kıtap 17 Aralık 2014 Çarşamba Sayı: 01 l
l
Yarın Kitap, ilk sayısıyla okurlarını raflardaki en yeni kitaplarla buluşturuyor. Öyküden, romana, biyografiden, tarihe kitapseverler için en yeni kitapları derledik. Sayfa 02
Yekta Kopan okurlarını yeniden ziyaret ediyor
iki siir arasında ‘ kalmıs hayatlar ‘
Yarım kalmış Gerçek bir şarkıbir yüzleşme
“İki şiirin arasında” benzer hislerimizi, benzer fikirlerimizi konuşmak isteyen gerçek bir yüzleşme kitabı. Yekta Kopan’ın öykülerinde yaşayan karakterler, hayatta bizi biz yapan kareleri gözlerimizin önünden sıra sıra geçiriyor. Öyle ya; birçoğumuzun babası zamdan dert yanmıştır...
İsim tesadüfi bir seçim değil
Kitaba ismini veren “İki şiirin arasında” öyküsü ise Yekta Kopan’ın bilhassa seçtiği oldukça hüzünlü bir hikayeyi anlatıyor. Daha önce “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri” ve “Bir de Baktım Yoksun” öykülerinin sahibi Yekta Kopan, bu kezse daha önce farklı yerlerde yayımlanan öyküleriyle bizi tekrar ziyaret ediyor.
Anlamak için yazıyorum Sesiyle ve televizyon işleriyle tanıdığımız ancak kendisini var eden en önemli işin edebiyat olduğunun altını çizen Yekta Kopan ile son çıkan kitabı “İki şiirin arasında”yı konuştuk. Özellikle öykü türünü yazınsal sanatın “en dinamik, en yaratıcı, en cesur” alanı olarak değerlendiren Kopan, okuyuculardan şehir kitapçılarının kapanmasına izin vermemeleri ve buralara gitmelerini istiyor. sayfa 4-5
Yeni çıkanlar Yarın Kitap’ta
Korkunç tarihe Marksist bakış Meksikalı çizer Rius insanlık tarihini Marksist bir bakış açısıyla ele alıyor. Rius, politik düşüncelerinin gücünü, karikatüristlikten gelen yalınlaştırma yeteneğini, güçlü fikirlerini sadelikten uzaklaşmadan anlatmak için k u l l a n ı y o r. Sayfa 09
Yarım kalmış bir şarkı IRA’nın baskılara ve İngiliz Hükümeti’ne karşı verdiği mücadelede omuzlarına aldığı sorumlulukla simgeleşen bir karakter olan Bobby Sands açlık grevinin ölümle sona ermesinin ardından geriye saygı duyulacak bir miras b ı r a k m ı ş t ı r. Sayfa 11
Yalnız bir kadın güçlü olur mu? Ayşe Kulin bu kitapta iki hayat arasındaki parallellikleri hem Halide Edip Adıvar’ın hem de kendi Handan’ının açısından okura çiziyor. Kulin, Halide Edip Adıvar’ın Handan romanına atıf yaparak geçmiş ve günümüzü karşılaştırıyor. Sayfa 07
RAFTAKILER
ABİM DENİZ Kitabın Yazarı: Can Dündar Kitabın Türü: Anlatı Yayınevi: Can Yayınları
AKP’nİn önlenebİlİr karşı devrİmİ Kitabın Yazarı: Taner Timur Kitabın Türü: Politik Yayınevi: Yordam Kitap
Bİttİ Bİttİ Bİtmedİ Kitabın Yazarı: Vedat Türkali Kitabın Türü: Roman Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Bütün Öyküleri Kitabın Yazarı: Tomris Uyar Kitabın Türü: Hikaye Yayınevi: Yapı Kredi yayınları
Yerli edebiyata damgasını vuran Tomris Uyar’ın, yazarlık serüveni boyunca öyküden ödün vermemesi, yani çoğu öykücü gibi romana kaymaması ile öykü yazarlığının revaçta olduğu günümüzde baştan sona okunası yer tutuyor. Şiir denemeleri de olan yazarın Bütün Öyküleri, öykü dünyamızın büyük yıldızlarından birini şık bir ciltte, bütünüyle gözler önüne getiriyor ve kitaplığımızda bir yer edinmeyi hak ediyor.
“Bu kitapta Deniz’in durgun, fırtınalı, eğlenceli, dalgalı hallerini ve yer yer derinliklerini bulacaksınız. Neden bugün hâlâ on binlerce çocuğun adında yaşadığını, her kesim tarafından sevilip sayıldığını, ölüm yıldönümlerinde nasıl daha da artan kalabalıklar toplandığını, her direnişte, neden Gezi Direnişi patladığında AKM’nin en görünür yerine onun posterinin asıldığını daha iyi anlayacaksınız.”
12 yıllık AKP iktidarı, 70 yıllık demokrasi kavgamızda nasıl bir dönemi temsil ediyor? Bu harekette sonunda milyonlarca insanı sokağa döken, direnişe geçiren karşı-devrimci öğeler nelerdi? İşte birtakım can alıcı sorular ki yakın geleceğimiz bu soruların düzeyli bir şekilde tartışılmasına ve yanıtlanmasına bağlı. Bu kitapta yer alan inceleme ve söyleşiler tam da bu tartışmayı yapıyor ve yanıtlar arıyor.
“Kürt meselesi, Ermeni meselesi, faşizm, Anadolu isyanları, sosyalist mücadele, Ortadoğu’da olanlar, Nazi dönemi, Evren dönemi gibi hem güncel hem tarihi birçok konuda ve de Erdal Eren’imizle örülmesi gibi çok anlamlı, derinlikli bir kurguyla içine düştüğüm bu romandan hazine bulmuş da zenginleşmiş olarak çıktım.” diyor Nihat Behram kitapla ilgili. Bitti Bitti Bitmedi tam olarak bir tarihi sentez.
Kafamda bİr tuhaflık Kitabın Yazarı: Orhan Pamuk Kitabın Türü: Roman, Edebiyat Yayınevi: Yapı Kredi yayınları
Küçük Burjuvalar Kitabın Yazarı: Maksim Gorki Kitabın Çevirmeni: Koray Karasulu Kitabın Türü: Roman
Sİnemanın Güney’İ Kitabın Yazarı: Güney Özkılınç Kitabın Türü: Biyografi,anı Yayınevi: Evrensel Basım Yayın
Kafamda Bir Tuhaflık hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını hikâye ediyor. Mutluluk veya mutsuzluğumuz bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda mı gelişip başımıza gelirler? Aşk mümkün müdür? Kafamda Bir Tuhaflık bu sorulara cevap arıyor.
19. yüzyıl klasik Rus edebiyatı geleneğini öncüllerinden devralan Maksim Gorki, sosyalist gerçekçi yaklaşımın öncüsü olarak Sovyet edebiyatında yeni ufuklar açmıştır. Maksim Gorki’nin tiyatro alanına ilk adım atışı da Moskova Sanat Tiyatrosu için yazdığı Küçük Burjuvalar ile olur. Oyunun arka planında yavaş yavaş mücadeleye adım atan işçi sınıfının ve yaklaşan 1905 devriminin ayak sesleri duyulur.
Güney Özkılınç, sinemamızın “100. Yılı”nda Yılmaz Güney’i, Yeşilçam’ın önemli merkezlerinden olan Adana ve Çukurova’yı, çocukluk ve ilk gençlik yıllarıyla yazdı.Bu kitapta konunun uzmanlarının yanı sıra Yılmaz Güney ve sinemayı çeşitli yönleriyle yüreğinde yaşatan insanlarla karşılaşacaksınızYılmaz Güney’in ilk kez yayınlanan fotoğraflarını görecek, ilk kez yayınlanan mektupklarını okuyacaksınız.
Yayınevi: İş bankası kültür yayınları
Dünyaya düşen adam Kitabın Yazarı: Walter Tevis Kitabın Çevirmeni: Ali Ağaoğulları Kitabın Türü: Bilimkurgu Yayınevi: Everest
Dünyaya düşen insan kılığında bir uzaylı; gezegeni susuzluğun ve türlü savaşların sonucunda yok olmanın eşiğine gelmiş bir Anthea’lı, teknolojik bilgisiyle kısa zamanda dünyadaki en büyük şirketlerden birini kuracak ve kazandıklarıyla kendi “insanlarını” kurtarmaya çalışacaktır. Fakat ziyareti uzadıkça bütün planları tersine işlemeye başlar. Alkol, televizyon, yozlaşma... insanlık onu ele geçirmektedir.
İlan reklam için bize ulaşın Yarın Gazetesi Mali İşler Koordinatörü Sanem Deniz Kural
0555 562 40 86 @yarinhaber /yarinhaber www.yarinhaber.net
oyku
03
17 Aralık 2014
Can Yayınları
lKITAP
Yekta Kopan okurlarını yeniden ziyaret ediyor
İki şiir arasında kalmış hayatlar
Zam çok fena bir şey. Babam her sabah, “Allah belalarını versin, yine zam yapmışlar şerefsizler!” diyor. Sinirle atıyor gazeteyi yere. “Düzgün koysana şunu!” diyor annem, yerden kaldırıp katlıyor. Ona kalsa boş yere para veriyoruz bu kâğıt parçalarına, zaten hep insanın içini karartan haberler veriyorlar. “Bir zevkim var şu yalan dünyada, ona da karışma kadın!” diyor babam. Annem yeleğinin eteklerini çekiştiriyor. Öyle işte, dünya yalan.
Tek bir paragrafla dahi insana onlarca şey anımsatan bu kısa bölüm, Yekta Kopan’ın son çıkan kitabı “İki şiirin arasında”nın tanıtım bülteninden... “İki şiirin arasında” benzer duygularımızı, benzer fikirlerimizi konuşmak isteyen gerçek bir yüzleşme kitabı. Zamdan her sabah yakınan bir baba, Yekta Kopan’ın öyküsünde farkında olmadan hayatta bizi biz yapan kareleri gözlerimizin önünden sıra sıra geçiriyor. Öyle ya; birçoğumuzun babası zamdan dert yanmıştır... Kopan’ın anlattığı ‘zamdan yakınan baba’yı yıllar önce cüzdanındaki son parayı eczaneye veren annemde gördüm ben de. Bana ilaç alıyorduk, çok ciddi değildi hastalığım -yani başka zaman olsaydı annem belki tenezzül etmezdi- ama parasızlığını çocuğu görmesin isteyen annem, alacağı ilaç çok da pahalı değil diye giriverdi eczaneye. Eczacı anneme neredeyse 10 katı fatura çıkardı, gerekçe olarak da “Hükümet yeni düzenleme getirdi abla” cümlesini sundu.
Bu bölüm Ahmetlere, Abdocanlara... Sesi de bize hiç yabancı olmayan Yekta Kopan, öyküleriyle tanıttığı yazar kimliğini de büyük bir tevazu ile anlatıyor. “Sadece okunsun diye birşeyler yazmıyorum” diyen Kopan, en çok da kendisi anlayabilmek için yazdığını belirtiyor. Öykü türünü de yazın türlerinin en ‘devrimci’si olarak nitelendiren Kopan’ın kitabında yer alan yine bir başka etkileyici öykü ise “Öğretmen”. Anlatırken Gezi direnişinde can veren Abdullah Cömert’in öğretmeni Mehmet öğretmene de teşekkür ediyor, Hayatı iki şiir arasında kalanlar “İki şiirin arasında” ismi ise benim son za- öyküsüne özne olduğu için. “Öğretmen” manlarda duyduğum en merak uyandırıcı öyküsünü kitap isimlerinden. Kitaba ismini veren “Diller, dinler, bir“İki şiirin arasında” öyküsü ise oldukça hüzünlü bir hikaye anlatıyor. Daha önce birine karışıyor, “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri” adlı kaynıyor, hepsi buharlaşıyor, öykü kitabıyla 2002 Sait Faik Hikâye Argeriye sadece insan kalıyor. mağanı, “Bir de Baktım Yoksun”la 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü ve Yunus Na- Antakya’da bir kış günü, di Öykü Ödülü’nü kazanan Yekta Kopan, haddinden sıcak bir havada, bu kezse daha önce farklı yerlerde yayımlanan öyküleriyle bizi tekrar ziyaret ediyor. rakı masasına iki gölge otuKitaptaki bu bölümü okurken ben de annemin eczacıya çaresizce cüzdanındaki parayı uzatışını hiç unutmadığımı farkettim. Ve hayatımın bu anından sonrasında gördüğüm tüm adaletsizlikleri annemin cüzdanındaki son paraya el uzatanlara benzettim. Uzun lafın kısası; biz buna hiç kafa yormamış olsak da, dünya zamdan dert yanan babaların, eczaneye son parasını veren annelerin evlatlarıyla doludur aslında.
“
“
“
öykü özge doğan
ruyor. İkiyken dört oluyoruz. İnce uzun bir edebiyat öğretmeninden bana çekilen düz çizgi, Ahmet ve Abdullah’ın ruhlarıyla kare oluyor. Bir duble de onlara koyuyoruz”
bölümüyle bitiriyor Kopan. Bize de bu yazıyı öykünün en güzel karakterlerinin isimleriyle bitirmek düşer öyleyse... Ahmet, Abdullah, Ali İsmail, Berkin, Ethem, Fadime anne, Hasan, Mehmet... “Öğretmen”in koyduğu duble, tüm fidanların ‘direngen’liğine...
İki ŞİİR ARASINDA Yazar/çizer: Yekta Koparan Can Yayınları Fiyat: 8,13TL
“
04
ROPORTAJ 17 Aralık 2014
lKITAP Sesiyle ve televizyon işleriyle tanıdığımız ancak kendisini var eden en önemli işin edebiyat olduğunun altını çizen Yekta Kopan ile son çıkan kitabı “İki Şiirin Arasında”yı konuştuk. Özellikle öykü türünü yazınsal sanatın “en dinamik, en yaratıcı, en cesur” alanı olarak değerlendiren Kopan, okuyuculardan şehir kitapçılarının kapanmasına izin vermemeleri ve buralara gitmeleri...
Benim bütün çabam yazarken anlayabilmek İki Şiirin Arasında ismi? Kitaba ismini veren “İki Şiirin Arasında” ise en dokunaklı öykülerden biri. Bu ropörtaj tesadüf olmasa özge doğan gerek öyle mi? Tesadüf değil. Özellikle kitabın iki bölümden oluştuğunu söylemek isterim. Birinci bölüm “Biraz konuşabilir miyiz?” ikinci bölüm “Daha önce tanışmış mıydık?” başlığını taşıyor. “Daha önce tanışmış mıydık?” benim zaman içinde yazdığım öyküler, yani, yirmi yıla yakın geçmişi olan öyküleri içinde bulunduruyor. İlk bölümdeki öyküler, daha yakın zamandaki öyklülerden bir derleme. Bu iki bölümün arasında bir yerde duruyordum ben kitabın hazırlanma aşamasında. Bir yandan da o iki şiirin arasında -öyküdeki bir durum olduğu içi anlatmıyorum, sen okuduğun için biliyorsundur- kalmış bir yaşam ilgimi çekti. Kimi zaman insanların hayatları iki şiirin arasında başlıyor ve bitiyor çünkü. Kitabın içinde bir metafor olarak geçen bölüm, hayatımızın tümünün anlatımı
da oluyor bazen. Bu çok romantik bir vurgunun haricinde kimi zaman da çok öfkeli bir şey. İki şiirin arasında başlamak ve bitirmek. Dolayısıyla kendi durduğum yer ve bu düşünce beni bu başlığa yönlendirdi. Kitapta dikkatimi çeken daha çok eril hikayeler anlatıyor olması. Erkeklerin ruh halleri, onların anıları, onların kaybettikleri... Bunu özellikle mi tercih ettiniz? Özellikle birinci bölümdeki hikayeler tümüyle böyle. Hatta bu eril hikayeler daha konuşan, ‘’Biraz konuşabilir miyiz?’’ başlığında olduğu gibi, birbiriyle konuşan erkeklerin, ama ergenliğini tamamlayamamış, ne kadar konuşsa da birbirini anlamayan erkeklerin dünyasını biraz deşmek istedim. Çünkü o bitmek bilmez ergenlik halini yaşayan bir coğrafyanın parçası olmak, aslında bizim yaşadığımız çoğu iletişimsizliğin, çoğu anlayamamanın, çoğu dinlememenin de bir pusulasını veriyor bana. Öyledir ya; erkekler birbirlerini çok bilirler, birbirleriyle çok konuşurlar, çok anlatırlar. Ama günün sonunda ellerinde neredeyse bir hiç kalmış olur kimi zaman . Günün sonunda sadece tamamlana-
mamış bir ergenlik ve bir güce, kimi zaman babaya, çoğu zaman iktidara biat etme halinden daha güçlü bir şey kalmaz ellerinde. Biraz da o erkeklerin birbirleriyle çokmuş gibi görünen ama yokmuş olduklarını farkettiğimiz iletişimsizliğine de odaklanmak istedim. Kitapta herkesin muhakkak bir yerlerde bazen farkında bazen farkında olmadan hissettiği, içinde bulunduğu durumlar anlatılıyor. Ben de okurken “Ben böyle bir an yaşadım ama bunu hiç düşünmemiştim” diye düşündüğüm zamanlar oldu. Dile gelmeyen bazı şeylerin aslında bizi nasıl var ettiğini düşündüm. Merak ediyorum sizce de öyle mi? Siz neler düşünerek yazdınız? Anlıyorum. Genel olarak çizdiğin çerçeveyi anlayabildim sanırım. Sanatın, edebiyatın, resmin, tiyatronun hepsinin biraz da bizi tamamladığı anlar bunlardır. Sanat bize biraz önce senin söylediğin gibi çok dikkat etmeden yaşadığımız, üstünden geçip gittiğimiz, bir kenarda dikkatimizi çekmeden, fotoğrafını bile çekmeden yaşadığımız bir sahnenin altında neler olabileceğini bir kez daha gösterdiğini vaad edilebilir. Böylece
kendimizle yüzleşmek, kendimizle hesaplaşmak o sahneyle, o fotoğrafla, o tabloyla, yaşadığımız olayla, geçmişimizle, bugünümüzle, bugünden bakarak kuracağımız yarınla hesaplaşmak konusunda bir küçük kapıcık verir. Kimisi için A kapısıdır bu, kimisi için B kapısıdır. Kimisi için bir öyküdeki A sahnesidir bu, kimisi için bir filmdeki B karakteridir ama buradan yola çıkarak bunlara bakarak biz kendimizle hesaplaşırız, yüzleşiriz ya da yüzleşmeye cesaret edip edemeyeceğimizi anlarız. Benim bir okur olarak sevdiğim böyle bir edebiyat dünyasının içinde olmak , beni benimle yüzleştirecek, beni kendimle hesaplaşmanın eşiğine getirip bırakacak bir edebiyatın okuru olmayı severim dolayısıyla da yazarken de böyle bir edebiyatın içinde olmayı tercih ediyorum. Peki siz de kendinizle yüzleşmek için mi yazdınız? Elbette. Yani ben her bir yazma eğilimi sırasında kendimle, yapabildiklerimle, yapamadıklarımla cesaretimle, korkaklıklarımla yüzleşmeye hazır olarak otururum kalem kağıdın başına.
ROPORTAJ
05
17 Aralık 2014
“Ben düşüncelerimi aktarmak veya hiç düşünmedim. insanlara ulaşmak için yazmıyorum.” Köşe yazarlığı yapıyorsunuz, sesdediğinizi okumuştum. Siz ne için lendirme yapıyorsunuz. Sizin için yazıyorsunuz? hangisi daha ön planda? Ben anlayabilmek için yazıyorum. “BeYaptığım diğer işler benim hayatımı sürnim bir takım düşüncelerim var bakın dürebilmek için. Kimi zaman ekonomik bu düşünceleri siz de okuyun ve siz de olarak kimi zaman yaptığım bir işi aktabenim gibi düşünün ya da bu düşüncerabilmek için yaptığım işler. Tıpkı kimi leri okuyun da kendinize güzel bir takım yazarların hayatlarını sürdürebilmek için cümleler edinin hayatınızda” duygusuy- doktorluk, mimarlık, avukatlık yaptıklala yazmıyorum. Ben her şeyden önce rı gibi. Ben de hayatımı sürdürebilmek ‘’Bir kitap yazılır da yayınlanır mı? Şu için çeşitli işler yaptım. Yapmaya da şöyle olur mu, bu böyle olur mu?’’ deyip devam ediyorum. Fakat benim varlığımhiç hesap kitap yapmadan az önce de la ilgili olan tek şey yazmak. Dolayısıyla dediğiniz gibi kendimle yüzleşebilmek, yazmayı diğer işlerin içine bir yere hesaplaşabilmek, mücadele edebilmek, koymuyorum. Yazmak benim için bir kimi zaman barışabilmek kimi zaman iş gibi bir tanım değil. Eğer öyle olsaydı daha çok kavga edebilmek için yazıyoo zaman yazmak da bir iş olurdu. İşte rum. Çünkü bunları yaptıkça ben bu o zaman “Yazayım, yayınlayayım” dünya dediğimiz şeyi anlayabilmenin gibi işlerin peşine düşerdim. Öyle bir çabasını gösteriyorum. Bütün istediğim dinamiğin peşine düşmek istemiyorum yazarken anlayabilmek. Anlayabildiğim ben. Okumak ve yazmak istiyorum. kadarını paylaşabilmek için de okurYani aslında çok basit bir şey. Hiç de larla buluşturuyorum. Anlayabildiğim öyle süslü, sırlı, havai fişekli cümleler kadarını anlatakurmak istemiyobilmek için değil Dünyada ki her şeye rum bununla ilgili paylaşabilmek için ben okumak ve dahil olan insana dair yazmak istiyorum. yani acaba dünya üzerindeki bir başka olan her şey, hayvana dahil insan benim gibi Radikal gazeteolan her şey, doğaya dahil düşünecek mi? Besinde yazılarınız nim bu anladığımı olan her şey, iktidarlara dahil da yayımlanıyor. o nasıl anlayacak? Burada politik olan her şey, bugüne dahil Bunu merak ettiğim gündemlere de olan her şey, ölümler, ağaç- değiniyorsunuz için. Benim bütün lar, kuşlar her şey o kapsama takip ettiğim çabam, yazarken anlayabilmek. alanı içinde. Çünkü sanat var kadarıyla. Aynı zamanda edebiolan gerçekliği anlamamız için Peki anlaşıldığını yatın da bu denli düşünüyor musu- kendi içinde kurmaca içinde var olan nuz? biri olarak sanat bir dünya yaratıyor. Evet, bazen anlave siyaset sizin şıldığını düşünüyorum. Açıkçası gelen için bir yerde birleşiyor mu? tepkilere karşı şöyle düşünmüyorum Sanatsal her şey siyasetin içindedir hiçbir zaman; ‘’Aa, bu bu tepkiyi göster- ve üstündedir. Kapsayıcı kümesidir. miş, demek ki bunu bu kadar anlatabil- Dünyada ki her şeye dahil olan insana mişim. Ya da bu bu tepkiyi vermiş, bu dair olan her şey, hayvana dahil olan her cümleyi kurmuş” diye de düşünmüyoşey, doğaya dahil olan her şey, iktidarlara rum. Sadece insanların bunun üzerine dahil olan her şey, bugüne dahil olan düşünmesi, kişisel olarak fikir jimnastiği her şey, ölümler, ağaçlar, kuşlar her şey yapmasını istiyorum. Beni sevsinler ya o kapsama alanı içinde. Çünkü sanat da beni sevmesinler diye yazmıyorum. var olan gerçekliği anlamamız için kendi Benim yazdıklarımı okuyarak kendiiçinde kurmaca bir dünya yaratıyor. leriyle meselelerini masaya yatırsınlar Yani sanat dediğimiz her şey resimiyle, isterim. Dolayısıyla tabi ki yalan söyleheykeliyle, sinemasıyla, edebiyatıyla meyeyim bir öyküden sonra anlatmak bizim bu dünyayı anlayabilmemiz için istediğim şey karşı tarafa geçmiş, o kişi bize yeniden bir dünya resmediyor. neler düşünmüşse yine paylaşıyor yine Bu dünyayı resmederken nasıl bir şeyi bir etkileşim oluyor. Bunlar tabi ki güzel dışarıda bırakabilir. Elbette ki 1984 şeyler ama bunların güzelliğine aldanıp yazan George Orwell’ın bir derdi vardı. da “Böyle şeyler yazdığımda okur çok Yüzüklerin Efendisi’ni yazan Tolkien’in seviyor yine böyle şeyler yazayım” diye İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki bilgi
“
“
ile ilgili bir meselesi vardı. Yaşar Kemal İnce Memed’i yazarken bir meselesi vardı. Ya da Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğlen Vakti’ni yazarken bir meselesi vardı. Ama aynı şekilde sürekli bu meseleleri sürekli bir siyaset becerisi içerisinden okumak zorunda değiliz. İnsana dair meselesi olan kitaplar, siyasi meselesi olan kitaplardan daha değersiz ya da başka bir yerde durmuyor. Dünyaya ait her şey dolayısıyla sanatla siyaset ne kadar buluşur ya da sanatla şu konu ne kadar buluşur diye bir soru soramayız bile bence. Çünkü sanat bütün bunları kapsayan bir küme. Peki siz hangi kitapları okursunuz, hangi yazarları okursunuz? Bu konu üzerine ben bütün kitaplarımda okuduğum bütün kitaplara saygı duruşunda bulundum neredeyse. Okuduğum birçok metne saygı duruşunda bulundum. Çok fazla isim de verdim Dostoyevski’den Oğuz Atay’a... Fakat günün sonunda ben 5- 10 yazarın, 5-10-15 kitabın büyüsünde değilim. Okuduğum her şeyden bir şeyler almaya, kendimle yüzleşmeye çalıştığım için okuyorum. Dolayısıyla okuduğum her şey beni okuma anından sonra bir yere taşımıştır ya da bir yere taşıyanları severim. Tabi ki benim de hiç sevmediğim ortasında bıraktığım, bir iki sayfa okuduğum sonra bir kenara attığım çok sayıda kitap vardır. Beni o kitabı başlamadan önceki benden başka bir yere taşıyacağına inandığım her kitap, her yazar, her cümle benim için çok değerlidir. Yarın okurlarına bir kitap öneriniz var mı? Var, çok iyi kitaplar var. Türkiye Edebiyatı son zamanlarda çok iyi isimler
lKITAP çıkartıyor. Özellikle okurların kitapçılara gitmesi hatta mümkünse şehir kitapçılarına gitmesi, kitapçılarda yarım saat bir saat zaman geçirmeleri, rafların arasında dolaşmaları, yeni yayın evlerinin yeni yazarlarına birazcık özen göstermelerini rica ederim. Çok sayıda yeni, cümlesi yeni, meselesi yeni, dünyaya bakışı yeni, çok taze yazarlar var. Örneğin Türkiye’de öykü, son yıllarda çok büyük bir hareketlilik içinde. Bunun okur nezdinde karşılığını aldığına inanıyorum. Okur öyküye tekrardan çok büyük bir ilgi gösteriyor. Çünkü öykü yazınsal sanatın en dinamik, en yaratıcı en devrimci olabilecek alanlarından biridir. Yenilikler deneyebilir cesurdur. Bilinen yapıların dışına çıkmaktan korkmaz. Değerli bir alandır. Türkiye’nin de masallar anlatmayı, meddahlık geleneğini yaymayı, birbirine kahve falı bakmayı, günlük hikayeler anlatmayı seven bir ülke olması nedeniyle öykü geleneği oldukça gelişkindir. Dolayısıyla öyküye önem vermelerini rica ederim. Kitap ismi de istiyorsanız; o kadar güzel isimler var ki birini söylesem birine haksızlık ederim. Günümüzde bu coğrafyanın bütün tarihinde çok güzel akıp gitmiş öykü. Günümüzde de gürül gürül akıyor. Okurlardan tek ricam şehir kitapçılarının kapanmalarına, çaresizleşmesine izin vermeden oralara gitsinler. Oralardaki kitapçılarla konuşsunlar. Yeni çıkan kitaplara baksınlar. Herkes kendi kitabını kendi yazarını bir şekilde bulur. Son olarak da; biz bu röportajı öğretmenler gününde yapıyoruz sizinle ve bu kitapta da öğretmen başlıklı bir hikayem var. Ben bu kitapta öğretmen başlıklı hikayeme tümüyle özne olan, bu hikayeyi bana bütün acısıyla anlatan, Abdocan’ın öğretmeni Mehmet Öğretmen’e teşekkürediyorum.
07
ROMAN
Everest Yayınları
17 Aralık 2014
lKITAP
Yalnız bir kadın güçlü olabilir mi? Ayşe Kulin bu kitapta iki hayat arasındaki parallellikleri hem Halide Edip Adıvar’ın hem de kendi Handan’ının açısından okura çiziyor. Güçlü kadın karakterlerine bir yenisi daha ekleyen Kulin, bu romanda hem Adıvar’ın Handan romanına atıf yaparak geçmiş ve günümüzü karşılaştırmış hem de son dönemin en önemli toplumsal olayını Gezi’yi atlamayarak kitabından kendi bakış açısıyla yer vermiş. Romanın başkarakteri Handan’ın, kendi sözleriyle,“Yalnız bir kadın güçlü olabilir Yaşar arslan yazdı miydi? Mutlu olabilir miydi, peki?” sorusuna cevap arayan Ayşe Kulin, bu romanda eğitimli, kendine güvenli, başına buyruk, yaralarına rağmen hayata tutunan ve asla pes etmeyen kadın figürüne odaklanıyor. Handan karakteri, hatalarına ve acılarına rağmen asla geri çekilmiyor; her şartta, her vakit yeni bir başlangıç yapma riskini göze alıyor. Babaannesi ona o sırada okuduğu ancak sonunu getiremeden torunu kucağına aldığı romanın kahramanının adını vermiş: Halide Edib Adıvar’dan “Handan”. Ne tuhaftır ki babaannenin adı da Halide. Dolayısıyla kahramanımızın kaderi babaannesinin “mutsuz son”la bittiğini öğrenemeden torununa koyduğu isimle daha en başından çizilmiş. Kulin iki hayat arasındaki parallellikleri hem Adıvar’ın hem de kendi Handan’ının açısından okura çiziyor. Handan için umutsuzluk ve kaçış Handan son aşkıyla yaşadığı travmadan sonra acıyla kendini Amerika’daki kardeşinin yanına atıyor ama orada acıların en büyüğüyle karşılaşıyor. Kardeşinin ölümü beklediğini öğreniyor. Kardeşiyle ölümü bekliyor, o an geldiğinde de kendine emanet edilen üniversite çağındaki yeğeni Defne’yle birlikte İstanbul’a dönüyor. Evi uzun zamandır kapalı olduğu ve genç kıza şehri sevdirmek için birkaç gün Taksim’de bir otelde kalmaya karar veriyorlar. İstanbul’a 30 Mayıs akşamı geliyorlar. İstanbul’a dönüşü ve Gezi Handan ve yeğeni, ki artık kızı, Gezi direnişinin içinde buluyorlar kendilerini. Gezi külliyatına bu kitabıyla katkıda bulunan Kulin’in olayı ele alış biçimi ilginç aslında. Çünkü bu politik olaylarla ilgisi olmayan sade- protestoya hem arkadaş bulmak hem kez Gezi’de yaşananları, Amerika’dan ce “kızını” korumaya çalışan bir ka- de çevreci duyarlılığıyla destek veren Türkiye’ye yeni gelmiş bir gencin ve dının gözünden görüyoruz. Yaşanan Defne’nin polisin şiddeti karşısındaki
şaşkınlığını anlatması, bence Kulin’in Gezi külliyatına en büyük katkısı. Çünkü dışarıdan ve farklı kültürden bir gözle yaşananları okumak, yaşananları bambaşka yorumlamamıza olanak veriyor. Defne gördükleri karşısında ne kadar şaşkınsa Handan da o kadar öfkeli. Tarafsız kalıp bulaşmamaya çalışıyor önce, ancak yaşanan “akıl tutulması” onu da olayların tam kalbine yerleştiriyor. Hiçbir politik gruba ait olmadan sadece haksızlığa karşı direnenlerin hissettiklerini de Handan’ın gözünden görüyoruz. Arka Kapak Bilgisi Başına buyruk haliyle; hataları, sevapları, acıları, sakarlıkları, sonsuz içtenlikteki aşkları ve zaaflarıyla hepimizden bir şeyler taşıyan, ama aynı ölçüde özgün, benzersiz bir karakter, Handan… 70’lerin çocuğu Handan, hayatının son derece hassas bir noktasında (yaralı bereli orta yaşında), Halide Edib Adıvar’ın ölümsüz eseri Handan’ın eşliğinde bir keşif, bir hesaplaşma yolculuğuna çıkmaya zorlanır. Bu yolculuk ki aşklar, aldatmalar, aldanmalar, ölümler ve entrikalardan geçecek, dahası, İstanbul’un tarihinin en hareketli, en renkli ve en “gazlı” günlerini, hem de tam ortadan kat edecektir Ayşe Kulin bu kitapla hem Halide Edip Adıvar’ın Handan romanına atıf yaparak geçmiş ve günümüzü karşılaştırıyor hem de son dönemin en önemli toplumsal olayını Gezi’yi atlamayarak kitabından kendi bakış açısıyla yer vermiş oluyor.
HANDAN Yazar: Ayşe Kulin Yayın Evi: Everest Yayınları Fiyatı: 20 TL.
Everest’ten en yenıler Santraç Yazar: Stefan Zweig Satranç sonsuz eski, ama aynı zamanda sonrasız yenidir; kuruluşu mekanik, ancak sadece hayalgücü ile etkilidir; geometrik açıdan sabit bir alanla sınırlı olmakla birlikte kombinasyonlarında sınırsızdır, ancak yine de verimsiz, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemidir; hiçbir şey hesaplamayan bir matematik, esersiz bir sanat, temelsiz bir mimaridir.
Spinoza’nın Günlüğü Yazar: Şener Özmen Var olan koşul ve durumların, otoriter yapıların ve halihazırda hayatımızda hüküm süren tabuların tek anlamlılığını sorguluyor. Öncelikli ve şiirsel eserleri dikkatimizi sanat bağlamının algısı ve değişimlerine yoğunlaştırmakla kalmıyor, sanatçının tavır aldığı ve tepki gösterdiği toplumsal gerçeklik sorunlarına eleştirel bir bakış da atıyor.”
Utku Şiirleri
Yazar: Francesco Petrarca Hümanist düşüncenin atalarından, büyük İtalyan şairi Francesco Petrarca’nın (1304-1374) tamamlayamadığı Utku Şiirleri, kavramsal ve biçimsel tutkuları açısından, olgunluk çağındaki yazarın, soylu bir üslupla, bütünlüklü bir eser yazma tutkusunun ürünü olan başyapıtıdır.
09
KARIKATUR 17 Aralık 2014
Yordam kitap
lKITAP
Korkunç tarihe Marksist bakış
Çizgilerle Kapitalizmin Korkunç Tarihi’nde Meksikalı çizer Rius insanlık tarihini Marksist bir bakış açısıyla ele alıyor. Rius, politik düşüncelerinin gücünü ve karikatüristlikten gelen yalınlaştırma yeteneğini, eserinde vermek istediği güçlü düşünceleri sadelikten uzaklaşmadan anlatmak için kullanıyor. Sahip olduğu tarihsel materyalist bakış açısı nedeniyle kitap günümüzde de önemini koruyor.
Yazı- Meksika son dönemde artan öğrenci olayları ve 43 “Normalistas” öğrencinin kaybolunehİr sevİm şuyla gündeme geldi yazdı (Ed. Notu: “Normalistas” Meksika’daki iki yıllık öğretmen okullarının öğrencilerine deniliyor, Türkiye’deki köy enstitüleri benzeri bu okullar genellikle düşük gelir seviyeli ailelerden gelen gençlere mesleki eğitim veriyor). Meksika tarihi de genellikle kapitalizmin en acımasız yüzünün göründüğü, buna karşılık halk hareketlerinin her dönemde gündemde olduğu direnişe alışık bir tarih. Rius da Meksika’daki direnişe kültüründen beslenmiş etkili bir sanatçı. Gerçek adı Eduardo del Rio olan çizer Rius, Meksika’nın en popüler karikatüristlerinden biri. 60’lardan bu yana çizdiği sol görüşlü eleştirel karikatürlerle Meksika’da kitlesel bir popüler kazanmış, aynı zamanda ülkenin politik karikatür geleneğinin en önemli isimlerinden biri olmuştur. Gazete ve dergilerde çizdiği karikatürlerle on yıllardır Meksika hükümetlerinin sağ ve neo-liberal politikalarını eleştirmiştir. Çizerin en önemli eserleri sayılabilecek Los Supermachos ve Los Agachados’un başarısından sonra sanatçı birçok kitap çıkarmış, vejetaryenlikten Katolik Kilisesi’ne kadar gelen geniş bir alanda politik fikirlerini açıklamaktan çekinmemiştir. Dünya çapındaki ününe 1972 tarihli Marx para principantes (ed: Yeni Başlayanlar için Marx)’in İngilizce’ye çevrilmesi ile kavuşmuştur. Uzun yıllar süren kariyeri ve mesleğindeki başarılar onu Meksika’daki politik çizerler için bir referans noktası haline getirmiştir. Çizgilerle Kapitalizmin Korkunç Tarihi de çizerin deneyimini ve entelektüel birikimini gösterdiği onlarca eserinden birisidir. Kapitalizmin Korkunç Tarihi, 15. yüzyıldaki toplumların durumundan dünya savaşlarına kadar geçen sürede kapitalist toplumun işleyişini politik bir dille anlatan güçlü bir kitap. Rius yılların karikatür geleneğinden edindi-
ği sadeleştirme yeteneğiyle anlaşılması ve anlatması zor konuları herkese hitap eden bir şekle büründürmüş, en yoğun politik fikirleri bile etkilerinden bir şey kaybetmeyecek şekilde yalınlaştırmış ve okuyucusuna sunmuş. Sanatçının çizimlerindeki tarz da bu sadelik ve yalınlık ile uyumlu bir şekilde politik
bir şekilde yerlerini buluyorlar. Kitap anlatmak istediği fikirleri toplumun her kesiminden insana, evrensel bir düzlemde aktarmayı başarıyor. Ne politik fikirler sadeleşmenin ötesine geçip basit hallere giriyor, ne de fikirleri aktarma kaygısı kitabı didaktik bir şekle büründürüyor. Kitabın bir
düşüncelerin aktarılmasına hizmet ediyor, hiçbir noktada fikirlerin önüne geçmiyor. Rius aynı zamanda kitaptaki yoğun ve güçlü politik düşüncelerin okunuşu zora sokmasına izin vermiyor, eseri bir tarih dersine dönüştürmüyor. Kitabın en güçlü iki yanı olan çizim tarzının sadeliği ve politik fikirlerin yoğunluğu; birbirlerinin önüne geçmeden, eserin yazılış amacına uygun
diğer önemli yanı ise tarihsel olayları ele alış tarzı. 15. Yüzyılın feodal toplumundan günümüzün küreselleşmesine kadar bütün olaylar Marksist bir bakış açısıyla, materyalist tarih anlayışından kopmadan ele alınıyor. Hiçbir olay veya durum, tarihsel ve sosyolojik bağlamından koparılıp gökten düşmüş haliyle sunulmuyor. Kralların soyluları tasfiye etmesinden, tekelleşmeye; Dün-
ya savaşlarından tüketim toplumuna kadar her olay birbirleriyle bağlantılı şekilde Marksist tarih anlayışının bakış açısından okuyucuya sunuluyor. Kapitalizmin insanlar üzerinde yarattığı yıkım ve sefalet hiçbir noktayı açıkta bırakmadan gösteriliyor. Ayrıca kitabın sahiplendiği ve halkları odak noktasına alan Marksist tarih anlayışı, egemen tarih anlatımının bir özelliği olan tarihi krallardan, papalardan, generallerden ve diktatörlerden ibaret gören görüşlere karşı bir direnç noktası oluşturuyor, okuyucularına tarihi ‘okumanın’ farklı bir yönünü gösteriyor. Bütün bunların yanında Rius, milliyetçilik ve din gibi ‘evrensel’ sayılan değerleri de tarihsel yerlerine yerleştirmekten çekinmiyor. Katolik Kilisesi’nin Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde; milliyetçiliğin Dünya savaşlarının başlamasında oynadığı rolleri açıkça ortaya koyuyor. Bütün bu yönleriyle Kapitalizmin Korkunç Tarihi; Rius’un politik bir aktivist ve bir karikatürist olarak edindiği deneyimlerin sentezlendiği başarılı bir esere ve çok etkili bir politik silaha dönüşüyor. Çizgilerle Kapitalizmin Korkunç Tarihi; keskin politik görüşleri ve herkese ulaşabilecek anlatımıyla çok güçlü bir Marksist eser olma özelliğini taşıyor. Hiç sapmadan uyguladığı ve gösterdiği tarihsel materyalizm ışığında; feodal toplumların oluşumundan Dünya savaşları döneminde milliyetçiliğin gelişmesine kadar her olayı Marksist bir bakış açısıyla okuyucularına sunuyor. Kitabın kullandığı bu bakış açısı kapitalizmin neredeyse değiştirilemez bir kader gibi benimsendiği ve tarihsel yerinden koparıldığı günümüzde önemini çok daha fazla hissettiriyor.
Çizgilerle kapitalizmin korkunç tarihi Yazar/çizer: Rius Çeviri: Nilay Akkurt Barış Yıldırım Yordam Kitap Fiyat: 14 lira
lKITAP
Degerlendırme
10
17 Aralık 2014
Bitti bitti bitmedi
Ve d a t Tü r k a l i , yaklaşık dört yıl önce başlamıştı romana. Her ziyaret edişimizde, kitap bitti mi, ne zaman bitecek? akın birdal diye başlardık, yazdı konuşmaya. Yeni bir romana başlarken, bu son olacak, der. Ama kitaba son noktayı koyduğunun ertesi günü yeni bir romanın kurgusunu yapmaya başlardı. Nitekim, bu sonuncusu da böyle oldu. Kitabı yayınevine gönderdiğinin ertesi günü, yeni bir romanın adı bile konulmuştu. Bataklıkta Dağ Güneşi. Yıllar önce filmi de çekilen Güneşli Bataklık senaryosunu günümüze uyarlayarak yeni bir romanın başlangıcını oluşturmuştu. Vedat Türkali’nin yaşamı, yaşama kararlılığı ve azmi anlatılmak istenen bir Yahudi kadının hikayesine benzer. Her yıl sonu İsviçre’de bir dağ otelinde buluşan 15-20 kişi, otel ücretlerini otelden ayrılırken verirlermiş. Yaşlı kadın o yılın ücretini öderken, bu da gelecek yılınki, diyerek gelecek yılı da sağlama almak istemiş. Vedat Türkali de her biten romanının ardından yenisine başlayarak yaşamını roman bitinceye dek güvence altına almış oluyordu belki. Bitti Bitti Bitmedi’nin gecikmesinde, Vedat Türkali için çileli, acılı
birçok olumsuzluğun da bu döneme rastlamasının payı oldu. İki gözünden katarakt ameliyatı olması, bir yıl önce 75 yıllık eşi, yoldaşı Merih Pirhasan’ı yitirmesi ve ünlü yazarımızın geçim zorluklarının üst üste gelmesi gibi… Mayıs’ın 13’ünde, bir grup dostla evinde 96. Yaşını kutlarken, aynı saatlerde Soma’da 301 maden işçisinin cinayet haberinin gelişi, o günün sevincini acı bir burukluğa dönüştürmüştü. Bitti Bitti Bitmedi’yi çocukluk, gençlik arkadaşı ve parti yoldaşı Dr. Haig Açıkgöz’e armağan etmiştir. Vedat Türkali, yaşarken adına etkinlikler düzenlenen, 85. yaş günü kitlesel kutlanan belki de ilk yazarımızdır. 2004 Vedat Türkali yılı ilan edilip birçok etkinlik düzenlenmişti. Vedat Türkali’nin o etkinlikte giydiği gömlek Nazım Hikmet’indir. Her yeni romanın çıkışında giydiği o gömleği Dr. Haig -Angel çifti kendisine vermiştir. Dr. Haig Nazım Hikmet’in hem doktoru hem de yoldaşıdır. Bir gün Doğu Berlin’de Dr. Haig’lerin evinde kalan Nazım Hikmet ayrılırken, önemli günlerde giydiği gömleği yoldaşı Dr. Haig’e vermiştir. Nazım Hikmet’in ölümünden yıllar
sonra Doğu Berlin’e giden Türkali’ye yoldaşları Açıkgözler, yıllardır bu gömleği kime armağan edeceklerini düşündüklerini ve şimdi onun sahibini bulduklarını söyleyerek, gömleği Vedat Türkali’ye vermişlerdir. Bitti Bitti Bitmedi ile, Amed zindanlarında yaşanan insanlık dışı uygulamaların baş aktörü cezaevi müdürü Esat Oktay Yıldıran’ın İstanbul Kısıklı’da “Kemal Pir’in size selamı var” denilerek bir otobüste nasıl öldürüldüğünü öğreniyorsunuz. Yine Ermeni Soykırımının 100. yılını karşılarken Ermenilere, onların yaşamına, kültürüne ve dostluklarına ilişkin çok şey öğretiyor. Öğretmekle kalmıyor yüzleşmeye çağırıyor. Türkali’nin diğer romanlarında olduğu gibi bu romanını da önemli kılan bir inceleme, araştırma ve belge niteliği taşımasıdır. İstanbul’un ünlü cami, kilise, türbe ve kışlaların, köşk, konak ve kasrların, toplu konutlar (Akaretler), hastane, sinema, tiyatro ile günümüze taşınmış o görkemli hayranlık duyuran yapıların hemen hepsinin Ermeni mimarlarca yapıldığını öğreniyorsu-
nuz. Mimar Sinan’ın da Kayseri’nin Ağırnas kasabasından olup, bir Ermeni ustası olduğunu da. Romanın bittiği günlerde Kobane direnişine katılarak yaşamını yitiren Suphi Nejat Ağırnaslı, Denizlerin ve o kuşak bizlerin avukatı ve yoldaşı olan Niyazi Ağırnaslı’nın torunudur. Nejat’ın bilindiği gibi bir kod adı da Paramaz’dır. Romanda Lüsi’nin bilge dedesinden öğreniyoruz. Dedenin kendisi de sosyalist Hınçak Partisi’nin üyesidir. Talat, Enver, Cemal paşalara suikast yapılacağı ihbarıyla partinin 120 üyesi gözaltına alınıp 49’u tutuklanıyor. Parti’nin merkez komitesinden Paramaz ve yoldaşlarından 19’unu 15 Haziran 1915’te Beyazıt Meydanı’nda asıyorlar. Darağacına ilk çıkarılan Paramaz’ın son sözleri, “… Yaşasın Sosyalizm, yaşasın Ermenistan” olmuştur. Bitti Bitti Bitmedi romanı sonunda bitti. Ama, romanda anlatılan ne Amed zindanlarındaki zulüm ve vahşet son buldu ne de ezilen emekçi, ötekileştirilen halkların sorunları bitti. Yine bitmeyen o zulme, baskıya ve sömürüye karşı ezilen emekçi halkların direnişi ve kesintisiz mücadelesidir. Şimdi dileğimiz Vedat Türkali’nin çok yaşaması ve tarihin tünellerinde kalmış gerçeklerin ve yeni aşkların gün yüzüne çıkarılmasıdır.
simurg yayınevi Ga l Öz atasara dem y ir K ’da bil i alp akç nmeye ıoğ lu nler
Ça Tür ğdaş Ja Sel kiye’d pony A. Mçuk Es en Ba a’ya ura enbe kışlar t D l, em iroğ lu
Son Uğ Akşa ur H m acıh Şiirle ane ri fioğ lu
Aca i Gün bü’l-m ay K ahlu kat ut
bıyografı
11
Yordam Kitap
17 Aralık 2014
lKITAP
Yarım kalmış bir şarkı İncelediğimiz bu kitapta, IRA militanı olan Bobby Sands’in uzun bir açlık grevi sonrası ölümle sona eren hayatı ve mücadelesi anlatılıyor. IRA’nın mezhepçi baskılara ve İngiliz Hükümeti’ne karşı verdiği mücadelede omuzlarına aldığı büyük sorumlulukla simgeleşen bir karakter olan Bobby Sands açlık grevinin ölümle sona ermesinin ardından geriye saygı duyulacak bir miras bırakmıştır. Bobby Sands, 9 Mart 1954’te Kuzey İrlanda’nın Emre başar kara yazdı Belfast bölgesinde dünyaya gelir. Katolik bir ailenin çocuğu olan Sands’in doğduğu yer Protestanların yoğun olarak yaşadığı bir bölgedir. Ailesi bölgede artan mezhepçi baskılara dayanamayarak Haziran 1972’de buradan taşınır. Sands 18 yaşında IRA’ya katılır ve 1972 yılının Ekim ayında, evinde 4 tane silah bulundurmaktan tutuklanır ancak 1976 yılında serbest bırakılır. Hapisten çıkınca taksicilik yapmaya başlar. Ancak hapisten çıktıktan 6 hafta sonra Belfast’ta bir bombalama olayına yakın bir bölgede arabasında 3 arkadaşıyla bulunması sebebiyle arabasında arama yapılır. Arabasında silah bulundurduğu gerekçesiyle mahkeme tarafında arkadaşlarıyla beraber 14 yıl hapse mahkûm edilir.
Hapisteyken IRA’ nın yayın organı ‘An Phoblacht’ için takma ismiyle yazmaya başlar. Bobby Sands’in hapishanedeki ilk direnişi tek tip üniformaya karşı başlar. “Battaniye Protestosu” olarak adlandırılan bu direniş, İngiliz Hükümeti’nin, IRA militanlarını adi suçlu olarak gördüğünden ve politik haklar tanımamasından kaynaklanmaktadır. IRA ise İngiltere ile savaşta olduğunu bu nedenle bu savaş sonucu ele geçirilen militanlarının esir muamelesi görmesi gerektiğini, esirlere adi suçlu muamelesi yapılamayacağını, tek tip elbisenin kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. Protestoyu yapan militanlara her türlü işkence yapılmaya başlanır. Elbise giymedikleri için soğuktan donmamaları için verilen battaniye ile dolaşırlar, yemeklerine tükürülür. Yemeklerde kısıntıya gidilir,
odalarındaki tüm eşyaları boşaltılır. Bu sefer de direniş kırılmayınca soğuktan donabilirsiniz bahanesiyle dışarıya bırakılmazlar; yani 24 saatlik bir hücre cezası başlar. Mahkûmların ihtiyaçları için bir kap verilmekte ve küçük hücrelere bazen bir bazen de iki mahkum bırakılmaktadır. Hücrenin penceresi demirle kaplı olup küçücüktür. Eylemde ikinci aşamaya geçilir ve “Yıkanmama Protestosu” başlatılır. Çünkü yıkanmaya giden mahkûmlara gardiyanlar tarafından işkence edilmektedir. Bunun üzerine mahkûmlar artık yıkanmak için duşlara gitmeyeceklerini, bulundukları hücrelerine birer duş yapılmasını istemişlerdir. Ancak bu talepleri kabul edilmez. Bunun üzerine Yıkanmama Protestosu da tam olarak başlamış olur. Ancak tuvalet olmadığı için bir süre sonra dışkılarını hücre duvarlarına sürmeye başlarlar. Hatta dışkılarıyla buldukları tuvalet kâğıdına yazı-
lar yazarlar. Bobby Sands sonunda açlık grevi yapma kararı alır. IRA ve kendisinin talepleri İngiliz Hükümeti tarafından kabul edilene kadar açlık grevini bırakmayacaktır. Açlık grevi devam ederken bağımsız milletvekili Frank Maguire’ın aniden ölümü üzerine boşalan sandalye için yapılan ara seçimlerde Sinn Féin listesinden İngiliz Parlamentosu’na milletvekili seçilir. Üstelik Bobby Sands, dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ile aynı bölgeden aday gösterilmiştir ve Thatcher’den daha fazla oy alarak İngiltere Parlamentosu’na milletvekili olarak seçilmiştir. Bu olay dünyada büyük yankı uyandırır. Bir kişinin hapiste olması ve açlık grevi esnasında milletvekili seçilmesi ilk defa olmaktadır. İnsanlar Bobby için eylemler düzenler. Bobby açlık grevini devam edecek şekilde planlamıştır. İlk açlık grevinin kırılmasının nedeni herkesin aynı anda greve başlaması ve sonra devam ettirememesidir. Ancak Bobby kendisi ölünce başka birinin eyleme kaldığı yerden devam edeceği yönünde talimat vermiştir. Bobby açlık grevinin 66. gününde milletvekili seçildikten 3 hafta sonra 5 Mayıs 1981’de hayatını kaybeder. Cenazesine 100.000’den fazla insan katılır. Eylemi kaldığı yerden planlandığı şekilde devam ettirilir. Açlık grevinde hayatını ilk kaybeden Sands olmuştu fakat
İngiliz Hükümeti geri adım atmamıştır. Daha sonra sırasıyla 9 arkadaşı daha devam eder eyleme ve onlar da hayatını kaybeder. 10. ölümden sonra İngiliz hükümeti uluslararası baskıya ve yapılan eylemlere dayanamayıp IRA’nın taleplerini politik haklar verilmeksizin kabul eder. Hapishanedeyken tuvalet kâğıtlarını biriktirip içeriye gizlice sokulan bir kalem ile anılarını güncel siyasal görüşlerini bir şekilde cezaevi dışına çıkarmayı başarmıştır. Hücremde Bir Gün kitabı böylece yayınlanmıştır. İrlandalıların direniş tarihi sayısız kahramanlıkla doludur ama içlerinde Bobby Sands’in yeri apayrıdır. Ucu ölümle biten bir açlık grevinin büyük bir zafer kazandığı aşikârdır. Dünya medyası da dâhil Bobby Sands’in İngiltere Başbakanı’nın hakkından geldiğini açık yüreklilikle yazmıştır. Dünya genelinde hafızalara kazınan İrlanda açlık grevleri sonraki zamanlarda birçok ülkenin halk direnişlerine de ilham kaynağı olmuştur. Oldukça ürkütücü bir eyleme öznelik yapan Bobby Sands ve arkadaşları mücadelelerine öylesine çetin bir bağlılık ve sevgi beslerler ki; idealleri uğruna ölümü hiçe sayıp kendilerini halkları adına feda ederler.
