30 ARALIK 2011 CUMA
Oyuncak silaha
HAYIR!..
ak, r a l o k nçli madığı e G P Y.K. n acı yaşat dığı savaşı rafya kalma ıbrıslıları coğ e, tüm K şanan üzd rinde ya ünüp m ü n gü kele tleri düş l ü i d ken ı, cinaye ak silah r c savaşlauklara oyunt ediyoruz. çoc aya deve almam
, m u r o y i t s i ş ı r Ba uguma h çoc ncak sila .! oyu ıyorum . alm Y.K.P Gençlik
2
30 ARALIK 2011 CUMA
Y.K.P Gençlik: Oyuncak silaha hayır..! Günümüz oyuncak sektörü, kapitalizm ve savaş politikaları sebebiyle her geçen gün artan “militarist” satış stratejileriyle çocukların hayatına sızmaya çalışıyor. Savaşın ve onun aletlerinin normalleştirilmesi misyonunu her alanda sahiplenen
kapitalisler, çocuklara savaşı ve onun araçlarını tanıtıp sevdirerek, gelecekte onları gerçekleriyle oyanamaya teşvik ediyor. Aileler televizyonda, gazetelerde gördüğü dünyanın bir çok ülkesindeki savaşlarda ölen çocuklara üzülüyor, fakat yanı başında-
ki çocuğu onları öldüren silahların oyuncaklarıyla hayali de olsa birilerini öldürüyor. Y.K.P Gençlik olarak, savaşın acı yaşatmadığı coğrafya kalmadığı günümüzde, tüm Kıbrıslıları kendi ülkelerinde yaşanan
savaşları, cinayetleri düşünüp çocuklara oyuncak silah almamaya devet ediyoruz. Barış istiyorum, çocuguma oyuncak silah almıyorum ..! Y.K.P Gençlik
Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığına; Lokmacı Askerlerine Uygulanan Şiddete HAYIR! ki eri ilk önce yanına çağırmış, daha sonra sürün diye emir vermiş. Efe da tam sürünecekken, Efe’ye tekme tokat girişmiş. Efe garajlara doğru koşmaya başlamış. Ona atılan yumruklardan kaçmak için. Hasan Coşkun’da onun arkasından ona daha fazla yumruk atabilmek için koşmuş. Efe bizim bölüğe sonradan geldi. Sürgüne... Yanlış anlaşılmalardan dolayı, fatura birilerine kesilecekti, Efe’ye kesildi. Efe’yi yakından tanıma fırsatı buldum. Bir kaç kez 4’er saatlik nöbetler tuttuk Efe ile. Şimdiye kadar gördüğüm en saygılı insan. Bir günden bir güne ağzından “hayır” kelimesi çıkmadı. Hiç kimseye karşı ne kıdemcilik yaptığını ne de birini kırdığını gördüm.
İnsan ne yazık ki çevresinde gördüğü, kendisine karşı yapılan bazı şeyler karşısında ya duyarsızlaşıyor ya da bunlara alışıyor. Alışmak bir anlamda duyarsızlaşmayıda beraberinde getiriyor. En son ne zaman şaşırdınız? En son ne zaman “hade yahu” dediniz? Şaşkınlık ifadesini eğer hala gösterebiliyorsanız, demek ki hala duygularınızı, vicdanınızı hayata karşı hassasiyetinizi kaybetmediniz demektir. Eskiden “niçin?” diye çok sorardım. Eskiden şaşırırdım da insanın ve insanlığımın hallerine. En son ne zaman niçin dedim? En son ne zaman şaşırdım? Bilmiyorum. Sanırım şarkıda olduğu gibi “biz büyüdük ve kirlendi dünya!” Dünyanın kirlenmesinin nedeni, insanların niçinlerden, nelerden, nasıllardan uzaklaşıp, karşısında, gözlerinin önünde çürüyen insanlığa karşı şaşkınlığını yitirip, herşeyin normal, olağan olarak kabul edilmesi değil midir? Askerliğimi bitireli iki hafta oldu. Üç yıl öncesine geri döndüğümde, vicdanı rettini açıklamayı düşüp, bu konu üstüne kafa patlatırdım. Çeşitli nedenlerden dolayı olmadı. İki yıl Londra’da kaldıktan sonra, gidecek, göç edecek bir memleket olmadığını, adalı, akdenizli olduğumu ve başka türlü yaşayamayacağımı anladıktan sonra geri döndüm. İnsan, zeytin ağaçlarının gölgesinde, hellim, ekmek, domates yediği günleri hep yüreğinde taşıyormuş. Meserya ovasındaki, yanlız zeytin ağaçlarının gölgesiymiş, yüreğimdeki kavurucu sıcakları dindiren, içimi biraz ferahlatan. Bunun ne demek olduğunu size anlatamam. Yanlız bir ağacın gölgesinde en son ne zaman piknik yaptınız ve dünyanın en güzel yemeği olan zeytin, hellim, ekmek, domates biraz da golyanduro yediniz? Ben en son ne zaman çakızdezin çekirdeklerinden gezegenler yaptım? Bilmiyorum. Konumuza geri dönelim. 1. Alay, 3. Piyade Taburu, 7. Piyade Bölüğü’nde askerliğimi yaptım. Burası ünlü Lokmacı Bölüğü! Bazılarına göre Kamboçya, bazılarına göre Vietnam! Eskiler öyle
dermiş Lokmacı için. Çok şeyler gördüm, çok şeyler yaşadım. Lokmacı Bölüğü, Lefkoşa’nın göbeğinde, Arasta’nın içinde, sınırda olan bir bölük. Diğer bölüklerden daha farklı; hem siville iç içe, hem de Kıbrıslı Elenlerle. Tabii ki diğer bölüklerden yalıtılmış bir durumda. Ermu caddesinin göbeğinde, ilk önce duvarların yüksekliğiyle sizi biraz korkutan, hapishane havası olan daha sonra da o duvarların zamanla yıkılmasıyla büyük bir utancın yavaş yavaş çöktüğü bir yer. Benim için sınırda askerlik yapmak, sınıra düşmek büyük bir şanstı. Lokmacı’da düşünemeyeceğim kadar çok hikaye var. Transeksüellerden tutunda, satranç taşlarına, satranç taşlarından tutunda sorgu odalarına... Ve tabii ki Askerlik...Lokmacı çarşıymış eskiden. Yeşil Gazino, şimdiki bölüğün olduğu yerdeymiş. Daha sonra Hapishane olmuş. Şimdilerde uzmanlarla, askerlerin sürgüne gittiği bir yer oldu. “Suç” işleyen, hapishaneye girip çıkan kim varsa, Lokmacı’ya sürgüne geliyor.
Askerlik çekilir birşey değil, bir de sürgünün sürgününde olunca, ah o geçen günlerim... Hikayeler yavaş yavaş, daha sonra yazılacak ve yayınlanacak tabii ki! İçimdeki zehiri ancak bu şekilde atıp, iyileşebilirim. Kanser olmamak için yazı yazmak bire bir! Şunu da belirtmekte fayda var ki, askerlik korktuğumuz, ürktüğümüz kadar değilmiş. Herkes rol yapıyor, gününü geçirmeye çalışıyor. Ama ne yazık ki hastalıklı insanlarda var. Tedavi görmesi gereken, acılarını, ayıplarını ve zayıflıklarını kendi rütbesini kullanarak örtbas etmeye çalışan. Zavallılar... Geçen gün Lokmacı’ya gittim. Herkesin yüzü asık. Askerliğinin bitmesine 10 gün kalan arkadaşlar mutsuz. Gerçi bizde çok sevinemedik. Çok mutlu olamadık. Askerliğimizin, son gecesine kadar nöbete gittik. “Noldu?” diye sordum arkadaşlara. Sormaz olaydım. Bölük Astsubayı olan Hasan Çoşkun, gece içtimasında duvara dayandı diye Mustafa Efe isminde-
Efe, Hasan Coşku’nun yumruklarına karşı bir yumrukta O sallayabilirdi. Sallamadı. Sallasa ne olacaktı? Efe ilk önce sabah içtimasına çıkarılacaktı, daha sonrada bir güzel yine dövülecekti. Sonra ne olacaktı? Hakkında yasal işlem başlatılıp, hapishaneye gönderilecekti. Neden? Çünkü Mustafa Efe bir er. Bütün denetlemelere katılan, bütün bölüğün işlerine koşan, bir işçi ailesinin “değersiz” askeri. Her şeyden önce bir er. En altta! Ne hakkını arayabilir ne de kendini savunabilir! Kime karşı ne söyleyecek! İnsanlığını unutmuş bir kaç tane adama rütbe veriliyor, karısıyla kavga ediyor, arkadaşıyla kavga ediyor, dönüp hiçbirşekilde hakkını arayamayacak, savunmasız 20 yaşındaki genç bir askere tekme tokat girişiyor! Bunun hesabını kim soracak? Hasan Coşkun’u kim cezalandıracak? Lokmacı’da yaşanan ilk dayak olayı bu değil. Lokmacı’da Astsubay olan Mustafa Kaygısız da, yine Efe ile ayni celbten olan iki askeri dart tahtasının önüne koyup bir gece vakti, demir okları göğüslerine fırlattı. Benim daşşaklarıma ayyaş bir şekilde gelip, kasatura soktu, sigara içmediğim halde sigara arayacakmış sözde. Diğer çavuş arkadaşlarımın bazılarına tokat attı, bazılarını da boynundan sıkarak duvara dayadı. Bir tane arkadaşımın yüzüne cüzlan attı. Kendine çavuş dediğim için yanlışlıkla, az daha yüzüme çay
bardağı atıyordu. Böyle bir adam çavuşlara bunları yaparsa, erlere neler yaptı ya da neler yapar düşünebiliyor musunuz? Bunun yanında uğradığımız hakaretler cabası. Geçenlerde öğrendiğim kadarıyla Mustafa Kaygısız, sivil hayatında da tabanca taşıyor. Hangi zihniyet, böyle hastalıklı bir adama tabanca taşıma rusatı verdi? Mustafa Kaygısız neden sivil hayatında da tabanca taşıyor? Sinirlense, hastalansa, kendinden geçse yani, çekip birini vursa, vurduğu kişi ölse bunun hesabını kim verecek? Yoksa faili meşhur mu sayılacak bu cinayette? Hasan Coşku’nun Mustafa Efe’ye attığı dayaktan, yumruklardan Tabur Komutanı’nın ve Alay Komutanı’nın haberi var mı? Güvenlik Kuvvetleri Komutanı’nın böyle bir olaydan haberi olmadığı kesin! Yoksa eminim böyle bir cehalet karşısında tepkisiz kalmaz! En azından bizimle tek tek konuşup, bize sorular sormuştu. Her ne kadar önceden bişey söylememek için tenbihlenmişsekte! Bizler istesekte istemesekte, askere gidiyoruz belki ileride de gideceğiz. Bunu şu an bilemiyoruz. Ama şu gerçek ki, bizler ne hakarete uğramak, ne aşağılanmak ne de şiddette maruz kalmak için askere gidiyoruz. Bizler günde 10 saat nöbet tutarken, güneye, Kıbrıslı Elen askerlere doğru bakmıyoruz. 10 saat kuzeye bakıyoruz sadece. Çünkü gerçek tehlike içimizde. Rütbeleri hala alınmayan, hayatı boyunca ne paylaşmasını bilmiş, ne sevmesini bilmiş, vicdanı olmayan komutanlarda. Her an o dokunulmazlığı olan komutan, ne zaman gelecek, ne zaman hakarete uğrayıp, abuk subuk konuşmalarla aşağılanacağımızı bekliyoruz! O yüzden günde 10 saat sadece kuzeye bakıyoruz! Neden mi? Askerlik süresi boyunca biraz daha insan olduğumuzu unutmamak için! Mustafa Efe’ye atılan yumruk bu ülkenin bütün gençlerine, insanlarına atılmıştır. Halil Karapaşaoğlu 33-2 Çavuş Celbi
3
30 ARALIK 2011 CUMA
Hiç orak tutmamış birinden solcu olur mu? Samet Hakkı Sol beyindedir, sol davranıştadır. Milyarlar içinde yüzerken de solcu olabilirsiniz, yokluk çekerken de faşist olabilirsiniz. Sol denildiğinde akla gelen en önemli sembollerden birisidir orak-çekiç figürü. Bir de Che Guevera’nın olanca karizmasıyla arz-ı endam ettiği o meşhur kare var tabii ki. Neyse var işte buna benzer bişeyler. Ama yazıda değinmek istediğim husus bu değil. Malumunuz olduğu üzere değişen dünya koşullarıyla birlikte sol da büyük değişmelere gitmiştir. Gerek fikir olarak gerekse “solcular” olarak. Bir döneme damgasını vurmuş sol figürleri vardır. Yukarıda da bahsettiğim orak-çekiç figürü bunlardan birisidir. Burada orak köylü sınıfını, çekiç ise işçi sınıfını sembolize eder ve sosyalizmin işçi ve köylü dayanışmasına bağlı olduğunu ifade eder. 60 lar geldi. Bir dönemin eli oraklı-çekiçli ailelerinin çocukları büyüdüler ve okullara gittiler. Onlar vasıtasıyla sol, okullara girdi,
üniversitelerde kendine yer buldu. Temelleri işçi-köylü dayanışmasına dayanan sol, üniversite mezunlarıyla tanışmaya başladı ve bir kademe ilerledi. Artık işçi-köylü solcuların yanında, eli kalem tutan solcuların sayısında muazzam bir artış olmuştu. 60 lar, 70 ler ve 80 ler, komünizmin tırmandığı yıllar olarak dikkat çekerler. Soğuk Savaş dönemindeki ilerlemeler ve SSCB’nin yükselişi de bunu ispatlar niteliktedir zaten. Sonra SSCB yıkıldı, ABD, Soğuk Savaş’ı kazanan taraf oldu ve kapitalizm yükselişe geçti. Kapitalizmin yükselmesi ve geçerli sistem haline gelmesi pek tabii ki toplumların yaşayışlarını da değiştirdi ve toplumlar tüketim toplumu olma yolunda hızlıca ilerlemeye başladılar. Takvimler 2000 küsurlu yılları göstermeye başlayınca sol gene yükselir gibi oldu. Bunda, gelişen teknoloji ile birlikte bilgiye erişimin çok daha kolay bir hale gelmesinin, insanların tek taraflı medyaya tutsak olmaktan kurtulmasının çok ama çok önemli payları vardır. Günümüz solcu jenerasyonu artık tüm dünyada yaşanan gelişmeleri takip edebilecek imkan ve donanıma sahip durumda. Şili’deki öğrenci ayaklanması, Wall
Messi futboluyla olduğu kadar duruşuyla da yıldızlaşıyor.... Dünya çapında tüm futbolseverlerin sevgilisi olan Arjantinli Lionel Messi sahadaki futboluyla olduğu kadar saha dışındaki duruşuyla da yıldızlaşıyor. Messi, La Garganta Poderosa isimli dergiye verdiği röportajda “şöhret ve para hayatta en önemli şey değil esas olan kişi olarak kim olduğunuz” dedi ve saha dışında toplumsal gelişmelerle yakından ilgilendiğini ifade etti. Futbol maçları dolayısıyla dünyanın dört bir yanını gezen Messi bu ülkelerde en çok Che Guevara ve Diego Maradona’nın T-Shirtlerini gördüğünde heyecanlandığını söyleyen Messi güncel politika ile ilgili de değerlendirmelerde bulundu. Asla mütevaziliği elden bırakmamak gerektiğini söyleyen Messi dünyada aç ve açıkta insanlar olduğu müddetçe başka her şeyin boş olduğunu ifade etti. Gençliğin yaşadığı sorunlara değinen Messi, bir genç alkol ya da uyuşturucunun pençesine düştüğünde bunun gerçek sebebinin bu gençlerin içine düşürüldüğü sosyal koşullar olduğunu belirtti. Arjantin’de Jorge Julio Lopez[1] isimli işçinin derin devlet tarafından kaybedilişini korkunç bir olay olarak değerlendiren Messi, 2010 yılında hükümet yanlısı çeteler tarafından katledilen DİP’in kardeş partisi Partido Obrero militanı Mariano Ferreyra’yı da unutmadı. Tüm dünyada gençlerin hayranlıkla seyrettiği 10 numaralı formasının arkasına Mariano Ferreyra’nın ismini yazdırarak fotoğraf çektiren Messi daha sonra bu formayı Mariano’nun ailesine ve yoldaşlarına gönderdi. Mariano Ferreyra kimdir, Partido Obrero nedir? 20 Ekim 2010 tarihinde Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te demiryolu işçilerinin özelleştirme, taşeronlaştırma ve işten çıkarmalara karşı tren raylarını bloke ettikleri bir eylem sırasında meydana gelen bir saldırıda, 23 yaşındaki genç işçi Mariano Ferreyra kurşunlanarak öldü-
rülmüştü. Saldırıyı düzenleyenler, özelleştirme sonucu demiryollarını satın alarak zenginleşen şirketler ve onların taşeronları tarafından beslenen sendika bürokratlarına bağlı bir çeteydi. Yani Mariano kapitalizmin özelleştirme ve taşeronlaştırma dalgasına karşı işçi sınıfını savunmak için verilen mücadelenin bir şehididir. Mariano’nun katillerinin yargılanması ve cezalandırılması, Arjantin’de mücadeleci sendikaların ve sosyalist solun güncel amaçlarından biri haline gelmiştir. Geçtiğimiz 20 Ekim günü Buenos Aires’te, Mariano’yu anmak üzere ünlü Plaza de Mayo’da (Mayıs Meydanı) biten dev bir miting yapıldı. Cinayetin sorumlusu olan sendika bürokratlarının davasına nihayet Şubat 2012’de başlanacak. Mariano, Arjantin’in en büyük sosyalist partisi olan Partido Obrero’nun (PO-İşçi Partisi) üyesi idi. PO, bütün dünyanın işçi ve emekçilerinin aynı mücadele içinde olması gerektiğini düşünen devrimci Marksist akımın temsilcisi olan partimiz Devrimci İşçi Partisi’nin kardeş partisidir. Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan seçimlerde PO lideri Jorge Altamira üç sosyalist partinin kurduğu bir cephenin ortak adayı olarak girdiği seçimde 500 bin oy (% 2,3) almıştır. ________________________________ [1] 1976 yılında askeri diktatörlük rejimi altında kaçırılan Jorge Julio Lopez isimli işçinin 2006 yılında dönemin kirli savaş suçlusu Miguel Etchecolatz aleyhine tanıklık yaptıktan sonra yeniden kaybolmuştu. Gerçek Gazetesi
Street işgali, Arap Baharı hareketleri, küreselleşme karşıtı protestolar artık sanki arka sokakta olmuş kadar net bir şekilde tüm yönleriyle bize aktarılabiliyor. Hal böyle olunca devletin ya da bireylerin amaçlarına hizmet etmek maksadıyla yayın yapan medya kuruluşlarının manipülasyonları da en aza indirilebiliyor. Kıbrıs’ın kuzeyi için konuşacak olursak, ilginç bir şekilde genel olarak bugünün solcuları 1960 ların, 1970 lerin solcularından çok farklı ekonomik gruplara mensup kişiler. Eski dönem solcularda görmeye alışık olduğumuz fakir, işçi ailelerin çocukları, köylü işçi ailelerin çocukları daha çok sağ orijinli gruplarda kümelenmektedirler. Şahsi fikrimce bunun özünde devlet tarafından uygulanan medya manüpilasyonunun çok önemli yeri var. Yıllardan beridir tek kanallı tek gazeteli sisteme alışagelmiş olan yurdum insanı diğer alternatiflere son derece mesafeli yaklaşmakta ve dünya görüşleri, BRT – Kıbrıs ikileminde gidip gelmektedir. Bunlar arasına sıkışınca da ekonomik imkansızlıklrın da etkisiyle yukarıda bahsettiğim –teknoloji vasıtasıyla gelen yenilikler yoluyla- aydınlanmayı yaşayamamakta ve devlet politikasına sıkışıp kalmaktadırlar. Bunlar yanında ilk zamanlara göre oldukça değişen bir de sol modeli var. Eski solcularla şimdiki solcuları kıyasladığımızda ekonomik olarak aralarında dağlar kadar fark olduğunu söyleyebiliriz. Dönemin solcu işçi aileleri, işçi çocukları, yerlerini üniversite mezunu, ekonomik olarak kalkınmış ailelere ve onların çocuklarına bırakmış halde. Bu ekonomik kalkınmışlığın getirilerinden birisi olarak da aslında itiraf etmek gerek ki hepimiz kapitalizmden payımıza düşeni almış durumdayız. Hepimizin cep telefonları ve bazı lüks harca-
maları var. Bir yerde eski usül sosyalizmin, komünizmin içine günümüz kapitalist değerlerinden de bişeyler ekledik ve biraz komformist olduk. Eğer gerçekten komümizm istiyorsak, günü geldiğinde bütün mal varlığımızdan vazgeçmemiz gerekeceğini de göze almamız gerekiyor. Pek çok kişiye zor gelen nokta da burası işte. Her ne kadar savunulan görüş sosyalist, komünist bir görüş olsa da “çeşitli sebepler”den ötürü herkes bireysel menfaatlerinin peşine düşerek toplumsal fayda ya da zararı görmezden gelme noktasına gelebiliyor. Eldekini yitirme korkusuyla ya da eldekine daha da fazlasını katma hırsıyla fikirsel olarak savunulan değerlere taban tabana zıt hareketler yapılabiliyor. Mesela sözümona muhteşem solcular, yanlarında çalıştırdıkları işçileri sömürmenin onlarca yolunu bulabiliyorlar, kar hırsı için halkın sağlığıyla oynayabiliyorlar... Bir de maddi durumu oldukça iyi bir aileden gelmiş olan ancak sol felsefeyi benimsemiş olanların da varlığını düşünmek gerek. Kapitalizmin dibine vurmuş bir ailenin çocuğu solcu olabilir mi? Neden olmasın? Zaten biraz önce de dediğim gibi bugünlerde işçi-köylü çocuklarında sol görüşe pek fazla rastlanmıyor (bunun nedenlerini bir başka yazıda ele almak dileğiyle), yeni nesil solcuların çoğunluğu kültürel ve maddi olarak orta ya da ileri derecedeki ailelerin çocukları. Özetle varmak istediğim nokta şudur ki solcu olmak için ille orak-çekiç tutmak gerekmiyor. Solcu olmak için sadece ben solcuyum demek de yetmiyor, solcu olmak için gidip bir partinin çatısı altına girmek de gerekmiyor. Sol beyindedir, sol davranıştadır. Milyarlar içinde yüzerken de solcu olabilirsiniz, yokluk çekerken de faşist olabilirsiniz.
