3 minute read

Seni Öyle Özledik kiHamit CAN

Next Article
Gazel

Gazel

Seni Öyle Özledik ki

Hamit CAN*

Advertisement

Fırsat buldukça onu ziyaret ederim.

İzinli olduğum günler, yolumu Eyüpsultan’a düşürür, ikindi namazını eda edip parke taşlı, dik yokuşu ağır ağır çıkar ve soluğu kabrinin başında alırım. Aziz ruhuna fatihalar okuduktan sonra bir süre ayakucunda oturup derin düşüncelere dalarım. Daldıkça, servi dallarının kımıltısını ve denizin mavi yüzünü görmez olurum. Gözümün önünden tatlı hatıralar akıp gider. Bambaşka iklimlerle karşı karşıyaymışım gibi bir hisse kapılırım.

“Sevgili Nusretciğim” diye başlarım sohbete. İçimden ona böyle hitap ederim. (Bazen sırf muziplik olsun diye “Nusretciğim” deyişime ilkin şaşırmış gibi yaptığını ve ardından kahkahayla gülüp “Ah güzel abim benim” gibi bir cümleyle konuşmasını sürdürdüğünü hatırladıkça hüzünlenirim. Gözlerim buğulanır.)

Sevgili Nusretciğim, vedalaşmadan gittiğin o günü hiç unutmadım. Unutacağım da yok. Mis kokulu güller açılmıştı bahçelerde, ama yüreğimizdeki bahçeler tarumar olmuştu. Bazen arkadaşlarla senden konuşurken, birbirimize “Keşke şimdi Nusret Ağabey çıkıp gelseydi” diyoruz, “O tok sesi or-

*Hamit Can’ı Şubat 2010’da ebedî âleme uğurladık, Allah’tan rahmet diliyoruz.

talığı çınlatsaydı. Esprileriyle, bu durgun atmosfer bir anda değişir, canlanırdı.”

Yaz akşamları bir çay bahçesinde veya eski bir külliyenin avlusunda bir masaya kurulur, tavşan kanı çaylar eşliğinde koyu sohbetlere dalardık. Başlardı tatlı tatlı anlatmaya. Göz kamaştırıcı kelimelerle sanki dünyanın en harika tablolarını çizerdi. Bu kadar yoğun, ilginç ve önemli havadisi nasıl bulur ve ustaca nasıl birbirine bağlardı, şaşardınız. Zamanın hızla geçip gittiğinin farkına varmazdık. Onu dinledikçe, eşyanın sesi ve rengi değişirdi sanki. Ölüm hayata dönüşürdü. Hayatsa, olsa olsa ancak bir imtihandan ibaretti. Yüreklerimiz cennetten esintilerle titrerdi. Kimi zamanlar da susar, çıt çıkarmadan birbirimize bakar ve “hiç konuşmadan” her şeyi konuşurduk.

Hayata güzelliğin penceresinden bakar ve öyle görürdü. Kalbi, bir çocuğunki gibi tertemiz ve berraktı. İnsanda hayranlık uyandıracak derecede hassastı. Karşısındakinin yüz çizgilerinden hâlet-i ruhiyesini tahmin ederdi. Ki, kuvvetli sezgiye sahipti.

Nusret Ağabeyle 1980’li yılların sonlarında tanıştık. İlerleyen yıllarda dostluğumuz artarak devam etti. Gazetenin çeşitli dönemlerinde aynı birimlerde ve odalarda çalıştık.

Onunla ilgili öyle çok hatıram var ki bilmem hangisini nakledeyim? Mesela, 1994 yılına ait şu anekdotu aktarsam mı?

Mevsimlerden sonbahardı. Rahmetli Hilmi Oflaz, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde kanser tedavisi görüyordu. Onu bir akşam ziyarete gittiğimizde, şiddetli bir yağmura yakalandık, sırılsıklam olduk. Kendimizi ufak, köhne bir çay ocağına zor atıp karşılıklı bakışıp gülüştük. Üzerinde çalıştığı hikâyesinden bahsetti. Üstad Necip Fazıl’ın çok sevdiği Hilmi Oflaz’ın, her sıkıntı gibi kanser belasını da güle-oynaya karşıladığından ve durumundan hiç yakınmadığından söz etti. “Hilmi Ağabey, işlerini Allah’a ısmarlayan tam bir mü’mindir” dedi.

Yine doksanlı yıllar. Güzel bir yaz gecesi, Beyazıt’tan Edirnekapı’ya doğru yürüyorduk. Bir ara yorulunca “Dinlenelim” dedi. Atikali’deki eski bir taş yapının önünde soluklandık. Aheste aheste yürüyüşümüz boyunca sanattan, edebiyattan söz ettik. “Pas” adlı uzun hikâyesinde dile getirdiği “pas”ların ancak Hazreti Musa’ya verilen mucizelerden “yed-i beyza”nın nuruyla cilalanabileceğini söyledi: “Musa aleyhisselam, elini koltuğunun altından çıkardığında bembeyaz parlarmış. Kalbler, onunla parlatılmazsa paslanmaya yüz tutar. O hikâyede hakikate sırt çeviren kalblerin gittikçe karardığına yani pas tuttuğuna dikkat çektim”. Söz şiir, tiyatro, sinema ve edebiyat konularında genişledi, büyüdü. Gecenin serinliğiyle bu hoş sohbet daha da güzelleşti.

Bir gün demişti ki: “Yürüdükten kısa bir süre sonra ayaklarımın altında müthiş bir yanma hissediyorum”. Yıllarca ayağındaki rahatsızlığı geçmedi. Vefatından üç buçuk-dört yıl önce ayak parmaklarından üçünü “kangren” ihtimaline karşı feda etmek zorunda kaldı. Aynı dönemlerde kalp krizi geçirdi. Uzun süre İstanbul’da ve İstanbul dışında birçok doktora başvurdu.

Bir başka gün. Gazetenin yoğun saatleri. Merdivende karşılaştık. Gülerek dedi ki: “Sesim, spikerlerin sesine benziyor, değil mi kurban? Bu alanda çok yetenekliyimdir”. Yüzünde çocuksu bir ifade vardı. Şakalaşma isteğiyle, bir-iki kere aynı soruyu sorunca, “Yetenekli olup olmaman bir yana. Bakalım ‘yetenek’ seni kurtarmaya yetecek mi?” Niyetim sadece yaptığı latifeye karşılık vermekti. Aradan iki gün geçti. Aşağı kata inmek üzereyken, fısıltıyla “Hamit Abi, sana ‘hususi’ bir şey sormak istiyorum” dedi. (Benden bir yaş büyüktü, ama bana böyle hitap etmekten hoşlanırdı). “Buyur Nusret Ağabey” dedim. Bir süre yüzüme baktı. Sonra yavaş bir sesle: “Geçen gün, ‘yetenek’ kurtarmaya yeter mi, falan dedin? Neyi kast etmek istedin acaba?” Birden beni bir gülme tuttu.

Günlerden çarşamba (20 Haziran). Camdan dışarıyı seyrediyordum. Omzuma dokunup kendine has üslubuyla “Se-

nin ana fikrin nedir?” diye sordu. Gülümsedim. “Sen daha iyi bilirsin... Ama yine de bir ipucu vereyim: Nusret Özcan’ı çok seviyorum...” - Yarın ne yapıyorsun? İzinli misin? - Evet, dedim. - Ben de mi izin yapsam acaba?

Birkaç saniye geçmeden, dedi ki: “Allah şahittir, ben de seni çok seviyorum.” Yüzündeki o hüzünlü ifadeye bir anlam veremedim. Yalnızca hayret ettim. Daha sonra “Cuma günü seninle konuşmak istediğim bir konu var” dedi...

Cuma günü sabah işyerine geldiğimde, Nusret Ağabeyin hastaneye kaldırıldığını duydum. İnanmak istemedim.

Tarih 22 Haziran 2007 idi. Günlerden cumaydı, evet. Saat 11’i çeyrek geçe ruhunu teslim ettiğinde, bu kez öldüğüne de inanmak istemedim. Herkes gibi ben de şok oldum.

Yeni Şafak, 1 Mayıs 2008

This article is from: