2 minute read

Gümüş Sakal Öldü mü?Mustafa KUTLU

Next Article
Gazel

Gazel

Gümüş Sakal Öldü mü? “Nusret Özcan’ın aziz hatırasına...”

Mustafa KUTLU

Advertisement

Geçenlerde Çınaraltı’nda gördüm, oturmuş çay içiyor. Beni fark edince “gelsene” diye el etti. Gittim, oturduk, birer Maltepe yaktık.

Maltepeciler sadece Maltepe içer.

Sabah, erken daha, işçiler-iş sahipleri oluk oluk Kapalıçarşı’ya doğru akıyor. Bu o saatte Sahafları tavaf etmiş, bir Mızraklı İlmihal almış, gelip buraya oturmuş. Nereden bulur bu antika kitapları. Çaylar geldi, bayağı çay yani; demek Çınaraltı’nın henüz çivisi çıkmamış.

Derken yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu yaklaştı. Saçları su görmemiş, yüz göz kir içinde, ayaklarında bir çift eski terlik. Eli beş altı yaşlarındaki oğlan kardeşinin elinde. Oğlanın üzerinde rengi atmış bir tişört dizlerine kadar iniyor. Ayaklar çıplak.

Konuşmuyorlar, dilenmiyorlar, öylece bakıyorlar. Nusret bunları görünce elini cebine attı. Bir o cebine, bir bu cebine, yok para, yok. Sonunda ceketin koyun cebinden buruşuk bir on lira çıkarıp uzattı kıza. Kız şaşkın, sevincik olmuş, boncuk gözlü oğlanı uçurarak uzaklaştı yanımızdan. Beyazıt

Nusret Özcan, Mustafa Kutlu

Camii’nin köşesini dönünceye kadar sessizce arkalarından baktık; sonra birbirimize döndük. Nusret’in gözleri nemlenmişti.

Gözlerinin içi bu kadar güzel gülen bir adam var mıdır acep dünyada? O eski ceketin koyun cebinden son parasını çıkarıp verebilen bir adam kalmış mıdır?

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Şimdi kalkacak, elleri pantolon cebinde, dudaklarında bir ilahi, Beyazıt’tan Eyüb’e kadar yürüyecek.

O da benim gibi yaşadığı çağdan muzdarip, eski günlere takılıp kalmıştı. Fakir ama onurlu günlerimiz. Nohut oda, bakla sofa ahşap evlere, bu evlerin leylak ve gül kaplamış bahçelerine, kuyudan çekilen serin sulara, tahtaboşa yuva yapan kumrulara, John Wayne’li Ayhan Işık’lı bahçe sineması filimlerine, bir türlü itiraf edilemeyen aşklara, «Gizli aşk bu söyleyemem…» diye başlayan şarkılara, yıkık duvarlardan sarkan ballı incirlere, dalından düşüp kolunu kırdığı çakal

eriklerine, camilerin son cemaat mahallerine, buralarda barınan ihtiyarların sohbetlerine, kandil gecelerine…

Eski ceket, boyasız ayakkabılar, elde kitap, dilde dua. O gümüş saçlarına elini şöyle bir atar, gûya alnına düşen perçemleri düzeltir, sakalını sıvazlar; inançla-sevgiyle-sohbetin en demli haliyle anlatırdı: -Efendim, bakınız, meselenin aslı şudur. Gümüş Sakal öldü diyorlar. İnanmıyorum.

Onu Ümmî Sinan Tekkesi’nde, Eyüp Sultan Stadyumu’nda, Üstad’ın mezarı başında, iskeledeki kayıkçılar ile sohbet esnasında, İslâmbey Camii’nde çocuklara Kur’an öğretirken, Erenler’de Burhan’a kafa tutarken, Hakkı Yanık ile Yeni Şafak sayfalarından birini hazırlarken görenler var.

Gümüş Sakal aramızda yaşıyor, dolaşıyor. Son kitabımı imzalarken «Beni duadan unutma» diye yazmıştım.

Hiç unutur mu?

Ben buradan, o neredeyse oradan dualarımızı birbirimize gönderip haberleşiyoruz. Evet «önden giden bir atlı» oldu. Bu kesin. Demek sevgiliye kavuşmayı içimizde en çok o istedi.

Ben sana ne diyeyim Gümüş Sakal? Getir o temiz alnından öpeyim. O güzel gözlerinden.

Çok geçmez biz de göçeriz o diyara. Sana bir leylak dalı ile geleceğim. Bu dal bütün bir Eyüp, bütün bir İstanbul, bütün bir İslâm âlemi kokacak.

Takma kafana, öldü falan demişler, yalan. Oturur birer Maltepe yakarız.

Etrafa bakarız, melul-mahzun bir kız çocuğu var mı acep diyerek.

Yeni Şafak, 9 Ocak 2008

Nusret Özcan’ın cenazesinden, Eyüp, 23 Haziran 2007

This article is from: