KARŞI

Page 1

16 EYLÜL 2011 CUMA

İsyanımız Kuklacıya, İsyanımız Polise Türkiye Başbakan Yardımcısı ve Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın Kıbrıs ziyareti sırasında Y.K.P eylem gerçekleştirdi.

14 Eylül de adaya gelen Atalay, 15 Eylül saat 10:00’da Derviş Eroğlu’nu ziyaret etmek üzere “saray” a geldi. “Saray” ın hemen önünde yer alan YKP Parti Merkezi polis tarafından kuşatıldı ve binadan dışarıya çıkılmaması istendi. Bu baskıların ardından parti binasının önünde toplanan YKP Gençlik ve partililer “İsyanımız Kuklacıya” pankartı açtı. Sayıca epeyi kalabalık olan polis hiçbir yasal dayanak göstermeden pankarta el koymak ve görünmemesini sağlamak için yoğun çaba harcadı. Pankarta el koymak isteyen polis, şiddet kullandı, Eroğlu’nun “Saray”ının yanındaki yüksek surların kenarında arbede yaşandı, pankartı surlardan aşagıya atmak isteyen polis göstericilere de tehlikeli anlar yaşattı.

Ykp-gençlik kampı yapıldı

Orada Olmayan Tanrı...

Kuran- Çelişki- İnanç Ozgur Gencalp

Kültür ve Popüler Kültür... Haluk Selam Tufanlı

Röportaj; ‘Rüyamda bu kadar yorgun değildik’

Bize ne oldu böyle? Faika Deniz Pasha Köyüm Köyüm Güzel Köyüm...

Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay geçerken açılan pankart konvoyda şaşkınlık yarattı ve polislerce yırtılmasına rağmen eylemciler tarafından korundu.


2

16 EYLÜL 2011 CUMA

Kuran- Çelişki- İnanç...

RÖPORTAJ....

‘Rüyamda bu kadar yorgun değildik’ Aktivizm yaparken sanatçı, sanat yaparken iken aktivist ruhlu Mehmet Erdoğan ile ‘Rüyamda bu kadar yorgun değildik’ adlı fotoğraf sergisi, yorgunluk ve Kıbrıs üzerine kısa bir söyleşi: Sergi’yi hazırlama süreci nasıldı? Hazırlıkla ilişkin hiçbir şey planlı değildi. Sergilenen fotoğrafları ben 5-6 sene boyunca çektim. İlk bunlar bilinçsizdi. Hatta girişte olan haritayı sergi açılışından bir gece önce planladım. Yorgunluğum ile hesaplaştım sanırım serginin hazırlanma sürecinde. Neden yorgunluk üzerine sergi açmak istedin? Bir nedeni kişisel olarak benim hissettiklerimi paylaşma ihtiyacı. Diğeri de insanları bir şeylerle yüzleştirme isteği. Ben bu sergiyi açarım ve benim yorgunluğum azalır, bu tartışma yaratır, bilinç artar gibi bir düşünce. Bir de dışsal (yüzeysel) yaşamlarımızı ve kapitalizmin kuklaları olmamızı değiştirme amacı ki bunlar çok yorar insanları. Duvarda yazdığım cümleleri her gün kaşık kaşık yutarız ama bunları tükürebiliriz de eğer farkında olursak ve reddedersek yutmayı. Toplum olarak maalesef kendi değerlerimizi kuramadık, dışsal yaşıyoruz. Yani diplomanız varsa elinizde topluma göre en önemli şey o diplomanın derecesi fakat o diplomayı almaya çalışırken ne kadar zorluk yaşadığınız, hangi engelleri aştığınız ya da öğretmeninizi ne kadar zorladığınız değil. Rüyamda sanırım daha içsel bir toplumuz biz. Sence yorgunluk insan yapısında doğuştan var olan bir şey midir?

Hayır. Sanırım sergide gösterilen çocukluk videosu da bunu kanıtlar. Ama bana geliyor ki 1980’lerde doğan bir çocuk 2000’lerde doğan bir çocuktan daha yorgun bir dünyaya doğar. Medya’nın sergi ile ilgili haberlerinde ‘Kıbrıslı’, ‘yerli’ olmana çok vurgu yapıldı bunun ile ilgili düşüncelerin nelerdir? İlk olarak fikirlerimin benimsenmesi beni sevindirdi. Eskiden Kıbrıs beni sevmez diye düşünürdüm ve bundan dolayı küskündüm Kıbrıs’a, bu terimle Kıbrıs’ın beni sahiplendiğini hissederim ve bunun beni mutlu eden bir tarafı da var. Öte yandan Bu sıfat bir iktidar aracıdır ve bir gün ürettiklerim Kıbrıs’ı rahatsız ederse beni alaşağı edebilir. Ancak bunu da belirtmek lazımdır ki serginin verdikleri çok Kıbrıslı hisler. Bu nedenle sergiye gelen birçok insan ağladı. Bu sergi Ankara’da sergilenseydi aynı etkiyi yaratmazdı. Belki ben de şimdi yazdığım cümleleri yazmazdım duvarlara. Ayrıca bu Kıbrıslı söyleminin milliyetçilik içermediğini düşünüyorum. Neşe Yaşın Işık Kitap fuarındaki bir panelde diğer ülke-

Orada Olmayan Tanrı Dünya Güneş’in etrafında döner. Fakat bu hep böyle olmadı. Bir zamanlar Güneş Dünya’nın etrafında dönerdi. Yüzyıllarca bu görüş hakimdi. Aksi keşfedilene dek. Hatta birkaç yüzyıl sonrasında bile. Gösterilen hayli çabadan sonar Dünya Güneş’in etrafında dönmeye başladı. Hıristiyanlık Güneş Sistemi konusunda yanılıyordu. Ya başka konularda da yanılıyorsa? Daha gösterime girmeden Amerika’da ve dünyada tartışmalara yol açan ve muhafazakar kesimin tepkisini çeken bir belgesel. İsa nasıl 2 milyar insanın gözünde tanrı haline geldi? Acaba bu insanlar İsa’nın gerçek öğretilerini mi takip ediyor? Yoksa bir takım Hıristiyan gelenekleri başka kültürler ve dinlerden mi alınma? İsa gerçekten var oldu mu? Olduysa tam olarak ne zaman? Onunla ilgili bilgiler günümüze nasıl ulaştı ve bunlar sağlıklı bilgiler mi? Bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı efsane? Bu bağımsız belgeselde İsa’nın hiç yaşamadığı iddiası, günümüz Hristiyanlığı ve Hristiyanlarına eleştiriler ve çocuklara verilen dini eğitimin tehlikeleri gibi konular işleniyor.

lerde bizleşmenin milliyetçi duygular içermesine rağmen bu coğrafyada daha çok sömürgeciliğe karşı başkaldırı olduğunu söyledi ona katılıyorum. İzole edilmiş bir toplum olarak sürekli birilerine kendimizi anlatmaya çalışırız ve bunu yapamayız. Oysa duyulmaya çok ihtiyacımız var. Bu serginin bana göre başarılı olma nedeni kendimizi anlatan şeylere olan açlığımız ve bu serginin bizi bize anlatmasıydı. Burada kültürel bir erozyon durumu var, tükettiğimiz sanat çoğu kez başka yerlerdendir. Toplumda bir var olma isteği var. Sanatı var olma aracı olarak görürsek aslında insanlar bu sergiye var olmaya geldiler. Söyleşiden neden yorgunuz sorusuna cevap denemeleri: • Medya ve teknolojinin daha çok hayatımıza girmesi • Keşke diyarlarında bulunmak • Gerçek duygularını söylememek • Şehirleşme ve urbanizm • Kapitalist sistem • Kıbrıs’ta doğmak • Bayraklar • Dağ • Pasaportlarımız • Hayallerden uzaklaşılması

Dini inanca sahip kişilerde fark ettiğim enteresan bir özellik var. Birbiriyle çelişkili iki durumu da aynı anda, aynı yerde, aynı beyinle kabullenebilme yeteneğine sahipler. Aklıma ilk gelen örneklerden başlayacak olursak; bir kitap düşünün (ki bu kitabın “Allah” katından gönderildiğine inanıyorlar) içinde hem “İslam dini hoşgörü dini’dir” hem de “Din’de zorlama olmaz” yazacak ve dönüp “İslam’dan gayri bir din’e inananlar sapıktırlar” ve “Müşrikleri (puta tapanları) öldürünüz” diyecek. Ve benden de bu kitaba inanmamı bekleyecekler. Çok çok teşekkür ediyorum fakat sizdeki çelişkileri görmemezlikten gelme yeteneği veya korkusu bende bulunmamaktadır. Ben bunu fark edebiliyorum, fakat üstün yetenekli kimseler bunu görmezden gelebilecek güce sahipler veya “aman kitap sorgulanmaz” “Allah ne dediyse doğrudur” “aman günah, çok karıştırma” vb korkulara sahipler. Bu özellik gerçekten benim ilgimi çektiği için bu makaleyi yazma gereksinimi duydum. Lütfen kimse art niyet aramasın. Bence dini safsatalarla büyüyen, yetiştirilen bireylerin bu tip çelişkileri görmezden gelme yeteneği, sorgulayamama yeteneği ve eleştirememe yeteneği daha rahat gelişir ve kendisine sunulan her verinin kesin doğrular olduğunu kabul etmekten hiç çekinmez hale gelir. Çünkü bu safsatalar beynin hücrelerine öyle bir yerleşmiştir ki; kendisine sunulan şeylerin aralarındaki çelişkileri, tutarsızlıkları görmezden gelebilecek istenen beyne kavuşturulur. İstenen de tam olarak budur zaten “zekânın körelmesi”. Okuduğumuz kuranın içinde mevcut bulunan çelişkiler tabiî ki ilk paragraftakilerle sınırlı değildir. Bunları daha sağlam bir zeminde tartışacağız. Örneğin kitaptan alıntı yaparak ilerleyelim. “O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (Bakara suresi 2. ayet) ve “Hâla Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisa Suresi 82. ayet) Yani kuran bize diyor ki bu kitapta şüphe yoktur, Allah tarafından gelmemiş olsaydı içinde birçok çelişki mevcut olacaktı. Yukarıda saydığım tutarsızlıklar? Bununla yetinmediyseniz devam edelim. “Allah dileseydi puta tapmazlardı. Seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de değilsin.” (Enam suresi 107. ayet) ve “Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.” (Enam suresi 111. ayet) Yani yine kuran bize diyor ki Allah isteseydi puta inanmazlardı ve yine, eğer Allah dileseydi inanç sahibi olurduk. Bundan benim anladığım; Allah denen şey isteseydi ona inanırdık, inanıp inanmama durumu onun elindedir. Yani eğer Allah dileseydi insanlar puta da tapmaz-

lardı ve ona da inanırlardı. Fakat bunu Allah dilememiş. Biraz gözlerimizi açarak okumaya devam edersek eğer şunları da göreceğiz. “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” (Tevbe suresi 5. ayet) ve “Rabbin’den sana vahyolunana uy, O’ndan başka tanrı yoktur, puta tapanlardan yüz çevir.” (Enam suresi 106. ayet) Şimdi insanların puta tapma veya tapmama ihtimal-

leri Allaha bağlıysa eğer neden onlara yüz çevrilsin? Hürmetli aylar çıkınca öldürülsün, hapsedilsin? Ayrıca Tevbe5’e ve Enam 106’ya baktığımızda İslam’ın hiçte hoşgörü dini olmadığını görmekteyiz. Hoşgörü içeren bir din olsa kimsenin öldürülmesinden yana olmazdı, kimseye yüz çevrilmesinden yana da olmazdı. Eğer dinde zorlama olmasaydı bu sureler de olmazdı. Kimse kusuruma bakmasın ama bu din; hiçte hoş görülü değildir. Çelişkiler bunlarla sınırlı değil tabiî ki. Kuran öyle bir çelişki yumağı ki aynı ayette bile çelişki içine düşebiliyor. Yeter ki anlayan araştıran gözlerle bakalım. İşte buyurun “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslamiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür bataklığında bırakır.” (Enam suresi 125. ayet) Çok saygı değer Allah’ımız kimi doğru yola iterse kalbini İslamiyet’e açarken, kimi saptırmak isterse de kalbini sıkıntılı kılıyormuş. Yukarda verdiğim örneklerle de anlaşılacağı gibi, Allah isterse inanırsınız istemezse inanmazsınız. Bunu söyleyen ben değilim kurandır. Yani hem beni saptırmak istedi ben de saptım hem de beni küfür bataklığında bırakıyor. Hem de inanlara beni öldürmelerini, hapsetmelerini istiyor. Ayrıca bana yüz çevirmelerini de. Biri hoşgörüden mi bahsetmişti? Şimdilik söylemek ve göz önüne vurmak istediklerim bunlardı. Halen daha ikna olmayan olursa veya daha fazla çelişki görmek isteyen de olursa gelecek sayılarımızda da bu çelişkilerin devamını sizlere zevkle sunabilirim. Not: Makalede geçen tüm sure ve ayetleri Türkiye Diyanet Vakfının internet sitesinden ve T.C Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığının internet sitesinden bakarak yazdım. İsteyenler oradan veya daha fazla güvenilir bir kaynak varsa oradan bakabilir.


3

16 EYLÜL 2011 CUMA

Kültür ve Popüler Kültür Günümüz hayatında insanlık ayıbını belirgin bir şekilde hissettiren, günden güne daha da ticari hale gelen sınıf ayrımcılığı, “birilerinin” hep en üst sınıfta olma çabaları, kendi kültürel kimliklerini kaybetmek uğruna girdiği “popüler” olma yarışı, zengin – fakir, efendi adam – kötü kadın, akıllı çocuk – tembel çocuk gibi ifadelerin sıklıkla kullanıldığı, “kültürlü” ifadesinin insanlar arasında üst sınıfa ait olma, nazik ve ince olma, eğitimli, sanatsal ve “şehirli” olma anlamına geldiği, “kültürsüz” ifadesinin ise, alt sınıfa ait olma, eğitimsiz ve kaba olma anlamında kullanıldığı, “modern” tanımıyla sınıflandırılan değerlere daha yakın olarak “beyaz” ve daha uzak olarak “siyah” sıfatı ile insanların sınıflandırıldığı günümüzde, kim olduğumuzu daha iyi anlamak ve insan olduğumuzu haykırmak, popüler kültürün göz boyayan köleliğinden kurtulmak için... Yüz yıllardan beridir kültür, uygarlıkla, medeniyetle ve modernlikle eşleştirilmiş ve insanlara öyle sunulmuştur, bugün günlük konuşma dilinde de ayni şekilde kullanılmaktadır. Aslında kültür, insanın kendi yaşamını, geçmişten gelen tecrübeler ve birikimlerle ve kendi yarattıklarıyla nasıl ürettiğini anlatır, kültür, insanın toplumsal yaşamın her alanında kendisinin ve kendisinin olanın (veya olduğunu sandığının) ifadesidir. Günümüzde ise kültür bir toplumun ortak tarihsel bilinci olarak, kapitalizmin insanları bir arada tutacak “hayali kimlikler” yaratmasıyla, ortak alan, ortak ulus ve ortak kültür “öteki” tanımı üzerine kurulmuştur. Halk kültürünü tarihle doğrudan özdeşleştirmiş ve tarihi olmayı ona sahip çıkmayı ve bir ulusu diğerinden farklı kılmayı “kültür” aracılığıyla benimsetmiştir. Örnek olarak, bugün Türkiye ve orda yaşayan farklı kültürlere sahip onbinlerce insana “Osmanlı Kültürü” ile diğer dünya ülkelerinden ayrı olduğuna inandırma ve asimilasyon çabaları ve Karadeniz müziğini kapitalist piyasanın sahiplenmesi gibi.. Oysa ki kültür bir zamanlar insanların tecrübeleri, öğrendikleriye bişeyler üretmeleri, üretme yöntemleri, ve yaşam biçimleri olarak tanımlanmaktaydı. Topluluklar maddi yaşam koşullarının yansıması ile kendilerine özel araç-gereçlerle, kendilerine özel yaşam biçimleri ortaya çıkararak kendi kültürlerini oluşturmaktaydı. Bu kültür, aynı yer ve zamanda yaşayan insanları kendi için, kendi kendine yaptıklarıydı. Bugün ise Kapitalist pazarın kültürel üretimi ele geçirmesiyle birlikte yerel kültürel üretim ve pratikler dışarıdan gelen planlı, kültürel tahribatlarla dönüşüme uğramıştır. Kapitalist üretimin gelişmesi ve fabrikaların artması, emeğin değer kaybetmesi, nüfusun kentlerde toplanması, insanların karar alma süreçlerinin merkezileşmesi, insanlığa ait değerlerin ve ihtiyaçların “telif hakının” büyük sermayeler

tarafında satın alınması üretimi tekelleştirme politikaları bireyleri üretmekten çok emeğini satmak zorunda bırakmıştır. Ve üretileni elde etme çabası günümüz popüler kültürünü yaratmıştır. Popüler kültür pazar tarafından pazarda tüketim için sipariş edilen, ısmarlama kültüründe en popüler ürünleri ve tüketimleri anlatır. Bugün yaygın kullanımı olan “insanların çoğu tarafından sevilen ve tercih edilen” anlamına gelen popüler kültür kavramı tamamen bilinçli yaratılmıştır. Burjuva demokrasilerinin yükselmesi ve bu demokrasilerin popüler seçim özgürlüğüne dayanan meşruluk iddiası ve bunun siyasal alandaki ifadesi olan seçim süreçleriyle yan yana olmuştur. Kültür öğelerini ( halk oyunu, halk ozanı, ağıt, öyküsü vb.) tanımlayan halktı, ancak bugün bunu yapan kapitalizmdir. “Piyasa” bugün yereli öne çıkarma, demokratikleşme adı altında bütün alanları kendi mekanizmasına dahil ederek tanımlamaktadır. Popüler kültür, kapitalizm tarafından üretilen ve halka empoze edilendir. Halka ait olandan, halkın tercih ettiği şeklindeki “popüler” kavramına yönelmedir. Bir zamanlar halkın yaptıkları kendisine ait olandı ancak kapitalizm tarafından halka ait olanın çalınmasından, halkın sevdiği anlamına dönüştürülmüştür. Halk kelimesi gerçekte yalnızca meşrulaştırma aracı olarak kullanılmaktadır. Kapitalizm tarafından ele geçirilenin dışında, direnişi ve alternatifi üreten halk kültürü de bulunmaktadır. Halk kültürü ile popüler kültür bu durumda karşı karşıya gelmektedir. Alternatif kalabilmek veya iyi direnmek arasında da bir mücadele gerçekleşmektedir. Kapitalizm, alternatif olanı anlamlandırmakta ve yeniden biçimlendirmektedir. Kapitalizm bu anlamlandırmayı farklı şekillerde yapmaktadır. Örneğin, halk kültürünün, yerel satışın dışında kullanılma olasılığı yoksa, kendi haline bırakılır ve uluslararısılaşan yerel ticaret ve kültürel egemenlik altında kapitalist üretim ilişkilerinin getirdiği şeçeneklerle karşı karşıya kalır: Ya ayak uydurumak için ticarileşmek ya da mücadeleci karakterinin keskinleştirmek . Bu durumda halk kültürü kendi içine kapanma tehlikesi ile karşılaşmakta ya da devrimci bir kültüre yöneldiğinde ise egemen sistemin baskı ve zoru ile karşı karşıya gelmektedir. Kapitalist üretimin seçenekleriyle karşılaşan alternatif kültür Kapitalist pazarın egemen gücü içinde uzun dönemli olamaz. Ya da çok tutulursa popülerliği artırılarak kapitalist pazar tarafından ticari araç olarak hemen ele geçirilir ve popüler kültür olarak halka sunulur.

İnsan Ticaretine Karşı Avrupa Konseyi Sözleşmesine ilişkin rapor GRETA’nın (İnsan Ticaretine karşı Uzmanlar Grubu) İnsan Ticaretine Karşı Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nde uygulanmasına ilişkin raporu 12 Eylül 2011 tarihinde yayınlandı. Temel birçok insan haklarının ihlali ve ‘modern kölelik’ diye de adlandırılan emek sömürüsünün en kötü biçimlerinden biri olan insan ticaretinin Avrupa Konseyi Sözleşmesine göre tanımı ‘kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye kullanma kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması ve teslim alınmasıdır’. GRETA Kıbrıs Cumhuriyeti’nde 2008’de yürürlüğe girmen Sözleşmenin uygulanması ile ilgili denetleme yapan izleme mekanizmasıdır. Raporda, konsomatris vizelerinin kaldırılması, insan ticaretine karşı yasanın oylanması ve bir faaliyet planının hazırlanmasına olumlu bakıldığı kaydedildi fakat, hem cinsel istismar amaçlı hem de ekonomik sömürü amaçlı insan ticaretini engelleme, mağdurların korunması ve tacirlerin cezalandırılması ile ilgili sorunlar olduğunun ve yasalarda da eksiklikler bulunduğunun da altı çizildi. Konuyla ilgili başka rapor ve yasalarda da gözlemlenebileceği gibi yine bu sefer de, seks işçiliğinin ‘cinsel istismar’ adı altında diğer ekonomik sömürü şekillerinden ayrı tutulması da dikkatleri çekti. Bu tavır, hem kadının dahil olduğu sektörlerin ‘iş’ten sayılmadığına vurguyu yeniden yaptı (ev işçiliği de ayni şekilde kollektif iş anlaş-

malarına tabii tutulmayan bir sektördür), hem de ahlakçılık kılıfında sömürünün küresel ekonomik sömürü bazından dikkatleri uzaklastırdı. Raporda Kıbrıs Cumhuriyeti yetkililerinin, insan ticaretini önlemede çok önemli olan, insan ticareti mağduru insanların sağladığı hizmetler ile ilgili talebi düşürmeye ilişkin hiçbir önlem almadığı ve insan ticaretinin en yaygın biçimlerinin önüne geçilmesi için böyle önlemlerin en yakın zamanda alınması gerektiği belirtildi. Raporda ayrıca proaktif olarak eğlence, turizm, tarım ve ev içi işleri gibi potansiyel insan ticareti durumlarının olabileceği sektörlerle ilgili soruşturma yapılması gerektiğini söyledi. Bilindiği gibi Kıbrıs’ın hem güneyi hem de kuzeyi insan ticareti konusunda bir ‘varış’ ülkesidir. Kıbrıs’ın Kuzey’inde, gece kulübü sektöründe cinsel istismar amaçlı insan ticareti, sanayi ve tarım sektörlerinde de emek sömürüsü amaçlı insan ticareti olguları bulunmaktadır. Kuzey’deki yönetim ise sözleşmeye taraf değildir ve yerel yasarında da insan ticareti yasaklanmamaktadır. Özellikle de gece kulüplerine ilişkin konunun sömürü değil fuhuş boyutu öne çıkarılmakta ve kuzey Kıbrıs yasaları gece kulüpleri ile ilişkin yalnızca vergileri ve kamu sağlığını düzenlemektedir. İnsan kaçakçılığına zemin hazırlayan ırkçılık ve dışlayıcı göç rejimlerine, yani insan kaçakçılığındaki devletin direkt rolüne vurgu yine azdır.

Köyüm Köyüm Güzel Köyüm Seviyorum aslında, hem de çok seviyorum. Adı Pergama fakat kimi insanlar Beyarmudu dememiz için baskı yapıyorlar. Kendimi bildim bileli onu da biliyor, kendimi sevdim seveli onu da seviyorum. Ben kendimi bu köyde evimdeymişim kadar rahat hissedebiliyorum. Bütün bunlar bu köyü sevmeme yeter. Bütün zorluklarına rağmen sevmeme yine de yeter. Bütün zorluklardan kastım mı ne? Onu da hemen açıklayayım. Köyümde baş gösteren ırkçılıktan, köyümün içinde sürekli dolaşan askeri araçlardan, çeşit türlü barikatlardan, dikenli tellerden, kaçakçılığın en popüler yeri olmasından, nefret ediyorum. Fakat ben köyümü, Pergama’yı seviyorum. Bizim köyün girişinde T.C işgalci ordusu konuşlanmış durumda. Ellerinde silah bekliyorlar. Neyi beklediklerini oradaki nöbetçi askerlerinde bilmediği bakışlarından konuşmalarından da anlaşılabilir bir şey. Gece köyümün dışından köyüme doğru yürüyerek geçmek yasakmış. Neden mi? Boş ver. Sorgulama. Asker yasak dediyse yasak işte! Emir büyük yerdenmiş. Ne de olsa omzunun üstüne taktığı yıldız şeklindeki kumaş parçası ne kadar çoksa, o kadar büyük olunuyormuş. Emrine daha çok insan giriyormuş. Konumuz bu değildi fakat değinmeden de edemedim. Çok ağırıma gidiyor. Hem de çok. Dedemden kalan, çocukluğumuzun geçtiği toprağa, ekip biçtiğimiz, kafa dağıttığımız, enerji boşalttığımız, mutlu olduğumuz ovaya gitmek için; omzu yıldız şeklindeki kumaşlarla dolu adamın iki dudağının arasından çıkacak söze bakmak çok ağırıma gidiyor. Anlayın işte o. O yıldız kaplamalı insan, adı her neyse, ben komutan diyeceğim. Köydeki komutan her değiştiğinde; yan tarafları dikenli tellerle donatılmış, hemen dibinde iki katlı demirden başka bir yapı olan, etrafında da birkaç çiçek bulunan demir barikatta yeni bir prosedür çıkıyor karşımıza. Kapıda eli silahlı iki asker barikatta beni durduruyor geçemezsiniz diyor. Komutan demiş ki bilmem neyin neresinden kâğıt alıp, bilmem neyin neresine imzalatıp, geçmek için başvuracakmışım. Komutan da isterse bırakırmış ve bir dahaki komutan değişikliğine kadar geçebilirmişim. Sizce de garip değil mi? Az önce söylediğim o toprak parçasına geçmek için, hayatı boyunca o toprağa ayak basmamış, köyümün adını doğru düzgün bilmeyen bir adam çıkıyor ve benim toprağıma gitmeme engel oluyor. Benim toprağıma. Ben nenemle dedemin yan yana yattığı mezarlığa gidip çiçeklere su vermek istiyorum, kendi aramızda isimlendirdiğimiz “küçük barikattan” geçerken K.K.T.C polisi durduruyor ve geçemezsin diyor, diğer kapıdan dolaşmalıymışım. Fakat bir cenaze töreni olduğunda kimse ses çıkaramıyor. Sanırım orada köyümün adını bile bilmeyen polis de, aynı şekildeki komutan da ne yaptıklarını bilmiyorlar. Tam burama kadar geldi demişken sevgili belediye başkanımız bir açıklama yapıyor, tirajı yüksek bir gazete manşet atıyor. “Barikatlardan şikâyetçiymiş” sayın belediye başkanımız. Ne güzel, ne hoş ben de şikâyetçiyim. Hem de çok şikâyetçiyim, hem İngiliz polisi SBA dediklerimizin kurduğu barikattan, hem işgalci ordunun kurduğu barikattan hem de iki adet olan bu K.K.T.C diye lanse edilen ülkenin polislerinin bekçiliğini yaptığı barikatlardan şikâyetçiyim. Eğer ben ovama gitmek için omuzu galaksi gibi yıldız dolu olan adamdan izin alıyorsam, eğer ben komşuma K.K.T.C polisinin beklediği barikatta durup saçma bir kağıt mühürletip geçtikten birkaç metre sonra İngiliz polisi olan SBA’ in hem kimlik hem de araç kontrolünden geçtikten sonra gidebiliyorsam, eğer nenem ve dedemin mezarlığındaki çiçekleri sulamak için K.K.T.C polisinin beklediği küçük bir barikattan geçmeme izin verilmiyor ve diğer barikatlara yönlendiriliyorsam, eğer birkaç sene futbol oynadığım futbol sahansın üçte birlik kısmı kuzeyde üçte ikilik kısmı güneyde kalıyorsa, hemen sahanın yanında demir bir barikatta asker kontrol yapıyorsa ve kafasına göre barikattan geçirtip geçirtmiyorsa, bu işte bir sıkıntı var demektir. Sayın başkanım lütfen bir dahaki sefere bunları da söylemeyi ihmal etmeyin. SBA barikatı sıkıntı çıkarmasına rağmen maalesef, sıkıntı çıkaran tek barikat SBA barikatı değildir. Üstelik köyde SBA’in sadece bir tane barikatı mevcuttur. İlla barikatlardan şikâyet edilecekse (ki bence edilmelidir) neden sadece SBA barikatından şikâyet ediyorsunuz da diğer barikatların yüzüne bile bakmıyorsunuz? Siz hiç sabah 5’te barikattan geçtiniz mi? En çok nerede vakit kaybettiniz? Türklerin durduğu barikatta vize yapılmasını beklerken mi? Yoksa SBA’in kurduğu barikatta çoğu zaman sadece kimlik göstererek geçerken mi? Sorunun yanıtı belli. Siz sadece cevap vermek isteyin yeter. Lütfen beni yanlış algılamayın, ya da anlamak istediğiniz gibi anlamayın. Ben SBA barikatının varlığından da huzursuzluk duymaktayım, diğer barikatların varlığından da. Gönül isterdi ki hiçbir yerde barikat olmasın. Ne köyümde, ne ülkemde, ne de dünyamda. Hudutsuz, silahsız, askersiz bir Kıbrıs ve dünya mümkün.


4

16 EYLÜL 2011 CUMA

Bize ne oldu böyle?

