Feminist Mekansal Pratikler ve Üç Konuk

Page 1

17 TL 2018/10

TASARIM KÜLTÜRÜ DERGİSİ

KAVRAM: TOPLUMSAL CİNSİYET VE TASARIM: KADIN STU/D/O ARCHITECTS, BANGKOK VERNAKÜLER SÖYLEMLERDE ÖZCÜLÜK ARREDAMENTO’YU YENİDEN TASARLAMAK ENOTA, LJUBLJANA 2018 BRUGES TRİENALİ KISA ÇÖP TARİHİ

ISSN 2536-4952

9

772536

495001

10


İçindekiler 324 Ekim 2018 Fuller 36.

Robert Venturi 42.

6 Öngörünüm Kısa Çöp Tarihi ve Dünyanın Entelektüel Değişimi 8 Haber / Ürün 18 Haber / Sanat 22 Haber / Mimarlık 26 Gündem / Sanat Afrika Metropolü: Düşsel Bir Kent 32 Gündem / Fotoğraf “Delete”: Fotoğraf Gazeteciliğinde Seçme ve Sansür 36 Gündem / Mimarlık R. Buckminster Fuller: İcatlar ve Maketler 42 Anma Robert Venturi (1925-2018)

ISSN 2536-4952 Sayı 324 Ekim 2018 Fiyatı 17 TL (KDV dahil) Ulusal Süreli Yayın Aylık Mimarlık ve Tasarım Kültürü Dergisi

YAYIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Banu BİNAT Yayın Koordinatörü Uğur TANYELİ İletişim Koordinatörü Neslihan ŞIK

44 Mimarlık Kolektivitenin Peşinde: ENOTA Ljubljana, Slovenya 1998’de Aljoša Dekleva, Dean Lah ve Milan Tomac tarafından kurulan Ljubljana merkezli mimarlık ofisi 2002’den bu yana Dean Lah ve Milan Tomac ortaklığında yürütülüyor. Kolektif yaklaşımla, araştırmaya dayalı çağdaş ve eleştirel bir mimarlık pratiği oluşturmayı amaçlayan ENOTA kuruluşundan günümüze, mimarlar için ortak bir tasarım platformu olarak faaliyet gösteriyor. 50 Kavram Toplumsal Cinsiyet ve Tasarım: Kadın Mekanı, mesleği ya da herhangi bir üretimi toplumsal cinsiyet bağlamında düşünmek bize ne katar? Bilginin toplumsal inşasını, gündelik ve profesyonel hayatın güç ilişkilerini, kentsel mekanın kullanımını düşünürken kaçınılmaz olarak tartıştığımız temel meselelerden biri toplumsal cinsiyet. Dolayısıyla, bu dosya gündelik mekan pratiklerinin, kentsel hak

Editör Sibel SENYÜCEL Yardımcı Editör K. Bilge ERDEM Neslihan İMAMOĞLU Grafik Uygulama Gül DÖNMEZ

İletişim ve Reklam Müşteri İlişkileri Yönetmeni Teoman COŞKUN Müşteri Temsilcisi Ayşegül TUĞTEPE teoman@binatdanismanlik.com Tel: 0212 259 90 79


ENOTA 44.

Toplumsal Cinsiyet ve Tasarım: Kadın 50. Stu/D/O Architects 82.

Arredamento’yu Yeniden Tasarlamak 98.

taleplerinin, profesyonel ve akademik meslek yapılanmasının toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde şekillendiği kabulü ve tüm bunların Türkiye’de mimarlık alanında çok az okunduğu / konuşulduğu / yazıldığı endişesi ile oluşturuldu. Işıl Çokuğraş’ın editörlüğünü üstlendiği dosya; Emine Görgül, Narin Temel, Çağda Türkmen, Yağmur Yıldırım, Yasemin Demirci, Canan Erten ve Nilüfer Karanfil-Büyükyıldırım’ın metinlerinden oluşuyor.

92 Mimarlık Tarihi Vernaküler Mimarlık Söylemlerinde Özcülük: Yanıt Bekleyen Sorular Halk mimarisi veya vernaküler mimarlık Türkiye’de en sevilen söylem üretim alanlarından biri. Ne var ki, aynı alanda verimli ve çeşitlilik gösteren bir yazım etkinliği yok. Aslı Paköz, bu söylem üretim bölgesinin erken evresini temsil eden bir grup araştırmacının yazdıklarını akla getirdiği sorular çerçevesinde irdeliyor.

82 Mimarlık Güneydoğu Asya’da Tasarım Tırmanıyor: Stu/D/O Architects Bangkok merkezli mimarlık ofisi Stu/D/O Architects, Apichart Srirojanapinyo ve Chanasit Cholasuek tarafından kuruldu. İkili, her projede bölgeye özgü kültürel ve fiziksel katmanları göz önünde bulundurarak geliştirdikleri tasarımlarını, pasif sürdürülebilirlik ilkeleriyle bütünleştirmeyi önemsiyorlar.

98 Tasarım Grafik Tasarım Eğitimi Bağlamında Arredamento’yu Yeniden Tasarlamak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Grafik Tasarım Bölümü 2017-2018 Bahar dönemi “Grafik Tasarım V - Süreli Yayın Tasarımı” projesi kapsamında, Arredamento Mimarlık dergisi ile işbirliği yaparak derginin tasarımını dersin konusu olarak belirledi. Ebru Aytoğ ve Umut Südüak dersin genel işleyişi ve Arredamento’yu tasarlama deneyimini aktarıyor.

Yayın Kurulu

Dergi Konsept Tasarımı

Baskı: Özgün Ofset Ticaret Ltd. Şti.

Prof.Dr. Ali Cengizkan (TED Üniversitesi) Prof.Dr. Arzu Erdem (Kadir Has Üniversitesi) Prof.Dr. Arda İnceoğlu (MEF Üniversitesi) Prof.Dr. Ayşen Savaş (ODTÜ) Prof.Dr. Ayşe Şentürer (İTÜ) Prof.Dr. Uğur Tanyeli (İstanbul Şehir Üniversitesi) Prof.Dr. Ahmet Tercan (MSGSÜ)

Emre ÇIKINOĞLU, BEK Tasarım

Yeşilce Mah. Aytekin Sk. No: 21 34418 4.Levent / İSTANBUL Tel: 0212 280 00 09 Sertifika No: 13837 Yönetim: Binat İletişim & Danışmanlık Barbaros Bulvarı, Dörtyüzlü Çeşme Sokak, Güneş Apartmanı, No:2 D:7 Kat:6 34353 Beşiktaş / İSTANBUL Telefon: +90 212 259 90 79 E-posta: info@binatdanismanlik.com

Kapak Tasarımı

Bülent ERKMEN Kapak Prodüksiyon

BEK Tasarım Kapak Fotoğrafı

Serdar TANYELİ Kapak Uygulama

Barış AKKURT, BEK Tasarım

“Akışkan Şehir” 106.

106 Sergi “Akışkan Şehir”: 2018 Bruges Trienali Üzerine Belçika’nın Flaman bölgesinde konumlanan Bruges/Brugge kenti sadece tarihsel çevresinin korunmuşluğu ve sahte tarihselliğiyle ünlü değil. Trienali’nin de giderek tırmanan bir önemi var. Seda Zafer bu yılki trienali irdeliyor. 112 Yayın Building and Dwelling: Ethics for the City; Open Architecture: Migration, Citizenship and the Urban Renewal of Berlin-Kreuzberg by IBA 1984/87; Mimarlık ve Kopma.

Abonelik ve Dağıtım

Sinem YILMAZ abone@binatdanismanlik.com Tel: 0212 259 90 79 www.arredamentomimarlik.com www.binatdanismanlik.com Arredamento Mimarlık Dergisi’nde yayınlanan yazılardan alıntı yapmak kaynak belirtmek koşuluyla serbesttir. Yazılardaki düşünceler yazarlarına ait olup Arredamento Mimarlık Dergisi’ni bağlamaz. Reklamlar reklam verenin sorumluğundadır. Arredamento Mimarlık Dergisi reklamlarda verilen bilgilerden dolayı sorumlu tutulamaz.


KAVRAM

50

Toplumsal Cinsiyet ve Tasarım: Kadın Mekanı, mesleği ya da herhangi bir üretimi toplumsal cinsiyet bağlamında düşünmek bize ne katar? Bilginin toplumsal inşasını, gündelik ve profesyonel hayatın güç ilişkilerini, kentsel mekanın kullanımını düşünürken kaçınılmaz olarak tartıştığımız temel meselelerden biri toplumsal cinsiyet. Dolayısıyla, bu dosya (ve dosyaya vesile olan ders1) gündelik mekan pratiklerinin, kentsel hak taleplerinin, profesyonel ve akademik meslek yapılanmasının toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde şekillendiği kabulü ve tüm bunların Türkiye’de mimarlık alanında çok az okunduğu / konuşulduğu / yazıldığı endişesi ile oluşturuldu. Her ne kadar dosyanın içeriği kadın ve feminizm üzerine olsa da, tartışmanın ve alanın maskülinite, LGBTI+ ve queer gibi çeşitli bağlamları olduğunu belirtmek gerekiyor. Farklı varoluşların ve birlikteliklerin tartışılması için tüm bunları gözeten okumalara mecbur olduğumuzu düşünüyorum. Ne yazık ki, Türkiye’de mimarlık camiası için bunlar çok yeni konular… Oysaki Luce Irigaray, demokrasiyi tartışmak için toplumsal cinsiyet ya da feminizm üzerine düşünmenin mimarların önemli uğraşlarından biri olması gerektiğini iddia ediyor2.

ARREDAMENTO

Dünyada kadınların görünürlük ve hak mücadelesinin yükseldiği bir dönemdeyiz. Bu yapılı çevre ve mimarlık mesleği bağlamında da böyle. Eylemlerin, araştırmaların, yayınların ve projelerin sayısı artıyor. Kenti ve mimarlığı bu bağlamda tartışan pek çok grup mevcut. Hal böyleyken Türkiye’deki mimarlık ortamının sessizliği endişe verici. Bu dosyadaki metinlerin konu hakkında yeni sorular ve tartışmalar doğurmasını umuyoruz. Bu hareketi yakalamamız ümidiyle… Emine Görgül, Türkiye’deki kadın figürünün değişiminin izini buna eşlik eden toplumsal dönüşümler, politik ve ekonomik kararlar ve tanıklıklar ile birlikte sürüyor. Kadın figürünün varolma çabasının ilk görünür olduğu 2. Meşrutiyet Dönemi’nden kadının toplumsal bir aktör olarak mücadeleye katıldığı 1990’lara kadar bir çerçevede dünyadaki feminist hareketlerle paralellikleri/ayrışmaları bağlamında Türkiye’de kadının pozisyonunu ele alıyor. Bütüncül bir tablo sunarken, günümüz Türkiye’sinde kadın figürünün dünyada yükselmekte olan kadın hareketine eklemlenip eklenemeyeceği sorusu ile yeni çalışmaların habercisi oluyor.


51 KAVRAM

Narin Temel ise benzer bir izleği mimarlık mesleği pratikleri bağlamında sürüyor. 2000’li yıllarda Türkiye’de kadın mimarların sayıca artmalarına rağmen mesleki ödüllerde, jürilerde, dergilerde ve hatta ölüm ilanlarında bile nasıl görünemediklerini ortaya koyuyor. Bu durumun ve tüm bu mesleki görünmezliğe rağmen kadınların halen mimarlık okullarına artan talebinin nedenlerine ilişkin bir tartışmayı tetiklemesi açısından düşündürücü veriler sunuyor. Çağda Türkmen’in metni ise meslek eğitiminin üzerine pek düşünülmeyen / yazılmayan bir alanına dikkat çekiyor. 35. Ulusal Mimarlık Öğrencileri Buluşması iletişim ağındaki öğrenci paylaşımları doğrultusunda mimarlık jürilerindeki dili, hem güç ilişkileri hem de toplumsal cinsiyet bağlamında ele alıyor. Değişime en acil ihtiyaç duyulan bu alanda önemli farkındalıklar ve tartışmalar açacağını umuyorum. Son Venedik Mimarlık Bienali’nin açılışında da tanık olduğumuz gibi mesleki ayrımcılığa karşı eylemlerin ve arayışların, mimarlıkta feminist yaklaşımları benimseyen grupların sayılarının arttığına dikkat çeken Yağmur Yıldırım, daha demokratik, çoğulcu, “etik” bir mimarlık için feminizme ihtiyaç duyduğumuzu söylüyor. Son dönemin etkin üç feminist mimarlık girişiminin muf architecure/art, taking place ve Parlour’ın işlerini bu bağlamda ele alıyor. Yasemin Demirci, toplumsal cinsiyet meselesini kentsel mekan kullanımı bağlamında inceliyor. Bireysel gözlemleri ve röportajları ışığında Bursa’nın Duaçınarı Mahallesi’nde kadınların kendilerine açtıkları sınırlı kamusal mekanları tartışıyor. Mahremiyet, görünürlük, kamusal-özel mekan ayrışması ve cinsiyetleştirilmiş mekan kavramlarını bu özgün durum çerçevesinde irdeliyor. Metropolün modern gözlemcisi flanörün eril yapısını eleştiren Canan Erten, metropolde yürümeyi feminist perspektiften ele alıyor. Fransız Yeni Dalga Sineması’nın tek kadın üyesi Agnès Varda’nın feminizme bakışını ve 1962 tarihli Cléo de 5 à 7 filmini bu bağlamda tartışıyor. Film kadının kentte yürüyerek geçirdiği dönüşüm ve Varda’nın feminist teori ile sinemayı bütünleştirmesi açısından yeni sorgulamaları doğuruyor. Nilüfer Karanfil-Büyükyıldırım bir üretim pratiği olarak örgüyü kültürel ve sosyal boyutuyla inceliyor ve güncel feminist pratiklerdeki rolünü araştırıyor. Domestisitenin bir sembolü olarak düşünmeye alışkın olduğumuz, genellikle değersiz bulanan örgü üretiminin “Do It Yourself” kültürü, savaş karşıtı ve anti-kapitalist söylemler ile birlikte güncel sanat pratiklerinde yer bulmaya başladığını, aktivist bir pratik olarak tekrar ele alınması ile “urban knitting” kavramının doğduğunu görüyoruz. Toplumsal farkındalığın bir aracı olarak örgünün feminist ve güncel sanattaki yerini “Radical Lace & Subversive Knitting” sergisi, Ebru Kurbak’ın ve Marianne Jørgensen’ın işleri gibi pek çok çalışma çerçevesinde tartışıyor. ■ Dosya Editörü: Işıl Çokuğraş, Doç.Dr.; İstanbul Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü

ARREDAMENTO

Notlar: 1 Bu dosya 2018 Bahar döneminde İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Yüksek Lisansı Programı’nda yürüttüğüm “Toplumsal Cinsiyet ve Mekan” dersi çerçevesinde hazırlanmıştır. Çağda Türkmen, Yasemin Demirci ve Nilüfer KaranfilBüyükyıldırım bu ders için hazırladıkları metinleri ile diğer yazarlar ise ders süresince açtıkları tartışmaları yazıya dökerek katkıda bulundular. 2 “Being-Two in Architectural Perspective, Conversation between Luce Irigaray and Andrea Wheller”, Luce Irigaray, Conversations, Continuum, New York, 2008, s. 53-7.


KAVRAM

52

1

Türkiye’de Kamusal Alandaki Kadın Figürünün Değişimi: Olaylar, Aktörler, Mecralar

ve biçimlendirmek yönünde bizleri de tetiklemekte. Öte yandan, tüm gelişim, değişim ve dönüşümler ile kazanımlara karşın, hala devlet, toplum ve aile ilişkisinde, hukuksal, kültürel ve bireysel anlamda otokratik ve eril baskılama içerisinde sıkış(tırıl)an Türkiye’deki kadın figürünün günümüzdeki tartışmaya açık mevcudiyeti; bu yazının da temel sorunsalını oluşturan “değişimin neresindeyiz”in tespiti kaygısını ve kırılma noktalarının haritalanmasına yönelik eylemselliği de beraberinde getiriyor.

Emine Görgül ■

ARREDAMENTO

Tanıklıklar: Önceki gün, dün ve bugün…

1 1933 yılında, Sultanahmet’te düzenlenen kadınlar mitinginden (Görgül Ailesi Arşivi).

Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın figürüne ilişkin tartışmaların, yeniden yoğunlaştığı günümüzde, kamusal alanda kadın figürünün varolma süreci ve değişimi, kadına biçilen roller ve kadın kimliğini bulması yönünde ortaya koyduğu mücadele; kuşkusuz bu toplumun kadın bireyleri olarak bizleri de içine almakta, gerek gözlemcisi (tanığı), gerekse bir aktörü (etkin bir bileşeni) olarak, olaylar ve politikalar üzerine söz söylemek, katkı koymak

Temelde, aile arşivindeki fotoğrafların tasnifi ve İstanbul’daki kamusal alanın değişimine ilişkin minör ve tekil dokümantasyonların avcılığıyla başlayan yolculukta, beni bu yazıyı yazmaya iten ve kendi tanıklığımın önemini kavratan; temelde 1933’teki Sultanahmet Kadınlar Mitingi’ni belgeleyen -yineaile arşivindeki bir fotoğraf karesi oldu (Resim 1). Bir fotoğraf karesiyle başlayan bu tanıklık ve bilinçlenme sürecinin olgunlaşması yolculuğunda, bu yazı kapsamında bireysel anlamda bizlerin de birer parçası olduğumuz ailemizdeki tüm kadınların, büyük büyük annemizden


53

Tanıklık halinde, bireysel ve kolektif tanıklıklar, tanıklıkların aktarımı gibi farklı durumlar üzerinden hareket eden, dolayısıyla olaylar, aktörler ve mecralar üzerinden kendini inşa etmeye çalışan ve bir tür haritalama niteliğindeki bu yazı; aslında, bir süreden beri geliştirilmeye çalışılan ve temelde İstanbul’u hedef alan, içinde yaşadığımız dönem ile önceki dönemlere ilişkin tanıklıklar üzerinden, toplumsal değişim ve kentsel mekan etkileşimini irdelemeyi hedefleyen bir yazı dizisinin bir eklemi. Bu dizinin temel hedefi, içinde yaşadığımız ve tanıklık ettiğimiz dönem ile, hemen öncesindeki yakın döneme ilişkin süreçlerin bir sonraki döneme aktarımını sağlayacak, ana-sisteme etki eden ama bir o kadar da tali ve tekil durumların, diğer bellek dizgilerinde de yer almasını sağlayacak, bir sonraki kuşakların kendi çıkarım ve değerlendirmelerini yapabilmelerine imkan tanıyacak altlıkları oluşturmak; politik söylemler, olaylar ve yaşanmışlıklar ile farklı bireysel duygulanım süreçlerine ilişkin değerlendirmeleri yeni araçsallıkların üretilebilmesi için ödünç vermektir. Bu anlamda, Türkiye’de kamusal alandaki kadın figürünün değişimine yeniden odaklandığımızda, bu sürecin yine ülkemizdeki kadın hareketinin gelişimiyle doğrudan ilişkilenmekte olduğu inkar edilemez. Dolayısıyla, Türkiye’deki kadın figürünün bugününü oluşturan ve yarınını biçimlendirecek olan dününe ilişkin tanıklıklara başvurmak, bu projeksiyonda bizlere yol gösterici olacak. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, evrensel ve yerel ölçekteki sosyo-politik ve ekonomik gelişmeler, ideolojik değişimler, toplumsal olaylar ve sayısız aktörler ile bu dönüşümün vuku bulduğu mecralar, bu anlamda sözkonusu değişimin izini sürebileceğimiz tanıklıklar olarak karşımıza çıkarlar.

Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi’nde kadın figürü (1870’ler-1935) Kuşkusuz modernleşme pratikleri olarak kent kültürünün gelişimi ile kamusal alanın biçimlenişi ve gelişimi, geçmişten günümüze değin gerek bireyin gerekse toplumun inşasında önemli rol oynarlar. Öte yandan, “kadın tarihi” ile “modernleşmenin gelişmesi” arasındaki doğrusal ilişkiye dikkat çeken Çaha, özellikle 17. yüzyıl Avrupa burjuvazisinin gelişimiyle biçimlenen ve erkek egemen bir mecraya dönüşen kamusal alanın, sanayi toplumunun da gelişimine paralel olarak giderek kadına kapanan bir mekana dönüşmesini tartışır2. Sancar’ın da dikkat çektiği gibi endüstrileşmenin etkisinde, sermaye düzeninden üretime, devletin örgütlenmesinden kamusal alana kadar etkili olan erkek-egemen kurgu, kadınları bir taraftan ev içine hapsederken diğer taraftan “iş hayatında ikincil olma

durumu” ile “ev içinde ücretsiz işçi olma” arasındaki çelişkiye sürükler3. Bu süreç ise, sözkonusu gelişmeleri tetikleyen en önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda temelde eşit-yurttaşlık talepleri etrafında şekillenen ve “eşitlikçi feminizm4” olarak adlandırılan birinci dalga feminizmin, özellikle 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında, endüstrileşme süreçlerinin uzantısındaki Batı toplumlarında, kadınların bireysel anlamdaki ve kamusal alandaki eşitlik isteklerinden hareket eden5 bir olgu, düşünce, mücadele ve eylemsellik pratikleri olarak modernitenin gündemine oturduğu gözlenir. Bir diğer ifadeyle, temel referansı erkek olan, birinci dalga feminizm, kadınların erkeklerle aynı statüye ve imkanlara ulaşmasını amaçlamıştı. Dolayısıyla,“kadının ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşam alanlarında yer almasını sağlamak üzere gelişen ilk dönem kadın hareketi”nin Çaha’nın da vurguladığı gibi, başlıca üç ana hedefe odaklandığı izlenir: “Birinci olarak kamusal yaşam alanının kadınları da içine alacak ve barındıracak şekilde yeniden şekillenmesi; ikinci olarak kadınların da siyasal egemenlik hakkına ortak olması; üçüncü olarak da kadının erkekle eşit yasal haklara kavuşmasının sağlanması6…” Bununla birlikte, “kadının ‘insan hakları’nı evrensel ve ortak bir değer olarak savunan kadın hakları siyaseti” olarak da nitelendirilen feminizm; “eşit hakların ve özgürlüklerin geçerli olacağı alan”ı kamusal alanla sınırlandıran ve aileyi bu alanın dışında tutan farklı yönlerdeki siyasi görüş ve eğilimlere karşın, Sancar’ın da ifadesiyle “özel alanı politikleştiren” ve “kamusal alanı cinsiyetlendiren” bir siyaset tarzını ortaya koymaya çalışmıştır7. Ülkemizde, kadın hareketine ilişkin tarih yazımına ait -önceki dönemler ile, 80 sonrası ve yakın dönem- kaynaklar incelendiğinde, sürece ilişkin bellek aktarımında Türkiye’deki kadın hareketinin Geç Osmanlı Dönemi’ne referanslanan, yoğun ve oldukça da kapsamlı bir geçmişi vardır8. Bu çerçevede, ülkemizdeki kadın figürünün gelişiminde özellikle Tanzimat Dönemi ve Meşrutiyet süreçlerinde kat edilen önemli aşamalar belirleyicidir. Tekeli’nin tespitlerinde vurgulamakta olduğu gibi, dönemin kadınları (büyük-büyükannelerimiz) ve hemen sonrasında gelen kuşağın (büyük-annelerimizin) her ikisinin de kendi dönemlerindeki evrensel ölçekteki kadın hareketleriyle ve kadının modernleşme süreçlerinin uzantısında kamusal alanda kendini

ARREDAMENTO

Bilindiği gibi, Geç Osmanlı Dönemi’nde, özellikle 2. Meşrutiyet’ten günümüze değin gelen süreçte farklı aşamalar ve ivmelenmelerle süregelen Türkiye’deki kadın hareketi ve kadının kamusal

alandaki varolma mücadelesinin, kimi zaman evrensel gelişmelerle eşgüdümlü ilerlediği, kimi zaman çağının gerisinde kaldığı, çoğu zaman da farklı dönemlerde farklı gerekçelerin uzantısında, sıklıkla kesintiye uğratıldığı ve baskılandığı yahut kontrol altında tutulmaya çalışıldığı gözlenir1. Tarihsel akış içinde, çeşitli ideolojilerin de etkisiyle farklı dönemlere ayrılarak tartışılan ülkemizdeki kadın hareketleri, bu çalışma kapsamında kadın figürünün kamusal alandaki görünürlüğünde, karşımıza çıkan dört farklı rol ve bunları ortaya çıkaran dört ardışık dönem üzerinden irdelendi: Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki (1870’ler-1935) mücadeleci ve militan kadın figürü, Cumhuriyet Dönemi’ndeki (1935-70’ler) devrimlerin ve aydınlanmanın neferi olarak çağdaşlaşma ve kalkınmaya hizmet eden kadın figürü, 1970’ler ve 80 sonrası dönemdeki (1970-2000’ler) önce devrimci ve hak arayan, daha sonra kadın kimliğinin peşinde militan bir feminist kadın figürü ve son olarak da 2000 sonrası dönemde yeniden-evcilleştirilen kadın figürü. Lakin yakın dönemli süregelen gelişmeler, haritalama sürecinde ulaşılan son dönemin henüz tartışmaya açılmasını yetersiz kılmakta. Dolayısıyla, 1990 sonrası dönem ile 2000 sonrasını daha kapsamlı bir şekilde tartışabilmek için, ortam ve şartların olgunlaşması beklenirken, bu yazı bağlamında şimdilik yayın dışı bırakıldı. Buna rağmen yazının, aktarılan üç dönem çerçevesinde ülkemizdeki kadın hareketinin geçmişi, bugünü ve geleceğine ilişkin kapsamlı bir tartışmayı ortaya koyduğuna inanıyorum.

KAVRAM

bizlere ve bizlerden sonraki nesillere gelene kadar geçmiş ve geçecek olan süreçte, ülkemizdeki kadın figürünün değişimin irdelenmesi, süreklilik ve süreksizliklerin basitçe haritalanması, yol ayrımlarının değerlendirilmesi, yerelevrensel etkileşiminde ülkemizdeki kadın figürünün zaman zaman değişen konumu ve geleceğine ilişkin dolaylı çıkarımların oluşturulması amaçlandı.


54 KAVRAM

2 1940’ta Antalya’da faaliyete geçen Aksu Köy Enstitüsü (Haber Sol online arşivi). 3 “La Turquie Kemaliste” dergisinde Salacak Plajı, Ağustos 1937 (Zafer Toprak Arşivi).

2

ARREDAMENTO

varetme kaygısıyla son derece eşgüdümlü gayretler ortaya koydukları görülür. Geç Osmanlı döneminde özellikle eğitim reformlarıyla başlayan ve kadınların da -Batılı düzeyde- eğitim almasıyla daha da içkinleştirilen bir bilinçlilik düzeyi oluşmuştur9. Bu bağlamda, 1850’lerden beri çalışma hayatında boy gösteren10 ve sayıları az da olsa zaman içerisinde Batılı düzeyde eğitim gören Osmanlı kadınları, entelektüel anlamda -ve biraz sonra tartışılacağı gibi- yaygın bir örgütlenmeyi ortaya koymuştur. Üstelik bu örgütlenme başkent merkezli olmayıp, İmparatorluğun farklı bölgelerinde de süreklilik göstermiştir. Bu çerçevede, 1868-9 yıllarında yayımlanmaya başlanan11 ve kadınlara yönelik ilk dergi olan Terakki-i Muhadderat12, sözkonusu bu eli kalem tutan kadınların “kendi kaderleri üzerinde kalem oynatmaya başladıkları” ilk yayın organı olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, kamusal alanda iş gücüne katılan kadınların, basın yayın organları üzerinden kitlesel anlamda da kendilerini görünür kıldıkları mecraları inşa etmeye başlamaları, bu anlamda çok etkileyicidir. Bu yeni mecranın oluşumunu destekleyen diğer adımlar olarak, 1877’de ilk kez bir kadın yazar Zafer Hanım tarafından kaleme alınan Aşk-ı Vatan romanı13 ve peşinden gelen diğer romanlar, makaleler vb. ile; 1886’de ilk kez yayın ekibinin tamamı kadınlardan oluşan Şükufezar dergisi ve peşisıra yayınlanan Demet, Mehasin, -İstanbul ve Selanik’te eşzamanlı yayınlanan- Kadın, Süs, Kadınlar Dünyası, Kadınlık Hayatı gibi öne çıkan yayınlar ile, Cumhuriyet’e kadar geçen zaman zarfında, sayıları 40’ı aşan kadına

yönelik dergilerin faaliyet gösterdikleri bilinir14. Öte yandan, Geç Osmanlı Dönemi’nde kadının kamusal anlamda görünürlüğünü pekiştiren basın yayın organlarının yanısıra toplumsal mevcudiyetini etkin kılan ve örgütlenmesini hızlandıran diğer mecraların inşası sürecinde, kadın dernekleri ve örgütleri de önemli bir yer tutar. Bunlardan, 1908 yılında Fatma Aliye Hanım önderliğinde faaliyete geçen ilk kadın derneği Cemiyet-i İmdadiye ile, daha sonra kurucuları arasında Halide Edib Adıvar’ın da bulunduğu 1912-13 döneminde kurulan Teali-i Nisvan Derneği (Kadınların Durumunu Yükseltme Derneği) ve yine aynı dönemlerde faaliyete geçen ve Belkıs Şevket Hanım önderliğinde kurulan Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Derneği (Kadın Haklarını Koruma Derneği) öne çıkar15. Diğer taraftan, derneklerin kurulması sürecinde, etkin basın-yayın faaliyetlerinin önemini ve bilincini kavrayan erken dönem feministleri ilk kez bir örgütün yayın organı olarak o döneme adeta damgasını vuracak, 1913-1921 yılları arasında yayınlanan Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Derneği’nin dergisi olan Kadınlar Dünyası’nı faaliyete geçirirler16. Bu bilinçlilik sürecindeki en önemli tanıklık ise, kadın figürünün gelişiminde öne çıkan aktörlerden biri olan Kadın Dünyası yazarı Nimet Cemil’in, 19 Şubat 1921 tarihli yazısında17 ilk kez feminizmin telaffuzu ve kavramsal olarak yorumlanmasını gerçekleştirmesi olur18. Kadınların örgütlenerek kamusal alanda kendi varlıklarını güçlendirmeleri sürecinde 1910’lardan 1920’lere kadar

gelen zaman zarfında, Ergün’ün de tartıştığı gibi, ulusalcı ve savunmacı çizgiden, yardım derneklerine, mesleki eğitim ve istihdam amaçlı girişimlerden kadınları bilinçlendirme ve bilgilendirme derneklerine ve etnik içerikli derneklere kadar, farklı amaç ve gerekçelerle o dönemde otuza yakın derneğin faaliyet gösterdiği bilinir19. Öte yandan, kadınların dernekler üzerinden gelişen bu mücadele eksenli örgütlü yapısı, özellikle Kurtuluş Savaşı sürecinde, Milli Mücadele’ye de yansımış, Tekeli’nin de işaret ettiği gibi bu dönemde İstanbul’daki yirmi beş kadın derneğinden on altısının milli mücadeleye katılmış, Müdafaa-i Hukuk derneklerine paralel olarak Anadolu’nun pek çok yerinde Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan dernekleri20 kurulmuş ve Milli Mücadeleye aktif katkı koyan mecralar olarak faaliyet göstermişlerdi. Aynı zamanda, bilindiği gibi Halide Edib Adıvar ve Münevver Saime gibi aktörler de bu süreçte, “İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek, cephede ve cephe gerisinde Kurtuluş Savaşı’na büyük destek” vermişlerdi21. Kuşkusuz, sözkonusu aktörlerin devleşmesinde ve kadının kentsel mekanda mücadeleci ve militan bir figür olarak tezahüründe, Halide Edib Adıvar’ın Milli Mücadele’yi ateşleyen ve hafızalara kazınan Sultanahmet Mitingi’ne katılımının rolü büyüktür. Bu süreçteki olaylar, aktörler, mecralar diziliminin kentsel bellek ve tanıklık düzeyinde adeta kristalleşen imgesi ve bundan sonra gelişecek kadın hareketlerine ortam hazırlayan en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu dönemde, bağımsız kadın figürünün gelişimine etki eden diğer olaylar ve sosyo-politik tartışmaların arasında, kadınların elde ettiği hukuki ve siyasal haklara dair kazanımlar dikkat çeker. Bu bağlamda Meşrutiyet’in ardından başlayan kadınların “söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme hakkı, poligaminin ilgası, tek taraflı bir erkek hakkı olan boşanmanın kısıtlanması” mücadelelerinde22 aşamalı olarak gelişim kaydedildiği görülür. 1914’te İstanbul Üniversitesi’ne ilk kadın öğrencinin kabulü23, 1917’de yürürlüğe girmesiyle İslam dünyasında bir ilk olarak poligaminin kısıtlanması, kadına boşanma hakkının tanınmasını içeren Aile Kararnamesi gibi gelişmeler; kadınların eşit-yurttaşlık mücadelelerinde onları


55 KAVRAM

1919’da oy hakkı talebine kadar getiren olaylar arasında sayılabilir24. Bu dönemde, Türkiye’deki kadın hareketinde ve kadın figürünün gelişiminde etkili olan önemli aktörlerden biri olan Nezihe Muhiddin önderliğinde 1923 yılında kurulan ve Türkiye’nin ilk siyasi partisi olacak Kadınlar Halk Fırkası dikkat çeker. Kadınlara oy hakkı verilmesi talebiyle ilk eylemini Beyazıt meydanında gerçekleştirir25. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki zorluklar içerisinde, henüz çok partili düzenin tesisinin mümkün olmadığı bu süreçte, Kadınlar Halk Fırkası’nın siyasi bir parti olarak değil, bir dernek olarak faaliyetini sürdürmesine izin verilir26. 1924’te Türk Kadınlar Birliği (TKB) adıyla faaliyete geçen dernek, 1925 yılında birliğin yayın organı olan Kadın Yolu dergisini hayata geçirir27. Bu olaylar dizisinde, yeni Cumhuriyet tarafından 1934’te kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi ardından, evrensel ölçekli feminist hareketle eşgüdümün de bir diğer göstergesi olarak değerlendirebileceğimiz, TKB’nin evsahipliğinde İstanbul’da düzenlenen 12. Uluslararası Kadın Kongresi gerçekleştirilir (Resim 2) ve hemen ardından yine 1935’te misyonunu tamamladığı gerekçesiyle TKB feshedilir28. Kanımca, Türkiye’deki kadın figürünün temsili ile kadın hareketinin gelişimi sürecinde önemli bir kırılma noktasına işaret eden 1935 döneminde, uzun yıllardır süregelen kadının kendine biçtiği, özgürleşme politikalarından beslenen, Milli Mücadele ile medeni ve siyasal haklarının kazanımında aktif rol üstlenen, adeta militan düzeyde mücadeleci ve erkekle eşdeğer bir kadın figürünün yurtsuzlaştırıldığı; Ergün ve Tekeli’nin de tartıştıkları gibi, “kalkınma” ve “gelişme” görevleri yüklenerek29, “devrimlerin eğitici kadroları olarak muallime hanımlar” rolünün30 bir devlet politikası olarak hayata geçirildiği bir toplumsal değişim süreci yaşandı. Zaman içerisinde belleksizleştirilen kadın hareketi “kadınların hayır derneklerinde çalışmaya teşvik edilen sessiz bir çoğunluğa dönüştüğü31” ve “devlet feminizmi” olarak değerlendirilebilecek, “kadını himaye etme ve kadın gücünden/ emeğinden kalkınma sürecinde yararlanma32” politikalarının hakim olduğu bir sürece evrildi33.

1935’te kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesinin hemen ardından TKB’nin feshedilmesi ile gelen süreçte, 2. Dünya

Savaşı gibi evrensel konjonktürün de ortaya koyduğu olumsuzluklar neticesinde gelişen korumacı ve içe dönük politikaların belirleyiciliğinde biçimlenen bu dönemde, Türkiye’deki kadın figürü de, adeta önceki döneme taban tabana zıt bir temsile büründü. Bir önceki dönemin mücadeleci, militan feminist kadın temsilinin yerine, takip eden bu dönemin başlarında çağdaşlaşma ve ilerlemenin bir figürü olarak görülen modern Türk kadını temsilinin etkin olduğu, kadının devlet eliyle himaye edilen ve yüceltilen, kamusal alandaki güçlü görünürlüğünden söz etmek mümkündür. Bu anlamda, dönemin en önde gelen aktörleri olarak; ilk Türk Dünya Güzeli Keriman Halis Ece’nin uluslararası alandaki başarısı (1932)34, ilk Türk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen’in yine Rusya’da düzenlenen uluslararası planör kampına katılmasıyla başlayan kariyer süreci (1935-36)35, Atatürk’ün manevi kızlarıyla, özellikle minik kızı Ülkü Adatepe’yle olan görüntülerinin hafızalara kazınan imgeselliği, hatta 40’ların sonlarına kadar gelen dönemde dahi devam eden yansımalarıyla “Harika Çocuklar Yasası” kapsamında çağdaş sanat eğitimine gönderilen piyanist İdil Biret, keman sanatçısı Suna Kan gibi üstün nitelikli çocukların36, ulusun çağdaşlaşması sürecinde rol model kadınlar olarak belleklere taşınması, evrensel ölçekte Türkiye’yi temsil etmesi, çağdaş kadın figürünün devlet eliyle inşasında önemli aktörler ve politikalar olarak karşımıza çıkarlar. Tekeli, devlet eliyle inşa edilen bu çağdaş kadın figürünü, “Türkiye’nin vitrini”ni yaratma çabası olarak eleştirirken, tüm uğraşlara

rağmen günlük yaşamda bu imkanlara erişemeyen ve çağdaşlaşmanın gerisinde kalan büyük halk kitlelerinin olduğuna dikkat çeker37. Öte yandan, bu gelişmelere paralel olarak sürdürülen himayeci politikaların da etkisiyle, giderek daha içe dönük ve kadını evcilleştiren bir yaklaşımın etkili olduğu; kadın figürünün daha önce de değinilmeye çalışıldığı gibi mücadeleci feminist refleksinin sönümlendirilerek, devrimin gelecek nesillerini üreten ve yetiştiren anneler ve öğretmenler olarak hizmet veren neferlere dönüştürüldüğü görülür. Sonrasında ise, özellikle 50’lerde gelişen sosyo-kültürel ve -liberal eksenliekonomik değişime de bağlı olarak şekillenen gerek sınıfsal farklılıklar, gerekse kentli ve taşralı ayrışması ile farklılaşan hayatlar bağlamında, kadın figürünün temsilleri arasında derinleşen ayrılıklar oluşur. Bu çerçevede, orta-sınıf kentli kültürü içerisinde varlığını sürdüren kadın figürünün, kamusal alanda hayır dernekleri, eğlence, kültür-sanat çevreleri ile, cemiyet yaşantısında kabul gören diğer boş zaman etkinlikleri kapsamında belirgin anlamda yer aldığı; buna karşın taşrada ve sonrasında periferide kalan alt-gelir grubundaki eğitim fırsatlarına erişememiş kadının ise, çağdaş temsilin çok uzağında, şehirde kentli kadının hizmetinde yahut fabrikada ucuz iş gücünde çalışan, kırsal alanda ise, tarım işinde çalışan ve yine geçim derdi ile, ev kadınlığı arasında kalan bir role sıkıştığı görülür38. Kanımca, kentsel alan ve kırsal alan ayrımının sosyo-politik ve ekonomik

ARREDAMENTO

Cumhuriyet Dönemi kadın figürü (1935-70’ler)

3


KAVRAM

56

karşımıza çıkarlar. Öte yandan, 194050 arasındaki kısa süreli ama sonraki dönemlere önemli yansımalar bırakmış köy enstitüleri deneyimi, modernleşme yolculuğunda, eğitimde fırsat eşitliği, feodal yapının kolektifler lehine çözüldüğü, bir çağdaşlaşma ütopyası olarak belirir; sınırlı bir zaman diliminde de olsa cinsiyetçi söylemin geriletilmesine de tanıklık eden en önemli mecralar olarak ortaya çıksa dahi, kesintiye uğraması sebebiyle bu çabalar öngörülen ölçekte bir toplumsal değişimi sağlamaz41 (Resim 3).

4

ARREDAMENTO

4 Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok başlıklı kitabı (Afa Yayınları, İstanbul, 1987).

düzeyde artan bir uçuruma dönüşmesinde ve 2000’lere kadar gelen ve günümüzü de belirleyen süreçte ülkemizdeki kadın figürünün içinde bulunduğu açmazları oluşturan en temel sorunları doğuran ve biçimlendiren zaman aralığı, bu dönemdir ve takip eden dönemlerde de giderek derinleşerek kangrenleşmiştir. Yine bu bağlamda çağdaşlaşmacı kalkınma hamlesi içerisinde dönemin devlet politikalarında gündeme gelen, 1940 tarihli Köy Enstitülerinin Kurulması Kanunu ile39, 1945’e tarihlenen kısaca toprak reformu olarak bilinen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu40 bu anlamda sınıf, eğitim ve cinsiyet farkını, kent ve kırsal ayrışmasını, kadın ve erkek farklılığını, feodal ve çağdaş farkını ortadan kaldıracak, eşitlikçi ve özgürlükçü politikalar şeklinde dönem siyasetinin olumlu adımları olarak yola çıkar; lakin -köy enstitülerindeki gibi- sürekliliğe kavuşamaz, -yahut toprak reformundaki gibi- hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleştirilemez. Bu da, ardından gelen her dönemdeki, grup farklılıklarına bağlı siyaset, hak arama mücadelesi, çağdaşlaş(ama)ma sorununu doğurur. Bir diğer ifadeyle, devletin kadına biçtiği evcil ve ikinci rolün pekişmesinde, kentlerde pasifize edilen kadınların yanısıra, bu kez kent dışındaki kadınlar için özellikle Toprak Reformu’nun gerçekleşememesi kırsal alanda kadının statüsünü belirlerken, köy enstitülerinin kapanması kararı ise, kadının eğitim düzeyini belirleyen dolaylı anlamdaki kısıtlayıcı politikalar olarak

Kuşkusuz 2. Dünya Savaşı süresinde ekonomik sıkıntılar ile, 40 sonlarında gelmeye başlayan Amerikan Marshall savaş sonrası yardımları ve 50’ler sonrasında çok partili düzene geçilmesi, devletçi ve korumacı politikaların yerini liberal ve çok aktörlü bir siyasi düzene bıraktığı, aynı zamanda, Batı kültürünün özellikle Amerikan kültürünün gündelik hayata ve popüler kültüre etki ettiği bir dönemi de beraberinde getirir. Bu çerçevede, önceleri yine devlet eliyle geliştirilen eğlence kültürü politikalarının ürettiği -o dönemin ikonlaşan bölgelerinden Taksim ve çevresindeki Taksim Gezisi, Belediye Gazinosu, AKM gibi- mecraların, liberalleşmenin etkisiyle bireysel müteşebbislerin işlettiği çoklu bir yapıya dönüşerek kente yayıldığı gözlemlenir. Bu kapsamda, kent plajları, gazinolar, kabareler vb. sözkonusu mahaller, aynı zamanda kent kültürünün ürettiği ve kadının popüler kültürün estetik anlamda da fetişleştirdiği bir figür olarak kamusal alanda boy gösterdiği mecralar olarak karşımıza çıkarlar (Resim 4). Öte yandan, 50’ler ve 60’lar döneminde uygulanan açılımcı politikalar ve dışa bağımlı ekonomik düzenin belirleyiciliği ile, 1950 Kore Savaşı, 1952 Türkiye’nin NATO’ya girişi -ve hatta 1974’teki Kıbrıs harekatına kadar gelen geniş zaman dilimindeki- gibi evrensel ölçekteki askeri hamlelerin de etkisinde oluşan ekonomik riskler neticesinde 60’larda girilen ciddi darboğaz, yine toplumsal değişime ve kamusal alanın biçimlenmesine etki eder ve bu olumsuzluklarda yine kadınlar arada kalır. Kırsalı mobilize ederek kentlere taşıyan ve bu kez varoş kültürünü doğuran ve sonu gelmeyecek kentsel göç olgusunu ve periferi kavramını oluşturan bu gelişmeler, 1961 yılında Almanya’ya giden ilk işçi kafilesinin hareketiyle, merkez-çeper ayrımının evrensel ölçekte yeniden tanımlandığı bir süreci işaret eder. Dolayısıyla bir tarafta Amerikan popüler

kültürünün etkisinde sinema ve ses sanatçıları gibi ikonlaşan figürlerin temsili karşılıklarının, bireysel ölçekte çoğaltıldığı estetize edilmiş kadın figürleri ve bunların ulaşmak istediği Amerikanvari yaşama ait tüm mecralar (yeni konut birimleri, villalar eğlence mekanları vb.) ile, diğer tarafta periferinin kentteki toplanma mecraları olarak nitelendirilebilecek, sayıları giderek artan gecekondu bölgeleri ve anonimleşen varoş kültürünün mevcudiyetinden bahsetmek mümkündür. Bir kez daha iletmek gerekirse, bu dönemde kadın figürünün kendisine biçilen toplumsal rollerde “edilgenliği içselleştirdiği42”, buna boyun eğen, ikincilliği kabullenmiş eğitimli, kentli kadınların; hayır derneklerinde “toplumsal gelişmede gönüllülük üzerinden rol üstlenen43”; kırsal ve periferideki kadınınsa ekonomik ve ailevi anlamda yine çoktan köleleştiği ve “kamusal alanda yer alması zorunluluklara bağlı44” dolayısıyla evcilleştirilen “iffetli” ve “fedakar” bir eş, “her şeyden önce bir anne45” ve son olarak da eşinin yanına yakışması beklenen estetik bir dişil temsil olarak karşımıza çıktığı söylenebilir.

1970’ler ve 80 sonrası dönem (1970-2000’ler) Türkiye için 1970’ler ve 1980’ler, evrensel anlamda etkili olmuş 68 öğrenci hareketleri, 70’lerdeki yeni sol hareketlerin gelişimi, işçi sınıflarının mücadelesi ve kuşkusuz ikinci dalga feminizmin, biraz gecikmeli de olsa, ülkemizde de karşılık bulduğu önemli bir etkileşim dönemi olarak karşımıza çıkar46. Küresel ölçekte özgürlükçü politikaların yeniden siyaset gündemine oturduğu bu dönemde, ülkemizdeki kadın figürü yine Tekeli’nin de tartıştığı gibi, “devrimci” ve “hak arayan” militan feminist rolüne bürünür47. Aslında evrensel anlamda 60’lardan itibaren gelişen ikinci dalga feminizm, erkeği öncelikli referans alan ve hedef olarak onunla aynı konum ve haklara ulaşmayı amaçlayan eşitlikçi kadın hareketi yerine kadını temel referansı olarak alır ve erkeği negatif bir figür olarak görür. “Kadınlardan oluşan ‘dişi bir kamusal’ yaşam oluşturma”yı hedefleyen ikinci dalga feminizm, bu amaçla kadını erkekten ve “erkeğin baskın bulunduğu kurumlardan soyutlayacak” bir yaklaşım geliştirir. Çaha’nın ifadesiyle, kadının her türlü toplumsal baskıdan kurtuluşunu öngörmüş; “erkek merkezli ataerkil


57

Dolayısıyla, ikinci dalga feminizmin uzantısında, özellikle 80’lere doğru Türkiye’de etkisini yoğun olarak hissettiren49 “yeni kadın hareketi”nin50 ülkemizdeki gelişimi sürecinde, yine erken dönemdeki kadın hareketleri gibi, “-eşitlikçi, sosyalist ve radikal içerikte- birbirlerinden faklı söylemlere sahip” kadın örgütlerinin biçimlenişi ve eşgüdümlü ortaya koydukları -sokak eylemleri, kampanyalar, gösteriler ve kendilerine özgü faaliyetler çerçevesindeki- etkin protesto ve eylemselliklerinin bu bilincin oluşumunda ve yerleşmesinde büyük rolü olduğu gözlenir51. Bu çerçevede özellikle 1975’te faaliyete geçen ve kurucuları arasında Şirin Tekeli Beria Önger, Nursel Üstün, Vahide Yılmaz, Fatma Günel, Zühal Meriç, Şeyda Talu, Dora Küçükyalçın, Zülal Kılıç, Gönül Taylan, Saadet Sözel, Hamiyet Akkaya, Günel Dilsizoğlu gibi aktörlerin de olduğu İlerici Kadınlar Derneği’nin faaliyete geçmesi52, hemen ardından -ağırlıklı olarak yine sol eksenli örgütlenmeler olarak karşımıza çıkan- Demokratik Kadınlar Birliği, Emekçi Kadınlar Birliği, Devrimci Kadınlar derneklerinin kurulması bu anlamda örnek gösterilecek gelişmeler ve mecralardır53.

Öte yandan, yine bu talepler dahilinde, Batılı hemcinsleri gibi kadınların siyasetin önemli mecralarından biri olan sendikaların ve siyasi partilerin yöneticilik düzeyinde de yer alması yönündeki istek ve girişimleri etkin bir şekilde karşılık bulur57. Bu bağlamda, Türkiye Komünist Partisi lideri Behice Boran gibi aktörlerin, kadın liderler olarak siyaset sahnesinde görünür olması ve sonraki dönemlere rol modeller olarak etki vermesi önemlidir. Lakin gerek evrensel anlamda gelişen yeni sol dalgasına bağlı olarak Türkiye’deki sol hareketlerin ivmelenmesi, gerek ekonomik krizlere bağlı olarak gelişen ülkemizdeki işçi sınıfının mücadelesi, 70’ler Türkiye’sindeki kadın hareketini etkileyen unsurlar olsa da, bu dönemin sonlarına doğru ülkemizdeki kadın hareketleri, entelektüel anlamda derinleşerek bir değişim geçirir ve bu sürecin uzantısında 80’lerdeki gelişim kaydedilir. Türkiye’deki ikinci dalga kadın hareketindeki bilinçlilik düzeyinin gelişmesinde, kavramsal arka planın oluşumuna etki eden kültürel üretim mecraları önemli rol oynar. Bu kapsamda Tekeli’nin aktardığı gibi 1975’te Millet, Firestone ve de Beauvoir gibi feminist kuramın önde gelen isimlerine ait yayınların dilimize çevrilmesi ile, Türkiye’de özellikle 80 sonraki dönemde feminizmin önemli aktörlerinden biri olan Duygu Asena’nın editörlüğünde 1978 yılında yayın hayatına başlayan Kadınca dergisi bu anlamdaki dönüm noktaları olur. Sözkonusu olayları, aktörleri ve mecraları yoğun ve artan bir hızla diğerleri izlemiştir. 1980 askeri darbesi ile her ne kadar toplumsal anlamda olumsuz şartlar yaşanmışsa da, bu durum Türkiye’deki yeni kadın hareketinin önünü kesmez, bilakis tüm haksızlıklara karşı hak arama mücadelelerinde onları daha kararlı ve daha da güçlü kılar. Bilinçli örgütlülük düzeyinde, 1981 yılında Şirin Tekeli, Gülnur Savran ve Stella Ovadia gibi aktörlerin öncülüğünde kurulan Yazko-Yazarlar kooperatifi ile58, yine aynı yıl İstanbul’da düzenlenen ve sonraki dönemlerde Bilinç Yükseltme

Grupları olarak adlandırılacak, ilk feminist bilinç yükseltme toplantısı59, bu anlamda kavramsal yapının ve kuramsal arka planın oluşturulmasındaki önemli mecralar olur. Hemen ardından, 1982 yılında gerçekleşen ve kapsamlı önlemler altında geçtiği aktarılan Kadın Sorunları Sempozyumu ise60, bu anlamda Türkiye’deki yeni kadın hareketinin, hedef aldığı sorunları ortaya koyduğu önemli bir mecra ve eylemsellik olarak karşımıza çıkarken, aynı zamanda 80 sonrası darbenin ardından hukuk arama mücadelesinde minör ama önemli bir dönüm noktası olarak değer taşır. Tüm bu gelişmelerin uzantısında, 1983 yılında bir şirket olarak kurulan Kadın Çevresi, Türkiye’deki kadın figürünün kamusal alanda görünürlüğü adına yepyeni bir yaklaşımı ortaya koyar; yayınladığı kitaplar, düzenlediği konferans ve seminerler ile, kadının baskın olduğu yeni bir kamusallığı tanımlamaya ve ona egemen olmaya başlar61. Dernekler, sivil toplum örgütleri bilinçlendirme platformları, yayın organları gibi çeşitli mecralar üzerinden etkin bir düzeyde hareket ederek yeni bir kamusal varoluşu tanımlayan 80’lerdeki kadın hareketinin, inşa ettiği zengin entelektüel enerji alanından somut anlamdaki kamusal alana yani kent meydanlarına ve sokaklara inişindeki en önemli dönüm noktası, Sakine Günel, Handan Koç ve Filiz Kerestecioğlu gibi aktörlerin de katıldığı, 1987’de İstanbul Yoğurtçu Parkı’nda gerçekleşen “Dayağa Hayır Yürüyüşü”dür. Bu eylemselliği, 1988’deki “Bağır Herkes Duysun”, 1989’daki “Cinsel Tacize Hayır Mor İğne” gibi protesto eylemleri takip eder62. Yine kamusal mecraların gelişimi ve yaygınlaşması adına 1988’de kurulan Kadın Kültürü Evi, 1990 yılında açılan İstanbul ve Marmara üniversitelerinde Kadın Sorunlarını Araştırma Merkezleri ile yine aynı yıl faaliyete geçen İstanbul’da Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi kadının ürettiği bilginin kurumsallaştığı mecralar olarak önem taşır63. Öte yandan, yine 1988 yılında kadına yönelik şiddet ve adaletsizliklere karşı kadın dayanışmasının mekansallaştığı mecralardan bir diğeri olarak Mor Çatı sığınma evlerinin kurulması da önemli bir eşik olur64. 1980 sonrasındaki dönemi vareden olaylar ve aktörler ile bunların cereyan ettiği mecraların yanısıra, bu sürecin kazanımları olarak gelişen deklarasyonlar ve kanuni düzenlemelerin iyileştirilmesine yönelik gelişmeler de önemli adımlar

ARREDAMENTO

Bu sivil toplum örgütleri üzerinden eylemselliklerini ortaya koyan kadınlar, özellikle ikinci dalga feministler, kadının annelik rolü ve kadın kimliği arasında kalan, erkek egemen kültürün toplumsal baskısı altındaki kadının özgürleşmesine odaklanırlar. Bu bağlamda, “kreş, süt ve doğum izinleri uzatılması” gibi talepler İlerici Kadınlar Derneği’nin en önemli kampanyaları olarak karşımıza çıkar54. Kadın derneklerinin hala bir önceki döneme ait hukuksal hakların elde edilmesine yönelik “eşit işe eşit ücret verilmesi, varolan yasal hak ve eşitliklerin hayata geçirilmesi, yasalarda kadınları aşağılayıcı maddelerin düzeltilmesi” gibi eşitlikçilik yönünde talepleri olsa dahi; “analığın toplumsal bir işlev sayılması, eğitimde, iş bulmada, terfide kadınlara gerçek eşitlik sağlanması” ve hepsinden öte “kadınların barışın, demokrasinin, ulusal bağımsızlığın ve toplumsal ilerlemenin savunucuları” konumunda

değerlendirilmeleri yönündeki talepleri dikkat çeker55. Bir diğer ifadeyle, “kadınları özel alan olan ailenin duvarlarının dışına çıkarma, kamusal hayatta erkekle tam anlamıyla eşit statüye kavuşma, geleneksel ataerkil kültürü sorgulama, kadın aleyhine mevcut olan hukuksal normları tespit edip bunların üzerine gitme” bu dönemdeki kadın hareketinin eylemselliklerini belirleyen en temel kriterlerdir56.

