14 sancaklar camii’ne dair notlar Burak Altınışık
58 kutsallık, sahte kutsallık ve kutsallık illüzyonları üzerine Uğur Tanyeli
22 harita, arazi, alışveriş merkezi kapitalizm ve din Bülent Diken
26 antroposen çağında mimarlık için bir nirengi noktası: southbank’ın brütalistleri Eray Çaylı
62 sí/no: urban-think-tank mimarlığı
68 mimarlığın alacakaranlık kuşağına yolculuk: bir kulenin hatıraları Gökhan Kodalak
34 14. yüzyılda motet: kutsalın mıntıkasında bir parantez Tolga Tüzün
72 bir anıta fotoğraf altı Neslihan Şık
39 konuşmalar 1 | mahal mimarlık
43 konuşmalar 3 | goa mimarlık
konuşmalar 2 | zem mimarlık
74 14. Betonart Mimarlık Yaz Okulu
47
78 yayın tanıtım & haberler
52 konuşmalar 4 | halükar mimarlık
mimarlığın alacakaranlık kuşağına yolculuk:
bir kulenin hatıraları Gökhan Kodalak | Güncel mimarlık ve kuram çevrelerinde, varlık düzlemine dair -yani ontolojik- ön kabullerden bahsetmek, eşelenmesi istenmeyen, heyulalarla dolu bir alacakaranlık kuşağının kapısını aralamak olarak algılanıyor. Bu tepkinin arkasında varoluşsal tartışmaları ağırlıkla insan ve zihin üzerinden okumakta ısrar eden bir dizi baskın modern düşünce örüntüsü var. Varlık düzlemini; Descartes ve Kant sonrası idealizmin perspektifinden kendi zihnimizin bir ürünü olarak görmeyi içselleştirdik, sosyal konstrüksiyon gözlüğünden beşeri bir inşaata indirgedik, bir dizi yapısalcı ve postyapısalcı pencereden dilbilimsel ve sembolik oyunlar olarak okumaya alıştık ve hatta bazı Hegel ve Marx tabanlı politik kuram mercekleri vasıtasıyla, insan emeği odaklı değillemeler ve karşıtlıklar ortamı olarak görmeyi kanıksadık. Akademik ortamlarda en değilleyici eleştiriyi kim yapacak diye birbirimizle yarışıyoruz, her sohbeti bir adet gösteri toplumu, bir adet de tüketim toplumu eleştirisi yapmadan bitirmemeye özen gösteriyoruz. Kuşkusuz tüm bu kuramsal örüntüler, çeşitli problemlerle yüzleşmede belli oranlarda işe yaramış olmalı ki, bu denli yoğunlukla kullanıldılar ve kullanılmayı sürdürüyorlar. Amacım bu örüntülerin kullanışlılıklarını sorgulamak veya kulla-
68 | dünyevileştirmeler ve kutsallık
nıcılarını eleştirmek değil. Amacım daha çok, tüm bu yaklaşımlarda ortak olan bazı ontolojik varsayımları sorgulamak. Bu yaklaşımların hepsi, insanı verili kabul eden ve çevresinden ayrıksı bir özne pozisyonuna yerleştiren örtülü varlık varsayımlarını beraberinde getiriyor. Dolayısıyla bu diskurları işletmek demek, bunların topolojik varlık düzlemi üzerine yerleştirdiği ayrıcalıklı beşeri gridler üzerinden hayatla ilişkilenmek demek. Bu ilişkilenme biçimi, varoluşsal tartışmaları her daim insan-merkezli koordinatlar etrafında geliştirmeyi önerirken, insandışı birçok etkileşim alanını yeraltına iterek görünmez kılıyor. Peki ama, mimarlığın kuramsal ve eleştirel düzlemlerinde ontolojik varsayımlardan konuşmaktan neden bu denli çekiniyoruz? Tartışmaya açmak dahi istemediğimiz örtülü varsayımlarımız, kapalı kapılar ardına sürgün ettiğimiz alacakaranlık heyulaları neler? Bahsi geçen heyulaların tarihsel izini sürmek adına, aşkınlık ve içkinlik tartışmalarının modern evrimini merkeze alan dolambaçlı bir yolculuğa çıkmak gerekecek. Bu tartışma alanı, Ortaçağ Ortadoğu ve Avrupa felsefesinde, ontolojik sorgulama kulvarlarının dini âdetlerle çakışmasından ötürü, tehlikelerle dolu bir böl-
geyi tarifler. Dönemin düşünürleri varoluşa dair yeni kuramsal örüntüler ortaya koymayı göze aldıklarında, dini iktidar yapılanmalarının etkinliği nedeniyle dönüp dolaşıp evrenin varoluşu ve yaratılışı sorusuyla yüzleşmek ve Tanrı’yı merkeze alan yaratan ile yaratılan arasındaki ilişki biçimini tanımlamak durumunda kalırlar. Neoplatonik felsefe ve İbrahimi dinlerin etkisiyle Tanrı’nın aşkın bir pozisyonda, yani evrenin sınırları ötesinde tanımlanması ana akım yaklaşımların başında gelir. Fakat Tanrı’nın varlığının yaratılanların varlığından ortak nokta barındırmayacak ölçüde farklı anlamda var olduğu iddia edilirse (aequivocum), bu ilişkiyi kopma noktasına taşıdığından, çeşitli suçlamaları beraberinde getirir. Tanrı’nın içkin bir pozisyonda, yani evrenin ta kendisi olarak düşünülmesiyse batıni bir yaklaşım olarak kabul edilir. Yaratıcının ve yaratılanların tek ve aynı anlamda var olduğunu ima ettiğinden (univocationem), ve aralarında varsayılan ast-üst ayrımını ortadan kaldırma noktasına getirdiğinden, daha tehlikeli suçlamalara sebep olur. 10. yüzyıl Ortadoğu coğrafyasında Hallac-ı Mansur, bu içkin düzlemin belirli bir güzergâhında ısrar ettiği için sapkın ilan edilir ve diri diri yakılır. Spinoza’ysa 17. yüzyıl kıta felsefesi içinde, o güne dek eşi benzeri görülmemiş ölçüdeki radikal içkinlik ısrarı dolayısıyla, erken yaşta Yahudi cemaatinden aforoz edilir, suikaste uğrar, yazdıklarını kendi adı altında basamaz hale gelir ve öldükten sonra dahi yüzyıllarca kıtanın en tehlikeli sapkınlarından biri olarak lanetlenmeyi sürdürür. Tam da bu noktada, aşkınlık ve içkinlik tartışmasının sadece teolojik bir tartışma alanı tariflemediğinin altını çizmek gerekir. Aşkın bir varlık düzlemi, tartışmanın merkezinde Tanrı olmaksızın da pekâlâ işlemeyi sürdürebilir. İhtiyacı olan tek şey, özü gereği aşkın olması gereken istisnai bir pozisyonun korunması ve bu pozisyondan başlayarak hiyerarşik bir varlık dağılımının (scalanaturae) yapılmasıdır. Bu ne demek? Örneğin, tarih boyunca kurgulanan despotik veya monarşik politik yapılanmaların çoğu, tek erk üzerine kurulu aşkın bir varlık düzlemine dayanarak, hiyerarşik bir toplum örgütlenmesi olarak tariflenebilir. Fakat aşkın ontolojik düzlemlerin etkisi, sadece teolojik kurulumlar ve politik devlet yapılanmalarıyla da sınırlı değildir. Gündelik hayata dair her türlü özcü ayrımcılık, aşkın bir varlık düzlemine ihtiyaç duyar. Erkeklerin kadınlardan varlık özleri gereği daha önemli ve değerli olduklarını
iddia ettiğinizde, bu, erkek diye tanımladığınız varlığı aşkın bir pozisyona yerleştirmek suretiyle cinsiyetçi bir hiyerarşi kurduğunuz anlamına gelir. Benzer şekilde, açık tenli insanların aşkınlığını iddia etmeniz ırkçılığa, Batı kültürünü aşkınlaştırmanız oryantalizme zemin hazırlar. Özetle, aşkın varlık düzleminin etki gücü tek bir ortamla sınırlı değildir, her daim başka özneleri aşkın pozisyonuna çekerek yeni hiyerarşiler üretme etkinliğini sürdürür. Erken modernite ve Aydınlanma çağı diye tarif edilen aralıkta, özellikle kıta Avrupası’nda yoğunlaşan bir dizi gelişme sonrası, teolojik iktidar düzleminin toplumsal hayat üzerindeki gücü eskiye oranla hızla azalmaya başlar ve Tanrı merkezli aşkın varlık düzlemine karşı yeni alternatifler üretilir. Alternatifler arasındaki ana damarlardan biri, aşkın tahtı artık Tanrı’yla değil, insanla doldurmayı önerir. Modern insan-merkezcilik, evreni paylaştığımız tüm varlıklar arasında kendi pozisyonumuzu istisnai kılmak adına önce kendimize bir insan özü belirlemek, akabinde bu öz dolayısıyla diğer tüm varlıklardan üstün bir pozisyonda olduğumuza kendimizi inandırmak ve sonuç olarak da, tüm aşkın hiyerarşik kurgularda olduğu üzere, geri kalan tüm varlıkları kendimize tabi kılmak üzerinden tariflenebilecek modern bir ontolojik icattır. Bugün dahi hepimizin yüklü oranlarda işlettiği oldukça yaygın bir varlık düzleminin icadı söz konusu olan. Bu düzlem sayesinde hepimizin aklına nakşedilmiş, insandan başlayarak, hayvan, bitki ve dünyevileştirmeler ve kutsallık | 69
nesnelere doğru değer kaybeden hiyerarşik bir varlık merdivenimiz var. Hayvanlarla aramızda ne fark olduğu sorulduğunda, insan evladı olarak bizim özgür iradenin ve öz bilincin getirdiği bir üstünlüğe sahip olduğumuz hazır cevabı, bu düzlem içinde inşa edilmiş bir kalıp. İnsandışı varlıkların etki güçleri sınırlı pasif nesnelere karşılık geldiği, insanınsa etkenliği kendinden menkul yegâne baş aktör olduğu, dolayısıyla özne sıfatını hak eden tek varlık olarak anılması gerektiği yanılsaması, yine bu düzlemin bir uzantısı. Hakkını vermek gerek, retorik sorusu “Hepimiz her şeyden önce insan değil miyiz?” olan, dâhiyane bir icat bu. İlk prensip olarak verili bir insan kategorisi icat ediyor ve bu icadı gizleyerek, topolojik varlık düzlemini topografik bir beşeri düzleme indirgiyor. Kapalı kapılar ardına gizlediklerimiz arasından, tartışmaya açmaktan en çok çekindiğimiz heyula belki de bu. Moderniteyle birlikte, kendimizi insan dışı tüm varlıkların üzerinde, özü tek bir tür olarak aşkınlaştırdık. Bu pozisyonu tartışmaya açma fikri dahi tüylerimizi diken diken ediyor belli ki.
ği öz merkezli hiyerarşilere yer yok demek. Bu düzlem üzerinde; insan, hayvan ve nesne arasında ancak kategorik bir ayrım yapılabilir, varlığa dair bir hiyerarşi kurulamaz, biri daha değerli, öteki daha değersiz addedilemez. Her varlık farklı örgütlenmeleri ve modifikasyonları tarifler, ama hiçbir modifikasyon özü gereği üstünlük iddiasında bulunamaz. Hatta üstünlüğü bir kenara bırakın, hiçbir varlık özünde ne olduğuyla dahi tanımlanamaz artık. Her varlık neler yapabildiğiyle, çevresiyle kurduğu etkileşim kapasiteleriyle tanımlanır. Tüm varoluş kipleri, değişen yeğinliklerde her daim aktiftir; her varlık birbirini etkiler ve birbirinden etkilenir. Elinizdeki dergi, saksınızdaki bitki, denizliğinize konan kuş, içinde bulunduğunuz bina, vücudunuzu mesken bellemiş bir bakteri, kafanızı kurcalayan bir fikir; hiçbiri sizin kendinizi özel hissetmeniz için var olan edilgen nesneler değildir, her biri etken bir öznedir, farklılık yaratma kapasitesine sahip birer aktördür. Her varlık başroldedir, her varoluş biçimi kendi farklılığından ödün vermemek kaydıyla eş roldedir. Tüm varoluşsal etkileşimler, sabit iktidar pozisyonlarına izin vermeyen, yaygın ve değişken ağ örüntüleri içerisinde vuku bulur. Özgür iradenize veya öz bilincinize tahsis edilmiş hususi konumlar yoktur, her etkileşim aparatı gibi, onların ne olduğuyla değil, onlarla ne yaptığınızla ilgilenilir. Kısaca, merkezi olmayan bir içkinlik düzlemi önerir Spinoza. Yüzyıllarca lanetlenmesinin ve uzak durulmasının sebebi sadece Tanrı’yı içkinleştirmesi değil, aynı zamanda mağrur insan evladını da içkinlik düzlemine çekmesidir.
Peki, başka varoluş düzlemleri üzerinden, içkin güzergâhlar örgütleyerek hayatla ilişki kurma ihtimalimiz yok mu? Pekâlâ var, hat-
Spinoza’nın varlık felsefesinin hakkını birkaç paragrafta vermek, takdir edersiniz ki, pek mümkün değil. Onun yerine, bu içkin varlık düzlemini mimarlık ortamıyla etkileşime sok-
ta gündelik hayatımızın olağan akışında, her birimiz zaten bazen düşük, bazense yüksek yeğinliklerde olmak üzere bir dizi içkinlik düzlemini işletiriz. Bu düzlemler arasında görüp görülebilecek en aykırılarından birini tariflemek gerekirse, yukarıda bahsini geçirdiğimiz Spinoza’nın içkinlik düzlemine kısaca bir göz atmak anlamlı olabilir. Spinoza’nın varlık düzlemine göre Tanrı veya Doğa (Deussive Natura) içinde yaşadığımız evrene tam anlamıyla içkindir, dolayısıyla her varlık Spinoza’nın töz (substantia) diye adlandırdığı varoluş sürekliliğinin modifikasyonlarından oluşur. Bu ne demek? Bu, Spinoza’nın varlık düzleminde aşkınlığa ve aşkınlığın beraberinde getirdi-
tuğumuz, mütevazı bir deneyden bahsederek metni sonlandırma taraftarıyım. Deney, Antalya III. Uluslararası Mimarlık Bienali (2015) için Sinem Serap Duran ve Ozan Özdilek ile birlikte tasarladığımız “Bir Kulenin Hatıraları” adlı kentsel bir enstalasyon. İçeriği, bir kulenin, bilinç akışı tekniğiyle kendi deneyimlerini ve hatıralarını anlattığı bir yerleştirme olarak tariflenebilir. Ortamlar arası tasarım; iki dakikalık döngüler halinde sergilenen bir video-kolajı, Antalya sokaklarına kurulu bir projeksiyon ortamını ve bu görsel-işitsel ifadenin otobiyografik metnini içeren kitapçıkları bir araya getirdiğimiz bir kompozisyondan oluşuyor. Enstalasyonu deneyimlemeye gelenler, daha
70 | dünyevileştirmeler ve kutsallık
ilk karşılaşmalarından itibaren, kendisini etken bir özne olarak tanımlayan bir kule yapısıyla karşı karşıya kalıyorlar: BEN BİR KULEYİM. GÖKDELENİM… SALT BAŞKA AKTÖRLERİ VE HAYATLARI İÇİNDE BARINDIRAN NÖTR BİR KAP DEĞİLİM. BEN DE BİR AKTÖRÜM, HAYATTAYIM. Kule, dünyayı aşkın hiyerarşiler üzerinden değil, süreklilikler ve farklılaşmalardan oluşan içkin bir varoluş düzlemi üzerinden okuyor: BİR BİNA OLMAK NASIL BİR ŞEY? BİR İNSAN OLMAK? HAYVAN, AĞAÇ, TAŞ OLMAK? BANA KALIRSA HEPİMİZ AYNI TÖZDEN YAPILMAYIZ. FAKAT AYNI ZAMANDA, HER DAİM FARKLILAŞAN KOMPOZİSYONLARIMIZ VE ETKİLEŞİMLERİMİZ DOLAYISIYLA HEPİMİZ ŞAHSIMIZA MÜNHASIRIZ. Video ortamında içine sızdığı görülen doğal çevreyle kurduğu ilişkiyi kalıplaşmış çatallanmalar üzerinden okumaya pek yanaşmıyor: BEN İNSANLARIN VARSAYDIĞI GİBİ DOĞANIN DIŞINDA KONUMLANAN KÜLTÜREL-TEKNOLOJİK BİR ARTEFAKT DEĞİLİM. BENİM İÇİN DOĞA VE KÜLTÜR ARASINDA BİR YARILMA YOK; BEN DOĞA-KÜLTÜR SÜREKLİLİĞİNDEN YAPILMAYIM. Kendisine has varoluşsal sıkıntıları ve eğilimleri var: DÜN TEMELLERİMİ SÖKÜP ÇIKARMAK VE UZAK TOPRAKLARA DOĞRU YOL ALMAK ÜZERİNE GARİP BİR RÜYA GÖRDÜM. BAZEN SIKICI OLUYOR, TAKDİR EDERSİNİZ Kİ, AYNI YERE HAYATINIZ BOYUNCA ÇAKILI KALMAK… YİNE DE HEPİMİZ, HEM İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ORTAMA GÖMÜLÜ, HEM DE O ORTAMI SINIRLARINI AŞAN BİREYLERİZ. Bedeninde yaşayan insanların heterojen bir varsıllık ve yoksulluk dağılımı var. Medya ekranları, biçimsel ayrışmalar, enformel kurulumlar. En çok bedeninin gecekondulaşan bölümlerine hayretle yaklaşıyor: BU DENLİ SEFİL VE KASVETLİ ŞARTLARDA, BU DENLİ YARATICILIK VE MAHARET... BEDENİMİ EN ÇOK HIRPALAYANLAR DA, BENİ EN BEKLENMEDİK KULVARLARA DOĞRU GENİŞLETENLER DE ONLAR. Finali Ahmet Hamdi Tanpınar’a saygı duruşunda bulunarak, bienalin ana teması olan “gelecek” üzerine yapıyor: LİNEER BİR İZLEK OLARAK ZAMAN, BİR İNSAN İCADI, BEŞERİ BİR YANILSAMA.
HEPİMİZ, İSTER İNSAN OLALIM, İSTER HAYVAN VEYA BİNA, NE İÇİNDEYİZ ZAMANIN, NE DE BÜSBÜTÜN DIŞINDA; YEKPARE GENİŞ BİR ANIN, PARÇALANMAZ AKIŞINDA. Hangi alacakaranlık varsayımlarımızı tartışmaya açmayı deniyor bu yerleştirme? En başta saklı aşkınlık düzlemlerimizi. Kendimizi tek etken ve baş aktör, kendimiz dışındaki her varlığı edilgen ve figüran olarak kodladığımız insan-merkezciliğimizi. Kültürü, ayrıksı konumumuzu sağlama almak adına, her daim doğadan ayrı tutma ön kabulümüzü. Varsıllık ve iktidar örüntülerine dair asimetrik kurguları büyük bir iştahla tartışırken, türümüze bahşettiğimiz örtülü ayrıcalıkları gözden geçirme konusundaki çekingenliğimizi. Modern varlık düzlemlerimizin kapalı kapıları ardında bir dizi heyula dolaşıyor. Türümüzün narsist aşkınlık yanılsamasından başlayarak, kendileriyle yüzleşmenin vaktidir derim. dünyevileştirmeler ve kutsallık | 71