3 minute read
Müslüman’ın İstanbul HâliÖzlem ALBAYRAK
Müslüman’ın İstanbul Hâli
Özlem ALBAYRAK
Advertisement
Topkapı’daki eski gazete binasının, şems kısaldıkça daha da uzayan koridorunda, kısa mesafe maratonculara nal toplatacak bir aceleyle gel git yaparken… Servis ve teknik oda arasındaki o gidiş gelişlere, “Hangi başlığı atarsam derdimi daha iyi anlatırım”, “İnşallah son anda değişiklik yapmazlar da bir günlük emeğimi, sayfamı yıkmak zorunda kalmam”; “Yarın özel haber çalışalım, ama önce bir özel haber bulmak gerek”; “Bu haberi de 1’den görmezlerse artık yuh” ya da gayet kişisel kafa karıştırıcı meselelerin ağırlaştırdığı dalgın mı, yorgun mu belli olmayan bir çehreyle eşlik ederken…
Her seferinde yanımda bir ayak sesi, kulağımda bir soru belirirdi: -Merhaba hanımefendi birlikte yürüyebilir miyiz?
Bozmazdım, şefkatle takdim edilen Yeşilçam rolüne hemence giriverir;
“-Ne münasebet, ben sizi tanımıyorum hem” der ve bu babacan komplimana yüz çevirme havalarında az sonra beni güldürecek cevabı beklemeye başlardım.
Gelirdi çabucak: -E birlikte koşalım o hâlde… Her ne hâl içinde olursam olayım; gülüverirdim işte.
Kalender bir iyicillik hissiyatından neşet edene şükran ifadesiydi latife dediğimiz; “nasılsın, iyiyim” türü bir şey.
Beklentisinin hasıl olduğuna kanaat getirdiğinde, kendimi ve yüzümü hâle yola koyduğumu, bulutlarımın dağıldığını gördüğünde; içi rahatlamış bir baba edasıyla “Allah yüzünü hep güldürsün” der, birden hız keser, yanımdan ayrılır, işinin başına dönerdi.
Sanırım sayfa yapmak için zamanı ekonomik kullanma stresinin, gündelik iş meselelerinin, ara ara hiç de gündelik olmayan kederlerin nemlendirdiği hâllerime bir tür merhamet beslerdi.
Sanırım O, çoğu Yeni Şafakçı’nın hayatına, kadri ve boşluğu sonradan bilinmek üzere bahşedilmiş biriydi.
Nusret Özcan, hem az sonra kafa göz birilerine dalacak izlenimi verecek kadar çağıl çağıl delikanlı hem dünyanın sırrına dair öneriler manzumesini sırtındaki heybeye atmış da yola çıkmış dervişler kadar bilge bir çınar, hem yeryüzünün devridaimiyle ince ince dalgasını geçen bir muzip hem cihanın manası peşinde ömür tüketen bir münzevi… O hem derviş edalıydı hem delişmen tavırlı, hem munis ve yapıcı hem öfkelendiğinde saman alevi gibi parlayıveren biri...
Elbette ikincisi ilki için katalizördür; terbiye eder, değiştirir, dönüştürür, ama kişilik yapısının yanı sıra bir mümin olarak da Nusret Özcan’ın seyrüseferini farklı bir kulvarda hitama erdirdiğini iddia edebiliriz. Nusret Ağabey’in Müslümanlığına ne geleneksel ne modern, ne siyasal ne apolitik, ne radikal ne ılımlı etiketlerinden herhangi birini öyle bir lahzada, kolayından yapıştıramazdınız. Geleneksel olmak için fazla bilgili ve İstanbullu, modern olmak için fazla ilkeli ve lahuti, siyasal olmak için fazla sıddık ve sufi, apolitik olmak için fazlasıyla farkındalık sahibi, radikal olmak için fazla hikmetli ve sofistike, ılımlı olmak içinse fazla muhalif ve öfkeliydi.
O’nun farkı; zihninde anlamlandırdığı ve elinden geldiğince hayatının her ânına sirayet ettirmeye çalıştığı İslam tasavvuru, Allah’a inanma ve hayatını Muhammed Peygamber’in (sav) dünyaya hediye ettiği itikat nizamına
göre ayarı yapılmış bir uygulama zemini olarak görmekti… Ama bir yandan da O’nun ayırıcı yanı, insanoğlunun yeryüzündeki serencamının peşine düşmeyi de, yüzyıllarda tortulanmış kültürel birikimlerin de, iyi edebiyatın da, aşkın da, güzelliğin de bir varoluş meselesi olarak İslam’a olan mesafelerini, İslam’la kesişim kümelerini aramayı İslam’dan addetmesiydi sanırım.
İtiraz edecek olan varsa bile ben Nusret Özcan’ı böyle bildim. Platon’dan girip Dostoyevski’den çıkmasını, Drina Köprüsü’nden girip, içinde elbette bir miktar cismaniyet de barındıran hakiki aşkın teorik sularından çıkmasını; benim diyen kritiklere taş çıkartacak sanat tenkitlerinden “nahif günahtan uzak latif bir hayranlık” olarak tabir edebileceğim Türkan Şoray güzellemelerine uzanmasını nasıl unutabilirim ki…
Ölümle geziyoruz, ölümü gezdiriyoruz, biliyoruz. Ama işte, elimde bavulum, havaalanına gidecek otobüsü beklerken aldığım kara haberine iki damla gözyaşımı kattığım bu adamın, dünyanın ilk durağından kalkan ve yolda döke döke menzile yol alan otobüsten son durağa gelmeden indiğini düşünmeden edemiyorum. Ölümün erken geleni de, geç kalanı da olmaz ama -Allah affetsin- sanki Nusret Özcan ellerimizin arasından çabuk kayanlardandı. Yolculuğunu tamamlamış menzile varmışlar değil ama erken inenler daha bir acıtır bilirsiniz… O, içimizi yakanlardandı.
Daha önce de söylediğim gibi, o bizim ihtiyar delikanlımız, o eski usul, o güzel usul dervişimiz. O’nun baba şefkatine, gönül ilmine şahitlik etmek boynumuzun borcudur; vedasının muzdaribiyiz. Biz O’nu iyi bildik, keşke son duasını alabilseydik…