5 minute read
Kabristandaki MütefekkirFerhat ÜNLÜ
Kabristandaki Mütefekkir
Nusret Özcan İçin
Advertisement
Ferhat ÜNLÜ
Bir mezarlık fotoğrafını hatırlıyorum. İhtimaldir ki, ölülerin nüfusunun yaşayanlardan fazla olduğu ihtiyar ve mahzun bir ilçenin uçsuz bucaksız kabristanlarından birinde çekilmişti o fotoğraf. Omzunun gerisinden ufka doğru, mahşerde muamelesini bekleyen Âdemoğulları gibi sıra sıra dizilmiş mezar taşları uzanıyordu.
Biliyor musun, mezar taşında bir kavuk olsun isterdim. Şöyle meşrebine uygun, en kallavisinden… Fakat dünyevi bir makamın değil, uhrevi bir bilgeliğin nişanesi olarak… İstanbul sokaklarında süvari atlarının nallarının şakırdadığı bir devrin evladı olsaydın padişahlar sana nasıl bir paye verirlerdi doğrusu bilmiyorum. Sonunda sana verileni reddedeceğini bildiğim halde bunun üzerine hayaller kurmayı çok isterdim. Bunu, hiç var olmamış bir hazineyi arayan hayalperest define avcılarının tutkusuyla yapmak isterdim hem de. Şayet çağımıza uygun, daha mütevazı bir imge istersen heybemden onu da çıkarır, sana satardım. Sonra kafa kafaya verip, atalarından kendisine kalan mirasla ne yapacağını şaşıran yeni yetme müteşebbisler gibi eski defterleri karıştırmaya
başlardık. Böylece serin bir ikindi vakti kabirler arasında bir gezintiye çıkardık seninle. Öyle ya; müflis, fukara müellifin tek sermayesi mazisidir.
Sen herkesten iyi bilirsin Nusret Abi. Mezarlıklar sermayelerimiz, mezarlıklar hazinelerimizdir. Boşuna değil, ne zaman mezarının önünden geçsem gözlerim, bir kuyumcu dükkânının parıl parıl parlayan vitrinini hayranlıkla izleyen dilencilerinki gibi kamaşıyor. Utanmasam kıskanacağım. Ve sırf dükkânından çıkıp beni suçüstü yakalayasın diye yüzsüz bir hırsız gibi vitrindekileri aşırmaya kalkacağım. İşte o zaman gelecek ve vaktiyle entelektüel bir tartışmanın en hararetli yerinde çekiştirip durduğun o yumuşacık, bembeyaz sakalını bu kez şefkatle sıvazlayarak, “Yapma aslanım,” diyeceksin. “Kendi hazinene ihanet edersen tarih seni asla affetmez.”
Ben de elini omzuma koyduğunda -o beyaz sakallarınlabir sabah, sakalını kesmeden önce yüzünde tıraş köpüğüyle evin içinde gezinen o müşfik babaları andırdığını düşüneceğim. Derken edebî bir şehvetle sana mütemadiyen bir şeyler anlatacağım. O güne dek içimde biriken bütün imgeleri salacağım. Hayretler içinde kalacaksın. Seni hodbin herif, diyeceksin ölçülü bir hiddetle. Bugüne kadar nerelerdeydin? Niye sakladın bunca imgeyi? İmgeler babalarımızın malı değildir.
Evet, sakladım diyeceğim ben de. Sanki babamın malıymış gibi sakladım onları. Herkesten esirgediğim nadide bir kitabı saklar gibi sakladım. Kumbarasını şevkle saklayan küçük, şımarık oğlan çocukları gibi sakladım. Sakladım oğlu sakladım. Tasarlanmış bir esere sermaye biriktirmek gibi masumane, ulvi bir maksat için sakladım. Kendi ruhundan aşırmaya meyilli bir zihni güç bela zapt ederek sakladım.
Ama gururla söylemeliyim ki, sonunda senden mülhem bir roman kahramanım oldu. Bugünlerde mezarına gelip onu sana anlatma konusunda benzersiz, önüne geçilemez bir arzu duyuyorum. Muhtemelen Balzac ya da Flaubert’in metinlerini masaya yatıran bir Adorno ya da Jameson edasıyla,
“Kimyacı nasıl taşın gerisindeki atomları görüyorsa has okur da metnin ideolojisindeki monadları görecek. Yoksa kapatsın bu dükkânı,” diyeceksin bilgece tebessüm ederek. (Üstelik onların senin gibi güzel sakalları da olmadı.)
Ben de bu cümlelerin tefsirini yapacağım. Halka seni anlatacağım. Google müptelası hafızasızlara, “Böylesini internette bulamazsınız, iyi dinleyin,” diye nasihatte bulunacağım. Öyle ya, sen o nostaljik modern zamanlardan kalma müşkülpesent bir elitsin. Biz ise postmodern çağın, sürekli çoğalan melez ve de meymenetsiz evlatlarıyız.
Seninle aynı kuşaktan olmadığım için üzgünüm Nusret Abi. Bana kalsa daha önce doğmak isterdim. Tarihi; tekerlek, tüfek ve internetin icadından sonra diye üç evreye ayıran ve “Bunlar icat olunca mertlik bozuldu,” diyen mutaassıp, huysuz ihtiyarlardan biri olmak isterdim. Çünkü Nusret Abi, bugünlerde her şey o kadar birbirine karıştı, hakikatin genleri öylesine bozuldu ki insan, yeni nesil savaş stratejileri konusunda eğitilen Nizam-ı Cedit askerlerinin, tüfekle pusuya yatmayı reddedip “Osmanlı askeri yatmaz, kılıçla vuruşur,” dediği günleri dahi arıyor. Değişim, bu kadar mürteci olmayı göze alacak kadar asabımı bozmaya başladı, hesap et. Yaşlanınca -şayet yaşlanabilirsem- senin kadar hoşgörülü olamamaktan korkuyorum. Ama olsun, sen doz aşımı hoşgörüden hazzetmezdin.
Vefatından bu yana yaklaşık iki yıldır olan biteni bile görseydin gene sakalını çekiştire çekiştire “Ahmaklar,” diye kükrerdin Allah bilir. “İyice zıvanadan çıktınız. Artık değişmeyin. Bazı devrimler değişime direnerek yapılır.”
Artık ben de, yaşlı bir adam kendi gençliğine karşı ne kadar müsamahakâr olabilirse o kadar müsamahakârım. Bu, giderek daha da yalnızlaşacağım anlamına mı geliyor? Senin gidişin, mesela öykünün üstatları Poe ile Borges arasındaki entelektüel akrabalığı bir kantin toplantısında saatlerce tartışabileceğim adamların sayısının azaldığını mı gösteriyor? (Bir defasında böyle bir şey yapmıştık seninle. Hani sonunda kendi gençliğiyle konuşan Borges edasıyla bakmıştın yüzüme.
Ama kendinden başka birine baktığın için müsamahakârdın da…)
Senin gidişin, Kafka’nın ne kadar büyük olduğuyla ilgili derin münakaşalara girişilebilecek adamların neslinin tükenmekte olduğunu mu gösteriyor? “Kafka iyidir de, biraz abartılmıştır,” lafını kimden duyacağız? Nabokov’un -herhalde henüz emekleme safhasında olduğu için bugünkünden daha masum olan- postmodernizmin ilk dönemlerinde yazdığı Lolita’nın Humbert Humbert’inin bir roman kahramanı olarak çizdiği portrenin mazur görülüp görülemeyeceğini, Umberto Eco’nun, Monica Bellucci’yi, “çağımızın en güzel kadını” olarak nitelendirirken yanılıp yanılmadığını, Balzac’ın, tasvir yapmaktan eşsiz bir haz duyduğu için mi, yoksa biraz da yüksek telif almak için mi betimlemelerini uzun tuttuğunu kiminle konuşacağız? Ve bütün bu tartışmaların sonunda ister estetikte, ister metin eleştirisinde tarihselliğin ne kadar önemli olduğu sentezine kiminle varacağız?
“Adam sen de, bütün bunların benim için ehemmiyeti yok,” dediğini duyar gibiyim. “Ben artık mezarda, huzur dolu bir uykudayım. Böyle şeyleri yaşayanlara bıraktım.”
Öyle ya, sen bir mezardasın. Ve mezar lafını ne zaman işitsem vefatından çok değil birkaç yıl önce -ancak ömrü boyunca ‘iyi, doğru ve güzel’in peşinde koşmuş insanlara nasip olabilecek- semavi bir sezgiyle gittiğin kabristanda çektirdiğin o fotoğraf geliyor aklıma. Belki de ebedî istirahatgâhında edebî bir prova yapıyordun. Vatanını terk etmeye hazırlanan küskün bir seyyah gibi…
Bu dünya senin hakkını veremedi Nusret abi. Ama olsun, bunda da bir hayır vardır. Bu dünya, bazılarına küçük gelir. Sen türümüzün yüzünü ağartan büyük bir adamdın. Saygı uyandıran biri… Bazı insanlar vardır ki daha ilk gençliğinden, hatta çocukluğundan itibaren babasına bile kendini saydırmayı becerir. Herhangi bir saikle sevilmek ya da gayrimeşru bir kudretin arkasına sığınarak korkutmak zor bir iş değildir. Bunların ikisi bizim kazandığımız şeyler değildir çünkü, bize verilmişlerdir. Ama saygı duyulan bir adam ol-
mak çok az insana nasip olur. Sen makamına dişinle tırnağınla geldin. Buram buram kitap kokan nemli, loş bir odada -iğneyle kuyu kazarcasına- tefekkür ede ede, insan zihninin kudretinin sınırlarını keşfederek makam edinmiş bir adam olmanın şerefini taşıyarak yaşadın.
Tekmil hayatın, kendi kuşağının mensupları başta olmak üzere seni tanıyan herkes için imrenilecek bir vesika olarak daha şimdiden tarihteki yerini almıştır. Bizlere ise bir süre daha yaşamak düşüyor. Bu yüzden senin de hayranı olduğun o büyük edibin satırlarını arada hatırlayıp kederle gülümseyerek yolumuza devam ediyoruz:
“Ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbantında soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek için.”
Ruhun şad olsun.
22 Mart 2009
Nusret Özcan, Mehmet Şeker, Ferhat Ünlü, Mustafa Canbaz ve İlkay Sağır Yeni Şafak’ta bir sohbette
Nusret Özcan, Yusuf Ziya Başbay, Hasan Ürkmez, Ahmet Ürkmez ve Süleyman Ocakçı Ordu-Ünye’de