KAVRAM

kültürün hakim bulunduğu aile, okul, devlet, dini cemaat gibi tüm kurumların etrafındaki duvarları kaldırarak kadınları kendi özgün kimlikleriyle kamusal hayata dahil etmeye çalışmıştır”. Öte yandan, ikinci dalga kadın hareketi, evrensel anlamda yaşandığı gibi ülkemizde de çoğulcu bir karakterde gelişir48.


ARREDAMENTO

KAVRAM

58

olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede 1985 yılında Türkiye tarafından imzalanan CEDAW Pekin Anlaşması-Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ile, 1988’de düzenlenen 1. Kadın Kurultayı’nda dile getirilen Feminist Manifesto’nun Türkiye’deki kadınların erkeklerin ataerkil düzeninin kadınların bedeni, kimliği ve emeği üzerinde kurduğu egemenliğe karşı en kapsamlı mücadeleyi başlatmaları çağrısı bu döneme etki eden bildirgelerden en bilinenleridir. Bu adımların neticesinde gelişen yasal düzenlemelerden 1989’da yürürlüğe giren 438. Madde’nin -tecavüz edilen kadın fahişeyse ceza indirimi alınmasının- iptali ve 159. Madde’nin -evli kadının evin dışında çalışabilmesi için kocasından izin alması gereğinin- iptali ile yine 1990 sonrası dönemde devreye giren “şiddete maruz kalan kadınların korunması gereği”nin tanındığı Aileyi Koruma Yasası ve 440. Madde’nin -zina konusunda kadınlara yönelik ayrımcı cezaların- iptali, bu anlamda sayılacak olumlu gelişmelerdir65. Dolayısıyla, 1980’lerin sonlarında Türkiye’deki kadın figürü, aile içinde ve kamusal yaşamda karşılaştığı ataerkil kültürel normların baskılarına ve dayatmalarına karşı sesini yükselten, bunları tümüyle sorgulayan, eleştiren ve bununla mücadelesinde görünürlük kazanmış ve bu mücadelesinde de toplumsal anlamda kültürel üretimden, yasal çerçevedeki düzenlemelere kadar karşılık bulmuş bir figür olarak karşımıza çıkar (Resim 5). Öte yandan, kadınlara yönelik gerçek anlamda güçlendirilmiş bir medeni kanun reformuna, maalesef 2002’ye kadar gelinemez. Ne yazık ki, bu nihai adıma ulaşılsa dahi, sürekliliği sağlanamaz. Özetle, 1970’lerden 2000’lere gelen dönemde, evrensel ölçekli gelişmelerin de etkisiyle, kimi zaman ikinci dalga feminizmle kimi zaman ise yeni liberal etkideki ideolojiyle biçimlenen çoklu feminizm hareketleriyle örtüşerek gelişen farklı feminizm tercümelerinin ülkemizde oluşturduğu çoğulcu kadın hareketinin ve bu hareketin içerisindeki kadın figürünün değişimi çeşitlilik gösterir. Temelde ortaklaştıkları noktaları ise kadının haksızlıklara karşı mücadele eden, hak arayan rolünü üstlendiği; kamusal alanda fiziksel anlamda kentsel mekanda boy gösterecekleri eylemlerin yanısıra daha örgütlü bir şekilde seslerini duyurmaya ilişkin çeşitli mecraları daha etkin kullanmaya başladıkları; feminist bilinçlenme düzeyini artırmayı hedefleyen girişimler ile kendi görüş ve düşüncelerini

daha büyük kitlelerle tartışmaya açtıkları çeşitli yayın organlarını faaliyete geçirmeleridir.

Tanıklıklar: Şimdi, yarın ve gelecek… 2000 sonrasındaki dönemde, Sancar’ın da tartıştığı gibi, evrensel ölçekteki feminist etkiyle başlayan daha sonra modernist söylem, sosyalist etkilerin ve liberal yaklaşımların etkisinde kalan kadını özgürleştirmeyi hedefleyen seyrüsefer, akabinde gelişen daha çoğulcu etkilerle dallanan kadına yönelik hareketler yerini çok daha farklı gelişmelere bırakır. Bu bağlamda bir taraftan üçüncü dalga feminist etkilerle yeni bir yöne doğru evrilirken; diğer taraftan ise, görece kısıtlayıcı etkilerinin yanısıra, yenidenevcilleştirmeye yönelik politikalar, kadın figürünü kamusal alandan özel alana doğru çeken gelişmeleri doğurur. Türkiye’deki kadın figürünün güncel konumuna ilişkin yapılabilecek en önemli ve en temel eleştiri, kadınların hala bireysel anlamda özgürleşememiş olmalarıdır. İçinde bulunduğu olumsuz durumun bir özeti olarak, geniş kitleler üzerinden baktığımızda, ülkemizde kadınların güncel durumda, mensubu olduğu etnik, ırk, din vb. temelli çevrelerin dışına çıkamamış ve feminist hareketlerin birincil düzeyde savunduğu eşit-yurttaşlık bilincini hala tam anlamıyla özümseyememiş olduğu gözlenir. Kuşkusuz, bu eleştiri yazısı, yüzyılı aşkın süredir devam eden Türkiye’deki kadın hareketi ve ortaya koymaya çalıştığı ilerleme ile sürecin gelişimi ve gelişememesi üzerine yazılmış sayısız değerlendirme, araştırma ve çalışmanın bir tekrarı olarak kendini konumlandırmak yerine, içinde bulunduğumuz dönem itibarıyla, birçok sorunun hala daha çözüm beklediğinin altını çizmek ve geçmişin tanıklıklarını haritalarken, bir taraftan da bizim biçimlendireceğimiz gelecek dönemlere ilişkin daha ne kadar çok yol katedilmesi gerektiğine işaret etmek için çabalar. Bitmeyen mücadele, kazanım ve hemen akabinde gelen sönümleme ve belleksizleştirme döngülerinin uzantısında, Türkiye’deki kadın figürü, maalesef üzülerek ifade etmek gerekir ki, hala evrensel anlamdaki gelişmelerden kopuk ve çağının gereğini ortaya koyamayan bir düzeydedir; ve biraz da karamsar bir bakış açısıyla geleceği için ortaya umut koyabilmenin oldukça gerisindedir. Şüphesiz, iktidarlardan bağımsız olarak

geliştirilecek devletin eğitim politikaları ile ataerkil feodal yapıya imkan tanımayan, eşit-yurttaşlık bilinci, cinsel kimliklerin değeri ve farklı cinsiyetlerin sahip olduğu değerlerin yüceliği üzerine kurulacak siyasi söylemlerin, bu sürecin pozitif yönde ivmelenmesinde en önemli yapıcı rolleri oynayacağı aşikardır. Halihazırda sözkonusu politikaların, ulusal ve uluslararası anlamda kadının saygınlığını ve evrensel entegrasyonunu karşılayacak nitelikte olmaması, kamusal anlamda kadına yönelik baskı ve şiddetin tırmanması, hatta 2000’lerdeki hukuki ve siyasi kazanımların kadınlar aleyhine zayıflayarak erimesi; kadına yönelik politikaların etkinliğini sorgulatır düzeyde bir tabloyu ortaya koyar. Kanımca, tüm çabalara rağmen, ülkemizdeki kadın figürünün, büyükbüyük-anneleri ve anneleri gibi evrensel gelişmelerin uzantısında şekillenecek ve kitlesel anlamda gelişebilecek üçüncü dalga feminist söylemi özümseme ve kucaklama ihtimali giderek zayıflıyor. Değerlendirmelerim, geniş toplumsal katılımın sağlanamayacağı bu kitlelerin, yakın gelecekteki etkileşimlere ve yeni dalgalara (dördüncü dalga ve sonrası) karşı iletişime kapalı kalacağı, etkileşim ağlarına yeterli düzeyde bağlanamayacağı, bunların dönüştürücü ve ilerletici etkilerinden yeterince faydalanamayacağı yönündedir. ■ Emine Görgül, Doç.Dr.; İTÜ Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü Notlar: 1 Ş. Tekeli, “On Maddede Türkiye’de Kadın Hareketi”, 2004: [https://m.bianet.org/bianet/kadin/43145-onmaddede-turkiyede-kadin-hareketi] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018; S. Sancar, “Dünya‘da ve Türkiye’de Kadın Hareketlerine Genel Bakış”, 2017: [https:// ciplaksozler.wordpress.com/2015/06/09/dunya-dave-turkiyede-kadin-hareketlerine-genel-bakis] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018; N. Berber, “Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Kadın Hareketi”, Henrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, İstanbul, Türkiye, 2017a: [https://tr.boell.org/tr/2017/09/18/osmanlidanturkiye-cumhuriyetine-kadin-hareketi] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018; N. Berber, “Cumhuriyet Dönemi ve Modernleşme/Batılılaşma Süreci”, Henrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, İstanbul, Türkiye, 2017b: [https://tr.boell.org/tr/2017/09/18/cumhuriyetdonemi-ve-modernlesmebatililasma-sureci] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 2 Ö. Çaha, “Türkiye’de Kadın Hareketinin Tarihi: Değişen Bir Şey Var mı?”, Kadın Bienali Ekinlikleri Çerçevesinde Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum, Mart 2001, İstanbul, Türkiye: [http://kadem.org.tr/turkiyedekadin-hareketinin-tarihi-degisen-bir-sey-varmi] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 3 S. Sancar, a.g.e., 2017. 4 S. Uçan Çubukçu, “Çatışma Süreçlerinde Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Hareketi”, Bülent Tanör Armağanı, yay.haz.: Prof.Dr. Öget Öktem Tanör, Legal Yayıncılık, İstanbul, 2004. 5 N. Berber, a.g.e., 2017a.


59

48 Ö. Çaha, a.g.e., 2001. 49 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 50 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 51 Ö. Çaha, a.g.e., 2001. 52 “Emekçi kadın mücadelesinin köşetaşı İKD 36 yaşında”. İlerici Gençlik, 2011: [https://arsiv. ilericigenclik.org/haberler/emekci-kadin-mucadelesininkosetasi-ikd-36-yasinda] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018; S. Çakır, “Gerçek Eşitlik İçin”, Petrol-İş Kadın Dergisi, Türkiye Petrol Kimya Lastik İşçileri Sendikası, Fersan Ofset, İstanbul, 2003, no. 5, s. 7. 53 Ş. Tekeli, a.g.e, 2004. 54 “İlerici Kadınlar Derneği”, Tarih ve Toplum: [https://www.tarihtoplum.org/ilerici-kadinlar-dernegi] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 55 “Emekçi kadın mücadelesinin köşe taşı İKD 36 yaşında”, İlerici Gençlik, 2011; S. Çakır, a.g.e., 2003. 56 Ö. Çaha, a.g.e., 2001. 57 “Emekçi kadın mücadelesinin köşe taşı İKD 36 yaşında”, İlerici Gençlik, 2011. 58 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 59 Ş. Tekeli, a.g.e., 2017. 60 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 61 Ergün’ün (2012) yine aynı yıl Somut dergisinde kadın sayfasının yayınlanmasına dikkat çekerken, 1988’te yayın hayatına başlayan Sosyalist-Feminist Kaktüs dergisi (Tekeli, 2004) de yine bu gelişmelerin neticesinde ortaya çıkar. 62 Y. Ergün, B. Güler, İ. Tanyer, “Türkiye ’80 Sonrası Kadın Hareketi”, 2012: [https://kadinlarinkurtulusu. wordpress.com/yazdiklarimiz/turkiyede-80-sonrasikadin-hareketi] Erişim tarihi: 22 Ağustos 2018. 63 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 64 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 65 A.e.

ARREDAMENTO

32 Ö. Çaha, a.g.e., 2001. 33 Bu dönemde kadınların karşılaştıkları olumsuzluklar çok daha ağır bir dille tartışılır: “Cumhuriyet’in ilk dönemindeki kadın hakları söylemi ve talepleri, ulusdevlet erkek egemen sistemin ve erkeklerin himayesi altına giriyor. Resmi ideoloji çerçevesinde kadınların sesleri, yüksek ve iktidardan güçlü çıkmaya başlayınca da bu kadınların seslerinin kısıldığı bir süreç başlıyor. Cumhuriyet döneminde araçsal olarak kadının toplumsal statüsünün iyileştirilmesi yönündeki söylem ve eylemlerden kadın hareketi de etkileniyor. Ve bu süreçte, kadınların erkek egemen sistem ve erkeklere karşı verdikleri mücadeleden geri kalmalarının yanında Batı feminizmiyle ilişkileri de zayıflıyor” (Berber, 2017a) (Durakbaşa, 1998) (Tekeli, 2004). 34 “İlk Dünya Güzelimiz Keriman Halis Vefat Etti”, Hürriyet Gazetesi, 2012: [http://www.hurriyet.com. tr/gundem/ilk-dunya-guzelimiz-keriman-halis-vefatetti-19796165] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 35 “Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu: Gökçen”, Bianet, 2011: [https://m.bianet.org/cocuk/siyaset/1361dunyanin-ilk-kadin-savas-pilotu-gokcen] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 36 “Teknik Öğretimin Yaygınlaştırılması, Dünya Klasiklerinin Çevirisi, Üstün Yetenekli Çocuklar Yasası”, İnönü Vakfı, 2013: [http://www.ismetinonu. org.tr/index.php/cumhurbaskanligi-yillari/teknikokullarin-yayginlastirilmasi-dunya-klasiklerinincevirisi-ve-guzel-sanatlar-egitimi] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 37 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 38 Tekeli (2004), üniversite eğitimi ve meslek edinme olanaklarından yararlanabilen ve ülkenin görünen yüzü olarak öne çıkartılan, “seçkin bir kadın azınlık” karşısında, bu olanaklara erişemeyen geniş kadın kitlelerinin mevcudiyetine dikkat çeker. Tekeli (2004), bu kitlenin, “ataerkil geleneklerin kırılamaması sonucu, tarım kesiminde ücretsiz aile işçisi olarak çalışırlar, mülkiyet, eğitim, gelir, sosyal güvenlik haklarından yoksun kalan” ve “toplumun en ezilen kesiminin [yine] kadınlar” olduğunun altını çizer. 39 Z. Kalyoncuoğlu, “Köy Enstitülerinde Hasan Ali Yücel’in Yeri”, Folklor/Edebiyat Dergisi, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, 2010, cilt 16, sayı 64, s. 237-244: [http://dergipark.gov.tr/download/article-file/255300] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 40 M. Pamak, Türkiye’de Toprak Reformu. Emel Yayınevi, 1982, s. 127-159: [http://dergipark.gov. tr/download/article-file/101187] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 41 Columbia Üniversitesi, Teachers College’da doktorasını Türkiye’deki köy enstitüleri üzerine hazırlayan Fay Kirby, belki de köy enstitüleri üzerine yazılmış ilk tezlerden ve en kapsamlı çalışmalardan biri olan ve daha sonra kitaplaşan yayınında, devletin çağdaşlaşma hedefini, barışla yapılan bir savaş olarak nitelendirir ve şöyle ifade eder: “1940’ta dünyanın büyük bir kısmı savaşa tutuşurken Türkiye’de eğitim yolu ile geriliğe karşı açılacak bir savaş için ‘İlköğretim seferberliği’ hazırlıkları yapılıyordu. Türkiye’nin liderleri sulh yolu ile yapılacak böyle bir ‘otuz yıl savaşı’nın modern Türkiye’yi uygarlık ereklerine ulaştırmasını istiyorlardı. Köy Enstitüleri hareketi, işte bu sulhçü savaşın ağırlık merkezi oldu.” F. Kirby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, İmece Yayınları, Ankara, 1962 (orj. 1960). “The Village lnstitute Movement of Turkey: An Educational Mobilization for Social Change”, Columbia University, Teachers College, Doktora Tezi: [https://www.academia.edu/35335439/ fay-kirby-Türkiyede_Köy_Enstitüleri.pdf] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 42 N. Berber, a.g.e., 2017b. 43 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 44 N. Berber, a.g.e., 2017b. 45 A.e. 46 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 47 A.e.

KAVRAM

6 Ö. Çaha, a.g.e., 2001. 7 S. Sancar, a.g.e., 2017. 8 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004; S. Sancar, a.g.e., 2017; N. Berber, a.g.e., 2017a; N. Berber, a.g.e., 2017b. 9 Y. Ergün, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kısaca Türkiye Kadın Hareketi”, 2012: [https://www.cafrande.org/ osmanlidan-cumhuriyete-kisaca-turkiye-kadin-hareketiyesim-ergun] Erişim tarihi: 22 Ağustos 2018. 10 Tekeli (2017) ve Karakuş’un (2018) da tartıştıkları gibi, Geç Osmanlı Dönemi’nde kadınlar da çalışma hayatına dahil olur, önce Feshane’deki gibi gayrimüslim kadınların işgücüne katılırlar. Bu süreçte kadınların 1876 Feshane grevi Karakuş (2018) ile 1913 Müdafa-i Hukuk-i Nisvan derneğinin ilk eylemi olan Telgraf İdaresi’nde Müslüman kadınların da işe alınması için düzenlenen eylem (Tekeli, 2017) gibi çeşitli protestoları örgütledikleri bilinir. 11 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 12 N. Göl, Türkiye’de Kadın Hareketine KA-DER (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) Bağlamında Bir Bakış, Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Çalışmaları Programı, 2010. 13 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 14 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 15 Ş. Tekeli, “Türkiye’de Kadın Hareketinin Tarihi”, 2017: [https:// ka-der.org.tr/wp-content/ uploads/2017/12/kadin-hareketinin-tarihi-sirin-tekeli. pdf] Erişim tarihi: 20 Ağustos 2018. 16 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 17 “Birçok mühim şey vardır ki, her millette mevcut olduğu halde, birçok millette ismi hatta tercümesi bile yoktur (telgraf, otomobil, vapur vb.) Binaenaleyh nisailik, nisaiyun tabirlerine hiçbir ihtiyaç hissetmiyoruz. Feminizm kelimesini aynen kullanmayı tercih ederiz. Varsın lisanımıza ecnebi bir kelime daha girmiş olsun ne zararı var. Yalnız feminizmin vücudu ve vücubu (varlığı ve gerekliliği) kabil-i inkâr değildir.” (Ergün, 2012) 18 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 19 Ergün (2012) bu dernekleri kabaca şöyle sıralar: Ulusal sorunlarla ilgilenenler (savunma kaygısı taşıyanlar), Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi, vb.; savasın yaralarını sarmak amaçlı yardım dernekleri, Hilal-i Ahmer Cemiyeti Kadınlar Heyet-i Merkeziyesi; mesleki eğitim veren ya da istihdam olanağı sağlayan dernekler, Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi, Biçki Yurdu, Osmanlı Türk Kadınları Esirgeme Derneği (Kızları okutmak için) vb.; kadınları bilgilendirme, bilinçlendirme dernekleri, Asri Kadın Cemiyeti, Cemiyet-i Nisvan Heyet-i Edebiyesi, Teali-i Nisvan Cemiyeti, Kırmızı-Beyaz Kulübü vb. Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-u Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadınının Hakkını Savunma Derneği); çeşitli etnik grupların kurduğu kadın dernekleri, Azkaniver Hayuhyaç İngerutyan Derneği, Beyoğlu Rum Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniyesi, Türk ve Ermeni Kadınlar İttihat Cemiyet-i Hayriyesi, Kürt Kadınları Teal-i Nisvan Cemiyeti, Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti. 20 Tekeli (2017) bu derneklerden öne çıkanları şöyle sıralar: Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, diğer illerde kurulan Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetleri: Ocak 1920’de Amasya’da, Kayseri’de, Kastamonu’da; Şubat 1920’de Eskişehir, Erzincan, Niğde, Aydın, Yozgat, Burdur’da; Mart 1920’de Konya’da ve Mayıs 1920’de Kangal’da… 21 Ş. Tekeli, a.g.e., 2017. 22 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 23 N. Berber, a.g.e., 2017a. 24 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 25 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 26 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004. 27 Y. Ergün, a.g.e., 2012. 28 Ş. Tekeli, a.g.e., 2017. 29 N. Berber, a.g.e., 2017b. 30 Ö. Çaha, a.g.e., 2001. 31 Ş. Tekeli, a.g.e., 2004.


KAVRAM

60

Türkiye’de Kadın Mimar Olmak Ne Anlama Gelir? Narin Temel ■ Söylemlerin eylemlerle örtüşme olasılıklarının çok zayıf ve seyrek olduğu Türkiye düşünme sistemi içinde, kadının toplumsal açıdan nasıl konumlandırıldığı önemli bir mesele. Bu durumun mimarlık geleneği içinden nasıl okunabileceğinin, somut veriler üzerinden ele alınmasını içeren bu metin, kadın toplumsal kimliğinin algılanma biçiminin bir uzantısı olarak, mimarlık disiplinin kadın meselesine yaklaşımını netleştirmeyi hedefliyor1.

ARREDAMENTO

Dünyada çok hızlı bir değişim yaşanmasına, yeni kavramlar ve bakış açılarının gündeme gelmesine karşılık, yüzyılların biyolojik odaklı kadın yapısı çerçevesinde kurulan “cinsiyet söylemi” anlatılarında önemli bir değişim yaşandı mı, yoksa mevcut yapılar ve yeni dünya ekonomik düzeniyle beraber siyasal kurallar ve pratikler değişirken “kadın”a yönelik bakış açısı ve kadına yüklenen temel toplumsal roller hala geçen yüzyılla aynı mı? Daha önemlisi burada, durumu açıklayan kavramların nasıl bir değişim yaşadığı ve ne şekilde kullanıldığından ziyade; gerçek hayatta kadın kimliğine ilişkin çeşitli pratiklerin cinsel kimlik söylemlerinin tanımladığı şeyle aynı olup olmadığı araştırılıyor. Bu sorular eşliğinde düşünüldüğünde, modern dünya düzeninde sıklıkla karşılaştığımız bir mesele olan kamusallık üzerinden kadının, kamusallaşma, görünebilme ve temsiliyet bulabilme durumlarının ne düzeyde olduğu önemli bir araştırma meselesi. Kadınların erkeklere kıyasla toplumsal alanda nasıl temsil edildiği, sadece fiziksel olarak değil aynı zamanda entelektüel anlamda ne denli görünürlük kazanabildiği bu bağlamda kamusallığın davranış biçimlerini ve düşünme hallerini de deşifre etmekte. Bu çerçevede yeni ve yaygın bir kamusallık biçimi olan kadın görünürlüğü, salt bir fiziksel görünürlükten ziyade, Habermas’ın üstünde çokça durduğu akıl yürütme, tartışma, müzakere etme ve çözüme kavuşturma potansiyelleri taşıyan farklı bir kamusallığa işaret ediyor2. Burada kadın kimliği entelektüel bir varlık olarak görünürlük kazanıyor. Klasik kadın erkek eşitliğinin fizikselliğinden

çıkıp, pratik anlamda cinsler açısından nasıl bir temsiliyete denk düştüğünü görmek bugünün koşullarında gerçek bir kamusallığın göstergesi. Çünkü gerçekte varolmalarına rağmen sanki yokmuşlar gibi düşünmek, toplumsal düzlemde kadın katılımcılığını teşvik etmemekte. Aksine bu durum sadece toplumda hakim durumda olan (erk olan) grupları yeniden iktidar pozisyona taşırken, oluşan bu iktidara bağımlı durumdaki kadınlar ve diğer topluluklar açısından ise daha derin bir bağımlılık halini ortaya koyuyor. Mimarlık ve mimarlığın toplumsal cinsiyet rollerinin irdelenmesi ve görünürlüklerinin ele alınması; bahsi geçen yapılı çevrenin kadına ve dolayısı ile topluma bakışını da deşifre edebilecek zemini oluşturmakta. Yazı bu bağlamda eril kodların mimarlık ve yapılı çevrede ne kadar etkin olduğunun; söylemi “kadın” üzerinden şekillenen her metin, proje ya da kentsel planlamanın “kadın yok” gerçeğine neden dönüşmediğini veya bu gerçeğin neden görülmek istenmediği ile de ilgilenmektedir. Türkiye modernleşmesinin erken dönemi yeni bir ulus devlet kurma süreci ile birlikte, siyasal ve sosyal alanda değişim tahayyülü ile gerçekleşti. Cumhuriyet ile başladığı öngörülen Türkiye modernleşmesinin kurucu öğelerinden biri -ki bu aynı zamanda en yaygın resmi söylem olabilir- kadın hakları da dahil olmak üzere her türlü demokratik ve özgürlükçü hakkın Atatürk tarafından verildiğidir. Cumhuriyetin modernleşme hareketi, o zamana değin topluma atfedilen “cahil” göndermesinden kurtuluşu kadının cahillikten kurtuluşu olarak algılamış ve yeni kadınlık durumları yaratma eğilimine girmiştir. Yeni modern Türk kadının cahillikten kurtulması için okullarda yetiştirilmesinin istendiğini bilinir. Bu ideolojinin işletilmesi için gerek devlet düzeyinde gerekse de toplum düzeyinde mekansal üretimler de yapılmıştır. Okullar açılmış, yasal düzenlemeler yapılmış ve bu doğrultuda istihdam politikaları geliştirilmiştir. Tüm bu olumlu adımların asıl olarak iktidar eliyle yapılmış olması ve toplumun bu durumu içselleştirmesinin önemsenmemiş olması kadın toplumsal kimliğinin uzunca bir süre bir araştırma başlığı olarak ele alınmamasına neden oldu. Hatta bu durum 1980’lere gelinceye değin, kadınların kurucu özne tarafından “kurtarıldığına” işaret edildiği ve bir anlamda kutsallaştırıldığı için, tartışılması bile pek mümkün olmayan bir durumdu. Tartışma zemini yaratmayan

bu algının kadın kimliğinin varlık ve görünürlük meselesini gündeme taşımakta oldukça geciktirici bir yanının olduğu görülmelidir. Hatta Nilüfer Göle’nin söylediği gibi, kadınlar hem Kemalizm’in hem de Kemalizm karşıtı hareketlerin adeta “bayrağı” olmuşlardır3. Bu durumun eleştirel değerlendirmelerinde kadınlarının ancak “sembolik” olarak önemsendiği vurgulanır. Bu bağlamda Türkiye’de olan yenilenme ve dönüşme faaliyetlerinin hepsinin hem yandaş hem de karşıtlar açısından iktidar odaklı otoriter bir modernleşme tavrına işaret ettiği açıktır. Burada ayrıca kadının mimarlık piyasası içindeki farklı ve eşitsiz konumunun hem üretim örgütlemesinin mantığı çerçevesinde hem de toplumsal olarak üretilen iktidar ve güç ilişkileri bağlamında incelenmesi gerektiğini de vurgulamak isterim. Diğer bir deyişle, kadın-erkek kimliklerinin eşitliği üzerinden konuşulup normalleştirilmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılan her söylemin eşitsizlik durumlarını derinleştirdiği ve kadının, emek piyasasındaki durumunu araçsallaştırdığını tartışmaya açmak gerektiği üzerinde özellikle durulmalı. Nitekim 1980’li yılların başından itibaren toplumsal cinsiyet eşitsizliğini irdelemeyi hedefleyen radikal, sosyalist veya feminist kuramların, toplumsal cinsiyetin mimari/mekansal boyutları üzerinde odaklanmadığı açıktır. Bu kuramlar toplumsal cinsiyete dair açıklamalarını kendi epistemolojik kabulleri çerçevesinde yaparlar; sosyal ve mekansal ilişkileri vurgulu değildir. Dahası öncelikle Cumhuriyet rejimiyle gündeme gelen ve devamında 1960’lı yılların sosyal hareketlerinden ivme alarak, 1970’li yıllarda etkinlik kazanan özgürlükçü ve eşitlikçi söylemlerin öznesi olan cinsiyet kavramı, kadın ve erkeğin yaratılışından kaynaklanan biyolojik farklılıkları referans almakta. 1980 sonrası dönemde yaygınlaşan toplumsal cinsiyet kavramı ise tanımı gereği, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sosyal boyutuna referans veriyor; ancak hala sosyo-mekansal/mimari boyutu gündeme gelemiyor. Burada bahsi geçen mekansallığın salt mekandan daha fazlasını kapsadığı ve kadının bu mekansallıkta, görünebilme potansiyellerinin yeniden ele alınışını ve toplumsal kabullerin işleyişinin yıllar içinde değişimini -daha doğrusu değişemeyişini- okumak gerekir.