4
30 ARALIK 2011 CUMA
1974’te Adana’ya götürülen esirlere ne oldu? -II1974 yılında Rum esirlerden Adana’ya getirilenlerin bir bölümünün akıbetine tanık olan bir kişi gördüklerini Özgür Politika Gazetesinden Mehmet Doğan ve A. Kadir Konuk’a anlattı. İşte adı açıklanmayan görgü tanığının 6 Mayıs 1999 tarihinde Özgür politika Gazetesinde yayınlanan tüyler ürperten açıklamalarını bu hafta da kaldığımız yerden devam ediyoruz…. *Bu olaydan sonra ne yaptınız? - Öğleden sonra şantiyeye vardığımızda bizi şantiyeye sokmadılar. Kulaksız bizi oradan doğruca Adana’ya getirdi ve Adana’da Kalekapısı denilen yerde Palo ismindeki bir otele yerleştirdi. O otelde şirket oda kiralamıştı. Bizi o odalara yerleştirdiler. Otele geldiğimizde lobide Binbaşı ve yüzbaşı bizi bekliyorlardı. Doğru bir odaya gittik. Yüzbaşı ve Binbaşı usulünce yine bizi tehdit ettiler. Ağzımızdan bir şey kaçırmamamızı, eğer olay duyulursa bizimde o cesetler gibi olmaktan kurtulamayacağımızı, sadece bizlerin değil, ailelerimizin de onlar gibi yok edileceğini, soyumuzun tüketileceğini söylediler. Hatta Binbaşı; ‘775 kişi nasıl gömülmüşse, ağzınızdan bir laf çıkarsa, sizlerle beraber sülalenizde aynı şekilde gömülür’ dedi. Bize kimseye söylemeyeceğiz şeklinde şeref, namus üzerine yemin ettirdiler. Ağzımızı sıkı tutmamızı söylediler. *Peki siz ne yaptınız bu durumda? - Ne yapacaktık? Elbette yemin ettik. Korkumuzdan söyledikleri her şeye evet diyorduk. Sonradan subayların yanına bir adam geldi. Bu adamın isminin Edip Tanrıkulu olduğunu öğrendik. Binbaşı artık benden ve Temel Çelik’ten Edip Tanrıkulu’nun sorumlu olduğunu, bir şeye ihtiyacımız olduğunda onu arayıp, ondan temin edeceğimizi söyledi. Edip Tanrıkulu da bize, Kuzey Irak’a götürüleceğimizi, çalıştığımız firmanın bir kolunun orada olduğunu ve orada çalıştıktan sonra, oradan da Amerika’ya gönderileceğimizi söyledi. Bizlerin Kuzey Irak’ta rahatlıkla alınabileceklerimizi söyledi. Amerika’da mal, mülk ne istersek verileceğini, yeni bir hayata başlayabileceğimizi de söyledi. Bize bu vaatlerde bulunduktan sonra, ikimize de epeyce para vererek her birimize 17’şer gün izin verildi, gezmemiz, eğlenmemiz, hiç bir şeyi kafamıza takmamız söylendi, biz de Edip Tanrıkulu’nun denetiminde gezmeye başladık. Edip bir gün bizi Adana’nın Karataş ilçesine gezmeye gidiyoruz diyerek götürdü. Ama bu gidişin bilinçli bir gidiş olduğunu anlamıştım. Orada bir Albay’ın Çiftliğine gittik.
*Olaydan kaç gün sonraydı? - O olaydan beş gün sonra ayrılıp Edip’le birlikte gittik Karataş’a. Çiftlikte Mardin’li Mehmet adında bir kahya vardı. Orada ben Temel Çelik, Edip ve Mardin’li Mehmet vardık. Binbaşı ve Edip geceleri gidip, sabahları geri geliyorlardı. Korkuyordum, Temel daha beter bir durumdaydı. Bizi öldürebileceklerini düşünüyorduk. Zaten orada kaldığımız sürede bizi ortadan kaldırabilmek için iki kere girişimde bulundular. *Nasıl oldu bu girişimler? - O çiftliğin arka tarafından nehir geçiyordu. Bir kere bizi ava çıkardılar. Nehrin kenarından avlanırken, ‘daha ileri gidin, daha ileri gidin’ diyerek bizi bataklığın derinliklerinde boğmak istediler. Bunu sezdik, hissettik. O zaman bir girişimde bulunamadılar. İkinci seferinde Albayın çiftliği içindeki arazinin bir bölümünü bataklık olduğunu söylediler. Oranın kurutulması için, orayı traktör ve kepçelerle sürmemizi istediler. Bataklık gerçekten de kötü görünüyordu, korkunçtu. İnsan bir kez batsa bir daha çıkamazdı. Bizi oraya sürmeye zorladılar, sürmeye başladık. Ama Temel Çelik’in kullandığı traktör kepçe bir anda bataklığa saplandı ve batmaya başladı. Onu kendi traktörüme bağlayarak zor çekip kurtardım. Çiftliğin sahibi albay bizi uzaktan seyredip gülüyordu. Bir geçe Mardin’li Mehmet bize ‘bunlardan kurtulun, yoksa bunlar sizin başınızı yiyecek’ dedi. Bu sözden sonra daha fazla şüphelenmeye ve korkmaya başladık.’’ *Peki nasıl ayrıldınız oradan? - Bir kaç gün sonra izin günümüz doldu. Çalıştığım firmanın şantiyesine gittim. Beni orada yeniden işe almadılar ve başka bir firmaya gönderdiler. O firma da beni Malatya’ya su kuyusu açmak için gönderdi. İki ay kaldıktan sonra Adana’ya geri döndüm. Şantiyeye gittiğimde Kulaksız’ı buldum, o bana eski firmamda işime kesin son verildiğini söyledi ve ‘Git Edip Tanrıkulu’nu bul’ dedi. Ben de gidip onu aradım, ama ben bulamadım. Sonrada Demir Çelik Fabrikası’nın çalışmak için İskenderun’a gittim. Orada çalışırken Temel Çelik’e bir mektup yazdım, gelip yanımda çalışsın diye. Ama Temel’in yerine bir kaç gün sonra Edip Tanrukulu geldi yanıma. Adresimi Temel’den aldığını söyledi. Yanında çalıştığım müteahhitle bir şeyler konuştu, o konuşmadan sonra müteahhit bana daha iyi davranmaya başladı. Daha sonra Edip gitti. Birkaç gün sonra inşaatın duvarlarına devrimci sloganlar yazıldı ve polis orada çalışanların hapsini karakola götürdü. Aynı gece Edip karakola gelip beni oradan çıkardı. Nasıl haber aldı bilmiyorum ben onu
aramamıştım. *"Edip’’ onun gerçek adı mıydı? - "Bilmiyorum, bize kendini öyle tanıtmıştı. Onu nerde, ne zaman arasam o isimle arayıp buluyordum. İriyarı, sarışın biriydi. Kendisinin ordu malı olduğunu söylüyordu. Ne iş yaptığını sorduğumda, gülerek ‘ordunun sırları dışarıya verilmez’ diyordu. Ama içki masasında biraz sarhoş olunca bazen bir şeyler anlatıyordu. Bir keresinde Özel Hareket diye bir şeyden bahsetti. Ben o zaman bu tür şeylerle ilgilenmediğim için ne anlama geldiğini bilmiyordum. Sonra o sözleri hatırladığımda, onun ne iş yaptığını anlar gibi oldum. Sürekli silahlı dolaşıyordu. Bir jipi vardı. Jipin içinde de bir otomatik silahı sürekli taşıyordu. Bir keresinden onunla İskendurun’dan Adana’ya giderken yolda polis kontrolü oldu. Polislere resimli kimliğini gösterirken, kimliğin üzerimdeki askeri damgayı gözlerimle gördüm. Parlak renkli, madalyon şeklindeki bir damgaydı bu. Adamın doğumu 1938 olarak yazılmıştı. İsim yerine Edip Tanrıkulu yazıyordu. Polisler kimliği görünce hemen tavrını değiştirdiler. Hatta bir polis ona "resmi ya da özel bir görevden mi burada bulunuyorsunuz’’ diye nazikçe sordu. O da hem resmi, hem de özel bir görevle orada olduğunu söyledi. Sonraları yolda kontrol yapan polisle Adana-Osmaniye garajında karşılaştık. Beni hemen tanıdı, müthiş bir ilgi gösterdi. Bana ‘sende mi aynı kurumda çalışıyorsun’ diye sordu. Ben de Edip’i tanıdığımı söylemekle yetindim. Edip’le birlikte yiyip, içip, birlikte geziyorduk. Parasız kaldığımda bana yüklü paralar veriyorlardı. Çok sonraları esirler konusunu bir kez daha açtım ona. Bu adamları vurmasaydınız, bak sonradan anlaşma yapıldı, o esirleri geri verme durumu olurdu, dedim. O da, “öyle icap etti o zaman. Yukarıda emir geldi, öyle yapalım diye. Kıbrıs’ta vurulan askerlerimizin, şehitlerimizin kanı onların kinden daha kıymetli’’ dedi. Ölen esirlerin sadece o çukurdaki 775 kişi olmadığını, gerçekte toplamının 2500 kişiden fazla olduğunu söyledi. Bu konu açıldığında kendisini hep övüyordu. Ben askerdeyken de yanıma gelmişti, o olayı üstlerime söylediğini, bundan sonra ordu malı olarak askerde kaldığım taktirde neyin ne olduğunu daha iyi anlayabileceğimi söylemişti. *Onu aradığınız da hemen bulduğunuzu söylüyorsunuz. Nasıl buluyordunuz onu, nerelerde arıyordunuz? - Bana, bir şeye ihtiyacım olduğunda, çekinmeden ara, diyordu. Onu aradığımda Adana’daki 6. Kolordu’da buluyordum daha çok.
6. Kolordu’nun nizamiyesine gidiyor, oradaki nöbetçilerden onu soruyordum. Oradaysa bekletmeden haber veriyorlardı. O da az ilerideki Sabancı Ticaret Lisesi’nin kantinine götürüyordu. Daima sivil olarak geziyordu. Orada olmadığı zaman nöbetçiler not bırakmamı istiyorlardı. İki kez onu Kolorduda buldum, konuştum. Diğerlerinde o beni buldu. Hep yalnız dolaşıyordu.’’
yardım ederim” demişti. Antikacı’ya Edip’i sorduğum zaman öldüğünü söyledi. Ben de ailesine baş sağlığına gitmek için adresi isteyince Antikacı “su testisi su yolunda kırılır. Halen aklın başına gelmedi mi. Neden onların arkasına takılıyorsun” dedi. Ben de oradan ayrıldım.
*En son ne zaman gördünüz onu? - Olaydan sekiz ay sonraydı sanıyorum. Beni İskenderun’da bir otele götürdü. Daha önce gördüğüm Albay ve yüzbaşı da oraya gelmişlerdi. 20 gün o otelde kaldım. Hep birlikteydik. Bütün masrafları onlar karşılıyorlardı. Otelin sahibini hep ‘Antikacı’ diye çağırıyorlardı. Otel sahibinin geçek adını sorduğumda, ‘boşver’ dediler. Otel eski bir oteldi. Onlar otelden ayrıldıktan sonra otelin sahibi bana ‘Eğer Edip’i aramak istersen beni bul. Ben sana hemen onu bulurum’ dedi. Daha sonra oradan ayrılıp memlekete, oradanda askere gittim. Askerde Temel Çelik’e bir mektup yazdım. Adresi Çukobirlik yanı 125 numaraydı.
*Temel Çelik ne oldu? - O geceden sonra, yani cesetleri gömdüğümüzden sonra Temel şantiyede çalışmaya devam etmişti. Edip bana onun bir çocuğunun olduğunu söylemişti. Temel Biraz saftı, olay onu çok etkilemişti. Rüyalarında hep cesetleri gördüğünü söylüyordu. Bazı geceler altına kaçırdığı bile oluyordu. Bağıra bağıra uyanıyordu şantiyede kaldığımız gecelerde. Sonra ne oldu bilemiyorum.
- *Neden ona yazmak ihtiyacı duydun? - Merak etmiştim ne yapıyor diye. Ondan cevap alamadım, ama bir gün ziyaretçin var dediler, nizamiyeye gittiğimde Edip Tanrıkulu’nu gördüm. Oturup konuştuk, bana “senin üstlerinle konuştum sana rahat bir görev verecekler’’ dedi. Kademede makina tamircisi olarak çalışıyordum. O beni ziyaret ettikten sonra bana daha iyi davranmaya başladılar. Çok rahat izin alabiliyordum. Ayda bir kaç defa izin alıp dışarı çıkabiliyordum. Edip beni ikinci kez ziyarete geldiğinde bir teklifte bulundu. “Seni İstanbul-Tuzla jip fabrikasına kadrolu alalım, teskereyi al, ordu malı olarak kalırsın” dedi. Ben de kabul ettim. Bütün işlerimi yaptılar. Hatta bana orada yaşayabilmem için bir lojman bile verdiler. *Edip Tanrıkulu’nu en son ne zaman gördünüz? - İşten ayrılıp memlekete gitmiştim. Bazı ailevi olaylardan dolayı tekrar işe dönmedim. İşten ayrılırken bana bir mektup vermişlerdi. O mektubu Edip’e vermemi söylemişlerdi. Ben de onunla buluşup, mektubu verdim. O yanında kalmam için çok ısrar etti. Kabul etmedim. En son 1982 yılında onunla görüştüm. Aradan uzun bir zaman geçti. Bu arada benim sıkıntılarım artmıştı. Antikacı’nın yanına uğradım. Yurt dışına gitmek istiyordum. Edip “Ne zaman gitmek istersin, söyle,
RÜYALARINDA CESET GÖRÜYORDU
*Yurt dışına ne zaman çıktınız? - 1989 yılında Almanya’ya gelip iltica ettim. *Olaydan bu yana hiç kimseye bir şey anlatmadığınızı söylüyorsunuz? Aradan 25 yıl geçtikten sonra neden anlatma gereği duydunuz? - Özellikle son zamanlarda anlatmak istiyordum. İnsanın üzerine sürekli bir yük gibi duruyor ölüler. Huzursuzdum, düşüncelere dalıyordum. Onları unutamıyordum. Her gece aklıma geliyorlardı. Sinirlerim bozuldu. Yıllarca psikolojik tedavi gördüm, hala tedavi görüyorum. Aslında 1986 yılından beri birilerine anlatmak istiyordum, ama hala onlardan korkuyorum. Ama bir gün birilerine anlatacağımı biliyordum. Bir kaç ay önce sizin gazetenizde Kıbrıs’la ilgili iki kişinin anılarını yayınlamıştınız. O yazıları okurken kendi yaşadıklarımı anımsadım yeniden. Kendime bu insan anlatacak cesareti kendinde bulup, her şeyi açıklıyorsa ‘ben bu sırları kendimle mezara kadar mı götüreceğim’ diye düşündüm. Neden her şeyi açıklamıyorum diye kendime sordum.. *Bize anlattıklarınızdan nasıl emin olabiliriz? Bu anlattıklarımızı uluslararası bir mahkemede anlatabilir misiniz? - İstediğiniz her şeyi anlatmaya hazırım. Bu anlattıklarımı her yerde anlatabilirim. Olanak sağlanırsa benim ve akrabalarımın can güvenliği garanti altına alınırsa, yer tespiti için Adana’ya bile giderim. Oradaki eski Halkevi binasını bulursan kolaylıkla mezarlığı tespit edebilirim. Ellerimle açarım o çukuru, o insanları ben çıkarırım gösterim size. Bu sırrı mezara mı götüreceğim.