3 minute read
Nusret Özcan’ı Nasıl Tanıdım?İbrahim KİRAS
Nusret Özcan’ı Nasıl Tanıdım?
İbrahim KİRAS
Advertisement
Rahmetli Nusret Özcan’la ne zaman ve nasıl tanıştığımızı çok net hatırlayamıyorum. 1980’lerin ikinci yarısında olmalı. Belki de bilinen anlamda bir “tanışma” da söz konusu olmadı. Aynı mekâna (Erenler-Çorlulu Ali Paşa Medresesi) devam eden, ortak arkadaşlara sahip ama aynı zamanda ortak başka şeylere de sahip iki insan olarak birbirimizi tanıyorduk herhalde.
Doğrusunu söylemek gerekirse başlangıçta yıldızlarımız pek barışmamıştı. Fikirlerimiz pek uyumlu değildi; ne edebiyat alanında ne de ilahiyat alanında benzer yaklaşımlarımız vardı. Tabiri caizse o daha gelenekçi, ben –herhalde daha genç olduğumdan- daha yenilikçiydim. Belki de aramızdaki yaş farkının neticesiydi bu. Ama aynı zamanda kişiliklerimiz de farklıydı galiba.
Rahmetli, heyecanını ve öfkesini dışa vuran, cedelleşmeyi seven, kavga eder gibi konuşan ve bu yüzden genellikle tansiyonu yüksek tartışmaların içinde görebileceğiniz bir insandı. (O yıllarda Erenler bugünkü televizyon tartışma programlarının doğal sahnesi gibiydi.) Mekândaki insanlar arasında sesi en çok duyulan ve göze en çok çarpan kişilerin başında Nusret Özcan gelirdi.
Bense 20’li yaşlarının başında kafasındaki bütün soruların cevabını bulmuş, okunması gereken bütün kitapları okumuş, dünyayı kendi çevresinde dönüyor zanneden bir çocuktum. Nusret Özcan’ın ve onun gibilerin bütün fikirlerinin yanlış, benimkilerin doğru olduğunu düşünüyordum doğal olarak. Ama bu fikrimi kendisiyle tartışmaya niyetim yoktu. Aksine, her an parlamaya hazır tabiatını gördüğüm için yanına yaklaşmamaya çalışırdım. Kimi zaman aynı ortamda ister istemez yan yana geldiğimizde de mesafeli bir diyalog içinde olduğumuzu hatırlıyorum.
Başta Ebubekir Kurban olmak üzere ortak ve yakın arkadaşlarımızın mevcudiyeti de bizi birbirimize çok fazla yaklaştıramadı. Dolayısıyla uzun yıllar boyunca aramızdaki tanışıklık neredeyse soğuk bir selamlaşmadan ibaret kaldı. Ta ki eşimle aynı işyerinde (TGRT) çalışmaya başladıkları zamana kadar. O günlerde Erenler’in dışında da görüşmeye başlamıştık. Ve şunu fark etmiştim ki bu ilginç adam Erenler’in dışındayken daha başka bir insandı. Onun merhametli, iyi kalpli, yardımsever, arkadaş canlısı yönünü asıl o zaman tanımaya başladım. Bilahare aynı işyerinde (Yeni Şafak) çalışmaya başladıktan sonra daha da yakınlaştık. Ortak ilgilerimiz, ortak duygularımız, ortak duyarlıklarımız meydana çıkmıştı. Belki her ikimizin hayata bakışındaki keskinlikler de bir parça törpülenmişti o zamana kadar.
Yine de her konuda tam olarak anlaştığımızı söyleyemem. Bununla ilgili bir hatıram da var: Yeni Şafak’ta birlikte çalıştığımız günlerde aramızdaki dinî bir konuyla ilgili tartışma çığırından çıkmış, birbirimize bağırıp çağırmaya başlamıştık. Nusret Ağabey eski Erenler günlerindeki gibi sesini yükselttikçe yükseltiyor ve o bilinen retorikçiliğinin en iyi örneklerinden birini sergilerken beni “mezhepsiz”likle itham ediyordu; ben de o tartışmanın hararetine kendimi kaptırdığımdan olsa gerek saygı sınırını aşıp laf arasında kendisine “yobaz” deyivermiştim. Aramızdaki ilk ve son kavgaydı bu. Neyse ki aradan yarım saat bile geçmeden birbirimize sarılıp barışmıştık. Rahmetlinin tarzı buydu zaten. Ama ben o tar-
tışmayı hiç unutmadım. Yaptığımız ilk ve son kavga olduğu için unutamazdım zaten. Ama rahmetli nerdeyse her karşılamamızda o günü hatırlattı bana ondan sonra. “Hatırlıyor musun, sen bana yobaz demiştin” derdi gülerek. Bu söze içerlediği veya bana ayıbımı hatırlatmak istediği için değil. Hoşuna gitmişti sanki sonradan düşündüğünde. Belki de yobaz kavramı onun zihin ve gönül dünyasında pek de olumsuz bir anlama gelmiyordu. Bilemiyorum, belki de ben kendime yontuyorum şimdi. Anılar tarafsız olmaz ne de olsa. Olmasını arzu ettiğimiz şekilde hatırlarız olayları.
Nusret Özcan’la ilgili hatırladığım en önemli şey, yıllardır tanıyıp sevdiğimiz ve biraz hırçın ve cedelci diyebileceğimiz karakterini yukarıda anlatmaya çalıştığım kişinin belirli bir dönemde ve birdenbire çok ciddi manada bir değişim yaşadığına şahit olmamdır. Neredeyse bir anda o eski Nusret Özcan gitti, yerine bambaşka biri geldi. Halim selim, sürekli tebessüm eden, kimselere kızmayan bir adamdı bu yeni Nusret Özcan. Hafızam beni yanıltmıyorsa uzun beyaz sakallarıyla karşımıza çıktığı günlere tekabül ediyordu bu bahsettiğim değişim. Ya da ben öyle yakıştırıyor olabilirim; çok emin değilim. Ortak dostlarımız arasında bu konuyu daha iyi hatırlayanlar olacaktır muhakkak. Bugüne kadar hiç kimseyle bunu konuşmadığımız için belki de “sen neden bahsediyorsun birader” de diyebilirler. Çünkü yukarıda anlattım, bizim kendisiyle mesafeli bir tanışıklık içinde olduğumuz dönemi daha sonraki yakınlığımızdan ayırmak için kendi kendime böyle bir değişim vehmetmiş de olabilirim.
Benim hatırladığım şu: Belirli bir tarihten itibaren Nusret Ağabeyimizin tavırları, davranışları değişmişti. Artık eskisi gibi yüksek sesli, gergin tartışmalar içinde görmemeye başlamıştık kendisini. İlgi alanları da değişmiş gibiydi.
Bu değişimin sebebini seziyordum ama açıkça konuşulmadığı için şimdi detaylandıramıyorum.
Anladığım kadarıyla o günlerde bir maneviyat büyüğünün irşadına nail olmuştu. Bu konuyu kendisine sorduğumda tebessüm ederek susar, cevap vermezdi. Başkaların-
dan duyduklarım itibarıyla biliyordum bu yönünü. Belki de benimle bu konuyu konuşmayı uygun görmüyordu. Zaten son yıllarda çoğu zaman dudağında anlamlı ve tatlı bir tebessümle yüzünüze bakar ve susardı aniden sohbetin bir yerinde; “Boşuna konuşuyoruz, siz benim bildiklerimi bilmiyorsunuz ki!” dercesine…