61 Kaydolan

Kadın

Oran

Erkek

Oran

A – Tam Zamanlı Akademik Kadrolar

1160

516

%44

644

%56

Unvan

Toplam

Kadın

% Oran

Erkek

% Oran

Profesör Dr.

79

49

%62

30

%38

Doçent Dr.

61

44

%72

17

%28

Yardımcı Doçent Dr.

60

41

%68

19

%32

Araştırma Görevlisi Dr.

24

15

%62

9

%38

2002

790

385

%49

405

%51

2004

971

458

%47

513

%53

2006

1.367

680

%50

687

%50

2008

1.450

773

%53

677

%47

Araştırma Görevlisi

103

75

%73

28

%27

2010

1.682

901

%54

781

%46

Öğretim Görevlisi Dr.

30

23

%77

7

%23

2013

2180

1149

%53

1031

%47

Öğretim Görevlisi

6

-

-

6

%100

Toplam

363

247

%68

116

%32

Tablo 1. Odaya Kaydolan Mimarların Yıllara ve Cinsiyete Göre Dağılımı (2000-2012)

KAVRAM

Yıllar 2000

B – Yarı Zamanlı Kadrolar (ODTÜ, Gazi ve Atılım Üniversiteleri) Unvan

Toplam

Kadın

% Oran

Erkek

% Oran

Profesör Dr.

13

5

%38

8

%62

Yardımcı Doçent Dr.

1

-

-

1

%100

Öğretim Görevlisi Dr.

9

3

%33

6

%67

%71

Öğretim Görevlisi

50

10

%20

40

%80

%70

Toplam

73

18

%25

55

%75

Yıllar

Toplam

Kadın

Oran

Erkek

Oran

2010

8.974

2.631

%29

6.343

%71

2011

9.012

2.658

%29

6.354

%71

2012

9.164

2.681

%29

6.483

2013

8.920

2.658

%30

6.262

Tablo 2. Büro Tescil Belgesi Alan Mimarların Yıllara ve Cinsiyete Göre Dağılımı (2010-2013)

Mimarlar Odası’nın 2014 yılında hazırlamış olduğu “Kadın Mimarlar4” adlı çalışma burada üzerinde durduğum meseleler kapsamında oldukça açıklayıcı veriler edinmemizi sağlamakla beraber, bir şekilde dikkati çeken ve görünür kılmaya çalışacağım durumları kanıtlayan bir delil niteliğinde. Bu bağlamda verilerin cinsiyet odaklı okunması mimarlık pratiğinin inşai, akademik ve ekonomik boyutlarına da açıklık getiriyor. Bu verilerden biri 2000-2012 yılları arasında Oda’ya kayıt olan kadın ve erkek sayılarını gösteriyor (Tablo-1). Buna göre kadınlar 2005 yılına kadar erkeklerden daha az oranda odaya kayıt yaptırırken, 2007 yılından sonra kadınların oranının erkeklerden daha fazla olduğu görülmekte. Bu tablo, mezun olduğu halde odaya kayıt yapmayan kadınların varlığını gösterirken mimarlık mesleğinin eşitlikçi paylaşımı açısından bir soruna işaret ediyor. Mesleği icra etme noktasında kadınların belirli problemlerle karşılaştığı halde erkeklerin görece aynı problemlerle yüz yüze gelmediği söylenebilir.

ilgili bir alanda iş yapabildiğini gösteriyor; aynı zamanda mimarlık pratiğinin inşai ve tasarım alanının ağırlıklı olarak erkeklerin egemenliğinde olduğunu ve dolayısı ile toplumsal kabullerin bunun üzerinden şekillendiğini de kanıtlıyor. Oysa Tablo1’deki oranlar incelendiğinde mimarlık okullarında tüm 2000’li yıllar boyunca Oda’ya kaydolanların %53 ila %66 arasındaki kesimi kadınlardan oluştuğu görülüyor. Fakat yine Oda’ya kaydolan kadınların yarısından fazla bir bölümü mimari-tasarım hizmetlerini kendi kimlikleri ile verebilir durumda değiller. Bir diğer araştırma ise İTÜ, ODTÜ, YTÜ, Gazi, Kocaeli ve Atılım Üniversiteleri mimarlık bölümlerindeki tam zamanlı ve yarı zamanlı kadro sayılarının kadın ve erkek oranlarını karşılaştırmakta (Tablo-3). Buna göre; tam zamanlı kadrolardaki kadın sayısının erkeklerden hayli fazla olduğu görülürken, yarı zamanlı kadrolarda durumun tam tersi olduğu ve kadınların oldukça düşük düzeylerde kadro edinebildikleri okunabiliyor. Bu veri serbest piyasada çalışamayan kadınların daha çok tam zamanlı akademik kadrolara yöneldiğine ve son yıllarda bu yönelişin, araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi kadrolarında daha yoğun olduğuna işaret ediyor. Bu durum kadınların akademik dünyada yer edinmelerinin tamamen kendi tercihleri olmak yerine mesleğin cinsiyetçi bakışından ötürü zorunluluk haline geldiğini düşündürtüyor. Öğretim görevlisi kadro oranlarının belirleyici olduğu yarı zamanlı kadrolarda ise serbest piyasada çalışma durumunun etkisi, elde edilen oranlarda görülmektedir. “Yarı zamanlı öğretim

görevlileri, genelde eğitim–uygulama bütünleşmesini sağlamak için mimarlık pratiğindeki deneyimli mimarlardan oluşturulmaktadır. Bu grup içinde erkeklerin önemli bir yoğunluk göstermesi, kadın mimarların meslek uygulamasında nitel açıdan daha az etkin olduğu şeklinde bir yoruma elverişlidir5.” Erkeklerin serbest piyasada kadınlardan daha çok yer edinmesi ve üniversitelerin bu tür kadrolar için daha çok tanınmış mimarları tercih etmeleri önemli bir faktör. Yarı zamanlı kadrolar geçici sözleşmelere bağlı olarak, devamlılık konusunda çalışana garanti vermeyen sosyal bir düzene gönderme yaptığı için, kadınlar tarafından tercih edilememekte. Çünkü kadınlar genellikle mimarlığı “memur” disiplininde bir meslek olarak icra edebilecekleri alanlarda daha çok yoğunlaşma ihtiyacı içerisine girmekteler. Çünkü toplumsal kabuller içinde yetişen kadın, bu rol modelleri sürdürebileceği mesleki koşullara yönelme ihtiyacı duyuyor. Bu durum tam zamanlı kadroların oranını arttırırken, akademik açıdan daha az bağlayıcılık üstlenmiş olan yarı zamanlı kadrolarda yer edinememelerine neden oluyor. Tablo-4’te her iki yılda bir Mimarlar Odası Genel Merkezi tarafından düzenlenen Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Sergisi kapsamında ödül alan kişilerin cinsiyete göre oranları gösteriliyor. Bu çerçevede “Mimar Sinan Büyük Ödülü” dalında verilen 13 ödül arasından herhangi bir kadının ödül almadığı ve toplamda yapılan 4 anma programı içinde hiçbir kadın mimar için anma programının düzenlenmediği görülüyor. Bu, metinde detaylı bir şekilde yer almamasına rağmen, Arkitekt dergisinin

ARREDAMENTO

Tablo-2’de ise 2010-2013 yılları arasında odaya kayıtlı olup ve serbest piyasada mimarlık yapacak olan kişilerin aldığı büro tescil belgesini edinen kadın ve erkek oranları kıyaslanıyor. Bu oran ayrıca kadınların bireysel olarak büro kurma oranlarını ve tekil bireyler olarak iş yapabilme durumunu da göstermekte. Buna göre büro tescil belgesi alan kadınların oranının hiçbir yıl %30’un üzerine çıkmadığı gözleniyor. Bu durum kadınların mimarlık eğitimi aldığı halde yalnızca %30’luk bir kısmının serbest piyasada, mimarlığın inşai faaliyetleri ile

Tablo 3. İTÜ, ODTÜ, YTÜ, Gazi, Kocaeli ve Atılım Üniversiteleri Mimarlık Bölümlerindeki Akademik Kadrolar Toplamının Unvan ve Cinsiyete Göre Dağılımı


KAVRAM

62 Mimar Sinan Büyük Ödülü Ödül Alan Kişi Sayısı

Oran

13

Anma Programı

Oran

4

Mimarlığa Katkı Dalı Başarı Ödülleri

Oran

23

Başarı Ödülleri

Oran

199

Kadın Mimarlar

0

%00

0

%00

4

%17

48

%24

Erkek Mimarlar

13

%100

4

%100

19

%83

151

%76

Toplam

13

%100

4

%100

23

%100

199

%100

Tablo 4.Ulusal Mimarlık Ödüllerinde Ödül Alan Kadın ve Erkek Oranları Kadın Mimarlar

Oran

Erkek Mimarlar

Oran

Toplam

Oran

Asıl Jüri Üyeleri

9

%20

35

%80

44

%100

Yedek Jüri Üyeleri

11

%46

13

%54

24

%100

Toplam

20

%29

48

%71

68

%100

Tablo 5. 2012-2013 Yıllarında Düzenlenen 10 Yarışmada (4) Göreve Alan Asıl ve Yedek Jüri Üyesi Mimarların Ödüller ve Cinsiyet İtibarıyla Dağılımı

“Kaybettiklerimiz6” adlı köşesinde hiçbir kadının yer almamasının yarattığı problemle eşdeğer nitelikte. Kadınlar anma programını gerektirecek kadar değerli görülmemiş, hiçbir zaman böyle bir girişimde bulunulmamıştır.

ARREDAMENTO

Bunun yanında “Mimarlığa Katkı Dalı Başarı Ödülleri” dalında ise kadınların yalnızca %13 oranında ödüllendirildiği görülmekte. 23 ödülden sadece 4 tanesi kadınlara verilmiş, ödül verilen dört kadın sırasıyla, Afife Batur (2000), Ayla Ödekan (2006), Jale Erzen (2008) ve Mualla Eyüboğlu Anhegger’dir (2008). Bu durum kadınların erkekler karşısında ne kadar az oranda ödüle layık bulunduğunu göstermekle beraber, mimarlığa katkı sağlayacak yetkinlikte görülmediklerini de açıklıyor. Ayrıca 199 ödülün verildiği “Başarı Ödülleri” dalında kadınlar sadece 48 defa ödül almış ve dolayısı ile toplam içinde %24 oranında ödüllendirilmişler. Aynı dönemde Oda’ya kayıtlı mimar sayısının 30.000’i aştığı göz önünde bulundurulduğunda kadın mimarların, mimarlık gündemini belirleyen nitelikle projelerde yeteri kadar yer almadığı sonucuna varılabilir7. Kadınların bu alanlarda yeteri oranlarda ödüllendirilememiş olması gerçekten kadınların başarısız olmalarıyla mı ilişkili; yoksa sistematik olarak mimarlık pratiğinde kadınların faaliyet göstermemesi için yapılan bir tür caydırma mı? Bu sorunun cevabı muhtemelen oldukça karmaşık ve bunların dışında birçok nedeni kapsayacak problemli bir sonuca işaret ediyor. Fakat tüm bu ödülleri değerlendirdiğimizde görünen o ki kadınlar gerçek anlamda mimarlığın birer öznesi olmanın dışında tutuluyor ve kısmen yok sayılıyorlar. Buna ek olarak; ödül alan gruplara yakından bakıldığında, kadınların yarışmaya büyük çoğunlukla eşleri ile katıldıkları görülebilir. Kesin sayı vermek gerekirse; ödül alan toplam 48 kadından

18’i yarışmaya eşleri ile birlikte katılmış. Bu bilgiler yüzeysel olmakla birlikte; kadınların bireysel başarılarından çok gruplar halinde başarı kazandıkları; bu grupların genellikle evlilik bağı ile oluşturulduğu; bireysel olarak ise mimari üretimde baskın olmadıkları sonucuna varılabilir8. Tablo-5 ise 2012-2013 yılında yapılan 10 yarışmada görev alan asil ve yedek jüri üyesi oranlarını veriyor. Buna göre kadınlar, asil jüri üyesi olarak yalnızca %20 oranında görev yapabiliyorken, yedek jüri üyesi olarak %46 oranında görev yapmışlar. Bu sonuç aslında kadınların yarışmaları değerlendirebilecek yetkinlikte görülmediklerinin bir kanıtı durumunda. Aynı zamanda mesleği icra etme noktasında tecrübeli ve bu konuda yetkin insanların seçildiği jüri üyeliği alanı, kadınların meslek pratiği içinde de yeterince yetkinleşemediğini gösteriyor. Bunun yanında 1980 yılına kadar olan tüm sayılarını incelemiş olduğumuz Arkitekt dergisinde de benzer durumla karşılaşıldığından, kadınların değerlendirme kurulu üyeleri arasında yer almakta erkeklerle eşit koşullara sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim kadınlar 2013 yılının verilerinde bile çok az oranlarda jüri üyeliği yapabilir durumda ise bunun arka planında yatan karmaşık nedenleri görmek ve bu konuyu konuşabilir duruma getirmek gerekiyor. Kadınların laik sistemin önemli bir bileşeni olarak görüldüğü ve bu açıdan mimarlık okullarında eğitime başlanmasına vesile olan Cumhuriyetin modernleşme hareketi, 1934’de ilk kadın mimarların Leman Tomsu ve Münevver Belen’in diplomalarını almaları ve mesleki pratiklerine başlamalarına tanıklık eder. Bu dönemde mezun olan kadınların genel olarak kamu sektöründe veya eşleriyle beraber ortak işlerde çalışmış olmaları bugünden bakılınca, o dönemin kadınların mimarlığın gerçek tasarımsal/ teknik boyutlarıyla tanışamadıkları bir

aralık olduğuna işaret ediyor. Çünkü halihazırda erkeklerin mimarlığın inşa boyutuyla ilgilendikleri ve dolayısı ile kadınların bu alana sızabilmelerinin yine ancak bir erkek vasıtası ile mümkün olabileceği, kadınların eşleriyle çalışmaları vesilesiyle kolayca kanıtlanabiliyor. Bu çalışmada sunulan her veri grubunun, ayrı araştırma konuları olarak ele alınabileceği ve burada yer verilen gözlem ve değerlendirmelerin çok ötesinde değerlendirmelere konu olabileceği ortada. Bu tablolar, “kadın mimarlar yok denecek kadar az” veya “kadın mimar oranı gitgide artıyor” gibi bir çırpıda söylenen, manşetlere çıkarılan ancak sayısal verilerle desteklenmeyen argümanların yeniden ele alınması gerektiğini gösteriyor. Kadının entelektüel etkinlik gösterme ve görünme durumlarının ne kadar kısıtlı veya dolaylı olduğu gerçeği burada araştırılan her veride ve diğer birçok araştırmada tekrar tekrar doğrulanabilmekte. Bu sonuçlara göre, kadınların görünememe durumlarının altında yatan nedenler çok çeşitli olmakla beraber, sonuç her durumda kadınlar aleyhine sonuçlanan bir görünememe durumuna denk geliyor. Bu sonuç da en çok mimarlık pratiği için yapılan araştırmalarla deşifre edilmiş olsa bile, diğer birçok veriyle desteklenerek; durumun salt mimarlık problemi olmadığı, mimarlığın da eklemlendiği bir dizi toplumsal algılama ve düşünme sisteminin çıktısı olduğu söylenebilir. Kişisel kanaatim, kadınların bu metnin tamamında çeşitli nedenlerle açıklanan ve kantitatif olarak saptanan görünememe ya da az görünebilme nedenlerinin daha detaylı araştırılmasının yeterli olmayacağı. Asıl sorulması gereken, ancak benim metinde sormayı ve yanıtlamayı denemediğim mesele, görünme/kamusallaşma fırsatları dönemlere göre sürekli artsa da hala epey kısıtlı görünebilen kadınların, neden mimarlık öğrenimi görmeye bu denli hevesli oldukları çelişkisi. Kadınlar daha mezuniyet öncesinde bile adeta umutsuz gözüken bu akademik uğraşa, bu çıkmaz yola yine de girmekteler. Önlerinin önemli ölçüde kapalı olduğunu


63

Mimarlık Jürilerinde Dil Çağda Türkmen ■ Güç mekanı olarak mimarlık lisans eğitiminin jürilerinde kullanılan dile dönük bir toplumsal cinsiyet okumasını, bu dilin muhatabından başka bir kaynağa dayandıramazdım. Bunun için bu çalışma, 2017 yılının başlarında gerçekleşen 35. Ulusal Mimarlık Öğrencileri Buluşması iletişim ağından yaptığım çağrıya gelen yanıtlardan ve bu yanıtların anonim aktarıcılarıyla sürdürdüğümüz tartışmalardan besleniyor. Türkiye’deki çeşitli mimarlık okullarından lisans öğrencilerinin bildirdiği söylemler jürilerde kadına/dişil olana yönelik kullanılan dili açıkça örneklediğinden, gözden kaçmış olduğu umulan halihazırı yeniden okumakta fayda var.

Dil, mimarlık, jüri Kadın tarafından ve/veya kadın hakkında kullanılan dil, mimarlık eğitiminin jürilerinde görülen toplumsal cinsiyet ayrımcılığına ilişkin çalışmaya açık bir

gereç. Zira Türkçe’de isabetli biçimde anadil denilen, çocukların öğrendiği ilk dil aslında kadın dili. Bu dil oğlan çocuklarınca zamanla yeni ifade biçimlerine evrilirken kız çocuklarınca (hatta geliştirilerek) kullanılmaya devam ediyor. Büyüklerin dünyasında hakim büyümüş-oğlanların diliyle karşılaşan büyümüş-kız, fazladan bir çaba göstermek ve gündelik yaşamın küçük farklılıklarınca1 onaylanmama ihtimallerine ilişkin tetikte olmak durumunda.

KAVRAM

bilmediklerini iddia etmek zor gözüküyor. O halde neden hala mimarlık okullarına yönelik yüksek bir kadın talebinin varolduğu sorulabilir. Daha da önemlisi, bu çelişki nedeniyle kadınların mesleki pratik ve mesleki entelektüel üretim alanlarını şimdiye kadar neden yeterince zorlayamadığını tartışmak gerekiyor. Her iki alanda da bir türlü eşitliğe yaklaşan bir pozisyon edinemeyenlerin neden daha aktif çabalar göstermedikleri, neden eşitlik beklentili mücadeleler yapamadıkları merak konusu olmalı. Hızlı bir gözlem bile, mimarlık okullarından mezun olan kadın çoğunluğunun kendi kısıtlı mesleki kaderlerine razı olduklarını düşündürtüyor. Türkiye’de öğretimin tamamlanması, mimari kariyerin de çoğu zaman sonunu tanımlayan bir eşik gibidir. Asıl tartışılması gereken, diploma verme merkezli örgütlendiği izlenimi veren Türkiye akademik ortamının ve diploma alma merkezli olarak biçimlenmiş gözüken eğitim talebinin toplumsal mekanizmaları. Daha açık bir anlatımla, okullar diploma vererek, öğrenciler de diploma alarak mesleki etkinliklerinin en ağırlıklı kesimini tamamlamış olduklarını varsaymaktalar9. ■ Narin Temel, Yüksek Mimar

Mimarca, yukarıda anılan toplumsal cinsiyet dilinden çok da farklı inşa edilmiyor. Okullarda bu alt(üst?) kültürün bir parçası olan dili anadil kıvraklığında konuşabilmek için özel bir eğitim veriliyor. Jürilerde defalarca uyarıldığımız üzere yalnız doğru terminoloji değil doğru kullanım ve hatta doğru göndermeler de içermesi beklenen bu dil, jüri bileşenleri tarafından eylemde yeniden üretiliyor. Böylece sonsuz bir seçmeye mahkum olmuş taraflar, ancak akademi çatısı altında marjinalleşerek geçici özgürlük alanları tanımlama iddiasında bulunabiliyor. Fakat jüri kontrol edilebilir bir gruptan

Notlar: 1 Bu metin Uğur Tanyeli danışmanlığında hazırlanan ve 2018 Haziran itibariyle biten “Türkiye Mimarlık Dergilerinde Kadın Toplumsal Kimliğinin İnşası” adlı yüksek lisans tezinden alınmış bilgileri içermektedir. 2 J. Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003. 3 N. Göle, Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, Metis Yayınları, İstanbul, 1991. 4 “Kadın Mimarlar 2014”, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Arge Mesleki Bilimsel Çalışma Kurulu, basılı olmayan belge. Tüm tablolar bu kaynaktan alınmıştır. 5 A. e., s. 23. 6 Arkitekt, sayı 1-377, yıl 1931-1980, Mimarlar Odası Arkitekt veri tabanı: [http://dergi.mo.org.tr/detail. php?id=2] Erişim: Mayıs 2016- Aralık2017. 7 “Kadın Mimarlar 2014”, s. 26. 8 A. e., s. 27. 9 N. Temel, Türkiye Mimarlık Dergilerinde Kadın Toplumsal Kimliğinin İnşası, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Yüksek Lisans Programı, 2018.

ARREDAMENTO

1 Jüride toplumsal cinsiyet (temsili), 2018 (Görsel: Çağda Türkmen).


KAVRAM

64

ziyade konuklu bir toplumsal deney grubu. İletişim kurulacak bu hibridin kabul göreceği dil de haliyle karmaşık; hem varsayılan olarak projeden yansız eril dil, hem de tasarımcı kadından özel olarak dişil bir dil bekleniyor. Bu anlam karmaşası çoklukla eleştiri nesnesinin tayininden kaynaklanıyor. Projeyi eleştirmesi beklenen jüri, bildiğimiz gibi, proje tasarımcısına dair de mutlaka ima ile dolaylı yoldan görüş bildiriyor. Burada toplumsal cinsiyet dilinin ve bağlantılı olduğu rollerin yeniden üretilmesini hegemonik2 açıdan incelemek yanlış olmaz. Keza onay bekleme, kibar olma ve kararı muhataba bırakma davranışları burada da yetersizlik3 olarak kabul ediliyor. Sistemde avantajlı konumda olan gruplarca bu yetersizlikler hoş görülüyor ve sistemin kendine ayrılmış kısmına yerleştiriliyor. Kadın ise bu muameleyi kendine -yine yetersizlikleri sebebiyle- reva görüyor. Mimarlıkta, eğitiminde ve jürilerinde tespiti kolay kadın düşmanlığının esasen fiziksel olarak erkek varlığıyla (/yokluğuyla) bir ilişkisi yok. Yalnızca, cinsiyetçi dil konusunda hassasiyet geliştirmek erkek için de kadın için de birincil öncelikte değil. Bir yandan jüri ortamında azınlıkta kalan erkeğin öğrenci - öğretim üyesi dayanışmasına gitmesi, öte yandan kadının maruz kalarak içselleştirdiği güç dengesinin burada yeniden üretilmesine desteği sözkonusu.

ARREDAMENTO

Örnekler “Evli ve çocuklu, başarılı kadın mimar yok! Özellikle çocuktan ötürü, olamaz zaten.” Bu alıntı, Bilkent Üniversitesi 2018 Bahar dönemi, 4. sınıf mimarlık final jürisi üyelerinden birinin dudaklarından dökülmüş. Çalışan kadının annelik görevini yapamadığı görüşünü dillendiren erkek öğrenciler, saflarında yalnız değil gibi. Fakat bu görüş içindeki çatlak ve çelişkilerin gizlenebildiği de söylenemez: “Azıcık kızlar gibi olsaydınız, güzel renkler kullansaydınız.” Pek aşina gelecek bu ifade de Atatürk Üniversitesi 2016 Güz dönemi 3. sınıf jürisinden. Burada gördüğümüz, kız çizimi daha düzenli, erkek çizimi daha yaratıcı iken mühim olanın hangisi olduğunun değişkenliği. Detaycı kadın algısının çelişik dönüşleri de var: “Proje işleri çeyiz düzmeye benzemez.” Gazi Üniversitesi 2016 Bahar dönemi 3. sınıf jürisinde projesini sunan öğrencinin parmağındaki nişan yüzüğü işaret edilerek kurulan bu cümle, kadının içselleştirdiği detaycılık sıfatında bir anlamda kendi gibi olmayanı kötüleme davranışının

yinelenmesi. Zayıf, duygusal, içe dönük, narin, güvensiz, güçsüz4 olanın dişil oluşuna örnek. “Bu nasıl boyama! Siz hiç makyaj yapmayı bilmiyor musunuz?” Ondokuz Mayıs Üniversitesi 2017 Bahar döneminde henüz 1. sınıf öğrencilerin jürisinden aktarılan bu ifadede okunduğu gibi gerçek dünyanın bir prototipi olan jürilerde de dişil kullanımlar, dahil edilmemiş, güçdışı olana işaret ediyor. Hatta bazen kız projesi, bir kızdan beklenmeyecek derecede iyi olduğunda kadın tarafından eleştirilen davranışın içselleştirilmesi eğilimiyle karşılanabiliyor. Eril dil dişil dile, erkek işleri kadın işlerine, ayrıcalıklı (güç sahibi) grubun davranışları ötekine yeğleniyor. Fakat kadının kabul görmek adına “doğru” diye öğrendiği dil ve davranış, toplumun onu birey olarak kabul etmemesinin hem sebebi hem de sonucu. Bunu son örnekte de okuyoruz: “Kızlarımız da sütun gibi olmalıdır.” Bu talihsiz cümle Gazi Üniversitesi 2015 Güz dönemi 2. sınıf jürisinde, taşıyıcı sisteme dair eleştirilerin peşinden sarfedilmiş. Böylece artık reel olanı kuramsal olanla harmanlamak bir ölçüde mümkün.

