4 minute read
Nusret Abimiz Yani Bizim AbimizSait SÜZEK
Nusret Abimiz Yani Bizim Abimiz
Sait SÜZEK
Advertisement
Doksanların başında İstanbul’a okumak için gelen bir genç olarak mahallemizin Enderun, Beyaz Saray, Türk Ocağı, Erenler, Balkan Türkleri, Mehtap, Tedev, Kümbet gibi çeşitli kültürel sosyal ortamlarında ve çay ocaklarında gezerken, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “müdavimleri, uyanıkken toplu halde rüya görüyorlar” diyerek anlattığı o mekânın ruhunun her akşam hortladığı İlesam adlı mekâna, merhum ve mağfur Hilmi amcamız vasıtasıyla bir şekilde yolum düştü. Bir insanın ömrü boyunca görebileceği en değişik, ilginç ve renkli insanların bulunduğu bu mekâna ben de dahil oldum.
Oraya gelen öğrencisi, hocası, şairi, yazarı, yayıncısı, şeyhi, delisi, velisi, meczubu, müridi, âlimi, fazılı, sünnisi, İrancısı, ülkücüsü, türkücüsü, İslamcısı, zındığı, mülhidi, yetimi, öksüzü, zengini, çok zengini, fakiri, “Fakirliği bilirsiniz, peki ya sefaleti bayım?” sorusunu soramayanları, aşığı, en aşığı, aşk düşmanı, neyzeni, zurnacısı, yazanı, yazmayanı, yazacağını söyleyeni, “İçimde demleniyor” diyen demlikçileri, “Asla yazmayacağım, yazı nedir ki” diyeni, “Yazı anlamın mahpesidir” diyeni, “Benim hayatım roman, sen yaz beni” diyeni, “Yaz yaz nereye kadar, bu günlerin ardı kış” diyeni, ressamı, karalayanı, fotoğrafçısı, sanatçısı, her sanattan anlayanı, tiyatrocusu, senaristi, yönetmeni, Teksas Tommiksi, esnafı, tüccarı, ajanı, ajan sanılanı, mitçisi,
mitçi sanılanı, polisi, polis sanılanı, gazetecisi, zarfçısı, azca susanı, bolca konuşanı, çokça şairi ve Robert De Niro’su ile onları bir araya neyin getirdiği asla anlaşılamayan gökkuşağının renkleri gibi bir sürü insan;
Yıllardır birbirini tanıyan, yıllardır birbirinin soyadını, işini, evinin nerede olduğunu bilmeden bir arada oturup duran, konuşan, susan, tasada ve kıvançta birlik çoğu zaman zıtlık hisseden, ya da daha birkaç gün önce tanışıp aralarında kırk yıllık dostluk varmış gibi sohbet eden, en ciddi meseleyi en absürd bir kontra soru ile yok eden, söz verilmez alınır ilkesi ile mücadele ve müdahale ile konuşan, sohbet eden, kaleden kaleye top atışı yapan, yan masadan alevli sohbet tabağı gönderen, bir hususu arz eden bir sürü insan; işte burası İlesam…
Bir süre sonra evimiz İlesam olmaya başlamıştı.
Bir gün İlesam’a girdiğimde dip taraftaki hücrelerden birinin önündeki sedirlerde oturup etrafında Ekrem (Şerik Bey) ve birkaç arkadaşla birlikte yorgunluğu ve endişesi ile birazdan hikâyesine kaçacak bir Çehov tipini andıran kırçıl paltolu, artiz bıyıklı, arada bir eliyle saçlarını -yoksa yele mi demeliydim- geriye atan bıçkın bir jön, kendisine sevimlilik katan bir öfke ile, dilinde pala kılıç konuşuyordu. Ekrem’e “Kim?” dedim, Ekrem “Nusret abimiz, yani bizim abimiz” dedi.
Yusuf Abi, Beşir Topaloğlu, Sait Süzek, Nusret Özcan ve İsmail Atmaca Türkiye Yazarlar Birliği, 2004
Sonra, zaman geçti sohbet koyulaştı…
Bu güzel insan bizden on beş yaş büyük olduğu için elbette bizim abimizdi. Ama o, aynı zamanda şakalar yapılan bir akran, sırların paylaşıldığı bir dost, sırtına yaslanılacak bir arkadaş, yanında ağlanabilecek bir dert ortağı, gördüğünü duyduğunu dinlediğini içine gömerek kamışlara da söylemeyecek ketum bir kuyu; sevdiklerine vefalı, aşkına sadık, hayata derviş, şeyhine bende, kimsenin bilmediği yalnızlıkları olan bir ağabeydi.
