Karsi011211

Page 1

9 ARALIK 2011 CUMA


2

9 ARALIK 2011 CUMA

Özelleştirme Samet Hakkı Olmaz ya hani oldu diyelim. Gerçi bizim hükümetimiz öyle bir şey yapmaz, olacak iş değil ama hadi oldu diyelim. Akıl karı değil ama hadi oldu diyelim. Şey yani deek istediği hani olmaz ya oldu da KıbTek’in özelleştirilmesi gündeme geldi. Sendikalar her zamanki gibi sokağa çıkacak, eylemler yapılacak, halkın son kalelerinden birisinin elden gitmemesi için yaygaralar koparılacak, El-Sen başkanı televizyon kanallarına, radyolara çıkacak ve bu satışın neden yapılmaması gerektiğini bıkmadan usanmadan anlatacak, Sert eylemler olacak, halk ile polis karşı karşıya getirilecek, Gözaltılar olacak, tutuklanmalar olacak, polis terörü olacak, Televizyonlarda basın açıklamaları,eylemlerden kamera görüntüleri olacak (tabii ki kesilmiş), Sosyal medyada yer yerinden oynayacak, kesintisiz kamera görüntüleri paylaşılacak, Bakanlardan açıklamalar yapılacak, “Zarar eden KİT’lerin satılması blablablablabla” tarzı şeyler söylenecek, Liberal ekonomi uzmanları televizyonlara çıkarak bu satışın ne kadar mantıklı bir satış olduğunu ve devlete ne kadar kar sağlayacağını konuşacaklar, Bazı gazeteler “biz dediydik” tarzında manşetler atacaklar, Bazı muhalif parti gazeteleri kendi zamanlarında yapılan düzenlemeleri görmezden gelip iktidar partisine yüklenecek, Bazı odaklar hükümet yapıyorsa bildiği bir şey vardır moduna geçecekler her zamanki gibi (bkz: Vizontele Tuuba, “iyi bir şey olsa devlet getirirdi”). Bazı çevreler bunları umursamayıp Fatmagül’ün dava sonucunun ne olduğunu merak edecekler. Konu günlerce gazetelerin manşetlerinde kalacak. Bu çalkantılı zaman fırsat bilinip benzine, elektiriğe(!), telefona, ekmeğe, ıvıra zıvıra hafif fiyat artığı yönünde “düzenlemeler” yapılacak, Belki bu çalkantılı dönemden dolayı halkın yeni gelişmeleri pek fazla takip edememesi fırsat bilinip yeni vatandaşlıklar verilebilir, liselere ilahiyat bölümleri açılabilir, emeklilik yaşı düzenlenebilir ya da bir şekilde ucu vatandaşa dokunan icraatlar yapılabilir, Son gelişmelerden dolayı Kbrıs meselesi bir süre gözlerden uzak kalacak, Kıb-Tek çalışanları, KTHY ve DAÜ örneklerini referans alıp kara kara düşünmeye başlayacaklar… Amma ve lakin emir büyük yerden geldiği için (yok canım hiç olur mu) Kıb-Tek özelleştirilecek. Özelleştirildikten sonra ne olacak peki? Sendikalar sokağa çıkacak, eylemler yapacak, Sert eylemler olacak, polis ve halk karşı karşıya getirilecek, Gözaltılar olacak, tutuklamalar olacak, polis terörü olacak, Televizyonlarda basın açıklamaları, eylemlerden kamera görüntüleri

olacak (tabii ki kesilmiş), Sosyal medyada yer yerinden oynayacak, kesintisiz kamera görüntüleri olacak, Bakanlar açıklamalar yaparak devletin elde ettiği kazancı, Kıb-Tek’in devletin sırtında nasıl bir kambur olduğunu anlatacaklar, Liberal ekonomi uzmanları televizyonlara çıkacak bu satışın ne kadar karlı olduğunu ve devlete ne kadar yarar sağlayacağını konuşacaklar, Bazı gazeteler Biz dediydik” tarzında manşetler atacaklar, Bazı muhalif parti gazeteleri, kendi zamanlarındaki düzenlemeleri görmezden gelip iktidar partisine yüklenecek, Bazı odaklar, hükümet yapıyorsa bir bildiği vardır moduna geçerek durumu kabul edecekler. Bazı çevreler bus atışı umursamayıp “Aman bana ne Kıb-Tek’ten, Fatmagül ile X evleniyor” diyecekler, Konu günlerce gazete manşetlerinde kalacak. Kıb-Tek çalışanlarından hükümete yakın olmayanlar sokağa atılacaklar, Çalışanların kaderi patronun iki dudağının arasında olacak. Artık özel bir şirket olduğundan dolayı ucuz iş gücü ve kaçak işçiler için yeni bir alan olacak, Devletin, elektrik borcunu ödeyememe gibi bir lüksü olmayacak. İşte “ Biz ne yapdık “:S” “ faslı da burada başlayacak. Son olarak geçenlerde Maliye Bakanlığı’nın yüzlerce milyon TL’lik (eski hesaba göre yüzlerce trilyon) borcundan dolayı elektriğinin kesilmesi gündeme gelişti. Bu sadece Maliye bakanlığının, bunun ekonomi bakanlığı var, orman dairesi var, sivil savunması var, Ayşe’si var, okulları var var da var var… bütün bunların elektriği de “beleş”, devlet bütün bunların elektriğini de ödemekle yükümlü, bütün bunların da birikmiş borçları var. Kıb-Tek, aşırı derecede borçlanılmış bir KİT olma özelliğine sahip. Kim borçlanış? Devlet borçlanmış. Başka bir borçlanış? Büyük oteller borçlanmış. Başka ki borçlanmış? Büyük balıklar borçlanmış. Basından takip ettiğimiz kadarıyla bu borçların bir kısmı “affa” uğramış. PekiKıb-Tek’in yaptığı harcamalar da affa uğradı mı? Hiç sanmıyorum. Peki diyelim ki Kıb-Tek peşkeş çekildi, pardon özelleştirildi. Sizce alan şirket bu borçları “affa” uğratacak mı? Yeni borçları kim ödeyecek? Yüzlerce okulun, onlarca dairenin, bakanlıkların, dağdaki bayrağın, kışlaların elektriklerini borçlarını ki ödeyecek ? Devlet, bu borçları ödeyebilmek için daha hangi KİT’leri satacak? Neleri özelleştirecek? Şüphesiz ki Kıb-Tek’in özelleştirilmesi, memleketi sonu gelmez bir ekonomik tükenişin içine sokacak. Özelleştirmek yerine Kıb-Tek’e olan borçların ödenmesine yönelik önlemler alınmalıdır. Affedilen ya da görmezden gelinen bakanlık borçlarıyla, otel borçlarıyla, askeri zamazingo borçlarıyla sadece KıbTek’in kalkınmasını bırakın ekonomi artıya bile geçer. Not: Bu yazı, peşkeş çekme sırasının yavaş yavaş Kıb-Tek’e geldiği düşünüldüğü için yazılmıştır.

Toplumsal Cinsiyet ve Mekan

Zerrin Kabaoğlu Yaklaşık bir ay önce, mimarlık yüksek lisansı yaptığım üniversite’den bir grup ile yeni projemizin alanını incelemek için Berlin’e gittik. Berlin’de geçirdiğimiz bir hafta boyunca kaldığımız pansiyona gitmek için Berlin u-bahn hızlı transit demiryolunun bir durağını kullandık: İstasyonun adı Rosa Luxemburg Platz’dı. Berlin ziyaretimizin daha ilk gününde ellerimizde bavullar istasyona vardığımızda karşılaştığım bu isim bana yaklaşık 10 ay önce Amed/Diyarbakır’da katıldığım 3. Uluslararası Kadın Konferansı’nda bir kadın aktivistsin yapmış olduğu konuşmayı hatırlattı. Bu aktivist, konuşması sırasında Türkiye’de parkların, sokakların ve caddelerin bir zamanlar ülkeleri için savaşmış, devlete ve orduya hizmet etmiş veya bilim ve sanat dünyasına katkıda bulunmuş erkeklerin isimleriyle adlandırıldığından bahsetmişti. Ataerkil düzende yaşayan ve kahramanlığın erkeklik ile bütünleştirildiği toplumlarda, kamusal alanların ve mekanların isimlerini bile erkeklerden alması, erkeğin kamusal alanlardaki egemenliğinin içimize işlemesine sebep olmaktadır. Üstüne üstlük bu durumu ‘dengelemek’ adı altında bazı kamusal alanların da - ayrıca kadınlara verilen - çiçek isimlerinden esinlenerek adlandırılması ise toplumda kadının ve kadınlığın erkeğin/ataerkil toplum yapısının bakış açısı ile tanımlandığını yeniden ispatlamaktadır. 2011 yılının Şubat ayında gerçekleşen Bağlar Belediyesi Uluslararası Kadın Konferansı’nın en çok konuşulan konularından biri de erkeklerin kurduğu kentlerde kadının yaşam alanının daralması üzerineydi. Kent yönetiminin, sosyal alanlar ve aktivitelerin erkeklerin elinde veya yönetiminde olması, köyden kente zorunlu veya zorunsuz göç eden kadınlar başta olmak üzere, tüm kadın ve diğer marjinalleştirilmiş grupları eve hapsetmeye iter. Zamanla tüm gailesi ev işleri olan kadın zaten yabancı hissettiği kamusal alanlardan ve ikincil ilişkilerden daha da uzaklaşır ve böylece yönetimi elinde tutan ataerkil zihniyetin baskısı kent planlamasına ve ev mimarisine daha da çok yansır. Toplumsal Cinsiyet, Kentleşme ve Mimarlık üzerine yazılmış yazılar/tartışmalar var olsa da toplumun bu konuda pek fazla farkındalığının gelişmediğini, bu yüzden de şehir planlamacılar ve mimarlara yeteri kadar baskının yaratılmadığını bir mimarlık öğrencisi olarak sosyal çevreme mekan ve toplumsal cinsiyet olan ilgi alanımdan bahsettiğimde, ‘ne alakası var’ şeklinde yorumlar almamdan fark etmiştim. Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği ve mimarlık dalları arasındaki ilişki o kadar güçlüdür ki, şehir planlamadan mimari yapılanmalara kadar, toplumsal cinsiyet eşitliği göz ardı edilmemesi gereken bir konu olmalıdır. Mimarlar tarafından tasarlanan bu mekanlar toplumun maddi ve manevi yönleri baz alınarak yaratıldığı için, ataerkil toplumlarda mutlaka bir cinsiyete karşı önyargı sergilerler. O bölgede yaşayan herkesin kullandığı sokaklar, caddeler, parklar, umumi tuvaletler, toplu taşımacılık ve ben-

zeri kamusal alanlar tasarlanırken heteroseksüel erkekler baz alınır. Bu tür alanlar içinde kadınların da olduğu engelli birçok bireye hitap etmediği için, birçok birey kendisini bu mekanlarda rahat hissedemez ve kendisini mekana ait hissedemez. Bu da mekandan 100% yararlanamamasına sebep olur. Rosa Luxemburg Platz’ın ise ismini Marksist teorisyen, filozof, ekonomist ve aktivist, başka bir değişle zamanın düzeniyle derdi bol olmuş devrimci kadın Rosa Luxemburg'dan almış olması hazırlıksız yakalandığım bir anda beni önce bir kaç saniyeliğine şaşırtmış, sonra sevindirmiş ve hemen ardından da kamusal alanları tecrübe ediliş şekli üzerine bu yazıyı yazmaya itmiştir.

beden bedendir: ‘beden’ deyince ne gelir akla? kendi bedenin mi? komşu teyzenin ki mi? eller kollar bacaklar mı, ‘herkesin’ sahip olduğu? şehri kuranların aklında kimin bedeni vardı sahi? televizyonların, dergilerin sana vermek istediği mesajlarda ne saklıydı? cinsiyetlendirilmiş bedenin nasıl yürümesi, görünmesi gerektiğini dinlemekten usanmadı mı? ayrımcılık ayrımcılıktır. Ayrımcılık şiddettir. Şiddet şiddettir.


