3 minute read

Dosdoğru İnsanMümin VATANSEVER

Next Article
Gazel

Gazel

Dosdoğru İnsan

Mümin VATANSEVER

Advertisement

İlk tanışmamız 1988’deydi. Daha önce de biliyordum kendisini ama muhabbete 88’de giriştik. Türk Ocağı’nda tanıştık. Abdullah Gürsel tanıştırmıştı onunla, Alper Kanca’yla, Mehmet Küpeli’yle filan. Onlar daha evvelden arkadaşlardı. Öyle tanıdım Nusret’i.

Doğruluğa tecavüz etmemiş birisi. Bundan daha iyi tarif edilemez Nusret. Bir kere ehl-i sünnet ve’l-cemaat adamıydı. Ölçüsü olan biriydi Nusret. Bugün hepimizde bir defo var. Hepimizin biraz akidesi kaydı! Ama Nusret kaymadı.

Marmaratörlere yetişmiştir. Onlardan ders almıştır diyebiliriz. Mesela benim öyle bir tarafım yok. Ama o tanırdı Marmara ekibini. Küllük’te yetişti. O yukarıdaki Marmara var ya, oradan yetişti. Tabii imam-hatipliydi. Temelden yetişmiş bir insan. Çizgisini hiç bozmamış bir insan. Onlarca dertli, yaralı kız çocuğu gelir, Nusret’ten nasihatını alır giderdi. Köyden gelmiş, üniversite birinci sınıftaki çocuklar. Onlara bir baba gibi, abi gibi konuşur, onları korurdu. Gençler sevip de alamayacakları kızdan nasıl da bahsederlerdi ona: “Nusret Abi, ben bu kızı sevdim ama bu adam bana bu kızı vermiyor.” Bu dertlerini gidip Nusret’e anlatıyorlardı. Yapabileceğini yapıyor, yapamayacağını bana söylüyordu. Bugün var mı acaba bu piyasada böyle bir insan? Emin bir insan,

adam gibi adamdı. Bu İstanbul’un böyle insanlara çok ihtiyacı var. Hilmi Abi’nin yaptığını yapabilen var mı şimdi? Aç kalırdı adam ama her akşam gelir orada bulunurdu. Bir gencin bir derdine çare olurum belki diye. Gidenin yeri hep boş kalıyor bizde. Nusret’in de yeri boş kaldı.

Çok kötüye gidiş var camiada. Bak Sezai Karakoç şurada yedi kişiye konuşuyor. Ben gencecik çocukları alıp gidiyorum, diyorum ki “Gelin oğlum, bir evliya görün. Ekranınıza girsin. Bir yüz; yarın belki size lazım olur.”. İşte orada yedi kişiye konuşuyor. Ne oldu bu bizimkilere? Nusret derdi ki “Biz şehirli olmak şöyle dursun, kasabalı bile olamadık, hala köylüyüz.” Neye değer vereceğimizi bilmiyoruz anlamında söylerdi bunu. Nusret herşeyi görüyordu ama konuşmuyordu. Nusret’i birinin aleyhine konuşturamazdın. Camiadan, çevresinden biri hakkında kötü bir şey söylemezdi. Hilmi Abi’ye benzerdi bu noktada. Ben konuşur, anlatır anlatırdım. “Haklısın Abi” derdi ama kendisi bir şey eklemezdi üstüne. Tabii, Büyük Doğu terbiyesi almış. Esasında bu dünyadan tam konuşarak gitmedi. Konuşmadan gitti. Konuşsaydı bize çok yararlı olurdu. Sebepleri var ama geçelim.

Bu dünyanın çilesini çekip gitmiş biriydi ama hayattan şikayet etmezdi. Çalıştığı çoğu yerde maaş ödemeleri geciktiğinden daralır bunalır yine de parasızlıktan şikayet etmezdi. İdare ederdi. Maaşını alır, gelir verirdi hanımına. Ondan sonra sigara çay parasına hayatını sürdürürdü.

Nusret’le en çok son iki senesinde görüştük. Hastalığıyla uğraşıyordu. Beni de aramıyordu, bana sıkıntı olur diye. En sonunda dedim ki “Sana hakkımı helal etmem eğer aramazsan. Öyle kendi başına uğraşma.” Başedilecek bir şey değildi çünkü. İki kere ameliyat oldu. Bizzat başında bulundum, Allah rızası için. Bizim hastanelerimiz, insan kalitemiz zaten belli... O nasıl ağrılardı öyle! Sinirlerini kestiler, yine ağrısı durmadı. Doktorlar da şaşırdı. Düşündüm düşündüm, nedir bu ağrı? Bir ara bana şöyle bir hikâye anlatmıştı: “Abi ben hacca gittim. Hz. Hamza’nın mezarının duvarı var ya, işte oraya üç arkadaş yazdık ‘Yarabbi biz şehit olmak istiyoruz,

şehitlerin piri burada’ diye. Allah duaları kabul ediyor. Ama şimdi yatakta nasıl şehit olacağız?” O zaman aklım başıma geldi. Kendisine dedim ki “Nusret, dilekçeyi büyük yazmışsın, faturayı büyük kesmişsin. Yazdım mektubu, attım Marmara’ya ama para etmez, sen bağlamışsın işi.” Birden ağladı o zaman. “İnşallah şehit olacaksın” dedim. Bu ağrı, gazinin ağrısı yani, zehirli ok yemiş adamın ağrısı... Nusret şehittir Allah’ın izniyle… Onun için Allah’tan bir şey isterken dikkatli isteyeceksin.

Bir de bu Amerikalıların Bağdat’a inişi onun çok ağrına gitmişti. O gece de bir kriz yedi. Ümmet adına dua ediyor, ümmet adına işkence çekiyordu.

Sevdiği bütün arkadaşlarına derin bir muhabbeti vardı. Pek kimseyi arayamazdı ama derdi ki “Hiç gönlümden çıkmıyorsun!”

Mümin Vatansever ve Nusret Özcan, Mehmet Sami Adalı’nın Fatih’teki ofisinde, 2003

Gizemi görünenden daha fazlaydı. Bağlandıktan sonra tasavvufu da çok irdeledi. Çok okudu. Rüyaları vardı. Bir iki tanesini bana anlatmıştı ama unuttum.

İstanbul âşığıydı. İstanbul çocuğuydu da zaten. Çerkezliğini hiç çıkarmadı ortaya ama gizli bir Çerkez sevinci de vardı bana kalırsa… Ailesi aslen Çanakkalelidir. Annesi çok dindardı, babası da çok efendi bir insan. Ablası da çok başka. Bunlar maaile güzel insanlar. Nusret’in cenazesinde annesine nasılsın diye hal hatır sordum. “Ah evladım, dünyaya uzağım, Allah’ıma çok yakınım” dedi. Annesini bana emanet etmişti Nusret, sanki biliyormuş gibi. “Ne diyorsun, sen varsın ya” deyince, “Sana emanet Abi” demişti. Hakikaten bana nasip oldu anneciğini de yerine yerleştirmek. Nusret’in yanına koyduk onu, Eyüp’te buluştular.

Allah rahmetine gark etsin.

İbrahim Ulueren, Necla Vatansever, Nusret Özcan, İLESAM, 1994

This article is from: