretim alanı yaratmayı, bilginin ve iş gücünün serbest dolaşımını ve AB standartlarında kalite güvencesi yaratmayı hedeflemektedir. Ortak kredilendirme sistemi, eğitimin lisans ve lisansüstü olarak programlanması, yükseköğretimin özellikle ilk yılının müfredatının ortaklaştırılması gibi kriterler
Bologna, Eğitimde Kalite ve Bilim üretimi Bologna aktörleri her fırsatta yükseköğretimin kalitesinin artacağını iddia ediyor. Geçme notunu yükseltmek, çok ödev, çok proje ve çok sınav yöntemleriyle öğrenciyi sosyal yaşamdan uzaklaştırmak eğitimde kaliteyi arttıran unsurlar olarak tartışılıyor. Kütüphane ve laboratuvarların yetersizliği üniversitelerin kronikleşen sorunu olarak karşımızda dururken, Bologna’nın bunu çözmeye yönelik bir hamle yapmadığı da görülebiliyor. Kontenjan artışları süreklileşirken sınıflara sığmayan öğrencilerin nasıl nitelikli eğitim alacağı da büyük bir tartışma konusu. Bologna sürecinin amacı eğitimin niteliğinde toplam bir sıçrama yaratmak değil, sermayenin ihtiyacı olan kaliteyi üretmektir. Sermayenin ihtiyacı olmayan bilgi üretimini ötelemek de Bologna sürecinin getirilerinden biri olarak karşımızda duruyor. Nitekim üniversite kurmak için Fen-Edebiyat Fakültesi açma zorunluluğunu ortadan kaldıran yasa değişikliği ile bilim üreten bu fakülteleri ikincilleştirmiştir. Ne de olsa sermayenin ihtiyacı olan bilim birkaç üniversitenin Fen-Edebiyat fakültelerindeki yoğunlaşma ile üretilebilir.
Eğitimde kaliteyi arttırmanın tek yolu Bologna mı? Eğitimin niteliğini arttırmak için bilimin özgürce üretilmesi gerektiği su götürmez bir gerçektir. Resmi ideolojiyi sürdürme amacına daralan, ya da sermaye çıkarına entegre edilmiş bir eğitim sisteminde niteliğin artacağını beklemek hayal olur. Felsefi-iktisadi-siyasi tartışmaların derinlemesine ve özgürce yapılmadığı bir eğitim sisteminde bilim üretmek olanaksızdır. Eğer eğitimin niteliğini arttırmak gibi bir dert varsa; üniversite kaynaklarını şirketlerin kullanımına açmak yerine; eğitime ayrılan bütçe arttırılarak üniversitenin laboratuvar, kütüphane vb. olanaklarının geliştirilmesi gerekir. Eğitim herkesin eşit, parasız ve anadilde yararlanabileceği bir hizmet olmadan nitelikte bir artma olamaz. Öğrencileri ve akademisyenleri baskı altında, sermaye yararına bilim üretmeye teşvik eden Bologna sistemi gerçek anlamda eğitimin kalitesini arttırmıyor ve özgür bilimsel üretimin önünü tıkıyor. Eğitim insanın sahip olduğu donanımları yetenekleri etrafında geliştirmesini hedeflemelidir, oysa Bologna ‘nın temel amacı bilimsel bilgiyi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üretmek, sermayeye lazım olmayan bilimsel faaliyetleri ötelemek, halk yararına bilim üretenleri itibarsızlaştırmak ve toplamda eğitim hizmetini metalaştırmaktır. Bu bakımdan Bologna süreci eğitimle ruh uyuşmazlığı içindedir ve eğitimde kaliteyi arttırma gibi bir derdi de olamaz.
yaratarak denklik sağlanmaya çalışılmaktadır. Sürecin temelleri 1998’de Avrupa ülkelerinin eğitim bakanlarının Sarbonne’da yapılan toplantıda atıldı. 1999’da imzalanan Bologna Bildirisiyle süreç resmen başladı. 2010 yılında tüm Avrupa’da tamamlanması gereken dönüşüm, Avrupa’daki kitlesel öğrenci eylemleriyle durduruldu ve 2020lere ertelendi. Türkiye’de ise yükseköğretimde kalite süreci olarak uygulanan birkaç pilot üniversitede daha şimdiden mağduriyet yaratmaya ve tepki doğurmaya başladı.
Bologna sürecinde üniversiteyi kimler yönetecek? Bologna süreci kamu üniversitelerini bir bütün olarak şirketleştirmek istiyor. Üniversitenin idaresi de bu noktada sermaye stratejisiyle uyumlu olmak zorunda kalıyor. Üniversite-sanayi işbirliği anlaşmalarıyla kentin sanayicileri üniversiteyle olan ilişkilerini perçinliyor. Önümüzdeki süreçte kamu üniversitelerinde, özel üniversitelerde görmeye alışkın olduğumuz mütevelli heyetleri oluşturulacak. Kentin valisi, belediye başkanı, emniyet personeli ve tabii ki sanayicileri üniversite yönetiminde rektöre ortak olacaklar. Polisin üniversite yönetiminde de söz sahibi olması, daha baskıcı da gerici bir üniversite yaşamının habercisidir. Elbette sanayicilerin yönettiği üniversitelerin halk yararına bilim üretmeyeceği de aşikardır. Üniversiteler siyasi iktidarın ve bir avuç sanayicinin denetiminde, toplumsal sorumluluklarından arındırılmış bir şekilde sermayenin hizmetine sokulmaya çalışılıyor. Üniversitenin özerk ve demokratik olması gerektiği savunusu da tam tersi bir şekilde işliyor. Üniversitelilerin bile söz sahibi olmadığı üniversitelerde, üniversiteye kar alanı olarak bakan zihniyet söz sahibi oluyor. Ses çıkaran öğrenciler de emniyet görevlilerin yönetimindek ileri demokrasi koşullarında üniversitede ne kadar barınabilir, büyük bir merak konusu.
Türkiye sürecinde Bologna Türkiye 2001’den beri sürece üyedir. Türkiye’nin yükseköğretimdeki yapısal değişikliklerinin tamamı Bologna sürecine uygun şekilde yapılmıştır. YÖK’ün 2006 Strateji raporu ve 2008 TÜSİAD raporu Türkiye Yükseköğretimini Bologna’ya endekslemiştir. 90’lardan beri yükseköğretimin piyasaya açılması programı Bologna süreci aracılığıyla yapısal özelliklerini de kurumsallaştırmaya başlamıştır. Süreç Türkiye’de birkaç pilot okulda tam olarak, tüm üniversitelerde de parça parça uygulanmaya başlandı. Avrupa’nın 2020’ye ertelemek zorunda kaldığı süreci Türkiye 2010’da büyük oranda tamamladı. Ancak Bologna’nın tam anlamıyla kurumsallaşması için hala bazı yapısal değişikliklere ihtiyaç duyuluyor. YÖK’ün bu dönemki gündemin de YÖK reformu olması tesadüf değil elbette. Üniversitelere kendi yağında kavrulmayı öneren “mali özerklik” verilmesi, üniversitelerin mütevelli heyetleri tarafından yönetilmesi, Mega üniversitelerin yaratılması, ucuz ve vasıflı iş gücü üretebilmek için meslek okullarının ve dini eğitim veren kurumların açılması hala yapılması gerekenler olarak YÖK’ün önünde duruyor.
Bologna’nın özü Bologna üniversiteyi sermaye ihtiyaçlarına entegre ederek üniversitenin toplumsal sorumluluklarını ortadan kaldırmaktadır. Sermaye için bilim ve ucuz-vasıflı işgücü üreten üniversiteler yaratarak eğitimin niteliğini ortadan kaldırmaktadır. Bologna sürecini Avrupa Ekonomisini destekleyecek biçimde üniversiteler yaratarak, yükseköğretimi küresel bir pazara çevirmeyi hedefliyor. Bologna’ya göre eğitim uluslararası ticareti yapılan bir hizmet olarak
tanımlanıyor. Hizmetlerin ve bilginin serbest dolaşımını sağlayabilmek adına diploma ortaklığı, ortak kredi sistemi gibi kavramlar güzellenerek piyasaya sürülüyor. Erasmus- Sokrates gibi etkinliklerle hem bilginin taşınabilirliği hem de ortak bir “Avrupalı” algısı sağlanmaya çalışılıyor. Toplamda neoliberal devlet yapısına uygun olarak yükseköğretimi özelleştirerek devletin “yükünü” azaltmaya çalışıyor. Kamu üniversitelerini ve üniversite içi hizmetleri daha
da paralılaştırarak eğitimi bir hak olmaktan çıkarıyor. Kamu üniversitelerini şirketleştiriyor, öğrencilere de müşteri gözüyle bakılıyor. Üniversite hakkındaki kararları ve bilimsel üretimin yönünü üniversite bileşenleri değil, sermaye sahipleri belirliyor. Bologna üniversite eğitimini ve bilgi üretimini “değişim değeri” için üretiyor. Oysa bilim insan ihtiyaçlarını karşılamak için “kullanım değeri” amacıyla üretilmeldir.
Bologna sözlüğü Tanınırlık: Üniversiteden alınan diploma ya da herhangibir belgenin Avrupa ülkelerinde karşılıklı tanınıt olması anlamına geliyor. Yükseköğretimin küresel piyasaya açılması için ortak sertifikasyon oluşturulmak isteniyor. İstihdam Edilebilirlik: Üniversitenin öğrenciyi iş alanına bilgi ve beceri anlamında tam donanımlı hale getirerek mezun etmesidir. Yükseköğretimin sorumluluğu istihdam imkanına göre mezun vermek değil, sermayenin talebi doğrultusunda mezun vermek olmuştur. Somut karşılığı modüler eğitim ve teknik müfredat olarak karşımıza çıkıyor. Yaşamboyu öğrenme: Mezuniyet sonrasını da piyasalaştıran paralı sertifika,kurs etkinlikleriyle rekabeti canlı tutan bir yanılsamadır. İşsizliğe gerçekçi çözümler bulmak yerine, işsiz kalanlara "Kendini Geliştirmelisin" masalları anlatarak, işsizliği her işsizin kendi suçu olarak tanımlamaktadır. "Paralı sertifikalara ne kadar para harcarsan o kadar kolay iş bulursun". "Para kazanmak için para harcanır" mantığıyla hareket etmektedir. Kalite güvencesi ve akreditasyon: Üniversitedeki eğitimi şirketlerin dış denetimine tabi tutarak Avrupa standartlarında kaliteyi üretmeyi hedeflemektedir. Avrupa tescilli kalite güvencesi temsilcilikleri kurularak üniversite eğitiminin sermayenin ihtiyacı doğrultusunda olup olmadağı denetlenecektir. Halk yararına özgür bilim üretmenin önüne engel çekilecektir. Mütevelli Heyetleri(paydaşlar): Paydaştan kasıt öğrencilerin ve sendika temsilcilerinin de kurumsal süreçte yer alması şeklinde parlatılırken, esas kasıt sermayedarların tüm karar süreçlerinde yer almasıdır; hatta mütevelli heyetleri oluşturarak esas karar vericiler haline getirilmesidir. Kısacası: (tanınırlık, dolaşım, istihdam edilebilirlik) =esnek emek piyasasına uyarlanma (sosyal boyut)= üniversite ve öğrenci sayısının arttırılması. (yaşam boyu öğrenme)=mezuniyet sonrası hizmet içi eğitimi ve yeni bilgi edinme sürecinin piyasalaşması (performans)= öğretim elemanlarını ve çalışanları güvencesizliğe mahkum etmek (kalite güvencesi, stratejik planlama, saydamlık, hesap verilebilirlik)=piyasa şartlarını ve piyasa denetlemesini kabullenmek.
SAYFA 13
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı bu kadar olmaz dedirtti. Evrim karşıtlığıyla tanınan Adnan Oktar'ın fosil sergisi dekanlık izniyle Eczacılık Fakültesi’nde 1 hafta boyunca açılmasına izin verildi. Serginin ardından bilim karşıtı bir konferans gerçekleştiren Adnan Oktar ve Oktar'a yakınlığıyla bilinen Biyolog Onur Yılmaz katılanları Darwin Teorisi’ni çürüttüklerine ikna etmeye çalıştılar. Öğretim görevlileri bilim karşıtı bir insanın sergisinin üniversitede açılmasına tepki göstermesi üzerine dekan 1 hafta sürecek sergiyi kaldırtmak zorunda kaldı.
Bilim
SœYAH MAV
KIRMIZISARI
13
Üniversiteler bir kez daha savunma sanayisine can verdi. İTÜ'de askeri ve araştırma amaçlı kullanılabilecek denizaltı tasarımı yapıldı. SAT komandoları veya araştırma dalgıçlarının kullanabileceği şekilde tasarlanan denizaltı, 11 metre uzunluğunda olacak ve 8 kişi taşıyabilecek. Hidrojenle çalışacak olan denizaltı, bu sayede çok uzun mesafeler kat edebilecek.
SAĞLIK SİSTEMİ ÇÖKERKEN
ORGAN BAĞIŞINDA DA MI REKABET ?
Son zamanlarda organ bağışı, yüz, kol ve bacak nakli haberleri ile medyada sıkça yer alırken, organ bağışının ele alınış ve gündeme getiriliş biçiminin doğruluğu tartışma konusudur. Organ bağışının ticari kaygı ile reklamlaştırılması, organ bağışı için özendirici bir durum mu, tıbbi olarak etik mi değil mi diye tartışılırken, sağlıkla ilgili her konunun reklam unsuru haline getirildiği bu sistemde, reklamın normalleşerek ihtiyaç olduğu ve başka türlü olamayacağı yanılgısının yaşandığı çokça örnekten biridir. Organ bağışı reklamlarına ek olarak, ameliyatı gerçekleştiren hekimin ve nakil yapılan hastanın özel hayatının gündeme gelmesi de ayrı bir tartışma konusudur. Tüm bu tartışmalar sağlıkta ticareti ön görenlerce art niyetle algılanmış bu tartışmaları veya eleştirileri yapmanın organ bağışına karşı bir tavırmış gibi göstermeye çalışmışlardır. Halbuki nitelikli sağlık hizmetine herkesin eşit ve parasız ulaşabileceği bir sistemde rekabete
ve hatalara mahal vermeyecek organ bağışı kampanyalarının olabileceği göz ardı ediliyor. Sözde organ bağışına dikkat çekmeye çalışanlar, organ naklini rekabete konu ederek, rekabet ortamı yaratıyorlar. Organ bağışı için başlatılan kampanyaları engellenmeye çalışan iktidara ses çıkarmamaları ise samimiyetsizliklerini gözler önüne seriyor. Üstelik bu zamana kadar yapılan ve halen yapılmakta olan diğer organ nakillerinin de bir ilk olma özelliği taşıyan yüz, kol ve bacak nakli kadar önemli olmasına rağmen son zamanlarda yapılan nakillerin dillendirilmemesi yine samimiyeti sorgulatıyor. SGK’nın da sitesinde çıkan haberlere göre organ bağışının teşvik edilmesini öngören çalışmalar, ticari kaygıdan uzak rekabet koşullarından soyutlanmış kampanyalarla değil de hastaneler arasında başlayan rekabetçilik anlayışı ile sürdürülmesi sağlık sisteminin de çürümüşlüğünü gözler önüne seriyor. Tıbbi olarak risk faktörleri, öngörülmüş riskler, ameliyatlar
için gerekli şartlar, hekimlerin tecrübeleri, teknik ve akademik yeterlilikleri eleştirilmemekle birlikte konunun bilim dünyasında tartışılması, magazinden uzak bir dille değerlendirilmesine ihtiyacın gerekliliği ortadadır. Özellikle zorunlu ve toplumsal ihtiyaçların reklam gibi araçlarla lüks, ulaşılması için bedel ödenmesi gereken bir meta haline getirilerek, ticarete konu edildiği yeni dünya düzeninde artık yoksul halkın nitelikli bir sağlık hakkına erişmesinin önü özellikle GSS'nin de devreye girmesiyle kesildi. Sağlık alanında yaşanan gelişmelerle birlikte organ nakli artık yaygınlaşmaya başlamışken ve Türkiye'de bu alanda ilerleme kaydedilmişken maalesef sağlıkta ticareti ve serbest piyasa koşullarını öngören zihniyet insanların bu tip hayati operasyonlardan mahrum kalmasına neden oluyor. Zorunlu ve toplumsal ihtiyaçlar gibi organ nakli de sağlık hakkı mücadelesinin önemini ve bu mücadelenin yaygınlaştırılmasının gerekliliğini gösteriyor.
Türkiye’nin ilk yüz naklini yapan Akdeniz Üniversitesi’nden sonra Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan organ nakli operasyonunda hastanın ölmesi sağlık üstünden rekabet mi sorusunu akıllara getirdi. Akdeniz Üniversitesi’nde yapılan operasyonda ameliyatı yapan ekibin başarısı övülürken hasta hakları ihlal edilmiş ve medyada günlerce ekibin reklamı yapılmıştı. Fakat çok geçmeden Hacettepe Üniversitesi’nin gerekli hazırlıkları yapmadan giriştiği iddia edilen operasyonda Şevket Çavdar'ın hayatını kaybetmesi sağlıkta rekabetin ölüm demek olduğunu kanıtladı.
KARABURUN BİLİM KONGRESİ BAŞLIYOR
“DOĞA, TOPLUM, TEKNOLOJİ” Bu yıl 7.si düzenlenecek olan Kara Burun Bilim Kongresi 6–9 Eylül 2012 tarihinde gerçekleştirilecek. Karaburun Gündelik Yaşam Bilim ve Kültür Derneği'nin düzenleyiciliğini yaptığı Karaburun Bilim Kongresi'nin ana teması bu yıl "kapitalizmin kıskacında doğa – toplum – teknoloji" olarak belirledi. Kongrenin amaçları ve hedefleri arasında bilimsel, kültürel alanda çalışma yapan insanlar, üniversiteler, platformlar olmak üzere ulusal ve uluslararası kurumlar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi, üretimin sağlanması, üretimden sağlananların toplumla buluşturulması bulunuyor. Üniversitelerde ve TÜBİTAK'ta gerçekleştirilen bilimsel çalışmalar kapalılığı, toplumla paylaşımdan uzak sermaye gruplarına
yakın oluşu, üretimlerde toplumsal faydanın göz ardı edilmesi alternatif bilimsel faaliyetlerin yürütüldüğü çalışmalara olan ihtiyacı doğuruyor. Bilimin kolektif pratiklerini yaratmak için tebliğ sunmak üzere sadece akademisyenleri değil, doğa, toplum, teknoloji kapsamında söyleyecek sözü olan herkes katkı sağlanmaya çağırılıyor. Katkı sağlamanın yolu ise kendi çalışma grubunu, forumunu, panelini oluşturmaktan geçiyor. Kongrenin doğa-toplumteknoloji temasının alt başlıkları ise oldukça zengin bir içeriğe sahip. Tüketim, eğitim, beden, cinsiyet, teknoparklar, mekansal dönüşümler ve tarımsal üretimler gibi başlıklarla şekillendiriliyor. Kongrede insanın içinde yaşadığı toplum ile o toplumun doğa ile kurduğu ilişkinin
değişim odakları ve süreçleri konu edinilecek. Piyasa ile teknoloji arasındaki karşılıklı ilişkinin bugün boyutları hangi aşamadadır sorusunun cevabı aranacak. Doğaya geri dönüşü olmayan zarar verenin ve piyasa temelli dönüşümlerin sahipleri ile doğa içi mücadele veren binlerce insanın uzlaşmayan noktaları üzerinde durulacak. Ana tema üzerinde yapılacak olan çalışmalar, incelemeler, tartışmalar, gözlemler eleştirel ve muhalif yaklaşımlarla herkesin sözünü ve araştırmasını paylaşabileceği bir zemin yaratılıyor. Kongre'de bildiri sunmak isteyenler çalışmalarını gerekli olan kurallara göre yazıp 15 Nisan'a kadar kongrekaraburun@gmail.com adresine göndermeleri gerekiyor.
ABD’nin önde gelen üniversitelerinden Massachusetts Institute of Technology araştırmacıları, 60 watt’lık bir ampülü ünlü fizikçi Nikolay Tesla’nın mantığıyla 2 metre uzaktan yakmayı başardı. Bilim insanlarına göre, geleceğin dünyası ‘kablosuz’ olacak. Sistem elektrik enerjisinin kablosuz olarak iletilmesini sağlıyor. Teknolojik gelişim gelecek yıllarda veriyi kablosuz olarak iletmenin yollarını arıyor.
eniz kabuğunu kulağımıza dayadığımızda eskiden denizin sesinin geldiği düşünülürdü. Sonra o sesin kan basıncından kaynaklandığı söylentisi çıktı. Son olarak ise deniz kabuğundan gelen sesin ne denizden ne de kan basıncından gelmediği aslında deniz kabuğunun kıvrımlarına çarparak farklı şekilde yansıtılan çevremizdeki olağan sesler olduğu ortaya çıkarıldı.
D
''Büyük Patlama'' deneyinin yapıldığı Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi'ni (CERN) tanıtan ''CERN-Bilimi Hızlandırıyoruz'' sergisi, ODTÜ'de açıldı. ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi'nde açılan sergi 2 Nisan- 8 Temmuz tarihleri arasında sergilenecek. 12 yaş üstü bilim meraklıları için ücretsiz olarak gezilebilecek serginin, evrenin oluşumu hakkında merak aşılamayı amaçladığını kaydedildi.
SAYFA 14
Katledilen gazeteci Metin Göktepe anısına bu yıl 15. si düzenlenen Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri 10 Nisan'da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nde yapılacak törenle sahiplerine verilecek. Törende, Pozantı Cezaevi’nde cinsel istismar iddiası” başlıklı haberiyle Yazılı Haber Ödülü’nü DİHA muhabiri Zeynep Kuriş, tutuklu gazeteci Zeynep Kuray ise hapisanede yaptığı ‘Kadınlar vardır, kadınlar hapiste’ haberiyle Jüri Onur Ödülü'nü alacak. Yarışmanın jüri üyeleri arasında hapisten yeni çıkan Ahmet Şık, Nedim Şener gibi gazeteciler bulunurken; Ece Temelkuran, Ragıp Zarakolu, Banu Güven, Nail Güreli gibi isimler de yer aldı.
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
Medya
14
NOSTALJİKTEN DİJİTALE Ali Bulaç Zaman Gazetesi’nde 31 Mart’ta yayınlanan yazısında şöyle diyor: “O gün darbeleri soruşturan emniyetçiler, savcılar ve yargıçlar olsaydı, 5 bin gencimiz hayatını kaybetmeyecek, 1 Mayıs 1977 katliamı olmayacak, Çorum, Maraş trajedileri yaşanmayacak; bir milyon insan işkenceden geçmeyecek, idamlar olmayacak, bu boyutlarda bir Kürt sorunu yaşanmayacak, başörtülüler mağdur edilmeyecekti. Yine darbeler soruşturulabilseydi 28 Şubat'lar olmayacaktı.”
Fakat bizzat liberalizmin azgelişmişliğinin yol açtığı sığ demokrasi algısı “demokratikleşmeyi” bir hegemonya aracına indirgemiştir. Demokrasinin bu coğrafyada kolayca araçsallaştırılması Ali Bulaç’ın da işaret ettiği Türkiye toplumunun demokrasiden ümidini kestiği karanlık geçmişinden kaynaklanmaktadır. Salt siyasal alanın sivilleşmesi üzerinden kurulan demokratikleşme söylemi bu yüzden etkilidir. Türkiye’nin demokratikleşme ufkunun tarihsel darlığı AKP iktidarına “Abdurrahman Çelebi” dedirtmektedir.
Bulaç AKP’nin öncesindeki Türkiye’nin karanlık tarihine işaret ederek, AKP’nin faşizan politikalarını bugün eleştirenlerin geçmişi unutmamalarını telkin ediyor. Ne de olsa bugün darbecilerden hesap sorulabiliyor, Genelkurmay Başkanı ve Kenan Evren mahkemelere çağrılabiliyor! Sivil siyasetin hakimiyeti liberal teoride kuşkusuz demokratikleşmeye işaret eder. Liberalizmi bu yüzden hem tutarlı hem de demokratikleşme babında sığ kaçan bir ideoloji olarak değerlendirmek mümkündür. Sol-sosyalist görüş içinse “darbeleri soruşturmak” prensip olarak sahiplenilebilecek bir durum değil. Kimin, kim için, ne zaman ve neden bu anti-darbeci bir siyasi pozisyonda mevzilendiği önem kazanır. Sol’un bu “kuşkuculuğu” onu kısa dönemli pragmatik bir siyasetten ziyade uzun erimli yanılmazlığa mecbur kılar. Liberalizmin demokratikleşme kavrayışı ilkeseldir ve kurallara bağlıdır; solunki konjonktüreldir ve ekonomipolitikten bağımsız değildir.
Bu noktayı açalım: Antropolog Yael Navaro Yashin “Faces of the State: Secularism and Public Life in Turkey” kitabında Slavoj Zizek’in devlet toplum ilişkilerine yönelik yaklaşımını benimser. Buna göre devlet topluma yabancı olan, toplumun anlayamadığı ya da yanlış anladığı için karşı çıkamadığı dışsal bir güç değildir. Toplum devletin ne kadar karanlık bir güç olduğunu bilir. Fakat bizzat bu karanlıktan dolayı bireyler karanlığa bulaşmamayı, onun ne kadar kirli olduğunu bilerek ve görmezden gelerek kendi yaşamlarını idame ettirmeye odaklanmayı, yani sinizmi seçerler. Faili meçhuller, katliamlar ve cinayetler karşısında toplum alışıklık görüntüsü verir. İşte bu sinizmdir ki, Türkiye’deki demokratikleşme ümidinin köklerini kurutmaktadır. Ve demokrasi egemenlerin taht kavgasına emanet edilmektedir. Sol’un demokratikleşme gündemi tahtın kimde kaldığıyla değil, devlet-toplum dengesinin nasıl altüst olacağıyla ilgilenmektedir.
Güle güle wikipedia, Wikidata hoşgeldin ikimedia Foundation, yeni bir proje geliştiriyor. Wikidata adı altında geliştirilen proje hem insanlar hem de makineler tarafından okunup düzenlenebilecek bir bilgi veritabanı sağlayacak. Wikipedia'nın tüm yerelleştirilmiş sürümlerindeki temel bilgilerin terimleri bir diğeriyle
W
eşlenerek veriler sağlanacak böylece ortak bir dil oluşturulacak. Ayrıca Wikidata kullanıcıların çeşitli türde sorular sorulmasına imkan tanıyacak. Wikidata otomatik olarak konular hakkında listeler oluşturarak bu sorulara cevap vermeyi başaracak.