Yorum Toplumsal olarak kadın, jüriler de dahil, birey kimliğini ve yerini edinmek için (varolmak için) başkalarıyla olan ilişkilerine, parçası olmaya, bu konularda erkekten daha çok özen göstermek durumunda. Zira beklenilen kadınsı özelliklerin varlığı ve yokluğu, farklı olumsuz sonuçlara gebe. Sözgelimi sütun gibi olan kadın, mimar olarak varolamıyor. Jürilerde gördüğümüz, evlenmeye yönelik aşağılama da yine kadının seçim özgürlüğüne inanmamak, birilerinin bir şeyi olarak karar aldığını varsaymak. Güç, bu iki (eril ve dişil) düşünüşte farklı anlamlara geliyor, farklı biçimlerde ediniliyor ve farklı ifadeler buluyor. Kökleri toplumsal ilişkilerin derinlerine inen bu durum, kadının belirtilme ihtiyacının temelinde yatıyor. Zira nötr ifade, normun temsilcisi. Kadın mimar algısı da buradan geliyor, yıldız mimar Zaha Hadid’in bu sıfatla manşetlere çıkması da. Öte yandan aynı görüşe göre kadından mimar olmaz çünkü fikir üretecek altyapıya sahip değil; mezun olduktan sonra da çocuk doğurur ve mesleğini yapmaz. Kadını bir aday olarak dahi görmeyen bu düzlemde eleştiri ve eğitim, kadını daha ciddi kararlardan alıkoyarak ona renk tonları veya sunum gibi önemsiz, kontrollü, küçük bir alan

bırakıyor: Görünüş. Halbuki burada görünüşü, kamusal mekanda kendini yalnız görünüş olarak varedebilen kadının kullandığı hayli ciddi bir iletişim aracı olarak da alabilirdik. Neyin ciddi olduğunu tayin eden hakim güç düşünüldüğünde ilk yaklaşımın seçilmesi pek de şaşırtıcı değil. Durumu eğitimin hiyerarşik yapısı üzerinden de okuyalım: Bizzat öğrenme edimi, taraflar arasında mekansal düzenlemeler ve söylemler ile güçlendirilen politik bir konum tayin eder5. Jüri tarafından yapılan eleştirinin gerçekliğinden önce güdülerinin gözden geçirilme ihtiyacı buradan doğar. Çünkü jüri, kavramların çoklu tanımlara açıklığını gözardı ediyorsa, temel güdüsü aslında öğrenciyi sabitlenmiş mimar, mimarlık eğitimi, jüri gibi kavramlara “uyma” kıstasına göre yontmak. Bu güdüyü masaya yatırmak için de toplumsal dil verimli bir gösterge. Zaten eğitim ortamında hüküm süren sözlü ve yazılı dil; öğretme ve öğrenme, mekansal organizasyon ve disiplin uygulamalarıyla kendini gösterir. Bu uygulamalardan biri olan jüri de (bir hakimiyet sahibi olarak) toplumsal cinsiyeti, eğitim ortamında, dil aracılığıyla, yeniden üretir6. Jürilerde bu araç, yani dil, gelenekselleştirilir. Fakat tarihsel bir karşılaştırma yaptığımızda kullanımların nesilden nesle aktarılmadığı, her öznece yeniden üretildiği görülüyor. Farklı okulların mezunlarını, hatta aynı okulun eski ve yeni mezunlarını dinlediğimizde farklı verilerle karşılaşıyoruz. Realist tartışmalar, pozitivist analizler veya değişkenleri ölçülebilir modeller tek başlarına yetersiz, zaman da bu denklemde belki en zayıf değişken. Dolayısıyla bir gelenek değil, özgün deneyimler sözkonusu.

Sonuç Bu durumda, soruna semptomları üzerinden yaklaşıp sosyal tutumlardaki gerçek uyumsuzlukları yansıtan tüm dilbilimsel eşitsizlik örneklerine saldırmak, cinsiyetçi dil formlarının yarattığı psikolojik zararın farkedilmesini sağlayabilir. Örneklerde karşılaştığımız sözcüklere cinsiyetçi olmayan alternatifler üretmek (dilin değişken varlığına basitleştirici bir bakış olsa da) insanları dil kullanımlarının başkalarını nasıl etkilediği üzerine düşünmeye zorlamak için geliştirilebilecek çoklu stratejilerden biri7. En azından kimliği örseleyen formları tespit etmeyi kolaylaştırır. Böylece erilin nötr ve belirtisiz oluşu sorunsallaştırılarak


65 KAVRAM

dilbilimsel varsayımların kültürel tabanına inilebilir. Kültür ile dil arasındaki ilişkiyi tek yönlü değil çok yönlü geçirgenliğiyle ele aldığımızda görüyoruz ki sosyal değişimin dili değiştirmesi gibi dilin de sosyal değişim üzerine doğrudan ve dolaylı etkileri var. Dili erilleştirmek yerine dişil dilden öğrenileceklerin peşine düşmek, gerçek dünya sorunlarıyla uğraşmak için neyin kabul edilebilir olduğuna dair jürilerden alışık olduğumuz bilmiş yaklaşımdan daha faydalı. Günümüzde çözüm arayışının baskın olduğu modern yaklaşımın postmodern kimlik sorusuna bir geçiş yaptığını yadsımıyorum. Toplumsal cinsiyet dilinin inceleneceği tek alan da elbette hiyerarşik güç savaşımlarının bolca parazit yaptığı mimarlık lisans jürileri gibi bir alan değil. Yine de feminist dilbilim araştırmasının sözlü ve yazılı dilde saklı ideolojik ilişkileri saydamlaştırarak toplumsal cinsiyet normlarına meydan okumada oynayacağı rolleri bugünün mimarlık jürilerinde aramak mümkün -hem bir çözüm hem de yeni bir soru olarak. ■ Çağda Türkmen, Mimar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Yüksek Lisans Öğrencisi.

Yağmur Yıldırım ■ Geçtiğimiz aylarda, sözlük yayıncısı Merriam Webster 2017 Yılının Kelimesi’ni “feminizm” olarak duyurdu. Merriam Webster’ın açıklaması, 2017 yılının en çok aranan kelimesi olan feminizmin, 2016 yılına göre %70 oranında bir artışla arandığını belirtiyor. Bu artışı, kadın hakları mücadelesinin dünya gündeminde ve popüler kültürde son dönem görünürlüğüne koşut olarak görmek mümkün: ABD ve Avrupa’nın seçim sonrası atmosferindeki yükselen cinsiyetçi ve ırkçı söylemler ile hak ihlalleri, kadınların öfkesine, yeni proaktif eylem biçimlerine ve kitlesel katılımlı dünya çapında Women’s March yürüyüşlerine yol açtı. Etkin güncel hareketler Siyah Hayatlar Önemlidir ve LGBTQ ile dirsek temasındaki feminist eylemler, yıl içinde müzelerden parlamentolara sayısız alana taşındı. Yıldız isimlerin de dahil olduğu pek çok kadın, hikayelerini gazetecilerle ve birbiriyle paylaşmak için öne çıkarken, aktardıkları cinsel istismar ve taciz vakaları birbiri ardına haberlerde bomba etkisi yarattı. Bu adımlar, sosyal medyadaki #MeToo kampanyası ile birlikte yüz binlerce kadının katıldığı dünya çapında bir harekete dönüştü. “The Handmaid’s Tale” gibi TV dizilerinin ya da “Wonder Woman” gibi gişe filmlerinin kitlesel popülerliğinin de feminist meselelere dikkat çekmede etkili olduğu iddia edilebilir. Milyonlarca kişinin canlı olarak izlediği prestijli müzik, sinema,

sanat etkinliklerine, sektördeki kadınların hak mücadelesine dair konuşmalar ve gösteriler damga vurdu -protestoların gerçekleştiği 75. Altın Küre Ödülleri törenindeki atmosferi Oprah Winfrey, “Ufukta yeni bir gün var” diye özetlemişti. #MeToo’nun mimarlık alanına sıçraması da çok sürmedi; Richard Meier’in cinsel taciz skandallarının patlamasının ardından, mimarlık dünyasındaki cinsel istismar ve taciz vakalarının ifşa edildiği ve binlerce katılımcısının bulunduğu açık kaynak liste, paylaşılmaya ve büyümeye halen devam ediyor. The Architectural Review’un senelik Mimarlıkta Kadınlar anketi, RIBA’nın “Kadınlar Neden Mimarlığı Bırakıyor?” araştırması gibi çalışmalar yaygınlaşıyor, senelik kongresine yalnızca erkek konuşmacıları dahil eden AIA (Amerikalı Mimarlar Enstitüsü) örneğindeki gibi, kadın mimarlar protesto mektupları yayımlayarak programların daha katılımcı bir anlayışta değiştirilmesini sağlıyor. Venedik Mimarlık Bienali’nin Mayıs ayındaki açılış gününde Odile Decq, Farshid Moussavi ve Manuelle Gautrand’ın örgütlemesiyle kadınlar bienalin yerleşke girişini işgal etti, meslekteki ayrımcılığa ve istismara karşı birarada mücadele çağrısında bulundukları, “we will not stand silent” (sessiz durmayacağız) isimli bir manifesto yayımladı. Merriam Webster’ın duyurusunun da işaret ettiği üzere, geçtiğimiz yıl feminizm geniş kitlelerde büyük yankı uyandırdı -ne olduğu, güncel arayışları ve biçimleri üzerine tartışmalar sıcak ve kapsamlı bir gündem oluşturdu.

ARREDAMENTO

Notlar: 1 Temelde toplumsal cinsiyet odaklı bir çalışma olmasa da ekonomi politik gücün okunduğu bu küçük farklılıklara ilişkin bkz.: Grayson Perry, “The Vanity of Small Differences”, All in the Best Possible Taste, CerModern, Ankara, 2015. 2 Kültürel üstyapıyı Marx’ın düşüncesindeki gibi sosyoekonomik altyapının salt bir yansıması değil, sistemin aktif bir bileşeni olarak görenhegemonya kuramı ve bunun güce erişimi olmayan gruplarca rıza yoluyla eğitimde nasıl yeniden üretildiğine ilişkin bkz.: Antonio Gramsci, “On Education”, Selection from Prison Notebooks, ed.: Quentin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith, Lawrence &Wishart, Londra, 1971, s. 162-190. 3 Kadının dildeki yersizliği ve yetersizliği için bkz.: Robin Tolmach Lakoff, “Language and Woman’s Place”, Language and Woman’s Place: Text and Commentaries, ed.: Mary Bucholtz, Oxford, 2004, s. 39-75. 4 Kadına/dişil olana atfedilen sıfatlara ilişkin bkz.: Levent Şentürk, “Eril Perspektifler”, Kuir Mekân, Kült, 2015, s. 100-105. 5 Öğreten ve öğrenenden müteşekkil eğitimin güç dengeleri için bkz.: Jacques Rancière, “Açıklayanın Düzeni”, Cahil Hoca: Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders, çev.: Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2017, s. 12-16. 6 Eğitim eyleminin yeniden ürettiği toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin bkz.: Joan Swann, “Schooled Language: Language andGender in EducationalSettings”, The Handbook of Language and Gender, ed.: Janet Holmes ve Miriam Meyerhoff, Blackwell, 2003, s. 624-644. 7 Toplumsal cinsiyet diline ilişkin stratejiler için bkz.: Sara Mills, “Language Reform”, Language and Sexism, Cambridge, 2008, s. 77-99.

Feminist Mekansal Pratikler ve Üç Konuk

1 “Street Interrupted”, 2010 (©muf architecture / art: muf.co.uk)


KAVRAM

66

“Feminizm” kelimesinin İngilizce bir sözlükte ilk boy gösterişi 1841 yılında olur: Noah Webster, feminizmi “kadınların özellikleri” olarak tanımlar. Sözlükteki bugünkü tanımı ise, “cinsiyetlerin politik, ekonomik ve sosyal eşitliği kuramı” ve “kadın hakları ve ilgileri yararına örgütlü faaliyet” biçimindedir1.

ARREDAMENTO

Toplumsal ve politik bir hareket olarak feminizmin kendisi de tarihi boyunca evrilir, giderek daha çoğulcu bir kavrama dönüşür. Bu evrim bir dizi “dalga” üzerinden takip edilebilir: 19. yüzyıl sonunda erkeklerin tekelindeki siyasete girmeyi ve yasal haklar edinmeyi hedefleyen ilk dalganın ardından, 1960-1970’li yılların politik ve toplumsal çalkantılarında ikinci dalga ortaya çıkar2. Emek mücadelesi ve savaş karşıtı eylemlerle beraber ilerleyen ikinci dalga, kadınları ev işlerini bırakarak sokağa çıkmaya çağırır, daha geniş bağlamlarda politik ve kültürel eşitsizliklerle mücadeleyi bünyesine katar. Psikanalizde ve post-yapısalcı düşüncede yeni çalışmaların ses getirdiği 1980’li yıllardan itibaren ise, kadınlığı ve cinsel farkı kucaklayan feminist yaklaşımlar yaygınlaşır; özellikle Luce Irigaray, Julia Kristeva, Hélène Cixous gibi Fransız post-yapısalcı isimlerin çalışmaları bu anlayışta etkili olur. Kimlik politikalarının ve etnisite, sınıf, cinsel yönelim ve cinsellik tartışmalarının çeşitlendiği 1990’lı yıllarda, post-kolonyal ve queer ifadelerle etkileşimli üçüncü dalga feminizm yeşerir. İkinci dalga feminizmin söylemlerini beyaz-orta sınıf-heteroseksüel ayrımcılığı yarattığı gerekçesiyle eleştiren üçüncü dalga, çeşitliliğe kucak açan kapsayıcı bir tavrı benimser. Kadın-erkek, kültür-doğa, kamusal-özel gibi sabitlenmiş ikili yapıları hedef alır, bu yapıların daha çoğulcu ve akışkan yeni anlayışlarını talep eder. Feminizmin bugünkü çerçevesini çizerken, cinsiyeti yalnız biyolojik bir fark değil, aynı zamanda güç ilişkilerini işaret eden politik bir talep olarak ele aldığını, farklılıkları keşfetme ve bu farklılıklarla birarada yaşama yolları arayışında olduğunu, eleştirel düşünce, bilgi ve aktivizm yoluyla toplumsal ve etik adalet için mücadele ettiğini belirtmek mümkün. bell hooks, feminist hareketin “grupların örgütlü bir stratejiyle biraraya gelerek patriyarkayı bertaraf etmek için eyleme geçtiğinde” oluştuğunu, “patriyarkanın görmezden geldiği ya da baskı altına aldığı tüm bedenlerin, kimliklerin, seslerin ve bakış açılarının hak mücadelesini kapsayan geniş bir vizyon olduğunu” söyler3. Cinsiyet sorunu bugünün daha kompleks bir imtiyazlar sorununun bir parçasıdır;

feminist materyalist, queer, post-kolonyalist gibi perspektiflerin biraradalığı, majör figürleri kutsayan ve yoksun kesimleri göz ardı eden normatif yapılara eleştirel yaklaşımlar yaratır. Judith Butler bu yoksunluğu prekaryalık üzerinden betimler; sosyal normların belirli toplulukları “yası tutulamaz” ya da “elden çıkarılabilir” olarak belirlemesine karşı, farklı prekarya grupların biraradalığını, gücün yeşerdiği bir ittifak alanı olarak değerlendirir4. Luce Irigaray, eğer demokrasi her bireyin kendi bireyselliğini yaşaması ve ortak bir varoluşun paylaşılması ise, o halde daha demokratik ve sürdürülebilir bir yaşamın aynılığın ya da eşliğin değil, ancak farklılığın gözetilmesi ve korunması yoluyla yaratılabileceğini söyler. Ona göre, “kişiselliğimizi, arzularımızı, mutluluğumuzu kaybedeceğimiz meçhul bir topluluğa düşmekten” kaçınmanın tek yolu budur5. Başka bir deyişle, tüm özneler birbirinden ayrı dünyalarda ayrı fiziksel, psikolojik, biyolojik, cinsel, ruhsal, tarihsel özelliklere sahiptir ve bu yüzden kurtuluşun ya da sevginin yolu ancak ötekinin varlığının farkında olmak ve farklılıkların çoklu dünyalarını korumak ile mümkündür. Irigaray mevcut yapıyı eril bir dünya olarak niteler ve bu yapı içinde yeni bir yaşamın gerekliliğini belirtir; farklı kültürleri mümkün kılacak yeni dilleri teşvik eder. Irigaray için bu, kişinin kendisine uymayan bir geleneğin hapishanesinden kaçabilmesinin ilk adımıdır6. Hélène Cixous’nun écriture féminine, yani dişil yazın olarak adlandırdığı fikir, yeni olanaklar doğuracak bu yeni dillerin temel eleştirel araçlarından biri olarak görülebilir; yeni ifade ve algılama biçimleri yaratarak kapsayıcı ve çoğulcu biraradalık biçimlerine imkan sunduğu iddia edilebilir. Sosyal ilişkilere etki eden mekansal üretimin bir parçası olarak mimarlık, doğası gereği politiktir; yapılı çevreyi şekillendirerek, mekanda gömülü güç ağları ile doğrudan etkileşimdedir. Irigaray, mimarların temel uğraşlarından birinin feminizmi düşünmek olması gerektiğini, bunun demokrasiyi yeniden düşünmek adına esas olduğunu belirtir7. Feminist bir bakış açısı, mimarlık mefhumunu her öznenin bireysel ifade talebine yanıt verebilecek, farklılıkların gözetilerek öteki ile sürdürülebilir birliktelikler yaratacak ortak bir zemin inşa etmek için eleştirel bir yaklaşımla ele alır. Mimarlıkta feminist yaklaşımları benimseyen tüm dünyada giderek artan sayıda otonom ve üretken topluluk,

konuşmalar, yayınlar, eylemler, müdahalelerle yeni söylemler, yeni temsil biçimleri ve yeni bilgi üretme yolları yaratıyor. Bu işbirlikçi ağlar, daha demokratik ve çoğulcu bir mimarlık düşüncesinin temellerini oluşturacak yeni diyaloglar inşa ediyor; tarihyazımından yere ve topluluğa özgü mekansal üretimlere, cinsiyete duyarlı pedagojilerden yeni muğlak roller geliştirmeye uzanan çeşitli araçlarla mevcut güç ilişkilerini hedef alarak alt üst etmeyi amaçlıyor. Bu girişimlere, yöntemlerine, etkileşimlerine, araçlarına, taktiklerine ve daha çoğulcu bir dünya için “etik mimarlıklar” taleplerine daha yakın ve eleştirel bir bakış elzem -özellikle ötekinin görünmez kılındığı, zenofobinin yükseldiği, nefret suçlarının neredeyse gündelik bir meseleye dönüştüğü bugünün dünyasında. Feminizmin daha demokratik ve sürdürülebilir bir dünya için mücadelesi, gezegenin kaynaklarının tükenişinin gölgesindeki ayrılıkçı politikaların ve insani felaketlerin gündeminde yeni birliktelikler ve yeni gelecekler için, bugün belki de daha kritik. Çevresel, kültürel ve ekonomik olarak sürdürülebilir bir yaşam için alternatif yaklaşımlar arayışındaki feminist mimarlık girişimlerinden, son dönemde etkin çalışan ve birbirinden farklı yöntemleri, araçları ve taktikleri olan üçünü, buradaki sınırlı yerimde aktarmak isterim.

muf architecture/art Kuruluş ilkelerini “ilginç kadınları biraraya getirmek” olarak tanımlayan muf architecture/art’ın, 20 yılı aşkın tarihi ile feminist mimarlık sahnesine katkısı kayda değer -üstelik kendisine açıkça “feminist” sıfatını atfetmediği halde. Yine de, üyelerinin de dillendirdiği üzere ince ve kurnaz bir feminist yaklaşım pratiklerinde aşikar: Özellikle politik yaklaşımı ve muğlaklık vurgusu olan projeleri, geçici etkinliklerden yazıya ya da kamusal alana müdahalelere uzanan bir çeşitlilik gösteriyor. Sıklıkla “mimarlık yapmamakla” eleştirilen muf’un “inşa etmeme” ilkesi, bilinçli bir etik duruş -bu, konvansiyonel mimarlık metodolojilerine ve yapılı çevre üretmedeki sınırlarına yönelik muf’un eleştirisi8. 1996’da Liza Fior, Katherine Clarke ve Juliet Bidgood tarafından kurulan muf, çalışma biçimini “danışma” ve “işbirliği” kelimeleri ile açıklıyor. Onlar için, bu iki kelime mutabakat belirttiği halde, gerçekte tersini yansıtıyor -kendi sözleri ile kamusal alan “asla temizce çözülemeyecek tartışmalı taleplerle ve uyuşmazlıklarla betimlenebilir”. Buna


67

2

karşı muf, kamusal alanda “geçici cömertlik ve misafirperverlik anları” öneriyor; böylece “tasarlanmış bir akıbeti olan ortak bir zemin”den ziyade, “hem fiziksel hem kavramsal olarak tüm seyirlerde emsal deneyimli mekanlar” yaratmayı amaçlıyor9. muf’un işleri, trafik yılgını Londralıların serbest zaman geçirebilmeleri için Londra caddelerini piknik masaları, çocuk oyuncakları ve büfelerle işgal etmekten, erkeklerin müdavimi olduğu bir bilardo salonu sebebiyle genç kızların rahat zaman geçiremediği bir sokağı yollarını, lambalarını ve cephelerini pembeye boyayarak “kızlar sokağı” olarak tahsis etmeye ya da Büyük Britanya Pavyonu’nda Venediklileri Venedik Bienali’nin bir parçası yaparak böylece bienali ücretsiz ziyaret etmelerini sağlamaya uzanıyor.

için mimarlık okullarında ve diğer kurumlarda yer alıyor11”.

taking place

taking place, “müphem kolektifliğinin” yeni akışkan stratejilerini oluşturmak üzere metin, süreç ve performans temelli iletişim teknolojilerini kullanıyor; onlar için bu stratejiler “mekanın deneyiminin ilişkisel ve geçici doğasını hem işaret ediyor hem de ifade ediyor12”. Örneğin, devam eden “the Other Side of Waiting” (Beklemenin Diğer Yüzü) projelerinde, “beklemek” kavramını “insanların beklemenin duyguları, politikaları ve mekanları etrafında bir söylem paylaşmalarını sağlayacak, aynı zamanda sanal, uçucu ve görünür yollarla kolektif stratejilerle karmakarışık edecek” bir fikir olarak ele alıyor13.

Jos Boys, Julia Dwyer, Helen Stratford, Teresa Hoskyns ve Katie Lloyd Thomas tarafından kurulan grup, kendisini kadın sanatçıların, mimarların ve akademisyenlerin biraraya geldiği “müphem bir kolektif” olarak tanımlıyor; 2000 yılından beri mekansal müdahaleler, etkinlikler, yazı ve performanslar üretiyor. Feminist pratiği “formel yapıların tanımladığı mimari mekanı yeniden biçimlendiren bir pratik” olarak tanımlayan taking place, mimarlığı ve mekanın kullanımını -ismi ile müsemmabizzat “yer alarak” sorguluyor. Kendi sözleriyle taking place “mekanı yeniden icat ederek, yeniden düzenleyerek ve icra ederek, feminist teoriyi ve pratiği tartışmak

taking place’in işbirliğine dayalı yöntemlerinin bir parçası olarak bilgi paylaşımı üzerine, “Interstitial Breakfast” (Arayer Kahvaltısı) ismindeki bir seri projesini anmakta fayda var. Grup üyeleri konferans gibi etkinliklere konuşmacı olarak davet edildiklerinde, kahve aralarını ve kahvaltı etkinliklerini tartışmak ve bilgi paylaşmak için platformlara dönüştürüyor. Bunu da, üzerinde “Sanatta ve mimarlıkta müelliflik ve feminizm arasında nasıl bir ilişki var?”, “Toplumsal etkileşimli politik ve eleştirel pratikler bağlamında, feminizme özel olan nedir?” gibi sorular yazılı olan masa örtüleri kullanarak yapıyorlar. Masaların üzerine keçeli kalemler

ARREDAMENTO

İşlerinde “ötekinin sesi”ni dahil etmek için çoğunlukla tasarım süreci açık, kendiliğinden ve muğlak bırakılıyor; ekip bunun “işgal üzerinden bir tür sahiplenme hissi”ne imkan sunduğuna inandıklarını belirtiyor. muf’un mimarlığın sınırlarını, rollerini, estetiklerini ve öznelerini ince yollarla tersyüz edişleri, bir tasarım projesi olarak kamusal alana ve kamusallığına karşı radikal meydan okumalar olarak değerlendirilebilir. Kendi sözleri ile bu müdahaleler “müelliflik kavramını değiştiren ve mimarın profesyonel rolünün

3

tarafsızlığını sorgulayan, özgürleştirici bir belirsizliğin günah çıkarışı10”.

Doina Petrescu’nun Paris’te 1999 yılında düzenlediği Alterities konferansı, muf ve Matrix gibi grupların etkilediği İngiltere feminist mimarlık sahnesinde bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Alterities konferansı, Luce Irigaray’ın cinsel fark kavramı başta olmak üzere, Fransız post-yapısalcı feminist düşüncesinden etkilenen yeni perspektifler açar. Alterities konferansının ardından İngiltere’de kurulan girişimlerden biri de taking place’tir; temel stratejisi olarak écriture féminine’i, yani dişil yazını benimser.

KAVRAM

2 Jos Boys, “Inscription”, taking place’in “the Other Side of Waiting” projesinden, Homerton Hospital, Londra, 2007-2010 (Julia Dwyer, “Inscription as a Collective Practice: taking place and ‘The Other Side of Waiting”, Design Collective: An Approach to Practice, ed: Harriet Edquist, Laurene Vaughan, Cambridge Scholars Publishing, Newcastle upon Tyne, 2009, s. 46. Görsel: Jos Boys. taking place’in izniyle). 3 taking place, “Interstitial Breakfast”, Architecture and Feminisms, KTH, Stockholm, 2016 (Fotoğraf: Sue Ridge. taking place’in izniyle).


68 KAVRAM

4 Parlour’ın etkinlik ve projelerinden (©Parlour: women, equity, architecture / archiparlour.org).

4

bırakarak, kahvaltı ya da kahve molası süresince katılımcıların masa örtülerine yanıtlarını yazmalarını bekliyorlar. Sonraki günler molalarda katılımcılarla biraraya gelerek yanıtlarını tartışıyorlar.

Parlour: women, equity, architecture Avustralya’da kadınların, özellikle yönetici konumlarda yetersiz temsil edildiği verilerinden yola çıkan Parlour: women, equity, architecture, 2012 yılında Brisbane’de “konuşmak için bir mekan” olarak kuruldu. Parlour mimarlıkta ve tasarımda kadın meselelerine dair araştırmaları, görüşleri ve kaynakları biraraya getirerek, imkanları ve alanları genişletmeyi amaçlıyor. Girişim, ismini ziyaretçilerin karşılanması için kullanılan odadan alıyor. Bir araştırma projesinden uluslararası katılımcılı aktivist bir gruba evrilen bu genç girişim, “mimarlıkta cinsiyet eşitliği için üyelerinin her birinin mücadelede kendi özgün bilgisini, ilgilerini, yeteneklerini ve yaklaşımlarını kattığını” belirtiyor, bu farklılıklarla yeni diyaloglar geliştirmeyi amaçlıyor14.

ARREDAMENTO

Parlour’un kurucularından Gill Matthewson’ın, Avustralya’daki sistematik yapısal ve cinsiyetçi modelleri ortaya çıkaran üç yıllık araştırmasının ardından, Avustralya Mimarlık Enstitüsü bir cinsiyet eşitliği politikası geliştirir15. Daha eşitlikçi bir pratik için The Parlour Guides to Equitable Practice yayımlanır16. Parlour’un esnek taktikleriyle dikkate şayan iki projesi WikiD ve Marion’s List (Marion’un Listesi). ArchiteXX topluluğundan Lori A. Brown’un girişimi olan WikiD (women, design, Wikipedia

/ kadınlar, tasarım, Vikipedi) açık bilgi kaynaklarında tasarım dünyasından kadınların yeterince temsil edilmeyişine karşı bir proje. Melbourne merkezli Parlour ve Berlin merkezli n-ails ile işbirliğinde, 2015 yılındaki Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde bir Vikipedi düzenleme maratonu organize edilerek, Vikipedi’deki kadın görünürlüğünün artırılması ve “tarihin kim tarafından ve nasıl yazıldığı”nın sorgulanması amaçlandı17. Marion’un Listesi ise ismini, Avustralya’daki ilk lisanslı mimarlardan birisi olan Marion Mahony Griffin’den alıyor. Sanal bir platform olan liste, profesyonel kadın mimarların profillerinin ilgi alanlarına ve bölgeye göre sınıflandırılabilir bir dökümünü içeriyor, mimarların kendi profillerini yaratmalarına da açık. Parlour, bu listenin amacını hem mimarlıktaki kadınların geniş bir tablosunu çıkarmak hem de konferanslar, jüriler gibi etkinliklerde cinsiyet eşitlikçi bir ortam sağlamak üzere kullanılabilecek güncel bir veri tabanı yaratmak olarak belirtiyor18. ■ Yağmur Yıldırım, Kadir Has Üniversitesi. Notlar: 1 Merriam Webster Dictionary: [https://www.merriamwebster.com/words-at-play/word-of-the-year-2017feminism] Erişim: Ağustos 2018. 2 Krista Jacob ve Adela C. Licona, “Writing the Waves: A Dialogue on the Tools, Tactics and Tensions of Feminisms and Feminist Practices over Time and Place” NWSA, 17(1), 2005, s. 197-205. 3 bell hooks, Feminism is for Everybody: Passionate Politics, Pluto Press, Londra, 2000. Meike Schalk vd., “Introduction”, Feminist Futures of Spatial Practice: Materialisms, Activisms, Dialogues, Pedagogies, Projections, AADR, Baunach, 2017, s. 13-23. 4 Judith Butler, Notes Towards a Performative Theory of Assembly, Harvard University Press, Cambridge, 2015. 5 Luce Irigaray, “Being Two in Architectural Perspective - Interview with Andrea Wheeler, Conversations,

Continuum, New York, 2008, s. 70. 6 Luce Irigaray, “How Can We Live Together In A Lasting Way?”, Key Writings, Continuum, New York, 2004, s. 123-133. 7 Luce Irigaray, a.g.e., 2008, s. 68. 8 Nishat Awan, Tatjana Schneider ve Jeremy Till, Spatial Agency: Other Ways of Doing Architecture, Routledge, New York, 2011, s. 175-176; Jane Rendell, “Critical Spatial Practices”, Feminist Practices: Interdisciplinary Approaches to Women in Architecture, ed.: Lori A. Brown, Routledge, New York, 2011, s. 24-27. 9 Melanie Dodd, “Practicing Generosity: The Hospitality of Collective Space”, Design Collective: An Approach to Practice, ed.: Harriet Edquist ve Laurene Vaughan, Cambridge Scholars Publishing, Newcastle upon Tyne, 2012, s. 54-56. 10 Feminist Practices: [http://www.feministpractices. com/bio_fior.html] Erişim: Ağustos 2018. 11 Teresa Hoskyns ve Katie Lloyd Thomas, “TAKING PLACE 8: INTERSTITIAL BREAKFAST - Making Space for Questions about Architecture and Feminism”, Field, 7(1), 2017, s. 120. 12 Julia Dwyer, “Inscription as a Collective Practice: taking place and The Other Side of Waiting”, ed.: Harriet Edquist ve Laurene Vaughan, Cambridge Scholars Publishing, Newcastle upon Tyne, 2012, s. 52-53. 13 A.e., s. 42. 14 Naomi Stead, Gill Matthewson, Justine Clark ve Karen Burns, “Parlour: The First Five Years”, Field, 7(1), 2017, s. 143-144; [archiparlour.org] Erişim: Ağustos 2018. 15 A.e., s. 143-146. 16 Parlour: [http://archiparlour.org/topics/parlourguides-to-equitable-practice] Erişim: Ağustos 2018. 17 Stead, Matthewson, Clark ve Burns, a.g.e., 2017, s. 143-146. Aynı yıl başlayan ve sanat-tasarım dünyasındaki kadınların açık bilgi kaynaklarındaki görünürlüğünü artırmayı amaçlayan, mart ayındaki senelik düzenleme maratonları halen devam eden, benim de bir parçası olduğum art+feminism oluşumuna ve düzenleme maratonlarına dair ayrıntılı bilgiyi, Arredamento Mimarlık’ın 300. sayısında yazmıştım. Bkz.: Yağmur Yıldırım, “Müşterek Bilgide Kadın Görünürlüğü. Art+Feminism’in Düzenleme Maratonu”, Arredamento Mimarlık, Nisan 2016/300, s. 150-151. 18 Stead, Matthewson, Clark ve Burns, a.g.e., 2017, s. 157.


69 KAVRAM

Mekansal Açmazlar: Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Duaçınarı Mahallesi’ndeki Mekansal Karşılıkları Yasemin Demirci ■ Kamusal alan kullanımında farklı cinsiyetler arasında büyük değişiklikler görülebiliyor. Örneğin; erkekler kamusal alana “hakim” ve rahat olabilirken kadınlar kısıtlanmış bölgelerde, otokontrolün daha yaygın olduğu mekanlarda varoluyorlar. Mekanların seçimi bile ayrışmanın otokontrolünü yansıtıyor.

1 2

“Kadınların uygun olan her vesile ile kamusal alandan dışlanarak özel alana hapsedilmesi ise para ve mülkle birlikte gelen güç ve bağımsızlığa, statü ve eşitliğe sahip olma haklarının gasp edilmesi anlamına gelmektedir. Diğer yandan, kadınların özel alanla sınırlandırılması ise kadınların denetlenmesini kolaylaştırmakta, kadını erkeğe tabi kılarak kadının erkeğin mülkü olarak görülmesine neden olmaktadır1.” Sancar, kadınların nasıl boyun eğdiğini anlamak kadar erkeklerin tahakkümü nasıl inşa ettiklerini anlamanın da önemli olduğunu ve cinsiyetlendirilmiş toplumsallığın daha bütüncül bir eleştirisini yapmanın bu sayede mümkün olduğunu söyler2. Bu açıdan baktığımızda kadının iç mekanlara kapanmışlığının yanısıra erkeğin kentsel açık alandaki hakimiyetini de incelemenin önemli olduğu aşikardır. Göle’ye göre mekan kavramı dışlama ve içermenin, kabul edilebilir olan ile yasak olanın sınırlarının belirlendiği, toplumsal ilişkilerin üretildiği bir yere atıfta bulunuyor ve belirli normlarla düzenleniyor3. Dolayısıyla bu düzenlemelerle birlikte normlar mekanda görünür hale geliyor. Bu normlar devlet tarafından tanımlandığı kadar, mekan kullanıcılarının da oluşturduğu ortak bir havuzdur.

“… kamusal mekan kavramı, kadınların kamusal alan ile ilişkisini incelemek istediğimizde hem nasıl dışlandıklarına hem nasıl ve nerede kendilerine özgü kamusallıklar yarattıklarına ışık tutuyor4.” Bursa’nın Duaçınarı Mahallesi farklı mekan kullanımları ile kadınların içeriye yani özel alana aidiyeti, erkeklerin dışarıya yani kamusal mekana hakimiyetlerini gözlemleyebilmenin ötesinde, kadınların kendilerine açtıkları alternatif mekanların

1 Duaçınarı Mahallesi, kırmızı işaretli alan meydanı: Dairesel işaretlemeler kadınların kullandıkları mekanları gösteriyor (Fotoğraf: Yasemin Demirci). 2 Erkeklerin kullandığı meydan (Fotoğraf: Yasemin Demirci).

keşfedilebileceği bir yerdir. Bu tür alanlar komşularla bağın, sosyal ilişkilerin yaşandığı mekansal birimlerdir. Dolayısıyla burası kadınlar için vazgeçilmez alanlardır. Duaçınarı Mahallesi, kent merkezine yakın bir konut ve ticaret bölgesidir. Meydanlar, kentte ve özellikle o mahallede yaşayanlar için önemli bir karşılaşma, buluşma noktasıdır. Dolayısıyla, böyle alanlarda farklı kimliklerin bulunması kamusallığı güçlendirir. Fakat Duaçınarı’nda bulunan ve harita üzerinde kırmızı

ARREDAMENTO

Özel alanın kadına bırakılması ama aynı zamanda da erkeğin denetiminde olması bir problemken, bu alanın kadınların kurtarılması gereken bir hapishane gibi sunulması eşitsizliğin yeniden üretilmesine

ve mekansal ayrımın beslemesine neden oluyor. Oysaki burada tartışılacak örnekte de görüldüğü gibi kadınların özel alanla kamusal alan arasında kendilerine alternatif mekanlar kurdukları durumlar da var.


KAVRAM

70

ile işaretlenen alan sadece erkeklerin kullandığı bir meydandır. Meydanların her ne kadar toplumdaki her kesime açık olduğu düşünülse de buradaki örnekte sınırlar vardır. Zamanla çevresindeki kahvehanelerin sayısı arttığından; meydan, kahvehanelerin açık alanlarının devamı niteliğinde kullanılır olmuştur. Dolayısıyla meydan özelliğini de yitirmiş ve kahvehanelerin tanımladığı sınırlandırmalar buraya taşınmıştır. Kahvehanelerin ev ve iş dışında bir sosyalleşme mekanı olması, kent parçasının bir kısmının bunun için ayrılması ve rahat erişilebilmesi her ne kadar iyi işleyen bir kamusal mekanı tanımlıyor gibi görünse de burayı sadece erkeklerin etkin kullanması negatif bir etki yaratmaktadır. Kentin imkanlarının tek bir kesim tarafından aktif olarak kullanılması ve dolayısıyla pek çok alandaki eşitsizliği, kentsel mekan üzerinden tekrar üretmesi problemli gözükmektedir. Farklı kullanıcıyı (burada özellikle cinsiyet bağlamında ele aldığımızda, kadın kullanıcıları) içermemesi mekanın dinamizmini, aynı kişilerin/ kesimlerin kullanılmasıyla durağanlaştırır.

Dairesel işaretli mekanlar ise evlerin aralarında kalan boşlukların tanımladığı ve genellikle kadınların kendi sınırlayıcı kamusallıklarını oluşturduğu alanlardır. Bu sınırlar yapılar ve bölücü duvarlar ile fiziksel olarak varlık gösterirken, bir yandan da toplumsal yapı içerisinde mahremiyeti yeniden inşa eder. Kadına ilişkin mekan çalışmalarında akla gelen ilk kavramlardan biri mahremiyettir. Ataerkil kültürlerde mahremiyet ev ve beden ilişkisi üzerinden söylemselleştirilir. Bedenin sürekli güvende ve kontrol altında olması gerektiği hatırlatıldığı için, kadın bu güveni ve denetimi vadettiğini düşündüğü mekanlarda sosyalleşmeyi tercih eder. Bunlar eve yakın ya da evle bağlantılı yerlerdir; avlular, bahçeler, teraslar gibi kolay kolay iç-dış ayrımı yapılamayacak ara mekanlardır. Evin iç mekanından ayrışsa da tam olarak dışarıda yani kamusal alanda değildirler. Kadınlar, ataerkil toplumun mahremiyet tanımının dayattıklarını bir ölçüde de olsa yerinden edebilmek için kendisine yeni kamusallık durumları yaratırlar.

Yapı öbeklerinin arasında kalan bu bahçe/ iç avlular halı yıkamak, yün çırpmak, tandırda ekmek ve yemek yapmak gibi domestik birtakım işlerin görüldüğü evin bir uzantısı niteliğindedir, bir nevi halen özel alanın sınırları içerisindedir. Üstelik evin iç mekanında görülemeyecek bazı işlevler için de tamamlayıcı bir mekan sunar. Bu yüzden güvenli olmasının yanında hem meşru hem de işlevseldir. Gözlemlerime göre ise bu alanların birincil işlevleri açık havada sosyalleşmektir. Ev işlerinin sürdürülmesi ikincil bir kullanım olarak görünmektedir. İlginç olan ise bu alanlar kendiliğinden kapalı mekanlar gibi gözükseler de bir örnekte üç tarafı kapalı, yol tarafından ise açık olan bir bahçenin duvar örülerek tamamıyla kapalı bir yer haline getirildiğine tanık oldum. Örülen bu duvarla bahçenin dışarıdan görünmesi engellenmiş, kadınlar mahremiyetlerini sağlamış ve kendi deyimleriyle kendilerine güvenli bir yer edinmişler. Dolayısıyla mahallede teraslarda, göz hizasından yüksek duvarlarla çevrili alanlarda ya da zaten görülmeyen kapalı iç mekanlarda kendi kamusallıklarını üretiyorlar. Dışarıdan görünmek istemedikleri çok açık ve tercih ettikleri bu mekan kullanım biçimi, toplumsal cinsiyet ile yakından ilişkili. Bu ara mekanlar, mahremiyet ile o kadar güçlü bir ilişki kurarlar ki yerinden edilmiş bir iç mekanın, mahremiyet ile mekan arasındaki ilişkinin yeni bir tanımına tanık oluruz. Mahrem olan mekana dair bir veri sunsa da, aslında mahrem olan bir mekan değil, mekanlar arasındaki ilişkidir5. Burada da bu ilişki bir bölücü

3

ARREDAMENTO

4

3 Kadınların kullandığı alanlara örnek olarak, bahçe (Fotoğraf: Yasemin Demirci). 4 İki Farklı Mekan Kullanımı: Solda: Kahvehanelerin genişleyerek kapadığı meydan; sağda: Kadınların aktif olarak kullandığı kapalı ve açık mekanlar (Fotoğraflar: Yasemin Demirci).


71

Butler, toplumsal cinsiyete dair güçlü eleştirisini sunarken şöyle sorar: “Dişile özgü” bir alan var mıdır6? Buna basit bir biçimde bu ara mekanlara işaret ederek cevap vermek mümkün olsa da Butler’ın sorusunun devamı dikkat çekicidir: Varsa da bu çerçeveyi eril-dişil ikiliği kurar, der. Colomina’nın bahsettiği mahremin mekanla ilişkisini, Butler’in sözünü ettiği eril-dişil ikiliğinden kaynaklanan mekansallıklar destekler. Dahası, bu mahallede dişilin istediği mekansal ilişkiyle erilinki aynı düzlemde varolur, ikisi de öteki olanla iletişimin olanaksızlığından bahseder. Bu iletişimsizlik duvarla temsil edilir. Burada duvar bir sınırdır ama sadece bununla da yetinmez. Duvarın sokağa açık tarafında farklı, diğer tarafta farklı bir mekansallık vardır. Bu mekansallık özel alanın da ötesinde ikisi arasında ara bir mekan oluşturur. Duvar böylece görüneni örter, ama onu örterek ve muhafaza ederek ikili bir işlev kurar. Dolayısıyla artık, bunun kadınların kendini kapatma isteği mi yoksa evden çıkmalarının ilk adımı mı olduğunu sorgulamak gerekir. Dahası bunun sebebi, muhtemelen kamusal alanda bulunma seçeneğinin hiç tanınmamış veya arzu duyulan bir şeye dönüşmemiş olmasıdır. Bu da tam olarak toplumsal cinsiyetin kodlarından biri ile; kadının evle ilişkilendirilmesi, dolayısıyla da eve yakın olma isteği ile örtüşür. Eve yakın olarak bahçelerde, teraslarda yani ara mekanlarda varolur.

Kadının toplumdaki rolü ev, aile ve yakın çevresiyle tanımlanırken ve buradaki gibi sınırlı ilişki içerisindeyken, erkeğin rolü

Kentte Yürümek: Feminist Perspektifler

Mekan sadece fiziksel bir yapı bileşeniyle ve sadece onunla etkileşim halinde olan kullanıcı ile değil, sürekli bir dinamizm etrafında yenilenerek, gündelik yaşam içinde nasıl kullanıldığı ile tariflenir. Bu tarifte toplumsal cinsiyetin bu denli etkin olmasının sebebi bu dinamizmin belki de en önemli kaynaklarından biri olmasıdır. Bu nedenle de toplumsal cinsiyeti en net olarak görebileceğimiz yer de mekanın kendisidir.

Canan Erten ■

Kadının mekanı daha çok mahremiyet üzerine tarif edilirken erkeğin mekanı dışarıya açıktır, kamusaldır. Bu cinsiyetleştirilmiş mekanın baskın bir paradigması olarak karşımıza çıkar; kadın evle, erkek kentle ilişkilendirilir8. Kadın evle o kadar ilişkilendirilir ki ev dışında bir yerde bile evin gereksinimlerini/görevlerini yapmaya devam eder. Araştırma kapsamı alanında, kadınlar evin bir uzantısı olarak yapı öbeklerinin iç avlusunda kendilerini kapatırken; erkekler meydan olarak tasarlanmış kamusal mekanı kapatarak mekansal açmaz oluştururlar. Bu da bir açmazdır çünkü “öteki” ile karşılaşmayı minimuma indirirler. Böyle bir mekan kullanımı şunu tanımlamaktadır: kadınlar, kamusal alandan sadece geçip gider, orayı etkin kullanamazlar; ya bir nevi özel mekanda bulunmalıdırlar ya da kendi sınırlarını ördükleri ara mekanları üretmelidirler. ■ Yasemin Demirci, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Yüksek Lisans Öğrencisi. Notlar: 1 A.G. Ersöz, “Özel Alan / Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın “Doğası” ve Kamusal Alandan Dışlanmışlığı”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, 2015, 80-102. 2 S. Sancar, Erkeklik: İmkansız İktidar, Metis Yayınları, 2008. 3 N. Göle, Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, Metis Yayınları, 2012. 4 E.E. Akşit, “Kadınların Mekansal Davranışlarının Siyasal Niteliği”, Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları: Eşitsizlikler, Mücadeleler, Kazanımlar, Koç Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 179. 5 B. Colomina, Mahremiyet ve Kamusallık, Metis Yayıncılık, 2009, s. 28. 6 J. Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, Metis Yayıncılık, 2005, s. 47. 7 A.G. Ersöz, a.g.e. 8 J. Rendell, “Introduction: ‘Gender, Space’”, ed.: J. Rendell, B. Penner, L. Borden, Gender Space Architecture, Taylor&Francis, 2003, s. 103.

1 Merriam-Webster Sözlük, “cinslerin politik, ekonomik ve sosyal eşitliği teorisi” olarak tanımladığı “feminizm”i, geçtiğimiz sene internet sayfasındaki arama sayısındaki radikal artış nedeniyle yılın kelimesi seçtiklerini duyurmuştu1. Peki, ne olmuştu da bunca insan birdenbire feminizmin anlamını (ya da sözlük tanımını) öğrenme ihtiyacı duydu? Tamamını bilmek mümkün değilse de, muhtemel nedenlerden ilk akla gelen ikisi, Trump’ın Amerika Başkanı seçilmeden hemen önce basına sızan cinsiyetçi ses kayıtları sonrası kadınların düzenlediği feminist sokak protestoları ve Yapımcı Harvey Weinstein’ın Hollywood’da uzun yıllardır devam ettiği cinsel saldırılarının oluşan tepkiler sonucu yargıya taşınması olabilir. Bu olaylara karşı oluşan büyük tepki başka meslek gruplarına ve coğrafyalara da yayılarak genişleyen, kadınların mesleki ve özel hayatlarında yaşadıkları cinsel taciz ve ayrımcılık hikayelerini #MeToo etiketiyle internette paylaşmalarını tetikledi. Bunlarla birlikte, dünyanın çeşitli metropollerinde büyük ölçekli katılımlarla gerçekleşen kadın yürüyüşlerinin geçtiğimiz iki sene boyunca kadınlara kamusal alanda seslerini duyurmaya başladıkları ve haklarını talep ettikleri bir alan açtığı söylenebilir2. Bir değişim dalgasının tetiklendiği açık. Yakın zamanda bu konuda ardı ardına gelen haberler arasında bana göre en çarpıcı olanlarından biri, Tokyo Tıp Okulu’nun 10 yılı aşkın süredir, giriş sınavlarındaki puanlarını değiştirip düşürerek kadın adayların okula girmelerini engellediklerini kabul ettikleri ve kadınları doktorluk mesleği dışında bıraktıkları için basın toplantısıyla özür dilediklerini açıklamaları olayıydı3. Geçtiğimiz birkaç sene içinde sosyal medyada, basılı medyada ve akademide kadın hakları ve feminizm tartışmalarının arttığını, konunun daha fazla mecrada tartışılır olduğunu gözlemlemek mümkün. Öyle ki, bazıları bu yeni döneme 4. dalga feminizm adını koymuş bile4. Merriam Webster’ın feminizm için yaptığı ikinci tanımın ise, ilkine göre biraz daha tartışmalı olduğu söylenebilir: “Kadın hakları ve çıkarları adına düzenlenen

ARREDAMENTO

Erkekler ise duvarlar örmese de meydan mekanını kendi hegemonyasını kurmak için dönüştürür; bir nevi onlar da kendi kamusallıklarını oluştururlar. Mekan sadece fiziksel gerçekliğiyle varolmaz; onu kullanan, değiştiren/dönüştüren kullanıcılarla sürekli bir dinamizm içerisindedir. Kadınlar burada kentsel kamusal mekanı kullanamasalar da sadece evin yakın çevresinde ve görece daha kapalı, dışarıya açılmayan ve görünmeyen mekanlarda bulunsalar da bu özgürleşmelerini sağlar.

bu sınırları aşarak kamusal alana yayılır7. Araştırmada da bu toplumsal cinsiyet rollerini; görünürlük, açıklık, kapalılık ve erişilebilirlik bağlamında mekanla ilişkisine odaklanarak Duaçınarı Mahallesi özelinde okumaya çalıştım.

KAVRAM

duvarla kurulur. Örülen bu duvar bir koruma biçimidir, ötekiyle herhangi bir diyaloğun olanaksızlığını kabul eden bir mekanın sessizliğidir. Bu içedönüklük, belli ki toplumsal cinsiyetin dayattığı mekan kullanımı ile ilgilidir. Kendilerini dışarı kapatma tarzı da şunu söyler bize: Ötekiyle herhangi bir iletişimin olanaksızlığını kabul ederek görüşü de engeller.


KAVRAM

72

örgütlü eylemler5”. İnternette düzenli takip etmeyi başardığım az sayıdaki feminist platformdan biri olan ve 2012’den beri tatmin edici çeşitlilikte yayın yapan “5harfliler” isimli sitede 2015’te yayınlanan yazısında Aslı Zengin soruyor: “Feminizm nedir ve kimin için vardır? Kime ‘kadın’ denir? ‘Kadın’ cinsiyet kimliğinde kim hak iddia edebilir? Feminizmin öznesi kimdir? Kimin feminizmi feminizm sayılır? Hangi sloganlar ve söylemler feminist sözü ve alanı belirler? Hangi siyasi talepler feminist gündemi belirlemelidir6?”

ARREDAMENTO

1 Washington DC’de ABD Başkanı Trump’ın görev kabul töreninden bir gün sonra gerçekleştirilen ve yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı düşünülen “Kadınlar Yürüyüşü”nden bir kare, 21 Ocak 2017 (Wikimedia Commons / CC BY-SA 4.0). 2 Louis Huart’ın Physiologie du Flâneur isimli kitabından bir çizim (Aubert et Cie, Paris, 1841). 3 Laura Elkin’in Flaneuse: Women Walk the City kitabı kapak görseli (Farrar, Straus and Giroux, New York, 2015).

1

Judith Butler, feminist kuramın önemli yapıtlarından kabul edilen ve 1999 yılında yayımlandıktan yaklaşık 10 sene sonra ilk kez Türkçe olarak basılan Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi isimli kitabında, Foucault’ya gönderme yaparak, iktidar sistemlerinin temsil ettiğini öne sürdüğü özneleri kaçınılmaz olarak dışlayıcı pratikler aracılığıyla yeniden ürettiğini söyler7. Feminizmin öznesinin “kadınlar” olarak tanımlanmasının, feminist siyaset için kritik olduğunu belirten Butler, iktidarın, hukuki özneleri kısıtlamayla, yasakla, denetimle ve hatta bireylerin “korunması”nı sağlayarak, sadece temsil etmekle kalmadığını, her seferinde yeniden “ürettiğini” iddia eder. Butler, “Siyasi ve dinsel ‘temsil’ alanları, özneleri oluşturup biçimlendiren kriteri baştan belirliyor; bunun sonucunda temsil yalnızca özne olarak tanınabilene bahşediliyor. Bir başka deyişle, temsile kavuşabilmek için öncelikle özne olmanın gerekleri yerine getirilmeli” diyor8.

