3 minute read

Ölümün Öğüdü Olcay YAZICI

Next Article
Gazel

Gazel

Ölümün Öğüdü

Olcay YAZICI*

Advertisement

Arkadaşının ölümü say ki senin ölümün. Hep sen başkalarının cenazesine gitmeyeceksin ya, bir gün de dostlar senin cenazende bir araya gelecek. Bir rüya âlemi olan şu fâni dünyada bütün mesele “hayır ile yâd edilmektir.” Ah bunu bir bilebilsek.

Bu şehrin bunaltıcı havasından bir nebze olsun sıyrılabilmek için, bir haftalığına ikinci şehrim olan Zonguldak’a gitmiştim. Tam da yeşillikler, dutlar, kirazlar ve erikler arasında bir eski zaman masalı yaşarken, İstanbul’dan can dostum, kültür tarihçisi Dursun Gürlek aradı. Sevindim. Sandım ki yine İstanbul üzerine yârenlik edeceğiz. Yine medyaya sinmiş sığlıktan yakınacağız; kültürsüzlükten; sığların sürüp giden süflî saltanatından söz edeceğiz. Kalite ve tefekkürün dışlandığı şahsiyetsiz kent panayırlarından bahsedeceğiz.

Derken, araya soğuk, ürkütücü, ürpertici bir cümle girdi: “Yarın bir cenaze var, seni oraya çağıracaktım!” dedi. “Artık Fatiha’nı oradan gönderirsin!” Şairin şaşkınlığı içinde, “Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?” dedim telâşla. Acı haber tez ulaşır. Değerli insan, gazeteci-yazar Nusret Özcan’ın vefat haberi ile sarsıldım. Biliriz, her canlı ölümü tadacaktır. Ama yine de hayret ederiz, üzülürüz, elem duyarız.

*Olcay Yazıcı’yı Eylül 2010’da ebedî âleme uğurladık, Allah’tan rahmet diliyoruz.

Rahmetliyle tanışır, bilişirdik. Son kez epey bir zaman önce Yeni Şafak gazetesinin Yazı İşlerinde görüşmüştük. Şaka yollu takılmıştım, “Ne haber bu çağın dervişi, mistik dünyada neler oluyor? İnsan ne zaman, ‘insan’ olacak?” Hikemî müktesebatına rağmen mütevazı tavrı ile, “Dervişlik kim, biz kim? İnsanlar ise bildiğin insanlar!” meâlinde karşılık vermişti. Buğday öğüten değirmenler gibi zamanı öğüten gazete ortamlarında bu tür aşkın konuşmaları bir duyan olsa, “Bak şu delilere” der geçer, hatta gülerler insana. “Ne gülüyorsunuz, anlattığımız sizin hikâyeniz!” deseniz, bir şey anlamazlar ki.

O ak sakalı, nûrânî yüzü, sîretini yansıtan derviş-edâ sûreti, bir insanlık ve fazilet coğrafyası gibiydi. Erkenden bilgeliğe ve erdeme ulaşmanın ak işaretiydi.

O, yazılarından, kitaplarından ziyade, bu hâli, bu edâsı ile bizlere mesaj veriyordu. Fotoğrafı nehir bir roman gibi insanın ulu ve ulvî macerasını anlatıyordu. Çizdiği insan fotoğrafı, bu çiğ çağın bütün simsarlarını utandıracak bir görüntüydü. Sadece ruhunu kaybeden insanlara değil, ruhunu kaybeden şehirlere; aşkın ve aşkınlığın hayatımızdan uçup gitmesine üzülüyordu. Özellikle de bu muhteşem İstanbul’a yakışmayan davranış bozuklukları yüreğini derinden yaralıyordu.

Radyo 15’te program yaptığı günlerde telefonla aramıştı beni, hüzünlü/elemli bir şehir tahlili yapmıştık. “Aynı apartmanda oturan insanlar birbirlerini tanımıyor, selâmlaşmıyor; kimse kimseye aç mısın, tok musun diye sormuyor…İlişkiler niye bu derece koptu?” diye sormuştu.

Cevabı açıktı; iyice dünyevîleştik, bencilleştik, metafizik bilgiden, hikmetli düşünceden uzaklaştık. Örfün ve geleneğin dışına atıldık. Ağyara özendik ve kendimiz olmaktan çıktık. Olmayı değil, “sahip olmayı” seçtik. Oysa her şey, bütün sahip olduklarımız burada kalıyor ve biz öte âleme göçüyoruz. İnsanlarda “finalite” ruhu, “son” endişesi, hesaba çekilme korkusu kalmadı. Deli-bozuk bir Batı tipi yaşama biçimi, geleneğin duru ırmaklarını bulandırdı. Eloğlunun bulanık suda insan avlaması tabiî ki kolay oluyor. Hele siz

kendi ikliminizden, kendi ilminizden, kendi cevherinizden, biyolojik ve ontolojik kimyanızdan, oluşun hikmetinden ve yok-oluşun cehenneminden habersizseniz, çözülme ve çöküş daha bir mukadderdir sizin için. Kurtuluş için, “Allah’ın ipine/vahiy eksenli bilgiye” sarılacaksınız, onun-bunun markasına, logosuna, şeytan direğine değil!... Sûfî geleneğin uyarısına kulak verin. Ne diyor: “Ol ya da öl!”

Kaç cenaze gördük, kaç cenaze daha görmemiz gerekiyor, silkinip uyanmak için?

Tut ki senin cenazen. Tut ki tabutun içinde sen varsın? Tut ki musallâda bekleyen sensin. Tut ki imam senin için soruyor hâzirûna: “Meftâyı nasıl bilirsiniz? Bütün haklarınızı helâl ettiniz mi? ”

Tut ki münker-nekir seni suâle çekiyor!.. Ona göre davran, ona göre hizaya gel. “Haddi aşanlardan olma!” İncinsen de, sonunda bir duâsına, bir şehâdetine, bir Fatihasına muhtaç olacağın insanları incitme!..

Şair, “Güneş yalnız dirileri ısıtır!” demiş; ölüm de yalnız diriler için öğüttür.

Ya “ölü canlar!” Ya kalbleri ve idrakleri mühürlenenler? Ölümün mistik öğüdünü alamadıktan sonra yakınmak, gözyaşı dökmek neye yarar?

Yunus Emre bir kerte içimizi ferahlatıyor: “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!” O “cân”dı, hem de “öz-cân”dı çok şükür.

Cenaze törenine katılamadığım, onu son yolculuğuna uğurlayamadığım için üzgünüm.

Ama inanıyorum ki Fatiha ve Yâsinlerim ona ulaşacaktır.

Bu yeni zaman dervişine, alperen ruhuna sahip kıymetli insana, Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Rabbim yakınlarına ve çocuklarına güzel sabırlar, bizlere de ibret ve öğüt almayı nasip eylesin... Âmin!

sanataalemi.net, 26.06.2007

Ömer Onay, Mehmet Şahin, Nusret Özcan, 1983

This article is from: