23 minute read
Bir N. Özcan Sohbetiİslam ÜRKMEZ – Yusuf Ziya BAŞBAY
Bir Nusret Özcan Sohbeti
İslam ÜRKMEZ – Yusuf Ziya BAŞBAY
Advertisement
HERGÜN YÜKSELEN BİR DOSTLUK
Y. Ziya: Üniversiteye girdiğim yıl, Nusret Ağabeyle tanışmama vesile olan sizsiniz. Ünye’de bir çay ocağında otururken Necip Fazıl meraklısı bir genç olduğumu fark edip, bana Nusret Ağabeyin Yeni Şafak’ta çalıştığını söylemiş, gidip tanışmamı tavsiye etmiştiniz. 1996’nın başlarıydı, ben de arkadaşım Engin’le beraber Topkapı’daki Yeni Şafak binasına gittim. Bize İlesam bahçesini tarif etti ve orada görüşüz dedi. Ve o gün bugündür Nusret Ağabey dostluğu, bizim aramızdaki dostluğun da önemli bir parçası oldu. Benden yaklaşık on sene kadar önce, siz İstanbul Edebiyat Fakültesinde okurken, ağabeyiniz vesilesiyle tanışmıştınız ve İstanbul’da olduğunuz müddetçe sık sık görüşmüştünüz… Şimdi ondan yaşça küçük iki arkadaşı, iki seveni olarak Ünye’de hep yaptığımız bir şeyi yapacağız ve Nusret Ağabeyi konuşacağız. Onun kişisel özelliklerini konuşarak başlamak istiyorum. Neydi sizin, benim ve birçok başka arkadaşın Nusret Ağabey’de bulduğu?
İslâm: Evet. Nusret Ağabeyle 1987’den, benim üniversite yıllarım boyunca, 92’ye kadar görüşürdük. Bu yıllar içinde birçok hatıramız oldu. Bence Nusret Ağabeyin mümeyyiz vasıflarından biri, içinde bulunduğu mekânı adeta doldur-
masıydı… Erenler’e, İlesam’a girdiğiniz zaman orada Nusret Ağabeyin varlığı hemen fark edilirdi ve etrafında her zaman bir sevenler halkası olurdu. Mekânda kendini göstermek, mekânda bir dost halkası oluşturmak enerjisi çok yüksekti.
Y. Ziya: Ben meselâ Nusret ağabeyin hiç yalnız oturduğunu görmedim. Yani bu bahsettiğiniz mekânlarda.
İslam: Evet öyle. Hiç yalnız kalmazdı… Bunda onun mizacının etkisi vardı. Nedir o mizaç? Sevdiği insanları her zaman çok köklü severdi. Ve yeni tanıyanlara da Nusret Abi küçük aralıklarla kendisine doğru yaklaşma fırsatı verirdi. Üniversitelilere, dışarıdan gelenlere, bir vasıtayla tanışmak isteyip sohbetinde bulunmak isteyenlere küçük küçük aralıklar açardı. Bir genel sohbetin arasında çoğu insan yeni gelenlere ağabeylik edası gütmeden resmî bir kalıp içerisinde dururken, Nusret Abi onları fark eder ve zaman zaman onlara küçük kapılar açar, kendine doğru yaklaşmalarına fırsat tanırdı. Nusret Ağabeyin dostluk anlayışından en çok aklımda kalan hadise şu oldu. Bir gün, sanırım İbrahim Abi’ydi, (eski Büyük Doğuculardan İbrahim Ulueren, Üstadla da tanışmıştı, zaman zaman Nusret Ağabey’le Üstad’ı yâd ederlerdi) Nusret Ağabey’e “Nusret’im biz seninle tanışalı ne kadar oldu?” dedi. Nusret Abi biraz düşündü filan, sonra “10 yıl olmuştur İbrahim Abi.” dedi. İbrahim Abi de “Tanıştığımız günden beri her gün yükselen bir dostluğu yaşadım Nusret Bey’le…” dedi. Ve ben bunu, dostluklarda, dostluğu yürütmenin bir ölçüsü kabul ettim. Her gün yükselen bir seviye… Hiç düşmeyen, her gün yükselen bir seviye… Nusret Abi’nin dostlarıyla ilişkilerinde gerçekten böyle bir taraf olduğunu gördüm.
Y. Ziya: Hilmi Abi merhum, sevgilim dermiş Nusret Abi’ye… Nusret Abi de bundan çok zevkle bahsederdi.
İslam: Nusret Ağabeyin o mekânlarda, kendi hürmet ettiği insanları özel bir kollayışı da vardı. Birini sana sevdirmek istediği zaman mutlaka sevdirirdi. Hilmi Abi bunların başında gelirdi tabii… Ona çok saygısı vardı. Tabii en önemli
sebep Üstad’ın yakın dostu olması idi. Hilmi Abi’den her zuhura açıktı.
Y. Ziya: Saygı elbette vardı. Ama sevişirlerdi de Hilmi Abi’yle. Ayrı bir muhabbetleri vardı. Zaten Nusret Ağabey’in dâhil olduğu bu İlesam lokalinin diyelim ayrı bir havası vardı. Bir özelliği de buydu bence. Yani yaş farkları birdenbire kaybolurdu orada. Yirmi beş yaşında bir adamla 60 yaşında, 70 yaşında bir adam bir dostluğu paylaşabilirlerdi. Konuşmalarda, tartışmalarda da yaş farkı diye bir şey söz konusu olmazdı. Tabii bu bir kültür. Aktarıla aktarıla gelen bir şey. Hilmi ağabeyle diyaloğu deyince aklıma bu geldi. Hem ona hürmet ederdi hem de mesela küstüklerini biliyorum bir ara. Biraz Nusret Ağabey bir oyun gibi sürdürmüştü bunu sanırım. Hilmi Abi de artık barışalım mı sevgilim diye şaka yollu takılırmış. Nusret Abi, bu oyunu ve sonra nasıl barıştıklarını filan da zevkle anlatırdı.
İslam: Nusret Ağabeyin fark ettiğim bir başka özelliği; mevzu siyaset, gündelik olaylar vs. etrafında ne kadar dönerse dönsün, döner dolaşır şiir merkezine gelir. Orada Necip Fazıl’ın şiirine, edebiyata gelirdi. Ve Nusret Abi orada eli yeni kalem tutan adamlara her zaman çok müşfik davranmıştır. Eli yeni kalem tutanların yaşadığı o ilk korkuyu Nusret Abi onlara hiç hissettirmemiştir. En yakın arkadaşına bile yazdığı şiiri gösteremeyen insanlar Nusret Ağabeye gösterebilirlerdi mesela. Nusret Ağabeyin şairlere karşı, şiire istidatlılara karşı bir hassasiyeti vardı. Şiire bakış açısını da o çevrelerdeki sohbetlerden öğrenmeniz mümkündü. Çok enteresan bir şey hatırlıyorum. Bir gün gene Nusret Abi “Bu Yağmur” şiirini okudu. Sık sık okurdu, Necip Fazıl’ın “Bu Yağmur” şiirini. Oradaki yârenlerden biri biraz da sitem edalı “Hâlâ mı aynı şiiri okuyorsun be Nusret’im?” dedi. “Hâlâ aynı şiir!” diye cevap verdi. Gözlerini o kendine mahsus hususi eda ile kısarak bir şeyler söyledi filan. O kişi gitti sonra. Biraz ilerledikten sonra Nusret Abi arkasından büyük sözünü söyledi. “On yıldır aynı şiiri okuyorum ve bu adam on yıldır bu şiiri anlamıyor.”
SOKAK SESLERİ’Nİ DİNLEMEK
İslam: İstanbul sevdalısıydı. Sonradan eserlerine de yansıdı bu İstanbul sevgisi. Birçok insan da Nusret Ağabeyi bu yönüyle tanımıştır. Ben tanıdığımda otuzlu yaşlardaydı daha. Yani nostalji yapmak için erken bir yaştaydı. Eserlerinde sonradan bunlar göründü ama o daha 30’lu yaşlarında da eski İstanbul’u, eski dünya’yı, eski Türkiye’yi yaşlanmış bir insanın geçmiş özlemi dışında başka bir bakış açısıyla özlüyordu. 30 yaşındayken de çok eski devirleri özleyen bir insan hassasiyetini yaşıyordu. Benim kanaatim Nusret Abi orada eski İstanbul’a olan özlem görünürlüğü üstünden bütünüyle bambaşka bir medeniyet özlemini anlatıyordu. Çünkü otuz yaş mazi özlemi bakımından erken bir yaş normalde. Nusret ağabeyin 40- 45 yaşındayken bunları söylemesini anlarım. Ama 30 yaşında eski İstanbul’a özlem duymak, 80 öncesi dünyanın romantik hallerine, eski Türk filmlerine göndermeler yaparak konuşması bana hep ilginç gelmiştir… Ki o yıllar, Türk filmlerinin tu kaka edildiği, kimsenin dönüp bakmadığı yıllar. Nusret Abi, birçok şeyi vaktinden evvel fark ettiği gibi bunu da erken fark etmiştir.
Y. Ziya: Yaşayan İstanbul’u da severdi Nusret Abi… Akan hayatı. Tabii özellikle de sur içi İstanbul’unda akan hayatı. Oradaki küçük hikâyeler, hayatlar… Nusret Ağabeyin arkadaşları içinde bu insanlar da vardı. Sabahları poğaça aldığı bir poğaçacı, yahut bir taksici, hatta bir seyyar börekçi… İnsani kaliteyi entelektüel bir takım edalarda değil, gerçek insanda arardı. Baharda yeni çıkan bir meyve bile heyecanlandırabilirdi onu. Medeniyet özlemini işaret eden bir nostaljisinden bahsettiniz az önce. Sur içinde akan hayatı da Nusret Abi, o eski medeniyetin devamı gördüğü için seviyordu. Hakikaten de sur içindeki hayat hâlâ bugün dahi kısmen böyledir. Yani Fatih’in, Edirnekapı’nın sokaklarında hayat, eskilerden çok izler taşır hâlâ.
İslam: Sur içinde az da olsa elde kalan mekânlar var. Bunları sevmesinin mizacıyla ilgili bir tarafı var yine. Tabii ki, modern hayatın getirdiklerinden dolayı eski İstanbul öz-
lemiyle yeni dünyaya küsen bir tip değildi. Yaşadığı hayatta da insan hikâyesi bulduğu zaman severdi. Bir simitçi ile sohbet edişini bir yaşama hevesine dönüştürebilirdi. Top oynayan çocuklara takılışı bir yaşama hevesine dönüştürebilirdi. Varsın yan tarafta gökdelenler yükselmiş olsun; gökdelenin dibindeki simitçiyle muhabbetini yapardı. Nusret Abi bir “okur-yazar” olmakla beraber teorik fikirler içinde boğulmaktan ziyade hayatı seven bir adamdı.
Y. Ziya: Malum, felsefeyi sevmezdi Nusret Abi… Felsefi derinliği olan eserleri sevmez, hikmeti önemsemez anlamında değil. Hakikatin bu tür teorik kitaplarla aydınlanmak yerine örtüldüğünü düşünüyordu belki de. “Hangi roman hayat kadar muhteşem olabilir?” derdi mesela. Burada şunu görüyordu bence, kendisine çay getiren bir garson yahut etrafında kendisiyle sohbet eden insanlar ve kendi hayatı da, hepimizin o küçük basit hayatları da en büyük romandan daha muhteşemdir. Bunun farkındaydı. Çok önemli bir şey bu farkındalıkla yaşamak ve aynı zamanda edebiyat tutkunu olmak.
İslam. Eyvallah… Felsefe artistliğini sevmezdi ama en ince hikmeti onunla konuşabilirdiniz. Bunu destekleyen bir şey söyleyeyim. Nusret Ağabey bir seferinde, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı o dev eserini küçük bir yerel gazetedeki iki satırlık bir cinayet haberinden alarak yazdığını söylemişti. Nusret Abi’de de benzer bir bakış vardı. Küçük şeyler üstünden büyük şeyleri yakalama zekâsı… Bu mizacı önemsememiz gerekiyor.
SİYASET, FİKİR, SANAT VE “KEŞİFLER”
Y. Ziya: Hayatla barışık olmasına, hayatı muhteşem kabul etmesine bir örnek daha verelim. Nusret Abi çok az siyaset konuşurdu. Herhalde biz çok fazla siyaset konuşuyoruz. Ben onun kadar az siyaset konuşan bir insanı nadir gördüm bizim çevrelerde. Siyaset konuşmayı bayağı bir konu olarak görüyordu anladığım kadarıyla. Konuştuğu zamanlar da canına tak dediği, özellikle 28 Şubat süreci gibi bazı konularda
kısa konuşur ve yine gündelik konulara dalmadan öze ilişkin kanaatini söylerdi ve geçerdi. Şimdi insan düşününce hakikaten siyaset çok günübirlik bir şey Türkiye’de.
İslam: Çok günübirlik ve insanı tüketen bir şey. İşte bir sürü siyasi dava unutulup gidiyor ama insani öze hitap eden şeyler hep kalıyor. Nusret Abi hiçbir zaman popüler olana enselenmemiş. Edebiyata olan merakında ve okurluğunda da böyleydi. Teorisinin peşinde koşmamış olsa da, her zaman kendine ait bir edebiyat kriteri olan bir adamdı ve bu yüzden başkaları ona söylemese bile değerli olanı bulabiliyordu. Çok popüler olsa bile işe yaramaz olanı gösteriyordu. Şimdi bakıyorum da, o zamanlar Nusret Ağabeyin değersiz bulduğu birçok eser de piyasadan kaybolup gitmiştir. 1987 filan olması lazım, Oğuz Atay filan daha hiç bilinmiyor. 12 Eylül öncesi sol tarafından dışlandığını sonradan öğrendik. Piyasada Oğuz Atay’ın kitaplarının hiçbiri yokken, eski baskılar sahaflarda tek tük çıkarken bana “Bu adamı oku, bu adam enteresandır.” diye Oğuz Atay’ı işaret eden Nusret Ağabeydir. Dört beş yıl sonra Sovyetler’in yıkılması, Çavuşesku tipi rejimlerin çökmesiyle filan, solun içinde teorik tartışmalar başlayınca Oğuz Atay’ın kitapları yok satmaya başladı. Mesela Refik Halit Karay’ı ilk söyleyen odur bana. Bir müddet sonra Refik Halit Karay’a övgüler düzülmeye başlandı edebiyat camiasında. Bunun gibi birçok adamı o keşfetmiş ve tanıtmıştı çevresindeki insanlara. Kitap kurduydu… Yani en enteresan kitapları bulur çıkartırdı. On tane kitapla eve gitse ertesi gün onları okumuş, gözden geçirmiş olarak gelirdi.
Y. Ziya: Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ciddi anlamda yazıp çizen hemen herkesi Nusret Abi çok iyi okumuştu. Yenileri de okuyordu. Bizim adını bilmediğimiz bir sürü adamı Nusret Abi didik didik etmişti yani. Kimin ne yaptığını ne yazdığını da takip ediyordu. Kim hangi eserinde ne çıkardı. Kim hikâyede, kim romanda, kim şiirde iyi gidiyor takip ederdi. Kadın yazarları özellikle takip ettiğini biliyorum. Çok enteresan bir şey... Kadın yazarlar ne yazıyorlar ne çiziyorlar diye Nusret Abi özellikle takip ederdi.
Açıkçası birkaçı hariç çok fazla bir şey bulamadığını da söylemişti. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nu beğenirdi. Nazan Bekiroğlu’nun eserlerini çok tutmuştu bir ara. Çok severek okuduğunu biliyorum. Hatta yazılı soru göndererek bir röportaj da yapmıştı onunla. Mesela bir ara Halime Toros’un Sahurla Gelen Erkekler diye hoş bir hikâye kitabı çıkmıştı. İlginç bir kitap ismi değil mi? Birçok kadın yazarın bütün eserlerini okumuştu yani. Füruzan’dan bilmem kime kadar. Yani bu acayip bir edebiyat sevgisiydi. Kim ne yapıyor. Sanki edebiyat dünyasından yeni bir şeyler bekliyordu ve en yenileri dahi takip etmekten zevk alıyordu. Ekrem Ayyıldız’la birbirlerine söyledikleri bir Borges sözü vardı: “İyi okur, iyi yazardan az bulunur.”
