Ankararınca Dergi Sayı: 2

Page 1


İÇİNDEKİLER KONUR SOKAK | KÜLTÜR DÜNYA AYAKLARIMIZIN ALTINDAN KAYMADAN ÖNCE (RÖPORTAJ) ÖZNE VE İKTİDAR ÜZERİNE: MICHEL FOUCAULT (1926-1984) ANKARA’DA YEŞİLİYLE MAVİSİYLE BİR TRABZON RÜZGÂRI ESTİ GERÇEKLİĞİN YENİDEN ÜRETİMİ

BESTEKAR SOKAK | SANAT BAŞUCUMUZDAKİ SANAT SEVGİ NEYDİ? SEVGİ EMEKTİ…


KARANFİL SOKAK | EDEBİYAT KONUR SOKAK KEMAN SEVEN İNSANIN AKLI GİDER PENCEREDEN DIŞARIYI SEYRETMEK SUÇİÇEĞİ KEREVET İHSAN’IN HATIRATINDAN KARŞI KAPI ORTAOKULDAKİ SALİH MEZARLIK VARYASYONLARI TUTUNAMAYANLARA II FAKAT KAHROLAN MAHALLELİ ESMER AVUKATLAR GİRMESİN ÇAY OCAĞINA EYVALLAH DİL/SİZ



GENEL YAYIN YÖNETMENİ EBRU BEKTAŞOĞLU İÇERİK EDİTÖRÜ/TASARIMCI AYÇA SEZER KAPAK TASARIM AYÇA SEZER SAYFA TASARIMI ALİ TEKAY WEB DÜZENLEME FURKAN CEYLAN SOSYAL MEDYA YÖNETİCİSİ EBRU BEKTAŞOĞLU

EMEKÇİLER ALİ TEKAY ASENA ÜNAL AYÇA SEZER AYSU UĞUR BARAN KARADELİ BUĞRA KAAN SERMİHAN CANSU UĞUR EBRU BEKTAŞOĞLU ECE PAŞALI FAHRİ KÜÇÜK GEZGİN DELİ DERVİŞ GİZEM ARI MEHMET BALCI MİRAÇ DURSUN NECİP FAZIL SAY ONUR SEMİZ SELİN GÖÇEN TARIK MATEM TOLGA KAL UĞUR AKKAŞ YEŞİM ÇELİKER YUSUF BAŞ ZEYNEP SEYMEN ÜLKER ÖZTÜRK REKLAM VE İŞ BİRLİKLERİ İÇİN ankararinca@gmail.com ANKARARINCA DERGİ İLETİŞİM ankararinca@gmail.com

facebook.com/ankararinca

twitter.com/ankararinca

instagram.com/dergi_ankararinca



KUCAK DOLUSU TEŞEKKÜR İnsan, umutla yaşar. Kendine, ailesine, dostlarına ya da onu hayata bağlayan hayallerine tutunur. Bir de romanlara, öykülere, şiirlere, şarkılara, içini dökebildiği yahut onun sesi olabilen tüm güzelliklere... Biz; içiniz, sesiniz, tutunacağınız bir dal, sığınacağınız bir liman olmak istedik. Yaşama hep ümitle bakalım, daima güzel ve güneşli günlere uyanalım diye sizinle bir hayale can verdik. Yazdık, çizdik, anı yakaladık, anı paylaştık ve bir Yeşilçam sıcaklığıyla sizlerle aile olduk. Hikâyelerinize dokunduk. Kimi zaman tebessüme kimi zaman gözyaşına rastladık. Herkes gibi... Yine de eksik etmedik sol cebimizden umudu. Canla başla çalıştık, can kulağıyla dinledik evrenin eşsiz sesini. Haftalardır yağan yağmur ne zaman dinecek, ağaçlar ne zaman meyve verecek derken Başkentimize güneş doğdu. Ağaçlar da emeklerimiz de meyve verdi ve biz ilk sayımızı yayına aldık. Sizlere; bize dost, sırdaş, aile ve yuva olan Ankara’dan seslendik. Onun büyüsüne kapıldık, ondan izler taşıdık ve onu yansıttık. Şimdi ikinci sayımızı sizinle buluşturmanın coşkusunu yaşıyoruz. Bağrınıza bastığınız, desteklediğiniz, eser gönderdiğiniz için sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Minnettarız. Sizin de yolunuza kuşlar konulsun. Şiirle kalın.

EBRU BEKTAŞOĞLU 6


konur sokak kĂźltĂźr


ulan Ankara ben senin oglun degil miyim karıncayı incitmem hayata saygım büyük işçiyim dediysem anla ki tutsak degilim alnımın terini yerim / acı tuz ve ekmek istedigim yoksullara avuç avuç özgürlük ortaklaşa çalışıp ortaklaşa yiyebilmek çünkü bak / bin yıllık emek birikimiyim

ATTİLA İLHAN


Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.

Mustafa Kemal ATATÜRK


DÜNYA AYAKLARIMIZIN ALTINDAN KAYMADAN ÖNCE ‘’Her yıl tatillerde şehirden köye giderlerdi. İlk başta börtü böcekten huylanırdı ama zamanla alışır toprağa oturup müzik dinlerdi. Ne tarafa baksam renkleri görüyorum binalar yerine diye düşünürdü. Emeğin ve çalışmanın karşılığını toprakta görüyordu. Hayret ediyor, taptaze meyvelerin günden güne büyümesini izliyordu. Babaannesi göstermişti ona bunu. ‘’Ne kadar emek verirsen o kadar karşılığını alırsın, doğa sana geri dönüş yapar’’ derdi babaannesi ve garip bir bağ kurardı bahçesiyle. Tek tek onlara su verir, çapa yapar, onları büyütmek için çabalardı. En çok zevk aldığı şey ise ailesine yetiştirdiği meyve sebzeleri yedirmekti. Telefonda o gün ne ektiğini anlatır heyecanla ailesinin geleceği günü beklerdi. İşte ondan görmüştü bu duyguyu. Çünkü babaannesi elindeki suyu bile boşa dökmez, ağaçların çiçeklerin dibine dökerdi. O da kendi annesinden öyle görmüştü. Meyveleri topladığı sepeti koluna taktı ve ailesinin büyüdüğü, sevindiği, üzüldüğü topraklarda gezinmeye başladı…’’ Dünya ayaklarımızın altından kaymadan önce bazı şeylerin kıymetini bilmek gerekiyor. 5 Haziran Dünya Çevre Günü adına Hacettepe Üniversitesi Biyoloji bölümü, Ekoloji anabilim dalında görev yapan Doç. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ile yangın ve bitki ekolojisi hakkında güzel bir röportaj yaptık. Doç. Dr. Tavşanoğlu bu konu hakkında merak edilen soruları yanıtladı; Yeta’ nedir? Buradaki çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

-Yeta Hacettepe Üniversitesi Biyoloji bölümünde bulunan yangın ekolojisi ve tohum araştırmaları laboratuvarıdır. Burada yangın ekolojisi ve tohumlarla ilgili çalışıyoruz. Çalışmalarımızda doğada yangının rolü öne çıkıyor. Özellikle Akdeniz’de yangınlar çok oluyor; Antalya, Muğla gibi şehirlerde. Asıl nokta biz nerede müdahale etmeliyiz? İşte yangın ekolojisi bilimi burada ön plana çıkıyor. Yangın ekolojisi ve bitkiler arasında nasıl bir ilişki var? , -Ekoloji canlılarla çevreleri arasındaki ilişkileri kapsar. Araştırdığımız konu bitkilerin yangından sonra kendini nasıl yenilediği. Çünkü genel bir yargı var. İnsanlar yangının ormanı tamamen yok ettiğini düşünüyor. Bizim ormanı tekrar yerine getirmemiz için harekete geçmemiz gerekiyor. Aslında doğa bunun çaresini bulmuş, çünkü genelde yangının çok sık görüldüğü yerler milyonlarca yıl yandığı için tohumlar aracılığıyla doğa kendini yenilemeye başlamış durumda. Yangının biyoçeşitlilik üzerindeki etkisi nedir? -Özellikle sürekli yanan yerlerde canlılar buna uyum gösterdiği için yangın biyoçeşitliliği arttıran bir etmen oluyor. Örneğin; bir hektar büyüklüğündeki ormana bakıyorsunuz 50 tane bitki türü buluyorsunuz; çalılar, ağaçlar… 10


Orman yandıktan sonra gidiyorsunuz özellikle ilkbaharda, orada 350 tür buluyorsunuz. Çoğunlukla yıllık, küçük boylu sadece bir sene çiçek açıp sonra tekrar tohum olarak toprağa giden türler. Dolayısıyla baktığınızda yangın büyük bir kütleyi yok ediyor ama aynı zamanda toprakta bulunan ve belki 50 yıl boyunca yangını beklemiş olan türlerin üremesini sağlıyor. Özellikle Amerika ve Avustralya gibi yerlerde yangını biyoçeşitlilik arttırmak için kullanıyorlar. Yangının sıcaklığı tohumun çatlamasına neden oluyor ve tohum kabuğu su alabilir duruma geliyor. Bu sayede tohumlar çimleniyor. Her bitki yangından sonra yenilenme sürecine girer mi? -Her bitki girmez. Bu özellikle bulundukları ortama göre değişir. Sık yanan yerlere örnek verirsek Akdeniz bu özelliği taşıyor. Bugün sizin orman dediğiniz yer muhtemelen 50 ya da 100 yıl arasında bir tarihte yanmış ve tekrar yenilenmiştir. Akdeniz’de yaşayan bitkilerin çoğu adaptasyona sahip. Bitkinin üst tarafı yanıyor ama bitki ölmüyor, kökleri toprağın altında duruyor. Uzun yıllar boyunca yangına maruz kalmayan bitkiler böyle bir adaptasyon geliştirmemişler. Dolayısıyla burada yangın olduğunda toprak çıplak kalıyor, yenilenme gerçekleşmiyor. Tohumun çimlenme sürecini nasıl takip ediyorsunuz? 11

-Araziden gidip tohum topluyoruz burada benimle çalışan öğrenci arkadaşlarımla birlikte. Tohumları fırınlara atıyoruz çünkü toprağın altında olsalar bile sıcaklığa maruz kalıyorlar. Sıcaklığa maruz kalmayan tohumlarla karşılaştırıyoruz. Görüyoruz ki normalde çimlenmeyen tohumlar fırında ısıya maruz kaldığında çimlenmeye başlıyor. Böylece tohumun nasıl topraktan çıktığını anlıyoruz. Yangın sırasında çok miktarda duman çıkıyor. Dumanın içinde bazı kimyasal maddeler olduğu anlaşıldı ve o kimyasallar bazı tohumların çimlenmesini sağlıyor. O yüzden bizde burada bitki materyali yakıyoruz, duman oluşturuyoruz. Onu damıtarak duman suyu haline getiriyoruz sonra da onu tohumlara veriyoruz. Duman suyu vermediğimiz tohumlarla karşılaştırıyoruz. Dumanla çimlenen bitkileri saptıyoruz böylece. Bu yöntemlerle 100’e yakın tür tespit ettik. Sizce bu konu hakkında insanların üzerine düşen görevler nelerdir? -Yapmamız gereken anlamak. En büyük eksikliğimiz bir şeyler bilmeden doğaya müdahale etmek. 100 hektarlık kadar büyük bir alanın ağaçlandırıldığını gördüm. Normalde doğru bir yöntem değil. Bu baskılar bizi yanlış yönlendiriyor. Özellikle basının baskısı.

ALİ TEKAY


Çünkü ağaçlandırmanın iki yolu var; biri kendi haline bırakarak uzun yıllar boyunca beklemek ya da biyoçeşitliliği yok eden dozerlerle alanı sürüp oralara ağaç dikmek. Böyle olunca topraktaki tohumlar bir dahaki yangından sonra ortaya çıkamayacak, çünkü artık orada tohum kalmamış oluyor. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? -Bizim ülkemiz biyoçeşitliliği yüksek olan bir yer. Her gün hala yeni bitki türleri bulunuyor. Bilimsel araştırmalar yapıldıkça bunun değerini daha çok anlayacağız. Bilgi birikimiyle doğayı daha iyi anlayabiliriz, var olan biyoçeşitliliği koruyabiliriz. Yangınların %85’i insanlardan kaynaklanıyor. Bu yüzden önemli olan bilinçli olmak ve yangından sonra nasıl davranacağımızı bilmek. Doç. Dr. Çağatay Tavşanoğlu’na bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.

AYSU UĞUR

12



ÖZNE VE İKTİDAR ÜZERİNE: MICHEL FOUCAULT (1926-1984) Foucault’un üzerinde en çok durduğu kavramlar özne ve iktidar kavramlarıdır. Ona göre özne iki tanımlıdır. Birinci özne, denetim ve bağımlılık ile başkasına tabi olan özne iken, ikinci özne vicdan ya da öz kimlik ile kendisine bağlı olan öznedir. Bu iki tanım arasında ince bir çizgi vardır. İkinci tanımdaki vicdanlı ve öz kimlik ile kendisine bağlı olan özne eleştirel akla ulaşmak için sorgulama yapan, araştıran ve günceli koruyan öznedir. Birinci tanımdaki özne ise doğrudan veya dolaylı olarak denetim ve bağımlılığa tabi özne olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak Foucault kesinlikle iktidar ve özne kavramlarını birbirinden ayrı olarak düşünüp, hareket etmemiştir. Çünkü ona göre özne ve iktidar kavramları birbirlerini besleyen iki kavramdır. Özne kavramını tanımlarken bir diğer üzerinde durduğu tez ise tarafsız bir öznenin olmadığıdır.

Çünkü özne ve iktidar ilişkileri mutlak ilişkilerdir. Bu ilişki içerisindeki en büyük araç ise bilgidir. Bilgiye sahip olmak demek özgürleşmek demek, var olmak demektir. Böylece öznenin elde ettiği bilgi iktidara karşı konumunu belli edecek ve özneyi tanımlayacaktır. Ancak iki kavram arasındaki mutlak ilişkiyi tanımlayan durum, bilgiye ulaşmak için iktidara ihtiyacının var olduğu çizgisindedir. İktidar kavramı özneler üreten bir yapıya sahiptir. İktidar merkezsiz yapısıyla her yerde bulunabilmekte, konumlanabilmektedir. İktidar ve özne arasındaki ilişki bilgi elde edilene kadardır. Çünkü sonrasında bir başka özne üretilecektir. Özne üretilen veya varolan bilgiye göre hem hedef hem de taşıyıcı konumunda olacaktır. İktidarın ilişkileri değişebilir ve dönüşebilir.

Foucault iktidar kavramından daha çok iktidar ilişkileri kavramını kullanmaktadır. İlişki kavramının kullanımıyla kavram daha simetrik yani etkileşimli bir süreci ifade edecektir.

14


Bu değişim veya dönüşüm tarafların özgürleşmelerine bağlıdır. Çünkü iktidardan bahsetmek taraflar arasındaki ilişkiyle olur. Özne olarak üretmiş olduğunuz anlam ve sürecin bir parçası haline geleceksinizdir. Bu iki kavram arasında etmen bir araç olarak bahsettiğimiz bilginin bilimsel yani epistemolojik olmasına ihtiyaç vardır. Çünkü sorgulayan, araştıran ve eleştirel akla ulaşmaya çalışan özne egemen olmaya yakındır. Kısacası Bacon’un dediği gibi bilenin egemen olduğu tezini de desteklemektedir.

AYÇA SEZER

15



ANKARA’DA YEŞİLİYLE MAVİSİYLE BİR TRABZON RÜZGÂRI ESTİ 11. TRABZON GÜNLERİ 25-28 MAYIS 2017 ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ Karalahana sarmasından, kuymağına, tereyağından peynirine ve balına, meşhur Akçaabat köftesinden, hamsisine ve pidesine, bir lezzet diyarıdır Trabzon. Ankara’da 11. kez düzenlenen Trabzon Günleri’nde Karadeniz coşkusu sardı her yeri. Emekçi Karadeniz kadınlarının el emeği göz nuru yöresel ürünlerine hayranlığımız bir kere daha arttı. Kolbastı ve horonla neşemize neşe kattık, enerjimizi ikiye katladık.

17


Fedakâr, misafirperver, becerikli, sıcakkanlı, elinden her iş gelen Karadeniz kadını! Lügatında “Ben yapamam, ben edemem” yoktur ve asla cinsiyetçi değildir. “O erkek işi, bu kadın işi” demez. Sırtında çocuğunu da taşır, koca koca odunları da. Yerinde duramaz hiç, işi olmasa bile kendine iş yaratır. Komiktir, güleçtir, şakacıdır, yaratıcıdır, hırçındır, gururludur. Morali bozuk olsa dahi bir fıkra anlatır, neşe olur, mutluluk olur. Bir yağmur damlasının cama vurmasıyla, ormanların çam kokusuyla ya da bir kemençe sesiyle dünyalar onun olur. Enerji doludur. Yüreği yansa dahi anlaşılmaz. O her ne olursa olsun; omzunu, fistanını sallamasını bilir. Çünkü sonsuzdur mutluluğu, Karadeniz’in maviliği gibi!

18


FOTOĞRAF : ÜLKER ÖZTÜRK

EBRU BEKTAŞOĞLU

19



GERÇEKLİĞİN YENİDEN ÜRETİMİ Haber değeri taşıyan birçok yaşanan olayı düşündüğümüzde bu olayların bize yansıtılış biçiminin doğruluğuna yönelik yaklaşımlar daima şüpheci bir şekilde tezahür etmektedir. Bu şüphe unsurunun sebebi ise medyanın olayı nasıl algılamak istiyorsak o şekilde bir haber içeriği ile kamuoyuna yansıtması haber gerçekliğini yaralayan ana unsurları beraberinde getirmektedir. Ortaya çıkarılan resim, video ve yazılar bir bütün olarak değerlendirildiğinde muhabir ve kameramanın görevini yapmasıyla ham görüntülerin haber merkezine ulaşmasıyla birlikte bu unsurlar dönüşüme uğrayarak gerçeklik yitimini açığa çıkarmaktadır. Editoryal bağımsızlık denilen kavram burada devreye girmektedir. Bu kavram ülkemiz açısından değerlendirildiğinde kavramın işler bir şekilde kullanılmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Haber değeri taşıyan unsurlar editör süzgecinden geçerek haber merkezinin benimsediği ideolojik bağlamda ve editörün düşünüş biçimiyle uyumlu bir şekilde içeriğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu durum özgür ve bağımsız haberciliğin ortadan kalkmasına neden olmakta ve toplumdaki ideolojik taraftarların gönüllerini kazanmasını sağlamaktadır. Böylece toplumda belirli bir zümreye ve sınıfa yönelik haber yapılabilmesinin önü açılmaktadır. 21

Bu kavram Baudrillard’ın önemle üzerinde durduğu adına birçok makalelerin yazıldığı şemsiye bir kavramdır. Gerçekliğin kapitalizm ve kitle iletişim araçları tarafından hapsedilmesi gerçek olan ile olmayan arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştır. Herhangi bir olayı çıplak gözle izlerken ve dilediğimiz açıdan olaya bakma özgürlüğüne sahipken, aynı olayın televizyondaki yansıması, kameramanın seçtiği açı ile sınırlı olmaktadır. Bu nedenle kendi gözlerimizle gördüğümüz gerçeklik ile ekrandaki gördüğümüz gerçeklik arasında kıyaslanamaz farklar vardır. Ekranda izlediğimiz salt gerçekliği temsil etmemekte ve kurgusal gerçekliğin tezahürü olmaktadır. Mesajı alan kişiler haberi izlediklerinde olmuş olan olayı yansıtıldığı şekilde algılayacaktır. Haber kurgusunu yapanların algılatmak istedikleri belirli bir çerçeve vardır. Bu çerçeve içerisinde haber yapılır ve gerçeklik yitimi kendini gösterir. Bu şekilde bireyin saf süzgecinden geçerek habere ulaşması mümkün olmamaktadır.Baktığımızda var olan haber merkezlerinin tarafsız ve bağımsız haber savunuları içleri boş aynı zamanda yürürlüğe konulmamış dava niteliğindedir.Hiper gerçeklik kavramına değinecek olursak bize yansıtılanın aslında gerçeği temsil etmediği görülür. Örnek verecek olursam Truman Show filminde ana karakter normal günlük ve ev yaşamını devam ettirdiğini düşünmesinin sağlanması gerçekleştirmek istenilenin ne kadar


profesyonel kurgulandığının göstergesidir. Hâlbuki ana karakter bir simülasyon içerisinde ve çekilen bir filmin başrol oyuncusu niteliğindedir. Burada bireyin hayatı adeta bir meta olarak satın alınmakta ve milyonlar tarafından bu durumun izlenerek keyif alınacak bir durum olarak gösterilmesinin önünün açılması kendini gösterir. Bireyin kendi yaşamından elde edilen ticari gelir projeyi gerçekleştirenlerin milyon dolarlar kazanmasına sebep olurken diğer taraftan insan hayatının denetlenebilir ve gözetlenebilir bir yer haline gelmesi gözler önüne serilir. Burada bireyin hayatı herkes tarafından görünür kılınarak özel yaşamın ihlali aynı zamanda bireyin nesneleşerek değer yitimini ortaya çıkarmasını açıkça göstermektedir. Bir yerde Suriye ve Mısır iç Savaşı televizyonlarda bir film gibi izlenirken diğer yanda reklamların tüketim kültürünü güçlendiren düşünüş biçimleri aynı anda izlenerek insan yaşamının sanallığının ve gerçek dışılığının somut bir şekilde görülmesine acı bir şekilde tanıklık etmekteyiz. Kanal değiştirildiğinde birey için yaşanılan savaş bitmiştir. Ekranda olayların görülmesi bireyin kısa süreli olarak duyarlılık göstermesine sebep olarak olayın gerçekliğini ortadan kaldırmaktadır.

Kamera açısının ne şekilde olduğu olayın doğruluğunu ve yanlışlığını yansıtma anlamında önemli bir etkisi vardır. Bu duruma örnek olarak Gezi Parkı olaylarında yanlı televizyon kanalları sürekli olarak eyleme katılanların polise müdahale ettiği görüntüleri göstermektedir. Diğer tarafta polisin insanlara müdahalesi hiçbir şekilde gösterilmemektedir. Bu durum olayın anlaşılması açısından gerçeği temsil etmeyen siyasal iktidarın yanında yer almaya yönelik durumları benimseyen haber merkezlerinin yaptığı gazetecilik anlayışını gözler önüne sermektedir. ‘’Baudrillard’ın, medya araştırmalarında genel olarak vardığı sonuç: Medya bir gerçekliğin yansıması olarak başlar, gerçekliği çarpıtır, olmayan şeylere inandırır ve bir süre sonra kendi gerçekliğini oluşturarak gerçekliğin kendisi simülarkı olur’’.

TOLGA KAL

22


BESTEKAR SOKAK sanat


Yoluma çıkma artık Yolumu degiştirdim. Ankaralı sevgilim... Herkese selam söyle Onları çok özledim. İşte böyle güzelim... Bir başıma bırakmayacak Üç gün sonra unutmayacak Karınca kararınca Bir sevgili buldum ben.

NAZAN ÖNCEL


Dünya aydınIık oIsaydı, sanat oImazdı.

AIbert Camus


BAŞUCUMUZDAKİ SANAT Bir ekmeğin sıcaklığı, bir baykuşun soğukluğu. Güzel çirkin yahut doğru yanlış. Sana seni tanıtan, tıpkı bir annenin hiç bitmeyen merhameti gibi kucaklayıp, sarıp sarmalayan en fedakâr sanattır tiyatro. Kâh yeni doğan bir çocuğun masumiyeti, kâh bir katilin akıl almaz nefreti. Öyle yakındır ki sana tiyatro, kardeşin gibi, yârin gibi. Geçmişin o kör kuyusunda canlanırken hafızandaki en güzel ama bir o kadar da canını yakan anılar, sana başka seçenekler, bambaşka hayatlar sunar tiyatro. Hiç kötü bir kadının aslında içi yanarken kahkahalar atıp güldüğünü düşündün mü? An gelir için zehir gibidir ama çevrendekiler seni bir kuş kadar hafif bilir. İçindedir kimse bilmez. Bir yüzün vardır Tanrı’nın sana bahşettiği, bir de diğeri vardır kendi kendine körelttiğin. İşte böyledir tiyatro. Hep görünenin ardındakini sorgulatır. Belki aynalara bakmaya üşenirsin çoğu kez lakin tiyatro yetişir imdadına. Sahnede ne varsa sana, insanlığa dair avuçlarındaymış gibi hissedersin. Bilye toplayan bir çocuğun avucundakileri sımsıkı saklayıp kimseye göstermek istememesi bir anda anlaşılır gelir sana. Çocukla çocuk, büyükle büyük olur kapılırsın hayatın akışına. Ege’nin neşesi olur çoğalır sevincin, Karadeniz’in o hırçın rüzgârı olur esersin deli gibi.