3

9 ARALIK 2011 CUMA

Vicdanlarının Sesini Dinlediler Haluk Selam Tufanlı Ben Haluk Selam Tufanlı, Yıllardır, üç tarafı dikenli tellerle çevrili evimin kapısının önüne çıktığımda eli silahlı bir asker ‘koruyor’ çocukken oynadığım tarlaları. Koruduğu iddia edilen ordu biliyorum ki o tarlalarda yeniden yürümek istesem beni korumak adına bana şarjör dolduracak. Sadece evimin önü değil yaşadığım coğrafya militarizmin işgali altında. Bir çakıl taşı bile vermeyeceğini söyleyenler ülkenin büyük kısmına tel örgülerden dolayı giremiyorlar. Militarizm bana ancak askere gidersem, ‘düşman’ diye tanımladıkları insanları öldürmeye hazırlanırsam çok yücelttikleri o ‘adam’ olabileceğimi söylüyor ve bunu kadınları aşağılayarak, ve aşağılamayı öğreterek yapıyor. Bana ömrümün büyük bir kısmında asker olmak dayatılıyor. Coğrafyamın güneyinde yaşayan insanlara karşı düşmanlık duyguları beslemezsem vatan haini ilan ediliyorum. 2009-2010 yılları arasında zorla askerlik yaptırıldım. 15 ay boyunca hayatıma, benden sözünün daha geçerli olduğu iddia edilen kişiler hükmetti. 27 yaşımda başladığım zorunlu askerlik boyunca o günden önce birlikte yeyip, içtiğim dostlarımın düşman olduğu beynime kazınmaya çalışıldı. Bunun da üzerine, terhis belgemi aldıktan bir yıl sonra 2 Kasım 2011 tarihinde seferberlik adı altında savaş hazırlıklarına katılmam emredildi. Onlar aksini belirtene dek, asker olduğum söylendi. Anti-militarist, savaş karşıtı bir birey olarak, vicdanım seferberliğe katılmayı, savaş için hazırlanmayı reddediyor. Bir canlıyı öldürmenin, yani katilliğin meşrulaştırıldığı herhangi bir askerlik kurumu içinde yer almayacağım. Savaş oyunlarına, birilerinin ceplerini doldurmaya alet olmayacağımı, elime silah alıp bana düşman olduğu söylenen insanları öldürme hazırlıkları yapmayacağımı, ne ordularının, ne savaş hazırlıklarının parçası ne de emir kulları olmayacağımı beyan ederim. Buna ek olarak, militarizmin öğretilerini uygulamayı, şiddeti normalmiş gibi günlük hayatımda kullanmayı ve dayattığı adamlık tanımlarına uymayı da reddederim. Vicdanımı dinliyorum ve reddediyorum!

Faika Deniz Paşa Vicdani reddimdir: Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan bir kadın olarak militarizmin hayatı nasıl şekillendirdiğini görüyorum. Altı farklı ordunun bulunduğu, her yanı askeri kamplar, bayraklar ve kahraman erkek heykelleriyle dolu bölünmüş bir adaya doğdum. Öncelikle aile içerisindeki cinsiyet ve yaş hiyerarşileri aracılığı ile tanıştığım militarizm, 7 yaşımda iken sıralara dizdi beni; ne mutlu türküm diye ant içtirtti, varlığımı Türk varlığına armağan ettirdi. Lisede milli güvenlik dersleri adı altında askerlerini sınıflarıma soktu. Erkeklerin ve erkekliğin örgütlendiği sistem olan militarizmin ayrımcılıkçı doğasına ve maskülen olan ve feminen olmayan her şeyi kayırarak hayatı şekillendirmesine şahit oldum. Etrafımdaki erkeklere benim gibi, yani ‘karı’ gibi, olmamaları öğütlendi aksi takdirde hakarete

uğradılar. Kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri içinde benden kırılgan, pasif, korunmaya muhtaç olmam beklendi ki, ‘koruyabilsinler’. Bedenimin bana ait olmadığı öğretildi; ya babanındı ya seven erkeğin ki vatan gibi korusunlar, korurken şiddet uygulasınlar, ya da devletin ki ona çıkarları için ölecek evlatlar temin edeyim. Zorunlu askerliğin ise militarizmin baskıcı doğasının örneklerinden biri olduğunu görüyorum. Bir erkekliğe geçiş ritüeli olarak sunulan zorunlu askerliğe şu an çağırılmadım, biliyorum. Bu kurumlar beni zaten vatandaş olarak bile saymıyor, bunu da biliyorum. ‘Vatandaşlık görevi’ olarak sunulan askerliği yapmam bir kadın olarak benden yalnızca olağan üstü hallerde meclis onayı ile bekleniyor. Sistem benden potansiyel asker ihtiyacını sağlayacak fedakâr anne, kocasını askere uğurlayacak karı, korunmaya muhtaç kız, savaşların cephe gerisi gücü, hemşiresi, fahişesi olmamı bekliyor. Barışta ya da seferde, herhangi bir otoritenin kararı ile ya da olmaksızın, askere gitmeyi, egemenlerin düşman olarak dayattığı herhangi bir canlıyı öldürmeyi, ya da sevdiklerimi göndermeyi, arkada gözü yaşlı ana, kız kardeş, eş olmayı, militarizme bedenimi alet etmeyi, vatan sağ olsun demeyi reddediyorum! İnsanım-Kadınım-Feministim ve Antimilitaristim. Hazır değilim, olmayacağım, ettirmeyeceğim.

Cemre İpçiler Vicdani reddimdir: Ben Cemre İpçiler. Yasal bir zorlamayla karşılaşmamış da olsam, askere kelepçelerle götürülmesem de, feminist ve anti-militarist bir kadın olarak, zorla bana sunulan, bütün hayatımı içinde geçirdiğim bu militarist sistemi ve ürettiği bütün değerleri reddediyorum. “Kadınlara zorunlu askerlik yok, neyi reddediyorsun?” deyenler olacaktır. Bugün zorunlu askerliğe tabi olmasam da, kadınları askere çağıracak seferberlik hiçbir zaman ilan edilmeyecek dahi olsa, benim reddettiğim hergün zorla önüme konulan, ve yaşa-

mımın her alanında doğrudan etkisini gösteren militarizmdir. Aslında resmi olarak askerde olmama gerek yok, çünkü ordulaşmış bir toplumun içerisinde 21 yıldır yaşıyorum ben. Vicdani ret, dar bir bakış açısıyla sadece zorunlu askerliği reddetmek olarak algılanabilse de, esasen militarizme karşı duruştur. Zorunlu askerlik, militarizmin somut olarak pratiğidir. Ancak militer yapı sadece askerlikle sınırlı kalmaz, kendini ailede, eğitimde, iş yerinde, yasalarda ve sosyal ilişkilerde de gösterir. Vicdani reddini açıklayan bir kadın olarak sadece vicdani retçi erkeklerin bir destekçisi değilim. Kadınlar, ataerkinin buyurduğu gibi korunması gereken pasif bir nesne, veya benzer şekilde, vicdani ret hareketindeki erkeklerin dıştan destekçisi değildir. Bir kadın olarak ben, bu mekanizmanın ürettiği cinsiyetçilik, yaş hiyerarşisi, milliyetçilik, şiddet ve agresiflikten etkilenmekteyim. Bedensel yetenek ve sağlık durumuna göre insanlara değer biçen, erkekliğe atfedilen değerleri üstünleştiren, şiddeti, öfkeyi, hiyerarşi kurmayı ‘erkeklik’ olarak öğreten bir ideoloji, hiç kuşkusuz bu kalıbın dışında kalanları aşağılar, toplumda ikincil statüye iter. Dolayısıyla, bu sisteme karşı yapılacak eleştirinin ve mücadelenin birebir öznesiyim. Kadın olmama rağmen değil kadın olduğum için vicdani reddimi açıklıyorum. Ne savaşta ne barışta bu sistemle işbirliği yapmayacağımı, başkalarının da militarist sistemi ve zorunlu askerliği reddetmesi için mücadele edeceğimi duyururum.

Nevzat Hami Çürük Değil! Vicdani RET Ben Nevzat Hami, Eşitliğe ve sosyalizme inanan, barış yanlısı, şiddet karşıtı, anti-militarist ve savaş karşıtı bir birey olarak yıllardır içinde bulunduğum çeşitli örgütlerde verdiğim mücadeleye bugün bir yenisi ekleniyor. Bugün burada Vicdani Reddimi açıklıyorum. Barışta ve Seferde hiçbir koşul altında herhangi bir orduya hizmet etmeyeceğim. Yaşayıp büyüdüğüm bu coğrafyada bugüne kadar çeşitli ordular tarafından binlerce asker ve sivil katledildi. Egemenlerin, çizdikleri sınırlar, gerek beyinlerin içine örülen duvar, gerekse de karşımıza çıkan dikenli teller olarak, barış için insanlığın önündeki en büyük engel, orduları ise devletin ve sermayenin çıkarlarını zor yoluyla korumak için oluşturdukları şiddet kurumlarıdır. Askere gitmeme nedenim, bu kurumların beni askerliğe elverişli bulmadıkları ve verdikleri “çürük” raporu dolayısıyla değil, vic-