Enteresan adamları bulup çıkarırdı. Osman Cemal Kaygılı, Samih Nafiz Tansu… Yazıp çizip gitmiş adamlar. Şimdi yeni yeni bu adamların kitapları, İstanbul üzerine yazanlara filan malzeme oluyor. Nusret Abi bunları tespit etmişti. O sahaflardan gelişlerini unutamıyorum. İlesam’a çantası dolu olarak gelişi… Nasıl mutlu olurdu, eğer böyle hoş sürprizlerle karşılaşmış, kafasına göre kitaplar bulmuşsa. Özellikle de bu bahsettiğimiz tipte kitaplar. Tabii bir ara moda olan, efendim, İslam’da bilmem ne filan diye başlayan kitaplar vardı ya… İran devriminden sonra moda olan şeyler. Onlara da acayip bozuk atardı yani…” Böyle tumturaklı isimler, içi boş kitaplar. Ne bunlar…” filan derdi. O moda da geldi geçti, şimdi onları yayınlayanlar bile unutmuştur herhalde. Bir de hatıratlara çok merakı vardı. Yani Osmanlı’nın son dönemindeki hatırat yazmış önemli adamların diyebilirim ki hemen hepsini okumuştur. Özellikle bu göç hikâyeleri, bozgun hikâyeleri, savaş hatıraları… Sarıkamış’ı anlatan bir küçük hikâye kitabı da çıkardı ya sonra…. O devirlere, o imparatorluğun çöküş yıllarındaki acılara karşı çok duyarlıydı. Mehmed Niyazi Ağabey’i hem çok sever hem çok saygı duyardı. Onunla sohbetlerinden Çanakkale romanında yazmadığı hikâyelere kadar bilirdi.
KÖKLER VE MİZAÇ
Y. Ziya: İlk gençlik yıllarında Cengiz Dağcı’yı okuduğunu biliyorum. Çok severdi. Çok etkilenmişti… Cengiz Dağcı’nın belki de çocuk yüreğine bir ilhamıydı, bilmiyorum, bir hayali vardı. Bir göç romanı yazmak istiyordu Nusret Abi… Sanırım 93 Harbi etrafında geçen, göç merkezli, belki hikâyesi günümüze de uzanan bir roman yazmak istiyordu. Nasip olmadı tabii ama kendi aile kökleriyle de ilgiliydi bu arzu. Baba tarafı Kafkasyalı, anne tarafı da Buhara göçmeni bir aile olduğu için… Çanakkaleliler… Ama annesi babası evlenip İstanbul’a göç etmişler filan. Böyle bir kişisel tarihin de bu roman hayalinde etkisi var tabii.
İslam: Çok etrafa duyurmadığı ama kendi geçmişiyle ilgili derinlik hislerini hep göz ucuyla takip ettiği bir hassasiyeti vardı.
Y. Ziya: Nusret Ağabeyin, tabii Çanakkale bağlantısı zayıflamıştı… Babası memleketinden ayrılarak İstanbul’a gelmiş. Farklı yaşam biçimleri oluşmuş, akrabalık ilişkileri azalmış, bu durum onu Çanakkale bağlantısından uzaklaştırmıştı anladığım kadarıyla. Buna üzülüyordu da açıkçası. Bir gün Nusret Abi’nin bazı akrabalarından hüzünle bahsettiğini hatırlıyorum; yani aralarında ortak nokta kalmadığından dolayı. Ama dedesinden gözleri parlayarak bahsederdi. Çok severdi. Gaziydi dedesi sanıyorum. Kendisi görmüş mü yoksa dinlediklerini mi anlatıyordu emin değilim. Bu büyük dedesinin hafız olduğunu ve camide mukabele, aşır filan okunurken, okuyan kişi herhangi bir kıraat hatası yaptığında, bir şey söylemeksizin, ‘yanlış okudun düzelt’ anlamında, bastonunu yere vurarak uyardığını anlatırdı. Bir Osmanlı hassasiyeti ve tabii muhtemelen de Kafkasî keskin bir mizacın etkisiyle böyle bastonunu vurarak okuma hatalarını düzelttirirmiş. Nusret Abi de mizacının bu keskin tarafını sanıyorum işte bu Kafkas kökeninden almış. Nezaket ve zerafetini de herhalde annesi tarafından gelen Buharalı köklerine borçlu.
İslam: Mizacının bu iki tarafı, birer saniye arayla çakabilirdi Nusret Abi’de…
Y. Ziya: Eyvallah… Tam da öyleydi gerçekten. Yani bu iki özellik de mizacında çok belirgindi. Buhara tarafı biraz daha metafiziğe açık, sûfî-meşrep, ince bir mizaç… Nusret Ağabeyin annesi rahmetli böyle incecik nur yüzlü, kanatlanıp uçacak bir insan gibi bir şeydi yani. Konuşması filan da öyleydi. Sanıyorum ince taraf işte bu annesinin tarafından. Annesi Mehmet Zahid Efendi’nin müritlerindenmiş zaten. Allah rahmetine gark etsin. O celalli taraf da, hep anlattığı gazi dedesinden geliyordu tahminim. Dedesinin, o Kur’an okuyan hafızları yanlış yaptıklarında bastonunu yere vurarak uyarmasını çok severek anlatırdı. Böyle yaparmış derdi. Belki de dedesinin babası olabilir. Hiç önemli değil. Ama bu keskinliğe hayrandı. Ve kendisi de özellikle itikadî konularda öyleydi.
İslam: Evet, gençlere müthiş müsamahalı bir insan olmasına, farklı hayat biçimlerine saygılı olmasına rağmen özellikle akaid konularında hassastı. Ehl-i sünnet karşıtı, tasavvufî hikmetleri reddeden anlayışlar karşısında çok sert davranırdı. O devrin, işte 1990’lardan itibaren ortaya çıkan bir sürü karmaşık, tasavvufa ve hikmete uzak yeni moda, şimdi silinip gitti tabii hepsi, görüşlere şiddetle karşı çıkardı.
Y. Ziya: Ben üniversiteye gittiğimde bir ara bu fikirlere merak sarmıştım. Hatta Nusret ağabeyle tanışmaya gittiğimde elimde Ali Şeriati’nin bir kitabı vardı. Nusret Ağabeyin pek hoşuna gitmediğini anladım. Ama tabii bizim yaş itibariyle sanırım bazı şeyleri yeni yeni tanımaya çalışan çocuklar olduğumuzu da düşünerek fazla üzerinde durmadı. Ve bir süre sonra, bizi açıkçası bazı takıntılardan kurtardı diyelim. Yani, İslam’ı bir din gibi değil de bir siyasi ideoloji gibi gören, tırnak içinde “radikal” anlayışa düşmememizi engelledi. Ama bunu telkin ederek, uzun uzun üzerinde konuşarak yapmış değildir. Onunla sohbete devam ettiğimiz zaman ilgimizin yönü kendiliğinden değişivermişti.
İslam: Cerrahî-meşrep bir arkadaşı vardı. İsmi de, yanılıyor olabilirim, Yalçın’dı. Allah selamet versin tasavvuf ehli bir kimseydi. Herkesle paylaşamadığı o hikâyeleri, halleri
Nusret Abi’ye anlatıyordu bildiğim kadarıyla. Bir gün benim yanımda bir olay anlattı Nusret Abi’ye. Bir rüya görmüş. Safer Efendi’ye gitmiş rüyasını anlatmış. Safer Efendi merhum, “Bitti mi?” demiş. Yalçın Abi de “Bu kadar efendim.” demiş. Safer Efendi ona, “Bu rüya burada bitmez.” demiş. Yalçın Abi de “Bitti efendim.” deyince, Safer Efendi “İyi o zaman, çık sıradan” demiş. Tam sıradan çıkarken rüyanın devamını hatırlamış Yalçın Abi. “Şimdi hatırladım Efendim.” demiş. Fakat Safer Efendi, sıran geçti anlamında eliyle işaret ederek onu sıradan çıkarmış. Yalçın Abi buraya kadar anlattı, Nusret Abi üzerine ekledi: “Onlar öyle insanlardır ki aslanın ormanda gezmesi gibi kalplerin içinde gezerler. Ve kimin rüyası ne kadardır bilirler.” dedi. Ve tabii Yalçın Abi de bu sözü çok sevdi. Farklı meşreplerden çok dostları vardı. Ama kendisi Nakşîmeşrep idi. Hangi meşrepten olursa olsun, tasavvuf yoluna girmiş kimselerin hepsi kendini Nusret Abi’nin yanında rahat hissederdi. Tasavvufu blok halinde bütün diğer meşreplerin üstünde tutardı. Hangi meşrepten olursa olsun.
Y. Ziya: Tekkeleri yarıştırma hevesine giren taze sûfîleri de uyarırdı yani. Özellikle sûfî hikâyelerini dinlemekten, menkıbeler anlatmaktan çok hoşlanırdı. Bahsettiğimiz edebiyat sevgisi kadar, belki bazı dönemlerde daha fazla olarak sûfîlerin hayat hikâyelerine, menâkıpnâmelere ilgi duyardı. Bunlara bayılır, tasavvufla ilgili kitaplar okumaktan çok haz alırdı. Bu, her zaman birinci gündemi olmuştur.
İslam: Tam bununla ilgili bir hatıramı nakledeyim. Almanya’dan misafirler gelmişti bir vesileyle. Bu arkadaşlar, Almanya’da daha ziyade siyasi ve ideolojik mücadele içinde yaşamış insanlardı. Bu sûfî hikâyelerini, tasavvufi meşrepleri filan bilmeden büyümüş kimselerdi. Nusret Abi akşamın bir vaktinden sonra bu evliya menkıbelerinden anlatmaya başladı. Konu konuyu açtı. Nusret Abi anlattı, anlattı, anlattı… Kimilerini yorumladık, kimilerinde coştuk filan. Saate baktık bir ara saat üç olmuş. Yarın da herkesin işi gücü var. Nusret Abi “Bu kadar yeter.” dedi. O Almanya’dan gelen misafir “Nusret Abi ben hasret kalmışım bu hikâyelere, bayılana ka-
dar dinlemek istiyorum.” dedi. Burada tabii, İslam’ın hikmet boyutundan haberdar olmadan yetişen kişinin hikmete duyduğu, metafiziğe duyduğu hasrete güzel bir örnek var. Nusret Abi’nin anlatma tarzının da müthiş bir etkisi vardı tabii. Nusret Abi, o hikâyelerin içine kendi tarzını, edasını da katarak o hikâyelerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair ipuçları da verirdi aslında.
Y. Ziya: Gerçekten bu menkıbeleri birçok insan anlatır ve oturtamazsınız bir yere. Boşlukta kalır. Hatta bazen o boşluklar tamamlanmadığı için anlatan kişinin eksikliğinden şüphelere sebep olabilir. Nusret Abi, bunları kontekstine öyle oturturdu ki, hiçbir şey havada kalmaz, siz de o anlatılanda kendinizi bulur, bir kapı aralardınız kendi hayatınızdan. Bu kadar güzel anlatmasının asıl sebebi Nusret Abi’nin bu menkıbelerin içinde adeta yaşamasıydı. Bir Eyüp Sultan’a gittiğimizde yahut bir evliya türbesini ziyaret ettiğimizde Nusret Abi’yi görmeliydiniz. Müthiş bir edep içinde, belli usullere uygun olarak, bize göre de gayet uzun bir vakit harcayarak evliya kabirlerini ziyaret ederdi. Mesela Zeyrek’teki Mehmet Emin Tokadî Hazretleri’nin bunlardan biri olduğunu biliyorum. Gençken de meşâyıhtan ziyaret ettikleri olmuş. Annesi ona Mehmed Zahid Efendi’yi ziyaret ettirmiş. Yani böyle zatları ziyaretten çok hoşlanırdı. Hem hayatta olanlarını hem de vefat etmiş olanlarını diyelim. Sûfî dostları da vardı. İlesam’a pek gelmeyen, Beyazıt çevresinde, Fatih çevresinde ayaküstü selamlaşıp halleştikleri de vardı. Uzun uzun oturup sohbet ettiği kimseler de vardı. Bunlar arasında meczup dediğimiz kimseler de vardı yani.
