4 minute read
Bir Savaşın Ardından
Savaş bir neslin kaderiydi. Öyle ki kendilerinde başlayıp yine kendilerinde biten bir kader değildi onlarınki. Bu kader dedelerinden, babalarından tevarüs ettikleri, hiç de yabancı olmadıkları bir kaderdi. Dün Kosova’da, Varna’da, Mohaç’ta nasıl ki dedelerinin oluk oluk kanları akmışsa bugün de Galiçya’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Kudüs’de, Çanakkale’de oluk oluk onların kanı akıyordu.
Bu kader sadece onların değil bizim de kaderimiz; bizim, yani bütün bir İslâm âleminin.
Advertisement
Bu kader bugüne dek uzanıyor ve 9 yıl değişik cephelerde savaşmış bir dedenin torunu olarak gelip beni de buluyor. Dedemin değişik cephelerde süren 9 yıllık askerliğinin bir kısmı da Çanakkale’de geçiyor. Artık yaşı 73 olan babamın anlattığına göre “Zığındere’de çok gavur kırdık evlâdım” diyormuş. Çanakkale’de esir düşüp geri döndükten sonra da Kudüs’te savaşmaya gider Gazi Yusuf Dedem, Kudüs’teki günler için “Yiyeceğimiz yoktu, karaçalı tohumlarıyla bastırdık açlığımızı” dermiş. Sonra İstiklâl Harbi... Ecel onu bu savaşlarda değil, savaş sonrası günlerde bulur.
“Çanakkale Mahşeri”
Mehmed Niyazi Ağabey’in “Çanakkale Mahşeri” isimli romanını okurken babamın anlattığı dedem ve arkadaşlarının kaderini de okumuş oldum. Zığındere’de gavuru nasıl kırdıklarını, bütün imkânsızlıklara rağmen nasıl direndiklerini. Belki dedem romanda geçen Oğuz Amca (Onbaşı) ile de karşılaştı, onunla konuştu, birlikte sıkıntı çekti ve düşmana hep birlikte karşı koydu. Bize kadar uzanan bu kaderi konuşmak için kalkıp Mehmed Niyazi Ağabey’e gitmek lâzımdı, öyle yaptım.
O’nu hasta yatağında buluyorum, Çanakkale’den konuşuyoruz. Çanakkale Savaşları’nın öneminden, yaşanan acılardan, Oğuz Amca’dan, bütün savaş boyunca dur durak bilmeden askerlerimize su taşıyan Mıstık’tan, Osmanlı’nın kaderinden, bugün gelinen durumdan ve daha birçok şeyden. Romanı oluşturan anıları toplamak için geçen yılların haricinde romanı yazmak için kaç sene harcadığını soruyorum Mehmed Niyazi Ağabey’e; - Altı senemi aldı, diyor.
“Çanakkale Mahşeri” bu savaşa iştirak etmiş birçok ‘kumandan’ın yayınlanmış ve yayınlanmamış hatıralarından, gazilerin ve şehid yakınlarının anlattıklarından oluşmuş gerçeklerden örülü.
Romanın kahramanlarından Oğuz Amca’yı konuşuyoruz. Oğuz Amca, Erzincan’ın Kemah’ından. İki oğlu Doğu’da şehid düşen Oğuz Amca’nın en küçük oğlu da babasının izini takip eder ve kader onları Çanakkale’de buluşturur. Romanda anlatıldığı gibi Eceabat Hastanesi’nde bulurlar birbirlerini. Ama ne buluşmadır o Yarabbi!
İşte romanın 540 ve 541. sahifelerinde yer alan yürek yakıcı satırlar:
Sıra bekleyen yaralıların arasında oğlu Mustafa’yı duruşundan tanıyınca, sanki yıldırımla çarpıldı. Şarapnel burnunu, ağzını, çenesini alıp götürmüş; yüzünde derin bir çukur açmış, sadece iki göz bırakmıştı. Mustafa da sıhhıyelerin kol-
larındaki babasını gördü; canevine alevli bir zıpkın saplanmışçasına sarsılmasına rağmen hemen sırtını döndü; babasının onu bu halde görmesini istemedi. Sapan yemiş bıldırcın gibi yüreği çarpan Oğuz Amca da görmezlikten geldi; görüp, üzüldüğünü fark etmesi Mustafa’yı derinden yaralardı. Sıhhıyenin kollarında oğlu Mustafa’nın yanından geçerken inlememeye de dikkat etti.
Oğuz Amca yaşlıydı, kan kaybı da gücünden eser bırakmamıştı; ayakta duramazdı, hemen müdahale edilmesine de imkân yoktu. Doktorun emriyle ilk koğuşa girdiler, onu biraz önce ölmüş bir erin yatağına yatırdılar. Değişik yerlerinde kurumuş kan lekeleri bulunan yorganı başına çekerken “Mustafam” diyerek gözyaşları dökülüyordu.
Annesi, ağabeyleri Hasan ve Akif, kızkardeşi Nadiye, evleri, çocukluğunun geçtiği kırlar, komşularının kızı Nazmiye’nin hayaliyle türkü söylediği erik ağacının altı gözlerinin önünde bulunan Mustafa da sanki babasının sesini duymuştu; hafifçe sendeledi; yanındaki sıhhıye ona sarıldı; bir-iki sarsıldı ve ruhunu teslim etti.