Aşağıda olan YKP-fem aktivisti Faika Deniz Paşa’nın 24. Işık Kitabevi Kitap Fuarı’nda 11 Eylül Pazar günü yapılan “Bize Ne Oldu Böyle” panelindeki konuşmasının metnidir. Bize ne oldu böyle? Ben bize ne oldu böyle derken adlı bir panele katılma daveti aldığımda daha ne oldu kelimesine gelemeden önce bizi düşünmeye başladım. Biz kimdi? Kıbrıs coğrafyası vardı bu bizin içerisinde. Peki de coğrafyamız ikiye bölünmüş, iş saatlerimin yarısını geçirdiğim güney temelli düşündüğümde bize olanlar korkutucu şekilde artan neonazizm, yabancı düşmanlığı ve nefret suçlarıydı. Ama bu panel kuzeyde olacaktı bu nedenle kendimi kuzeyle sınırlandırmaya karar verdim. Kuzeydeki biz içerisinde ama yine sorun yaşadım. Kuzeyde biz kelimesi sizin anne babanızın ya da nene dedenizim doğduğu coğrafyaya, cinsiyetine, cinsel yönelimine, engeline, sınıfsal konumuna vs göre gerçekten değişken. Nüfusa ne oldu? Nüfus aktarımı, demografik yapının değişmesi, yok oluyoruz korkuları aslında çok gerçek bu gün 74den önce ailesi Kıbrıs’ta olan insanların dile getirdikleri korkular. Ama burada düşünmemiz gereken esaslı konu gerçekten nüfusa ne olduğudur. Nüfus ile ilgili en büyük önyargı, 1974’den sonra gelenlerin tek tip insanlar olduğudur . ‘Türkiyeliler’, ‘yerleşikler’ gibi adlandırılır bu insanlar ve hepsinin aynı olduğu varsayılır. Oysa ki gerek geliş biçimleri (birinci dalgada zorunlu göç görülür,1980lerde solun yükselişinin önüne geçmek amacı ile ikinci dalganın göçünün teşvik edildiği olguları vardır, üçüncü dalgada ise daha çok ekonomik göç unsurları bulunur ki bunun insan ticareti de dahil sömürülme boyutu da vardır özellikle Kürt göçmenlerle ilgili) gerek etnik köken (Türk, Kürt, Arap, Laz, vb…)gelinen coğrafya (Anadolu’nun kuzeyi güneyi, güney doğusu vb…) dil (Kürtçe, Türkçe, Arapça, vb…) din (Suni , Alevi, Ortodoks vb…) Yani demografik yapı elbette değişime uğramıştır ama bu değişim homojen değil dinamiktir. Değişen nüfus bir mozaik görüntüsündedir. Egemen Türkiye ve işbirlikçileri maalesef bu mozaiği kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmiştir. Böl yönet politikasını işleyerek gerektiğinde insanları farklılıkları ile bölüp, gerektiğinde de ortak payda olan İslam ve Türkiyelilik üzerinden yönetebilmiştir. Burada bir de elçilik ve askerin baskılarına daha açık olduğunu konuşmak gerek nüfusun. Kıbrıs’taki muhalif hareketle dayanışma ya da içinde yer alma durumunda politik sınır dışıları geçmişte de olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Üzerinde durulması gereken başka bir nokta da 1974 sonrası adaya Anadolu’dan gelen nüfusun büyük bir bölümünün politik olarak tek derdinin Türkiye’ye bağlılık olarak düşünülmesidir. Bu genelleştirme ve genelleştirilen bir gruba belirli özellikler yükleme nefret söylemidir ve nefret suçlarına dönüşebileceğinden içerisinde büyük tehlikeleri barındırmaktadır. Solun bu noktada üzerine düşen çeşitliliği

kutlamak, bu mozaiğin ortak paydasını, onu birlikte tutanı bulmak ve mücadeleye bunun üzerinden devam etmektir. Solda nefret söylemi üzerinden bir duyarlılık olmaya başlamıştır. Akademisyenlerimiz bunun üzerine yazmakta konuşmakta ve bilincin artmasına büyük katkılarda bulunmaktadırlar. Bunun üzerine duyarlılık oluştuğunun açık bir göstergesi ise 2. Varoluş Mitinginde üzerinde ‘Kıbrıslı Türkiyeli Kardeş Ankara Kalleş’ yazan Baraka Kültür Merkezi pankartıydı ki ilk miting sonrası talepleri çarptırmak ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki toplulukların arasına nefret sokmak amaçlı politikalara verilen çok güzel bir yanıttı. Kadınlara ne oldu? Biz kadınlar, toplumsal cinsiyet rollerimizden dolayı sıkıştığımız özel alandan kamusal alana çıkmaya başladık erkeklerin rollerinden biri olan ekonomik kazanç sağlamayı üstlendik ama bunu kendi özel alandaki rollerimizden vermeden yapmaya çalışıyoruz. Ev içindeki emeğimiz göz artı edildi, aşağılandı. Yetişemediğimde ‘diğer’ göçmen kadınları çalıştırdık, emekçi bile diyemedik ama onlara ancak ‘yardımcı’ çünkü biz bile iş olarak göremedik ev içindekileri. Oy hakkımız oldu ama seçme hakkımızı tam kullanacak seçilecek ne vaktimiz, ne alanımız oldu ne de bunun koşulları ve zemini hazırlandı. Sendikalarda, partilerde örgütlendik ama bunları şekillendiremedik, yönetimine yeterli olarak katılamadık. Aile içinde yaşadığımız şiddeti yasalar ve yargı göremedi. Bedensel bütünlüğümüz değil toplumun ahlakı önce geldi. Belki bu gün cinselliğimizi daha özgür yaşayabilsek de, ama bir heteroseksüel erkek kadar değil, cinsel yollarla geçen hastalıklar, doğum kontrol yöntemleri hakkında eğitim sunmak ayıp sayıldı. Tecavüze uğradık, dayak yedik, taciz edildik söyleyemedik. Söylediğimizde deşifre edildik, nedenleri sorgulandı, medya bundan rant sağlamaya çalıştı. Ancak kadınlar olan politik alanda kendi-