ÇOCUKTAKİ ŞİİR
İslam: Çok güzel bir yere geldin şimdi. Nusret Abi’de en çok buna dikkat etmek lazım. Nusret Abi’yi herkes onu gördüğü mekândaki hüviyetiyle tanıyordu. Nusret Abi’nin başka başka mekânlarda, başka başka zamanlarda, başka başka mizaçlarda insanlarla görüştüğü ve o atmosfer içinde çok rahatlıkla taşıdığı, taşıyabildiği halleri vardı. Mesela İlesam’da
keskin bir edebiyatçı üslubuyla konuşurken, bir arka sokaktaki bir mescide girdiğinde birdenbire bir derviş edasıyla, ayaküstü o yan saftaki adamla iki cümle konuşur, ortak bir hassasiyeti, bir ruh halinin inceliğini paylaşabilirdi. Yahut işiyle ilgili bir şey konuşurken o işin gerektirdiği zaruretler içinde konuşurdu. Çocuklarla mesela hususi bir diyalogu vardı adeta. Çocukları bir şiirin yeni mısralarını takip eder gibi takip ederdi. 90’ların başında ortanca oğlu Bilal daha yeni yürüyüp koştururken, onun o hallerini anlatmayı, yaptıklarını anlatmayı çok sever ve onları müthiş bir filmin en vurucu sahnesini anlatır gibi paylaşırdı bizimle. Yani çocuktaki şiiri görmüş bir adamdı. Kendi çocuğu olduğu için değil yalnızca. Bütün çocuklardaki şiiri görürdü.
Y. Ziya: Sizin İstanbul’dan ayrıldığınız dönemde çocuklar büyüdü tabii… Ve Nusret Abi, artık birer delikanlı olan oğullarını da çok muhabbetle anlatırdı. Özellikle Beyazıt’tan çekildiği dönemlerde daha çok. Onların okuldaki hallerini, ilk gençlik heyecanlarını, haytalıklarını, saçlarını taramasını filan… Pırıl pırıl evlatlar işte…
“TUZLU SU İÇMEK”
Ziya: Saf bir edebiyat sevgisi vardı bir kere… Hatta Yeni Şafak’ta, okumak üzerine bir yazı yazmıştı. Tuzlu su içmek, diye. İçtikçe susuyorsun, susadıkça içiyorsun. Okumayı buna benzetmişti. Kanamıyordu okumaya. Ondaki edebiyat sevgisi ideolojik filan değildi. Bizim adamdır, bilmem nedir veya işte solcudur, sağcıdır filan diye kimseyi ne över ne de kötülerdi. Kafasında biz - onlar filan gibi bir ayrım yoktu. Tam anlamıyla edebî değer arardı okuduğu eserde, ilgilendiği bir yazarda. Hangi yazarı hangi kampın sahiplendiği değil de, o kişinin gerçekte edebiyata dair ne ortaya koyduğu önemliydi. Hatta en çok sevdiği, kendisini en çok etkilemiş kişi olan Üstad Necip Fazıl’ın bile bazı yazdıklarından hoşlanmazdı. Belli bir dönemin şartları içinde konjonktürel olarak Üstad’ın kaleme aldığı bir kitap veya özenmediği bir şiir Nusret Abi için sırf Üstad yazmış diye değerli olmazdı. Eski şiiri de çok
iyi bilirdi. Muhafazakâr kesimin müzmin muhalefet olduğu, ötelendiği dönemlerde İlesam’da metrekareye iki şair düşerken, bazı şair arkadaşlarını, eski şiiri bilmedikleri için, gelenekten habersiz oldukları için eleştirdiğini hatırlıyorum. Eski şiiri bilmeden, divan edebiyatını tanımadan şiir üzerine konuşanları, şiir yazanları yetersiz bulurdu. Bunun mümkün olamayacağını söylerdi.
İslam: Divan edebiyatını anlamadan edebiyatçı kesilenleri ti’ye alırdı gerçekten. İlesam’da zaman zaman bazı takılmalar, küçük oyunlar yaparlardı kendi aralarında. Hatta bir gün serbest şiir ayağına aklına gelen her şeyi şiir olarak yazanların moda olduğu zamanlarda, o arkadaşlardan biri bir şiir dergisi çıkartmış, birkaç arkadaşıyla birlikte, Nusret Abiye gelmişlerdi. Ben yan tarafta dinliyorum onların konuşmalarını. Nusret Abi baktı dergiye; “İyi, hayırlı olsun” dedi, gönderdi. İncitmek istemedi. Daha sonra o bahis açılınca tekrar, “Bunlar teşbih, mecaz, istiare vs. edebî sanatları bir çalışsınlar, Divan edebiyatını, söz sanatlarını öğrensinler, ondan sonra şiir yazsınlar” dedi. Hakikaten daha kendi şiirindeki teşbihi, mecazı bile açıklayamayan adamların aklına geleni şiir diye alt alta yazmalarına çok sinirlenirdi.
Y. Ziya:Hatta bir ara çok zikretmişti. Bir tarafı Kafkasî olduğu için Şeyh Şamil’e çok sevgisi vardı. Şeyh Şamil şiir yazmayı yasaklamış. “Nasıl olur efendim?” diye sorulduğunda da demiş ki “Gerçek şairler zaten yasak filan dinlemez, şu sahtelerden kurtulalım.” Yani, Nusret Abi şiirin ayağa düşürülmesinden son derece rahatsız olurdu. Şiir kumaşı taşımayan şeylerin böyle dergilere, kitaplara boy boy basılmasından hazzetmezdi. Belki biraz daha gençken bunları eleştiriyordu ama sonra çok da üzerinde durmamaya, eleştiriye de gerek görmemeye başlamıştı. Genç şairlerden beğendikleri yok da değildi. Mesela İbrahim Tenekeci, Şaban Abak.