Dolayısıyla, Butler’a göre, kadınların dil ve siyaset içinde nasıl daha iyi temsil edilebileceklerini tartışmak yeterli değildir. Bu girişimler yalnızca erkin düzenleyici hegemonyasını meşrulaştırmaya yarayacaktır. Butler, Simon de Beauvoir’nın İkinci Cins kitabındaki ünlü “Kişi kadın doğmaz, kadın olur” sözüne gönderme yaparak, “cinsiyet” (sex) adı verilen şeyin, aynı toplumsal cinsiyet (gender) gibi bir kültürel inşadan ibaret olduğunu kabul etmemiz gerektiğini söylüyor9.

Feminizmin “dalga”ları Feminist hareketin tarihini biraz araştıranların göreceği üzere feminizmin “dalga”ları bulunur. Birinci dalga, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında, ana eksende kadınların oy verme ve mülk edinme hakkı talep ettikleri hareket olarak özetlenebilecekken, ikinci dalga 1960’larda yaygınlık kazanan, kürtaj ve doğum kontrol haklarının yanısıra aile içinde ve iş yerinde eşit haklar talep eden harekete verilen isimdir. 90’larda ortaya çıkan üçüncü dalga ise, mikro-politikalara da kuram içinde alan açan, Judith Butler’ın Cinsiyet Belası kitabında, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kavramlarını ayırması ile toplumsal cinsiyetin performatif olduğunu ortaya attığı teorisi, feminizmin kendini kadınlara kapatan halini tüm LGBTİ bireylere açarak kapsamını genişletir10. Ancak, feminizmi bir denizde birbirinin ardı ardına oluşan “dalga”lar biçiminde düşünmenin, yanıltıcı bir metafor olduğu da gözden kaçmamalıdır. Tarihçi Linda

Nicholson, feminizmde dalga metaforunun, Amerika tarihindeki tüm toplumsal cinsiyet aktivizminin bir dizi düşünce etrafında toplandığını ve bu düşünce dizisine feminizm denebileceğini ima ettiğini belirtir11. Tekil bir Amerika tarihi de olamayacağını kendimize hatırlatır ve Nicholson’ın argümanındaki “Amerika tarihi” sözünü bir kenara koyarsak, aynı cümle “dünya tarihindeki” biçimde de okuyabilir. Dolayısıyla, dalga metaforu feminizm açısından indirgeyicidir. Farklı tarihsel dönem ve coğrafyalarda, farklı bireylerin benimseyeceği veya karşı çıkacağı sonsuz feminizmler vardır. Ancak, feminizmler, dalgalar gibi birbiri ardından düzenli aralıklarla belirip yok olmazlar, feminizmin sürekliliğini ya da süreksizliğini yaratan düşünceler arası çarpışmalar, çelişkiler ve didişmelerdir.

2 Kentte yürümek ve feminist perspektifler “Düşünmek, üretim odaklı toplumda genellikle hiçbir şey yapmamak olarak düşünülür ve hiçbir şey yapmamak zordur. Hiçbir şey yapmamak en iyi, bir şey yapıyormuş gibi yaparak saklanır ve hiçbir şey yapmamaya en yakın şey de yürümektir12.” Merriam-Webster Sözlük, Fransızca flâner fiilinden türeyen “flâneur” ismini, “şehirde başıboş dolanan adam” olarak tanımlıyor13. Kentte yürümek, aylaklık etmek, amaçsızca dolaşmak, Baudelaire’in 19. yüzyıl ortalarında yayımlanan Modern Yaşamın Ressamı’nda kurduğu hayali flanör (flâneur) karakterinden, Benjamin’in Pasajlar’ında derinleşen metropolün modern gözlemcisi flanöre, Durumcuların kentte sürüklendiği dérive yöntemine çok sayıda yazar ve düşünür tarafından uzun yıllardır tartışılageldi14. Ancak, flanör kavramının eril yapısının, hem günlük hayatta hem de dildeki temsilinin, sokakları deneyimlemeyi kadına kapatan yapısını tartışmaya açan yayın sayısının sınırlı olduğu söylenebilir. Metropolde yürümeyi feminist perspektiften ele alan Lauren Elkin’in Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar isimli kitabı, dönem dönem farklı bağlamlarda yeniden gündeme gelen “flanör” (flâneur)


73 KAVRAM

2

kavramını, toplumsal cinsiyet, kadının kamusal alandaki varlığı ve görsel temsili konuları üzerinden, erilden dişile çevrilerek “flanöz”ler (flâneuse) üzerinden tartışmaya açan bir edebi eser15. Yazarın hayatını geçirdiği beş metropoldeki (Paris, New York, Tokyo, Venedik ve Londra) kişisel sokak tecrübelerini aktarıyor. Kitap, içinde bulunduğumuz yıl içinde İngilizce’den Türkçe’ye çevrilerek yayımlandı. Elkin, kitabında, feminist kimliğin çoğul ifadelerine vurgu yaparak, mimarlık, kent ve feminizm arasındaki bağlantılara odaklanırken, kendi dönemlerindeki kültürel normları esneten bir dizi kadının hikayelerinden de alıntılar yapıyor.

“…Her kent bir dildir, bir olasılıklar havuzu; yürümekse bu dili konuşma, varolan olasılıklardan seçim yapma eylemidir. Nasıl dil söylenebilecekleri kısıtlıyorsa, mimarlık da öyle nereye yürünebileceğini kısıtlar ama yürüyen kişi oraya gitmek için başka yollar icat edecektir18.” Yürümenin farklı biçimlerini konu alan Wanderlust: A history of Walking kitabında yazar Solnit, Jane Austen’in

1813 yılında yayımlanan Gurur ve Önyargı kitabındaki kadın kahraman Elizabeth’in yalnız yürüyüşlerini ele alır. Bunları kadını evin ve ev sakinlerinin sosyal alanından çıkartarak bağımsızlığı geri veren, düşünmek için özgür olduğu büyük ve yalnız bir dünya yaratan bir eylem, onun için hem fiziksel hem de zihinsel özgürlüğün temsili olduğunu söyler19. Bu anlamda, kentte başıboş düşünerek dolaşan Elizabeth’in de bir tür flanöz olduğu söylenebilir. Ancak, tahmin edileceği üzere, kadınların yürüme deneyiminin “flanerie” dışında da birçok türü bulunuyor. Metropolde yalnız yürümek, bir protesto olarak topluca yürümek (8 Mart Emekçi Kadınlar Gece Yürüyüşü ya da ABD’deki “Women’s March” organizasyonları vb.), geceleri yürümek, kırsalda yürümek, hac yürüyüşü benzer sembolik yürüyüşler biçiminde çoğaltabileceğimiz örnekler bunlardan bazıları. Kadın olarak bunları yapmaksa, tarihin farklı dönemlerinde, neredeyse anarşist ve özgürleştirici bir eylem olarak okunabilecek bir alt başlık açılmasını gerektiren özel bir durum oluşturabiliyor. Solnit kitabının bir bölümünü, gece sokaklarda gezen kadınlara ayırıyor: “Gece yarısından sonra yürüyüş: Kadın,

ARREDAMENTO

Elkin, kitabın ilk bölümünde, Janet Wolff’un bundan yaklaşık otuz yıl önce 1985’te yayınlanan Görünmez Flanöz: Kadınlar ve Modernitenin Edebiyatı isimli kitabında sorduğu “Kadın flanör (ya da flanöz) var mıydı, varsa edebiyattaki ve görsel kültürdeki temsilleri nerede?” sorusuna cevap arıyor16. Kitabın geri kalan bölümleri ise, yazarın bir dönem yaşadığı metropol ve o kentteki kültürel normlara bir dönem kafa tutan bir kadın figür eşleştiriliyor. Örneğin, Paris ile Jean Rhys, Londra ile Virginia Woolf ya da Paris-Mahalle isimli bölüm ile Fransız

Yeni Dalgası sinemasının yegane kadın yönetmeni Agnès Varda, kitapta birer flanöz olarak yeniden düşünülüyor17. Ancak, kitabı alırken beklediğimin aksine, yazar, flanör kavramının eril yapısına bir eleştiri, kentte özgürce dolanan kadınlara dair daha geniş bir feminist argüman ya da toplumsal cinsiyet normlarının aşındırılmasıyla ilgili bir tartışma pek sunmuyor. Her ne kadar feminist hareketin ünlü anonim söylemlerinden biri “kişisel olan politiktir” ise de, bence kitap, kentte kadınların yürümesi, amaçsızca sokaklarda gezinmesi gibi eylemlerin dönüştürücü ve özgürleştirici yanına pek vurgu yapmıyor. Sonuçta kitap, isminin potansiyelinin altında, daha çok kişisel bir anı kitabına dönüşüyor.

3


KAVRAM

74

4

cinsellik, kamusal alan20”. Kitabın bu bölümünde değinildiği üzere, kadının kamusal alandaki varlığı, kadının sokakta yürüyüşünü dilde dahi cinselleştirebiliyor. Örneğin, Türkçe “sokak kadını” ya da İngilizce doğrudan çevrildiğinde “sokak yürüyüşçüsü” olabilecek “streetwalker” sözcüğü fahişe anlamına gelebilirken, bunun tam karşılığında sokaklarda gezen erkeklerle ilgili bir deyim bulunmuyor21.

kendini polise ihbar ettiği Manifesto’nun (Manifest des 343) imzacılarından biri olmuştur. Feminist hareketin eylemlerine destek için çektiği filmler (Amerika’da Siyah Panterler grubunun iki üyesinin polis tarafından öldürülmesi sonrasında çektiği film buna örnek verilebilir) ve tüm eserlerinde zengin çoklukta kadın karakter temsilleri üretmesiyle, feminist sinemanın önemli isimlerinden kabul edilir23.

3 Feminist sinema ve Agnès Varda

2003 yılı Venedik Bienali için “Patatutopia” isimli bir manifesto ve kalp biçimli deforme patatesleri konu edinen kısa filmden oluşan bir sanat işi üreten Varda, daha sonra farklı ortamlar ve kurumlar için sanat işleri üretmeye devam etmiştir. 2008 yılında tamamladığı Agnès’in Plajları isimli otobiyografik belgesel-film için, küçük bir balıkçı kasabasında geçen kendi çocukluğuna atfen söylediği “insanların içini açarsanız, peyzajlar bulursunuz. Benimkinden de plajlar çıktı” der 24. Varda, 2015 yılında Cannes Film Festivali’nde Palm D’or Onur Ödülü alan ilk kadın yönetmen olduktan iki yıl sonra, 2017 yılında Amerikan Film Akademisi tarafından kendisine verilen Onursal Akademi Ödülü (kendi deyimiyle “fakir Oskar”ı) ve Angelina Jolie ile yaptığı dans ile yeniden gündeme

ARREDAMENTO

1928 Belçika doğumlu Fransız fotoğrafçı, yapımcı ve yönetmen Agnès Varda, 1954’te çektiği ilk filmi La Pointe Courte’dan bugüne 50’den fazla film yönetmiş. 20 yaşında Paris’e taşınarak Güzel Sanatlar Okulu’nda fotoğrafçılık okuyan Varda, bir tiyatro firmasında fotoğrafçı olarak çalışmış22. Genellikle, sinemada “auteur kuramı” olarak adlandırılan, yönetmenin aynı zamanda senarist olduğu, öznel anlatılar yarattığı sinema türünde eserler veren Varda, Fransız Yeni Dalga Sineması’nın tek kadın üyesidir. 1970’lerde Fransa’da kürtaj yasağının kalkması için eylemlere katılmış, Simone de Beauvoir’ın hazırladığı kürtaj olmuş 343 kadının imzalayarak

geldi. İlerleyen yaşına rağmen üretimine ara vermeyen Varda, bu sene ise, Fransız sanatçı JR ile ortak hazırladıkları yeni belgeselleri Visages Villages ile en iyi belgesel film Oscar Ödülü’ne aday. Yalnız bu sefer, adayların açıklandığı törene kendi gidemediği için gerçek ölçekte bir maketini göndermiş ve diğer Oscar adayları ile fotoğraflarını çektirmiş.

Fransız yeni dalga sineması 1958 yılında ünlü sinema dergisi “Cahiers du Cinéma”da eleştirmen olarak çalışan François Truffaut, Jean-Luc Godard, Éric Rohmer, Claude Chabrol ve Jacques Rivette öncülüğünde kurulan Fransız Yeni Dalgası (La Nouvelle Vague), kendinden önceki sinema anlayışlarını reddeder. Taşınabilir ekipmanlar kullanan yönetmenler, belgesel tarzıyla ortak özelliklere sahip, “bireysel sinema” anlayışını benimserler. Ayrıca, süreksiz, fragmente, tekrarlı kurgu teknikleri ve üzün süreli sahne çekimi gibi film teknikleri uygularlar. Filmde, ön ve arka sahneleri ayırmak, ses ve görüntünün koparılması, yönetmenin yorumlarının dış ses olarak kullanımı gibi deneysel teknikleri birleştirerek anlatıda belirsizlik, karakter eylemlerinde keyfilik gibi alışılmadık yöntemlere başvurmuşlardır25.


75 KAVRAM

4 Agnès Varda’nın Fransız sanatçı JR ile birlikte çektiği Visages Villages isimli belgeselden bir kare, 2017 (©Agnès Varda, JR, Ciné Tamaris). 5 Agnès Varda’nın 80. yaşını kutladığı Les Plages d’Agnes otobiyografik belgesel filminden bir kare, 2008 (©Ciné Tamaris).

5

Amerikan Film Eleştirmeni Andrew Sarris’in “auteur kuramı” ismini verdiği düşünce, yönetmenin kişisel vizyonunun filmde hem biçimsel hem de senaryoda ifade edilmesi olarak özetlenebilir. Fransız Yeni Dalga Sineması deyince akla 5 ünlü erkek yönetmenin adı geliyorsa da, bu akımın, daha sonraları gazeteciler tarafından kendilerine “Sol Yaka” (La Rive Gauche) hareketi adını verilen, Chris Marker, Alain Resnais, Agnès Varda ve Jacques Demy’den oluşan bir alt grubu daha vardı. Bu grubun üyeleri, daha deneysel hikayeler anlatma niyetiyle yola çıkan, politik olarak sol cenaha yakın duran, belgesel ve edebiyat kökenli yönetmenlerdi26.

“Çirkinlik bir tür ölüm… Güzel olduğum sürece, diğerlerinden daha canlıyım.” Cléo Victoire Varda’nın La Pointe Courte’dan 7 yıl sonraki ilk filmi 5’ten 7’ye Cléo (Cléo de 5 à 7), 1962 yılında çekilmiştir. Corinne Marchand’ın canlandırdığı ve filme ismini veren Cléo isimli genç ve güzel bir şarkıcıyı, kanser olup olmadığını öğreneceği biyopsi sonuçlarını almayı beklediği 2 saatlik sürede (film aslında 90 dakika) Paris sokaklarında dolaşırken gerçek zamanlı olarak takip eder29. Filmin açılış sahnesinde ana karakterimiz Cléo, bir falcıda tarot kartları yorumlatırken görülür. Tarot kartlarının birinden bir iskelet çıkar, falcı Cléo’yu sakinleştirmeye çalışsa ve kartın illa ki ölüm anlamına gelmediğini yalnızca büyük bir değişim geçireceğini anlatsa da, morali bozulan Cléo falcıyı terk eder ve bir kafeye gider. Yol boyunca bulduğu çeşitli aynalarda sürekli kendini izleyen Cléo, başkalarının kendisine hayranlığının farkında bir kadındır30. Varda, filmde kentte kalabalıklar içinde görme-görülme ikiliği ile de oynar. Kadınlara ilişkin toplumsal inşalardan biri de, kadının sokakta izlenmek için yürüdüğüdür, izlemek için değil. Filmin başarında Cléo’yu sokakta herkesi kendine baktıran, inşa edilmiş feminen imajı sonuna kadar üstünde taşıyan, sarışın, topuklu ayakkabılar ve dar bir

elbise içinde dikkat çeken bir kadın olarak görürüz. Butler’ın kitabında, Riviere’den alıntılayarak tartıştığı, maskeli kadın analojisinde dişilik, “erillik isteyen” ama erilliğin kamusal görünümüne büründüğünde cezalandırılmaktan korkan bir kadın tarafından üstlenilir. Dahası Riviere’ye göre, kadınsılık ile maskelenme arasında bir fark yoktur31. Bu düşünceye göre, feminenlik de sosyal bir kurgudur, bir roldür, performatiftir. Azalan zamanının tedirginliğiyle Paris sokaklarında oradan oraya koşan Cléo, filmin sonuna doğru, kenti gözlemleyerek ve mekanı tanımaya çalışarak, falcının filmin başında söylediği gibi derinden bir dönüşüm yaşar. Varda’nın, bencil ve ayna-merkezcil olmamanın, başkalarına bakmanın feminizmin ilk adımı olduğunu söylerken kastettiği sanırım tam da budur. Rendell’a göre, yürüme eylemi aracılığıyla, zaman-mekanda fiziksel ve kavramsal olarak yeni bağlantılar yeniden ve yeniden kurulur. Ortak kamusal endişeler ve özel fanteziler, geçmiş olaylar ve gelecek hayalleri, şimdi ve burada, hem ardışık hem de eşzamanlı bir ilişki içine sokulur. Yürüyüş, aynı zamanda şehri keşfetmenin ve dönüştürmenin bir yoludur. Bu, ayaklarla yapıldığı kadar kalp ve zihinle de gerçekleştirilen bir eylemdir32. Dahası, Cléo’nun durumunda olduğu gibi, şehri keşfetmek, başka insanları görmek, kendini dönüştürmeni de sağlayabilir.

ARREDAMENTO

Agnès Varda, tüm Yeni Dalga yönetmenleri arasındaki tek kadındır. 2017 yılında verdiği bir röportajda feminizme bakışı ile ilgili şöyle diyor: “Kadın hakları için savaşıyorum, eşit ücret almak ya da eşit imkanların verilmesi gibi. Ama bunu kadın bir film yapımcısı olarak yapmıyorum, bir film yapımcısı olarak yapıyorum27”. Varda’nın cinsiyet eşitliğini savunan ve feminist film olarak nitelendirilebilecek çok sayıda üretimi var: 1977 tarihli “Biri şarkı söylüyor, öteki söylemiyor” (Une Chante, L’autre pas) filminde bir kız arkadaşın hamilelik planlaması ve kürtaj hakkı çevresinde yaşadıkları feminist aktivizm deneyimlerini merkeze alıyor28. Feminist üretimleri arasında öne çıkan, ismi en yaygın olarak bilinen ve çokça tartışılanların başında ise, 5’ten 7’ye Cléo filmi yer alıyor.

5’ten 7’ye Cléo (1962)


76 KAVRAM

6 “Cléo 5’den 7’ye” filminden bir sahne, kadın kahramanımız Cléo (Corienne Marchand) Paris sokaklarında yürürken, 1962.

6

ARREDAMENTO

Bu filmin en ilginç özelliklerinden biri, Yeni Dalga’nın da ana karakteristiklerinden olan, belgesele özgü nitelikleri olabilir. Belgesel etkisi gücünü, Varda’nın filmde kullandığı gerçeklikle kurgu arasındaki sınırları silen detaylardan alıyor. Örneğin, Cléo taksiye bindiğinde, radyoda Cezayir Savaşı’nda ölen ve yaralanan asker sayılarıyla ilgili haber duyulur. Yürüyüşünün sonlarına doğru Cléo, Fransa-Cezayir Savaşı’nda görevli izne gelmiş bir asker olan Antoine ile buluşup konuşur. Bu gerçeklik katkısı, filmi çok daha katmanlı ve 3 boyutlu hale getiriyor. Filmin sonunda yeni tanıştığı Antonie, Cléo’ya kente yeni bakma biçimleri, yeni düşünme biçimleri, yeni kentte olma biçimleri önerir. Cléo ona cevaben, bakmayı ve görmeyi öğrenmiş bir kadın olarak “Bugün her şey beni hayrete düşürüyor” diyor. Böylece film, kadının öznelliği için flanözlüğün önemi ve hatta gerekliliği konusunda bir son söz de söylüyor33. Varda’nın 5’ten 7’ye Cléo filmi, teori ve pratik arasındaki sınırlar ile sinema ve belgesel gibi disiplinler arasındaki sınırları eriten projelerdendir. Yeni Dalga’nın 1960’lı yıllardaki üretimleri öznelliğin politik olabileceğini göstermiştir. Çalışmaları, yeni sorgulama ve eylem modları üretmenin yanısıra feminist düşüncelerin çoklu temsil biçimlerini de yaratmayı başarır. Feminizmin artan popülerliğine paralel olarak Varda’ya ve filmlerine gösterilen

ilginin artışına bakılırsa, kentte yürüyen kadınlar, bugün hala kentsel aktivizm ve feminizmler için tartışmaya değer bir konu olmaya devam ediyor. ■ Canan Erten, Araş.Gör.; İstanbul Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Bölümü Notlar: 1 “Merriam-Webster’s 2017 Words of the Year”, Merriam-Webster, 2017: [https://www.merriam-webster. com/words-at-play/word-of-the-year-2017-feminism] Son erişim: 24.08.2018. 2 Alix Langone, “#MeToo and Time’s Up Founders Explain the Difference Between the 2 Movements And How They’re Alike”, Time, 2018: [http://time. com/5189945/whats-the-difference-between-the-metooand-times-up-movements] Son erişim: 25.08.2018. 3 “Tokyo medical school admits changing results to exclude women”, The Guardian, 2018: [https://www. theguardian.com/world/2018/aug/08/tokyo-medicalschool-admits-changing-results-to-exclude-women] Son erişim: 24.08.2018. 4 Ealasaid Munro, “Feminism: A fourth wave?”, Political insight, 4(2), 2013, s. 22-25. 5 Merriam-Webster, 2017: [https://www.merriamwebster.com/words-at-play/word-of-the-year-2017feminism] Son erişim: 24.08.2018. 6 Aslı Zengin, “Cinayetlere Karşı! Trans/Feminizmler ve Ortak Yaşam Mücadelesi”, 5Harfliler, 2015: [http:// www.5harfliler.com/cinayetlere-karsi-transfeminizmler]. 7 Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev.: Başak Ertür Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 44. 8 A. e., s. 44. 9 A. e., s. 45. 10 Ian Buchanan (ed.), “A brief history of feminism”, Oxford Dictionaries, 2011: [https://blog.oxforddictionaries.com/2011/03/08/ international-womens-day]. 11 Linda Nicholson, “Feminism in ‘Waves’: Useful Metaphor or Not?”, New Politics 12, sayı 4, 2010, s. 34.

12 Rebecca Solnit, Wanderlust: A History of Walking, Penguin, 2001, s. 5. 13 Merriam-Webster: [https://www.merriam-webster. com/dictionary/flaneur]. 14 Booby Seal, “Baudelaire, Benjamin and the Birth of the Flâneur”, 2013: [http://psychogeographicreview.com/baudelairebenjamin-and-the-birth-of-the-flaneur]. 15 Lauren Elkin, Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra, çev.: Doğacan Doğan, Nebula Yayınları, İstanbul, 2018. 16 A. e., s. 29-30 17 A. e., s. 260-261. 18 Rebecca Solnit, Wanderlust: A history of walking, Penguin, 2001, s. 98. 19 A. e., s. 100. 20 A. e., s. 234. 21 A. e., s. 234. 22 Agnes Varda’nın bir dönem ders verdiği, European Graduate School sayfasındaki özgeçmişinden alınmıştır: [http://egs.edu/faculty/agn%C3%A8s-varda] Son erişim: 24.08.2018. 23 So Mayer, “The Varda Variations: (Re)introductions of the Auteure in Documenteur and Beyond”, Cléo Journal, 6/1, 2018: [http://cleojournal.com] Son erişim: 24.08.2018. 24 Anne Quito-Agnes Varda, Röportaj: “The mother of French cinema says being a woman is no excuse for mediocrity”, 5 Mart 2017: [https://qz.com/923735/ the-mother-of-french-cinema-says-being-a-woman-is-noexcuse-for-mediocrity] Son erişim: 22.08.2018. 25 Simon Hitchman, “French New Wave: Where to Start”, 2008: [http://www.newwavefilm.com/new-wavecinema-guide/nouvelle-vague-where-to-start.shtml] Son erişim: 24.08.2018. 26 “The Left Bank Revisited: Marker, Resnais, Varda”: [http://hcl.harvard.edu/hfa/films/2000mayjun/leftbank. html] Son erişim: 22.08.2018. 27 Anne Quito-Agnes Varda, a.g.e., 2017. 28 Richard Brody, “Agnès Varda’s Radical View of Women’s Liberation”, The New Yorker Magazine, New York, 2018: [https://www.newyorker.com/ magazine/2018/06/04/Agnès-vardas-radical-view-ofwomens-liberation] Son erişim: 24.08.2018. 29 Agnès Varda, “Cléo de 5 a 7”, 1962. 30 Alice Ruth White, “What it is to be a woman in Cleo from 5 to 7”, 2014: [https://aliceruthwhite.wordpress.com] Son erişim: 24.08.2018. 31 Judith Butler, a.g.e., 2010, s. 114. 32 Jane Rendell, Art and Architecture: A Place Between, IB Tauris, Londra, 2006, s. 189-190. 33 Janice Mouton, “From feminine masquerade to flaneuse: Agnès Varda’s Cleo in the city”, Cinema Journal, 2001, s. 3-16.


77 KAVRAM 1

Bir Üretim Pratiği Olarak Örgü: Feminist Aktivizm ve Güncel Sanat Nilüfer Karanfil-Büyükyıldırım ■

“Örgü pratiğini” bir “üretim biçimi” olarak ele almak

Örgüyü domestik projeksiyonda yer alan diğer el becerileriyle kıyaslayacak olursak eğer; dokumak, dikiş dikmek ve yemek yapmak gibi etkinlik alanlarında uzmanlaşmanın toplumsal yaşamda kabul gördüğünü ve değer bulduğunu gözlemleriz. Örgünün ise aksine bir “hobi” olmaktan öteye geçemediğini, buna rağmen çeşitli örgü tekniklerini anlatan, örneklerini

1 Ebru Kurbak ve Irene Posch, “Knitted Capacitors”, 2012 (V2_ Lab for the Unstable Media’nın desteği ile gerçekleşen Punch Couture Araştırma Projesi’nden. Sanatçıların izniyle).

açıklayan birçok yayın aracılığıyla kolaylıkla pazarlanabilen bir metaya dönüştürüldüğünü gözlemleyebiliriz. Ancak böylelikle aktarılması, kayıt altına alınması ve paylaşılmasına olanak sağlandığını söyleyebiliriz. Bu yayınların talep edildiğini ve hitap ettiği hedef kitlenin sadece kadınlar olduğunu da söylemek gerekiyor. Bu noktada ilginç olan; İngiltere’de büyük babasından öğrendiği tekniği “kadınlara” aktarmak için kaleme alan Norbury’nin örgü üzerine yazdığı kitabında, yoğunlukla kadınların pratik ettiği örgünün tekniklerini, erkek eliyle, bir usta tarafından amatörlere iadesinin gerçekleştiğinin okunabilirliğidir2.