mize yer açıyoruz. Bu gün gerek FEMA gibi aktivist gruplar altında gerek partiler içerisinde YKP-fem gibi feminist örgütlenmeye gidiliyor. . YKB ve Sosal Riskleri önleme vakfı altında örgütlenen kadınlar devletin yükümlü olduğu hizmetleri sağlıyor. Siyasi partiler tecavüzü ajandalarına alıp basın bildirisi yayınlıyor. Yeri geldiğinde de dayanışıyor. Bu yıl 8 Martta birçok parti, sendika, STÖ ve aktivist grubun katılımı ile kitlesel bir biçimde eyleme gidildi. Feminist İnisiyatif adı altında birçok değişik örgütlerden ve bağımsız olan kadınlar Erdoğan’ın 4 çocuk fetvasına karşı kimse bedenimi işgal edemez dedi. Bu süreç daha tabii ki yeni yeni başladı. Eksiklerimiz yok mu, var. Ama eksiklerimizden öğrenip başarılarımızdan güçleniyoruz ve değişimi getiriyoruz. LGBTTQ yönelimi olanlara ne oldu? Heteroseksüel ilişki biçimi ve yaşam tarzı bizlere tek kabul gören, ‘doğal’ olarak olması gereken bir ilişki biçimi olarak sunuldu ve hale daha sunulmakta. İngiliz döneminden kalma ceza yasasında erkekler arasında olan eşcinsel ilişki hale daha yasak, ve yasa son aylarda olan olayın bize hatırlattığı gibi 2000li yıllarda hale daha aktif olarak kullanılmakta. Bu homofobik tutum sadece yasa ile sınırlı kalmamakla, toplumun dilinden davranış biçimlerine de yansımaktadır. LGBTTK yönelimi olan bireyler yaşamın her alanında ayrımcığa, nefret söylemine ve psikolojik, fiziksel ve daha birçok şiddet türüne özellikle maruz kalmaktadırlar. Yine de homofobiye karşı örgütlenmeler de var. Bu gün Homofobiye karşı İnsiyatif ve Short bus movement’in varlıkları gerek farkındalık arttırıcı gerek destek sağlama amaçlı çalışmalar toplumu dönüştürmeye yönelik büyük bir potansiyeli barındırıyor. Engelli bireylere ne oldu? Biz olarak engelli bireyleri alırsak, toplum-

sal yaşamdan izole edilme gerçeği ile karşılaşırız. Temel bir hak olan seçme ve seçilme hakkından keyfi olarak dışlanabilen, birçok kamu binasına ve özel binalara engel bedensel olduğunda giremeyen, yani mimari yapılaşmada yok sayılan, bir göçmense eğer ne kendine ne de ailesine vatandaşlık verilmeyen Kıbrıs’ta ne kadar kalırsa, kalsın, eğitim hakkından yararlanamayan engelli bireylerde beklide bu coğrafyanın en görünmez kılınan gruplarından biri. Ancak son zamanların en etkin, yaratıcı, tabandan bir aktivist oluşum olarak Engelsiz İnisiyatifi ortaya çıktı. İnisiyatif var olduğu kısa süre içerisinde ezber bozucu eylemleri ile artık ne topluma ne de hâkim politik alana engelli kişileri görmezden gelme gibi bir seçenek bırakmıyor. Özel alana sıkışmış olan bireyleri ve deneyimlerini kamusal alanın gündemine koyuyor. …………………………………… Devamlı olarak son günlerde yok oluyoruz mah oluyoruz diye felaket naraları atılıyor. Bu konuşmamda aslında varoluş filizlerini göstermek istedim. Ve bunlar sadece yukarıda bahsettiğim grup, inisiyatif ya da eylemsellikler değil. Bu gün mahkemelerimizde bir vijdani red davası var, bu gün bizim müzik ile, dayanışma içerisinde bambaşka bir politika yapan Gommalar’ımız ve daha niceleri var. Çünkü bu coğrafyanın aslında işgal altında izole bir yer olduğunu da düşünürsek, kısıtlı şartlar içerisinde farklı ‘biz’lerin kendilerini var etme, yıllardır politik ajandayı meşgul eden kısır döngülerden sıyrılarak bu güne dair hemen şimdi hayatlarımıza dokunan konularda değişim talep ettiklerini söylemek istedim. Özlenen gelecek özgür bir ada ve üzerinde özgür halklarsa anlattığım hareketlerin buna bir alternatif değil de tam da eğer biz bu coğrafyada yaşayan ve geleceğini gören herkes isek, temellerini atmaya yönelik çalışmalar olduklarını anlatmak istedim.

YKP-GENÇLİK KAMPI YAPILDI...

YKP Gençlik eylemlerle dolu bir yazın ardından 9-11 Eylül tarihlerinde ‘deniz, kum, güneş ve sosyalizm’ sloganı ile geleneksel yaz kampını yaptı. Dipkarpaz

Altınkum’da çadır kampı şeklinde gerçekleştirilen kamp’ın ikinci gününde YKP’nin tarihi, çalışma şekli, nefret söylemi, nüfus ve çok kültürlülük konuları tartışıldı.

Eğlenceli, fikirlerin paylaşıldığı ve bilgi alışverişlerinin verimli bir şekilde yapıldığı kamp çeşitli sosyal aktivitelerin ve sohbetlerin ardından 11 Eylül günü sona erdi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.