İslam: Suat Ak’ın şiirini de beğenirdi. Birlikte Suat Ak’ın yeni bir şiirini etüt ettiklerine çok şahit olmuşumdur. Arkadaşlarıyla otururken, bir mısrayı tekrar tekrar dinler, tansiyon hastasının nabzını dinler gibi mısrayı tekrar tekrar
söyler. Sonra “Yok” derdi, “Olmaz. Bunun işlenmesi lazım.” Fakat hakikaten işlenmesi gereken bir şey olurdu o mısra.
Y. Ziya: Kendi sevdiği şairleri, yazarları çevresindeki gençlerin de okuyor olmasından çok hoşlanırdı. Hatta bir ara bir kitap listesi yapmıştı. Kendisinden kitap tavsiyesi isteyen bir sürü genç için derli toplu bir liste çıkarmıştı. Herkesin kendisi gibi okuyamayacağını bildiği için Türk ve Dünya edebiyatından önemli ve değerli gördüğü eserleri oraya yazmıştı. Hatta Ekrem Ayyıldız da o listeye katkı sağlamıştır. Sonra biliyorsunuz okullardaki bu 100 Temel Eser’i belirleme konusunda da çalıştı kendisi. Bu listeyi severek hazırladığını biliyorum. Sevdiği yazarların ismini söylemekten bile zevk alırdı gerçekten. Fiyodor Mihayloviç Dostoyevski, Panait Istrati. Istrati’yi çok severdi. Çünkü eserleri hayatından çıkmış bir insan.
OKUMAK, YAŞAMAK VE HAYAL ETMEK
İslam: Birgün İlesam’dan çıktık, Fatih’e doğru yürüyoruz. Caddede insanlar akıyordu. Nusret Abi; “Bu kalabalığın içinde şimdi karşıdan Raskolnikov geliyor olsa ben onu ‘bu Raskolnikov’dur’ diye tanırım.” dedi. O kadar onun azabını hissetmiş yani. Dostoyevski’ye çok hakimdi. Belinski ile Dostoyevski arasındaki diyalogları çokça anlatırdı. Dostoyevski’deki o güçlü Hıristiyanlık duygusunun önemini hep vurgulardı. Bak mesela, o çevrelerde Tarkovski’yi keşfeden ve birçok kişiye tanıtan Nusret Abi’dir. Mühürlenmiş Zaman’ı birçok insana o okutmuştu. Sonradan önemi anlaşılan birçok yazarı önceden keşfetmiştir.
Y. Ziya: Nusret Abi’nin bu müthiş okuma heyecanı çocukluğunda başlıyor aslında. Bu sevgide, okuduklarını başkalarıyla paylaşmasında filan ablasının çok etkisi var sanıyorum. Ablasından çok bahsederdi. Onun da iyi bir okuyucu olduğunu söylerdi. İşte bu Şule Yüksel zamanının bilinçli genç dindar hanımlarından diyelim. Nusret Abi’ye çok faydası olmuş. Onu kitap okuması yönünde çok teşvik etmiş. Okuduklarını anlatmış. Bilinçlenmesinde ablasının müthiş
katkısını hep anlatırdı. Ardından İstanbul İmam-Hatip Lisesi yılları. Orada tabii tiyatro ekibinde. Hatta birgün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Yeni Şafak’ı ziyaret ederken Nusret Abi’yi görmüş. Tabii İmam-Hatip’in tiyatro ekibinden olduğu için hemen tanımış ve “Tiyatroya devam ediyor musun?” filan diye sormuş. Tiyatrocu olarak hatırlıyor tabii… Ama Nusret Abi tiyatro ile ilgisini sonradan koparmıştı. Belki de Türkiye’de bir türlü yönünü bulamayan tiyatro içinde kaybolup gitmek istemedi. Hakikaten de bu yola girip de bir yere varan kimse de yok gibi. “Ben uğraştım tiyatroyla, buradan bir şey çıkmaz.” derdi bize. Belki de bunu gördüğü için, başarılı bir aktör olabilecekken tiyatroyla ilgilenmeyi bırakmıştır.
İslam: Pratik anlamda ilişkisini koparmıştı ama bana Stanislavski’nin Bir Aktör Hazırlanıyor adlı eserini de o tavsiye etmişti. Her mevzunun en cins yazarlarını bulur okur, bu işlere meraklı olanlara da ilgisine göre tavsiye ederdi. Tiyatro bizimle buluşamamıştır Türkiye’de. Bu yüzden kimse başaramamıştır. Güç bela orada kalmaya çalışanlar da büyük eserler meydana getirebilecek ne zemini ne imkânı bulabildiler.
Allah razı olsun Nusret Abi’den çok şey öğrendik. Ondan öğrendiklerimizi de, hayat sahnelerinde öğrendiğimiz için, teorik bir öğrenme olmadığı için sonradan fark ediyoruz. Hayatta benzer sahnelerle karşılaştıkça bunlar daha anlamlı hale geliyor. Teorik fikirler belki öğrenilir ve artık ne kadar tatbik edebilirsen. Ama hayat içinde öğrenilen şeyler, ancak benzer hayat sahneleriyle tekrar karşılaşınca fark ediliyor. Nusret Abi’nin böyle bir öğretmen yönü vardı. Nusret Ağabeyle birlikte yaşarsan öğrenirsin. Onun için de Nusret Abi’yi niye sevdiğini, nasıl sevdiğini, nerden sevdiğini bir türlü analiz edemezsin. Bir teorisyenden bir fikir öğrenirsin, onunla on yıl yirmi yıl akademik çalışmalar yaparsın. Senin hayatına nerden girdiğini bilirsin. Ama Nusret Ağabeyin dostları kendilerine sorarlarsa, onun hayatlarına nasıl ve ne zaman katıldığını tam olarak tespit edemezler. Ve en güzel tarafı da buydu. Bence İstanbul’da yaşayan entelektüellerin en çok dikkat etmesi ve miras alması gereken yönü budur.
Y. Ziya: Evet, Nusret Ağabeyin Anadolu’dan gelen veya İstanbul’da olup da şehrin kültür yönüne aşina olmayan ama aşina olmak isteyen gençleri o halkaya yavaş yavaş, farkına bile varmadan dahil edici bir tavrı vardı. Snob hiç değildi bir kere. Bu snobluk, bir hastalık halinde giderek yayılıyor muhafazakâr camiada. Bu herhalde içi boş olmaktan kaynaklanan bir korunma güdüsü. Nusret Abi’de snobluk yok dedik ama her şeye ve herkese kucak açmak gibi bir şey olmadığı gibi yeniliğe, farklılığa kapanmak gibi bir şey de yoktu onda… Mesafe koymak istediğine koyardı. Artistlik yapması gerekiyorsa yapardı elbette.
Sanatı, edebiyatı kutsal bir uğraş olarak görmezdi. “Şair Baki’nin hocası Zati bir remilci imiş.” derdi. Sanatı kutsamayı modern bir hastalık olarak görürdü. “Şairler, yazarlar, ressamlar, bütün diğer sanatçılar kutsanmış insanlar değillerdir.” derdi. Saf bir edebiyat sevgisi vardı ama edebiyat dokunulmaz bir uğraş filan değildi onun gözünde. Çok severdi. Yazarlarla, şairlerle ilgili espri yapardı. Mesela, Dostoyevski olsa işte filan kişiyle nasıl kumar oynardı, diye hayali bir sahne kurar onları konuşturur, gülerdi. Panait Istrati olsa bizim medreseyi nasıl yazardı, mesela. Uzun zaman önce ölüp gitmiş yazarları birer arkadaşı gibi görür, onların zaaflarını ti’ye alır, iyi özelliklerini över, kötü davranışlarına üzülür yahut kızardı. Özellikle de bazı yazarlar sanki onunla beraber yaşayan kimseler gibiydiler. Yazar tapınması, şiir kutsaması filan yoktu. Etrafta böyle tipler gördüğü zaman bunun sağlıksızlığını vurgulardı.
İslam: Hayatın kendisi edebiyattan da üstündü. Sevgisi vardı. Didik didik ederdi. Ama her şey değildi. Yazarların, edebiyatın hayatın içinde olmasını severdi. Bunu değerli bulurdu. Mesela Mustafa Kutlu’ya olan sevgisi, dostluğu sanıyorum biraz da bu yüzdendi. O da büyük ihtimalle bu yüzden Nusret Abi’yi “Gümüş Sakal” diye yâd etti.
Y. Ziya: Mustafa Kutlu’nun Kambur Hafız ve Minare diye bir hikâyesi var. İlk çıktığında Dergâh dergisinde Nusret Ağabeyle beraber okumuştuk İlesam’da. Orada Kutlu,
Anadolu’dan gelip İlesam’da kendisine hesap soran bir kambur hafızı anlatıyor. Kutlu, bir anlamda kendiyle dalga geçiyor yani. Bu hikâyeden mesela çok hoşlanmıştı Nusret Abi.
NİHAYET; AŞK VE ÂŞIKLAR MECLİSİ
Y. Ziya: Âşıklara çok müşfik davranırdı. Kanatlarının altına alırdı onları. Aşk üstüne hikâyeler anlatır, şiirler söylerdi. Adeta âşıkların aşklarını arttırmak isterdi. Zaman zaman bazı gençlere küçük tüyolar verdiği de olmaz değildi. İşte şöyle davran, böyle konuş gibi filan...
İslam: Aşkı olan gençler her zaman torpilliydi yanında. Mevzunun kendisini direkt onunla konuşmaz. Hiç o bahse girmez. Bir şey danışan olursa, bir problem anlatan olursa küçük nasihatler söyler. Direkt sahibine de söylemeden, “Aşk iyidir, aşk insanı insan yapar.” gibi sözler söyleyerek ona gönderme yapardı.
Y. Ziya: Hayatı aşkla yaşayan bir insan olduğu için şunu çok iyi bilirdi, o gençler ne olacaklarsa bu kişisel hikâyelerinden yola çıkarak olacaklar. Yani bunu çok iyi bilirdi. Ama şu değil; saplantı haline getirenlere, aşkı hastalığa dönüştürenlere kızardı Nusret Abi... Aşkı, kendi hayatını da karşısındaki insanın hayatını da berbat edecek bir noktaya taşıyanları tasvip etmezdi. Bu da aslında bir sağlık işareti tabii… Kavuşamıyorsa, kavuşamamanın ıstırabını taşımayı bileni, oradan olgunlaşanı severdi. Leylâ ile Mecnun’u yazdı zaten. Yazarken adeta yaşadı. Her yazdığı bahsi konuşmaktan, keşfettiği şeyleri paylaşmaktan çok zevk alırdı. Aşkın siyah halini, kapkara nur halini anlatan bir bölüm eklemişti kitaba. Sonra tasavvufta bunun tekabül ettiği hakikatlerden bahis açmıştı.
İslam: Âşıklık tavrıyla hayata açılmayı severdi Nusret Abi… Bu türlü seviye düşürmelere, aşkı dünyevileştirmeye kızardı. “Ne keşfettiğin önemli âşıklıkta… Yapıp ettiğin kavgaları koy bir tarafa. Ne buldun âşıklıkta… Bize onu anlat. Bize oradan bir hal söyle, zevkten bayılalım” der gibi bir edası vardı.
Y. Ziya:Konu Nusret Abi, konuşan da İslam Abi olunca mevzu bitmez. Allah Nusret Abi’ye gani rahmet eylesin.
İslam: Evet, sabaha kadar konuşsak bu sohbete doyum olmaz. Nur içinde yatsın.