RADYOLAR YAŞIYOR Teknolojinin gelişmesiyle birlikte gittikçe dijitalleşen iletişim ortamı üretenle tüketen arasında yeni bir ilişkiyi tanımlıyor. Kitle iletişim araçlarını birçok özelliği bakımından (üretim, biçim, yöntem vb.) değişime zorlayan bu tanıma kimi bilim insanları “ikinci medya çağı”, kimisi “yeni medya” dese de; geleneksel biçimde yayın yapan radyolar da bu değişimden nasibini almış gibi görünüyor. İnternetle birlikte ortaya çıkan yeni gelişmelerle paralel olarak ses, hareketli görüntü, metin ve resim gibi içerikler taşınabilir duruma geldi ve bu yapısıyla internet, radyoyu, televizyonu, gazeteyi, dergiyi, , telefonu kısaca aklımıza gelebilecek bütün iletişim araçlarını bünyesinde barındırır hale geldi. İnternetin kullanım oranıyla doğru orantılı olarak hayatımıza giren internetten yayın yapan radyolar ise Türkiye’de özellikle üniversite gençliği olmak üzere birçok radyo dinleyicisinin ilk tercihi olmaya başladı bile.. Türkiye’de her 6 kişiden birinin internet kullandığını ve nüfusun yüzde 70’inin radyo dinlediğini düşünürsek alternatif radyo yayını yapan internet radyolarının dinlenme şansı giderek artıyor. TRT dahil birçok karasal frekans yayını yapan radyo internette de yayın yapmaya başlamışken, bireysel olarak internette radyoculuk yapmak çeşitli programlar sayesinde oldukça kolaylaşıyor. Türkiye’de ilk olarak 2004 yılında Onur Engin ve İlke Şahin adındaki iki arkadaşın Nuist adını verdikleri bir online radyo kurarak hem radyoculuk hayallerini gerçeğe dönüştürdüklerini hem de Türkiye’yi alternatif radyoculukla tanıştırdıklarını biliyoruz. Üniversite gençliği ise online radyoyu sadece dinlemek için değil aynı zamanda radyoculuk yapmak için de kullanıyor. Hem ucuz, hem daha kolay olduğu için radyocu olmak isteyen birçok üniversiteli kendi radyosunu kurarak, RTÜK derdiyle uğraşmadan alternatif yayıncılık yapıyor. Şimdilik internette kalıcı dinleyici kitlesi bulmak zor gibi görünse de; bira fm,
radyo babylon gibi siteler hem müzik zevkleri, hem programlarıyla radyo dinleyicileri arasında markalaşmış ve kalıcı olmayı başarmış isimler. Bir de sadece üniversite öğrencilerine hitap eden üniversite radyoları var. Neredeyse her üniversite internet üzerinden radyo yayıncılığı yapıyor. Birçoğunun kuruluşunda üniversite öğrencilerinin yer aldığı, çalışanları yine üniversitelilerden oluşan radyo
Boğaziçi, İTÜ radyo, radyo A gibi online üniversite radyoları sadece öğrencilere hitap eden yayınlardan birkaçı. Kendinizi müziğin ritmine bırakmışken araya giren DJ sesinden, her şarkıdan sonra reklam dinlemekten sıkıldıysanız, ya da sadece sizin müzik zevkinize hitap eden bir radyo bulamadıysanız online radyolar bir tık uzağınızda…
radyobabylon: HER TELDEN MÜZİK Bir yıllık bir tarihi olmasına rağmen oldukça geniş bir dinleyici kitlesine sahip olan Radyo Babylon, Babylon sahnesinin hemen yanındaki stüdyodan dünyaya sesleniyor. Bir internet radyosu olan Radyo Babylon iyi müziğin her türüne açık ve caz, rock, world, indie ve electronik miziği bir
arada dinlenme kaygısı duymadan çalabilen radyolardan. Babylon’daki canlı performans kayıtlarını da dinletme imkanı sunan radyonun hedefleri arasında konserleri canlı yayınlamak, New York, Sao Paolo, Bogota, Paris, Londra, Berlin ve Tokyo ile başlayarak, dünyanın önemli merkezleriyle köprüler
Emniyete red-hacklendi edhack geçtiğimiz ay Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün sitesini hackleyerek siteye yapılan ihbarları internetten yayınlamıştı. Oldukça dikkat çeken bu eylem sonrasında ise Redhack'e yönelik bir operasyon yapıldı ve 7 kişi silahlı örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklandı. Tutuklananların kendileriyle alakaları olmadığını belirten Redhack bu tutuklamaların ardından da birçok Emniyet
R
Müdürlüğü sitesini hackledi. Hacklenen sitelere de "Gardiyan'a rüşvet verdik cezaevinden hack yapıyoruz" notunu bıraktılar. Yaptıkları eylemleri de haksız yere tutuklanan 7 gence ve 4+4+4'e karşı çıktığı için polis saldırısına uğrayan öğretmenlere ithafen yaptığını belirttiler. Önümüzdeki dönemde de Redhack AKP'nin internet dünyasında korkulu rüyası olmaya devam edecek gibi görünüyor.
kurmak, ortak projeler üretmek bulunuyor. Aynı zamanda keşfedilmeye hazır grupları dinleyiciye tanıtan ve yeni albümleri müzik haberlerini de dinleyiciyle paylaşan Radyo Babylon’u www.radyobabylon.com adresinden dinleyebilirsiniz.
SAYFA 15
Tarihi boyunca farklı kuşaklardan yüzlerce sanatçı yetiştiren Halkevleri İstanbul'da 80. yılını "Kuşaklar Söylüyor İstanbul Buluşuyor" diyerek ülkenin en büyük spor salonu olan Sinan Erdem Spor Salonu'nda onbinlerce katılımcıyla kutlamaya hazırlanıyor. AKP'nin ülkede yarattığı baskı ve zorbalık ortamına inat herkesi özgürlük ve demokrasi için onbinler olup hep beraber "Özgürlüğe Şarkı Karanlığa Meydan Okumaya" davet ediyor. Halkevleri'ne 80. yılında Anadolu Ateşi, Yavuz Bingöl, Agire Jiyan, Yeni Türkü, Şevval Sam, Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu, Bulutsuzluk Özlemi, Hayko Cepkin, Volkan Konak, Melike Demirağ, Edip Akbayram'ın yanı sıra bir çok şair de sahnede yerlerini alacak. Konserin detayları ve biletlerine ulaşmak için www.halkevleri.org.tr ziyaret edilebilir.
SœYAH MAV
Ksanat ültür
SOKAKLARIN İKİNCİ DİLİ
KIRMIZISARI
15
. . Sanatin Gundemi
Müzik mi siyaset mi ?
Sokak sanatı, toplum üzerindeki baskıların yoğunlaştığı ve bunun bir sonucu olarak çeşitli muhalif hareketlerin yükseldiği dönemlerde, yaratıcı ve renkli bir eylemlilik biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Rönesans İtalya’sında sanatın sadece burjuvazi için icra edilmesi gerektiği anlayışına tepki olarak doğan ve “İtalyan Halk Tiyatrosu” adıyla cisimleşerek kendini vareden sokak tiyatrosundan; Fransa’da geleneksel yapıya dayalı katı sansür uygulamasına atıfta bulunan pantomime, halk tabanında sosyal eşitsizliklere karşı başkaldırılarla fokurdayan 1970’lerin ABD gettolarında siyahilerin isyan çığlığıyla bütünleşen breakdance’dan; 1940’ların savaş döneminde protestocuların Berlin Duvarı üzerinde karalamalar yapmasıyla hayat verdiği, sonrasında ‘60’larda ABD’de ve daha sonra tüm dünyada politik öğrenci hareketinin sokakta yazım-çizim yolunu kullanarak da kendini ifade etme biçimlerinden biri haline gelen grafitti sanatına kadar her şey sokakta yankılanan toplumsal hareketlerin bir sonucu olarak sokak sanatını doğurmuş; sokak sanatı talepler dile getirilirken sorunları toplumla paylaşmanın en açık ve en keyifli yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Özellikle de yakın geçmişten bugüne gençlik hareketinin sahiplenmesiyle özgün anlatım teknikleri gelişmiştir. Türkiye’de de yeniden ve özellikle üniversitelinin uğraşı haline gelmiş olan sokak sanatının görünürleşmesi-
nin sebeplerinden biri üniversitelinin sanata olan ilgisinin yanı sıra tıpkı dünya gençliğinde olduğu gibi yaşanan siyasal-sosyal baskılar karşısında kendini topluma ifade etme, taleplerini, duygularını halkla paylaşma isteği. Bunun yanısıra, tıpkı gençlik gibi iktidarlar da kültür sanatı propaganda aracı olarak kullanmıştır. Sanat düşmanı AKP Toplumsal dönüşümü sağlamak için, baskıcı yöntemlerle kültür sanat araçlarını kendi tekellerine almış, yukarıdan aşağıya bir toplum mühendisliğine soyunmuşlardır. Bugün, AKP iktidarının da toplumu dönüştürme arzusuyla baskıcı diğer iktidarlar gibi kültür sanat araçlarını kullanması kaçınılmazdı. Çünkü egemenliği her alanda yaygınlaştırmayı başarmış olan AKP, kültürü sanatı muhafazakarlaştırırken var olan alternatif kültürü de yok etmeye çalışıyor. Geçtiğimiz yaz döneminden itibaren sokak müzisyenlerinin, “gürültü” yaptıkları, kalabalıkları çekerek güvensiz bir ortama sebebiyet verdikleri, Kürtçe şarkı söyledikleri için toplumu tahrik ettikleri gibi anlamsız gerekçelerle AKP’li belediyelerce sokaklardan kovulması, özellikle üniversite kentlerinde baskılar daha da katılanırken bu işi üstlenen ve baskılara karşı koyan sokak sanatçıların, polis ve zabıtaların tacizleriyle karşı karşıya kalması yaşanan sürecin en yakın örneklerinden.
AKP, yeni muhafazarlık eksenli toplumu şekillendirirken, herkes gibi gençleri de hiçe sayarak, kendi kültürünü empoze etmeye uğraşıyor. Ancak; kültür kavramı, hiçbir dönemde iktidarların istediği biçimde toplumla bütünleşmemiş, hatta başkaldırı şeklinde halk tabanında örgütlenerek ortaya çıkmıştır. Yıllar boyunca toplumlar tarafından sahiplenilerek gelenekselleşmiştir. Bu noktada güzel örneklerden biridir Flamenco’nun doğuşu. Çingenelerin İspanya’ya göç etmesiyle birlikte yaşam tarzlarına ve dillerine yapılan baskılar sonucunda mağaralara saklandıkları süreçte bu dans türünü üretmeleri ve İspanyalıların sahiplenmesiyle Flamenco’nun gelenekselleşmesi gibi bugün Türkiye’de de dindar gençlik yaratma sevdasıyla tutuşan AKP’nin, bağımsız sanat atölyelerine ve alternatif kültür faaliyetlerine hat safhada uyguladığı baskılara karşın sokak sanatçılarını ve onlarla bütünleşenleri hala etrafımızda görüyor olmamız AKP’nin gençliğe biat kültürünü aşılayamadığının, kendi ekseninde sanatı şekillendiremediğinin ve ağır ağır olsa da sokak sanatının toplum nezdinde kültür haline geldiğinin bir göstergesidir.
KOLEKTİF KÜLTÜR MERKEZLERİ ÜRETİYOR
Gençlik Filmleri Festivali'ni başlatan Kolektif Sinema ekibinin yürütücülüğünde olan sinema atölyesi; ünlü yönetmenler Derviş Zaim, Özcan Alper, Zeynep Dadak, Elif Ergezen ile akademisyen ve köşe yazarı Uğur Kutay'ın eğitmenliği ile sürdürülüyor
Kolektif Kültür Merkezleri, üniversitelilere alternatif ve parasız aktivite imkanı sunmak, üniversitelilerin kolektif emekle üretim yapabilecekleri ve üniversiteliler arasında bağ kurabilecek sosyal alanlar yaratmak için kuruldu. Kolektif Kültür Merkezi şu ana kadar İstanbul ve Ankara olmak üzere iki şehirde bulunuyor. Eskişehir'de de üniversitelilerin çabalarıyla ilerleyen günlerde bir Kolektif Kültür Merkezi daha açılacak. Kolektif Kültür Merkezleri'nin ilki olan İstanbul KKM'de yeni kurulan atölyelerle alternatif, parasız eğitimler verilmeye başlandı. Ortak üretimlerin yaratılacağı atölyeler, zengin içeri-
ğiyle birçok akademisyen ve sanatçının da yürütücülüğünde gerçekleştiriliyor. Akapella, Enstrümantal müzik topluluğu, Fotoğrafçılık, İngilizce, Sinema ve Tiyatro Atölyeleri KKM'de haftanın belirli günleri çalışmalarını yürütüyor. Fotoğraf Atölyesi, Galata Fotoğrafhanesi’nden Yücel Tunca öncülüğünde gerçekleşiyor. Ayrıca İstanbul ve Ankara KKM'de her hafta farklı başlıklar altında konuklarla Türkiye Tarihi’ni etkilemiş ve günümüzde etkileyen konular ve güncel olaylar hakkında tartışmalar yapılıyor. Bu tartışmalar İstanbul'da "Kolektif Söyleşileri”, Ankara'da "Kolektif Enstitü" adı altında yapılıyor.
