08
Ostim ateşini duymayan kalmasın
07
Geçtiğimiz Çarşamba OSTİM davasının 2. duruşması gerçekleşti. 20 kişinin ölümüyle yle sonuçlanan patlamada hayatını kaybedenlererden birisi de Deniz Demirbaş. Annesi Esme me Demirbaş Yarın’a yaşadığı süreci anlattı.
Sağlık’ta neyi savunmalıyız Yazarımız Gülsüm Kav sağlık hizmetlerini mercek altına alan yazı dizisine devam ediyor. Sağlıkta yaşanan dönüşümde alacağımız tavrın ne olacağına cevap arıyor.
ÖTV “güncellendi”, fiyatlar tavan yaptı EKONOMİ 3 TÜİK’in son açıkladığı verilere göre ülkedeki işsiz sayısı 3 milyonu geçmiyor. Fakat yaklaşık 27 milyon kişi işgücü sayılmıyor. İşgücü dışında olanların sayının neden bu kadar fazla olduğu sorusu için TÜİK’in yöntemlerine bakalım. EKONOMİ 3 19 EKİM 2011 ÇARŞAMBA
Doğal afet değil katliam
Türkiye’de deprem, sel gibi doğal felaketler sık sık yaşanıyor. Ancak neredeyse her felaketin ardından, öncesinde yapılan ihmaller gün yüzüne çıkıyor ve can kayıplarının ne derece bu ihmallere bağlı olduğu tartışılıyor. Genellikle oluşan tablo ise; felaketten hemen sonra bölgeye giden yetkililerin acil yardım yapılacağını ifade etmesi, ancak öncesinde yaşanan ihmallerden vatandaşları sorumlu tutması oluyor. GÜNCEL 2
Köstebek tartışması büyüyor
SAYI:3
1 TL
Kayıp öğrencilerin sorumluları kimler? Özel Harekatçı Ayhan Çarkın cezaevinde hazırladığı kitabında 1992 yılında kaybedilen Ayhan Efeoğlu’nun cesedini kendisinin taşıdığını itiraf etti. Ancak o yıllarda gözaltında kayıplar Ayhan Efeoğlu ile sınırlı değil. Birçok öğrenci derneği yöneticisi akıbeti henüz açığa çıkmış değil. Bu kayıplardan biri de yine 1992’de, Marmara Üniversitesi’nde okuyan İsmail Bahçeci. Yarın gazetesi İsmail Bahçeci dosyasını açıyor.
Ali Efeoğlu Cüneyt Aydınlar Ayhan Efeoğlu Hüsamettin Yaman Soner Gül 5 Temmuz1994’te 20 Şubat1994’te 6 Ekim1992’de 4 Mayıs 1992’de 4 Mayıs 1992’de gözaltında kaybedildi gözaltında kaybedildi gözaltında kaybedildi gözaltında kaybedildi gözaltında kaybedildi
Özel Harekatçı Ayhan Çarkın, Ayhan Efeoğlu’nun gözaltında öldürülüşünü itiraf etmişti. Peki kimdir Ayhan Efeoğlu? Üniversite öğrencisiydi, sosyalistti, 1992 yılında gözaltında kaybedildi. İşte 1992-1994 yıllarında gözaltında kaybedilen, mezarları dahi bilinmeyen bazı solcu öğrencilerin isimleri : Soner Gül, Hüsamettin Yaman, Ali Efeoğlu, Cüneyt Aydınlar,
İsmail Bahçeci. İlk akla gelen o yıllarda Türkiye’nin Emniyetinden sorumlu kimler olduğu değil midir? Yoksa bu yok edilişler münferit midir? 1994’ün 24 Aralığında gözaltında kaybedilen Marmara Üniversitesi Öğrencisi İsmail Bahçeci’nin kardeşi Umut Bahçeci Yarın’a konuştu: “Tek sorumlu Mehmet Ağar değil” GÜNCEL 4
Yarın muhabirleri Wall Street ve Roma sokaklarından bildiriyor DÜNYA 11
Deniz Feneri soruşturmasında, soruşturmayı yürüten 3 savcının Adalet Bakanlığı tarafından görevden alınması çokça tartışmaya neden olmuştu. Tartışmalar, soruşturmanın ucunun AKP’ye değmeye başlamasıyla birlikte Adalet Bakanlığı’nın savcıları görevden alma yoluna gittiği üzerine yoğunlaşmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Deniz Feneri soruşturması kapsamında RTÜK üyesi Zahid Akman, Kanal 7 yönetiminden Mustafa Çelik, İsmail Karahan ve Erdoğan Kara’yı yolsuzluk iddiasıyla göz altına almıştı. SİYASET 6
12. Bienal manzarasından Kurucu Meclis şart parçalar
Türkiye hala darbe döneminin anayasasını kullanırken ve hala darbenin sonuçlarını ağır bir şekilde yaşayanlar varken, 31 yıl içinde ülkesinin nasıl bir yapıya dönüştüğüne tanık olurlarken ve önce sansürün sonra da darbenin neden olduğu ödüller dahi sahiplerini yeni bulurken toplumun beklentisi de köklü değişiklikten geçiyor. Peki bu değişiklik nasıl olacak, nasıl olmalı? Geçtiğimiz hafta başladığımız Anayasa tartışmasına bu hafta da demokratik anayasa üzerine çalışmalarını sürdüren gazeteci, yazar Ayhan Bilgen’le gerçekleştirdik. SÖYLEŞİ 5
Aslında kulağa çok yabancı gelen bienal kelimesi, en basit manasıyla ‘yılaşırı’ demek. Yani iki senede bir düzenlenen kültürel ve sanatsal faaliyetlere deniyor. Her bienale belli bir tema yön veriyor ve bu tema altında kategorilere ayrılarak sanatçıların eserleri sergileniyor. 12
ALO YARIN
0506 724 6447
Abonelik Dağıtım Öneriler
Hakan Öztürk AKLIN YOLU
Cumartesi iş varsa 3
Gülsüm Kav Sağlıkta eşitliği... 7
Evet, global bir kapitalizmin son 20 yıldır geliştiğinin farkındayız, ancak dünyadaki zaferi yalnızca geniş çaplı ve bugün enternasyonal alana yayılmış olan hareketin başlangıcı oldu. Kendi gelişimi, düşmanının evrimiyle eş zamanlıydı. Ekonomik kriz düşmanına gebeydi. Bu ekonominin çökmesinin ve etkilerinin ardından, Yunanistan, Fransa, Portekiz, İtalya, İspanya, İngiltere ve şimdi de ABD gibi önceden istikrarın ve dengenin merkezi olan ülkeler artık huzursuzluğun ve başkaldırının merkezlerine dönüştüler.
Toplumsal hareketler ve dünyadaki eylemciler tarafından 15 Ekim “öfkelilerin enternasyonal günü” ilan edildi: Onlarca ülkede, yüzlerce şehirde… İtalya da bunlardan biriydi: yarım milyon insan bankaların ve finansın yani kapitalizmin yönettiği dünyaya karşı öfkelerini ifade etmek için Roma’ya akın etti. İtalya’daki miting Avrupa’daki en büyük mitinglerden biriydi. En “heyecanlı “ olanıydı, aynı zamanda polis eylemcilerle saatlerce köşe kapmaca oynadı.
04 EKiM 2011 YARIN 19 EKİM 2011 YARIN
Doğal afet değil, katliam Yağışların yoğunlaştığı döneme girmemizle birlikte artan seller konuşmaya alışık olduğumuz gündemlerden biri oldu. Peki, Türkiye’de neden bu kadar çok sel oluyor? Sel nedeniyle can kayıplarının yaşanması olağan mı? Bizi kış aylarına daha şimdiden 9 can kaybıyla girmek zorunda bırakan sel faciasına ışık tutuyoruz.
n Bu hafta İzmir Kemeraltı’ndayız. Babada kalma işini devam ettiren Turşucu Ziya ile u birlikteyiz. İşte bize küçük esnafın durum hakkında anlattıkları. Önümüzdeki günlerde yağışlar artacak. Selde ölenlerin sayısının artmaması için önlemlerin alınıp alınmayacağı ise hala belirsiz.
YARIN TOPLUM SANEM DENİZ KURAL
Türkiye’de deprem, sel gibi doğal felaketler sık sık yaşanıyor. Ancak neredeyse her felaketin ardından, öncesinde yapılan ihmaller gün yüzüne çıkıyor ve can kayıplarının ne derece bu ihmallere bağlı olduğu tartışılıyor. Genellikle oluşan tablo ise; felaketten hemen sonra bölgeye giden yetkililerin acil yardım yapılacağını ifade etmesi, ancak öncesinde yaşanan ihmallerden vatandaşları sorumlu tutması oluyor. Daha geçtiğimiz hafta oluşan sellerde Antalya’dan 6, Denizli’den 1 ve Manisa’dan 1 ölüm haberi daha geldi. Geçtiğimiz ay Rize’de yaşanan seli ve 1 ölümü de sayarsak daha şimdiden kış aylarına 9 can kaybıyla girmiş bulunuyoruz.
RİZE’DE NE OLMUŞTU? Rize’de 25 Eylül günü yaşanan ve bir kadının hayatını kaybettiği sel, üzerine yol yapılan dereler nedeniyle oluşmuştu. Daha önce defalarca uyarı raporları yayınlanmasına rağmen dere yataklarının üzeri kapatılarak yol yapılmış olan Rize’de şiddetli yağış derelerin taşmasına neden oldu. Felakette 200’ün üzerinde ev kullanılamaz hale gelirken, 250 kişi de bu evlerden tahliye edildi. Maddi zararın 11 milyon lira olduğu
tespit edildi. Rize’de geçtiğimiz yıl da Gündoğdu Beldesi’nde 13 kişinin ölümüne neden olan sel yaşanmıştı. Rize’de yaşananlar selin doğal bir afetten öte, idari hatadan kaynaklandığını ortaya seren çarpıcı bir örnek oldu. İdari skandallar Rize’de sel sonrasında da devam etti. Selde hasar gören evlerini boşaltmak zorunda kalan Fındık ailesi geçici bir süre için yerleştirildikleri öğretmenevinden gerekçe gösterilmeden çıkarıldı. Bunun üzerine aile hasarlı evlerine geri dönmek zorunda kaldı ve Yakup Fındık hiçbir cevap alamadığı yetkililere sesini duyurmak için intihara kalkıştı. Rize’de selden hasar görenlere herhangi bir yardım yapılmadığı belirtiliyor.
ANTALYA’DA 6 ÖLÜM Antalya’da geçtiğimiz hafta şiddetli yağışlarda en büyük zararın yaşandığı Serik ilçesi Gebiz beldesi Haskızılören Köyü’nde 6 kişi öldü. Yetkililer, sel gece yaşansaydı can kaybının daha da fazla olacağının altını çiziyor. 46 evin yani neredeyse köyün tamamının yok olduğu selden 4 gün önce meteorolojiden uyarı geldiği belirtiliyor. Ancak selin ardından köye gelerek incelemelerde bulunan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar vatandaşlara yaraların sarılacağı ve köyün yeniden yapılacağı “müjde”sini vermekten ge-
ri durmazken, 4 gün önceden uyarısı yapılan selle ilgili neden önlem alınmadığını ise açıklamıyor.
DENİZLİ VE MANİSA’DA DA SEL VARDI Denizli’de de şiddetli yağmur hayatı olumsuz yönde etkilerken, Çameli İlçesi’ne bağlı Karabayır Köyü’nde ahırını sel sularının doldurduğu gören Sıdıka Gümüş, 4 ineğini kurtarmak için ahıra girdi. Bu sırada sel suları ahırı doldurdu ve 60 yaşındaki Sıdıka Gümüş hayatını kaybetti. Köydeki evler de sel sularından etkilenerek hasar gördü. Kentte 45 bin dekar sera ve pamuk tarlası zarar gördü. Öte yandan Manisa Gördes’te şiddetli yağışta 4 evin yıkılması sonucu 1 kişi hayatını kaybetti. Bir çok kişi de enkaz altında kaldıktan sonra kurtarıldı. MUĞLA’DA SEL HEYELANI GETİRDİ Muğla’nın Dalaman ilçesinde yoğun yağışlı hava sel ve heyelanı da beraberinde getirdi. Dalaman-Acıpayam yolu trafiğe kapandı; 2 köy ile ulaşım
halen sağlanamıyor. Selin en fazla zarar verdiği köylerden biri olan Elcik köyünde köy yolu, içme suyu ve elektrik hattı kullanılamaz hale geldi. İçme suyu hattının hasar görmesi nedeniyle kovalarla su taşıyan köylüler; hayatlarında ilk kez böyle bir manzara ile karşılaştıklarını, sel sularının yaklaşık 2 metre yükseldiğini ve evlerin hizasına geldiğini belirtiyor.
YAĞIŞLAR ARTACAK Önümüzde yağışların artacağı günler bizi bekliyor. Ancak önceki yaşananlardan ders çıkarmamaya alışık olan idareciler nedeniyle yine sel baskınlarının adeta katliama dönüşeceği günler geçirebiliriz. Selden günler önce yapılan ama dikkate alınmayan uyarılar, üstü kapatılan dereler nedeniyle zaten önceden beri beklenen sel basınları can almaya devam etmemeli. Ancak yetkililerin sel nedeniyle yaşananları bir doğal afet olarak görmeye alışık olan tutumları sürdüğü ve önlemler alınmadığı sürece, ölümler de artacak gibi görünüyor.
Kutu başına 1 lira ilaç parası geliyor
Hopa’yı protesto edenlere dava açıldı Hopa‘da HES’lere karşı yapılan eyleme polisin müdahalesi sırasında atılan gaz bombasından etkilenen Metin Lokumcu’nun hayatını kaybetmesi ile ilgili Ankara’da düzenlenen gösterilere dair başlatılan soruşturma kapsamında, özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliğinin 28 kişi hakkında hazırladığı iddianame, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İddianamede, 31 Mayıs 2011’de Artvin’in Hopa ilçesinde AKP seçim otobüsüne sol görüşlü kişilerin saldırması sonucunda bir polis memurunun ağır yaralandığı, olaylara müdahale sırasında Metin Lokumcu’nun da kalp krizi neticesinde vefat ettiği belirtiliyor. Ayrıca, bu olay sonrasında Sosyalist Kadın Meclisleri, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Partizan, ODAK, Kaldıraç, ÖDP-Gençlik Muhalefeti, Halkevleri- Öğrenci Kolektifleri, Türkiye Komünist Partisi, Emekçi Hareket Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Parti ve Toplumsal Özgürlük Platformu flamalarını taşıyan yaklaşık 800 kişi tarafından Ankara’da bir gösteri düzenlediği iddianamede ifade ediliyor. Sayılan yasal parti ve örgütlerin “terör örgütü” şeklinde nitelendirildiği ve 65 polisin de müşteki olarak gösterildiği iddianamede sanıklara yöneltilen suçlamalar ise; yasa dışı örgüt üyeliği, yasa dışı örgüt propagandası yapmak, polise mukavemet, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet, kamu malına zarar vermek. YARIN TOPLUM
Sağlıkta dönüşüm uygulamaları kapsamında, artık hastalar doktorun yazdığı 3 kutu ilacın fazlası olan her kutu ilaç için 1 TL fazladan para ödeyecek. Ayrıca aile hekimlerine 3 lira reçete parası getiren Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) katılım paylarına da 1 lira zam getirildi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın açıkladığı sağlıkta bütçe kısıtlamasına yönelik plana göre, devlet hastanelerinde muayene ücreti olan 5 lira bundan böyle 6 lira, özel hastanelerde ise 14 lira olacak. İlaç yazılması halinde bu fatura daha da kabaracak. Muayenenin ardından ilaç yazılmışsa, reçete ücreti sağlık kurumuna göre değişiyor. Aile hekimine muayene olup ilaç yazdıranlar 3 lira, devlet hastanelerinde 9 lira, özel hastanelerde ise 17 lira reçete ücreti ödeyecek. Hastalar aynı zamanda ilacın yüzde 20’lik kısmını da ödemeye devam edecek. Sağlık Bakanlığı yetkilileri, düzenlemenin Danıştay’ın reçetelerde ilaç sınırlamasını kaldırmasından sonra artan gereksiz ilaç yazılımını önleme amacıyla çıkarıldığını savunsa da, ilacı kendilerinin değil doktorun yazdığını belirten vatandaşlar uygulamaya tepkili. YARIN TOPLUM
“Eski işler yok”
Bize kısaca kendinizden bahseder misin? çocuğum var; bir Benim adım Ziya Öğüt. Evliyim. İki ğumdan beri buoğlan, bir kız. İkisi de okuyor. Çocuklu kalan işi yapıyoruz. rada, Kemeraltı’ndayım. Babamızdan uz. Bu bizim mesTurşuculuk mesleğini devam ettiriyor yıllardır bu işi yai yan leğimiz. Ailece bu işin içindeyiz, İmalatı da ailece pıyoruz. Kardeşimle birlikte çalışıyoruz. esinde. Yılardır yapıyoruz. İmalat yerimiz Marmara bölg m ettiriyoruz. yapabildiğimiz kadar baba mesleğini deva İşinizden memnun musunuz peki? amlı ilgi isteyen, Memnunuz ama işimiz çok yorucu. Dev i bu. Müşteriye yan l deği iş bakım isteyen bir iş. Kolay bir an güzelini zam Her devamlı iyisini vermek zorundasın. damak zevn, aksı yapmak zorundasın. Kaliteyi bozmayac acaksın. may otur kini bozmayacaksın. Sürekli çalışacaksın, rdır devam ettirOturursan bu iş olmaz. İlgi istiyor. Yılla ar. Bir de şimdi meye çalışıyoruz elimizden geldiği kad olur bizde. Kuru kışa giriyoruz. Kışın satış biraz daha fazla ekleri. Bunların fasülye, nohut, tarhana, bunlar kış yem en daha çok iş yüzd yanında daha güzel gider turşu. Bu olur kışın. Başka bir meslekte çalışmak ister miydiniz? herhalde. Tabi Bu işe alıştım artık, başka bir şey yapamam mesleği işte. Ben başka şeyler de isterdim ama babamızın işe mecburen baokumak isterdim. Lise mezunuyum. Bu sonra da devam adık başl bamıza yardımcı olmak amacıyla bu mesleği laka mut ettirdik. Ben kendi çocuklarımdan işi yaparBu ela. devam ettirmelerini beklemiyorum mes klarsa yaca . Oku larsa yaparlar, yapmazlarsa kendileri bilir başka iş yaparlar. nizi? Maddi yönden nasıl buluyorsunuz mesleği Maddi yönden . tabi yok Masraflar çok ağır, eski işler bundan 10-15 , iğim ded memnunuz diyemem. Eski işler eski özelliği de n tı’nı sene evvelki işler yok artık. Kemeral geliyordu. tı’na eral kalmadı. Eskiden daha çok insan Kem . Marartık iyorlar Büyük marketler çıktıktan sonra gelm az olmasa halimize ketlerin esnafa zararı oldu. Yani işler artık. Bir de, kriz şükür memnunuz, ama müşteriler azaldı lenmedim diyen herkesi etkiledi. Bizi de etkiledi tabi. Etki ela bugün saat mes , Bak yalan söyler, bütün esnaf etkilendi. tıklım tıklım de mal öğlen oldu ama hiç müşteri yok. Nor k balı olurdu ama olurdu buralar. Eskiden sabahtan kala R ONUR ULUGÖL şimdi öğlen oluyor, hiç müşteri yok. İZMİ
Hazırlayan Halil Altunpolat
1982 18 Ekim
20 Ekim 2008 1999 21 Ekim
1937 22 Ekim
23Ekim 1972
Ankara Dev-Yol Davası Başladı 186 kişinin idam istemiyle yargılandığı, 574 sanıklı Ankara Devrimci Yol Davası başladı. Ergenekon Davası Başladı Derin devlet ilişkilerinin ortaya iyice saçıldığı ve darbe planlarının açığa çıktığı sürecin ardından Ergenekon Davası Silivri Cezaevi içindeki Adliye’de başladı Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü Dersim’de başlayan isyan çok sayıda insanın katledilmesiyle son buldu. Ancak daha sonrasında başını Seyit Rıza’nın çektiği isyancılar direnişe devam ettiler. Dersim İsyanı Katliamla Bastırıldı Devrimci Yol’un desteklediği Bağımsız aday Fikri Sönmez Fatsa Belediye Başkanı seçildi. Sosyalist bir belediyecilik anlayışının pratiğe döküldüğü ilk deneyim olarak tarihe geçti. Maden Göçtü, 20 İşçi Yaşamını Kaybetti. Zonguldak kömür ocaklarında meydana gelen grizu patlamasında 20 işçi öldü, 76 işçi yaralandı. Madenlerde yaşanan ihmaller yüzünden işçiler bugün hala iş cinayetlerine kurban gidiyor.
19 EKiM 2011 YARIN
ÖTV’ye zam güncellemesi Vergide “en”lerin ülkesi özelliğini sürekli elinde tutan Türkiye, yeni vergilerle yoluna devam ediyor. Sigarada, alkollü içkide, cep telefonunda, 1.600 cc üzeri otomobillerde ÖTV oranları artırıldı. Artan vergilerin ardından başlayan tartışmalar hükümetin kaynak arayışlarına eleştiriler içermekte. İSTANBUL İbrahim keskin
Resmi Gazete’de yer alan Bakanlar Kurulu kararına göre sigara, alkollü içki, cep telefonları, elektrikli araçlar hariç 1.600 cc üzeri otomobiller ve yük taşımacılığında kullanılan araçlarda ÖTV oranı bugünden itibaren artırılırken, kabul kredili vadeli akreditif ve mal mukabili ödeme şekillerine göre yapılan ithalatta KKDF oranı yüzde 6’ya çıkarıldı. Sigarada ÖTV oranı yüzde 63’ten yüzde 69’a çıkarıldı, asgari maktu vergi tutarları artırıldı. Alkollü içkilerde asgari maktu vergi tutarları artırıldı. Motor silindir hacmi 1.600 cc’yi geçmeyen otomobillerde ÖTV yüzde 37’de kaldı, 1.600-2.000 cc arası yüzde 60’tan yüzde 80’e; 2.000 cc’yi geçenler yüzde 84’ten yüzde 130’a çıkarıldı. Elektrikli araçlarda ÖTV değişikliği yapılmadı. Yük taşımacılığında kullanılan araçlarda ÖTV yüzde 10’dan yüzde 15’e çıkarıldı, bu kapsamdaki elektrikli araçlardaki ÖTV yüzde 10 olarak bırakıldı. Cep telefonlarında ÖTV yüzde 20’den yüzde 25’e çıkarıldı, maktu vergi 40 liradan 100 liraya çıkarıldı.
OTOMOBİLLER DAHA PAHALI Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, otomobilde ÖTV artışını: “Motor hacmi 1.6 ile 2 litre arasındaki araçların anahtar teslim fiyatlarına yüzde 12.5, 2 litrenin üzerindeki araçların anahtar teslim fiyatlarına da yüzde 25’lik bir etkisi olacak” şeklinde ifade etti. SİGARA İÇME, ALKOLÜ AZALT Başbakan Erdoğan, partisinin Kızılcahamam kampında yeni düzenlemeleri değerlendirdi. Erdoğan motorlu taşıtlara, içkiye, alkole ve cep telefonuna konulan ÖTV zammıyla ilgili eleştirilere de “Kardeşim sigarayı içmezsin, olur biter. Alkolü daha az tüketirsin olur biter. Kalkıp da Porsche kullanacağına Fiat’a bin. Biraz daha düşür harcamayı” yanıtını verdi. GÜNCELLEME DEĞİL ZAM Hükümetin zam değil güncelleme açıklamalarına değinen Kemal Kılıçdaroğlu; “Önümüzdeki süreçte göreceksiniz. Şimdi bir başbakan yardımcısı çıkmış diyor ki ‘Bu zamlar 74 milyonu ilgilendirmiyor, zenginlerden alıyoruz biz bunu’ Doğalgaz zammını sadece zenginler mi ödüyor? Elektrik
Orta Vadeli Programın açıklandığı toplantıda, küresel ticaretteki artış hızının 2011 ve 2012 yıllarında yavaşlayacağını, dünya ekonomisindeki büyüme yavaşlarken petrol fiyatlarında gevşeme öngörülmediği belirtildi. Türkiye’nin tüm dünyada yaşanan olumsuz tabloya rağmen istikrarlı bir büyüme trendi sürdürdüğünü anlatan Babacan, Orta Vadeli Programın da Türkiye’de refah seviyesinin yükseltilmesi ve istihdamın artırılması amacıyla hazırlandığını kaydetti.
BOYNER: “VERGİDE SINIRA YAKLAŞIYORUZ” Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Ümit Boyner, dolaylı vergilerin kolay toplanan vergiler olduğunu belirterek; “Ancak her vergi kaynağının bir sınırı vardır ve o sınıra yaklaşıyoruz” dedi.
TÜSİAD olarak sürekli gündeme getirdikleri bir konu olduğunu söyleyen Boyner, “Dolaylı vergilerin, toplanan vergilerin büyük bir bölümünü oluşturması, özellikle düşük gelir gruplarının zarar görmesine, vergi adaletinin olumsuz etkilenmesine, üstelik vergi tabanının darlığının gözden uzak kalmasına neden olmakta” dedi. Boyner, “Orta Vadeli Program’da kayıtdışı ile mücadele ana amaçlardan bir tanesi. Hem düşük gelirli grupların refahı, hem vergi geliri dağılımındaki çarpıklığın giderilmesi için yeni ve kapsamlı bir vergi reformu artık çok elzem” dedi.
“Programın dikkatli bir takipçisi olacağız” Program açısından diğer bir tehlikenin, bu zamların özellikle tüketici fiyatları üzerinde oluşturacağı baskı olduğunu söyleyen Boyner, “Fiyat istikrari ve makroekonomik politikaların öngörülebilirliğinin de bu küresel ortamda kısa vadeli önemini yadsıyamayız. Cari açık konusundaki hassasiyete hepimiz katılıyoruz, paylaşıyoruz. Ama bununla birlikte acil olarak alınan önlemlerin orta vadeli programın bütünlüğünü bozmamasının önemine de dikkat çekmek istiyoruz.” dedi.
Cari açıkla mücadele bitmiyor
AKLIN YOLU
Cumartesi iş varsa, işsizlere ver
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız cumartesi günü de çalışılabileceğini buyurdu. Ne feraset. Durmuş düşünmüş taşınmış bunu bulmuş. Tam göze girecek adam. Herkes iş arıyor. Herkes çalışmak istiyor. AKP’li aklı evveller ne cevap veriyor buna: - Tamam cumartesi günleri de çalışın. Yap desen böyle şaka yapamaz. Adam eve pür neşe girmiş. “Karıcığım” demiş, hani hep pahalı bir evde oturalım istiyordun ya… Heyacanlanarak “Evet!” demiş karısı. “Hayal ettiğin şey olacak, ev sahibi kiraya zam yapıyor.” Herkes AKP’den işsiz milyonlara iş bulmasını istiyor o ise mevcut çalışanların işini arttırıyor. Boş duracaklarına cumartesi günleri de çalışsınlar. Ataması yapılmayan işsiz öğretmen adayları kendisinden iş istediğinde şöyle kükrüyordu Tayyip Erdoğandan: - Her okulunu bitirene iş vereceğiz diye bir şey yok. Okulunu bitiren gençlere iş yok ama zaten çanını dişine takıp çalışan mevcut insanlara cumartesi günü iş var. Cumartesi yapılacak çok fazla iş varsa Taner Yıldız hazretleri, parasını veriver de yeni insanlar çalışsın. Zaten çok çalışan insanların sırtından çalışkanlık taslama. Ver emeğinin karşılığını öğretmenlere pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleri çocuklarımızı okutsun. Ver emeğinin karşılığını köylü buğday eksin, pancar eksin, fındık toplasın. Ver emeğinin karşılığını doktor, memleketin uzak yerlerindeki hastalarımıza şifa taşısın. AKP bunu yapamıyor. O çelişkileriyle kıvranıyor. Başbakan iş yok derken, bakan iş çok diyor. Mevcut dünya düzenin mantığı, AKP’ye bunu yaptırıyor. AKP bu düzenin fevkalade mutlu bir itaatkarı. Başbakan en son Kızılcahamam toplantıları esnasında fırsatını bulup çevre köylerden getirilip kendisine sunulan pekmezden, reçelden aldı. Üç vakit önce de rakı içmekten bahsedenlere, “İçki içmeyin, üzüm yiyin” dedi. Ne kadar tabiata, tabii ürünlere düşkün bir insan değil mi? Diş fırçası yerine misvak bile kullanıyor olabilir. Onu daha bize ifşa etmedi. Peki, bu kadar doğal, natürel, pastoral adam en sonunda ne yaptı? Japonya’da, Fukuşima’daki nükleer enerji santrali kazasından sonra, herkes Japonya’dan kaçarken… Kaza bölgesinden kalkan radyasyon yüklü bulutlar dünyanın çevresini kat ederken… Kalktı Türkiye’de nükleer santral yapılması için Rusya’yla anlaşmaya imzayı küt diye bastı. Kılı bile kıpırdamadı. Vatan toprağını bu kadar mı gözden çıkarmış biri bu? Hiç mi toplum sevgisi yok bu adamda? Ölme ihtimaline imza attığı kendi halkına hiç mi acımıyor? Bilemiyorum? Öyle ya da değil. Dünya düzeninin çark sisteminde dönüyor AKP. Mantıklı davranabilecek bir varlık değil. Tehlikeyi görüyor ama ucuz ve karlı elektrik üretebilmek uğruna basıyor imzayı. Bunlar ucuz elektrik üretebilmek için bizi ölüme iterler. Üzülürler belki ama iterler. Kendi hükümet etme dönemlerinde ucuza ve karlı elektrik üretebilmek için bu ülkenin geleceğini yakabilirler. Kendi hükümeti çevresine dizilmiş insanları nemalandırabilmek için, kendi hükümet dönemlerinde yapılacak bir nükleer santrale evet diyebilirler. Biz yapmasak onlar, bunlar, şunlar yapacaktı derler. Dünya bunu nasıl yapıyorsa AKP de öyle yapar. CHP-MHP nasıl yapacaksa, AKP de öyle yapar. AKP, “neden kara göre bir dünya kuruyoruz” diye soru soramaz. AKP bu kadar akıllı olamaz. O dünyaya böyle bir pencereden bakamaz. hakanozturk1871@gmail.com
SÖZLÜKÇE Başbakan Yardımcısı Ali Babacan düzenlediği basın açıklamasında, Türkiye’nin yıl sonunda yüzde 7.5, 2012 yılında yüzde 4, 2013 ve 2014 yılından itibaren de nispi bir toparlanmayla yüzde 5’lik bir büyüme beklediklerini açıkladı. program döneminde de yüzde 10’un altına düşmesini beklediklerini bildirdi. Program döneminde istihdam edilenlerin sayısındaki artışın tahmini ise yaklaşık 1 milyon 250 bin kişi. Kriz nedeniyle 2009 yılında yüzde 14,8’e yükseleceği tahmin edilen işsizlik oranının program dönemi sonunda yüzde 13,3’e gerilemesi bekleniyor
2003-2007 DENEYİMİ Babacan: “2013 yılında yeniden yapılandırma gelirlerinin etkisi iyice azalıyor. Bu sebepten dolayı bu yılın artık yeniden yapılandırmanın etkisinin ortadan kalktığı bir yıl olarak kabul edebilirsiniz. Buna bağlı bir şekilde, bizim kamu maliyesindeki sıkı duruşumuzun korunarak, devam
etmesi hatta bir miktar daha güçlendirilmesi olarak yorumlayabileceğimiz bir hedef. Türkiye’nin 2003-2007 deneyimi mali disiplin, düşen enflasyon ve güçlü büyüme performansının eş zamanlı olarak gerçekleştirilebileceğini ortaya koymuştur” şeklinde konuştu. istanbul arınç kılıç
?
BÜYÜMEDE DÜŞÜŞ Büyümenin, bu yılın sonunda yüzde 7,5, 2012 yılında dünyadaki ve Avrupa’daki büyüme oranlarındaki düşüşe paralel bir şekilde Türkiye’de de yüzde 4 olarak gerçekleşmesini beklediklerini anlatan Babacan, ancak 2013 ve 2014 yıllarından itibaren de nispi bir toparlanmayla yüzde 5’lik büyüme öngördüklerini kaydetti. Cari işlemler açığının ise bu yıl milli gelirin yüzde 9,4’üne ulaşması hedeflenen program çerçevesinde, gelecek yıl yüzde 8’e, 2013 yılında yüzde 7,5’a, 2014 yılında yüzde 7’ye düşmüş bir cari açık öngörülmekte. Merkezi yönetimin bütçe açığının bu yılın sonu itibariyle milli gelire oranının yüzde 1,7’ye düşmesini beklediklerini ifade eden Babacan, 2012’de bu düşüşün devam ederek, yüzde 1,5’a, 2013’de yüzde 1,4’e, 2014’e de yüzde 1’e inmesini öngördüklerini kaydetti. Babacan, işsizlik oranının bu yıl yüzde 10,5,
zammını sadece zenginler mi ödüyor? Elektriği sadece zenginler mi kullanıyor? Şimdi zammın adını da değiştirdiler. Ne diyorlar, güncelleme diyorlar. Fiyatları güncelliyorlarmış, zam lafını ağızlarına almaktan korkuyorlar” ifadelerini kullandı.
Hakan Öztürk
İŞGÜCÜ : Bir ülkede, belirli bir dönem içerisinde 15-65 yaş arasındaki çalışabilir nüfustan çalışmak istemeyenler düşüldükten sonra kalan nüfustur. ÖZEL TÜKETİM VERGİSİ (ÖTV): Belirli mal ve ürünler üzerinden maktu veya oransal olarak alınan bir harcama vergisidir. İlk olarak Avrupa Birliği ile uyum çerçevesinde yapılan kanunu değişiklikleriyle gündeme gelmiş, teoride lüks, sağlığa ve çevreye zararlı mallara uygulanması gerekse de ülkemizde birçok ürüne uygulanmaktadır.
04 EKiM 2011 YARIN 19 EKiM 2011 YARIN
İsmail Bahçeci’nin failleri nerede?
Mehmet Ağar, İbrahim Şahin ve Ayhan Çarkın üçgeni ülkenin gündeminden düşmüyor. 1990’lı yıllarda sadece Ömer Lütfü Topal mı öldürüldü? Ya solcu öğrenciler ? Gözaltında kaybedilmiş, failleri yargılanmamış, mezarlarının nerede olduğunu dahi bilmeyen kayıpların yakınlarının gözünden gelişmeler nasıl yorumlanıyor? istanbul selçuk kaygısıZ - özge akman
90’lı yıllar Türkiye’nin en karanlık dönemi ve Umut Bahçeci o döneme birebir tanık olmuş ağabeyini, Marmara Üniversitesinde öğrenci olan İsmail Bahçeci’yi 1994 yılında gözaltında kaybetmiş. Umut Bahçeci ile şu anda gündemde olan Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Ayhan Çarkın hakkında ve dönemin kayıpları, sorumluları hakkında konuştuk.
FAAİLİ MECHUL ÜÇGENİ Tansu Çiller’in Başbakan olduğu 90’lı yıllar gözaltında kaybedilenlerin en fazla olduğu dönem olduğu herkes tarafından bilinmekte. Umut Bahçeci’ye göre 90’lı yıllarda binin üzerinde gözaltında kaybedilen insan var. Dönemin, Özel Harekatçısı Ayhan Çarkın’ın faali meçhullerle ilgili itirafları doğrultusunda Eski Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar geçtiğimiz ay 5 yıl ceza aldı. Ve geçtiğimiz günlerde dönemin Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in tutuklandı. “MEHMET AĞAR KAYIPLARDAN NASIL SORUMLU TUTULMAZ?” Eski Özel Harekatçı Ayhan Çarkın’ın 90’lı yılların işkence merkezi olarak bilinen İstanbul Gayrettepe eski Siyasi Şube’de yaşananlara ilişkin ve son olarak 6 Ekim 1992 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi Ayhan Efeoğlu’nun kaybedilmesi ile ilgili somut bir itirafta da bulunmuştu. Çarkın şöyle demişti: “Şubeden çıkarılan bir paket, ne bu? Patlayıcı öyle mi? Peki ne olacak? Açık araziye götürülüp imha edilecek. Müdür önde biz ardında Trakya tarafında ormanlık bir yer. Tam paketi açalım derken o da ne? Bir insan. A. Efeoğlu...” Bu itiraflar kayıp yakınlarını harekete geçirmişti. İstanbul’da 24 Aralık 1994 yılında Gayrettepe’de kaybedilen İsmail Bahçeci’nin kardeşi Umut Bahçeci, Çarkın’ın itirafları doğrultusunda Savcılığa başvurarak kardeşinin akıbetinin araştırılmasını istemişti. Çünkü 2 yıl arayla gözaltında kaybedilmiş 2 “solcu” üniversite öğrencisinin kaderleri ortaktı. Fakat geçtiğimiz günlerde bu itiraflara rağmen Ayhan Efeoğlu’nun avukatı Taylan Tanay’a, soruşturma açılması talebine İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, “Bunlar çıkar amaçlı suç örgütü faaliyeti ya da terör organizasyonu” değildir diyerek görevsizlik kararı verdi. Umut Bahçeci bu karara anlam veremediğini söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor :”Sıradan bir insanın bile Mehmet Ağar’ın gözaltındaki kayıplar hakkında sorumlu olduğunu düşünür. Bu adam o dönemde Emniyet Genel Müdürü değil miydi; bu adam baş değil miydi? Nasıl sorumlu tutulmaz.” “TEK SORUMLU MEHMET AĞAR DEĞİL” Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’nce yürütülen faili meçhul cinayetler soruşturması kapsamında ifade veren eski Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin, çarpıcı
Soner Gül Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi 4 Mayıs 1992’de gözaltında kaybedildi
ismail bahçeci: 1994 - ...
Gözaltında kaybolan Üniversite Öğrencisi: İsmail Bahçeci
açıklamalarda bulunmuştu. Faali mechul cinayetlerle ilgili olarak “Ortada illegal bir yapı varsa gidin Mehmet Ağar’a sorun” demişti. Umut Bahçeci bu durumu şöyle yorumluyor: “1994 Aralık’ta İsmail Bahçeci gözaltına alındığında bunların tek sorumlusu vardı. Bunların başlarındaki Tansu Çiller’dir. Onun altındaki Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, İstihbarat Dairesi Müdürü Hanefi Avcı, Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin, Özel Harekatçı Ayhan Çarkın ve ve ekibidir. Bunlar hala cezalandırılmadılar.”. Ayrıca bu çemberin içinde Gayrettepe’nin o dönemin emniyet müdürünün de olduğunu söyleyen Bahçeci, “Bütün insanlar o kapıdan canlı giriyordu, diğer kapıdan cansız bedeni çıkıyordu.”diyor. Bahçeci’ye göre eğer Tansu Çiller ve Mehmet Ağar konuşursa kayıplar konusu büyük oranda çözülecek.
“HANEFİ AVCI DA BU İŞİN İÇİNDE” Umut Bahçeci, o dönemin İstihbarat Dairesi Müdürü Hanefi Avcı’ya da ayrı bir parantez açmak istiyor. Çünkü Bahçeci’ye göre o da bu faili mechul cinayetlerin içinde. Bahçeci Hanefi Avcı’nın da faillerle ilgili adının hiç geçmemesinden oldukça şikayetçi. Onun da kayıplarla ilgili ceza alması için çalışma başlatılmasının gerektiğini vurguluyor. Bahçeci, Mehmet Ağar ve Hanefi Avcı için kayıp yakınlarıyla birlikte yeniden dava açılması gerektiğini sözlerine ekliyor.
İsmail Bahçeci’nin kaybedilişini kardeşi Umut Bahçeci şöyle anlatıyor: 1969 yılında doğdu. Kaybedildiğinde henüz 25 yaşındaydı. Babamız berberdi, 4 çocuktuk. Babam bizleri zorlukla okutmaya çalışıyordu. İsmail akıllı bir çocuktu. İstanbul’da Basın-Yayın Yüksek Okulu’nu kazanmıştı. Üniversitedeyken mücadeleci olmaya başlamıştı. Türkiye Öğrenci Derneği Federasyonu’nun kurucularından oldu. Daha sonra Dev-Genç’le tanıştı DevGençli olduktan sonra, Dev-Gençliliğin hakkını verdi. Hakkını verdi diyorum çünkü daha sonra görüşmüş olduğumuz arkadaşları İsmail’den hep övgüyle bahsederdi, özverili olduğundan bahsederdi. Üniversite öğrencilerinin sorunlarıyla ilgilenmek ve demokratik üniversite mücadelesini örgütlemek için il il dolaştı. İsmail Bahçeci kaybedilişine kadar sanırım Bayrampaşa’da iki, Antep’te bir Malatya’da bir olmak üzere kısa süreli üçer ay 4 kez cezaevine girdiğini biliyorum. İstanbul Avcılarda bir site içerisinde oturuyorduk. Evimiz sürekli polisler tarafından basılıyordu. Bu nedenle 92’den sonra abim eve gelememeye başladı. 94’ün Eylül ayında benim bir büyük abim Metin, İsmail abimle Beyoğlu’nda karşılaşıyor. Metin abim arkadaşının iş yerinin adresini veriyor; “Eve gelemiyorsan, hani bir ihtiyacın olur, para, üst baş burayla irtibata geç biz oraya bırakalım, oradan sen alırsın” diyor. Sonra vedalaşıp ayrılıyorlar.
“MÜCADELEMİZ SÜRECEK” Kayıplarla ilgili yürütülen mücadelelerinin devam edeceğini belirten Bahçeci, sözlerine şöyle devam ediyor: “Biliyorsunuz 341 haftadır Cumartesi Anneleri Galatasaray Meydanı’nda. Kayıplarımızla ilgili bir sürü mücadelelerimiz oluyor. Artık Berfo Anne’nin oğlu Cemil Kırbayır’ın devlet tarafından öldürüldüğü söylenebiliyor. Ayhan’la Ali Efeoğlu kardeşlerin akıbetini Ayhan Çarkın açıklayabiliyor. Artık bu faili meçhul cinayetler yavaş yavaş ortaya çıkabiliyor. Tabi bütün bunlar, hem duyarlı basın tarafından, hem kayıp yakınlarının, hem kayıp ailelerinin mücadelesi bakımından bir kazanımdır.”
Hüsamettin Yaman İstanbul Üniversitesi Çam Meslek Okulu öğrencisi 4 Mayıs 1992’de gözaltında kaybedildi
“İSMAİL BAHÇECİ’Yİ DEVLET ÖLDÜREMEZ” Umut Bahçeci yetkililere ve Başbakana şöyle seslendi : “Babamı erken kaybettik. Babam sirozdan öldü. Gece 3’de kalkıyordum, babam içki içiyordu. Niye içer bu adam? Evladını kaybetmiş.Tayip Erdoğan’a sesleniyorum. Ya senin çocuğun gitmiş, düşünsene sen göndereceksin bir insanı üniversiteye ve sırf siyaset düşündü diye birileri alacak onu gözaltında kaybedecek. Sen ne yaparsın? Bu soruyu kendine sorsun. Bir tane çocuğum var 9 yaşına yeni girdi. Adı İsmail Bahçeci. İsmail Bahçeci’yi devlet öldüremez, İsmail Bahçeciler yine doğar, herkes bunu böyle bilsin.”
Ayhan Efeoğlu Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi 6 Ekim1992’de gözaltında kaybedildi
GAYRETTEPE 24 Aralık 1994’te bize telefon geldi. Telefondaki kişi dedi ki; ”Çocuğunuza sahip çıkın polisler İsmail’i gözaltına aldı”. Apar topar abim, babam ve ben Gayret tepe’ye gittik. Gayrettepe’de bize yok dediler, oradan Cumhuriyet Başsavcısına gitti babam, orda şikâyet dilekçesi yazdık. Ve Cumhuriyet Başsavcısı oradan tekrar telefon etti Gayret tepe’ye, böyle bir kişi var mı diye. Tekrar yok dedi. Oradan çıktık geldik, bir gün sonra tesadüf, Metin abim az önce bahsettiğim dükkanda çalışan arkadaşını gözaltına aldıklarını orada “siyasi bir kişinin cebinde senin adresinin, telefonunun neden var, ve bu insanla nasıl bir işbirliğin var” diye sorguya çekildiğini öğreniyor. Ve abimin arkadaşı yaklaşık üç dört saat sorgulandıktan sonra serbest bırakılmıştır. Bu yüzdendir ki bu olay “net bir belgedir.” İsmail polisler tarafından gözaltına alındı. Ve kaybedildi.
Ali Efeoğlu İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fak. 5 Temmuz1994’te gözaltında kaybedildi
İsmail Bahçeci gibi 1992-1994 yıllarında gözaltında kaybolan(!) öğrencilerin bazıları ise şöyle:
Cüneyt Aydınlar İstanbul Üniversitesi İktisat Fak. öğrencisi 20 Şubat1994’te gözaltında kaybedildi
19 EKiM 2011 YARIN
Kurucu Meclis şart Türkiye hala darbe döneminin anayasasını kullanırken ve hala darbenin sonuçlarını ağır bir şekilde yaşayanlar varken, 31 yıl içinde ülkesinin nasıl bir yapıya dönüştüğüne tanık olurlarken ve önce sansürün sonra da darbenin neden olduğu ödüller dahi sahiplerini yeni bulurken toplumun beklentisi de köklü değişiklikten geçiyor. Peki bu değişiklik nasıl olacak, nasıl olmalı? Geçtiğimiz hafta başladığımız Anayasa tartışmasına bu hafta da demokratik anayasa üzerine çalışmalarını sürdüren gazeteci, yazar Ayhan Bilgen’le gerçekleştirdik.
İSTANBUL MELİKE ÇINAR
İktidar partisinin kabul etmeyeceğini varsaydığınız her önerinizden hemen vazgeçerseniz muhalefet yapamazsınız bu ülkede.
Elbette ki Kürt sorunu sadece hukuk metniyle aşılacak bir şey de değildir; yani uygulamadır, politikalardır, diğer metinlerdir. Yani sadece anayasa değildir; ama anayasa bunun önemli parçalarından bir tanesidir.
Esası göze alamıyorsanız, hem içerikte hem de yöntemde bu bir oyalamaya dönüşür, niyetiniz o olmasa bile fiili olarak ortaya bir oyalama tablosu çıkar.
İnsanlar ne kadar sokağa çıkar, ne kadar talepleriyle ilgili kararlı bir tutum içerisine girerse, iktidar üzerinde baskı kurarlarsa Türkiye ancak o kadar demokratikleşir. Yoksa kimse kendi egemenliğini paylaşmak istemez.var” diyebilmelidir.
Referandumla birlikte hükümetin bir dizi paket önerisi oldu. Bunlardan biri de Anayasa idi. Toplumun hükümetten beklentisi ne olabilir ? Toplumun büyük bir kısmı, bir vesileyle, inancından, etnik kimliğinden, ekonomik statüsünden, cinsiyetinden ya da kendi arazisinin, tarlasının rahat sulanmasını talep etmesinden, çocuğunu askere göndermek istememesinden kaynaklı yaşadıkları mağduriyet, uğradığı ayrımcılık, haksızlık yani Türkiye’de artık mevcut ulus devlet modelinin ve onun oluşturduğu göstermelik, yapmacık bir laiklik uygulamasının, bu formatın toplumsal taleplere ve beklentilere cevap vermediği çok açık. Dolayısıyla bir biçimde mevcuttan kurtulmak; daha özgürlükçü, daha çoğulcu, daha var olan kimlikleri kabullenen ve onların gelişmesi için bir fırsat oluşturan bir hukuk normunun gelişmesini istiyor. Anayasadan beklenti toplum kesimleri açısından böyledir. Mesela Aleviler açısından, en temel sorun zorunlu din dersidir, diyanetin yapısı, cem evlerinin statüsüdür. Kürtler açısından anadildir, vatandaşlık tarifidir, özerklikle ilgili taleplerdir. Ama burada asıl önemli olan bunları bir paydada ortaklaştırmaktır. Yani anayasa dediğimiz şey birlikte yaşama hukukunun kurulmasıdır. Birtakım kesimleri sayıyor oldunuz. Anayasayı oluştururken hangi kesimlerin yer alması gereklidir? Mevcut anayasadan en çok mağdur olan, en çok haksızlığa uğrayan, mevcut anayasaların en çok inkar ettiği, en çok yok saydığı kimse, onların sürece daha dezavantajlı pozisyonları da dikkate alınarak pozitif ayrımcılık da katılması lazım dahası, bu süreçte yer alması gerekir. Yenisi yapılırken de yine dışlandıkları, yok sayıldıkları takdirde, onlar için biraz da onlara rağmen, yani mevcuttan biraz daha iyice bir şey öngörüldüğü zaman bu, toplumsal barışa, adalete hizmet etmeyecek. Burada sürece bizatihi toplumsal dinamiklerin katılmasıdır esas olan şey. Yani birilerinin onlara ‘demokratik bir anayasa’ armağan etmesi değil. Şöyle bir süreç işlediğinde hiçbir şekilde anayasa bir tatmin aracı olmayacaktır: Bir taraftan tutuklamalar devam edecek, bir taraftan baskı devam edecek. Siyaset hesap vermeme alışkanlığını devam ettirecek. Bir taraftan da ‘demokratik anayasa’ yapacağız, diyecek! Hükümet anayasa değişikliği konusunda yola çıkarken “toplumun sivil ve demokratik bir anayasaya” ihtiyacı olduğunu savundu. Sürdürmekte oldukları çalışmalara bakarsak bu yolda ilerlediklerini söyleyebilir miyiz? Türkiye’nin bu anayasayla yönetilemeyeceği konusunda sadece AKP’nin değil; ABD’nin de böyle bir kanaati var, AB’nin de var, Türkiye’de yatırımlarını rahat yapmak için küresel sermaye gruplarının da değişikilik ihtiyaçları var. Bu değişiklik en çok ezilenlerden, en çok haksızlığa uğrayanlardan geldiği gibi; yönetemeyenlerden de kaynaklı boyutu var. İkisinin zaman zaman örtüşüyor olması ya da birbirine değiyor olması aynı şeyin kastedildiği ve aynı beklenti içe-
risinde olunduğu anlamına gelmez. Eski anayasadan, belki de yine daha fazla ve kolay sömürmek için kurtulmak isteyenler de olabilir. Bunun için iktidar partisinin hem bürokratik mekanizmayı yöneten, yani hükümet olarak, hem de küresel sermayenin Türkiye’deki bir biçimde taşıyıcısı, onun beklentilerine cevap veren siyasal aktörü olarak, mevcut krizi aşmak için; Kürt sorunundan kaynaklı krizi, Türkiye’de toplumsal kesimlerin etkilerinden kaynaklı gerilimi aşmak için bir değişiklik istiyor olması bizi yanıltmamalı. Anayasa denilen şey bir tarafıyla da güçler mücadelesinin bir denge yakalamasıdır. O denge 10 yıl sonra, 20 yıl sonra yine bozulabilir. Ama şu andaki gelinen pozisyon aslında, 80’lerin başında kurulan dengenin bozulmuş sonucudur.
Yöntemde de ortaklaşmak gerektiği ifade ediliyor. Nasıl bir yöntem olabilecek? Burda altınının çizilmesi gereken şey; bir kere 12 Eylül’den kopuşu yani mevcut rejimin, mevcut sistemin parametrelerinden, temel paradigmasından kopuşu başarması gerekir. Yoksa mevcut rejimin temel ilkelerine bağlı kalarak, resmi ideolojisine, dogmalarına; onun dayattıklarına bağlı kalarak ancak yeni makyajla eskiyi yeniden pazarlamış olursunuz. Oysa beklenti bu değildir; köklü bir değişikliktir. Yani temel mantığın değişmesidir. Devlet –toplum ilişkisinin değişmesidir, toplumsal kesimler arası ilişkinin değişmesidir. Burada, yöntem konusunda eğer katılımcı ve özellikle toplumsal kesimlerin kendilerini ifade edebildiği; sadece görüşleri alınan, danışılan değil; karar verici olarak katılabildiği bir mekanizma geliştirilemezse, ki bunun en iyi yöntemlerinden birisi kurucu iradeyi yansıtması açısından ‘Anayasa Meclisi’ diğer bir ifadeyle ‘Kurucu Meclis’ yöntemidir. Böyle yöntemler kullanılmadığında, sadece bu parlamentonun yapabileceği varsayımından hareket edilerek; yani %95 oy almıştır, %5’i parlamento dışında kalmıştır, katılım da gayet yüksektir, %80’lerdedir; meclis her türlü anayasayı yapabilir iddiası fantastik bir iddiadır. İki açıdan fantastiktir. Bir, insanların baraj altında kalan oyları %10 barajının psikolojik baskısından kaynaklanmaktadır. Haksız bir seçim sonunda ortaya çıkan bir parlamento var. Buraya Kürtlerin bağımsız girmiş olması bunu meşrulaştırmaya yetmez. Yanlışsa yanlıştır o yöntem. Kürtler elbette ki kendilerini ifade etmek için birtakım kanallar, yöntemler bulurlar ama bu, meclisi meşru kılmaya, yetkin kılmaya, tek başına anayasa yapma inisiyatifini kendisinin kullanması hakkını asla vermez. İkinci konu, parlamentodaki 3 parti net biçimde kamuoyuna deklare ediyorlar, diyorlar ki; biz başlangıç kısmını ve ilk 4 maddeyi kırmızı çizgi, ön şart sayıyoruz; bundan asla vazgeçmeyeceğiz. Yeni anayasa yapmıyorsun o zaman; anayasayı değiştiriyorsun sadece. Anayasa değişikliği yapmak eldeki metin üze-
rinden uzlaştığınız maddeleri değiştirmek demektir; uzlaşamadığınızda eskisiyle devam edersiniz.
Esasen tartışılan maddelerden bir tanesi de ‘değiştirilemez’ maddelerin varlığı! Evet, en azından bunu kaldırmak gerekir. Diyelim ki 1. 2. ve 3. maddeler kalıyorsa bile; 4. maddenin kalkmaması durumunda Türkiye hala faşizan bir mantıkla , 1930’ların, 40’ların Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası mantığıyla yönetiliyor olduğunu gösterir. Yani siz toplumun taleplerinin değişebileceğini, dünyanın değiştiğini, toplumun beklentilerinin, özgürlük arzusunun yükselebileceğini kabul etmiyorsunuz; ona bir sınır koyuyorsunuz ve diyorsunuz ki; “Bu değişmez!”. Bir değişmezlik addedilecekse, bu ancak ‘insan onuru ‘ gibi, ‘barış’ gibi, ‘özgürlük’ gibi, ‘adalet’ gibi çok evrensel değerler üzerinden, soyut değerler üzerinden bir değişmezlik vurgusu yapılabilir. Yoksa bir ideolojiyi, bir milliyetçiliği ‘değişmez’ diye bloke ettiğiniz andan itibaren diğer maddeler de anlamsızlaşır; onları iyileştirseniz bile yarın anayasa mahkemesi ya da diğer yasalar yapılırken, parlamentodaki çoğunluk yine onları referans alarak daha kötü bir tablo ortaya çıkartabilir. Kurucu Meclis önerisine dönersek; sizce bu şu anda uygulanabilir mi? Toplumsal dinamikler elbette gerçekçi düşünmek zorundalar ama aynı zamanda taleplerinde kararlı durmak zorundalar. Yani iktidar partisinin kabul etmeyeceğini var saydığınız her önerinizden hemen vazgeçerseniz muhalefet yapamazsınız bu ülkede. Bu kaygı olacaksa, o zaman toplumsal dinamikleri yok sayarak kendi kendilerine bir anayasa yapsınlar. Bakalım toplumsal tatmin gerçekleşecek mi; insanlar diyecek mi; “evet gerçekten çok demokratik bir anayasa yapım süreci gerçekleşti.” Burada sonunda yaşayacağımızı baştan ortaya koymak zorundayız. Siz eğer, anayasanın ruhunun felsefesini belirleyen ana metne ve değiştirilemez maddelere dokunmak istiyorsanız bunu ancak Kurucu Meclis’le yapabilirsiniz. Bu meclisin buna dokunmaya niyeti yok; çok açık. Buna dokunmadığınız takdirde Kürt sorununu çözemezsiniz. Kürt milliyetçiliğine, Atatürk milliyetçiliğine vurgu yapılan bir öz ve deyim yerindeyse ‘çelik çekirdek’ denebilecek maddeler dururken; Kürtlerle ilgili talepleri nasıl karşılayacaksınız! Onu karşılayamazsanız anayasa yapmanın gereği ne! Yani şu anda en azından 12 Eylül referandumuyla AKP, kendi acil ihtiyaçlarını zaten bir biçimde gerçekleştirdi. Buna da yeni anayasa falan denmez zaten. Son günlerde çıkan bir haber var; hükümetin PKK’yle bir mutabakata vardığı ve hatta onaylandığı yönünde. Böyle bir gerçeklik varsa, Kürt sorununun çözümü konusunda, anayasa, çözücü unsur olarak duruyor mu? Çatışmayla anayasa arasındaki ilişki şöyle bir ilişkidir bence. Elbette ki öyle bir anayasa yapmalıyız ki, toplumsal barışı kalıcı kılabilecek; en azından mevcut haksızlığı giderecek, telafi edecek yeni konsept tarifesi. Bu şu anlama gelmez; çatışmalar devam
eder, biz de bir taraftan anayasa yaparız, bir taraftan biraz tutuklarız, gözaltına alırız, yasaklarız, dergiyi, gazeteyi kapatırız, pankart açan öğrencileri yıllarca yatırırız ama bir taraftan da demokratik bir anayasa yaparız. Böyle bir şey mümkün değil zaten. Bunu tarafların kabul etmesi söz konusu olamaz. Demokratikleşmeyi bir tasfiye aracı gibi kullanmaya kalkmak yani bir terörle mücadele yöntemi olabilir ama demokratikleşme yöntemi değildir. Dolayısıyla, elbette ki Kürtlerle siyasete katılım, Kürt sorununun çözümüne dair birtakım demokratikleşme anlamında, genel af gibi, adımların atılması, birtakım konuların müzakereleri gayet tabii yapılacaktır ve bunun da anayasaya yansıması beklenir. Yani Kürt hareketi çözümü anayasa değişikliğinde mi görüyor? Kürtlerin orada net bir biçimde statü talebi olduğunua dair vurgusu var. Statü dediğimiz şey anayasada tarif edilir ve en güvence altına alındığı yer anayasadır. Elbette ki diğer yasalarda inkarcı birtakım düzenlemeler de bu doğrultuda iyileştirilir, düzeltilir. Ama elbette ki Kürt sorunu sadece hukuk metniyle aşılacak bir şey de değildir; yani uygulamadır, politikalardır, diğer metinlerdir. Yani sadece anayasa değildir; ama anayasa bunun önemli parçalarından bir tanesidir. Ben en azından iki ayağından birisi olduğunu düşünüyorum. Birisi, silahsızlanma ve siyasete katılımsa; cezaevindekilere, dağdakilere; siyaset yapma kanallarının açılmasıysa diğer ayağı da halkların, özgürlüklerin güvence altına alınmasıdır. Anayasa da bu boyutunu ifade eder.
Başbakan en son anayasa yapım süreci için 1 yıl gibi bir süre verdi. Yapılabilir mi 1 yılda? Burada işi önemsemek, elinizi çabuk tutmak, daha fazla yoğunlaşmak anlamı yükleniyorsa bu anlaşılır bir şey; ama bir taraftan yangından mal kaçırır gibi, bir şeyi yapmış olmak için yapma mantığına dökülürse de hiçbir anlamı olmaz. Türkiye birtakım tartışmaları tüketmek zorunda. Bu tartışmaları iktidar partisinin kendisi tüketmedi ki henüz. Mesela diyanetle ilgili, din dersiyle ilgiyle tartışmalar parti içinde, ben biliyorum, ciddi kırılmalar doğuracak nitelikte, aynı şey anadilde eğitim konusunda vb. Bu süreçleri toplumsal zeminde sindirerek, toplumsal katılımı gerçekleştirerek sağladığınızda o anayasanın hayata değen tarafı olur. Ne yazık ki biraz hızlı es geçildi. Partiler arası komisyon hazırlık mı, uzlaşma komisyonu mu; adı da henüz netleşmemiş olan mekanizma sanki böyle maddeleri görüşmeye başlayacak, uzlaştıklarını genel kurulun gündemine gönderecek, orada da bildiğimiz prosedür işleyecek, sonra da belki referanduma gidilecek. Böyle bir şekli sürecin işlemesinin çok ötesinde anlamları olmalı bunun. Ya-
ni insanlar gerçekten yeni bir sayfa açıldığına inanmalılar. Ve bu inançla, belki bugüne kadar, haksızlığa uğradığını, dışlandığına düşünen kesimler de kendilerini bu yeni inşa dönemin aktörü, parçası gibi görmeliler. Bütün kesimleri kapsayacak bir anayasa hazırlanması gereklidir dedik. Şimdi sürecin başlangıcına baktığımız zaman, gerek iktidar partisi gerek ana muhalefet partisinin tutumlarının, sizin de söylediğiniz gibi pek de kapsayıcı olmadığını görüyoruz. Bu noktada ne yöntem konusu ne süreç konusu bu kadar önemsenmezken neden yeni bir anayasa yapma iddiasıyla yola çıkıyor olabilir AKP hükümeti? Ben iki beklentinin olduğunu düşünüyorum. Ve hatta belki yandan bir artı beklenti içerisinde olduklarında düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi dış dinamiklerin Türkiye’den talebidir. Türkiye’nin darbe anayasasından kurtulmasını, defalarca ilerleme raporları, AB’nin, ABD’nin Türkiye’yle ilgili insan hakları raporları, buna dair vurgular yapmıştır. Bu dış beklenti ciddi bir baskı oluşturuyor: Türkiye’nin artık sivil bir anayasası olsun baskısı. İkincisi toplumsal kesimlerin talepleri var. Yani son referandumda bir biçimde ‘Hayır’ diyenlerin bile bir kısmı, daha demokratik bir anayasa gelsin önümüze diyerek ‘hayır’ dediler. ‘Evet’ diyenlerin oranı belli. Boykot edenleri de topladığınızda ortada ciddi bir değişim talebi olduğunu görüyorsunuz. Bu toplumsal talebi, belki de biraz zamana yaymak, yönetebilmek açısından bir şey yapmış olmak için yapmak eğilimi. Oyalıyor diyebilir miyiz? Yani evet. Ben bir boyutunun o olduğunu düşünüyorum. Çünkü esası göze alamıyorsanız, hem içerikte hem de yöntemde bu bir oyalamaya dönüşür, niyetiniz o olmasa bile fiili olarak ortaya bir oyalama tablosu çıkar. Üçüncü şey, yandan etki dediğim şey; toplumun sadece anayasa tartışmasına kodlanarak diğer gündemlerin bir biçimde unutturulması. Yani buna Malatya’daki füze kalkanından tutun, yapılan zamlara kadar, vergilerde yapılan ayarlamalara kadar pek çok şey sayılabilir. Bütün diğer tartışmaları anayasa tartışmasıyla örtmek, sonra da anayasada dağı fare doğuran bir pozisyonla karşı karşıya kalma ihtimalimiz oldukça yüksek. Dolayısıyla şu gerçeği görmek gerekiyor: Türkiye’de siyaset mekanizmaları, parlamento, siyasi partiler yasası, seçim yasası, toplumsal fotoğrafın karar süreçlerine yansımasının önünde engeldir. Yani demokratik araçlar değil; tam tersine toplumsal dinamikleri bastırma araçları, oyalama, etkisizleştirme araçlarıdır. Toplumsal taleplerin karar süreçlerine yansıma kanalları gelişmeden demokrasi gelişmez. Bu kanalları açmanın da yolu toplumsal basıncı güçlendirmektir. İnsanlar ne kadar sokağa çıkar, ne kadar talepleriyle ilgili kararlı bir tutum içerisine girerse, iktidar üzerinde baskı kurarlarsa Türkiye ancak o kadar demokratikleşir. Yoksa kimse kendi egemenliğini paylaşmak istemez. Hiçbir iktidar hegemonyasını farklı iktidar, farklı kesimlerle, farklı eğilimlerle ortaklaştırmak istemez. Bu bir tarafıyla etik bir sorundur, öbür tarafı da iktidarın doğasından kaynaklı handikaplardır.
SIYASET
YARIN 04 EKiM 2011 19 EKiM 2011 YARIN
Köstebek tartışması büyüyor
Deniz Feneri soruşturmasında, soruşturmayı yürüten 3 savcının Adalet Bakanlığı tarafından görevden alınması çokça tartışmaya neden olmuştu. Tartışmalar, soruşturmanın ucunun AKP’ye değmeye başlamasıyla birlikte Adalet Bakanlığı’nın savcıları görevden alma yoluna gittiği üzerine yoğunlaşmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Deniz Feneri soruşturması kapsamında RTÜK üyesi Zahid Akman, Kanal 7 yönetiminden Mustafa Çelik, İsmail Karahan ve Erdoğan Kara’yı yolsuzluk iddiasıyla göz altına almıştı. Ankara HALİL ALTUNPOLAT
Yaklaşık 1 ay önce CHP Genel Başkanı Kılçdaroğlu bir geziye giderken yanında bulunan gazetecilere Deniz Feneri soruşturması kapsamında arama kararı çıkan Kanal 7’ye, bu kararın Başbakan’a yakın bir Bakan tarafından sızdırıldığını söylemişti. Kılıçdaroğlu’nun iddiaları gündeme bomba gibi düşmüş ve bütün oklar dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a doğrultulmuştu. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu 11 Ekim Salı günü partisinin Meclis grup toplantısında iddialarını yineleyerek Deniz Feneri soruşturmasının köstebeğinin Beşir Atalay olduğunu elinde bulunan belgelere dayanarak bir kez daha ifade etti. Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri özetle şöyle: İçişleri Bakanı’nın koruma müdürü, gecenin o saatinde İçişleri Bakanı’nın özel bürosundan başlayıp İstanbul’da sonlanan, saniyelerle,
dakikalarla açıkladığım telefon trafiği.. Bu yapı bir demokrasiye yakışan bir yapı değildir. Bu yapı, tüyü bitmemiş yetimin cüzdanına göz dikmek demektir. ‘Tapeler önümüze geliyor’ diyordu ya Başbakan. Bir Başbakan düşünün, Deniz Feneri’nin bütün adamlarını koruyor. Zahid Akman için özel yasa çıkarıyor. Adalet Bakanı’nı düşünün, 3 savcıyı derhal görevden alıyor. Ne yaptı o savcılar? Namuslu birer insan gibi çalıştılar. Köstebek Atalay’dır. Bir dava düşünün; Adalet Bakanı’nın görevi savcıları görevden almak. İçişleri Bakanı’nın görevi de arama yapılacağını önceden duyurmak. İnsanda biraz utanma olur. Bu ahlakı, herkesin sorgulaması gerekiyor”
Köstebek İddialarına Atalay’dan Jet Yanıt Kılıçdaroğlu’nun köstebek iddialarına Beşir Atalay hemen cevap verdi. Atalay, Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki
rahatsızlıkları geri plana düşürmek için böyle bir yönteme başvurduğunu söyledi ve açıklamalarına şöyle devam etti: Bir kez daha ifade ediyorum; İçişleri Bakanlığım döneminde, öncesinde ve sonrasında devam eden hiçbir dava veya soruşturmayla ilgili herhangi bir yönlendirmem kesinlikle söz konusu olmamıştır. Şahsıma atfen dile getirilen bu iddialar külliyen yalandır, iftiradır. Ayrıca AKP Grup Başkan Vekili Mustafa Elitaş da yaptığı açıklamalarda Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak “Konuşuyorlar ama dosyalar hep kendilerinde kalıyor. Madem böyle bir iddia var, savcılığa götür! Elinde tuttuğun kağıdı, dosyayı belge diye göstermek iş değil” dedi.
“Atalay istifa etmeli, yolsuzluğun peşi bırakılmamalı” Konuyla ilgili görüşlerini aldığımız Emekçi Hareket Partisi MK Üyesi
Fadik Temizyürek ise yaşanan tartışmaların toplumun ilgilendiği gerçek bir tartışma olamadığını belirterek, CHP liderinin iddialarının toplumda bir karşılığını bulmadığını ifade etti. Bunun nedenini iddiaların peşine düşülmemesine bağlayan Temizyürek, Türkiye’de bu tip iddiaların ardından istifa etme kültürünün olmadığını da belirtti ve bunu geçtiğimiz sene YGS, KPSS sınavlarında yaşanan yolsuzluk iddilarının ardından hala görevde bulunan ÖSYM Başkanı Ali Demir’le örnekledi. AKP’nin ise kendisine yakınlığıyla bilinen Deniz Feneri Derneği ile ilgili yolsuzluk iddilarına kayıtsız kalarak geçmiş hükümetlerle aynı siyasi tavrı gösterdiğini belirtti. Temizyürek, Beşir Atalay’ın derhal istifa etmesi gerektiğini belirterek, CHP’nin de simdiye kadar adı var kendi yok muhalefetinin dışına çıkarak konunun peşini bırakmamasını ve iddiaları belgelendirerek harekete
Başörtüsü konusu meclis gündeminde Kadın milletvekillerin pantolon giyebilmelerini öngören önerge mecliste tartışılmadan önce BDP “kravat zorunluluğunun kaldırılması ve başörtüsü takılabilmesi” yönünde bir ekleme yapınca, ortalık karıştı, önerge geri çekildi. “Erkekler ceket, pantolon giyer, kadınlar tayyör ve ceket giyer” şeklindeki meclis kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesi bir süredir gündemde. En son CHP İstanbul Milletvekili Şafak Pavey’in protezi nedeniyle zorlanıyor olması ve pantolon giyebilmesi için hazırlanan iç tüzük değişikliği önerisi meclise sunulmadan önce gelen öneri, tasarı görüşmelerini tıkadı. BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in “Genel Kurul salonunda yer alan milletvekilleri, bakanlar, TBMM teşkilat memurları ve diğer kamu personelinden erkekler ceket
ile pantolon giyer, kadınlar ise tayyör, ceket ve pantolon giyer, dini inancının gerekli kıldığı başörtüsünü takabilir” şeklindeki ilavesi tabiri caizse özellikle AKP’de panik etkisi yarattı.
Kuzu: “Gerekçe göstermeden geri çekebilirim” Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu tartışmalarla ilgili soruları “Komisyon Başkanı olarak oraya oturarak da teklifi geri çekebilirim, oturmadan da çekebilirim. Bunun geçmişte çok uygulamaları oldu. Hiçbir gerekçe gösterilmeden Komisyon Başkanı teklif ya da tasarıyı Komisyona geri çekebilir.” şeklinde yanıtladı. Kuzu, iç tüzük değişikliğine gelen öneriyi, “sağa sola çekmek” olarak nitelendirirken, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de yaptığı açıklamada, kadın milletvekillerinin
Kongre Girişimi Ankara’da toplandı Kürt hareketi ve sosyalistlerin bir bölümü tarafından uzunca bir süredir tartışılan ve özellikle seçimlerden sonra hızlanan, çatı partisi olarak da bilinen Kongre Girişimi 15-16 Ekim tarihlerinde Ankara’da toplandı. Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen yaklaşık 800 delegenin katılımıyla gerçekleştirilen kongrede tüzük ve hedefler üzerine tartışmalar yapıldı. Bundan sonraki süreçte isim olarak ne kullanılacağının da tartışıldığı kongrede Halkların Demokratik Kongresi isminde ortaklaşıldı.
HDK Ana Muhalefet Olmaya Aday Salondaki pankartlarda ana vurgu “birleşiyoruz” oldu. “Kürt Sorununda Barışçıl ve Demokratik Çözüm İçin Birleşiyoruz”, “Emperyalizmin
Saldırılarına ve İşgallerine Karşı Birleşiyoruz”, “Erkek Egemenliğine Karşı Birleşiyoruz”,“Homofobiye ve Transfobiye Karşı Birleşiyoruz” gibi pankartlar en dikkat çekici olanlardı. Tüzük, hedefler ve mücadele alanları üzerine yapılan tarışmaların ardından kongrenin adı Halkların Demokratik Kongresi olarak belirlendi ve HDK’nin bundan sonraki süreçte ülkenin ana muhalefeti olacağı ve AKP hükümetine karşı bir bir direniş odağı oluşturulacağı duyuruldu. 121 kişiden oluşan HDK Genel Meclis üyelerinin seçiminin ardından, HDK sonuç bildirgesi açıklandıktan sonra eşitlik ve barış mücadelesinin önemi vurgulanarak kongre toplantısı bitirildi. yarın güncel
başörtüsüyle meclise girebileceklerini ve bunun için yasal bir düzenlemeye ihtiyaç olmadığını belirtti. Ayrıca “Milletvekili olan erkeklerin önemli bir kısmının hanımı başörtülüdür. Bunların dünya görüşü aynıdır, onlar girebiliyor ama hanımları giremiyor. Bu kadına karşı yapılmış bir haksızlık.” diyerek geri çekilen değişiklik önergesinde kafaları karıştıran açıklamayı yapmış oldu.
Önder: “AKP, bu işin ekmeğini daha yemek istiyor.” BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, yaptığı önerinin provokasyon olduğunu iddia edenlere tepki gösterirken, AKP’nin tasarıyı geri çekmesiyle ilgili olarak AKP’nin bu işin ekmeğini daha yemek istediği şeklinde fikir belirtti. BDP Grup Başkanvekili Pervin
Buldan ise konuyla ilgili “AKP başörtüsünü savunan bir parti. Dolayısıyla değişiklik önergemizin hemen kabul edilmesi gerekiyordu. Bu durumda kendi kendileriyle çelişmiş durumdalar” diyerek AKP’yi tutarsız bulduğunu açıkladı.
MHP: “Destek veriyoruz.” MHP Genel Başkan Yardımcısı Reşat Doğru, yaptığı bir basın açıklamasında soruları yanıtlarken ‘’Şu anda başörtüsü konusu çok önemli bir konudur. Biz de başörtüsü konusunun çözülmesini istiyoruz. Bu yönde İçtüzük’te değişiklik yapılırsa destek veriyoruz’’ yanıtını verdi. CHP konuyla ilgili hala bi açıklamada bulunmazken, kılık-kıyafet konusundaki içtüzük değişikliği tartışılmaya devam edecek gibi duruyor. ankara can ersoy
geçmesi gerektiğini ifade etti. ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Sema Solaklı ise AKP’nin devletleştiği ve devletin AKP’lileştiği bir dönemden geçiyoruz diyerek, AKP’nin Deniz Feneri Derneği’nin kurulması ve kamu yarına dernek statüsüne kavuşturulmasındaki payının büyük olduğunu vurguladı. Dünyanın başka bir yerinde olsa derhal istifa edileceğini belirten Sema Solaklı, Türkiye’de bunun böyle olmamasını da toplumun getirildiği noktaya bağladı. Bu sadece Deniz Feneri’yle ilgili bir yolsuzluk iddiası değildir diyen Solaklı, AKP’nin yıllardır bir çok yolsuzluğa imza attığını ifade etti ve bunu bir bütün olarak kavrayarak yolsuzlukla mücadele etmenin önemini vurguladı.
Bahçeli: Beşir Atalay istifa etmeli Konuyla ilgili bir açıklama da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den geldi. Bahçeli “Siyasi etik açısından böyle
çok önemli ve büyük bir iddiayı taşımakta olan eski İçişleri Bakanı’nın, en azından yargı sonucu alınıncaya kadar Bakanlar Kurulu üyeliğinden çekilmesinde yarar olacağı kanaatindeyim. Siyasi ahlak da bunu gerektirir” diyerek konuyu şu anda sadece izlemekle yetineceklerinin izlenimini verdi.
Karşılıklı Suçlamalar Sürüyor, Peki Ama Ne Olacak? Tarafların birbirlerine yönelik suçlamaları devam ediyor. Karşılıklı istifaya davetlerinse ardı arkası kesilmiyor. Merak edilen soru ise ortada bu kadar suçlama varken neden hala herkes koltuğunda oturmaya devam ediyor ve herhangi bir savcılık bu suçlamaları dikkate alıp konu hakkında bir soruşturma açacak mı? Yoksa geçtiğimiz sene yaşanan YGS’deki şifre skandalı ve benzer bir çok yolsuzluk iddiası gibi bu konu da Meclis’in tozlu raflarına mı kalkacak? Bekleyip, göreceğiz.
Kamp bitti, “Yola devam” AKP’nin Kızılcahamam’da yaptığı İstişare ve Değerlendirme Toplantısı sona erdi. Kapanışta konuşma yapan Başbakan Erdoğan ilk işlerinin yeni anayasa olduğunu söyledi ve CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun köstebek iddialarına yanıt verdi. Milletvekilleri, kurucu üyeler ve MKYK üyeleri ile birlikte şölen havasında bir üç gün geçirdik diyen Başbakan Erdoğan, son gün sabah saat 09.30’dan 13.30’a kadar milletvekillerinin sorunlarını dinlediklerini belirtti. Bazı bakanların alanları ile ilgili sunumlar yaptığı kampın ana gündemini ise anayasa değişikliği oluşturdu.
Yeni Anayasa Yapacak Güçteyiz TBMM 91 yıllık tarihiyle yeni anayasa yapacak güçte olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan, “Artık milletimiz her türlü vesayetten arınmış bir demokrasi ile yönetimi elinde tutmak istiyor. Egemenlik hakkını milletimiz bir daha kimseye vermek istemiyor.” dedi. Statükoyu kaldıracaklarını söyleyen Erdoğan, “yeni bir statüko oluşturma gibi bir niyetimiz yok” diye ekledi. “Kılavuzunu değiştir” Konuşmasında Beşir Atalay’ı köstebeklikle suçlayan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na cevap veren Başbakan Erdoğan, “isim vermeyeceğim ama zaten robot resminden siz tanıyacaksınız. Biri çıkmış siyasetin kirlendiğinden söz ediyor. Sayın Atalay için salladığın dosyayı, daha önce benim Kayseri Belediye Başkanım için de sallamıştın. Sayın Yazıcı için de sallamıştın. Gerçek ortaya çıktığı zaman da ’bir köstebek beni aldattı’ dedin. Özür dilemedin. Defalarca denediğin bu yöntemden artık vazgeç. Ya vazgeç, ya da kılavuzunu değiştir. Yanlış kılavuz seçiyorsun.” dedi. Kampta KCK Gerilimi Anayasa tartışmaları sırasında, vekillerin “Kırmızı çizgimiz var mı?” sorusu üzerine, Bekir Bozdağ’dan bazı temel çizgiler vardır yorumu gelirken, Erdoğan “Kırmızı çizgileri halk belirleyecek” dedi. Diğer taraftan AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner ile İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin arasında KCK tutuklamaları ve içeriği hakkında tartışma çıktığı öğrenildi. ankara can çoksöyler
19 EKiM 2011 YARIN
Erzurum’da satılık belde: Bağbaşı
Erzurum’un Tortum ilçesine bağlı Bağbaşı Beldesi’nde HES’lere karşı yöre halkının mücadelesi yeni ve zorlu bir dönemden geçiyor. HES şirketinin çalışmalarını yeniden başlattığı Bağbaşı’nda, köylülerin 3 ayrı HES için mahkemeye yaptığı itirazların da reddine karar verildi. Eylemci köylüler ise karar karşısında beldelerini satılığa çıkardı.
Gülsüm Kav
Sağlıkta eşitliği ve herkes için tam istihdamı savunmalıyız
ERZURUM SANEM DENİZ KURAL
Serdarlı, Bağbaşı ve Pehlivanlı beldelerinden geçen Ödük Çayı üzerine yaklaşık 2 yıldır HES kurulmak isteniyor. Direnişi kırabilmek için geçtiğimiz hafta yaklaşık 600 polis ve jandarma ile gelen şirket, HES çalışmalarını yeniden başlatmıştı. Beldelerini “yancı cennet” olarak nitelendiren yöre halkı ise bu gelişme karşısında mücadelelerinden vazgeçmeyeceklerini söylüyor.
MAHKEMEDEN RED KARARI Şirketin çalışmalarını başlatmasının hemen ardından Bağbaşı, Serdarlı ve Pehlivanlı beldelerini kapsayan Ödük Vadisi’ne yapılacak olan 3 ayrı HES inşaatının durdurulması için açılan dava, Erzurum 2. İdare Mahkemesi tarafından reddedildi. Avukatlar, mahkemenin bu kararının HES çalışmasının
başlamasının hemen ardından geldiğine dikkat çekiyor. Avukat Haktan Avnik bölgede yapılan ilk keşifte HES yapımının sakıncalı görüldüğünü ancak buna rağmen mahkemenin tekrar bilirkişi raporu istediğini söylüyor. Ancak ikinci bilirkişi raporu HES’in uygun olduğu yönünde gelince mahkeme bu kez de üçüncü kez bilirkişi raporu istemiş. Mahkeme daha 3. rapor gelmeden geçtiğimiz gün anlaşılmayan nedenlerden dolayı üçüncü bilirkişi kararından vazgeçti ve HES’in iptali için açılan davayı aniden reddetti. Avukat Ercüment Şenol, mahkemenin verdiği kararı skandal olarak nitelendiriyor. HES’in iptali davasına verilen red kararının, mahkemenin siyasi baskıya maruz kaldığını gösterdiğini belirten avukat Şenol, Danıştay’a yapacakları başvurudan da netice alınamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceklerini belirtiyor.
SATILIK BELDE! Bu kararın ardından, Bağbaşı halkı beldelerini satılığa çıkardı. Mahkemeden de itirazlarının reddi yönünde cevap gelmesinin üzerine köylüler çareyi direnişi farklı bir boyuta taşımakta buldu. Yöre halkı, beldenin farklı yerlerine “Turistik yeşil Bağbaşı beldesi komple satılıktır. Not: Ancak insanların, hayvanların, ağaçların içme suyu yoktur. Aç kalmak isteyenlere duyurulur. Beldemizde tarihi kilise bulunmaktadır. Tüm dünyaya duyurulur” yazılı pankartları astılar. Yıllar önce Züğürt Ağa filmini izleyip güldüklerini belirten yöre halkı; “Şimdi biz aynı duruma düştük. Züğürt Ağa filmindeki gibi beldemizi satıyoruz.” diyor. Köylüler, beldede bulunan Meryemama (Haho) Kilisesini ziyarete gelen turistlere dikkat çekerek, “Suyumuz gittikten sonra beldede neyle geçineceğiz. Gerekirse beldeyi yabancılara
da satarız.” diyor.
BAĞBAŞI’NDA NE OLMUŞTU? Erzurum’un Tortum ilçesine bağlı Bağbaşı Beldesi’nde köy halkı HES yapımını engellemek için 2 yıldır direniyor. Direniş sırasında köylüler defalarca polisin, jandarmanın ve özel güvenlik kuvvetlerinin direnişi kırmak için yaptığı saldırılara maruz kaldı. 260 köylünün jandarma tarafından ifadeleri alındı. Eylemci köylülerden 10 kişi hakkında 50 bin liralık tazminat davası açtı. 14 kişi hakkında 250 lira, 11 kişi hakkında 500’er lira para cezası ve toplam 25 kişi hakkında adli takip kararı verildi. 17 yaşındaki Leyla’ya mahkeme tarafından önce HES eylemcileriyle görüşmeme ve çalışma alanlarına girmeme cezası verildi. İtiraz üzerine, Leyla Y.’nin cezası 13 kişiyle görüşmeme şeklinde sınırlandırıldı.
HES’e karşı olanlar elektrik kullanmasın
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, HES’ler ve Nükleer Santrallerle ilgili ilginç açıklamalarda bulundu. HES’lere karşı çıkanların elektrik de kullanmaması gerektiğini söyleyen Yıldız, nükleer santrallerle ilgili de “Herkes yapıyor.” savunmasında bulundu. Bakan Yıldız açıklamalarında çevrecileri eleştirdi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız katıldığı iki ayrı toplantıda Hidroelektrik Santraller ve Nükleer Santraller hakkında soruları yanıtladı. Hem HES mücadelesi verenlere çatan hem de nükleer santraller için ilginç bir savunma yöntemi kullanan bakan Yıldız’ın açıklamaları şaşkınlık yarattı.
lerin kapatılabileceğini de söyleyen Yıldız; bunun farklı yorumlanmaması gerektiğini, dünya nükleer santral yapmaya devam ettiği sürece Türkiye’nin de devam edeceğini belirtti. Enerji kaynaklarının dışa bağımlılığı azaltmak için yapıldığını iddia eden Taner Yıldız, dışa bağımlı ekonomi politikalarına ise değinmedi.
“AB YAPIYORSA BİZ DE YAPARIZ”! Brüksel’de düzenlediği basın açıklamasında konuşan bakan Taner Yıldız, “Bugün AB üyesi ülkelerin 143 Nükleer santralı var. Bunlar kapanmadıkça bizde nükleer santraller konusunda fikir değiştirmeyiz. Dünya bütündür ve aynı hareket eder. Bütün nükleer santraller kapanmadan bizde nükleer santraller kurarız.” açıklamasında bulundu. Şuan da yapımı devam eden 63 santral olduğunu belirten Taner Yıldız tam teçhizatlı, son teknoloji ile yapılacak santrallerin yadırganmaması gerektiğini ifade etti. Eski santral-
“KARŞIYSANIZ KULLANMAYIN” Bakan Taner Yıldız, Kayseri’de de Organize Sanayi Bölgesi’nde düzenlenen tanıtım toplantısında konuştu. Hidroelektrik santrallere, nükleer santrallere ve rüzgar santrallerine karşı olanları eleştiren Yıldız: “Türkiye’nin sahil şeridinde bulunan 46 tane projenin herbirine itiraz var. Bu itirazı masum bulamam. Eğer bir ülke büyümeye karar vermişse, enerji yatırımlarını düzgün bir şekilde yapması gerekiyor.” şeklinde konuştu. Karşı çıkılan enerji türlerinin üretimdeki payı yüzde 30 civarında olduğunu be-
lirten Yıldız; “Karşı çıkıyorsanız o zaman üretilen bu enerjiyi kullanmayın.” dedi. Santrallerin yapımına karşı olanları birlikte çay içmeye davet eden Taner Yıldız, bu santrallerin yapılmaya devam edileceğini vurgulamaktan da geri durmadı. YARIN GÜNCEL
Haber Turu Foça’da termik santrale karşı 6 bin dava
Bakana göre HES’ler vazgeçilmez
TMMOB HES raporunu açıkladı
İzmir’in Aliağa İlçesi’ne bağlı Çakmaklı Köyü ile Foça İlçesi’nin Gencelli Mahallesi arasında yapılmak istenen iki termik santral ve Kozbeyli ile Ilıpınar köyleri arasında yeni oluşturulan cüruf alanlarına karşı çıkan Foçalılar, yeni davalar açmaya hazırlanıyor. Foça Çevre ve Kültür Platformu (FOÇEP) üyeleri kurdukları çadırda termik santrale ve cüruf alanlarına karşı toplam 6 bin imza topladı. FOÇEP üyeleri topladıkları imzaları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iletilmek üzere Foça Belediyesi’ne teslim etti. İtirazlarının dikkate alınmayacağını düşünen Foçalılar, hedeflerinin daha önce açtıkları davalara ek olarak, 6 bin imza sahibine ulaşarak 6 bin dava daha açmak olduğunu söylüyor. Termik santralin bölgeyi öldürmekten başka bir şey olmadığını belirten Foçalılar, burada oluşan kirliliğin Menemen Ovası’nı geçerek İzmir’e kadar ulaştığının yıllar önce kanıtlandığını vurguluyor. Bu nedenle dava açma kararlılığını sürdürmeye niyetli olan Foçalılar, ilçelerine sahip çıkıyor. İZMİR
İstanbul Ticaret Odası (İTO) tarafından oluşturulacak hatıra ormanına ilişkin protokolün imza törenine katılan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, HES’lerin “her ülkenin olmazsa olmazı” olduğunu söyledi. Hidroelektrik Santralleri (HES) ile ilgili basın mensuplarının sorularını da cevaplayan Bakan Eroğlu HES’lerin çok önemli tabii ve yenilenebilir enerji kaynakları olduğunu aktardı. Bakan Eroğlu, “Sulardan istifade etmemiz lazım. HES’ler sularını yutmuyor, suyu israf etmiyor. HES’ler suyu alıp sadece gücünden istifade ediyor. Aynı zamanda HES’lerin enerji ürettiği gibi taşkınları ve sel baskınlarını da önleme gibi çok önemli bir görevi var. Fakat vatandaşlarımız bunu yanlış anlıyor. Sanki dereler kuruyacakmış gibi yanlış bir kanaat oluşturulmaya çalışılıyor.” ifadelerini kullandı. Bakan Veysel Eroğlu, Türkiye’de HES’lerle derelerden çekilen enerjinin diğer ülkelere nazaran 5 kat fazla olduğu gerçeğine ise hiç değinmedi. İSTANBUL
TMMOB 2011 HES raporunu açıkladı. Raporda birçok HES’in sanal su değerleri üzerinde inşa edildiği kaydedilerek, su hesaplarının hatalı olmasının ciddi sorunlara yol açacağı uyarısında bulunuldu. Kısa zamanda uygulamaya konulan yaklaşık 1500 HES’in mevcut ölçüm ağı ile planlanması ve projelendirilmesinin mümkün olmadığının belirtildiği raporda, su değerleri doğru olmayan HES’lerin kurulu güçleri hatalı olacağından, projelerin çoğunun hiç enerji üretemeyeceği belirtildi. Sorunlu projeler durdurulması çağrısı yapıldı. Raporda, ölçümlerinin kimler tarafından yapıldığına ilişkin hiçbir bilginin bulunmadığına da dikkat çekildi. Raporda, su ile ilgili hesaplamaların, yalnızca rapor formatını tamamlamak üzere ortaya konan projelerin taşkın hesaplarının doğru olmayacağı belirtildi. Tesisin istenen enerjiyi üretemeyeceği gibi sel ve taşkınların yaşanmasının kaçınılmaz olacağından bu projelere izin verilmemesi gerektiği vurgulandı. ankara
Sağlık hizmetlerinin nasıl sunulacağına ilişkin gelişmeler gündemden düşmüyor. Bu hafta da “Tam Gün” ve “Zorunlu Hizmet” ile ilgili yeni düzenlemeler konuluşuyor. Her gelişmeyi toplum katından görmesi gereken sol, tam tedavi veren bir tam gün uygulamasını ve zorunlu hizmeti ve herkes için tam istihdamı savunmalıdır. Belirtmekte yarar var; hekimlere serbest çalışma hakkı yani kamuda çalışan hekimin aynı zamanda muayenehane açma ya da özel sektörde çalışma serbestliği 31.12.1980 tarihli “Sağlık Personelinin Tazminat ve Çalışma Esaslarına Dair Kanun” ile bir 12 Eylül uygulaması olarak gündeme gelmiştir. Daha önce sınırlama getiren ise, hizmetin en ücra yerlere taşınması için bir mimari kuran 1961 tarihli, 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’dur. Yani bir yasalar mezarlığı olan Türkiye sağlık mevzuatında en büyük çoğunluklara eşit sosyal haklar getirmesi nedeniyle en fazla savunmamız gereken yasa. Sadece sol değil, hastasına, meslekdaşına ve topluma karşı etik yükümlülükleri olan hekimlikler de tam günü; özel muayenehaneler ile kamu kurumlarının ilişkisinin kopmasını ve hizmete en çok ihtiyacı olup en az ulaşanlara hizmet götürmeyi yani “zorunlu hizmeti” de savunmalıdır. Türkiye’de bölgeler arasında ve aynı bölgede yaşayan sınıflar arasında sağlıkta çok büyük bir eşitsizlik hüküm sürerken, zorunlu hizmete karşı çıkmak , belkemiği “eşitlik” değeri olan sola düşmez. Solun gündeminde bunun tam tersine, örneğin aile hekimliğine geçişte büyükşehirlerde bazı mahallere neden hiçbir hekimin gitmek istemediği olmalıdır. Duman, is ve betondan oluşan ve bunların arasında yine de çiçekler yetiştirebilen emektar emekçilerin, en ezilenlerin yaşadığı mahallelerdir bunlar; Gazi Mahallesi, Sultanbeyli, Gülsuyu vb. Oysa ezilen büyük çoğunluğun sağlıktaki durumu “Ters Hizmet Yasası” diye adlandırılır: en sık hasta olanların, sağlık hizmetine en çok ihtiyaç duyanların, ona en az ulaşanlar olması. Solun gündemi bununla uğraşmak olmalıdır. Gelelim esas meseleye; bütün bunların AKP’nin dönüşüm programının parçası olması durumu değiştirmez. Doğrudur, parçasıdır ve AKP bu programın son etabına varmıştır. Ancak her güncel gelişmeyi somut olarak kimin yararına olacağına bakmadan , AKP’nin ajandası diye kestirmeden ele almak, birincisi o değişimin kendisine ilişkin politika üretmeyi, ikincisi ezilenlerin zararına olacak bir çok uygulamaya karşı direnişi imkansız kılıyor. Çünkü, emekçilere sözümüzün ulaşması zorlaşıyor. Buna bir de hükümetin kendi sözünü topluma egemen iletişim araçları desteğiyle gayet ‘halkçı bir retorikle’ sunması eklenince işimiz daha da güçleşiyor. Esasta bu komploculuk mantığı bütünü görmeyi engelliyor. Burada komplo gibi ele alınan “Sağlık Reformu”, AKP’den öncede mevcuttu. Dünya çapında kapitalizmin 70’lerde başlayan son uzun krizini aşmak için sarıldığı yeniliberal politikaların parçası olarak uygulanıyordu. Kamu harcamalarının mümkün olduğunca kısıtlanması gerektiği görüşünün yaygınlaştığı dönemde, hükümetler bütçenin giderek daha fazla bir kısmını işgal eden sağlık harcamalarını nasıl azaltabileceklerinin yolunu aramaya başladılar. İşte sağlıkta reform “salgını” bu çerçevede, 80’lerde ortaya çıktı. Ekonomik-politik-kültürel birbirinden farklı bir çok ülkede hep aynı temel paket işledi: 1. Sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması 2. Hizmet sunumu ile finansmanın birbirinden ayrılması 3. Kamu sektörü dışında kalan kurumların teşviki 4. Piyasa mekanizmalarının daha çok kullanılmaya başlanması 5. Yerinden yönetime dayalı bir sistemin kurulması Gelişmekte olan ülkelerde temel reform paketleri çok nadiren ülke içinden önerildi, daha çok dış kaynaklı Dünya Bankası ve benzeri finans kuruluşlarından başlatıldı. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı 90’larda “reform” adıyla programlar çalıştı ancak sık değişen hükümet ve sağlık bakanları nedeniyle planlar uygulanamadı. İstikrarlı ve güçlü bir hükümet lazımdı, AKP ile zamanı geldi. Hatta bu yüzden 2003 yılında başlayan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”, sağlık bakanının AA röportajında kendi ağzıyla söylediği gibi, özellikle yıpranmış bulunan “reform”adıyla adlandırılmadı. Şimdi buradan bütüne baktığımızda gördüklerimiz; Dünyada 1 milyar kişi açlık çekiyor ve açlık çeken insanların sayısı son üç yılda 75 milyon artmış. Bu artışın anlamı; 2008 finans krizinin bir de bu marifeti var demek. 70’lerde başlayan krize verilen, yeni liberal yanıt çöktü. Ve bunun farkında olanlar meydanları dolduruyor. gulsumkav@gmail.com
08 EMEK
04 EKiM 2011 YARIN 19 EKiM 2011 YARIN
OSTİM ateşini duymayan kalmasın!
Geçtiğimiz Çarşamba günü OSTİM davasının 2. duruşması gerçekleşti. 20 kişinin ölümüyle sonuçlanan patlamada hayatını kaybedenlerden birisi de Deniz Demirbaş. Esme Demirbaş Yarın’a yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Biz Ostim ateşini unutmayacağız. Devlet duymadı, derdimi duymayana duyurun başka anaların ciğeri de yanmasın.”
Silikoziste 47. ölüm Ali Rıza Eldemir 27 yaşında silikozis hastalığından dolayı hayatını kaybetti. Eldemir ile birlikte toplam 47 kot taşlama işçisi hayatını kaybetti. Ölümü bekleyen onlarca insan var.
Ali Rıza Eldemir, 2000 yılında iş bulma umuduyla geldiği İstanbul’da, ölümcül sonuçlarını bilemeyeceği kot taşlama atölyesine girdi. Esenyurt ve Gaziosmanpaşa Küçükköy’deki farklı atölyelerde 2005 yılına kadar kot kumladı. Akrabası Ömer Sevinç ve Mehmet Eser ile sekiz kadar köylüsü Eldemir’i izledi. Biraz fazla yevmiye için sigortasız şekilde ve sağlıksız bir ortamda çalışmaya razı olmuşlardı. Kaçak atölyeler 2005 yılında kapanınca köyüne döndü ve dört yıl önce evlendi.
ankara ecem yazıcı, kübra usta
OSTİM ve İvedik’de 3 Şubat günü 20 kişinin ölümü ve çok sayıda kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan patlamadan dolayı 3’ü tutuklu 9 kişi hakkında açılan davanın ikinci duruşması geçtiğimiz Çarşamba günü görüldü. Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya patlamada hayatını kaybedenlerin aileleri ve avukatları da katıldı.
DURUŞMADAN NOTLAR: Duruşmada konuşan tutuklu sanık AS Gaz San Müdürü Bahadır Esenlik, çalıştığı şirkette teknik mühendis olmadığını, Sanayi ve Çalışma Bakanlığı ile Büyükşehir Belediyesi’nden ise şirketi denetlemek için hiç kimsenin gelmediğini söyledi. Özkanlar Şirketi’nde muhasebeci olarak çalışan ve patlamaya tanıklık eden Murat Erdoğmuş ise, patlamanın tüplerden dolayı olduğunu belirterek, tüpleri sürekli kullandıklarını, tüplerin oksijen gazı ve karışık olması gerekirken tüplere doğalgaz doldurulduğunu kaydetti. Ersoylar Şirketi’nde şoför olarak çalışan ve gördüğü olaydan dolayı vicdan azabı çektiğini söyleyen Mustafa Cengiz, boş olan tüplerin CNG (doğalgazla) doldurulduğunu öğrendiğini kaydederek, bu tüpleri bir kaç firmaya teslim ettiğini, teslimattan 1-2 gün sonra tüpleri teslim ettiği işyerlerinde patlamaların gerçekleştiğini duyduğunu söyledi. Davaya müdahil olan ve patlamada ölen Abdullah Karakulak’ın akrabası Mustafa Şahin, Özkanlar
Şirketi’nin sahibi ve avukatının kendileriyle konuştuğunu daha sonra kendilerine 75 bin TL tazminat vereceklerini, 15 gün süre vermelerini istediklerini söyledi. Şahin, daha sonra Özkanlar Şirketi’ne gittiklerinde bu işi aydınlatacak iyi bir tanık bulundu, sorumlu sanıklar bellidir diyerek kendilerine tazminat ödenmediğini söyledi. Mahkeme heyeti, mevcut delillerin toplanmadığını ve tutuklu sanıkların tutuklu hallerinin devamına karar vererek, duruşmayı 22 Kasım tarihine erteledi.
“DERDİMİ DUYMAYANA DUYURUN” Mahkeme hala sonuçlanmış değil. Peki patlama sonucunda hayatını kaybeden 20 işçinin aileleri şuan ne yapıyor? Deniz Demirbaş hayatını kaybeden 20 işçiden sadece birisi. 2. duruşma sonrası Deniz Demirbaş’ın annesi Esme Demirbaş bizleri evinde ağırladı. Esme anne işyerlerindeki işçi ölümlerine dikkat çekerek şöyle diyor: “Zahmet ettiniz evime kadar geldiniz, anne acısını anlıyorsunuz, biz yaşadık bu acıyı başkası yaşamasın. Devlet duymadı, derdimi duymayana duyurun başka anaların ciğeri de yanmasın.” “DEVLET KAPISI BİLMEZDİK, OĞLUM ÖLÜNCE OLDU HEPSİ” Esme Demirbaş aylık 300 lira gelirle yaşadığını söylüyor. Patlama sonrası Büyükşehir Belediyesi bir kere evine ziyarete gelmiş yardım da bulunacağını ve diğer oğluna iş vereceğini söylemiş ama bir da-
KÖYDE 12 HASTA DAHA VAR Yeni bir hayata başlayacağını umarken, 2009 yılında silikozise yakalandığını öğrendi. Sırasıyla Muş, Diyarbakır ve Elazığ’da tedavi gördü. Son bir yıldır köyünde oksijen tüpüne bağlı şekilde yaşıyordu. En son 67 gün önce İstanbul Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıldı. Ne var ki artık çok geçti. Eldemir Eldemir, geçtiğimiz Perşembe günü Bostankent Köyü’nde toprağa verildi. Eldemir’in amcası Baki Eldemir basına verdiği demeçte köylerinde 10-12 kadar silikozis hastasının bulunduğu ifade ediyor. ha uğramamış. Esme anne bu duruma şöyle tepki veriyor: “Dalga geçiyorlar bizimle. Şimdiye kadar Devlet kapısı bilmezdik oğlum ölünce oldu hepsi.”
KAZA DEĞİL CİNAYET Deniz ilk patlamadan 9 saat sonra gerçekleşen ikinci patlamada hayatını kaybetmiş. Esme anneye göre Deniz bile bile ölüme sürüklenmiş; çünkü Deniz’in işyeri de aynı tüpleri kullanıyormuş. Esme anne soruyor, “Bu hiç mi patronların akıllarına gelmemiş?” Demirbaş ailesi davadan umutlu çünkü onlara göre 20 işçinin ölümü kaza değil cinayet. Bu durumu Esme anne şöyle açıklıyor: “20 işçinin ölmesinde en büyük sorumlu tüpleri üreten firma. Ucuz alıp para kazanmak için yaptılar. Aynı zamanda 7 yıl boyunca işyeri hiçbir denetime tabi olmamış Büyükşehir Belediyesi ve Yeni Mahalle Belediyesi de sorumlu bu olaydan.” Esme anne sorumlular hak ettiği cezayı alana kadar davanın peşini bırakmayacağını, ne gerekiyorsa onu yapacağını söylüyor. Ve sözlerini şöyle noktalıyor: ”Ne yapayım en azından yüreğim hafifler.” YARIN EMEK
Az mı çalışıyoruz? Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a göre az çalışıyoruz. Bu nedenden dolayı cumartesi günleri de çalışmamız gerekiyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ise çalışma saatlerinin yasalarla belirli olduğunu bu nedenle öyle bir çalışmanın olmadığını söylüyor. Fakat çalışma yaşamına dair hazırlanan raporlar Bakanları pek haklı çıkarmıyor.
KİM NE DEMİŞTİ? Bakanların konuyla ilgili açıklamaları şöyleydi: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın basına verdiği demeçte mesailerin erken saatlere alınması ve cumartesi günleri de çalışılması gerektiğinin nedenini şöyle açıklamıştı:“70’lerde cumartesi çalışma uygulaması vardı, sonra kaldırıldı ve Türkiye hak etmediği refah seviyesini peşin satın almış oldu. Bu doğru bir yaklaşım değil. Biz niye daha çok çalışmayalım.” Ayrıca Taner Yıldız, Enerji tasarrufunun daha iyi sağlanması için de gün ışığıyla başlayıp sona eren mesai sistemine geçilmesinin daha yararlı olacağını söyledi. Bu iki öneriyi Bakanlar Kurulu’nun kararına sunacağını bildirdi. ÇELİK:”GÜNDEMİMİZDE ÖYLE BİR ÇALIşMA YOK” Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın, mesailerin erken saatlere alınması ve cumartesi de çalışılması önerisini hatırlatması üzerine Çelik, basına şunları söyledi: “Gerek kamu görevlilerin, yani devlet memurlarının çalışması, gerekse işçilerin çalışma saatleri ilgili yasalarda belli. 657 Sayılı Kanun’da memurların çalışma saatleri 40 saat, işçilerin 45 saat. Bunların, diğer günlere veya cumartesine
OECD: EN FAZLA ÇALIŞAN ÜLKE TÜRKİYE Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin ‘How’s life’ (Hayat nasıl) raporu, 40 ülkede yürütülen araştırmalar sonucunda en fazla çalı-
SİLİKOZİS NEDİR? Silikozis, kot taşlama atölyelerinde, döküm ve metal eşya işkolunda, Silikojen tozun solunum yolları korunma mekanizmasını aşarak akciğere kadar ilerlemesi sonucu meydana geliyor.
KESK’e polis engeli 14 Ekim günü KESK(Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) birçok ilde “Toplu sözleşme ve grev hakkı” talebiyle AKP il binalarına yürüdü. Polis, bazı illerdeki yürüyüşlere cop ve gaz bombalarıyla müdahale etti. Birçok kamu emekçisi yaralanırken, gözaltına alınanlar da oldu.
“MÜCADELEMİZ ENGELLENEMEZ” KESK polis saldırısına dair”Grevli Toplu Sözleşme Mücadelemiz Gaz Bombasıyla, Copla Engellenemez!” başlığıyla yaptığı açıklamada şunlara değindi: Polis, Tekirdağ’da Polisin sert müdahalesi sonucu üç arkadaşımız ambulanslarla hastaneye kaldırılırken, Eğitim Sen Şube Başkanımızın, şube yönetici ve üyelerimizin da aralarında olduğu yedi arkadaşımız gözaltına alınmıştır. Yine İzmir’in Tire İlçesinde, AKP İlçe binası önünde basın açıklaması yapmak isteyen arkadaşlarımıza polisin saldırısı sonucu pek çok arkadaşımız yaralanmıştır. Diyarbakır, Van, Mersin ve Hatay başta olmak üzere pek çok ilimizde de AKP İl binaları önünde basın açıklaması yapmasına izin verilmemiştir. Taleplerimizin gerçekleşmesi için mücadelemizi yükseltmeye devam edeceğimizi tekrar vurguluyoruz.yarın emek
sarkıtılması gibi bir çalışma, bizim gündemimizde olan bir çalışma değil.” Çelik, Kanun’da belirtilen çalışma sürelerinden bahsederken çalışma yaşamına dair hazırlanan raporlar Bakan’ı pek haklı çıkarmıyor.
FİİLİ ÇALIŞMA SÜRELERİ ARTIYOR DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikası’nın geçtiğimiz yıl hazırladığı rapora göre her geçen yıl işçilerin çalışma süreleri artıyor: Son 20 yılda haftalık fiili çalışma sürelerinde ciddi bir artış yaşanmıştır. 50 saatten fazla çalışanların ücretliler içindeki payı giderek artmıştır. Öyle ki 1988 yılında haftada ortalama 50 saatten fazla çalışanların tüm ücretliler içindeki payı yüzde 28,9 iken; bu oran 1999 yılına gelindiğinde yüzde 37,6’ya; 2008 yılına gelindiğinde ise yüzde 46,6’ya yükselmiştir. Yani bugün itibariyle Türkiye’de yaklaşık olarak her iki emekçiden biri yasal üst sınırın üzerinde haftalık çalışma süreleri ile çalıştırılmaktadır. 1989 yılından 2008 yılına gelindiğinde; haftada 50 ila 59 saat arasında çalışanların oranı yüzde 13,4’den yüzde 17,7’ye; haftada 60 ila 71 saat arasında çalışanların oranı yüzde 10,5’den yüzde 19,3’e, haftada 72 saatten fazla çalışanların oranı ise yüzde 5’den yüzde 9,6’ya yükselmiştir. Böylece son 20 yılda emekçilerin çalışma süreleri kayda değer oranda artmış; uzun çalışma süreleri adeta bir kural haline gelmiş, emekçilerin dinlenmeye ve çalışma dışı yaşama ayırdıkları süre kısalmıştır.
“PATRON BİLE BİLE ÖLÜME GÖNDERDİ” Ali Rıza Eldemir, 18 Mayıs 2010 tarihli Evrensel Gazetesine verdiği bir röportajda hastalığının nasıl geliştiğini şöyle anlatmıştı: “İşyeri denetlenmeye geldiğinde ya bizi dışarı çıkarırlardı ya da memurlar yazıhaneye alınırdı. Ve hiçbir yere bakmadan kimseyle konuşmadan giderlerdi. Aslında patronlarımız üç kuruş fazla kazanmak için bizi bile bile ölüme gönderdi. Çünkü onların bu hastalıktan haberleri vardı. Onun için biz hastalanırken bizim başka doktora ve hastaneye gitmemiz engelleniyordu.” Ve devamında ekliyor; “Devletin kot taşlama ve kaçak işçiliği yasaklamasına rağmen denetimlerini yapmaması ölümlerin önünü açıyor”
19 ekim 2011 çARŞAMBA imtiyaz sahibi: fadik temizyürek genel yayın koordinatörü: emre öztürk editörler
görsel tasarım
dağıtım
şan ülkenin Türkiye olduğu tespit etti. Rapor’da çalışma yaşamına dair şunlar kaydedildi: Katılımcılara hayatlarından memnun olup olmadıkları sorulduğunda Danimarka en olumlu cevabı vererek ilk sırayı aldı. Kanada 2., Norveç 3. olurken Türkiye 32. ve Çin son sırada yer aldı. İş yeri çalışma ortamından memnun olup olmama konusunda ise; Danimarka, Norveç, İngiltere, İsviç-
re, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Almanya’da her on kişiden dokuzu işinden hoşnut olduğunu belirtti. Türkiye çalışma ortamından en az memnun olan ülke oldu. Son 15 yıl içinde aşağı yukarı tüm OECD ülkelerinde kadınlar için işsizlik oranı düşüş gösterdi. İspanya, İtalya ve İrlanda’da düşüş tespit edilirken, Türkiye ve Çek Cumhuriyeti’ndeyse işsizlik oranlarında artış belirlendi. ankara SEVAL KUTLU
Sanem Deniz Kural İbrahim Keskin Selçuk Kaygısız Berna Görgülü Melike Çınar rıfat çapar Mehmet Polat Meltem Postacı Fatih Pekedis Gürkan Köse çağla eroğlu
adres: rumeli c. matbaacı osmanbey s. no67/4 şişli / istanbul Basıldığı Yer: Aspaş Asya paz. yay. dağ. tur. rek. aş. Evren Mah. Günay Sk No: 4 Bağcılar / İstanbul SANEM DENİZ KURAL adına; PTT Hesap No: 08848286 İŞ BANKASI Hesap No: 6200 2465988 IBAN: TR34 0006 4000 0016 2002 4659 88 ZİRAAT BANKASI Hesap No: 615 57722685 5001 IBAN: TR28 0001 0006 1557 7226 8550 01 YAPI KREDİ
Hesap No: 229/88735111 IBAN: TR38 0006 7010 0000 0088 7351 11 GARANTİ BANKASI Hesap No: 31/6896034 IBAN: TR90 0006 2000 0310 0006 8960 34 AKBANK Hesap No: 0177542 IBAN: TR57 0004 6001 6488 8000 1775 42 6 AYLIK ABONELİK: 25 TL
sayı: 3
09 EKONOMi
19 EKiM 2011 YARIN
İşsiz sayılabilmek bir mesele
Avrupa işsizlikte lider
TÜİK’in son açıkladığı verilere göre ülkedeki işsiz sayısı 3 milyonu geçmiyor. Fakat yaklaşık 27 milyon kişi işgücü sayılmıyor. Onlar işgücü bile olamıyorlar. TÜİK’in istatistik-analiz yöntemleriyle ilgili eleştirilerden biri de işsizlik rakamlarının belirlenmesiyle ilgili. İşgücü dışında olanların sayının neden bu kadar fazla olduğu sorusu için TÜİK’in yöntemlerine bakalım. istanbul yiğit güner
Hane halkı işgücü anketi, belirlenen ev ve iş yerlerinde yetkili memurlar tarafından yapılıyor. TÜİK personeli, dizüstü bilgisayarla hane halkına ya da işyeri sahibine sorularını yönelterek, yanıtları bilgisayara kaydediyor. TÜİK personeli, hangi konuda anket yapacağını mektupla ev ya da işyeri sahibine bildiriyor. Mektupta anketörün hangi tarihte ve saatler arasında geleceği bildiriliyor. Boynunda yaka kartı olan resmi görevlendirme yazısıyla dolaşan anketör, o tarih ve saatte ev ve işyerinde kimseyi bulamadığı takdirde kişiye ulaşmak için komşularından, arkadaşlarından irtibat telefonu alıyor ve telefonları bırakıyor. Anketör aynı adrese, hafta sonu, mesai saatleri dışında saat 21.00`den sonra da gidiyor.
Son yıllarda yüksek kamu borçlarıyla ‘borçlular liginde’ ilk sıralarda yer alan Avrupa ülkeleri, işsizlik oranlarıyla da dünyanın birçok ülkesini geride bıraktı. Geçtiğimiz yıl 23. sırada yer alan Türkiye ise, bu yıl işsiz sayısını düşürerek 28. sıraya yerleşti.
Bir saat çalışmak yeterli TÜİK, “Eğer ben 1 saati değil de 15 saati kıstas alsam işgücü sayısı yüzde 3,4 azalır” diyor. Bu da şu anki istihdamın 24 milyon 445 bin değil, 23 milyon 613 bin kişi olacağını gösteriyor. Yani işsiz sayısı 2 milyon 550 bin değil 3 milyon 381 bin olacaktı. İşsizlik oranı ise yüzde 9,4 değil yüzde 12,5’e çıkacaktı. Böylece 831 bin 130 kişi işsizler listesine girmekten saat farkıyla kurtuluyor.
TÜİK Anketinden Bazı Sorular: - Anket haftasında gelir için bir işte çalıştınız mı? - Anket haftasında ev kadını, öğrenci veya emekli olsanız bile gelir elde etmek veya ücretsiz aile işçisi olarak 1 saat dahi olsa bir işte çalıştınız mı? - Anket haftasında geçici olarak başında bulunmadığınız bir işyeriniz veya çalışmadığınız bir işiniz var mı? Not: Sorulardan en az birine evet cevabı verenler işgücü içerisinde sayılıyor. - Son 3 ay içinde iş aramak için bir girişimde bulundunuz mu? - Mümkün olsa 2 hafta içinde işbaşı yapar mısınız? Not: Sorulara hayır diyenler ise işgücü dışında sayılıyor.
İşgücü göçüne kriz ayarı Küresel ekonomik kriz, ülkelerin işsizlik oranlarını yükseltirken, bu durum işgücü göçlerini de etkiledi. Dünyada yaşanan ekonomik gelişmeler, gerek yurtdışına giden işçi sayısını, gerekse işgücü göç alanlarını değiştirdi. Türkiye’den yurtdışına giden işçi sayısı yıllar içinde giderek azalırken, 60’lı yıllarda daha çok Avrupa’ya giden Türk işçileri, 70’li yıllarda Arap ülkelerine, 1990 sonrasında Rusya ve Türk Cumhuriyetlerine yöneldi.
EKONOMİK İYİLEŞME, İŞGÜCÜ GÖÇÜNÜ AZALTTI Türkiye’deki ekonomik iyileşme, işgücü göçünü de etkiledi. TÜİK verilerine göre, Türkiye’nin küresel ekonomik kriz ortamında işsizlik oranı gerilemesini sürdürdü. Türkiye’de 2009 yılında yüzde 14
olan işsizlik oranı, 2010 yılında yüzde 11,9’a gerilerken, bu yılın Ocak-Haziran döneminde ise yüzde 9,2’ye geriledi. Bunun yanı sıra, Avrupa ülkelerinde ve ABD’de yaşanan ekonomik olumsuzluklar ile Arap Baharı olarak adlandırılan gelişmeler, Türkiyeli işçilerinin yurtdışında iş arayışını azalttı. Son beş yılda İŞKUR aracılığıyla, yurtdışına giden Türkiyeli işçi sayısı yüzde 32,6 geriledi. 2006 yılında 81 bin 379 kişi İŞKUR aracılığıyla yurtdışına gönderilirken, bu sayı yıllar itibariyle azalarak, 2010 sonunda 54 bin 847’ye düştü. Son beş yılda, İŞKUR aracılığıyla en fazla işçi Rusya’ya gönderildi. 2006’dan bu yana Rusya’ya giden işçi sayısı 80 bin 786 kişi oldu. Rusya’yı 44 bin 990 Türk işçinin gittiği Suudi Arabistan ve 28 bin
303 Türk işçinin gittiği Irak izledi.
DÜŞÜK MALİYETLİ İŞGÜCÜ Yurtdışına gönderilen işçilerin büyük çoğunluğu müteahhitlik firmalarınca talep edilirken, hac döneminde de kurbanlık kesimi için kasap ve hizmet sektöründe
çalışmak üzere, Suudi Arabistan’dan işçi isteniyor. Öte yandan, daha düşük ücretle çalışmayı kabul eden Çinli ve Hint işçiler, yurtdışında Türk işçilerinin rakibi olmayı da sürdürüyor. yarın ekonomi
48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘Sanatta Sosyal Sorumluluk’ ödülü alan Rutkay Aziz’in konuşması törene damgasını vurdu. 80 darbesi nedeniyle yapılamayan film yarışmalarının ödüllerinin, 31 yıl sonra sahiplerini bulduğunu söyleyen Aziz, sanatçıların ülkelerinin ve dünyanın gerçeklerine tanık olmakla yükümlü olduğunu söyleyerek hukukun kalmadığına, kadın cinayetlerine, yaşanan savaşa dikkati çekti.
AKP sıkı güvenlikle kampa girdi AKP’nin geleneksel olarak düzenlediği İstişare ve Değerlendirme toplantısı Kızılcahamam’da yapıldı. Kampın yapıldığı otelde geniş güvenlik önlemleri alınması dikkat çekerken, Başbakan Erdoğan geçtimiz hafta kaybettiği annesinin mezarını ziyaret etti.
Taksiciden Irkçı Saldırı Bir taksici Ermeni olduğunu anladığı bir kadın müşterisini yumrukladı. Yoldan geçmekte olan bir avukat olaya tanık olunca taksicinin plakasını alarak saldırıya uğrayan M.’nin şikayet etmesini sağladı. Devletin ‘ev’inde işkenceli ölüm Uğur Kantar, terhisine 2 hafta kala içtimaya geç kaldığı gerekçesiyle “disko” adını verdikleri sözde disiplin koğuşunda gardiyanlar tarafından dövülerek ve güneşin altında 3 gün susuz bırakılarak öldürüldü. 25 Temmuz günü gerçekleşen bu işkencenin ardından 2,5 aydır yaşam mücadelesi veren Kantar, hayatını kaybetti. 2 asker gardiyanın tutuklandığı olayla ilgili dava hala sürüyor. Son sözü ‘kıyma bana’ oldu Şiddet gördüğü için annesinin evine sığınan ve annesiyle işe gidip gelen Figen Köçer (32), işten dönerken boşanma davası açtığı eşi tarafından sokak ortasında bıçaklanarak öldürüldü. Görgü tanıkları sopalarla saldırınca kaçan Mehmet Sadık Köçer aranıyor.
İŞSİZLİK ORANI EN DÜŞÜK OLAN ÜLKE ÖZBEKİSTAN Kiminde az kiminde fazla, ancak hemen her ülkenin büyük sorunlarından biri olan işsizlik, Özbekistan’da neredeyse yok denilecek kadar az. Özbekistan, yüzde 0,20 ile dünyanın; işsizlik oranı en düşük olan ülkesi... Özbekistan’ı yüzde 0,70 ile Beyaz Rusya, yüzde 1,20 ile Tayland, yüzde 2,07 ile Kuveyt, yüzde 2,29 ile de Singapur takip ediyor. TÜRKİYE IMF’in verilerine göre, işsizlik oranlarının en yüksekten düşüğe doğru sıralandığı listede geçtiğimiz yıl 23. sırada yer alan Türkiye, bu yıl işsiz sayısını düşürerek, 28. sıraya yerleşti. Türkiye, fonun yıl sonu tahminlerine göre yüzde 10,54’lük işsizlik oranıyla listede, birçok Avrupa ülkesinden daha iyi bir konumda yer buldu. Tahminlerin yanı sıra, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Hanehalkı İşgücü Araştırması, “2011 Haziran Dönemi Sonuçlarına (Mayıs-Haziran Temmuz)” göre, 2011 yılı Haziran döneminde yüzde 9,2 olan işsizlik oranı dikkate alındığında ise Türkiye, listede 34. sıraya çıkıyor. yarın ekonomi
İngiltere’de rekor işsizlik
GERİDE KALANLAR
İngiltere’de işsizlerin sayısı Haziran-Ağustos döneminde 114 bin kişi artarak, 2 milyon 570 bin kişiye ulaştı. Bu rakamın son 17 yılın en yüksek işsiz sayısı olduğu belirtilirken, Ulusal İstatistik Kurumu (ONS) işsizlik oranını yüzde 8,1 olarak duyurdu. 16-24 yaş arasında 991 bin gencin işsiz olduğu ve bu oranın yüzde 21,3 olduğu belirtilirken, ülkede devletten işsizlik yardımı alanların sayısı da eylül ayında 17 bin 500 kişi artarak, toplam 1 milyon 600 bin kişiye ulaştı. İngiliz ekonomisi bu yılın ikinci çeyreğinde beklentilerin altında yüzde 0,1 büyümüştü. Yarın ekonomi
Sahte ‘Deniz Gezmiş Günlüğü’
Yeni gözde borsa
man
‘’Döneklik’ yaparsam ödülü geri alabilirsiniz
İLK 5’TE 4 AVRUPALI Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) verileri üzerinden yapılan hesaplamalara göre, işsizlik oranı en yüksek olan ülkelerin ilk 5’i arasında 4 Avrupa ülkesi bulunuyor. Makedonya, dünyanın işsizlik oranı en yüksek olan ülkesi olarak başı çekiyor. Fon, Makedonya’nın yıl sonunda yüzde 32,17 oranında işsiz nüfusa sahip olacağını tahmin ediyor. 2 milyon 59 bin kişilik nüfusla “küçük bir ülke” olan Makedonya’daki işsizlik oranına bakıldığında işsizlerin sayısı 658 bini buluyor. Makedonya’yı yüzde 27,60’lık işsizlik oranıyla Bosna-Hersek, yüzde 24,50 ile Güney Afrika, yüzde 20,70’le İspanya ve yüzde 20,54 ile Sırbistan takip ediyor. İşsizlik rakamlarıyla ilk 5 sırada öne çıkan Avrupa ülkeleri, ilk 10’da da kendini gösteriyor. Adeta borç batağında olan Yunanistan’da işsizlik oranının yıl sonunda yüzde 16,48’i bulacağı tahmin ediliyor. Yaklaşık 11 milyon nüfusa sahip olan ülkede bu oran, 1 milyon 800 bin kişinin işsiz olduğu anlamına geliyor. Geçtiğimiz yıl işsizlik oranının yüzde 12,45 olduğu Yunanistan’da önümüzdeki yıl bu oranın yüzde 18,48 seviyelerine çıkacağı tahmin ediliyor. Listede 6. sırada yer alan Yunanistan’ı yüzde 16,20 ile Gürcistan, yüzde 16,05 ile Letonya, yüzde 15,50 ile Litvanya, yüzde 15,33 ile de İran izliyor.
Ali Yıldırım tarafından yazılan ‘Deniz Gezmiş’in Günlüğü’ adlı kitap 68’lilerin ve Gezmiş’in arkadaşlarının tepkisine yol açtı. Böyle bir günlük olmadığını söyleyen Gezmiş’in yakın arkadaşları, Ali Yıldırım’ın para kazanmak için etik olmayan bir davranış sergilediğini söyleyerek özür dilemesini istediler. Ali Yıldırım ise kitabın kurgu olduğunu ve kitaba bunu yazmanın ‘hakaret’ olacağını düşündüğü için de yazmadığını belirten bir açıklama gönderdi.
Onun da sonu haberlerde gördüğü kadınlar gibi oldu Ferdane Çöl, 13 yıllık evliliğinden gördüğü şiddet nedeniyle boşanmış, 3 çocuğu olmuştu. 2. evliliğini yapan Çöl, hamileliği süresince şiddet görmeye başladı, doğumdan sonra da şiddet artarak devam edince 2 ay önce evi terk etti. Barışma bahanesiyle eve giren S.Ç, tartıştığı Çöl’ü mutfaktan aldığı ekmek bıçağıyla öldürdü. Boğazını kestikten sonra kaçan S.Ç üvey babasının evinde yakalandı.
İMKB 100 Endeksi, eylül ayında aylık bazda yatırımcısına en fazla getiri sağlayan finansal yatırım aracı oldu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), “Finansal Yatırım Araçlarının Reel Getiri Oranları Eylül/2011” sonuçlarını açıkladı. Buna göre, eylül ayında en yüksek reel getiri, ÜFE ile indirgendiğinde yüzde 3,23, TÜFE ile indirgendiğinde de yüzde 4,05 oranlarıyla İMKB 100 Endeksi’nde gerçekleşti. ÜFE ile indirgendiğinde yatırım araçlarından külçe altın yüzde 2,21, Amerikan doları yüzde 0,95 oranında yatırımcısına reel getiri sağladı. Buna karşılık euro yüzde 3,20 ve mevduat faizi yüzde 1,02 oranında yatırımcısına kaybettirdi. TÜFE ile indirgendiğinde de külçe altın yüzde 3,02 ve Amerikan doları yüzde 1,75 reel getiri sağladı, euro yüzde 2,43 ve mevduat faizi yüzde 0,24 oranında yatırımcısına kaybettirdi. Altı aylık değerlendirmeye göre de külçe altın, ÜFE ile indirgendiğinde yüzde 36,32, TÜFE ile indirgendiğinde ise yüzde 37,88 oranında yatırımcısına kazandırdı.
YILLIK BAZDA SIRALAMA Finansal yatırım araçları yıllık olarak değerlendirildiğinde ise en fazla reel getiri oranlarına göre, külçe altın, euro, dolar, mevduat faizi ve İMKB 100 Endeksi olarak sıralandı. ÜFE ile indirgendiğinde, külçe altın yüzde 49,59, euro yüzde 12,73 ve dolar yüzde 7,58 oranında yatırımcısına reel getiri sağladı. Diğer taraftan, mevduat faizi yüzde 3,99, İMKB 100 Endeksi yüzde 19,07 oranında yatırımcısına kaybettirdi. TÜFE ile indirgendiğinde ise külçe altın yüzde 58,04, euro yüzde 19,11, dolar yüzde 13,66, mevduat faizi yüzde 1,44 oranında yatırımcısına reel getiri sağlarken, İMKB 100 Endeksi 14,50 oranında yatırımcısına kaybettirdi. Kaynak: TUİK
04 EKiM 2011 YARIN 19 EKiM 2011 YARIN
Üniversiteler “demokrasi”nin gölgesinde Üniversiteler bir yandan ‘demokratik’ olmanın yollarını arar gibi ama bir yandan da demokrasi her karede ayaklar altına alınıyor. İstanbul Üniversitesi 2011 eğitim yılının açılışına 37 öğrencinin gözaltına alınması ile başlarken, Türkiye’de şuan 500 üzerinde öğrenci tutuklu bulunuyor. Gözaltı ve tutuklama gerekçelerine bakıldığında ise “Parasız eğitim”,” Harç Zamları” gibi talepler yer alırken, öğrenciler en çok Terörle Mücadele Kanunu ile Gösteri ve Yürüyüş Yasası’na muhalefet etmek çerçevesinde tutuklanıyor. İSTANBUL Özge Akman
Kurulduğu yıldan bugüne darbe kurumu olan YÖK’ün üniversitelerden hâkimiyetini kaldırması talep edilirken, gelinen aşamada YÖK’ün değişmesi meselesini hükümet ve hatta YÖK de tartışmakta. Bugün her ne kadar YÖK, kurum olarak tartışılıyor olsa da, işleyiş olarak üniversitelerde ve liselerde öğrencilere yönelik baskı, şiddet, soruşturma ve tutuklamaların boyutlarına bakıldığında demokrasinin ne denli okullara yansıdığı açığa çıkıyor. Bunun üzerine yapılan araştırmalar ve veriler “öğrencilerin ne hakkı var?” sorusunu akıllara getiriyor.
Yasalara ters olsa da, her şey soruşturmaya sebep olabiliyor Üniversite ve liselerde en temel hakları talep eden binlerce öğrenci soruşturma alıyor. Örneklerine bakıldığında en çok “parasız eğitim”, “harç zamları”, “ulaşım ve yemek ücretlerine karşı protesto”, “her ne hakkında olursa olsun basın açıklamasına katılma” başlığı altında yüzlerce öğrenciye birden soruşturma açılıyor. Tüm yönetmelik ve yasalarda “herkesin düşündüğünü ifade etme ve basın açıklaması yapma hakkı vardır” yasası ise okullarda pek geçerli görülmüyor. Örneğin Tekel eylemlerine katılan 120 öğrenciye birden Ankara’da soruşturma açıldı. Denizli’de 112 öğrenciye birden, Muğla’da yaz döneminde çalıştığı inşaattan düşerek ölen Ömer Çetin’i anmak isteyen 150 öğrenciye okullarından soruşturma açılıyor. Kişileri arama ve denetlemenin yasalarla çerçeveleri belirlenmiş olsa da, çantasını aratmak istemeyen 45
YÖK’ü Tanıkları Anlattı Kuruluşundan bugüne 32 yıl geçen YÖK, bugün değişimiyle ve kaldırılmasıyla tartışma konusu. Bugünün koşullarında YÖK’ü değil, özerk ve demokratik üniversiteleri isteyenler sorularıyla ve yanıtlarıyla biraraya gelerek bir panel düzenlediler. Gençler Meydana İnisiyatifi’nin İstanbul’da düzenlediği panele, 78’liler Vakfı Girişimi Sözcüsü Celalettin Can, İHD Kayıplar Komisyonu’ndan Sebla Arcan ve Daima Yazarı Hakan Öztürk katılırken, Gençler Meydana İnisiyatifi adına Fidan Ataselim sözcü oldu. Eskişehir’de gerçekleşen panelde ise, “Gençlere Demokrasi İçin Yök’e Hayır” başlığıyla Gün Çağ Aydın, “Tanıklar anlatıyor” başlığıyla Cem Kaptanoğlu ve Gençler Meydana sözcüsü olarak Gürkan Köse söz alırken, “Kapitalizm Geleceksizleştiriyor, Gençler Meydana Çıkıyor” başlıklarını tartışmak üzere bir araya geldiler.
32 Yılda ne değişti? YÖK’ün tarihsel süreçte uyguladığı politikalardan bahseden Celalettin Can, hareketin yükseldiği 68’lerden, kendi dönemi olan 78’leri ve
sonrasındaki süreçte yaşananları anlattı. Sebla Arcan ise 12 Eylül ardından yanlızca İstanbul’da 40 üniversite öğrencisinin gözaltında kaybedildiğini, bu kaybetme politikalarının 12 Eylül zihniyetinin ve 12 Eylül ürünü olan YÖK’ün politikaları ile ortaya çıktığını ifade etti. Hakan Öztürk dünyada meydanlara çıkan gençlerin neden meydanlara çıktıklarını anlamak için gazete okumanın dahi yeterli olabileceğine değinerek, gerçeklerin tesadüf olmadığını belirtti. Gençler Meydana Sözcüsü Fidan Ataselim ise gençler olarak neden İşsizliğe ve YÖK’e karşı meydanlarda olduklarını anlatırken, üniversitelerde YÖK’ü değil, tüm özneleriyle söz sahibi oldukları okulları, bilimsel üretim yapabildikleri demokratik haklarının olduğu üniversiteleri istediklerini belirterek, 4 Kasım’da Tünel’den Taksim’e geleceksizliğe karşı yürüyeceklerini ve herkesi davet ettiklerini duyurarak sonlandırdı. Ankara’da 20 Ekim’de gerçekleşecek panel ise saat 17:00’da olacak. Aynı gün Bursa’da yapılacak panel ise 14:00’da gerçekleşecek. Panellerin ayrıntılı bilgileri ve adresleri www.genclermeydana. net sitesinde bulunuyor. YARIN EĞİTİM
öğrenciye İstanbul Üniversitesi tarafından soruşturma açılıyor. Bunun gibi sayısız soruşturma örneğinin sonuçları ise, öğrencilerin okullarından uzaklaştırılması, atılması ya da eğitimlerinin sonlandırılması olarak neticelenirken, yasaların düzenlediği hakları, okul yönetmeliği hak olarak kabul etmiyor.
Davalar yalnız öğrencilere değil, devlete de külfet Okullarda açılan soruşturmaların yanı sıra öğrencilere açılan davalar da eğitim hakkını ortadan kaldıran birinci unsuru oluşturuyor. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin yaptığı açıklamaya göre şuan Türkiye’de 503 öğrenci tutuklu. Bunlardan bir kısmı liseli öğrenciler. Bunlardan 89’u İstanbul ilinden tutuklanan öğrencileri oluşturuyor. Tutuklu öğrencilerin çoğuna TCK’nın 220, 314. maddeleri ile Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2. maddesi kapsamında yargılanıyor. Öğrencilerin bir kısmına da Gösteri ve Yürüyüş Yasası’na muhalefet çerçevesinde ve TCK’nın 265. maddesindeki görevli memura mukavemet iddialarıyla davalar açılıyor. Tutuklama kararı çıkmayan birçok dava var. Bu davalar ise öğrencilere okullarından atılma kararı olarak geri dönüyor. MEB’in verilerine göre son 9 yılda öğrencilere açılan davalara 182 bin 567 TL bütçe harcanmış durumda. Bu davalardan her ne kadar tutuklama kararı çıkmasa da, okul yönetimi öğrenciye açılan davayı örnek göstererek hızla soruşturma başlatabiliyor. Dava süresi boyunca sanık olan öğrenci ise birçok kamu hakkını davanın bitimine kadar kullanamadığı için uzun yıllar mağdur oluyor.
YÖK’ten Sözleşmeli Öğretim Üyeliği Statüsü YÖK başkası Yusuf Ziya Özcan muayenehanesi olan öğretim üyeleri için saati 300 TL olmak üzere sözleşmeli öğretim üyeliği statüsüne geçileceğini duyurdu. Geçtiğimiz günlerde biraraya gelen YÖK Başkanı ve Sağlık Bakanı, tam gün yasası kapsamında son çıkarılan kararname doğrultusunda, üniversite hastanelerinde yaşanılan sıkıntıları gidermek amaçlı, yapılacak düzenlemeleri görüştüler. Bu kapsamda, muayenehanesi olan öğretim üyeleri, üniversite hastanelerinde sözleşmeli olarak eğitim verecek ve yeni asistanlar yetişmesini sağlayacak. Bunun için düzenlenen ödenek ise, saati için 300 TL ve 600 TL’ye kadar çıkartılabilir. Sözleşmeli statüde verilebilecek ders sayısı sınırlandılırken, öğretim üyelerine ayrılan bütçe Sağlık Bakanlığı’na bağlanacak. Ayrıca sözleşmeli öğretim üyelerinin kadrosu olmayacak, haftalık saatler üzerinden anlaşma yapılacak, herhangi bir yöneticiliği ve oy hakkı da olmayacak. Yanlızca derslerine girecek, ameliyat söz konusu olduğunda da ders vermek üzere girecek. Böylelikle üniversite hastanelerinin performansını artırmak planlanıyor. YARIN EĞİTİM
Şiddete dayanma kılavuzu! Cem Garipoğlu’na ağırlaştırılmış müebbet İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kadın Danışma Merkezi, şiddete maruz kalmış kadınlara yönelik, şiddetten korunma yöntemleri içeren bir dizi trajikomik talimatlar hazırladı. Kadın Danışma Merkezi’nin hazırlamış olduğu kılavuz, okuyan herkesin tepkisiyle karşılandı. İzmir Büyükşehir Belediyesi Kadın Danışma Merkezi, kadına yönelik şiddeti durdurma çalışmaları yapmak yerine, şiddeti destekleyen, kadını bulunduğu şiddet ortamına hapseden bir dizi talimatlar listesi hazırladı. Şiddet gören kadınları, şiddet ortamından uzaklaştırmak, kadını desteklemek, ekonomik anlamda özgürleşmesini sağlamak yerine, kadını gördüğü şiddet ortamına geri yollayarak daha az şiddet görebilmesi için hazırladığı bu liste ile günümüzde hala birçok kurumun adının ‘kadın’ ile başlamasının bir anlam ifade etmediğini ortaya koymuş oldu. Kurumlarına gelen hiçbir kadını, kendi isteği olmadan eşinden ayrılması ya da sığınma evine yerleştirilmesi konusunda yönlendirme yetkilerinin olmadığını belirten Kadın Danışma Merkezi Sorumlusu Avukat Pelin Erda’nın fark edemediği nokta ise: Kadına yönelik şiddeti durdurma çalışmaları bir yetki değil, haktır.
İşte o listeden başlıklar ise şöyle - Evde şiddet sırasında saklanabileceğiniz güvenli bir yer belirleyip oraya kaçabilirsiniz. - Şiddet esnasında çıkışı olmayan banyo, tuvalet ve tehlikeli alet bulunan mutfak gibi yerlerden kaçınmalısınız. - Dayak anında cenin pozisyonu alıp başınızı darbelerden korumaya çalışmalısınız -Evden aniden ayrılmamız gerektiğinde kime sığınabileceğinizi önceden belirlemeli ve bu kişilerle önceden konuşup, önlem almalısınız. -Komşularınızla anlaşıp, şiddet anında seslerinizi duyduklarında emniyet güçlerine ihbarda bulunmalarını sağlamalısınız. İsimsiz ihbarlar da kabul edilmektedir. -Daha önceden belirlediğiniz ihtiyaçlarımızı ve belgelerinizi bir çanta içinde saklamalı ve çıkışa yakın kolayca ulaşılabilecek bir yerde tutmalısınız. Az da olsa bir miktar paranın da çantanızda bulunması iyi olur. - Mümkün olduğu ilk anda; 183, 155 ve/veya 156 no’lu telefonları arayarak yardım istemelisiniz. - Kimliklerinizin ve önemli belgelerinizin birer fotokopisini önceden bir yakınınıza vermelisin. İZMİR DENİZ ADIBELLİ
Münevver Karabulut Cinayetinin 10. duruşmasında Cem Garipoğlu hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis istendi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu 10. duruşmada da Bakırköy Adalet Sarayı’nın önünde eylemdeydi. Dava bitimine kadar eylem yapan kadınlar, aileyle birlikte duruşmaya girerek Münevver için adalet istediler. Savcı Başar; Cem Garipoğlu hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis isteminde bulundu. Dava çocuk mahkemesinde görüldüğü için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası 24 yıl hapis cezasına tekabül ediyor. Ayrıca Cem Garipoğlu’nun tutuksuz yargılanan babası Mehmet Nida Garipoğlu davadan beraat ederken, annesi Tülay Makbule Garipoğlu ve Amcası Hayyam Garipoğlu için ise 6 ay ila 5 yıl arası hapis isteminde bulunuldu. Baba Mehmet Nida Garipoğlu “suçluyu kayırmak” suçundan tutuksuz yargılanıyordu. TCK’nın 283. maddesinde yapılan yeni düzenlemelere göre
aynı maddenin 3. fıkrasında yapılan “ bu suçun üstsoy, altsoy, eş, kardeş veya diğer suç ortağı tarafından işlenmesi halinde cezaya hükmolunmaz.” değişikliği gerekçesiyle yargılama süreci sona erdi.
