2 minute read
PortreH. Murat FİLİNTE
Portre
H. Murat FİLİNTE
Advertisement
Değerli arkadaşım Ekrem benden yazı istediğinde, Nusret Özcan’la olan yakınlığımı tekrar hissettim. Onun hakkında yazmanın, onur ve gururla çevrelenmiş ışıklı bir düşünce olduğunu ve berrak bir su gibi tekrar önümden aktığını gördüm.
Güçlü kaslarla çevrelenmiş zayıf yüzü, ikna edici sözlerini tereddütsüz onaylamaya hazır keskin gözleri. Susmayı, anlamayı, sevmeyi, acımayı, reddetmeyi ve nerede, ne zaman, ne yapılacağını bilen keskin zekasıyla benim abim Nusret Özcan. Onunla ilgili izlenimlerim bunlar ve onun üzerine yazı yazmanın sayfalara sığmayacağını iyi biliyorum.
Nerede, nasıl, ne zaman karşılaştığımızı hatırladığımda hep onu seven dostlarıyla aynı yerde yolumuz kesişiyor. Bir incir ağacı, ahşap iskemleler, çay kaşığı, bardak, sigara, kitap ve sonra her ne olduysa abimin hayatına giren bir bilgisayar. Suriçinde kenar bir semtten geliyormuş. Yüksek minarelerle çevrili Sultanahmet semtinde kubbeli, revaklı bir kahvehanenin bahçesinde birbirlerine yakın hikayeleri olan insanların buluştuğu günler, aylar, yıllar. Evet yıllar. Kaç yıl oldu acaba? Saymadım.
Onunla aramızda hiç uzamayan bir zaman var. Bütün zamanların üstünde. Donmuş, taş kesilmiş. Ne zaman ona baksam yerinde öylece duruyor. Kaşlarına dökülen saçlarının altından gülümseyen, ama sanki elini usulca omzuma koyarak konuşmadan öylece bakan. Ben ağzımı açsam hemen parmaklarını dudaklarına götürüp sus diyen... Benim abim.
Öyle iri kıyım değildi. Bakışları kadar güçlü, sözleri gibi büyük; ama bunlarla çok daha büyük görünen bir bedendi bu. Hüzünlü yanımızı saklamazdık onunla konuşurken. Buna gerek de yoktu. Neysek oyduk. Zaten o bize neysek o olmamız gerektiğini hatırlatmak isterdi hep. O nedenle onunla konuşurken kimse rol yapamazdı. Bunu çevresindeki herkes çok iyi bilirdi. En zayıf noktasını en kısa zamanda bulur ve yere yıkardı büyüklük taslayan fikirlerin hamutunu. Bir gün ben de “Picasso...” demiştim. Hemen başını çevirdi bana. Anladım savunmaya geçmişti. “Mesela hangi tablosu.” dedi bana. Bir tanesinin adını söyleyiverdim hemen orada. Söylemez olsaydım. Picasso’ya bakışım değişti. Avignon’lu Kızlar tablosundaki o siyah renkler ne içindi hakikaten? Derinlik ve perspektifi vermek için. Peki ya o masklar? Hepsi de Afrika masklarıydı. Çalıntıydı besbelli. “Yok efendim Picasso ne demiş: ‘Ben aramam bulurum.’ Geç lan ordan.” Şaşkınlık ve hayret sonrası koca Picasso’nun foyasını meydana çıkartıverdi. Ve hiç acımazdı.
Bir kış günü elinde kocaman bilgisayarını taşımak için hafif yana eğilmiş yürürken karşılaştık. O aletin hayatına yazıyla girdiğini biliyordum. Yazı yazarak geçimini sağlıyordu. Büro, işhanı, kapıcı... Bir gün bunları terk edip başka bir iş buldu basında. Daha az görmeye başladım onu.
Hasta olduğunu duyup ilk defa evine gittiğimde, o semtin, benim imgelerimde yaşayan ve geçmişimize açılan geniş pencereden görünenlerle aynı olduğunu gördüm. Sanki resmin derinliğini veren siyah renk şimdi yerine oturmuştu.
Tablo tamamlanmıştı.