8 minute read
Aşklarımdan En Önemlisi” - Söyleşi: Gülcan TEZCAN
Söyleşi: Gülcan TEZCAN
Advertisement
Orhan Pamuk’un gençliğinin geçtiği İstanbul’u kaleme alması okurdan daha çok “magazinel” anlamda bir ilgi gördü. Oysa yirmi-otuz yıl öncesinin İstanbul’u; hem gençler hem de o günlere tanıklık edenlerce büyük bir “hasretle” yâd ediliyor. Dünyanın belki de en hızlı “değişen” şehri: İstanbul. Ama her haliyle “farkında olanları” kendine aşık edecek kadar da güzel, çekici ve albenili. Belki bu yüzden İstanbul üzerine söz söylemek de kaçınılmaz oluyor kalem erbabı için. “İstanbul benim bahtım” diyen gazeteci-yazar Nusret Özcan da İstanbul’a dair şahitliklerini Sokak Sesleri’nde bir araya getirdi. Biz de kitabından yola çıkarak Özcan’la İstanbul’un neden baş belası bir sevgili olduğunu ve şehirdeki baş döndüren değişimin sebeplerini konuştuk.
- Söze başlarken bize bir ehl-i dil, ehl-i gönül olarak İstanbul’u tarif etmenizi istesek... - İstanbul herşeyden önce benim varoluş maceramın başladığı yer olarak ürpertiyor beni... Kendimi çok şanslı kullardan addediyorum... İstanbul’u tarif etmeye kalktığımda bir tek şey çıkmıyor karşıma... İstanbul kâh bir anne sıcaklığı ile kucakladı beni, kâh insanın soluğunu keserek kalbini titreten, muhteşem olduğu kadar cezbedici, kendisine ram oldu-
ğum bir kadın gibi sarstı... Zaman zaman en sadık arkadaşım, ara ara sessiz sözsüz konuşmalarıyla hayat hakkında çarpıcı şeyler anlatan bir bilge... Bazen baştan başa tevekkül ve tefekkür... Velhasılı İstanbul pırıltısını sürekli zenginleştiren bir şey benim için... Topkapı Sarayı’nı gören evimin penceresinden her gece baktığımda karşıma çıkan o müthiş manzara, bende hep karanlığa asılı bir elmas hissi uyandırmıştır... Muazzam ve görkemli bir maziyle birlikte tarihimi, yurdumu, dilimi, kısacası “hayatımı” duyduğum bir şehirde yaşamanın saadeti kuşatıyor beni... İç âlemime denk tek mekân olarak İstanbul’u tarif etmek yetmiyor doğrusu... Ne desem eksik kalıyor... Aşklarımdan en önemlisi ama...
- İstanbul’un geçmiş zamanlarından söz edilirken sürekli “eski” sıfatı kullanılıyor. İstanbul eskir mi sahi? - Bu eski sıfatını kullananlar tahkir için kullanmıyorlar bunu... Belki âsûde zamanları ihsas ettirmek için, belki değişimle gelinen menfi hali işaretlemek için kullanıyorlar çoğu kere... Zamana karşı direnmek maddi anlamda mümkün değil... Bu anlamda ne eskimez ki!.. Bizler hep zamanın ucunda yaşadığımız için, geçmişi yüklenmiş ve geleceğe açık olarak sürdürüyoruz hayatı... Zamanın dairesi bu şekilde işliyor... Ruhi zaman açısından İstanbul’da bazı şeyler eskiyor ama yaratılış sürekli yenilendiği için de eskimiyor tabii ki… O kendini bir şekilde tazelemeyi biliyor... Aslında eski dediğimiz zamanlar da onlardan daha eski zamanların yenisiydi... Böyle de gidecek bu... İstanbul da bu manada yenileniyor... Her eski ve her yeni güzel değil elbette... İstenen şey güzelliklerin sürmesi... “Eski” bir bakıma kıymetli anlamına geldiği için İstanbul’un bundan rahatsız olabileceğini düşünmüyorum. Üzücü olan şey eski güzellikleri yeni zamanlara taşıyamamak...
- Yirmi, otuz yıl öncesinin İstanbul’unda varolan sadelik ve mütevazılık üzerine kurulu hayatlar niye bu kadar uzağımızda şimdi?
- Bizim belirleyemeyeceğimiz, önüne geçemeyeceğimiz - ifademi mazur görün- çıldıran ve çıldırtan bir değişme var hayatımızda... Çok değil de, yirmi, otuz yıl öncesinin sadelik ve mutevazılığı diyorsunuz... İnsanların günümüzden çok çok sahici ilişkiler yumağı içinde olduğu demler... Apartmanların çoğalmadığı... Müstakil ev tabir ettiğimiz bahçeli, nohut oda bakla sofa evler... Bilemedin en kabası iki katlı olurdu... Apartmanlar vardı ama henüz komşuluk, yardımlaşma, birlik ve beraberlik de vardı... Bütün sokak, bütün mahalle birbirinin derdiyle ve neşesiyle hemhal olurdu... Apartmanlar çoğaldı, göçler çoğaldı, sanayi mahalleleri çoğaldı ve müthiş bir gecekondulaşma ile birlikte insanlar birbirlerinden öyle bir koptular ki ilişkileri aralandı... Birlik ve beraberlik bozuldu... Mahalle ve sokağa ait olma kalmadı hayatımızda... Bu yüzden de o günleri gören yoksul ve dünümüze göre daha sade yaşayan bizler, o günleri böyle yâd eder olduk... O günleri yaşayamayanların böyle bir yakınması da yok zaten... Onlar yaşadıklarının da farkında değiller... Baksanıza İstanbul neredeyse bir suç şehri olmaya doğru gidiyor... Hızlı değişimin açtığı büyük bir yara bu... Kısa zaman içinde yaşanan bu hızlı değişimle uzaklaştık o sadelik ve mütevazılıktan... Yeniye budalaca tutkunluk, asırların tecrübesine yer bırakmadı... Yeni o yüzden küstah, edepsiz ve donuk...
- Şehir neden hızla tükendi, tüketildi size göre? - Sadece maddi imkânların gelişmesini isteyen nankör insanlar yüzünden... Bunlar belki bunu bilmeden yaptılar ama zehir dolu bir bardağı bilmeden içen bir insanın ölmesinin mukadder oluşu gibi, öldürdüler şehrimizi... Betonlaşma, aşırı göç, sanayileşmenin getirdiği yıkıcılık, kıyıcılık, günü kurtarma kaygısı, şuursuzluk ve maddileşme el ele vererek işlediler bu cinayeti... Fakat olan oldu... Maddi refah uğruna nice güzellikler çıktı elden. Bu mesele etrafında verilecek misaller kitapları doldurur.. Ben en önemli tükeniş sebebini, bütün bunlardan daha çok, ehlince malum olan iradeler tarafından bir şekilde İstanbul’dan ve İstanbul’un temsil ettiği ruhtan intikam alınması olarak belirtmek isterim... Cinayet-
lerinden saadet duyarak yaptılar bunu... Fakat İstanbul bunları hafızasına aldı...
- İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbulluluk bilinci oluşturmak için birtakım çalışmalar yapıyor. İnsanlar yaşadıkları şehrin farkında değil mi ve İstanbullu olmak böylesi öğretilebilir birşey midir? - Refik Halid Karay’ın Sürgün isimli bir eseri var... Kendi hayatından birçok şey taşıyan bir eser... Bu romanda kahramanımız, Arap ülkelerinden birinde, Türkçe konuştuğu esnada İstanbul, üstelik de İstanbul’un Samatya semtinden olduğunu tahmin ettiği bir kadının konuşmasını işitir... İnsana “pes doğrusu” dedirtecek kadar güzel bir teferruat değil mi? Bırakın bir şehri, şehrin bir semtine has bir konuşmayı yakalayan bir kulak hassasiyetini görüyoruz bu satırlarda... Artık o nasıl bir vasıfsa insana bunu söyletebiliyor... Ve tahmin ettiği gibi de çıkıyor...
İstanbulluluk illa ki bu şehirde doğmak, büyümek ve yaşamak değil elbette... Sonradan İstanbullu olanların bu şehre ait olması gerekiyor... Bu ait oluş, belki İstanbul’dan mesafelerce ötede doğmuş biri olarak da mümkün... O ruhu, o iklimi yaşamakla ilgili...
Mesleğim icabı birçok insanla tanışıyorum... Bunların bir kısmı İstanbul’a sonradan gelmiş kişiler... Onların hemen hepsi, artık İstanbul’dan başka bir şehirde yaşayamayacaklarını belirtiyor... Bu, İstanbul’un büyüsünden olsa gerek... Bu insanların çoğu İstanbul’u sahiplenmiş ve burada yaşamayı hiçbir şeye değişmeyen insanlar...
Eskiden göçler olurdu. Köyünden, kasabasından veya şehrinden gelen bir nice Anadolulu İstanbul’un herhangi bir semtine taşınır ve hayatını devam ettirirdi. Fakat İstanbul’un o semtine gelen bu insancıklar o sokak ve mahalle tarafından kendisine benzetilirdi. Yani kendi görgüsünü, kendi edebini verirdi o yeni misafirlere ve onlar da alırdı bunu. Ama sonraları bu böyle gitmedi. Olduğu gibi köyler kalktı geldi İstanbul’un varoşlarına ve o köylülüğü sürdürdü burada in-
sanlar. O dönem bu insanlara ilişkin bir şeyler yapılabilirdi ama şimdi artık çok geç. Bunları o insanları suçlamak için söylemiyorum. Zira bu öyle akıl almaz bir şeydi ki o zamanlar önüne geçilemezdi. Bu kıyıcılık aslında Anadolu’nun diğer şehirleri için de hâlâ geçerli…
Bir şehre ait olmanın öğretimle ilgili birtakım yönleri olabilir ama herşeyden önce o insanın kendini o şehre ait hissetmesi gerekiyor. Kendini buraya ait hisseden, buraya gelmeden de İstanbullu olurken, buraya geldiği halde kendini buraya ait hissetmeyenler de olabilir... Belediye’nin işi zor...
- İstanbul’u bu kadar çok sevdiğinizi ve sizin için vazgeçilmez olduğunu ilk ne zaman fark ettiniz?
İstanbul’un vazgeçilmezliğini ilk defa ciddi bir İstanbul ayrılığı yaşadığımda fark ettim. Bu ayrılık askerlik vesilesiyle olmuştu. Ondan ayrılış çok etkilemişti beni. O güne kadar ayrılabileceğimi hiç düşünmemiştim. Hiç aklıma gelmemişti. İznimi kullanmak için dönerken İstanbul’u gördüğümde boğazıma bir şeyler düğümlendiğini gayet iyi hatırlıyorum... Otobüs fazla kalabalık değildi çok şükür... Ağlayarak kavuştuk birbirimize...
-Şairin “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” dediği İstanbul’da sizin semtleriniz hangileri? - Başta Eyüp geliyor... Sonra Fatih. Ardından Beyazıt, Sultanahmet. Zaten buralarda şekillendim ben. Karşıda bir Üsküdar... Boğaz’da Beylerbeyi, Çengelköy, Beykoz. Boğaz’ın bu yakasında ise Arnavutköy, Emirgan.
Fakat benim asıl semtlerim Eyüp ile Fatih... Bu iki semtin bendeki yerleri bambaşka. Birçok yönüyle ve hayatıma işleyişleri bakımından ayrıcalıklarını her zaman koruyacaklar..
- Şairlerden söz açılmışken İstanbul üzerine şiir yazan kalem erbabının hemen hepsi İstanbul’u kadına benzetir. Şehirlerin bu anlamda müşahhaslaştırılmasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Şairler İstanbul’u kadına benzeterek çok iyi yapıyorlar... Zira güzellik denilince eşref-i mahlukatta kadın güzelliği gelir akla... Erkekler için güzel ifadesi pek kullanılmaz... Onlar için yakışıklı sözcüğü seçilir... Bir de; kadında, yüz güzelliği ile birlikte, kadınlık büyüsü diyebileceğimiz diğer etkileyici hususiyetler de seviliyor. Sevgili güzel ve efsunlu olduğu için bu benzetme yapılıyor. Bir de belki İstanbul üzerine şiir yazanların çoğu erkek olduğu için bu benzetme. Ben de sizin ilk sorunuza verdiğim cevapta onu âşık olunan bir kadına benzettim. Bu böyle. Şehirleri müşahhaslaştırmak sadece onda yaşayanlarla ilgili olmasa gerek, onların yapıları ve tarihleri ile de ilgili herhalde. Bazı şehirler de erkek sıfatlı olabilir... Veya dişi ve erkekten farklı bir sıfatı hak edebilir... Müşahhaslaştırma insanın fıtratında var. Mesela bana sorsanız Edirne ve Amasya şehzade bir şehir iken, Bursa, Konya, Manisa mürşid-i kâmil şehirlerimiz... Çanakkale ve Erzurum yiğit... Uşak, Burdur ve Gümüşhane mütevazı diye sıralarım…
- Sokak Sesleri’ni bititirken İstanbul için “... çılgın ve tam baş belası bir sevgilidir bu İstanbul” diyorsunuz. Niye baş belası? - Bu gerçekten böyle ama... Çılgınlığı birçok ucu bir arada barındırmasından ve her an, hiç beklemediğiniz bir şeyle karışlaşabilecek olmak gibi bir olağanüstü tarafı bulunmasından kaynaklanıyor. Ayrıca sizi kanatlandıracak birçok şeye sahip... Herhangi bir sokağının bir köşesini döner dönmez karşınıza ne çıkacağını kestiremezsiniz. Bir cinayetle de karşılaşabilirsiniz, bir sevda ile de. Bir faciaya üzülürken, kahkahaya boğacak kadar muzip bir hadise vuku bulabilir. Çılgınlığı burada. Tam baş belası olması ise şöyle; Bu nasıl şehirdir ki nereye giderseniz gidin ondan kurtulamıyorsunuz. Her yeri onunla kıyas ediyorsunuz ve elbette bulamıyorsunuz. Hep onu arıyorsunuz... Kıskanç ve başkasına müsaade etmeyen bir bela değil de ne? Eh yeri geldi şimdi de ben bir soru sorayım size. Siz gittiğiniz yerde kurtulabildiniz mi İstanbul’dan?...
- Televizyonlarda dönem dönem ekrana gelen “mahalle dizileri” her seferinde çok yüksek ratingler alıyor. İnsanların bu kadar özledikleri bir yaşamdan uzak durmalarının sebebi nedir? - Bunu bir bakıma şehir nasıl tüketildi sorusunda açıkladık gibi. Şöyle ki, insanlar farkında olarak veya olmayarak değiştirdikleri veya değiştirmek mecburiyetinde kaldıkları, bıraktıkları güzellikleri fark ettiler ama iş işten geçti… Şimdi sadece hatırlamak kaldı geriye... O giden güzel günlerde nelere malik olduklarını ve şimdi nelerden mahrum olduklarını anlıyorlar. O günler ve o şartlara dönmenin imkânsız bir tarafı var. İşte bu imkânsızlık bu hasreti daha yakıcı kılıyor. Belki bir gün, bu kalabalığı ve bu insan hayatını imhaya yönelik yaşam tarzını değiştirirse o günleri tekrar yakalayabilir. Ama bu çok zor... Zira günümüzdeki şartlar o hayata izin vermiyor. Belki insanları kendi halinde bıraksalar o tür bir hayatı yeniden kuracak ama mevcut iktisadi, içtimai ve diğer şartlar buna izin vermiyor..
- Eski İstanbul’u özleyenler, yitirilenlerin suçlusu olarak nüfus artısını ve göçü gerekçe gösteriyorlar. Yirmi, otuz yıl öncesi de İstanbul göç almıyor muydu? Şehir kalabalıklaştığı için mi ilişkiler bozuldu? - Yitirilenlerin suçlusu ne yazık ki bence de bu nüfus artışı ve göç... Kalabalıklaşma bozulmayı beraberinde getirir… Herşeyde böyledir bu. Sıradanlaşır ve farkların ehemmiyeti kalmaz. Herkes ve herşey aynılaşmaya, seri malı olmaya başlar. Göç meselesine gelince; elbette o zamanlar da göç alıyordu İstanbul ama o aldığı göçler bu hale getirdi… Ben bunları, suçlamak için söylemiyorum. Bu göçe karşı koyulamazdı. İnsanlar fakr u zaruretten geldiler buraya. Fakat kabul edelim ki İstanbul’u çok hor kullandılar. Bu hâlâ da devam ediyor… - İstanbul üzerine yazmaya devam edecek misiniz? Şu an tezgâhta neler var? - Yaşadıkça İstanbul üzerine yazacağım herhalde! Tezgâhta Leyla ile Mecnun var...
Kafdağı, Sayı 57, 2004
Şamil Kucur, Saim Güney, Nusret Özcan, Ramazan Çavuş, Hamit Can, Hakkı Yanık, Ali Teker, Mehmet Şeker ve Harun Bahçıvan Yeni Şafak’ta bir çay sohbetinde