26 AĞUSTOS 2011 CUMA
T.S.K hesap vermeli l Kıbrıs'ta Uğur Kantar adlı genç, 28. Tümen (Paşaköy) de gördüğü işkenceler nedeniyle komaya girdi ve Ankara Gata'ya gönderildi.
l Son günlerde yaşanan olay, Kıbrıs’da T.S.K’nın ve onun kontrolündeki Güvenlik Kuvvetlerinin “insanlık dışı” muamelelerini bir kez daha su yüzüne çıkardı. l Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki Türkiye ordusu kökenli komutanların, Kıbrıslı gençlere askeri eğitim vermek üzere görevli olmalarından dolayı Y.K.P Gençlik olarak kaygı duyuyoruz. l Bu suçları işlemeyi alışkanlık haline getiren Türkiye, kısa bir süre önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde mahkum olmuştu.
Faika Deniz Paşa
“Sol’dan atak...” “Sizi en çok korkutan nedir?” sorusuna "Margaret Thatcher hükümeti" diye cevap vermişti... s2
Kadınlık öğretmeni Barbie...
l T.S.K; Uğur Kantar’ın ailesine ve Kıbrıs’ta askerlik yapan herkesin ailelerine hesap vermek, açıklama yapmak zorundadır. s4
s2
2
26 AĞUSTOS 2011 CUMA
T.S.K hesap vermeli... Orduda şiddet ülkemizde devamlı şekilde hasır altı edilen konulardan biri. İntiharlar, kötü muameleler, ölümler hep gizlense de zaman zaman kamuoyuna yansıyor. Kıbrıs'ta askerlik yaptığı, 28. Tümen (Paşaköy), 61. Alay, 3. Tabur, 9. Bölük'te 'disko' olarak bilinen disiplin koğuşuna gönderilerek cezalandırılan asker Uğur Kantar, gördüğü işkenceler nedeniyle komaya girdi ve Ankara Gata'ya gönderildi, yoğun bakımda tutulan Kantar’ın hayati tehlikesi sürüyor. Y.K.P Gençlik; Bu gelişmeleri dikkatle izlediğini, gerek eylemlilik gerekse hukuksal mücadele konusunda adımlar atacağının altını çizer. Son günlerde yaşanan olay, Kıbrıs’da T.S.K’ nın ve onun kontrolündeki Güvenlik Kuvvetlerinin “insanlık dışı” muamelelerinin bir kez daha su yüzüne çıkmasına neden
oldu. Kıbrıs gençlerinin bu tür olayların yaşanmasına sebep olan T.S.K ve onun komutanları tarafından “zorunlu askerlik” uygulamasına tabi tutulduklarını hatırlatırız. Bu suçları işlemeyi alışkanlık haline getiren Türkiye, kısa bir süre önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde mahkum olmuştu. AİHM, 'disko' cezasına çarptırılan Ersin Pulatlı adlı başka bir askerin yaptığı şikayeti değerlendirerek, bağımsız mahkeme kararı olmadan 'hürriyeti kısıtlayıcı' ceza verilemeyeceğini belirtmiş ve Türkiye'yi para cezası ödemeye mahkum etmişti. Bu cezalara her zamanki gibi kayıtsız kalan Türkiye ayni suçları işlemeye devam ediyor. Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki Türkiye ordusu kökenli komutanların, Kıbrıslı gençlere askeri eğitim vermek
üzere görevli olmalarından dolayı Y.K.P Gençlik olarak kaygı duyuyoruz. “Zorunlu askerliğe” maruz kalmış bir çok gencin bildiği gibi, bizlerin de oralarda ne tür cezalar uygulandığını; yaşadığımızı, gördüğümüzü, duyduğumuzu belirtmek isteriz. Korgeneral Adem Huduti, Kuzey Kıbrıs’ta işgal edilmiş bölgedeki silahlı güçlerin, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutan’lığı ve onun emrindeki Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın başıdır ve burada “zorunlu askerliğe” mecbur bırakılan gençlerin ailelerine karşı sorumludur, Uğur Kantar’ın ailesine ve Kıbrıs’ta askerlik yapan herkesin ailelerine hesap vermek, açıklama yapmak zorundadır. Y.K.P Gençlik; T.S.K’ nın açıklıkla, sorumlularıyla birlikte tüm olanları kamuoyuyla
paylaşmasını talep eder, konuyu gündemde tutmak için demokratik sınırlar çerçevesinde her türlü eylemde bulunacağını vurgular. Y.K.P Gençlik
“Sol’dan atak” Günümüzün sol görüşlü Futbolcuları... Günümüz çağında futbollarıyla söz edildikleri kadar görüşleriylede söz edilen futbolcular var. İrlanda Milli Takımı'nın eski oyuncuları Tony Galvin ve Chris Houghton.. Manchester United’da 11 sene futbol oynayan iskoç futbolcu Brian Mc Clair de sol görüşlü oyunculardan. McClair bir röportajında “Sizi en çok korkutan nedir?” sorusuna "Margaret Thatcher hükümeti" diye cevap vermişti. Ayrıca adanın iki büyük hocası Alex Ferguson ve Bill Shankly’nin de bu görüşe yatkın olduğu biliniyor. Bill Shankly’nin “Sosyalizm benim inancıma göre bütün herkesin ortak iyilik için çalışmasıdır. Hayatı da futbolu da böyle görüyorum” sözü, onun ünlü vecizeleri arasında. Tabii söz Sir Alex Ferguson’a gelince, dünya futbolunda endüstriyelleşme ve futbol kulüplerini aynı zamanda bir ticarethaneye dönüştürme konusunda öncülük etmiş bir kulübün 24 yıldır başında olan bir adamın sosyalizmle bağlantısı ironik görülebilir. Ancak şunu ekleyelim, Ferguson, İskoçya’daki demir atölyelerinde büyümüştür ve ailesinde de bu özellik vardır. Eski futbolcu yeni Sunderland başkanı İrlandalı Niall Quinn de Margaret Thatcher hükümetinin reformlarından nefret eden isimlerdendi. Diego Armando Maradona, Fabrizio Miccoli, Jorge Valdano ve Fernando Redondo’nun da sosyalist görüşe mensup oldukları biliniyor. Eski Barcelona kaptanı Josip Guardiola da Katalanist ve anti-merkezci bir hükümet yanlısı imiş. Almanların efsane oyuncusu ve 1974 Dünya Kupası Şampiyonu takımın unutulmazlarından Paul Breitner da listede. Breitner soğuk savaş Almanyası’nın sol görüşlü hareketlerinden “Rote Armee Fraktion”ın (Kızıl Ordu Hareketi) bir üyesi idi. Şili’li Ivan Zamorano ve eski Norveçli milli futbolcu Egil Olsen de sol görüşe sahip oyuncular. Tabii böyle bir liste yapıp Cristiano Lucarelli’yi atlamak imkânsız. Dünya futbolunda, neredeyse sol görüşün resmi temsilcisi haline gelmiş olan Livorno kulübünde forma giyen oyuncu, bu felsefe ile özdeşleşmiş bir adam. Aşırı sağcıların kulübü Lazio ile Livorno’nun rekabetinde de hep spota alınan bir isim. Che Guevera’ya büyük bir hayranlığı bulunan, onun ailesiyle de ilişkileri bulunan, “Livorno hakemler tarafından kollanmayan tek kulüptür, çünkü komünisttir” cümlesini sarf edebilecek kadar açık görüşlü olan İtalyan’ın cep telefonu sinyalinin, dünya işçi hareketinin sembol şarkılarından Bandiera Rossa olduğu bilinir.
İtalya’ya gitmişken Javier Zanetti’ye de değinelim... Arjantinli’nin, Postmodern Che Guevera olarak bilinen, Meksika Zapatista hareketinin öncülerinden, Rafael Sebastián Guillén Vicente, yani Subcomandante Marcos’a yardım elini uzattığı, hatta Inter kulübünü de teşvik ederek tüm futbolcuların bu yardımlara katılmasını sağlaması önemlidir. Türkiye’de bu görüşe sahip oyunculara rastlamak çok kolay değil. Akıllarda kalan iki isimlerden eski Galatasaray’lı Metin Kurt’un eylemleri de çarpıcıdır. Bugün halen eksikliği hissedilen, futbolculara ait bir sendikayı ilk kurmaya çalışan kişidir ancak başarılı olamamıştır. Kendisinin “Halka en yakın yer yan çizgilerdir. Ben de orada oynardım. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyordum. Numaralının önünde oynamamak için bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım” demeci ünlüdür. Bursaspor
kalesini koruyan Ivan Ergic’in de sıkı bir Marksist olduğunu, BirGün satırlarında okumuştunuz. Kendisinin “para, futbola zarar veriyor. Ben de konformist bir futbolcu olmak istemiyorum. Marx, kapitalizmin çok fazla çelişki barındırdığını, insanın özünün yok olduğunu, mutlak bir yabancılaşma yaşadığını yazmıştı ve bu konuda haklı” demecini hatırlayalım.
Bunun dışında görüşlerini belirtmeseler de yaptıkları ile sol görüşe sahip olduklarını düşündüren futbolcular da var... Milan’lı Gennaro Gattuso’nun bacağındaki Che dövmesi, Thierry Henry’nin 3 sene önceki FIFA’nın ödül töreninde “yaptıklarına saygı duyuyorum” diyerek giydiği Che tişörtü, Hasan Şaş’ın oğluna Deniz Yusuf ismini koyması gibi örnekler çoğaltılabilir.
Sevgili Tanrım; Son kitabını dün kursta inceleme fırsatım oldu. Okudukça merak ettiğim bazı sorular olmadı değil. Ama sen o kutsal karizmanı kullanarak soru sormayı yasakladın. Madem istediğimizi merak edip sorgulayamayacağız bize neden bu kadar meraklı bir beyin verdin? Soru sormamızdan/merak etmemizden korkuyor musun? Bir de Tanrım, neden herkesi iyi yaratıp dünyanın iyi bir yer olmasını sağlamadın da bu kötü insanların aramıza saldın? Ya da Tanrım madem herkesin kaderi önceden belirlenmiş neden herkesin başına güzel şeyler gelmesini sağlamadın? Sen sadist misin? Kötü insanları neden yarattın? Cehenneminde yakılmak için mi? Hani sen merhametliydin ve bizi seviyordun? Tanrım neden sürekli herşeye gücünün yettiğini söyleyip duruyorsun? Senin alçakgönüllü olman gerekmez miydi? Yoksa sen narsist misin? ( narsist ne demek bilmiyorum sen söylettin! ) Ayrıca Tanrım gönderdiğin ilk dinlerin bozulduklarını, bu nedenle son din olarak İslam’ı gönderdiğini söylüyorsun. Bozulacaklarını bilmiyor muydun? Neden bozulacaklarını, uğruna savaşlar yapılacağını bile bile bunları dünyaya gönderdin?
Bozulmayacak tek bir din yapıp bunu dünyaya göndersen olmaz mıydı? Yapılan savaşlarda din her zaman ön planlarda Tanrım. Böyle olmasını sen mi istedin? İnsanlar kendi kendilerine bölünecek birçok şey bulabiliyorken neden bir de dinleri göndererek bizi daha fazla böldün? Neyse Tanrım biraz da son kitabından konuşalım. Kendinden neden her zaman ‘O’ olarak bahsediyorsun, neden her fırsatta kendini övüp biz insanları ibadete/korkuya zorluyorsun? Senin de badem bıyığın var mı? Putperestliğe karşı olduğunu söylüyorsun ama son kitabının dininde oldukça önemli bir yeri olan Kâbe bir put değil mi? “Şeytan Taşlama” sırasında taşlanan taş bir put değil mi? Bunların yanında neden son kitabında kadınlara bu kadar az önem veriyorsun Tanrım? Neden kadınların kapanmalarını istiyorsun? Neden kadınlara mirastan daha az pay veriyorsun? Neden boşanmalarda erkeklere bu kadar kolaylık (boş ol x3) tanıyorsun? Bir kız çocuğuyla 6 yaşında evlenip, 9 yaşında “gerdeğe” girmek iğrenç bir davranış değil mi? Din uğruna bile olsa sırf inancı farklı diye birini öldürmek insanlık dışı değil mi? Din uğruna savaş-
mak “Hoşgörü Dini” imajıyla çelişmiyor mu Tanrım? Tanrım eğer sen daha önceki kitaplarında dediğin gibi dünyayı 6 günde yaratmışsan herhalde şu an halen evrenin bir köşesinde bişeyler yaratmaya çalışıyorsundur. Hani sen ‘ol’ deyince olurdu? Neyse Tanrım sanırım buraya kadar. Belki kötü niyetli değilsin ama kitaplarını gerçekçi ve inanılası/yol gösterici bulmuyorum. Hatta artık var olup olmadığın konusunda da emin değilim. Eğer darılmazsan bundan sona yoluma sensiz devam etmek istiyorum. Seninle birşeyler paylaşmaya çalışmak güzeldi. Umarım sen ve sana inananlar bu ayrılıktan dolayı bana darılmazsınız. Kendine iyi bak Tanrım. Turan Kurşun
3
26 AĞUSTOS 2011 CUMA
TEPKİSİZLEŞME(!) Niyazi Çoban Öncelikle başlığı izah ederek başlayayım. Farklı tonlamalarla farklı anlamlara gelebilen bir sözcük “tepkizisleşme”. Bir yanda “tepkisizleşmek” fiilinin isim hali olan “tepkisizleşme”; diğer yanda, insanları tepkisizleşmemeleri konusunda uyarmak için genellikle sert bir şekilde söylenen “tepkisizleşme!”. Yazının başlığındakinin hangisi olduğuna gelince. Siz hangisini yakıştırırsanız o olsun. Muhtemelen her yönetici, söylediklerini harfiyen yapan, onun doğrularını doğruları kabul eden, ona karşı olumsuz bir söz söylemeyen, olumsuz bir eylem yapmayan bir toplum ister. Tıpkı George Orwell’ın meşhur Hayvan Çiftliği’nde anlattığı gibi. Hiçbir tepki vermeyen, yönetim nereye çekerse oraya giden bir “koyunlar” sınıfı, pürüzsüz bir iktidar için olmazsa olmazdır. Bunun yolu da insanların tepki vermesini engelleyerek söylenenleri bariz doğru kabul etmesini sağlamaktan geçer. Toplumu tepkisizleştirmenin çok çeşitli yolları vardır. Bunlar arasında şiddet, bıktırma, öğrenilmiş çaresizlik, göstererek gizleme ve benzerleri sayılabilir. Bu yöntemleri biraz açmak gerekirse; Şiddet ile tepkisizleştirme; Herhangi birisinin herhangi bir ülkeye gelişini protesto eden bir gösterici kitlesi üzerine polisi yollarsanız ve polis kendi halinde toplanmış, olaysız bir şekilde olduğu yerde duran kalabalığa tekme tokat dalarsa, daha sonra bu polis
terörünü protesto eden göstericilerin üzerine biber gazlı fedailerinizi yollarsanız, daha sonra bu polis terörünü de protesto eden göstericilerin üzerine de benzer şiddet elçilerinizi gönderirseniz amacınız şiddet kullanarak protestocuları susturmak, halka ibret olsun diye sesini çıkaranları cezalandırmak suretiyle tepkisiz bir halk elde etmektir. Bıktırma yoluyla tepkisizleştirmeye gelince; mesela yurdunuzun geçmişinde emperyalist bir devletin kapitalist bir kuruluşunun maden arama sevdası yatıyor olsun. Bu kuruluş vakt-i zamanında yurdunuza gelsin, taşını toprağnı sömürsün sonra da “bazı” sebeplerden dolayı bütün pisliğini geride bırakarak kaçsın gitsin. O bölgede kanser oranları artsın, çevre kirliliği alsın başını gitsin, denizlerin rengi değişsin siz de tehlikenin farkına vararak halkı ve yönetimi uyarmaya çalışın. Dernekler kurun, örgütlenmeler yapın, seminerler, paneller, eylemler yapın, başbakanla, cumhurbaşkanıyla görüşün, derdinizi anlatın, radyolara, televizyonlara, gazetelere konuyla ilgili uzun uzun demeçler verin, derdinizi, çevre felaketini anlatın, çevre kirliliğinin sonuçlarına dair sergiler açın, istatistiksel bilgilerlerle, gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serin. Sonucunda hiçbir şey olmasın. Neyse ilk defadan bir şey olmayabilir deyin ve bunu tekrar tekrar deneyin, 5 defa, 6 defa, 7 defa, 8 defa, çevrenizdekiler “memleketi sen mi gurtaracan?” desin, aldırmayın 9. Defa, 10. Defa da deneyin… Deneyin de
nereye kadar deneyeceksiniz. Sanırım beni anladınız. Öğrenilmiş çaresizlik yoluyla tepkisizleştirmeye gelince. Sirklerdeki fillerle ilgili yaygın bir hikaye vardır. Hikayeye göre fili küçükken ayağından bağlarlarmış. Küçük fil uğraşır uğraşır bu ipi koparamazmış. Büyüdüğü zaman yine bir ip ile bağlanırmış. Bu sefer gücü bu ipi koparmaya yettiği halde küçükken edindiği tecrübelerden dolayı bunu başaramayacağını düşünür ve ipi koparmaz, bu şekilde yaşarmış. Yani özetle otoritenin istediğinin tersini yapmamak, yapmaktan çekinmek, yapınca başarısız olacağını düşünmek ve denemekten kaçınmak. Yani mesela bir ülke vatandaşları eskiden 20k’ya aldıkları benzini bir yıl içinde 30k’ya almaya başlasınlar ama buna ses çıkarmasınlar, durumu olduğu gibi kabul etsinler. Göstererek gizlemek… Doğumumuzdan beri gördüğümüz şeylerin bize normal gelmesi, içlerindeki mantıksızlıkları ve çelişkileri göremememiz olarak özetleyebilirim. Burada absürd nesne ve/veya olaylar o kadar göz önündedir ki çoğu zaman onlardaki yanlışlığı fark etmeyiz. Mesela yurdunuzda gece kulübü adı altında faaliyet gösteren fuhuş merkezleri olsun. Siz buralarda ne yapıldığını bilin, devlet buralarda ne yapıldığını bilsin, polis buralarda ne yapıldığını bilsin ama kimse müdahale etmesin, siz de doğduğunuzdan beri durum böyle olduğu için burada yapılanın aslında insan ticaretinden başka bir şey olmadığının, kadın vücudunun ticari bir
malmış gibi satıldığının, insan onurunun ayaklar altına alındığının farkına varamayın. Ya da mesela insanlarınızın büyük bir bölümü yurdunuza yabancı bir memleketin takımlarına gönül versin, yurdunuza yabancı bir ülkenin gündemini yurt gündeminizden daha fazla takip etsin, şarkılarını yurdunuzun ezgilerinden daha iyi bilsin (belki siz de bunun bir parçası olun) ama bu size tuhaf gelmesin, bu asimilasyonun farkında olamayın, bu kültürel entegrasyona dur diyemeyin çünkü bu size olmaması gereken bir şey gibi gelmesin. Kısaca buna karşı tepki göstermeyin… Tabii ki bunlar tepkisizleştirme misyonunun sadece bir kısmı. Yazıda yer almayan yöntemler, örnekler aslında her gün her yerde karşımıza çıkıyor. Biz boyun eğdikçe, görmedikçe de günden güne artarak karşımıza çıkmaya devam edecek. Bize düşen görev görmek, bilmek, farkında olmak ve inadına tüm gücümüzle mücadele etmek. Yılmamak, inanmak, tepkisizleşmemek.
“Kıtlık” Kıtlık” ürünleri daha değerli yapar. Petrol üretiminin yavaşlaması, petrolün fiyatını arttırır. Elmasın az bulunması fiyatını yüksek tutar. Kimberly elmas madeninde elmasları karbon haline gelene kadar yakarlar.Böylece elmas fiyatlarını yüksek tutarlar. O zaman, endüstri için yararlı bir durum olan “kıtlık” gerçekten varsa ya da suni olarak yaratılıyorsa, bu toplum için ne anlama gelir? Anlamı şudur; sağlam bir yapı ve bolluk, bu kar amaçlı sistemde asla ve asla var olamayacaktır. Bu sistemin doğasına terstir. Bu sistemde, savaşın ve yoksulluğun olmadığı bir dünya imkansızdır. Bu sistemde, etkinliğine ve üretkenliğine rağmen teknolojik ilerleme de imkansızdır. En çarpıcı olansa, insanlardan gerçekten ahlaklı ve doğru davranmalarını beklemek imkansızdır. “İnsan doğası mı, insan davranışı mı?” İnsanlar “içgüdü” kelimesini kullanırlar çünkü davranışı önemsemezler. Otururlar, eksik bilgileriyle değerlendirme yaparlar ve şöyle derler:”İnsanlık kendine bir yol çizdi.” “Hırs doğal bir şeydir.” Sanki yıllarca üzerinde çalışma yaptılar. Bu onlar için elbise giymek kadar doğaldır. Bizim istediğimiz ise, problemlerin sebeplerini ortadan kaldır-
maktır. Açgözlülüğü, bağnazlığı, önyargıları, birilerinin sırtından geçinmeyi, elit grupları ortadan kaldırmak,hapishanelere olan ihtiyacı ortadan kaldırmak ve refahı sağlamaktır.Bu sorunlar daima vardı çünkü hep kıtlık içinde ve kıtlığı yaratan para sistemiyle yaşadık.Eğer sosyal saldırganlaşmayı yaratankoşulları tamamen yok ederseniz, var olamaz. Biri çıkar ve der ki: “Dinleyin, bunlar doğuştan mı?” “Hayır değil.” İnsan doğası yoktur, insan davranışları vardır ve bu tarih boyunca değişim göstermiştir. Bağnaz, açgözlü veya kin dolu olarak dünyaya gelmediniz. Bunları toplumdan aldınız. Savaş, yoksulluk, açlık, mutsuzluk, insanların ızdırabı parasal düzende değişmeyecektir. Olsa da çok küçük değişimler olacaktır. Ben kültürümüzü ve değerlerimizi, dünyanın taşıyabileceği kapasite doğrultusunda yeniden tasarlamaktan bahsediyorum. Dünyayı bazı insanların fikirlerine veya bazı politikacıların söylemlerine göre şekillendirmekten ya da dinsel heveslerin, insan sorunlarına çözüm getirmesinden söz etmiyorum. İşte “Venüs Projesi” bunun hakkındadır. Bu projede bahsedilen toplum, tüm eski batıl inançlarından, bir yere sıkıştırılmaktan, hapsedilmekten, polis zulmünden ve kanunlardan kurtulmuş bir toplumdur.Bu toplumda bütün kural-
lar, kısıtlamalar,borsa simsarlığı, bankerlik,reklamcılık gibi meslekler sonsuza dek yok olup gidecekler. Neden mi? Çünkü artık onlara ihtiyaç kalmayacak.insanı özgürleştiren, yaşam kalitesini arttıran şeyin, insan yaratıcılığının ürünü olan teknoloji olduğunu anladığımızda,dünya kaynaklarının akıllı şekilde yönetilmesine odaklanmamız gerektiğini algılayacağız. Çünkü refahımızı devam ettirecek her şeyi bu kaynaklardan elde ediyoruz. Bunu anladıktan sonra,bu kaynaklara ulaşmada asıl engelin para olduğunu ve her şeyin farazi bir bedeli olduğunu görürüz. Bu kaynaklara ulaşmak için neden paraya gereksinmemiz var?
Mevcut ya da olabileceği düşünülen kıtlık nedeniyle olabilir mi? Genellikle ABD’de hava ve musluk suyu için para ödememekteyiz. Her ikisinden de bol bol var.Bu nedenle satmak son derece anlamsız olurdu. Mantıklı konuşmak istersek, eğer kaynaklar ve teknolojiler yaşantımızdaki her şeyi yaratmak için kullanılabiliyorsa; örneğin, evler, kentler, ulaşım vb. için çok çok yeterli olacaklardır. Herhangi bir şeyin satılması gerekmeyecektir.Benzer şekilde, otomasyon ve makineler teknolojik olarak çok geliştirilirse ve insan iş gücüne gerek kalmazsa,iş bulmak gibi bir sorun da kalmayacaktır. Bu tür sosyal konularla yeterince ilgilenilirse,para kazanmak için
ortada bir neden kalmayacaktır. Ve nihai soruya geliriz: “Dünya üzerinde yeterince kaynak ve teknolojik kavrayış var mı ki, refah içinde yaşayacak bir toplum yaratabilelim? Bu öyle bir toplum olsun ki,hali hazırda kullandığımız şeylerin bir fiyat etiketi olmasın ve bunları elde etmek için iş bulmak zorunda da kalmayalım.” Evet var! Bunları gereken en alt düzeyde sağlayabilecek kaynak ve teknolojimiz var. Hatta yaşam standartlarını o kadar yükseltebiliriz ki,gelecekte insanlar dönüp şu an yaşadığımız zamana baktığında, ne kadar ilkel ve az gelişmiş bir toplumda yaşamışlar diyeceklerdir. The Zeitgeist Movement Türkçe
4
26 AĞUSTOS 2011 CUMA
Yaklaşık 5 -6 yaşlarındayken ilk Barbie bebeğim oldu.. Daha sonraları da doğum günleri ve bayramlarda gelenler ile sahip olduğum Barbie bebek sayısı çoğaldı. Başka oyuncaklarım da vardı tabii, legolarım, peluş hayvanlarım, monopoli ve kızmabirader gibi masa oyunlarım, bisikletim ve toplarım. Ama ben en çok Barbei bebeklerimi severdim. Çünkü her şeyden önce çok güzeldiler. Bir sürü kıyafetleri vardı ve köyün terzisinden yeğenim ile aldığımız kumaş parçaları ile onlara daha da çok kıyafet dikerdik. Saçları platin sarısı idi ve hiç bozulmazlardı, ne de makyajları silinirdi. Küçücük ayakları yalnızca pembe topuklu ayakkabılara girerdi. Onlarla gelecekte olacağımızı düşündüğümüz kadınların hayatlarını canlandırırdık. Faika Deniz Paşa
Kadınlık öğretmeni Barbie Çok sevdiğim bebeklerimi sorgulamam 20’li yaşlarımın başında başladı. Geri dönüp baktığımda Barbie bebekler aslında bana bir gün olacağım yetişkin kadının nasıl olması gerektiğiyle ilgili yalanlar söylüyorlardı! Barbie’nin temsil ettiği yetişkin kadınlık sterotipine büyüyünce ne ben ne de çevremdeki kadınlar sahip olmadık, olamazdık. Birçok kaynağa göre, Barbie bebek eğer yaşasaydı, 2 metre 19 cm. uzunluğunda, 45 kg. ağırlığında ve 96-45-86 vücut ölçülerinde olurdu. Bir grup akademisyenin çalışmalarına göre, Barbie’nin vücut ölçülerine sahip olma olasılığı 100,000’de bir. Yetişkin bebeğin üreme organı ise temiz, tertipli ve küçücük, tam da tüm dünyanın istediği gibi! Barbie’nin engeli yok. Üretici firması Mattel 90’lı yıllarda Becky isimli tekerlekli sandalyede bir bebek üretti. Fakat Becky tekerlekli sandalyesi ile o zaman üretimde olan asansörlü Barbie evine sığamıyordu! Bembeyaz ve sarışın olan Barbie’nin ‘special edition’ yani özel üretim esmer yada afro Amerikan arkadaşları olmaya başladı ben büyürken. Fakat onların da beyazlarınki gibi yüz karakterleri ve dümdüz saçarı vardı! Üretildiği zamanlar, bu kadar cinselleştirilmiş bir oyuncağı ebeveynlerin çocuklarına vermekten korkabilme ihtimali karşısında, kız çocuklarına ‘gerektiği gibi’ büyümeleri ve erkek bulmaları konusunda öğretim aracı olarak reklam edilmişti. Barbie bizlere kadınların hangi meslekler ile uğraşmaları ve neleri sevmeleri gerektiğini öğretiyordu. İlk piyasaya sürümünde mesleği model olan Barbie, ben büyürken öğretmen, hemşire, rock yıldızı ve balerin gibi mesleklere de sahip oldu. Toplumun kadınlara uygun gördüğü mesleklerin dışında örneğin otobüs şoförü Barbie’nin olmaması hiç de rastlantı olmasa gerek! Eğlence, lüks hobiler ve alışveriş ile dolu olan hayatı birçok kadının mücadele ettiği gerçek gündelik zorluklarla hiçbir alakası yoktu. Barbie’nin en sevdiği uğraş ise alışveriş yapmak, üstü açık arabası ile gezmek ve yemek partileri düzenlemekti. 1992 yılında piyasaya sürülen konuşan bebekler ‘Ne zaman yeterli giysimiz olacak?’, ‘Alışveriş yapmayı seviyorum’, ‘Haydi pizza partisi yapalım’, ‘Matematik dersi zor’ gibi cümleler kuruyordu! Şimdi geriye dönüp baktığımda çok sevdiğim bebeklerim kadınları nesneleştiren bir kültürün temsilcisiydiler aslında ve hale daha da öyleler. Heteroseksüel, ‘hanım hanımcık’, gülümseyen ve her zaman göze hoş gelen, her şeye hazır haliyle ataerkinin sadık arkadaşları. Ve buna rağmen örnek yetişkin kadın ola-
rak, toplumsal cinsiyet kalıplarına sıkışmış, ulaşılması imkansız bir ideali canlandırmak üzere biz çocukların eline verilmekteydiler ve bizlere kendileri gibi olmamız gerektiğini öğretmekteydiler. Bunun için tek yapmamız gereken raflarda dizili küçücük anoreksik kadın bedenleri içerisinden en güzelinin ve bütçeye uyanın satın alınmaktı!
Barbie bir seri katil! Greenpeace’in yaklaşık iki ay önce başlattığı ve hala daha devam eden kampanyası’sı Barbie’yi üreten firma Mattel’in , oyuncak ambalajlarının yapımında Endonezya'daki yağmur ormanlarını yok etmesiyle ünlü Asia Pulp and Paper (APP) şirketiyle çalışması sonucu yağmur ormanlarının çok daha fazla katledilmesine yol açtığına odaklanıyor. İnternette ‘Barbie bir seri katil’ promosyon filmi ile ilgi toplayan kampanya, Barbie, türlerinin devamı tehlikede olan canlıları ve yuvalarını, daha pembe ve ışıltılı ambalajlara sahip olmak için yok ediyor diyor! Ayrıca bu yazıda kampanya filminin sonunda önceden olanlardan haberi olmayan Ken, gerçeği gördükten sonra ‘sürtük’ deyip kamerayı deviriyor. Bu bir kelime aslında Barbie narrative’i ile ilgili çok şey söylemektedir. Ken heteroseksüel sadık bir eş olan Barbie karakterinin partneri olarak, bu bağlamda yaratılan imaja göre, ona hakaret edebilmektedir, hem de yaptığı kötülük ile alakasız bir şekilde direk cinsellik üzerinden bunu yapabilmektedir. Greenpeace ise bunu reklam kampanyasında bu şekilde kullanmaktadır.
Acımasız patron Barbie Aralık 1996’da NBC Dateline çocuk köleliği üzerine Barbie’nin üretici firması olan Mattel markası ile ilgili özel bir program yaptı. Araştırmalar 13 yaş kadar genç çocukların Barbie’nin elbiselerini diktiklerini yazmıştı. 1997’de Anton Foekin Humanist’te çıkan bir makalesinde Barbie’nin yapıldığı Thailand’da bir fabrikadaki emekçilerin çalışma koşullarını anlatmıştı. Emekçilerin vücutlarının çeşitli yerlerinde ağrı, baş dönmesi, mide bulantısı,saç ve hafıza kaybı gibi sağlık problemleri ve yüzde 75’den fazlasının solunum sorunları olduğunu söyledi. Foek fabrika’nın içerisindeki havanın çok tozlu olduğundan ve bu nedenden dolayı yöneticilerin bile kirliliğe maruz kalma korkusundan içeri girmediklerinden, istisnasız tüm emekçilerin göz altlarında morluklar olduğundan, çalışma saatlerinin
uzun, işin ağır, ücretlerin çok düşük ve hastalık izinlerinin bile olmadığından fakat bu haksızlıklara karşı işini kaybetme ve işveren tarafından fiziksel şiddet korkusuyla emekçilerin sendikalaşamadığından bahsetti. London Evening’in 15.08.2007 tarihli haberinde etrafları yüksek tellerle çevrili, giriş çıkışları kontrol altında olan Çin’deki bir fab-
rikadan bahsediliyor. Bulunduğu bölge Pearl River Delta’da kirliliğin Batı’da izin verilen üst limitten iki, üç kat daha fazla olan fabrikada emekçiler haftada yedi günde 15 saatten uzun vardiyalar halinde çalışıyorlar.. Günümüzde hale daha Barbie’lerin bu süreçlerden geçerek yapıldığını tek tük çıkan haberlerden anlıyoruz.
“ Film gösterimi ” 27 Ağustos Cumartesi 19:00 Adresi: Hüseyin Tahir Apartmanı, Kat 2, Tanzimat Sokak, Surlar içi, Lefkoşa (Galeri Kültür Kitapevi üstü) Telefon: 22 74917 – 22 74617 ”
Zeitgeist İnsanların büyük şirketler, kurumlar ve hükümetler tarafından nasıl kontrol altına alındığını, manipule edildiğini anlatan Zeitgeist: The Movie isimli belgesel, 3 bölümden oluşuyor. İlk bölüm “The Greatest Story Ever Told”da, eski Pagan inanışlarından günümüze kadar din olgusunu ve insanlar üzerindeki etkisi ele alınıyor. 2. Bölüm olan “All the World's a Stage”, bazı kanıtlar eşliğinde 11 Eylül saldırılarının Irak ve Afganistan’daki saldırıları meşrulaştırmak için Amerikan hükümeti tarafından yapıldığını iddia eden teoriler üzerine gidiyor. Son bölüm “Don't Mind the Men Behind the Curtain” ise belirli bankaların giderek