Yarım Kalmış Bir Şarkı Yazar: Denis O’Hearn Yayın Evi: Yordam Kitap Fiyatı: 25 TL
Amerikan Rüyası Yazar: Norman Mailer Çeviren: Ahmet Ergenç
Do Sesi Yazar: Ferit Edgü
İnsanın Esas Gerçekliği: Tembellik Yazar: Kazimir Maleviç Çeviren: Ender Keskin
Hamal Yazar: Kemal Siyahhan
1001 Bıyık - Bıyığın Kültürel Tarihi Yazar: Allan Peterkin Çeviren: Zarife Biliz
Sanat Nedir Yazar: Arthur C. Danto Çeviren: Zeynep Baransel
selyayincilik Sel-Yayıncılık www.selyayincilik.com
Fetiş İkâme Yayına Hazırlayan: Tuna Erdem, Seda Ergül
İhtimal Yazar: Selma Sancı
Uzun Vadi Yazar: John Steinbeck Çeviren: Zeynep Avcı, Yalın Karabey
Sel yayıncılık
yeni çıkanlar
13
oyku
Kolektif kitap
17 Aralık 2014
lKITAP
Akakiy’den selamımız var: Kış geldi, şimdi Palto zamanı! Küçük insanların küçük dünyalarını anlatan Gogol’un bu değerli eseri, Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol ‘un Palto’sundan çıktık” sözüyle aslında ne kadar büyük dünyaların kapılarını aralıyor, okuyunca fark edebiliyorsunuz. Eser, dönemin çürümüşlüğüne ışık tutuyor. 1800’lerden bu yana değişmeyen insan dünyalarıyla tam bir klasik olan Palto, Akakiyeviç’in hikâyesi olarak karşımıza çıkıyor. Nikolay Vasilyeviç Gogol, soğuk bir kış akşamı arkadaşlarıyla otururken anlatılan bir anıdan büşra gündoğdu çok etkilenir. Ava meyazdı raklı olan bir memur zar zor para biriktirip aldığı tüfeğiyle ava çıkar, tüfeğini suya düşürür ve bir daha bulamaz. Adam bu olaydan öylesine etkilenir ki tüfeğinin hayaliyle yataklara düşer ve arkadaşlarının aldığı yeni bir tüfekle ancak kendine gelebilir. Bu hikâye ile Gogol’un arkadaşları çok eğlenirken, yazarımız bu olayda gülünecek bir taraf bulamaz; aksine yıllar sonra yazacağı eser için esin kaynağı olacaktır küçük memurun küçük hikâyesi. Akakiy Akakiyeviç’in hikâyesidir Palto. Daha vaftiz töreninde bellidir sıradan bir memur olacağı Akakiyeviç’in. Çalıştığı iş yerinde yaptığı ve bundan memnun olduğu tek iş ise yazıları temize çekmektir. Bu işte o kadar yetenekli olduğundan ve yazıları temize çekmekten büyük zevk duyduğu için kendisine daha üst seviyede memurluk teklif edilir. Ancak halinden şikayetçi olmayan Akakiyeviç bu teklifi kabul etmez, iş yerindeki arkadaşlarının aşağılayıcı tavırlarına katlanır. Bir gün paltosunun soğuk kış günlerinde kendisini sıcak tutmadığını fark eder ve terziye gider; ama palto o kadar eskimiştir ki yama bile tutmaz. Yeni bir palto için ise Akakiyeviç’in kıt kanaat geçimine rağmen para biriktirmesi gerekecektir. Bir yıl boyunca yemek yemeden, su içmeden para biriktirip yeni bir palto alan Akakiyeviç’e çevresindeki insanların tavırları bile değişecektir. Ancak Akakiyeviç’in mutluluğu paltosunun çalınmasıyla kısa sürer. Polise gidip “ Uyuyor musun, hiçbir şeye baktığın
yok. Bir insanı soyarlarken nasıl görmüyorsun?” diye çaresizce kızgınlık ve üzütüyle haykırır.Artık ne yapacağını bilemeyen Akakiy paltosunu bulması için üst dereceden bir memura gider; ama bu önemli adam Akakiyeviç’i aşağılar, azarlar ve üst üste tekrarladığı “ Bu ne cüret!” lafıyla adeta Akakiy’e haddini bildirmeye çalışır. Tüm olanlar karşısında Akakiyeviç çaresizdir, kendisini sokaklara atar, soğuk kemiklerine işler. Evine giden Akakiy titreyerek paltosunun hayaliyle ölür. Kendisinden geriye üç beş kalem, birkaç beyaz kağıt, üç çift çorap, iki takım iç çamaşırı, bir gömlek, bir pantolon ve duvarda asılı eski paltosu kalmıştır. Ölümü birkaç gün sonra fark edilir. Bir zaman sonra kentte bir efsane dolaşır kulaktan kulağa; bir hortlak, paltosunu yitirmiş bir memur hortlak, kentin köprüsünde geceleri herkesin paltosunu gasp etmektedir. Bu hortlak Akakiy’dir. Yardım istediği adamın da paltosu bir gece gasp edilir.Gasp eden, hortlak kahramanımız Akakiyeviç’ten başkası değildir. Akakiyeviç, adamın yakasına yapışır. Adam korkudan eve zar zor yetişir. Paltosunun gasp edildiğinden kimselere bahsetmez. Gogol küçük insanların küçük hikayeleriyle Rus Edebiyatı’na damgasını vurmuştur. Öyle ki Dostoyevski’nin “ Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” sözleri bunu kanıtlar nitelikte. Akakiyeviç’in hikâyesi Çarlık Rusya’sı için de önemlidir. Gogol’un bundan önceki eserleri de Çarlık tarafından yasaklara mağruz kalmıştır. Torpilin, rüşvetin, haksızlıkların kol gezdiği bir ülkede sıradan bir insanın küçük dünyasında bin bir emekle edindiklerini kaybetmesi; etrafındakilerin onursuz yaşamlarına
rağmen bu insanları yok sayması duru bir dille kaleme alınmış. Bu klasikte Gogol’un hayatından izler taşıdığı ise açıkça görülmektedir. 1828’de gittiği Petersburg’ta memur olarak işe başlayıp geçimini sağlamayı düşünürken işler umduğu gibi gitmez. Parası bitince memurluğa bir süre devam etse de işi bırakır ve hayatı boyunca unutulmayacak eserlere imza atar. Eserlerinde sıradan insanların hayatlarına, çaresizliklerine, maruz kaldıkları haksızlıklara ve yoksulluklarına yer verir. Zamanın Rusya’sının çürümüşlüğüne değinir. Hatta bu yazıları I.Nikolay’ın karanlık dönemine ışık tutsa da soylular tarafından eleştirilir ve sansür uygulanır. Gogol artık halk düşmanı olarak anılmaktadır. Yıllar sonra ise gerçekleri anlatan tüm insanların başına geldiği gibi kıymet görecektir. Gogol’un bu uzun hikayesi ülkemizde kitap olarak basılmakla kalınmayıp, tiyatro oyunu olarak birçok kez sahnelenmiştir. Hatta kukla yapım ustaları tarafından Akakiy Akakiyeviç kuklaları yapılmıştır. 1800’lü yıllarda yazılmasına rağmen günümüzde bile aynı olaylara, aynı küçük insanların hayatına ışık tutan bu klasik eser, soğuk kış günlerinde okunarak bizleri düşüncelere sürükleyecek. Akakiyeviç’in ruhu hala sokaklarda geziyor.
PALTO Yazar: Nikolay Vasilyeviç Gogol Çeviren: Elif Ersavcı Yayınevi: Kolektif Kitap Fiyatı: 16,50 TL
14
lKITAP
roman 17 Aralık 2014
“Vardık, varız, varolacağız!’’