Kültürel ortaklık kuran bir pratik olarak örgü Örgü, çok nadir olarak bazı kültürlerde sadece domestisite ve kadın üretimi olarak algılanıyor olmasa da, yoğunlukla kadınların bu üretim tekniğiyle kurduğu kültürel, sosyal, estetik ve inovatif

ARREDAMENTO

Bilinen tarihin devrimlerinden biri olarak kabul gören örtünme ve korunma amaçlı ipliğin işlenmesi ve örgü pratikleri gibi süregelen el sanatları; endüstrileşmeyle birlikte gelişen işleme teknikleri sayesinde inovatif kullanım alanları buluyor. Günümüzde bireysel pratik biçimlerinin değişime uğramadan sürdürülüyor olması, örgünün salt bir ihtiyacın karşılanması için geliştirilen bir teknikten öte kültürel bir aktarım olduğunu göstermekte. İpliğin geleneksel yöntemlerle işlenmesinin hayvancılıkla beraber gerçekleşmesi, örgünün sosyal bir kod olarak algılanmasını, aynı zamanda kırsalla ilişkilendirilen bir anlam taşımasını beraberinde getirir.

Bir üretim pratiği olarak örgünün kültürel olarak gelişmiş, kuşaklardan kuşaklara aktarılan kümülatif bir bilgi yumağı olarak varlığının, ekonomik ve kültürel projeksiyondaki yeri ise, kapitalist egemen dünyada genellikle hobi olarak değerlenirken, anti-kapitalist söylemleri destekleyen bir üretim biçimi olduğu söylenebilir. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde, genellikle kadınların uyguladığı bir pratik, domestik bir üretim biçimi olarak ele alınmasının ve belki de bu sebeple bir meta olarak devalüe edilmiş olmasının “heteronormatif ve politik bir tercih olduğunu” speküle edebiliriz. Bu eksende; örgünün karşımıza çıkan güncel pratiklerinde feminist bir örgütlenme ve eylem aracı olarak kullanılmasının örnekleriyle karşılaşmaya başlarız1.


KAVRAM

78

2

ARREDAMENTO

ilişkiler bağlamında; neredeyse her defasında benzer biçimde toplumsal bir olgu olarak karşımıza çıkar. Günümüzde örgünün hala oldukça yoğun biçimde pratik ediliyor olmasının sebepleri üzerine düşündüğümüzde, bir meta veya kültürel pratik olmaktan çok, mutlaka diğer anlamları ile karşılaşırız. Düğüm, nakış, örgü gibi hem oldukça teknik bilgi gerektiren hem de el becerisi ve sabırla üretilen bu pratiğin aktarılması, sadece işlevsel değil; ezoterik, kültürel ve bilişsel kodlamanın yöntemi olarak görülebilir. Örgü pratiğinin farklı kültürlerde benzer şekilde karşımıza çıkan ortaklıkları üzerine düşündüğümüzde, kurulabilecek olası bağın, günümüz sosyal entegrasyon sorunları üzerinde kullanılabilirliği de bu çerçevede tartışılabilir. Bunun ötesinde örgünün pratik edilmesiyle ilgili internet sitelerinde ve kişisel bloglarda; sosyal edimlerin ve psikolojik ihtiyaçların giderilmesinden bahseden oldukça fazla öznel deneyim aktarımı görebiliriz. Genellikle örgü örmenin sakinleştirici, rahatlatıcı olduğu aktarılırken, stres, ağrı ve depresyonun önlenmesine ve yönetilmesine yardımcı olduğu, tekrarlayan ritmik hareketlerinden dolayı konsantrasyonu artırdığı, vücudun bağışıklık sistemini güçlendirdiğinden

bahsedilir. Yaratıcı bir edim olarak örgü, hobi veya kişisel gelir amaçlı pratik edilmesiyle, birçok kişinin hayatında oldukça önemli bir yer kaplamaktadır3. Örgü örme etkinliğinin taşınabilirliği ve modellerin, tekniklerin kitaplar, dergiler, internet siteleri, sosyal ağlar üzerinden paylaşılabiliyor oluşu, çeşitli örgü kulüpleri ve toplulukların biraraya gelmesine olanak sağlar. Bu topluluklar, mekana bağımlı olmadan yapılan üretim ile kapitalizmin seri üretimine tezat oluştururken, ipliğin defalarca işlenebilir olması sayesinde hem upcycle hem de her sezon yeni ürün dayatan moda faşizmine karşı durmanın yolunu arıyorlar.

Feminist aktivizm ve güncel sanat içinde örgü Güncel feminist aktivizminin çeşitli kanatlarında, kadın ve domestisite sembolü olarak örgü pratiğinin sahiplenilmesi, salt kadın üretimi oldukları gerçeğiyle/ gerekçesiyle birlikte bu üretimlerin bir sanat yapıtı olarak değersiz atfedilmesine bir nevi eleştiri sunarken, zanaat veya meta olarak gereğinden az değer görmesinin iadesine çabalar. Özellikle üçüncü dalga feminizmden önce; el sanatları, yemek pişirme, örgü

ve nakış gibi aktiviteler erkek egemen dünya görüşü tarafından kadına empoze edilmiş domestik birer stereotipik etkinlik olarak görülürken, manifestosal olarak dışlanan edimlerdi. Böylelikle domestik yaşamın sembolik öğelerinden biri olarak görülen örgünün yeri, politik ve feminist aktivizm içinde önce olumsuzlanan sonra da sahiplenilen bir pratik olmuştur4. 1990’ların başlarında kapitalizmin karşısına dikilen punk akımının söylemleriyle kesişen feminizm, her şeye rağmen yine de heteronormatif duruş sergileyen punk akımına; Riot Grrrl manifestosuyla beraber yeni bir bakış açısı kazandırdı. Punk akımı içinde kadınların kendilerine alan yaratma gereksinimlerini önce şarkı sözlerine yansıttıklarını, ardından yayınladıkları fanzinlerde bu alanı genişletme ve paylaşım ağını yaygınlaştırma çabalarını gözlemleriz. Riot Grrrl’de asıl vurgulanan “ifadenin özgürlüğü”dür; bu bağlamda kadın olma biçimlerinin tümünü kapsarken; her haliyle, her kadın tarafından, her seferinde yeniden yıkılıp yapılmak üzere tüm diğer ifade biçimleri gibi domestisite sembollerini de sahiplenmektedir5. Peace-Knits, Knitting Manifesto gibi hareketler ile Riot Grrrl punk akımının etkisiyle oluşan “Do it yourself”


79 KAVRAM

2 Pussy-hat Project, Women March Weekend, Washington, ABD, 2017 (Wikimedia Commons). 3 Marianne Jørgensen, “Pink M.24 Chaffee”, pembeyle kaplanmış tank, Danimarka, 2006: Danimarka’nın (ABD ve BK’nin) Irak’ta savaşa katılmasını protesto eden iş. 2. Dünya Savaşı’nda kullanılmış bir tank, pembe iplikle örülmüş bir kılıfla boydan boya kaplanıyor (Fotoğraf: Barbara Katzin. Sanatçının izniyle).

3

kültürünün, bireysel üretimler ekseninde örgü pratiğini desteklemesiyle beraber günümüz güncel sanat pratiklerinde yaygın kullanım örnekleriyle karşılaşırız6. 1970’lerde yükselen toplumsal politik hareketler içinde, savaş karşıtı ve anti-kapitalist manifestolarla yanyana yer alan feminist söylemler ile günümüzde kent üzerine söylemler üretmenin bir parçası olarak gündeme tekrar gelmiş olan örgü pratiği; güncel sanat yapıtları ve toplumsal hareketler içinde, sembolik göndermelerine atıfta bulunan birçok çalışmada kullanılıyor. Erken örnekleri içinde, Louise Bourgeois, Faith Wilding ve Rosemarie Trockel gibi dönemin sanatçılarının işlerinde hem bir malzeme hem de feminist bir araç olarak örgü ve tığ işi kullanılmış, zanaat tarihini ve domestik baskının “kadın işi” söylemlerini eleştiren işler üretilmiştir. O günden bu yana sayısız çağdaş sanatçı, feminist öncülerin çalışmalarına ithafen, geniş bir tema yelpazesinde örgü ve dikiş kullanmaya devam ediyor7.

2000’lerin başlarında tekrar yükselişe geçen örgü pratiğine karşı artan ilginin, sosyal ve normatif kırılmalar ekseninde açılımlarının araştırılmasına bir örnek olarak; farklı kültürlerden kadınların biraraya gelerek birbirlerine çeşitli yerel kültürel el becerisi ve bilgilerini aktarmalarını örgütleyen bir workshop kurgulayan “Sıkça Sorulmayan Sorular” isimli işiyle Ebru Kurbak gösterilebilir. Merkezine herhangi bir domestik üretimi almayan, sadece kültürel paylaşım platformu olmayı amaçlayan bu işinde Kurbak, mülteci olarak Viyana’ya yerleşmiş, henüz entegre olma sürecinde olan kadınlar arasında dayanışma ve iletişim kanallarını genişletmeyi amaçlıyor9. Gelişen teknolojik dönüşümlerin odağında örgü tekniğinin pratik bulgularının fiber-teknoloji gibi alternatif kullanım alanlarının mümkünlüğünü sorgulayan Kurbak 2013’te Irene Posch ile birlikte gerçekleştirdiği “Knit Macro-Electronics” isimli işi ile, örgünün teknolojik

üretimlere entegre olabilecek bir teknik olarak ele alınmasına çabalarken, aynı zamanda devalüe edilmiş olmasına karşı yaratılacak yeni kullanım alanlarına deneyler aracılığıyla dikkat çeker. Bu işlerde örgüyle üretilen patternlerin farklı değerlerde akım kapasitörleri olarak işlevlendiğini gözlemlerken, yaptığı çalıştaylarda kadınların örgü ve desenle kurdukları ilişkiyi yeniden kurabilecekleri deneyim ortamını sunuyor10. Bireysel üretimlerin yeni değerler kazandığı 21. yüzyılda, örgünün aktivist bir pratik olarak tekrar ele alınması, “kraftizm” adı verilen güncel sanat pratiklerinde yer alması, bununla birlikte, feminist söylemlerdeki yeri incelendiğinde; kent ekseninde “urban knitting” adıyla bilinen ve toplu icra edilen başka tür bir örgü aktivizmin oluşmasından bahsedebiliriz. “Urban knitting”, “yarn bombing” gibi adlarla anılan örgüyle graffiti yapma sanatı olarak nitelendirebiliriz. “Knitta please!” hareketini başlatan Magda Sayek, kentsel algının biçimsel farklılaşması (estetize edilmesi) ve yapılı çevre adına farkındalık yaratmak için örgütlendiklerini söylüyor: “Şehirlerimizi güzelleştirmek için tamamen saygısız ve hafifçe yasadışı bir yol kullanarak, genellikle sert olan kentsel ortamları ‘insancıllaştırmayı’ amaçlıyoruz11.” Bu noktada estetik algının evrenselliği üzerine düşünmek gerekiyor. Kentin estetizasyonu çabaları, her anlamda tekil bir estetik algının dayatmacı olma ihtimalini de beraberinde getiriyor. Yine de politik bir söylem ve

ARREDAMENTO

“Radical Lace & Subversive Knitting” adıyla 2008’de MAD tarafından gerçekleştirilen sergi geleneksel örgü tekniklerini alışılmadık materyallere ya da geleneksel tekniklere yeni teknik ve teknolojiler ekleyerek kullanan çağdaş sanatçıların işlerini derler. Biraraya getirilen eserlerin, birçok farklı ülkeden gelen sanatçılar tarafından bireysel olarak üretildiğine, sanatın kesişiminde örgü pratiğinin yaygın kültürel, sosyal ve politik meselelerle

doğrudan ilgili olduğuna değinilir. Örgü gibi el işlerinin, toplumun ve iletişimin bir simgesi olarak rolünün bu işlerin çoğunda vurgulanmakta olduğunu dile getirirken, sergide yer alan eserlerin aynı zamanda görsel sanatlardaki değişimin barometreleri olduğundan, bir asırdan fazla bir süredir estetik ve işlevsel nesneler dünyasını parçalara ayıran sanat, zanaat ve tasarımın birer kategori olarak birbiri içinde çözülüşüne işaret ettiğinden bahsedilir8.


80 KAVRAM

4 Freddie Robins, “Craft Kills”, 2002 (Fotoğraf: Douglas Atfield. Sanatçının izniyle).

4

Maura Kelly’nin bir örgü topluluğu üzerine yaptığı araştırmada, örgü örmeyi pratik olarak günlük hayatlarının bir parçası haline getirmiş ve kamusal alanda toplu halde icra ettikleri bir etkinliğe dönüştürmüş bireylerin yarısının dahi örgüyü politik bir duruş olarak saymadıkları, kraftizm, knitivizm, politik ve feminist aktivizm ile çok da bağdaştırmadıklarından bahseder12. Kaldı ki geleneksel olarak aktarılmış bu edimi, feminist aktivizm saymak için, öncelikle böyle bir bilinçle konuyu ele almak gerektiği söylenebilir. Yine de toplu şekilde ve kamusal alanda gerçekleşen bu edimin etkilerinin farkındalık yaratmaya yönelik pozitif sonuçları olduğu gözlenebilir.

2017’de Washington DC.’de yapılacak olan “Women’s March”ta seslerini duyurabilecekleri, kolaylıkla herkes tarafından uygulanabilir, görünür feminist bir söylem üretmek adına, kadınlara karşı bayağı sözleriyle oldukça tepki toplayan ABD başkanı Donald Trump’ın bir demecine gönderme yaparak; “Pussyhat” adını verdikleri kedi kulaklı pembe bereleri tasarladılar. Basitçe kurgulanmış örgü berelerin, söylemleriyle birlikte paylaşılması ve herkes tarafından üretebilirlikleri günlük feminist aktivizmin bir parçası haline gelmelerini kolaylaştırıyor. Ortaya çıkan katılım ve dayanışmayla Pussyhat Project, güçlü bir protestoya dönüşüyor. Böylelikle basit bir bere olarak başlayan şey, politik aktivizmin ikonik küresel bir simgesi haline gelirken; günümüzde Victoria ve Albert Müzesi’nin Rapid Response koleksiyonunda feminist tarihin önemli bir parçası olarak bulunuyor14.

Kelly’nin makalesinde ele aldığı şekliyle; feminizm ve örgü arasında bir bağlantı olduğunu düşünenler ise, örgüyü bireysel bir direnç ve özgürlük alanı olarak tanımlarken “günlük feminist aktivizm” yöntemi olarak gördüklerinden bahsederler13. Bu anlamda “Pussy-hat” hareketinin kedi kulaklı bereleri örüp kullanarak başlattığı toplumsal eylemin küresel ölçekte yarattığı etkiden bahsedebiliriz. Zweiman, Suh ve Coyl,

Feminist aktivizmin örgüyle ilişkilendirilebilecek en belirgin örneklerinden biri olarak; “Sessizliğin Gücü”, Agata Oleksiak’ın Hindistan’daki performansı gösterilebilir. Oleksiak; 2016’nın 8 Mart’ta Dünya Kadınlar Günü’nde Yeni Delhi’de Hintli kadınları etkileyen şiddete dikkat çekmeyi amaçlayan bir etkinlik düzenledi. Bu etkinlik, şiddet mağduru olmuş kadınlar tarafından gerçekleştirilirken, halka açık

ARREDAMENTO

kent üzerine eyleme geçmenin bir aracı olarak örgü pratiği, taşıdığı sembolizmle birlikte estetik çabalardan daha fazla anlama gelebiliyor.

bir yerde sessizlik içinde örgü örerek, paradoksal olarak günlük yaşama güçlü bir müdahalede bulundular. Örülen örgülerle kadın sığınma evini giydirdikleri eylemde, kamuya açık gerçekleştiği için gözlemcilerin soru sorarak konuya dahil olmalarını sağlayarak anlamını pekiştirdiler. Böylelikle yaşanan şiddet olaylarını farketmelerini sağlamayı amaçladılar15.

Savaşlar ve örgünün örgütlenmesi Örgü pratiğinin tarihsel okumalarında ilginç bir şekilde karşımıza çıkması ise biyo-iktidar tarafından örgünün örgütlenmesidir. Savaşlarda etkin bir ihtiyaç olarak halkın -özellikle kadınlarınörgütlendirilmesiyle, askeri üniformaların, kazak, çorap gibi örgü ürünlerinin adeta birer savaş ekipmanı olarak üretildiği gerçeğiyle karşılaşırız. Okullarda, kamusal alanlarda, kiliselerde seferberlik halinde örülen yün, savaş üniformaları için örnekler çeşitli dergiler ve afişlerle dağıtılıyor; sınıfsal farklılık gözetmeksizin toplu örgü örgütleri oluşuyordu16. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir pratik olarak dünyanın farklı coğrafyalarında türlü tezahürleriyle karşılaştığımız örgü pratiği, kimi zaman toplumsal olaylarda, yıkıcı ve acil gereklilik olarak savaşlarda aldığı rol ile birlikte politik bir araçsallığa bürünür. Bu bağlamda, domestik bir üretim yöntemi olarak görülen örgünün


81

“Pink M.24 Chaffee”, Marianne Jørgensen’ın 2006’da bir tankın etrafının pembe örgülerle kapladığı işi bu bağlamda savaş karşıtı söylemlerin feminizmle teğetleştiği bir söylem üretir. Kendi sözleriyle Pink M.24 Chaffee’yi anlatan Jørgensen; “Savaşın zıttı olarak örgü; ev, bakım, yakınlık ve yansımayı simgeler. Danimarka’nın Irak’taki savaşa katılmasından beri, pembe tankların farklı varyasyonlarını yaptım ve savaşın bitene kadar bunu yapmaya devam edeceğim. Benim için tank, diğer insanların sınırlarını aşmanın bir sembolüdür. Pembe kaplı olduğunda ise, tamamen silahsız hale gelir ve otoritesini kaybeder. Pembe örgü, tank ile kombine edildiğinde hem malzeme hem de renk olarak bir karşıtlık haline gelir” diyor18. “Craft Kills” isimli işiyle Freddie Robins ise, 9/11 sonrası uçakta örgü şişlerinin yasaklanmasına atıfta bulunarak hazırladığı işini açıklarken; belirttiği gibi örgünün sembolizminin ve aldığı formun malzemeyle olan ilişkisi üzerinden politik sanat-zanaat ikilemine eleştiri getiriyor: “Saint Sebastian’ın şehit düştüğü tanınmış görüntüsüne dayanan bir otoportredir. Cildimin üzerinde delici oklar yerine örgü iğnelerini kullanıyorum. Başlık, ‘sanatın için ölmek’ şeklindeki eski atasözünü hemen akla getiriyor, ama benim daha çok ilgilendiğim şey; zanaat ve özellikle de örgü, pasif, iyi huylu bir etkinlik olan kalıplaşmış bir imaj. Zanaat tehlikeli veya yıkıcı olarak kabul edilirse nasıl olurdu? Bu parçayı kavradığından beri dünya, 11 Eylül olayları ve sonrasında olanları yaşadı. El bagajınızdaki örgü iğneleriyle artık uçamayacaksınız. Örgü artık tehlikeli bir aktivite olarak sınıflandırılıyor19.”

Örgü, her kültürde ürettiği, taşıdığı, aktardığı imgesel anlamlarla beraber, birçok farklı kültürün ortak paydasında bulunmasıyla kurulabilecek yakınlıklara altlık sunabilecek bir pratik olarak, günümüzde savaş ve iklim değişiminin yarattığı zorunlu göçlerin sonucunda yaşanan sosyal entegrasyon sorunlarının çözülmesinde katalizör işlevi görebilecek ortak bir kültürel payda sunması açısından oldukça önemli ve değerlidir. Bireysel üretimlerin ve el yapımı ürünlerin değer kazanmaya başladığı bu dönemde dikiş, nakış, örgü gibi özellikle kadınla ilişkilenen küresel bir domestisite sembolünün bir meta olarak değer kazanması, emek yoğun bir üretim olarak saygınlığının artırılması açısından hem güncel sanat ve feminist aktivizmin içinde hem de savaş karşıtı, anti-kapitalist söylemlerle örtüşen bir edim olarak sürdürülmesine çabalanmalıdır. Geleneksel üretim biçimlerinin ve süreçlerinin desteklendiği sosyal bir paylaşım alanı kültürel bir değer olarak kabul görmesi, etnoğrafik özelliklerinin incelenmesi, sınıflandırılması, tanımlanması gibi akademik çalışmalarla kayıt altına alınması bu anlamda faydalı olabilir. Bir üretim yöntemi olarak teknolojik gelişmelerle entegre edilerek yeni kullanım alanlarının oluşması ise, örgünün pratik edilmesini yaygınlaştırarak atfedilen değer statüsünün değişmesine katkıda bulunabilir. Aynı zamanda faydalı kişisel ve sosyal bir aktivite olarak görülen ve meta değeri taşıyan örgünün, fiziksel bir tasarım/üretim olarak geniş bağlamlarda değerlendirildiğinde, güncel bir pratik halinde yaşatılmasının, aktarılmasının, toplumsal farkındalık yaratmanın bir aracı olarak kullanılmasının, feminist ve güncel sanat ile yeni anlam arayışlarının desteklenmesinin önemi vurgulanmaktadır. ■ Nilüfer Karanfil-Büyükyıldırım, Mimar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Yüksek Lisans Programı Öğrencisi Notlar: 1 L.A. Pace, Changing the world one stitch at a time: Knitting as a means of social and political activism, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, The Graduate Faculty of The University of Akron, 2007. 2 Kitabın dili üzerinden Norbury’nin kadınlara hitap ederek yazmış olduğu gözlemlenebilir. Bu noktada Norbury’nin kitabının kadının iş dünyasında algısının amatörlükle, erkeğin ustalıkla bağdaştırılıyor olmasına atıfta bulunabiliriz: J. Norbury, Knit With Norbury. Odhams Press Limited, Londra, 1952. 3 M. Kelly, “Knitting as a feminist project?”, Women’s Studies International Forum, cilt 44, Department of Sociology, Portland State University, Broadway, Portland, 2013, s. 133-144. Türkçe’ye “Feminist bir proje olarak örgü?” olarak çevrilebilir. 4 B.A. Pentney, “Feminism, Activism, and Knitting: Are the Fibre Arts a Viable Mode for Feminist Political

ARREDAMENTO

Sanatçı, araştırmacı ve öğretim görevlisi Catherine Dormor’un Freddie Robins’in işlerinde örgü kullanımıyla ilgili olarak örgünün pasif, iyi huylu bir etkinlik olmasına meydan okuyarak kavramsal konfor yıkımının bir nevi yenilik getirdiğinden bahsediyor: “Örme; güvenlik ve konfor-üretim aktivitesi olarak değil, kimlik ve öznelliğin biçimlendirilebileceği ve ifade edilebileceği bir dizi eylem ve süreç olarak belirlenir. Robins, faydacılığa dair kavramları sanatsal ifade, işlevsellik ve biçimsel zorluklar lehine biçimlendirir. Bunu yaparken, zanaat-sanat argümanlarını ilgisiz ve yanlış yerleştirilmiş sınır çizgileri olarak reddediyor20.”

Sonuç yerine

KAVRAM

malzeme olarak seçilmesinin güncel sanat pratiklerinde yeni açılımlar getirdiği söylenebilir17.

Action?”, Third Space: A Journal of Feminist Theory & Culture 8, no.1, Yaz, 2008. 5 Riot Girl Manifesto olarak bilinen “What is a Riot Grrrl?” başlığıyla yayınlanan zine yazısı için bkz.: K. Henna, “What is a Riot Grrrl?”, Bikini Kill Zine, Girl Power, no. 2, Seattle, 1991. 6 DIY’nin açılımı, İngilizce “Do it Yourself”, Türkçesi “Kendin Yap” olarak çevrilebilir. DIY kültürünün özünde, ulusal ve çok uluslu şirketlerin kontrolünden ve küresel yayılmasından özgürleşmeyi talep etmek vardır. Küçük ölçekli işletmelerle otonom üretimin teşvik edilmesinin yanısıra, kurumsal kültür, sanayileşme ve kitlesel tüketimin karşısında duran DIY kültürünün başlangıcı, özellikle 1970’lerde yükselen punk müziği ve zine üreten alt kültürlerle bağdaştırılır. C.W Lee, Do-It-Yourself Democracy: The Rise of the Public Engagement Industry, Oxford University Press, Londra, 2014. 7 M. Schwendener, “Flair and Flash, Not Frumpiness: Art Reviews on ‘Radical Lace & Subversive Knitting’ Exhibition at Museum of Arts & Design in New York City”, The New York Times, 27 Ocak 2007. 8 MAD Museum of Arts & Design, New York’un başküratörü David Revere McFadden’in 2008’de hazırladığı serginin adı Türkçe’ye “Radikal Dantel ve Tahrip edici Örgü” olarak çevrilebilir. D.R. McFadden, Radical Lace & Subversive Knitting. MAD, Museum of Arts & Design, New York, 2008. 9 Ebru Kurbak’ın resmi websitesi: [http://ebrukurbak. net]. 10 Ebru Kurbak’ın resmi websitesi. 11 “Knitta Please!” hareketinin başlatan Magda Sayeg’in 2015’te Ted Talks’ta konuyla ilgili konuşmasına göre. Magda Sayeg’in resmi websitesi: http://www.magdasayeg.com]. 12 M. Kelly, a.g.e., 2013. 13 A.e. 14 Pussy Hat Project’in resmi web sayfasında projenin hikayesinin oluş süreci ile ilgili anlatıma göre; tasarımcı ve mimar Jayna Zweiman’ın 2016 sonlarında geçirdiği bir kaza sonucunda çok fazla hareket etmeden yapabileceği bir etkinlik olarak örgü örmeyi seçtiğinde, yazar Krista Suh ve Pussyhat’in tasarımcısı, yerel yün mağazası işletmecisi Kat Coyl ile birlikte başlattıkları feminist hareket, günümüze kadar 600’den fazla etkinlik ve dünyanın her yerinde yankı uyandıran global ölçekte bir etkinliğe dönüşmüştür. Pussy Hat Project’in resmi websitesi: [https://www.pussyhatproject.com/ globalmarch]. 15 Agata Oleksiak’ın resmi websitesi: [www.oleknyc. com]. 16 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de ve 2. Dünya Savaşı sırasında özellikle Amerika’da Red Cross’un yayınladığı afişlerde “Our sons need sox, knit your bit”, “Remember Pearl Harbour, Purl Harder”, “Knit for Victory” gibi savaşanlar için kadınları örgüye teşvik eden posterlerle karşılaşırız. 17 N.L. Ersen, “Feminist Sanatın Kadın Sanatçılara Etkisi: Miriam Schapiro, Tracey Emin ve Andrea Dezsö Örnekleri Üzerinden Kadın Zanaatı/Sanatı”, Yedi, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, Temmuz 2014, İzmir. 18 B.A. Pentney, a.g.e., 2008. 19 Sanatçının kişisel web sitesinde işi ile ilgili yazdığı açıklama yazar tarafından çevrilmiştir. Freddie Robins’in resmi websitesi: [http://www.freddierobins. com]. 20 Catherine Dormor’un Freddie Robins’in örgü kullanarak ürettiği işleriyle ilgili paylaşılan yorumu yazar tarafından çevrilmiştir. Freddie Robins’in resmi websitesi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.