MAHKEME BİLGİLERİ Münevver Karabulut’un babası: “Bu dava örnek bir davadır. Türkiye’deki kadın cinayetleri bu davadan olumlu ya da olumsuz etkilenecektir” dedi. Duruşmanın ardından ”Münevver cinayetinde meydana gelen skandallar, hukukun açıkları, delil karartmalar; devletin organlarının çöküşünün simgesidir” diyerek adalet sistemini eleştiren Avukat Rezan Epözdemir “Şu ana kadar yürütülen 13 davadan 5 tanesi lehimize sonuçlandı. Büyük kazanımlar elde ediyoruz. Bu dava bu süreçten sonra gerçekleşen cinayet davalarına emsal olsun istiyoruz.” dedi. İSTANBUL BERNA DÜLGER
19 EKiM 2011 YARIN
Wall Street’ten ve Roma’dan muhabirler Yarın için yazdılar
Dünya Turu Londra’nın kapitalizmi sarsılıyor
Ülkedeki borç krizini ve kapitalizmi protesto etmek için Cumartesi günü başlayan Londra’yı işgal eylemleri Londra Borsası önünde sürüyor. Londra borsasının bulunduğu bölgeyle ünlü St. Paul kilisesinin bulunduğu alanda yaklaşık 100 civarında çadır kurulurken, 250 civarında eylemci geceyi bu çadırlarda geçiriyor. BBC’nin muhabirlerinden Ben Ando, göstericilerin kendi aralarında gıda, hijyen gereksinimlerinin karşılanmasını örgütlemek üzere gruplar oluşturduklarını ve alanda kalmaya kararlı olduklarını aktarıyor. Eylemcilerden Belinda Singh, ‘’egemen elitlerle bir tür iletişim arayışında olduklarını’’, hazırladıkları manifestoyu yakında dağıtacaklarını söyledi. Singh, ‘’Buradayız çünkü zenginliğin eşit dağılımını, azınlıkların seslerinin duyulmasını ve yolsuzluğa bulaşmış sistemin değişmesini istiyoruz’’ dedi. Hükümet ise eylemlerin bir çözüm olmadığını savunurken, Dışişleri Bakanı William Hague, hükümetin borç yükü ve bütçe açığını kontrol altına almasının sorunu çözebileceğini öne sürdü. yarın dünya Wıllıam Hague
ingiltere
Yeni bir “Devrim”e ihtiyacımız var!
Tarihin olabilecek en çalkantılı dönemini yaşamaktayız. “Tarihin sonu” ve “dünyada liberal demokrasinin zaferi” gibi açıkça yapılan anlamsız propagandalara rağmen fırtınalı bir 2011 yılı yaşıyoruz: Devrimler ve ayaklanmalar yılı. Polisin kaba gücüne ve toplu tutuklamalara ve medya sansürüne rağmen eylemler eylemler New York’a ve ülkenin dört bir yanına yayıldı.
new york Nima Nasehi
Evet, global bir kapitalizmin son 20 yıldır geliştiğinin farkındayız, ancak dünyadaki zaferi yalnızca geniş çaplı ve bugün enternasyonal alana yayılmış olan hareketin başlangıcı oldu. Kendi gelişimi, düşmanının evrimiyle eş zamanlıydı. Ekonomik kriz düşmanına gebeydi. Bu ekonominin çökmesinin ve etkilerinin ardından, Yunanistan, Fransa, Portekiz, İtalya, İspanya, İngiltere ve şimdi de ABD gibi önceden istikrarın ve dengenin merkezi olan ülkeler artık huzursuzluğun ve başkaldırının merkezlerine dönüştüler. “Wall Street” protestosunun ilk
günü olan 17 Eylül’de yaklaşık 1000 kişi eyleme katıldı. Vatandaşların üzerinden kar sağlayan, zenginleri ve güçlüleri kayıran sisteme karşı öfkelerini ifade etmek için, kitleler finansal kapitalizmin sembolü olan dünyanın değiş tokuş stoğu Wall Street’te yürüdüler. Eylemciler, ekonomik krizin yarattığı sorunları protesto ediyor. Polisin kaba gücüne ve toplu tutuklamalara ve medya sansürüne rağmen eylemi New York’a ve ülkenin dört bir yanına yaymayı başardılar.Bugün 100 kadar şehirde işgaller etkin olarak sürmektedir ve 1300 şehirde işgalleri planlamak üzere toplantılar düzenlenmektedir. İşçi sendikaları ve öğrenciler de harekete katıldılar.Hareketin kalbi ismi Özgürlük Parkı olarak değiştiri-
len Zucotti parkta, her gün saat akşam 7’de halka açık toplantılar düzenleniyor. 4 Ekim’den beri eylemciler kendi gazeteleri olan “ İşgal Altında Wall Street”i çıkarmaktalar. Hareket henüz resmi bir talepler listesi yayınlamadı. Ancak sitelerinde kendilerini “Bir çok renkten, cinsiyetten ve politik fikirden oluşan insanların lidersiz direniş hareketiyiz. Hepimizin ortak noktası toplumun %1’nin cimriliğine ve yolsuzluğuna daha fazla katlanmayacak olan %99’un içinde yer almamız. Amacımıza ulaşmak için Arap Baharı’nın taktiğini kullanıyoruz ve katılanların güvenliğini sağlamak amacıyla şiddet karşıtlığını savunuyoruz.” diye tanımlıyorlar. Bugüne kadar Çay Partisi’nin ve demokratların harekete katılma gi-
rişimleri başarısız oldu. Şimdilik “Wall Street’i İşgal Et” hareketinin neye evrileceğini söylemek mümkün değil, ancak belli olan tek bir şey var : ABD halkı bu sisteme daha fazla katlanmak istemiyor. Kapitalizme karşı ayaklandılar ve toplumda köklü değişimler istiyorlar. Bunlar uzun devrim yolundaki ilk adımlar olabilir, ama bu yolda, insanlar adım adım nasıl örgütlenileceğini, nasıl ajitasyon yapılacağını ve taleplerini nasıl ifade edeceklerini, onları açıkça ortaya koyup nasıl gerçekleştireceklerini öğreniyorlar. Zafere ulaşmak için bu hareket işçi sınıfıyla olan bağlarını kuvvetlendirmek zorunda. Zafere giden yalnız tek bir yol var ve o da bazı eylemciler tarafından oldukça iyi ifade edildi : « kapitalizmin sonu »
Fransa’da “öfkeliler” meydanlarda
79 ülkede krize ve kapitalizme karşı gösteriler düzenlenirken Avrupa’nın birçok ülkesinde binlerce kişi hayat pahalılığına ve liberal politikalara karşı yürüdü. “Öfkeliler” hareketine adını veren Stephane Hessel adlı yazarın ülkesi olan Fransa’da ise Paris’te toplanan 500 kişinin dışında herhangi bir hareketlilik yoktu. Bu durum 11 Ekim’de yüz binlerce emekçinin katıldığı genel grev ve eylemlerle karşıt bir durum teşkil etti. Cumhurbaşkanı seçimlerine yaklaşırken sosyal demokratlar ve sağcı hükümet arasındaki fikir ayrılıkları belirginleşirken “öfkeliler” hareketine destek veren yalnızca Komünist Gençlik Birliği oldu. Fransa’da oldukça güçlü olan sendikal hareketin 15 Ekim eylemine destek vermemiş olmasının sonucu olarak “öfkeliler” hareketi toplumsallaşmadı. Ancak krizin sorumlusunun kapitalizm olduğunun bilincinde olan halk Fransa’da özellikle apolitik olmasıyla ünlenen “öfkeliler” hareketine destek vermedi. 11 Ekim’deki genel grev çağrısına 270.000 emekçi katılmış ve 200 farklı şehirde eylemler düzenlenmişti. LIlle Fikriye Yılmaz
Fransa
Roma’da Kapitalizm’e tepki Toplumsal hareketler ve dünyadaki eylemciler tarafından 15 Ekim “öfkelilerin enternasyonal günü” ilan edildi: Onlarca ülkede, yüzlerce şehirde… İtalya da bunlardan biriydi: yarım milyon insan bankaların ve finansın yani kapitalizmin yönettiği dünyaya karşı öfkelerini ifade etmek için Roma’ya akın etti. İtalya’daki miting Avrupa’daki en büyük mitinglerden biriydi. En “heyecanlı “ olanıydı, aynı zamanda polis eylemcilerle saatlerce köşe kapmaca oynadı. 15 Ekim günü, 400-500 bin kadar insan sokakları doldurdu. Pankartlarda “Avrupa halkı, ayaklan!”, “Dünya çapında değişim için öğrenciler birleşin”, “Bırakın bankalar kendi krizlerini ödesin”, sloganları yazılıydı. Birçok insan “öfkeliler” hareketinin apolitikliğine odaklanmış olsa da biz de oradaydık: Öğrenciler, emekçiler, sendikalar yanyana yürüyerek krizi yaratan sisteme karşı olan öfkelerini dile getirdiler. Ancak kendilerine “Siyah Blok” diyen küçük bir grup da bankalara saldırıp, polise taş attarak kızgınlıklarını gösterdiler. Bu durum Roma’nın en önemli meydanlarından birinin savaş alanına dönmesine neden oldu. Marksistler ve devrimciler olarak, şiddetin kendisini suçlayamayız. Devrim, tanımı gereği, şiddeti gerektirir. Ancak Roma sokaklarında şahit olduğumuz olaylar sınıfsal içerikten yoksundu ve kesinlikle emekçilere güçlerini arttırmaları için yardımcı olmadı, politik içerikten yoksun bir şiddet gösterisiydi. Bu olayların kime faydası dokundu? Tabi ki hareketi izole etmek fırsatını eline geçirmiş olan kapitalistlere. Bugün karşımızdaki soru şiddet ya da barış yanlısı mı olunmalı sorusu değil: kim şiddeti, kime karşı, nasıl kullanıyor sorusu. Bu nedenle de baştan beri emekçilerin örgütleri bu türden bir sekter şiddet gösterisine karşı çıktılar. Bununla birlikte bu durum devrimcilerin hareketteki rolüyle bağlantılıdır. Marksistler hareketin hangi yolda ilerlemesi gerektiği konusunda halka yardımcı olmalıdır: çok az “öfkeli” net fikirlere sahip. İnsanlar, bu sistemin bir gün sokaklarda dans ettik ve tek bir polis arabası yaktık diye yıkılmayacağını anlamalılar. Bu sistem o kadar kolay teslim olmayacak; bize karşı direnecek. Kapitalizme karşı sınıf bilinciyle kuşanmış öğrenciler, işsizler ve emekçiler birlikte mücadele etmelidir. Fabrikaları, üniversiteleri, meydanları ele geçirmeliyiz. Roma 16 Ekim 2011
almanya
güney kore
filipinler
japonya
Francesco Ceccarelli, öğrenci
Yarın’dan Wall Street’e selam
Küresel mali krizden, mali kurumları ve özel şirketleri sorumlu tutan Wall Street’i İşgal Hareketi, eylemlerinde bir ayı geride bıraktı. Bundan bir ay önce, Dünya Ticaret Merkezi binaları çevresinde birkaç çadır ile başlayan eylemler giderek büyüdü; geçen hafta sonu dünyanın büyük metropollerinde yüz binlerce kişinin
katıldığı eylemlere önayak oldu. Hafta sonu İspanya, Almanya, İsviçre, İngiltere, Avusturya, İtalya ve Fransa 04951EKiM başta olmak üzere 80 ülkede, kentte2011 destekYARIN eylemleri yapıldı. Biz de Yarın gazetesi olarak tüm dünyayı sarsan işgal eylemlerinin öncüsü olan Wall Street İşgal Hareketi’ne selamlarımızı yolluyoruz. yarın new york
12. Bienal manzarasından parçalar 1987’den beri düzenlenen Uluslararası İstanbul Bienal’i, bu sene de on ikincisiyle sanatseverlerin karşısına çıkıyor. “Bienal” kelimesi, en basit manasıyla ‘yılaşırı’ demek. Her bienale belli bir tema yön veriyor ve bu tema altında kategorilere ayrılarak sanatçıların eserleri sergileniyor. Aslında kulağa çok yabancı gelen bienal kelimesi, en basit manasıyla ‘yılaşırı’ demek. Yani iki senede bir düzenlenen kültürel ve sanatsal faaliyetlere deniyor. Her bienale belli bir tema yön veriyor ve bu tema altında kategorilere ayrılarak sanatçıların eserleri sergileniyor.
18SORU SİBEL YILMAZ
Bu anket K. Marks’ın kızları Jenny ve Laura ile oynadığı bir oyundan alınmıştır.
Emekli - İSTANBUL
1. En sevdiğiniz erdem? Adalet 2. Başlıca özelliğiniz? Mücadeleci 3. Mutluluk nedir? Çocuklarımla olmak 4. Mutsuzluk nedir? Monotonluk 5. En kolay hoşgördüğünüz kötü huy? Cahillik 6. En nefret ettiğiniz kötü huy? Ön yargı 7. En sevmediğiniz şey? Onursuzluk 8. En sevmediğiniz kişiler? Baskıcı 9. En sevdiğiniz iş? Sosyal olmak 10. En sevdiğiniz şair? Edip Cansever 11. En sevdiğiniz yazar? Aziz Nesin 12. Kahramanınız? Ernesto Che Guavera 13. Kadın kahramanınız? Halide Edip Adıvar 14. En sevdiğiniz çiçek? Kır çiçeği 15. En sevdiğiniz renk? Beyaz 16. En sevdiğiniz yemek? Balık 17. En sevdiğiniz düstur? Her asırda birkaç kişi düşünür; gerisi düşünülenleri düşünür. 18. En sevdiğiniz söz? Ölüm hayatta büyük kayıp değildir. Asıl büyük kayıp, yaşarken içimizde ölenlerdir.
İSTANBUL ONUR TOPER
2007 Bienali’ni 91.000, 2009 Bienali’ni 100.000, muhtemelen 2011 Bienali’ni de 100.000 üzerinde insan izlemiş olacak. Bu demek oluyor ki 100.000 kişinin bir şekilde temas etmiş olduğu bir meseleye merceğimizi uzatmamız gerekiyor. İki sene önce “İnsan Neyle Yaşar” başlığı ile yapılan Bienal bu sene “İsimsiz” başlığı ile yapılıyor. İsminden bir şey alamadığımız sergi bizi nereye götürecek göreceğiz. “İnsan Neyle Yaşar?” Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” oyunundaki ünlü şarkısı. Gerçek bir kapitalizm eleştirisi olan oyun ile 11. İstanbul Bienali’nin karşılaştırmak imkânsız. Bir kere Koç gibi kapitalistlere gerçek bir eleştiri ortaya koymadan böyle bir söylem yerini bulmuştur diyemeyiz. Fakat 11. Bienal’e alternatif bir sergi yapan Yaratıcı Direniş Atölyesi eserlerinde ve eyleminde gerçek bir kapitalizm eleştirisini bulabilmiştik. Eserlerinde tüm Bienal izleyenlerine, katılımcılarına şunu hatırlatmıştı: “Tersane patronları kârını artırmak için 88 TL maliyeti olan bareti almıyor. Tuzla Tersanaleri’nde emekçiler ölmeye devam ediyor. Koç’da bu tersanelerden en büyüğü olan RMK Marine’nin sahibi. Bu sistem öldürüyor-
sa devrimciler vardır. Umut vardır demişlerdi. “İnsan Neyle Ölür?” diyerek dikkati devrimci bir anlamla iş cinayetlerinde ölen emekçilere çekmişti. Aklımızda kalan eser bu olmuştu. Peki bu sene Bienal’den haberler nedir? Bienal bu sene Felix Gonzalez Torres’i esin kaynağı olarak merkeze alıyor. Onun kişiselle siyasi olanı buluşturduğu eserlerini örnek alarak bienalin
toplam yapısını oluşturmaya çalışıyor. Günlük yaşamda karşılaşılan olayları, minimal bir anlatımla dev eleştirilere çevirmeye odaklanıyor. Tema başlığının “İsimsiz” olması da Gonzalez Torres’in eserlerine isim vermek istememesi ama-
cından kaynaklanıyor. Genel toplamda anlamlı bir bütünlük yakalamakta zorlanıyorsunuz. Fakat çok önemli detayları yakalamak da mümkün. Bienal’den içeri girip bölümlerini arşınladığınızda Koç gibi kapitalistlerin düzenini reddeden devrimcileri, tarihteki örgütlü mücadeleleri, kapitalistlerin çıkardıkları savaşları, son dönemin Ortadoğu ve Avrupa direnişlerine nüfus eden birçok eser ve sanatçıyı keşfedebiliyorsunuz. İşte Bienal gibi olan sergilerin, etkinliklerin, festivallerin en büyük handikapı bu: kapitalistlerin sponsoru olduğu sergiler, konusunu, temasını, anlatısını toplumsal olandan almak zorunda kalıyor. Bu Bienal’de de izleyiciyi gerçekten yakalayabilen eserler hayata, topluma, direnişe, barışa, Sosyalizm’e, Marx’a, emekçilere, mültecilere, eşcinsellere yer vermemezlik edememiş. Bienal’in etkileyici eserlerinden olan Martha Rosler’in “Güzelim Ev” en başarılı çalışması. Çok lüks ve ‘huzur’ dolu insansız odaların belli kısımlarına, keskin geçişlerden çok uzakta savaş manzaralarını, savaş zulmü altındaki insanları yerleştirmiş. Bu kadar zıt iki resmin bu denli uyum içerisinde birleştirilmesi izleyenleri rahatsız etmeyi çok iyi başarıyor. Yine benzeri bir şekilde Filistin’deki saldırılar sonucundaki bina yıkımlarından arta kalan eşyaların, oyuncakların,
uçurtmaların, sergilendiği “Evcilik Oyunu” o yıkımların ardındaki renkli, canlı hayatları seyredenlerin yüzüne çarpmayı çok iyi başarmış. Yine Bienal’in temasına en uygun bölümlerden bir tanesi de Letizia Battaglia’nın 1970’lerde (Gladio) tarafından öldürülen insanların olay yerindeki fotoğrafları. Bazısı garajdan arabasını almaya giderken öldürülmüş birinin, Bazısı ise ölmüş oğlunu gören bir annenin resmedildiği fotoğraflar. O dönemde mafyanın bu cinayetlerine devlet de katılarak İtalya’ya tıpkı Türkiye’de olduğu gibi büyük bir utancı bahşetmişti. Faili meçhul cinayetlerin, kayıpların faillerinin hesap vermediği bu günlerde, o zamanları tekrar göz önüne serdiği için çok önemli bir eser. Yine devletin içerisinde yer aldığı katliamlar konusunda Rosângela Rennó’nun eseri çok önemli, 1950 yılında Brezilya’nın inşası sırasında ihmalsizlik yüzünden ölen ve unutturulmak istenen yüzlerce işçinin portrelerini hafızalarımıza kazıyor. Portrelerin yanında Rio De Janeiro’daki Milli Kütüphane’den çalınan tarihi fotoğrafların arka yüzünü de sergileyerek, tarihte ki manzaraları değil, hasıraltı edilmeye çalışılmış yaşamları anlatması çok etkileyici. Sergideki bu önemli eserler bize, büyük insanlığı anlama çabasının ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Gözümüzden Kaçmayanlar
Altın Portakal “Güzel Günler Göreceğiz”e Nahr El-Bared mülteci kampı sakinleri barındıkları bir yeri terk ederlerken, otomobilin tanık oldukları çatışmalar sırasında kırılan camı bir ferahlık veriyor anlaşılan.
48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sürpriz bir ödül listesiyle kapanış yaptı. İlk filmini çeken Hasan Tolga Pulat’ın ‘Güzel Günler Göreceğiz’ adlı yapımı, festivalin en iyi filmi seçildi. Senaryo ödülünü de alan film, geceden dört ödülle ayrıldı. En iyi ilk film seçilen ‘Zenne’ ise beş ödülle gecenin sahneye en çok çıkan ekibi oldu. ‘İlk filmcilerden’ Çiğdem Vitrinel, ‘Geriye Kalan’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünün sahibi oldu. Erdal Beşikçioğlu ‘Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm’ ile en iyi erkek oyuncu olurken; kadın oyuncuda ise ‘Geriye Kalan’ filminden Devin Özgün Çınar ilk portakalını aldı. Ötekileşme, sansür ve darbe karşıtlığının konuşulduğu törende, atanamayan öğretmenlerin durumuna da dikkat çekildi. yarın kültür - sanat