Devrim mücadelesindeki kadınları Queen of Neigborhood kolektifinin kaleminden inceliyoruz. İkonlaştırılan, mücadele denilince adları ilk akıllara gelen erkeklere inat değil, kökleşmiş patiryarkal tarihe inat… İçinde yaşadığımız dünya kadınların, küçük yaşlardan itibaren önce ailede daha sonra da ekonomik, kamusal ve Yıldız Doygun yazdı sosyal alanda sistematik bir şekilde baskıya, ayrımcılığa iliklerine kadar maruz kaldığı bir dünya. Kadın bir şekilde iş hayatında var olsa dahi kapitalist sistemde erkekten çok daha fazla sömürülüyor. Bir işçi olarak yalnızca iş yerinde değil, işinden arta kalan zamanda çocuklarla ve ev işleriyle de ilgilenmek durumunda kalıyor. Amerikalı sendikacı, işçi hakları savunucusu bir devrimci kadın ikon olan Lucy Persons’ın da yıllar önce dediği gibi ‘‘Biz kölelerin kölesiyiz. Biz erkeklere göre çok daha acımasızca sömürülmekteyiz.’’ Arap ülkelerinde ve Ortadoğu coğrafyasındaysa kadınlar çok daha çaresiz, ölümle yaşam arasındaki sınırda. Türkiye’de her gün eşi, kardeşi, babası tarafından katledilen kadınlardan, Nijerya’da okula giderken Boko Haram adlı bir örgüt tarafından kaçırılan 300 kız çocuğundan ve Hindistan’da yaşanan toplu tecavüzlerden sonra diri diri yakılan kadınlardan bahsediyorum. Kendisine tecavüz etmeye yeltenen adamı bıçakladığı için idam edilen 26 yaşındaki mimar Reyhane Jabbari’nin yüzü gitmiyor gözlerimin önünden, idam edilmeden önce annesine yazdığı mektupta ‘’Dünya bizi sevmedi’’ deyişi çıkmıyor zihnimden. Asırlardır, onlar biz kadınları yıldırmaya, susturmaya çalıştıkça daha da acıklı olansa susturabileceklerine inandıkça bizler ‘vardık, varız, yine var olacağız!’ diye haykırıyoruz. İşte Devrimci Kadınlar tam da bu noktada devreye giriyor, bu yolda hiçbir zaman yalnız yürümedigimizi, devrimi en iyi kadının anlayacağını zira yok edilmeye çalışılanın kadın olduğunu vurguluyor. Tamamı kadın, yazar, araştırma-
cı, editör ve sanatçılardan oluşan bir çalışma grubu olan Queen Of The Neighbourhood, Devrimci Kadınlar adlı kitabıyla umudumuza, meydan okumamıza bir katkı vadediyor, bunu amaç ediniyor. 2005 yılında Yeni Zelanda-Auckland’daki feminist bir kitapçıda hazırlanıp bir fanzin olarak başlayıp hızla tüm dünyaya yayılarak feminist heyecanı yaygınlaştırıyor ve daha sonra da kitaplaştırılıyor. Son 150 yılın ana akım ve sol medyasında en çok bilinen otuz devrimci kadının kısa biyografisinden ve bu aktivist, feminist, anarşist, devrimci otuz korkusuz kadının şablon afişlerinden oluşuyor. Aslında her şey basit bir sorudan çıkıyor; ‘’Bizim kadın ikonlarımız kimler ve neredeler?’’ Batı kültürü içinde yaşamak, Bob Marley ya da Che Guevera görüntüsüyle karşılaşmaktan kaçınmak olanaksızdır. Her ikisi de her yerde hazır ve nazırdır; ünlüdür ve isyan sembolüdür. El Che, gözlerindeki o dalgın bakışlarla popüler kültürde devrimi simgeler diyorlar. Tüm devrimci ikonlar ve posterler hep erkektir: Che, Mao, Gandhi, Nelson Mandela, Malcolm X vb. Kitaba şöyle bir baktığımızda cinsiyet bir ikililik olarak algılanmış ve kadınlar erkeklerin karşısına koyulmuş diyebiliriz ancak bu kocaman bir önyargı olur zira cinsiyet kavramını trans ve cinsiyetler arası gender’ların geniş bir dizilişini içeren bir tarzda okuyorlar ve kadının basit bir şekilde erkekle eşit konum almasından daha da ötede feminizmin çok daha derin bir devrimci biçiminden bahsediyorlar, bunu savunuyorlar bu kitapla. Bunu yaparken de Tui Gordon’ın ifadesiyle kökleşmiş patriyarkal tarihe bir tekme savuruyorlar. Devrimci Kadınlar Yazar: Queen of The Neighborhood kolektifi Yayınevi: Versus Yayınevi Fiyatı: 12.00 TL
Yal Yaz nızlığ ar: ın S Ade en m M Ton eta u n
Suyu Yıkayan Bilge Yazar: Bilal Civelek
Kahve Tadında Hikayeler Yazar: Akif Bayrak
Anneme Söz Verdim Yazar: Yunus Arıkan
FILM ARASI
15
17 Aralık 2014
lKITAP
Bizi de götür NASA
Christopher Nolan’ın son filmi Yıldızlararası son dönemlerin en tartışılan filmleri arasında yerini aldı. Daha çok filmin ne kadar anlaşılmaz, ne kadar derin, ne kadar bilimsel, ne kadar geniş ufuklu olduğu yazılıp çizildi. Filmi izledikten sonra görülüyor ki bu yazılanlarda haklılıklar olmasına karşın yorumların biraz şişirme tarafları da var. film arası can çoksöyler
Yıldızlararası için son dönemlerin en çok konuşulan bilimkurgu filmi desek yanlış olmaz. Kısaca filmi özetlersek:Dünyanın yakın geleceği anlatılıyor. Söylenmiyor ama muhtemelen iklim değişikliğinden ötürü büyük bir dönüşüm yaşanmış. Bir anda bastıran büyük toz fırtınaları evlere-tarlalara zarar veriyor. Gıda üretimi insanlığın en büyük meselesi haline gelmiş. Okullarda 20. yüzyıl, “insanlığın felaket çağı/ müsriflik” olarak anlatılır olmuş. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçte dünyanın en büyüğüyüm megalomanyasını değiştirmek durumunda kalmış, geçmişle bir tartışma içerisine girmiş ve kendini çiftçiliğe vermiş durumdadır. Ya da daha doğrusu öyle gösterilmektedir. Öyle ki artık NASA bir yeraltı örgütü haline gelmiştir. Bu büyük toz bulutlarının dünyayı yaşanılmaz hale getireceğinden ötürü NASA gizlice başka bir galaksiye gitmenin ve mümkünse insanlığı oraya nakletmenin yoluna bakmaktadır. Yazının devamında sayılacak nedenlerden ötürü film bir şekilde Nolan kardeşlerden ısmarlanmış gibi duruyor. Onlar da vatansever duygularla bu istenci kaçırmamış. Çünkü filmi izleyince bazı tarafların oturmadığı hissine kapılıyorsunuz. Dramatik kurguda bir zorlama var. Yani tamam dünyanın hali iyi değil, iklimler değişmiş ama bu konuyla ilgili ne yaptığın muamma. İnsanlar alışkanlıklarını bir düzeyde değiştirmiş ancak solucan deliğine girecek teknolojinin milyonda biri dünyada yok. Yani kurguda başka bir yıldız sistemine gitmek için bahane bulunmuş da pek bir zorlama olmuş. İnsanın, ben sana solucan deliğine girme demiyorum, hobi olarak gene gir, diyesi geliyor.
Akademik-kurgu Normalde böyle bir ayrım yok ama bu film için yapalım. Yıllar önce yazılmasına rağmen hala referans gösterilen bilim kurguların ortak yanı yazarların güçlü hayal güçleri aslında. Hani denir ya, Jules Verne’in dedikleri çıktı, Isaac Asimov’un izinden gidiyoruz diye. Çok uzak ya da yakın gelecek tasarrufları fark etmez doğru kurgu yol da gösterir bazen. Ancak bu film daha çok şimdiye kadar yapılan kurgulardan beslenmiş yeni bir şey ortaya atmamış. Bazılarına selam göndermekle yetinmiş. Örneğin 2001 Uzay Macerası’ndaki uzay aracı tasarımı aynen kullanılmış. Hatta şakacı robot tasarımının da aynı filmdeki mistik kaya tasarımının tıpkısı olması da düşündürücü. Bu sefer de Müftü Deresi’ne inmedi E.T.’nin taklit filmi Badi de çok manalı bir replik ardı. Düşen uzay aracının önü polisler tarafından kapatılmıştır. Halk da merak içinde aracın düştüğü Müftü Deresi’nin önüne toplanmıştır. Sonra polis amiri açıklama yapar; “Burada görecek bir şey yok. Hep Amerika’ya inecek değil ya bu sefer de bizim Müftü Deresi’ne inmiş uzaylılar işte.” diye. Bu filmde bizim dere yok tabi. Ama hiç bir dere de yok. Hatta ABD dışında kimse yok. Oranın özgül durumuna bakarsak en önemlisi siyahiler yok. Bir tane siyahi kahraman var o da bir süre sonra aramızdan ayrılıyor maalesef. Yeni Adem ve Havva Amerikalı Film Amerika’nın ‘destansı’ keşfini bir düzeyde tekrarlıyor. Yani önce bu kıta keşfediliyor, sonra da kıtlıktan, hastalıktan kaçanlar buraya akın ediyor. Yani kolonileşiyor. Hali hazırda orada bulunan yerliler katledilip esir alınıyorlar.
Yıldızlararası filminde ise yeni ve yaşanılabilir dünyaya adım atan ve orada yeniden insanlığı kurmak gibi kutsal bir görev alan müstakbel Adem ve Havva’mız birer beyaz Amerikalı. Yani burada Snowpiercer’daki espri yok. Hatta bir Nuh kadar olamıyorlar. Gemilerinde sadece insan yumurtaları var. Yararlı yararsız her türlü hayvanı gemiye dolduran Nuh yine de doğa ile insanlığın uyumu ve birlikteliğini sağlıyordu. Hep uzay lobisinin işleri Filmin içerisinde aslında bir de itiraf var. NASA’nın yeraltında çalışmasının nedeni olarak halkın tepkisi gösteriliyor. Yani bu kadar kıtlık varken uzay çalışmalarına para ayrılmasa tepki gösterildiğinden NASA insanlığı kurtarmak için yeraltında çalışıyor. Aslında bu tema için uzaklara bakmaya gerek yok. Amerika’nın en büyük olduğunu göstermesi en büyük silahın, en uzağa giden aracın kendisinde olduğunu göstermesinden geçiyor. Şimdilerde dikkatleri tekrar uzaya çekme istiyorlar gibi gözüküyor. Kuyruklu yıldıza araç indireli birkaç hafta oldu. Eskisi gibi takip edilmiyor olsa gerek ki bu filmle beraber NASA’ya insanlık kurtarılacaksa onu da biz yaparız misyonu verilmiş oldu. Bu açıdan bakınca filmi uzay lobisi ısmarlamış olabilir. Değilse de Rambo’nun vatanseverliği bizim ana karakter Cooper’da da mevcut. İyi seyirler.
BELGE YAYINLARI Sivil Toplum ve Ötesi (ROUSSEAU, HEGEL, MARX) Yazarı: Gülnur Acar – Savran
Dil Dil imiz V Gül imiz arlı Tek çiçek Kim ğımız in Gün el
Eol Top ya İlias rağ Ven ı ezis
Der Der dini Özg dim Sord Oto ür Ak izi Din um ın le
Fai Beb li Me A. ek çhul Sırr ı Öz bek
Ba An şka D Alp ne Ol ilde Mü İbrah mak rse im l Yı ldız
Yağ Tho m Mim ma Ü Siyas as H Yalç arı lken Cih et obb an ın K F in Den else es’u a r a n iz Z daş ara kolu
Ha Vah war Abd şet - Ame ulla Gec d’t h K ele e ana r t