danımın bir cinayet örgütüne girmeyi elvermeyeceği için, hiyerarşinin, emir komuta zincirinin yer aldığı bir yerde yer alamayacağım içindir. Ve biliyorum ki bu “çürük” raporunun veriliş sebebi, benim sağlığımı düşünmelerinden dolayı değil, benim, onların istediği gibi bir vahşi ölüm makinesi olamayacağımdan dolayıdır. Bu yüzden bu “hak” ve düzenlemeyi kabul etmiyorum. Eğer askere gidildiğinde erkek olunuyorsa ben erkek olmadım ve olmayacağım Bir anti-militarist ve vicdani retçi olarak askerlikten soğutma çalışmalarıma devam edeceğimi beyan eder, buradan herkesi vicdanlarını dinlemeye, savaşa ve militarizme karşı örgütlenmeye çağırırım. Elime silah almayı, öldürmeyi öğrenmeyi, öldürmeye teşebbüs etmeyi ve militarist yapıyı reddediyorum.

Ceren Goynuklu Vicdani ret temel bir insan hakkıdır. Vicdani ret, savaşın insan kaynağını ortadan kaldırmayı hedefler ve bu anlamda barış için de somut bir seçenektir. Vicdani ret bir sivil itaatsizlik eylemidir. Her ne kadar erkek bireylerin askerlik yükümlülüğü olduğu genel kural ise de Askerlik Yasası gereğince olağanüstü durumlarda kadınlar da askerliğe alınabilirler. Militarist yapının ve bu yapının bir yansıması olan yasaların bana zorunlu kıldığı bu yükümlülüğü reddediyorum. Bununla birlikte, militarizm salt askerlik yükümlülüğü ile sınırlı olmayıp, militarist baskı araçları gündelik hayatlarımızda farklı şekillerde cinsiyet fark etmeksizin tüm bireyleri etkilemektedir. Militarizm toplumsal yaşamın hemen her noktasında çıkmaktadır; okulda, ailede, işyerinde politik alanda militarist kültür ve anlayış yerleşmiştir ve sürmektedir. Tüm bu militarist anlayış ve uygulamalar tüm kanallarla bize küçük yaşlardan itibaren dayatılmaktadır. Militarist yapının beni yükümlü kıldığı/kılacağı “potansiyel” askerlik görevini olası bir durumda yerine getirmeyeceğimi, yasaların ve toplumun militarist yapı içerisinde bana dayattığı tüm rolleri kabul etmediğimi beyan eder; savaşı, şiddetin her türlü biçimini, tek tipleştirilmeyi, militarizmi ve bütün yapılanmalarını ve bunun yol açtığı sömürüyü, cinsiyet ayrımcılığını, ölmeyi, öldürmeyi tüm vicdanımla reddediyorum.


4

9 ARALIK 2011 CUMA

YKPfem: “köleliğin ülkemizde normalleştirilerek devam ettirilmesine sessiz kalma” Köleliğin yüzyıllar önce kınanmasına ve on yıllardır birçok insan hakları belgeleri tarafından yasaklanmasına rağmen, bu gün hala kölelik ve kölelik benzeri uygulamaların var olduğu bir dünyada ve coğrafyada yaşıyoruz. Günümüzde milyonlarca kadın, erkek ve çocuk köle gibi yaşamaya ve çalışmaya zorlanmakta. Modern kölelik olarak adlandırılan bu sömürünün şartları kölelik ile aynı: insanlar mal gibi satılmakta, çok az bir kazanca ya da ücretsiz olarak çalışmaya zorlanmakta ve ‘işverenlerinin’ insafına bırakılmaktalar. Modern köleliğin bir yüzü ise insan ticaretidir. İnsan ticareti, kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması,

devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması anlamına gelir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’ya göre, dünya çapında, yaklaşık 12.3 milyon insan çalışmaya zorlanmaktadır. Bu sayının yaklaşık 2.4 milyonu ise insan ticareti mağdurudur. Kadınlar ve kız çocukları ise hem cinsel sömürü hem de emek sömürüsü nedeni ile insan ticareti mağdurlarının çoğunluğunu oluşturmaktadırlar ki bu oran yaklaşık yüzde 80’ine tekabül etmektedir. Kıbrıs’ın kuzeyinde ise insan ticaretinin yasaklanmasına ilişkin yasal bir mevzuat bulunmamaktadır. Üstelik insan ticareti seks işçiliği ve ev/inşaat işçiliği gibi ucuz iş gücü sahaları üzerinden devlet tarafından çeşitli politikalarla cesaretlendirilmektedir. Kıbrıs’ın kuzeyindeki yüzlerce kadın seks işçiliği alanında gece kulüplerinde kölelik şartlarında çalışmaya ve yaşamaya zorlanmaktadırlar. Gece kulübü patronları tarafından borca bağlanan ve kendilerini cinsel has-

talıklara karşı koruyamadan zorla çalıştırılan kadınların pasaportları devlet tarafından alınmakta ve devlet hastanesinde dahi kilit altında tutulmaktadırlar. Yasada sadece kamu sağlığı ve alacağı vergileri düzenleyen devlet, yaptığı ender baskınlarda fuhuştan geçimlerini sağladıkları gerekçesiyle kadınları yargılamakta çoğu zaman da sınır dışı etmektedir. Ancak bir yandan fuhuş iddiasıyla kadınları tutuklayan otoriteler kadınların çalışma koşulları ya da maruz kaldıkları muameleye ilişkin herhangi bir soruşturma başlatmadığı gibi köle tacirlerini serbest bırakmaktadır. Yine Kıbrıs’ın kuzeyinde, ucuz işgücü kapsamında birçok kadın insan tacirleri tarafından istismara uğramaktadır. Çoğunluğu ev emekçisi ve yabancı uyruklu olan kadınlar, internet üzerinden ya da turizm acenteleri aracılığı ile seçilip adaya getirilmekte ve karın tokluğuna 24 saat çalıştırılmaktadırlar. Bu kadınların yaşam şartları ve durumuna da devlet gözlerini kapamaktadır. Ev işçiliği

yapması için adaya getirilen bazı kadınların emek sömürüsüne ilaveten işverenleri tarafından tecavüze uğradığı bildiğimiz bir gerçekken, insan ticaretini suçlaştıran yasal dayanakların eksikliği ve sorumlu kişilerin yabancı düşmanlığı hesaba katılınca, bu tecrübelerin açığa çıkıp suçluların cezalandırılması neredeyse imkânsızlaşmaktadır. YKP-fem modern köleliğin önlenmesine ilişkin insan ticaretini yasaklayan etkin yasaların geçirilmesi, konu ile ilgili görevlilerin eğitilmesi ve mağdur kadınlar için destek mekanizmalarının kurulmasını talep eder. YKP-fem ayrıca 2 Aralık Köleliğin Kaldırılması Uluslararası Günü’nde yüzyıllar önce sona erdirilen köleliğin ülkemizde normalleştirilerek devam ettirilmesine sessiz kalmama çağrısı yapar.

“One StreetS Festival” 10 Aralık Cumartesi, Ledra/ Lokmacı Caddesi , 13:00 - 16:00 saatleri arasında. “Kıbrıs Gençlik Kurulu” nun “Eğitimciler Ekibi” ve “Görünmez Tiyatro”nun işbirliğiyle "Bir Kıbrıslıyı Kucaklamak" adlı etkinlik düzenlenecektir. Bu nedenle, etkinliğimize katılmak isteyen kişiler arıyoruz. Açıklama: Kuzey veya Güney Kıbrıs’ ta yaşayan Kıbrıslılar, sarılmak amaciyla birbirlerine ulaşmak için Ara Bölgeye doğru yürüyecek. Birbirlerine ulaşmak için yürürken, tam

sarılmak üzereyken, insanları birkaç saniye durduracak bir düdük çalacak. “Heykeller”, 3 dakika boyunca hareketsiz kalacak. Sonra ikinci bir düdük çalacak ve herkes alkış ve kahkahayla sarılacak. Bu etkinliğe katılmaya ve "sarılma sanatının" bir parçası olmaya sizi davet ediyoruz. Toplantı saati: 13:30 Kıbrıslı Türkler için toplantı yeri: Lokmacı Sınır Kapısı önü. Toplam etkinlik süresi: Yarım saat Daha detaylı bilgi için (Türkçe): 0533 869 63 99


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.