Beni Aşka İnandır

Page 1

1. Bölüm Hıımm, espressoya bayılıyorum… Espresso con annaya da… Ve hatta espresso macchiatoya da… Peki, o zaman neden cool lime refresha içiyorum? Neden esprssoyu aldatıyorum ki? Ah evet; çünkü cool lime refresha içildiği zaman insanda yeşil çay tadı bırakıyor. Ve ben deniz — ad olarak değil, çünkü ben Özge… O zaman neden deniz? Neyse!— yeşil çayın beni cezbeden hallerine bayılıyorum! Ve şu anki gibi sürekli bir aldatma çabası içine giriyorum. Fakat burnuma gelen o espresso kokusu… Ah, Tanrım! Neden hep seçim yapmak zorunda kalıyoruz ki? Düşüncelerimi savuşturup refreshamı yudumluyorum. Masanın üzerindeki dosyayı inceliyorum. Ahmet Bey’in acil işlerinden biri! Aslında patronumu çok severim, kendisi; bir baba, bir abi ve tabii benim genel anlamda para bankam oluyor. Asıl konumuza gelirsek; evet, yine acil rapor kısımları… İzne çıkmadan önce yanıma aldığım rapor birdenbire çok özlenmiş ve gelenek ve göreneklere uygunsuz bir biçimde istenmişti. Şimdi “Tatile çıkıyorsun neden yanına rapor aldın?” sözleri duyuyorum; ama bu, elimde olmayan bir şey. Hiçbir zaman işimi yarım bırakamam. Üstelik bu iş çok geniş çaplı bir iş ve ben gecemi gündüzümü bu işe verdiğim için, Ahmet Bey beni zorla iki günlük izne çıkartmıştı ve ben de ondan habersiz — sırf en iyisini yapmak için— hazırladığım raporu yanıma almıştım. Tabii kör olası İngilizlerin birdenbire son aşamaları inceleyecekleri tuttuğu için ve rapor da şirkette olmadığı için patronum tarafından aranmış ve bana kızılmasına razı gelmek zorunda kalmıştım. Ahmet Bey “Tatile iş götürmek de neyin nesi kızım?” dediğinde tabii ki de cevabım hazırdı:“Ben sadece sakin bir kafayla yeniden kontrol etmek istedim.” Gelgelelim olayın asıl azmine; raporu incelemedim. Bugün incelerim diye düşünmüştüm ama olmadı. Üstelik bir yarım saat önce Ahmet Bey’in araması üzerine raporu ona değil de yeğenine teslim edecektim. Ahmet Bey’le kaç senedir çalışıyorum ama onun ailesinden bir üyeye hiç rastlamış değilim. Kendimi cidden işe fazla mı kaptırıyorum? Etrafıma bakınmaya devam ediyorum. Yeğen… Yeğen… Yeğen… Nasıl bir şey ki bu yeğen? Üstelik bu yeğen beni tanıyor mu, hayır ben onu tanımıyorum da! Dosyayı göz ucuyla incelemeye başlıyorum. Şu ana kadar bir pürüz çıkmadığına göre şimdi de çıkmaz herhalde… Tekrardan etrafıma bakınıyorum. Gözüm; oturduğum koltuğun çaprazında, birkaç masa ilerideki adama takılıyor. Kahvesini yudumlarken bana bakıyor. O gözleri nereden tanıyorum? Kahvesiyle ne aşk yaşıyorsa bardağı indirmiyor adam! Öyle kabarık eski sevgili listem de yok ki... Uzaktan bana mı asılıyor? Kahvesini ağzından çekmesiyle gözlerim daha da bir açılıyor. Kaya? Kaya! Kaya! Nasıl ya cidden o Kaya mı? Hani şu; dünyanın en budala, gıcık, egosantrik ve aynı zamanda tek bir gülümsemesiyle kızların aklını başından almayı başaran adamı! Tam karşımda oturmuş bana sırıtıyor. Hem de ne sırıtma! Gözleriyle tüm geçmişimizi film şeridi gibi bana yansıtıyor. Onunla tekrardan karşılaştığıma inanamıyorum! Kaç yıl geçti ki aradan? On bir sene! Onun gibi psikopat bir adamla aynı ortamda bile bulunmak istemiyorum ama el mahkûm işte… Tamam, onu görmezlikten geleceğim. Aldığım her dergide karşıma çıkması yetmezmiş gibi şimdi de karşımda oturmuş, hâlâ bana bakıyor. Ve gözlerinde gördüğüm tek şey; lise yıllarında onu fena haşlamış olduğumun izleri… Yıllar sonra biri çıkıp dönmek istediğin yer neresi diye sorsa kesinlikle lise yıllarım demem! Nefret ediyordum okuldan, öğretmenlerden ve tabii ki de Kaya’dan! Onunla aynı okulda olduğum için annemden ve salak gibi sınıfta kalmak yerine, sürekli başarı belgeleri alan kendimden! Kesinlikle Sultanahmet’e gidip dua etmek gibi hayallerim vardı. Ben sınıfta kalamıyorsam Kaya sınıfta kalmalıydı canım. Zaten tek yaptığı şey okuldaki tüm kızların


dudak operasyonuna nail olmaktı! Dersleri kaynatıp hiçbir hocadan azar işitmemekti! Hocalar onun hastası, kızlar yavuklusu olmuştu. Ah kızlar… Onlara hem çok üzülüyor, hem de hak ettiklerini düşünüyordum. Bu kadar saf ve salak oldukları için kızıyordum. Hoş hâlâ onunla takılan kızlara kızıyorum ya neyse… Erkeklerin terk etme özellikleri bu kadar gün yüzündeyken ve erkeklere kendini yamamaya hevesli bu kadar çok kız varken, kendimi ‘Neden geldim dünyaya?’ sorusuna bir türlü cevap bulamayan budalalar gibi hissediyordum. Özellikle de Kaya’nın kızlar üzerindeki etkisi bu denli ‘acımasız gerçekler’ listesine girerken. Kızları yemek olarak gördüğünü düşünüyordum; fakat bende onun önündeki yemeği alabilme gücünün olmadığını hissediyordum. Her gün aynı yemeği yiyenlerden de değildi beyefendi. Zaten onun gibi lüks düşkünü manyağın devlet okulunda ne işi olduğunu anlamış falan da değildim! Birinin buna engel olması gerekiyordu ve ben, o kızın ben olacağından habersiz etrafta dolanıyordum. Her şeyin sonu olduğu gibi benim de sabrımın sonu olmuştu. Günlerden perşembe —evet o günü unutmam— okulun tuvaletinden çıkmış sınıfa doğru yürümekteydim. Bir hıçkırık sesi duymuştum; ama nasıl bir ses anlatamam… O kadar çirkin bir ağlayışı var ki… Önce oralı olmak istememiştim; ama kızın sesi daha da yükselince dayanamayıp yanına doğru ilerlemiştim. Yonca’ydı! Okulun popüler genç hanımefendisi... Merdivene oturmuş için için ağlıyordu. Sanırım bir yakınını kaybetti düşüncesiyle yanına oturmuştum. “Yonca, iyi misin?” diye sormuştum. Sesim sanki duyacağım bir hüzne hazır gibiydi. Benim de bir yerlerde beklediğim o hüzün dalgaları vardı sonuçta. Belki oturup ikimiz birden ağlayabilirdik? Yonca sarı saçlarını yüzünden çekip kan çanağı olan ela gözlerini bana dikmişti. “Haaayyııııııır…” deyip tekrardan ağlamaya başlaması da beklenen bir diğer gerçekti. Ben hâlâ saf tarafımla, hüzün dolu sesimle “Bir şey mi oldu? Anlatmak ister misin?” deyip üstelemeye devam etmiştim. Keşkelerimin olacağını nereden bilecektim ki? “Ben—onu—çok—seviyordum.” Aynı anda hem kekeleyip hem hıçkırırken, bir de konuşmaya çabalamasına hayran kalmıştım. Ben olsam hıçkırık dolu sesimle hiç kimseye bir şey anlatamazdım. “Eeee… Ağlamadan anlatsan?” “Daha üç gün önce her şey peri masalı iken bir anda kâbus oldu.” Hiçbir şey anlamamıştım ve onun anlatması için de resmen üzerine gitmiştim. Allah’ım neden beni o anda dondurmamıştı ki? “Daha da açıklayıcı olmak istersen?” dememle o an aklıma gelen tek şey en yakın arkadaşımın bir konuşma arasında bana söylediği o sözler olmuştu. ‘Merdiven başında ağlayan zavallı kızlar!’ Bu da Kayazedelerdendi. O an nefretim bana nasıl da kahkahalar atmıştı. Yonca gözyaşlarını silip, saçlarını geriye doğru atmıştı. Keşke o an hıçkırık krizlerine girseydi de konuşmasaydı. “Kaya’yı biliyorsun,” deyivermişti. “Bilmeyen mi var?” “İşte üç gün önce çıkmaya başladık. Bana âşık olduğunu ve hiçbir kıza karşı böyle bir şey hissetmediğini söyledi.” Ay, nasıl yalanlarla dolu cümlelerdi onlar öyle… Gerçi Kaya Bey’in şu an buna pek ihtiyacı olduğunu sanmıyorum; ama o zamanlar bu yalan dolu cümlelere acayip ihtiyaç duyuyordu. Kızlar da —Yonca gibiler— her defasında bu tuzağa düşüyordu. Evet, bu bir tuzaktı. Kaya Yelkenci’nin dil tuzağı… Ona acıma duygum kaybolduğu için, eski umursamaz ve hâlâ Yonca’ya gıcık olan halim geri gelmişti. Dayamayıp “Sen de bunu yuttun tabii…” dediğimi hiç unutmam. “Ama o kadar içtendi ki… Siyah gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Bir taraftan da elleriyle siyah saçlarını karıştırıyordu. Çok içten geldi ne bileyim.”


Kaya’nın klasik tekniği… Nasıl merak etmişsem o an birdenbire kendimi, “Eee devam et bakalım,” sorusunu sorarken bulmuştum. “Her şey çok güzel giderken bugün birdenbire ayrılmak istediğini söyledi ve gitti.” “Kesin açıklaması da ‘Sen iyi bir kızsın, o kadar temizsin ki… Benim gibi kirli biriyle olmamalısın’ şeklinde olmuştur,” dedim. Biliyordum; çünkü birkaç defa onu kızlardan ayrılırken gizli gizli dinlemiştim ve kesinlikle bu sözlerinden dolayı şaşırmamıştım. “Evet, yoksa?” derken kızın gözleri büyümüş ve bana acıyan gözlerle bakmaya başlamıştı. Tüm hırsımla “Aaa hayır, asla! Aklına gelen o şeyi geri yolla… İğrenç! O ve ben! Düşüncesi bile çok kötü!” demiştim. Ama düşüncesi gerçekten de iğrençti, değil mi? “Of ne bileyim… Ne yapacağım şimdi?” “Ne mi yapacaksın? Önce yüzünü yıkayacaksın. Sonra da her şeyi unutacaksın.” Bu kadar basitti aslında… Yüzünü yıkamak ve her şeyi unutmak! Belki de o zamanlar hiçbir aşk tecrübem olmadığı için o kelimeleri o kadar kolay söyleyebiliyordum. Fakat sonraları Yonca’dan daha beter ağladığım olmuştu. O gün Yonca yanımdan uzaklaşırken, yanıma hızlı adımlarla Cemre gelmişti. Sanırım teneffüs olduğu için bahçeye çıkmıştık. Ben Cemre’ye olanları anlatmıştım ve ikimiz de ağzımıza gelenleri söylememiş sadece gözlerimizle bir ağacın altında yeni sevgilisiyle cilveleşen Kaya’ya nefret dolu bakışlar atmıştık. “Ne ayarsız bir çocuk bu böyle...” Cemre benim gibi fazla takıntılı olmadığı için hiçbir şeyin üzerinde durmazdı. “Aman bize ne…” Ama bu cümlesi beni o an çileden çıkartmıştı işte! “Nasıl bize ne ya! Adam hemcinslerimizi ağlatıyor, sonra koluna yenisini takıyor ve bu bize ne mi oluyor?” diye sert bir üslupla konuşmuştum. O da bunu hiç beklemediğinden “Özge sen iyi misin?” diye bana ‘ne oluyoruz?’ gibisinden bir ses tonuyla söylenmişti. “Nefret ediyorum ondan, hepsi bu! Yaptıklarına tahammül edemiyorum.” “Büyük aşklar nefretle başlarmış. Yarınki sevgilisi sen olma?” İşi espriye vurmaya çalıştığını anlamalıydım aslında… Anlamalıydım ve sessizce yerime oturmalıydım. “Cemre saçmalama… Ama günün birinde buna ders verecek kızı tanımak isterim. Şöyle şöhretini sarsan biri!” Cemre bana hain hain bakmaya başlamıştı. Belki de kurnazca… Onun gözlerinden anladığım tek şey; ‘O sensin’di. ‘O ben miydim gerçekten?’ diye kendimi sorgulamaya başlamıştım; ama hayır, ben olamazdım. Ben çok iyi bir kızdım. Ben şeytanlık yapamazdım ki? Ama yapmıştım işte! Yine de o an bunu reddetmeye devam etmiştim. “Cemre dikme o gözlerini öyle…” “Neden olmasın, düşünsene… Çocuktan nefret ediyorsun ve tüm ağlayan hemcinslerimizin intikamını alıyorsun. Hııımmm?” “Hayır ya… Ne yapacağım?” Ve kendimi göreve kaptırmış gibiydim. “En masum ifadenle ona âşık olduğunu söyleyeceksin.” Ben yüzümü buruşturup kısa bi anlığına düşünürken, Kaya yanımıza gelmiş ve alaylı gülümsemesiyle “Sağ ol Japoncuğum bugün de ağlayan bir kızı gülümsetmişsin. Bak ne diyeceğim; istersen seni yanıma işe alayım ha, ne dersin? Benim sıkılıp attığım oyuncakları sen eski haline getirirsin, parası da iyi…” demişti ve yanındaki arkadaşlarıyla kahkahalar atarak yanımızdan gitmişlerdi. İşte tam bu noktada benim içimdeki asil kan harekete geçmiş ve şah damarım hızlıca atmaya başlamıştı. İçimdeki nefret dışarıya çıkmaya başlarken, yanımıza birkaç arkadaşımız daha gelmişti. Cemre hızlıca onlara olayı anlatırken kızlar da —normal insanlar gibi— Kaya’yı kınamışlardı. Sonra Cemre’nin gazına gelip bana gaz depolamışlardı. Benim tepkime karşı;


ters psikoloji yaparak Kaya’yı rezil edemeyeceğimi ve zaten onu tavlayamayacağımı dile getirmişlerdi. O an aniden onlara dönüp karşılığı olan bir bahse girmeyi teklif etmiştim. Kızlar da kesin ‘Japon kıvamı…’ diye düşünmüş olacaklardı ki bahsi kabul etmişlerdi. Ama yüzlerinde hâlâ bu olayı başaramayacağımı gösteren gülüşleri vardı. Bu konuda bir tek Cemre gülmüyordu… Herhalde işin ciddiyetini anlayınca sessizce köşesine çekilmeye karar vermişti. Ve ben Özge Güney bu bahsi kazanacak ve o çok istediğim çiçekli elbiseye kavuşacaktım. Her şeyi planladıktan sonra bir ay geçmişti. Ben sürekli Kaya’yı izliyor her hareketini benimsiyormuş gibi hayran hayran bakıyordum. Kaya her bana baktığında ona gülümseyip hülyalı bakışlar yolluyordum. Tabii Kaya Bey’in hoşuna gidiyordu; ama gözlerindeki tuhaflığı da saklayamıyordu. Gerçi olay tam tersi olsaydı ve Kaya bana hülyalı bakışlar atsaydı kesinlikle ben de o tuhaf bakışlardan atardım. Ve bir gün kızların sıkıştırmalarına dayanamayıp gidip ona açıldım. Gerçekten de güzel bir açılma yaptığıma inanmıştım. Öyle ki bana verdiği cevap hali hazırda beklediğini belirtiyordu. Kaya “Bekliyordum zaten,” derken diğer kızlara attığı bakışları, onlara yaptığı flörtöz hareketlerin aynısını bana da yapmıştı. Ama ben sanki bir şeyler bekliyormuşum gibi “Bu kadar mı?” demiştim. Acaba o an ne bekliyordum, hâlâ bilmiyorum. “Yani bebeğim biliyorsun beni… Herkes bana âşık… Ama ne yalan söyleyeyim senden bunu hemen beklemiyordum. Açıkçası hoşuma gitti. Teklifini bekliyorum.” “Anlamadım ne teklifi?” O gayet normal bir şekilde “Çıkma teklifini…” demişti. “Teklifi erkekler yapar.” “E, ama bana âşık olan sensin?” Bir elbise için düştüğüm durumdu bu… Ağlanacak halime sonraları güldüğüm de doğrudur. “Çıkalım mı?” “Daha romantik Özge…” “Benimle çıkar mısın Kaya? Aşkından yanıp kül olacağım yoksa…” “Neden olmasın, zaten diğerlerinden sıkılmıştım. Hem bir Japon’la çıkmak bir Rus’la çıkmak kadar heyecanlı olabilir bence. Herkesin sevdiğini sevmeyi pek sevmem,” demiş ve sanki ben onun yıllardır sevgilisiymişim gibi beni kendine çekip sarılmıştı. Ve biz böylelikle yüzde elli oranında sevgili olmuştuk. Tanıdıkça ona olan duygularımda hiçbir değişiklik olmamıştı. Olmamalıydı. Günlüğüme yazdıklarım tamamen hayal ürünüydü. Gerçekten öyle… Neyse konumuz, ah evet, Kaya! Her şeye bir lafı olması ve kimseden utanmamasını saymazsak bence özünde iyi biriydi. Uzun lafın kısası, biz bir ay içinde adamakıllı çıkmaya başladık. Her şey güzel gidiyordu. Bahsi ben kazanıyordum. Ta ki şeye kadar, rezil etme olayına kadar. Şimdi çizim yaparken bile, o an gerildiğim kadar gerilmemişimdir. Bir gün sözüm ona sevgiliyiz ya… Okulun bir bankında oturuyoruz. Çünkü ben ona bir şey açıklayacağım ve arkadaşım Ayça da, sözüm ona oradan geçiyormuş da, bu olanları duymuş ve şaşkınlıkla elindeki kahveyi içerken boğulma tehlikesi geçiriyormuş havası verecekti. Bunun dünyanın en salak planı olduğunu çok sonradan anladım; ama iş işten geçmiş oldu tabii. O an Kaya açıklayacağım şeyi bekliyordu ve son günlerde onu neden takmadığım hakkında birkaç şey söylemeye de başlamıştı. Çok umursamaz olmuştum çünkü son hafta… Hani sürekli o kızlardan sıkılıyordu ya… Aynı hareketi ben de ona yapmıştım. Çok gergin duruyordu. Ondan ayrılacağımı düşündüğünü gözlerinden okuyabiliyordum. Aslında o an ayrıldığımı söyleyip onu yine rencide edebilirdim. Tabii Ayça yerine Cemre olsaydı bunu seve


seve yapardım. Bir anda her şeyi anlatmıştım. Yüzündeki ifade o kadar korkunçtu ki, beni boğacak diye çok korkmuştum. Hatta birkaç gece bunun rüyalarını falan da görmüştüm. Kaya o an ayağa kalkıp, bunu çok kötü ödeyeceğimi söyleyip çekip gitmişti. Hatta bunu söylerken üzerime doğru eğilmiş bir elini banka koymuş avaz avaz bağırmıştı. Ayça o zamanların dedikoducu kızı olduğu için sayesinde olayın iç nedenleri öğrenilmişti. Tüm okul öğrenmişti. Kayazede kızlar grubu buna çok sevinmişti. Hatta Kaya’dan nefret eden birçok erkek tayfası da… Okulun genç yeteneği olmuştum anlayacağınız. Lakin günler günleri kovalamayı çok sevdiğinden, kısa bir süre içerisinde kendimi okulların kapanmasına bir ayın kaldığı o zaman diliminde buluvermiştim. O günden beri Kaya ne okula uğramış ne de tayfasıyla görüşmüştü. Yaptıklarımın saçmalıklar silsilesi olup olmadığını tartmaktan, beynim yanmak üzereydi. En sonunda tüm cesaretimi toplayıp Kaya’nın en yakın arkadaşı Mert’in yanına gitmiştim; ama benimle konuşmayı katiyen reddedip yanımdan ayrılmıştı. Daha sonraları ondan birkaç haber almıştım. Hatta dergilere çıkmaya başladığında onun bu olayı unuttuğunu varsayıp ben de onun gibi unutmayı tercih etmiştim. Hiç yüz yüze gelmemiştik. Liseden bir tek Cemre’yle görüşüyorum zaten, ki o da benim çocukluk arkadaşımdır yani. Diğerleriyle de pek görüşmüyorum. Ve şimdi karşımdaki masada oturmuş bana pis pis sırıtıp duruyor. Ve birden arkadaşlarına bir şey söyleyip masadan kalkıyor. Gidiyor herhalde… Oh be! Ah hayır, gitmiyor. Gitmediği gibi bana doğru yürüyor. Bakışlarımı ondan çekip önümdeki dosyaya bakıyorum. Ne var ki onun geldiğini hissetmek çok da zor olmuyor. Öncelikle parfümünün kokusunu alıyorum ve tabii tepemde dikilmesinin payı daha büyük. Çok büyük… Evet sebep bu! Yavaşça bakışlarımı kaldırıyorum. Gülüyor. Gamzelerini sergiliyor. Hâlâ esmer tenli… Çamaşır suyuna düşmesi için ettiğim dualar kabul olmamış. Siyah gözlerindeki ifade aynı… Tek kaşını kaldırıyor. “Merhaba Özge…” diyor. Gülümsemesi, bakışları aynı olabilir; ama ses tonu kesinlikle aynı değil. Ergenlikten kurtulmak ona yaramış. Keşke yaramasıydı tabii, o ayrı da… Böyle de fena olmamış. Şey olmuş, etkileyici? Tanımazlıktan gelsem ne kaybederim düşüncesiyle, yüzüme onu ilk defa görüyormuş ifadesi yerleştiriyorum. “Merhaba?” Bence bu ses tonum gayet başarılı… Bu ‘merhaba’yı kendime yapmış olsaydım, kesinlikle kendimi tanımaz ve selam vermezdim. Hatta kendimi hayatımdan siler, yoluma devam ederdim. Tabii çok da başarılı olmadığımı, Kaya’nın alaycı bakışlarından anlayabiliyorum. Kaçın kurasını, hangi akla hizmet işletmeye çalışıyorum ki? Gözlerindeki ifade yüzünden dava açsam, yüzde yüz kazanırdım. Beni diliyle değil de, gözleriyle tehdit ediyor resmen. “Tanımadın sanırım? Kaya ben, LİSEDEN!” derken ‘liseyi’ öyle bir sert söylüyor ki tanımasam bile şu anda tanıyor olurdum. Başarısız oyunculuğum sonuna geldiğim için “Aaaa, evet Kaya, nasılsın, iyi misin? Tanıyamadım seni… Sen nasıl tanıdın beni onca zaman sonra?” diyorum. Elimi uzatıyorum. Gülümsüyorum. Dünyanın en güzel kızı olmayabilirim; ama en cici kızı olmaya adayım şu tatlı sesimle. Benim gülümsememle Kaya’nın gülümsemesi arasındaki farkları arasam, bulmacalardaki yedi farkı bulun resimlerinden daha fazlasını bulurum bence. O da elimi tutup beni kendine doğru çekiyor. “Seni unutmak ne mümkün...” diyor dişlerini sıkıp, her an gırtlağıma yapışacak bir tavırla. Korkmuyorum. Kafa falan atacak hali yok, değil mi? İç sesimi bile korkudan titretti psikopat adam! “Demek hiç değişmemişim?” diyorum anında. İşi şakaya vurmam lazım çünkü… Şakacı yanım güzeldir benim. Tabii şakadan anlayan için. Ama şu an karşımdaki adamın şakadan uzak, boka yakın bir hali var.


“Asla!” Elimi öyle bir sıkıyor ki… Tamam, al elim senin olsun be adam! Bu kadar el düşmanlığı fazla ya… Zaten beyaz olan tenim kırmızılaşınca iyice çirkinleşti. Elimin haline bak ya! Ruhsuz, kaba adam! Kadınlar sende ne buluyor acaba? Saygısız çam yarması! Hızlıca elimi çekiyorum artık. Benim de bir sınırım var canım! Bugün elini veren yarın gö— konumuz o cümleyle bağlantılı değil. Konumuz; dağlara taş olması gerekirken, bu adamın karşıma yeniden çıkması. Hep gereksiz zamanların kurbanı olmuştum, evet; ama bu kadar gereksizliği de hak etmedim. Yarabbi... Neden hep beni sınıyorsun? Neden hayatımı gereksiz varlıklarla süslüyorsun? Tamam, iyi bir kul değilim; ancak bu kadarını hak etmedim. “Şey, ben de patronumun yeğenini bekliyordum. Neredeyse gelir. Her zamanki acil dosyalardan biri…” deyip gülümsüyorum. Gitmesini gerektiğini daha ne kadar kibar bir şekilde anlatırım bilemiyorum. Ama Kaya gitmek yerine karşımdaki tek koltuğa oturuyor. Bacak bacak üstüne atıyor. Ben de tepesinde sekreter kızlar gibi kalakalıyorum. “Kaya ne yapıyorsun? Lütfen bak birazdan—” “Aaa evet patronunun yeğeni gelecek, ki geldi zaten,” deyip pis pis sırıtıyor. Sözümü kesmesi yetmezmiş gibi bir de bana laf sokuyor ve bu laf… Olamaz ya! “Anlamadım? Ahmet Bey’in yeğeni sen misin?” “Evet tatlım, çok şaşırdın değil mi? Ben de seni dayımdan duyunca çok şaşırdım ve bir şey fark ettim, seninle ilgi hiçbir şeyi unutmamışım. Bahisleri çok severdin, değil mi?” diyor hain bakışlarıyla. Bir insan bana neden haince bakar ki? Ben gaddar, zalim bir insan mıyım ya? O bakışlarına bozulmam lazım; ama önemli olan konu başka. Kaya, nasıl, neden Ahmet Bey’in yeğeni oluyor ya? Neden birdenbire karşıma çıkıyor ki şimdi? Gitsin dergilerde boy göstersin canım. Gelip benim hayatımda boy göstermesine hiç gerek yok! Hiçbir şey yapma Özge… Yavaşça yerime oturuyorum ve kendimi sakinleştiriyorum. Nasıl yaptığım meçhul ama… “Lütfen Kaya, o eskiden olan bir şeydi. Oldu ve bitti. Alır mısın şu raporu? İşim var benim,” deyip raporları uzatıyorum. Bu konuşmayı sonlandırmak için son kibarlık cümlelerim bunlar… Kaya elimden raporu alıyor fakat yerinden kalkmak bilmiyor. O pis, iğrenç gülümsemesi yine gün yüzüne çıkıyor. “Dayım bir süreliğine yurtdışına çıkacak. İşleriyle ben ilgileneceğim. Bence birlikte çok eğleneceğiz.” Dedikleri içimde Müslüm Gürses etkisi yaratıyor. Canım acıyor. Müslüm Baba arka fonda ‘Adını Sen Koy’ şarkısını söylüyor. Ben bu işin adını, ‘Bana Kaderimin Bir Oyunu Mu Bu?’ koyuyorum ve gözyaşlarımı içime akıtıyorum.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.