Oğuz Amca ne oldu?
Sorduğum bu soruya Niyazi Ağabey şöyle cevap veriyor: - Eceabat’ta dört ay kaldıktan sonra birliğini bulmak için yola çıkıyor ve yürüyerek Kudüs’e varıyor. Oğuz Amca’yı geri hizmete vermek istiyor kumandan fakat O, “Siz emir verirsiniz, bize uymak düşer ama bizde koruma vardır. Siz bana iyi bir silah verin ve ön saflara sürün!” der ve yine ön saflarda çarpışır. - Niyazi Ağabey, Oğuz Amca dönmüş mü memleketine? diyorum. - 1911 yılında çıkmış köyünden ve 1922 yılında dönmüş köyüne. Köyünün başında çeşmede kadınlar var. O zamanki edep gereği kadınlar arkalarını döner. Oğuz Amca kadınlardan su ister. Kadının birisi yüzüne bakmadan maşrabayı doldurur ve Oğuz Amca’ya uzatır. Oğuz Amca suyu içer ve evine
gider. Ancak evde çeşme başında kendisine su verenin kendi karısı olduğunu anlar. - Mehmed Niyazi Ağabey, roman sizi tatmin etti mi? - Yok! Sızısı hâlâ sürüyor.
Niyazi Ağabey’e romana almadığı bazı hatıraların, olayların yazılıp yazılmayacağını soruyorum. Yazmaya niyetinin olduğundan bahsediyor ve bu arada müthiş bir şey anlatıyor.
Savaşın şiddetle sürdüğü sıralarda Teğmen Ali bir şarapnelle yaralanır ve sol tarafı gider. Alman subay ölüm ânında insanın çıldırma noktasına gelebileceği fikriyle Teğmen Ali’ye sarılır ve «Ölmeyeceksin! Ölmeyeceksin!” diye teselli edici telkinlerde bulunmaya çalışır. O arada Teğmen Ali bir yere gülerek bakıyordur. Kendisine sarılan Alman subayına «Öleceğim! Bırak beni! Bak Hazreti Resûlullah bana kollarını açmış, beni çağırıyor!” der. Alman subayın Teğmen Ali’nin oğlu Hüseyin’e anlattığı şey ürperticidir. «Babanın bir şey gördüğünü onun gözlerinden anlıyordum. Ama baktığı yere bakınca ben hiçbir şey görmüyordum. Ama onun gördüğünü gayet iyi biliyorum!”
Batan gemilerimiz dururken...
Niyazi Ağabey’e bir televizyon kanalında Çanakkale Savaşları esnasında batan İngiliz gemilerinin tanıtıldığını ve bu batıklar içinde çekim yapılarak gösterildiğini söylüyorum. Buruk bir gülümseme yayılıyor dudaklarına. - Oysa Muavenet ve Mesudiye’miz var bizim. Onları niye çekmiyorlar ki? diye soruyor ve ekliyor: - Churchill, “Tophaneli Hakkı’nın yaptığını son 400 yıllık savaş tarihinde kimse yapmamıştır” diyor. Tophaneli Hakkı, Nusret mayın gemimizin komutanı. Bir gecede Karanlık Limanı’nı mayınla döşeyip savaşın kaderinde önemli bir rol oynuyor. İngilizler bölgenin mayınlanmadığı raporunu alırlar ve büyük gemilerini bölgeye sokarlar fakat Nusret mayın gemisi bir gecede bütün o bölgeleri mayınlamıştır. İngilizlerin kayıpları büyüktür. Komutan De Robeck, Karanlık Limanı’nda mayın bulunmadığı raporunu verenleri kurşuna
dizdirir. Daha sonra Nusret mayın gemisinin bir gecede mayınladığı anlaşılınca İngiliz devleti bu kurşuna dizilen askerlerin ailelerinden özür diler ve maaş bağlar.
Nusret mayın gemisi
Nusret mayın gemisi ile ilgili, bir ajansın 15 Mart 1999 tarihli haberinden canalıcı satırlar: “1957 ve 1966 yıllarında tadilat geçirerek kuru yük gemisi olarak kullanılan İngilizlerin batıramadığı Nusret mayın gemisi, yanlış yükleme sonucu Mersin Limanı’nın derinliklerine gömülmüştü. 6-7 ay su altında kalan gemi, yapılan çalışmalar sonucu çıkarılarak liman içinde bulunan balıkçı barınağına çekilmiş. ... Her tarafını yosun bağlayan ve tıpkı bir harabe görünümünde olan Çanakkale Zaferi’nin baş kahramanı Nusret mayın gemisinin ziyaretçileri ise, o civarda oynayan çocuklar.”
Zaman geçiyor, söz uzuyor. Çanakkale’nin bugün isimleri unutulmuş kahramanlarından ve bir nice kahredici şeyden konuşuyoruz. Dayanılacak gibi değil. İçimizdeki kahırla ayrılıyorum Mehmed Niyazi Ağabey’in yanından.
Kafdağı, 18 Mart 1999