Kahvede, sokakta, Beyazıt’ta ya da Cağaloğlu’nda her karşılaşıldığında insana rahatlama hissi veren, coşkun üslubu ile fakir İstanbul’un gündelik hayatından süzülmüş renkli anekdotlarla İstanbul’u çoğaltan, orijinal tespitler ve keskin karakter tahlilleri yapan, hemen bir mısra okuyup “Bu kimin?” diye soran, yüksek sesle şiirler söyleyen, kalbinde İmam-ı Rabbani hazretlerini, çantasında adı benim için duyulmadık hikâyecilerin kitaplarını taşıyan, seksenlerde pek moda olan acemi rüzgarlara kapılmayan, hatta o rüzgarın fırfır çevirdiklerine karşı savaşan sevimli bir “Sünni militan”; Tarkowski’yi okuyan ama hayata onun vizöründen bakmayan, Necip Fazıl’ı seven ama bunu bağırmayan, eşi hanımefendiyi seven ama bunu bağıran, meczupların dostu, delilerin düşmanı, tek kusuru Fenerlilik olan, niye sevildiği bilinmeden sevilen bir ağabeydi: Nusret abimiz yani bizim abimiz.
Bilenlerin malumu, o ehl-i sünnet ve’l-cemaat der başka bir şey demezdi. Ehl-i Beyt’i ve büyükleri pek severdi; aslında sevginin yukarıdan aşağıya bir durum olduğunu ifade eder, “onları seviyorsak bu aslında onlar tarafından sevildiğimizdendir” der ve onlar tarafından seviliyor olmakla fahirsiz bir iftihar ederdi.
Bir gün, mahallenin çevre düşüncesinin sek sek oynadığı zamanlarda, nükleer enerjiye karşı olduğunu çünkü eşyanın asli mahiyetinin değiştirilerek İlahî Sanat’a müdahale edildiğini söyler, ertesi gün Mühürlenmiş Zaman’dan bahsettiği etrafındaki gençlere “İnşallah âşık olur, sürüm
sürüm sürünürsünüz!” der, her bahar geldiğinde de “Haydi çıkın dışarı, âşık olun gelin, gününüzü görün” diye beddualar(!) ederdi. ***
Sonra, zaman geçti, günler devrildi, hayatın bir menzilinin ardından sakal bıraktı ve kırk yıl birden yaşlandı. Artık otobüste yaşlı başlı amcaların “buyur dede” diye kendisine yer vermeye başladığını, bir eski arkadaşının annesinin kendisini tanımadığını ve arkadaşına “oğlum neden yaşıtlarınla arkadaşlık yapmıyorsun” diye çıkıştığını ve benzeri birçok ihtiyar sanılma hikayelerini gülümseyerek anlatmaya başladı. ***
Bir vaktin ardından artık kahveye az uğrar olmuştu. Onu görmek için bizler Fatih’e Çay Ocağı’na gider ya da bazı Cağaloğlu dönüşlerinde evine kadar eşlik edip yolda sohbetler ederdik. O da bazen sufi-meşreb gençlerle kahveye gelir, gençler onunla kahve ahalisi arasında olan samimiyete ve sıcak sohbete şaşırırlardı. Çünkü o, artık onların Nusret abisi olmuştu. Biz kahvedekiler onun artık buralardan elini eteğini çekmiş bir dost olduğunu düşünüyorduk, onlar ise geçmişte kahveye, entel âlemlere takılan bir tövbekâr(!) olduğunu. Cağaloğlu başka yüzünü, sokaklar ve mahallesi de başka yüzünü görürdü. Aslında bir dost için bütün bu önermeler doğruydu. *** Sonra? Sonrası malum… O gitti, gidişiyle dilimiz burkuldu, kelimeler kekreleşti.
“Nusret abimiz yani bizim abimiz”, gidişinle kalbimizi eksilttin!