Dünyanın en ünlü ve en uzun soluklu şarkı yarışması Eurovision Şarkı Yarışması, ilk defa 1956 yılında San Remo Şarkı Festivalinde doğdu. Avrupa Yayın Birliği(EBU)’nin her yıl Avrupa ülkeleri arasında düzenlediği Eurovision Şarkı Yarışması’nın ilki 24 Mayıs 1956’da İsviçre’nin Lugano şehrinde yapıldı ve Hollanda, İsviçre, Belçika, Almanya, Fransa, Lüksemburg ve İtalya katıldı. Türkiye ise Eurovision Şarkı Yarışması’nda ilk defa 1975 yılında Semiha YANKI’nın seslendirdiği “Seninle Bir Dakika” isimli şarkıyla yer aldı. 1979 yarışması Kudüs’te düzenlendiği için Türkiye, o yıl halk seçimi ile belirlenen Maria Rita Epik & 21. Peron’un “Seviyorum” isimli şarkısını yarışmaya göndermekten vazgeçerek, yarışmadan çekildi. Favoriler arasında gösterilen bu şarkının yarışmaya katılmaması Avrupa'da büyük hayal kırıklığı yarattı. Bu zamana kadar Eurovision Şarkı Yarışmasına katılan birçok sanatçıda bu yarışma hayal kırıklığı yaratırken 90’ların sonuna kadar puan tablosunun sonunda yer alan Türkiye ilk birinciliğini 2003’te Sertab Erener “Everyway That I Can” isimli şarkısıyla tatmış oldu. Her yıl yarışma tarihi yaklaşırken yarışma şarkısı ve katılacak sanatçı televole( halk oylaması) yapılarak belirlenirken hem ülkenin tek yürek olması sağlanıp milliyetçilik damarlarımız kabartılıyor aynı zaman da yarışmanın maliyeti de bu yolla azaltılması sağlanıyor. Bugüne kadar 7 kez birinci olan İrlanda en çok birinciliğe sahip ülke olurken yarışmayı 5 kez birinci tamamlayan Birleşik Krallık 8 kez ev sahipliği yaparak bu daldaki liderliği almış bulunmaktadır. Her sene katılımcı ülke sayısı artan yarışma 2004 yılında yeni bir uygulama getirerek yarı-final uygulaması ile bir eleme gerçekleştirmişti.
EBU’nun tahminlerine göre her sene Eurovision Şarkı Yarışması ortalama 400 ile 600 milyon izleyici tarafından izlemekte ve bu sayı giderek artmaktadır. Ülkelerin çoğu Eurovision'a göndereceği şarkıyı seçmek için her yıl ulusal yarışma düzenliyor ve şarkının belirlenmesi için halk oylamasına başvuruyor. Buna karşın bazı ülkeler doğrudan sanatçıyı seçerek beste siparişi vermeyi tercih ediyor. Eurovision Şarkı Yarışması; Soğuk savaş ortamında keşfedilmiş olup Doğu ve batı ülkeleri arasında ki savaşta AB’nin kurulduğu 1956 yılında Batı Bloğunun bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eurovision Şarkı Yarışması’nda kritik olan bir diğer unsur ise bu organizasyonun kâğıt üzerindeki nedeni ülke televizyonları arasında ortak canlı yayın yapabilme ve yayın kalitesini arttırabilmek olarak gösterilirken asıl amaç karşımıza daha sonra çıkıyor. Ülkeler arası müzik yarışmasından çok ülkelerin birbirlerini siyasi açıdan değerlendirip puanladığı, Avrupa birliği önderliğinde ortak bir kültürün yaratılmaya çalışıldığı ve bunları yaparken de müziğin kullanıldığı bir yarışma haline dönüyor. Müziğin bu yarışma da sanatsal açıdan değerlendirilmesi neredeyse hiç söz konusu olmuyor. Ülkelerin siyasi stratejileri bu yarışmanın birincisini belirlemekte rol oynarken sanatı çok açıktan kullanarak bir taşla birçok kuş vurulması da cabası.
SAYFA 16
SœYAH MAVœ KIRMIZISARI
KOLEKTİFLER’DEN YÖK’E RAHAT YOK Kulaklar sağır talepler acil #yumurtadanoncesontweet YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya göreve geldiğinden beri bir koltukta iki karpuz taşımak için yoğun çaba harcıyor. Çetinsaya’nın demokratik görünmek ve baskıyla gerçekleştirebileceği YÖK reformunu yönetme gibi önemli bir görevi var. Kapalı kapılar ardında, yer ve tarihlerini açıklamadan toplantılar yapan Çetinsaya demokrasi şovunu da sosyal medya aracılığıyla yapmayı tercih ediyor. Yeni koltuğuna oturur oturmaz “Yumurta atmayın tweet atın” diyerek Öğrenci Kolektifleri’ne ilk uyarısını yaptı. Çetinsaya, YÖK’e ait web sitesinde forum sayfası açarak, tartışma ortamı yaratıp üniversitelileri “dinleyecek” son projesiyle inter-
net demokrasisinde epey yol aldı. Üniversitenin gerçek taleplerini taşıyan üniversitelilerden kaçarak, rektör ve ÖTK’larla gizli kapaklı toplantılar yapan Çetinsaya, İstanbul’da yaptığı toplantıda Öğrenci Kolektifleri’ne yakalanıp üniversitenin gerçek taleplerini dinlemek zorunda kaldı. Üniversitede köklü bir değişiklik hazırlığında olan YÖK, göstermelik toplantılar ve internet demokrasisi ile 2 milyon üniversitelinin taleplerinin temsil edilmesini engellemeyi amaçlıyor. Bizzat Tayyip Erdoğan, AKP’li bakanlar ve eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan tarafından da geçtiğimiz yıl aynı oyun oynanmaya çalışılmıştı. AKP’liler yaptıkları her hamlenin
karşısında üniversitelileri bularak başarısız oldular. Hakları için mücadele etmekte kararlı olan Öğrenci Kolektifleri, Çetinsaya’yı her alanda sıkıştırmayı hedefliyor. Öğrenci Kolektifleri 13 Nisan Cuma günü saat 22:00’da sosyal medya üzerinden geliştirilen demokrasi imajını kırmak ve üniversitelilerin taleplerine kulak tıkayanlara seslenmek için twitter üzerinden uyarı eylemi başlatıyor. Yumurtadanoncesontweet başlığıyla yapılacak uyarı eyleminde milyonlarca üniversitelinin düşüncelerini yok sayarak üniversitelerin dönüşüm hazırlığında olanlara üniversitelilerin her alanda karşılarında olacağı mesajı verilecek.
YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya Öğrenci Kolektifleri ile görüşmek zorunda kaldığında ''Üniversite Araştırma Dosyası ve Üniversite Konferansı sonuç bildirgesini bana yollayın inceleyelim daha sonra görüşelim'' dedi. Ancak görüşme sonrasında Öğrenci Kolektifleri’nin dosyaları mail atmasına rağmen, Çetinsaya üniversitelilerin taleplerine kulak tıkadı. Öğrenci Kolektifleri’ne, üniversitenin taleplerini görüşmek için randevu vermedi. YÖK Başkanı’na sunulan dosyada üniversitelilerin hakları, talepleri yer alıyor. Üniversitelilerin acil talepleri ise şunlardır;
1)Üniversitelerde söz yetki karar hakkı istiyoruz. 2)Üniversitede sivil polis istemiyoruz. 3)Harç parası, kayıt parası gibi uygulamaların kaldırılmasını istiyoruz. 4)Bologna süreci uygulamalarına son verilsin. 5)Soruşturmalar geri çekilsin cezalar iptal edilsin. 6)YÖK kapatılsın. 7)Üniversitelere ayrılan bütçe arttırılsın.
ÜNİVERSİTE 1 MAYIS’TA GÜCÜNÜ GÖSTER
Emeğin, dayanışmanın ve mücadelenin günü 1 Mayıs yaklaşıyor. Toplumsal muhalefetin buluştuğu; binlerce yoksulun, emekçinin, öğrencinin, kadının taleplerini birleştirdiği 1 Mayıs; kutlandığı ilk günden beri “bayram”dan öte bir anlam taşıyor. Türkiye’de 1 Mayıslar katliamların, direnişlerin ve kazanımların sembolü haline gelmiş durumda. Yasaklı Taksim Meydanı için 3 yıl boyunca direnen ve bu direnişin sonucunda sadece Taksim’i değil, 1 Mayıs tatil hakkını geri kazananların; yıl boyunca hak mücadelelerini mahallelerde, okullarda, işyerlerinde yükseltenlerin; milyonların mücadele günü 1 Mayıs, 2012’yi baskıcı, gerici, soyguncu AKP’ye meydan okuyarak karşılayacak. Öfke ve isyan sokağa taşacak 10 yıldır iktidarda olan AKP’nin baskı politikalarının, tahammülsüzlüğünün büyüdüğü; halkın her geçen gün yoksullaştığı, haklarının ellerinden alındığı; halkların, dillerin, cinsiyetlerin ötekileştirildiği, görmezden gelindiği, hatta yok edilmeye çalışıldığı; 2012’de yüzlerce renk, yüzlerce ses alanları dolduracak. 1 Mayıs’ta kimler olmayacak ki? “Özgür basın susturulamaz” diyerek sansüre, tehdide hatta hapishanelere inat elleri halkın yanında kalem tutan gazeteciler; “Katliamlardan hesap soracağız” diyen ve zamanaşımına, hukuksuzluğa ve yıllardır faşizme direnerek katliamların AKP eliyle sürdüğünü hatırlatan Sivas Katliamı, 16 Mart Katliamı gibi faşizmin kara lekelerini unutturmayanlar; Dillerine, kültürlerine, kimliklerine sahip çıktıkları için tutuklanan, gözaltına alınan hatta öldürülen Kürt Halkı; Mahallelerde, iş yerlerinde, köylerde, okullarda ve birleşerek sokaklarda halkın barınma, çevre, eğitim, güvenceli iş… kavgasını veren sendikalar, meslek örgütleri, halkın örgütleri;
Her gün öldürülen, dayak yiyen, tacize, tecavüze uğrayan; ama gerçek eşitliğe kadar mücadele edeceklerini hatırlatan memleketin kadın yarısı; Ve birleşerek AKP faşizmine karşı “demokrasi ve adalet” isteyen; yaşanabilir bir memleket, eşit ve özgür bir dünya için mücadele eden; AKP’nin kirli savaş politikalarına karşı kol kola, omuz omuza vererek barışı savunan; sadece kendisi için değil, emperyalizme, yoksulluğa karşı mücadele eden bütün halklar için sokağa çıkan herkes 1 Mayıs’ta seslerini daha güçlü çıkaracaklar. Üniversitenin gücü 1 Mayıs’ta alanlarda! AKP’ye karşı üniversitenin güçlü sesi
Kolektifler; yıl boyunca amfilerde, kampüslerde, sokaklarda yükselttiği mücadeleyi 1 Mayıs’ta alanlara taşıyacak. “Üniversite gücünü göster, AKP’ye gününü göster” sloganıyla Türkiye’nin dört bir yanında meydanları dolduracak olan Kolektifler; “Sokağı özgür bırak” diyerek başta 600 tutuklu üniversiteli olmak üzere, AKP’ye muhalefet ettikleri için hapishanelerde mahkum edilenlerin sesini seslerine katıp meydanlara çıkacaklar. 40’a yakın üniversitede “Üniversitede haklarımız, rektörlere şartlarımız var” diyerek; üniversitenin gerçek talepleri ile sokaklarda olacaklar. Üniversitelerinin içindeki talepleri; barış, demokrasi, özgürlük talebiyle birleştire-
YÖK Başkanı ile görüşen Kolektif temsilcilerinden Bircan Birol yaptığı açıklamada ‘’Haklarımızın, şartlarımızın acilen yerine getirilmesi için YÖK Başkanı ile görüşmemizin yeterli olmadığını biliyoruz. Bunun için bulunduğumuz her üniversitede her kampüste her fakültede haklarımız için sokağa çıkıyoruz. Üniversitenin taleplerine kulak tıkayanları ve patronlara, AKP iktidarına kulak kesilenleri uyarmak için; “Üniversitenin hakları var üniversitelilerin şartları var” demek için örgütlü olduğumuz 40’tan fazla üniversitede sokağa çıkıyoruz. Daha önce %500lere varan harç zamlarını geri çektirdiğimiz, metrobüste turnikeden atlayarak zamları geri çektirdiğimiz gibi ulaşım, barınma, beslenme gibi birçok temel hakkımızı savunduğumuz gibi üniversitelilerin gerçek temsilcisi Öğrenci Kolektifleri olarak üniversitelilerin haklarını savunmaya devam edeceğiz. İlk önce 19 Nisan’da daha sonra 1 Mayıs'ta üniversitenin talepleri için sokağa çıkacağız.’’ dedi.
cekler. Yumurtaları ile AKP’nin korkulu rüyası haline gelen Kolektifler, 1 Mayıs’ta yine yumurtalarını havaya kaldıracaklar. Üniversitenin, üniversitelilerin gücünü dayanışmanın ve mücadelenin gününde AKP’ye tekrar gösterecek.