3 minute read
Mahzun YolcumuzMustafa MİYASOĞLU
Mahzun Yolcumuz
Mustafa MİYASOĞLU
Advertisement
Sevgili Nusret Özcan’ın ölüm haberini gazetede gördüğümde, birden şaşkınlığa düştüm. Bu kadar genç ve bu kadar dost bir insanı kaybetmek, hepimiz için tarifi imkânsız bir acı verdi. “Hepimiz” sözü elbette itibarîdir, sadece onu tanıyanları kapsadığı bellidir ama onu tanıyanların sayısı da az değildir. Ailesi, dostları, mesai arkadaşları ve elbette okuyucuları...
Bu kadar sevdiğim gençlerden biri olan Nusret Özcan’ın ölüm haberini gazeteden değil de bir telefon haberinden öğrenmem daha doğru olurdu ama nedense İstanbul’da dağınık bir hayat yaşanıyor, kimsenin de kimseden pek haberi olmuyor; buna da hiç şaşılmıyor...
Beni en çok üzen, bu kadar genç insanın birbirlerinden böylesine kopuk olması ve hep aynı şeylerin ıstırabını çekerken birbirlerinden uzak yaşamasıdır. Halbuki bizim kültür ve medeniyetimiz sohbet ve muhabbetle varlığını sürdürür, gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Kültürel şeyler de yok sayıldığı zaman yok olur; hayatımızın dışına düşer. Halbuki hiçbirimizin böylesine birbirinden uzak hayat tarzları seçmeye hakkımız yok sanıyorum...
Çekingen bir savaşçı
Bu dost gönüllü ehl-i kalem ve kelam için kullanılabilecek en doğru ifadelerden biri, onun çekingen bir savaşçı olduğudur. Kafkas asıllı aile köklerinden gelen diri bir heyecanı ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “ham softa ve kaba yobaz”lara karşı bitmez tükenmez bir fikir öfkesi vardı. O yüzden de gülümseyerek yaptığı tespitlerinden birçoğunun altında hep keskin bir tenkit veya hiciv kendisini gösterirdi.
MTTB’den sonra, özellikle 12 Eylül 1980 sonrasında sahipsiz kalan, artık Marmara Kıraathanesi’ne sığamayan şuurlu gençlik, Millî Gazete ve Yeni Devir gibi gazetelerde yazıyor, Cağaloğlu’nda buluşuyordu. Biz de bu sırada siyaset dışı kültürel yayınlar yapıyor, gençlerle ilgileniyorduk. Abdurrahman Şen’le Nusret Özcan yazı hayatına o dönemde başladı.
Bunların ortak tavrı, Necip Fazıl’ın geliştirdiği günlük siyaset üstü bir şuur ve kültürel kaygıydı. Bu kaygıyla lise son sınıflarıyla üniversitelerde birbirlerini buluyor, kendilerinden biraz daha büyük olan hoca ve ağabeyleriyle görüştürüyorlardı. Bu dönemde Necip Fazıl’ın konferansları olmadığı için ev ziyaretlerine gidebilmek az bulunur çok büyük bir imkândı.
Eyüp Sultanlı, cedbeced İstanbullu, Edebiyat mezunu, güzel sanatlara ve estetik hazlara tutkun, gazeteci-yazar ve sohbet adamı Nusret Özcan’ı kaç kişi tanır bu ülkede? Elbette para ve politika tutkusu olmayan, böylesi incelik tiryakisi, fikir öfkesini tebessümünün arkasında saklamaya çalışan popüler olamaz. Fakat milletin ve ümmetin derdiyle öylesine meşgul ve “Kendi derdim billâh gelmez yâdıma” diyecek kadar diğer-kâm bir dostu tanıyan unutamaz.
Cağaloğlu’nda karşılaştığımız için ailece tanıyorduk. Benim için Üstad’ı hatırlatan sakalı bizim gençler için “pamuk dede” havası veriyordu. Bu kadar gençken böylesine yaşlı görünmek, kalp krizine yol açan mahzun gönlüyle hayatı idrak etmekten doğan bir sonuçtur.
Hüzünlü bir yolcunun yazarlığı
Yazarlığı yaşama biçiminden ayırmayanların samimiyeti, her türlü takdirin üstündedir...
Nusret Özcan yazı hayatına Abdurrahman Şen’in ısrar ve destekleriyle 26 yıl önce başladı. Cemre dergisinde yayınladığı ilk yazısından sonra, 1982 yılında yayına hazırlanan Suffe Kültür Sanat Yıllığı’na “1981’de Sinema, Tiyatro ve Televizyon” adlı bir değerlendirme yazdığı günlerden beri onunla tanışıyor, pek çok ortak değeri paylaşıyoruz.
O dönemde Nusret Özcan Millî Gazete arşivinde çalışıyordu. Sonraki yıllarda her farklı dergi ve gazetelerde adına rastladığımız, her toplulukta karşılaştığımız Nusret Özcan, epeyce bir zaman yazılarıyla görünmez oldu. Altı-yedi yıl öncesine kadar kitap çıkarmak bir tarafa, dergilerde ve gazetelerde görünmek bile istemez gibi kendini geri çekmeye başlamıştı. Buna tevazudan çok meselesini muhatabıyla birebir paylaşma alışkanlığından doğan deşarjın yazıya fırsat vermemesi olarak da bakmak mümkün...
Abdurrahman Şen vasıtasıyla Millî Gazete arşiv görevlisi iken tanıdığım Nusret Özcan’ı hep kültürel faaliyetlerde, çay bahçelerinde veya gazetelerde görüp konuştum. Yayınıyla ilgilendiği Kafdağı dergisinin Necip Fazıl özel sayısı için benden üç-dört yıl önce yazı istemiş, o çevrede epey konuşmuştuk. İki yıl önce Samsun’da Necip Fazıl ile ilgili toplantılarda beraber olduk, hasret giderdik; aynı kürsüye çıktıktan sonra, Sultanahmet Kitap Fuarı’nda görüşmüştük. Leylâ ile Mecnun adlı kitabı yeni yayınlanmış, imzalıyordu. Bizim Mahalle ve Sokak Sesleri adlı kitaplarını beğendiğimi söylemiştim. Bunlar İstanbul’da kaybolan incelikleri anlatıyordu ve en iyi Nusret Özcan anlatabilirdi, çünkü yaşamıştı.
Leylâ ile Mecnun hepimizin aşkıydı, o da en coşkulularımızdan biri olarak güzel yazardı. Mustafa Kutlu ve Beşir Ayvazoğlu için hazırlanan kitaplara emeğinin geçmesi, ona özgü fedakârlıklardan... Kar Kelebekleri ve Bir Hüzün
Yolcusu adlı kitaplarını henüz göremedim, zaten ikincisi de Eylül’de okuyucusuna ulaşacakmış...
Yazarsız kalan okuyucuya ulaşmış böylesi kitaplar bana hüzün verir ama kitabın adı da zaten hüzünlü... Konusuna mutlaka çok uyan şeyler yazmıştır, baki muhabbetlerle...
Yıllıkta yayınladığımız yazısında, senaryosundan pazarlamasına kadar her şeyiyle kendi ilgilenen bir yönetmen arkadaş için söylediği “Sığ filmler yapması tabii karşılanmalı” sözü, onun hakikate nasıl iki kaşının ortasından bakmaya tutkun olduğunu gösterir.
Altı ay önceki kalp krizinden sonraki telefon görüşmemizde buluşmak için sözleşmiş, hatta radyo programına bile katılmayı istemiştim, ama olmadı. Görüşmek mahşere kaldı artık...
Dava arkadaşım, genç kardeşim ve üç çocuk babası İstanbullu “cins kafa”nın yokluğu arkadaşları ve okuyucuları tarafından hep hissedilecektir. Allah’ın rahmetini diliyorum ona...
Millî Gazete/ 24.06.2007