Gülersin diner gözyaşların, ağlarsın ıslanır yanakların. Yani sen tiyatrosundur, tiyatro da sen. Öyleyse nedir bu uzaklık ona karşı? Kendimizle yüzleşmeye bu kadar mı yakın değiliz? Hâlbuki insana her zaman kendi olma fırsatı verilmez şu dünyada. Yepyeni hayatlar görüyoruz günden güne. Alışmak da var kaybetmek de. Eğer oturmuşsa tiyatro yaşamının başköşesine hiçbir zaman uzak değilsindir kendine. Dün yoldan geçerken ayağına basan çöpçü, bugün sevdiğinin gözlerindeki heyecanı bildiğin an, yarınsa yeşeren umutlar. Hepsi sahnededir hepsi karşında. Kendin olmanın verdiği huzuru hatırladığında, başka insanları içinde yaşadığında. Kısacası gölgende bile yer almış adım adım takip eder seni tiyatro. O halde aynaya bak, gülümse sebepsizce, ağla korkusuzca. İhmal etme sanatın en güzide renklerini adeta bir gökkuşağı gibi içinde barındıran güzelliği. Unutma ki tiyatro aslında yanı başımızda.

EBRU BEKTAŞOĞLU

26



SEVGİ NEYDİ? SEVGİ EMEKTİ… Türk sinemasının vazgeçilmez filmlerinden “Selvi Boylum Al Yazmalım” herkesin kalbine dokunan bir filmdir. Filmi izlediğinde aklıma gelen tek soru “Sevgi Neydi? Sevgi Emekti”. Bu soru herkesin kafasını karıştıran bir sorudur. Herkes zaman zaman bu soruyu kendine sorar. Sevginin emek olduğunu hiçbir film bu kadar güzel anlatmamıştır. Filmin başrol oyuncusu Asya’nın final sahnesinde kimi seçeceği merak konusudur. Bir tarafta çok sevdiği İlyas öbür tarafta ise emeğiyle Asya’nın sevgisini kazanmaya çalışan Cemşit vardır. Final sahnesinde Asya sevginin emek vermek olduğunu Cemşit’i seçerek gösterdi. Bu sahne aşk için emek vermenin şart olduğunu, katıksız sevginin emek vermekten geçtiğini anlatır. “Sen gelmesen de ben beklerim. Ne olacak sanki cebimden mi gidiyor; canımdan gidiyor!” Bu söz bile sevginin büyüklüğünü, yüceliğini anlatır. Gerçek sevgi zaman, mekân tanımaz. İnsan gerçekten severse gözü başka hiç kimseyi görmez. Sevdiğinin gelmeyeceğini bilse bile onu her zaman bekler. İçinde hep bir umut vardır. Belki bir gün gelir diye. O umut söndüğü an kişi için her şeyin bittiğini gösterir.

“Elini tuttum, sıcacıktı; sanki yüreği elimdeymiş gibi.” Eğer gerçekten seversen kalbin sanki bir kuş gibi çarpar. Filmde de İlyas ilk defa âşık olmuştur. Asya ise aşkın ne olduğunu hiç bilmemiştir. Ta ki İlyas’ı görene kadar. Ona olan duygularına anlam verememiştir. Bazen insanlar duygularından emin olamaz. Aşkın tarifini yapamaz. Aşk herkese göre farklıdır. Aslında aşkın tarifi yoktur. Kimi zaman sadece bir bakış, kimi zaman bir gülüş insanı kendine çeker. Asya ile İlyas’ın durumu da buna örnektir. İlyas’ın pır pır eden yüreği de Asya’nın elindedir. “Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgârıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çırpıntısı… Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan dost, sıcak insan eli, insan emeği miydi? Sevgi iyilikti, sevgi emekti.”

28


Sevgi gerçekten de emek vermektir. Bazen sırf o seviyor diye bazı şeylerden feragat etmektir. Karşılıklı fedakârlık etmektir. Sevgi zamanla oluşan, emek vererek geliştirilen bir duygudur. Tıpkı ekilen bir tohumun zamanla büyüyerek gelişmesi gibidir. Asya da bu filmde kendisine emek veren adamı seçer. O adamın sevgisi de zamanla büyümektedir. Asya da bu sevgiye kayıtsız kalamaz. Sevgi emektir. Emek ise vazgeçemeyecek kadar ama özgür bırakacak kadar da sevmektir.

CANSU UĞUR

29


Ya kolaydır, ya da imkânsız.

Salvador Dali

30


Kendi portremi resmediyorum çünkü çoğunlukla yalnızım, çünkü en iyi tanıdığım insanım.

Frida Kahlo

ÇİZİM: ECE PAŞALI 31



33


Biraz pudra, biraz allık, daha çok göz farı ve eyeliner... Makyaj malzemeleriyle parıl parıl parlayan bir çalışma.

ÇİZİM: ZEYNEP SEYMEN

34


KARANFIL SOKAK edebiyat


Ey insan arşı yayla! Ey bozkır! Ey Ankara!

Seslen bana: Ben senden nasıl uzak yaşarım; Bahtım, senin bagrından ayrıldıgım an kara,

Ben sendeki gözlerden feyz alarak yaşarım.

BEHÇET KEMAL ÇAGLAR


Edebiyat, yazarlarÄąn meydana getirdiÄ&#x;i bir cumhuriyettir.

Jean B. Moliere


KONUR SOKAK Konur Sokak’ta Onca kalabalığın içinde yalnızlık Yalnızlığım içinde bir ben Seyrederken Taş Fırın’dan gelip geçenleri Anılar canlanıyor gözlerimde Ah o akşam sohbetleri Asteriks bıyığıyla gürleyen Sayın San’ın sesleri… Seyrederken insanların Telaşlı, çokça da ürkek Geçişlerini Aklımda yine sen Sen’li günler... Uzun zaman girememiştim bu sokağa Atamamıştım adımlarımı Telaşlıların inadına Usul usul... Her şey farklı gelirdi Konur Sokak’ta Sevda da dostluk da Bir selamla bir merhaba... Ya da farklı kılan sevdandı Bana o zamanki yangında… Bak yine pazar kurulmuş Ahmed Arif’in Karanfil’ine Oysa Hayat gül kokulu sağanak yine Hafif bir rüzgâr esiyor Karanfil’den Konur’a Yılgın Haziran akşamında Savuruyor anılar içinde beni Ah-dü zamana…

GEZGİN DELİ DERVİŞ 38



KEMAN

Müzik, insanlara hikmet ve felsefeden daha çok esin verir. Ludwig v. Beethoven

İstanbul’a geldiğim ilk zamanlarda ümitliydim. Koca şehir önümdeydi, koca tarihle kucaklaşmıştım. Artık buradan çıktıktan sonra hayalimdeki gibi yazabileceğimi, hayalimdeki gibi peşi sıra kendi kitaplarımı çıkarabileceğimi düşünüyordum. Edebiyatçının tek ve en önemli silahı gözlemdir. Mümkün olduğunca fazla insan gözlemlemeliydim. İlk iki ay yaptım da bunu. Eminönü’nde Sultanahmet’te dolaştım. Günlük gezilerden yorgun düşenlerle de konuştum, gezdiği toprağın kültürel hazinesinden çok kendisine ne bıraktığıyla ilgilenen insanlarla da. “Sultanahmet’in bereketi başkadır ablacım. Ben burada daha rahat satış yapıyorum. Bak, seksen şişe su sattım. Allah’ım nazardan korusun. Saat kaç şimdi? Bire çeyrek mi var? Bir saati biraz geçmiş işte. Allah bereket versin. Şimdi ne oluyor biliyor musun? Bizim millet namazdan çıkınca bir susuyorlar, bir susuyorlar görmen lazım. Ama tabii, insan sonuçta… Dua ediyorlar. Kuran okuyorlar yerine göre. Ağızları kuruyor. Şadırvandaki çeşmelerden su da içemez oldular şimdi biliyor musun? Hastalanırız diye korkuyorlar. Hastalanmaya, şifa bulmaya Allah karar verir. Ama elleme, korksunlar. İnsanları yaşatan korkudur.

Bir insan korkusuz oldu mu ne olur? Misal… Sana dedim ki ablacım git şu suya atla. Ne dersin? Üşütürüm dersin değil mi? Korkarsın yani. Korkusuz olsan ne olur? Gider atlarsın, zatürre olursun Allah korusun. Ölmek istemiyorsan korkacaksın. Düzgün yaşayabilmek için korkmalı insan. Korkusuz yaşayamaz. Yaşayabilir mi? Onlar yaşadı misal. Onlar yaşadı mı, biz ölürüz. En iyisi ne onlar hasta olacağız diye korkudan ölsünler; ne de biz su satamayıp eve mahcubiyetten ölelim. Hadi ablacım bak daldım gittim. Sen de demiyorsun ki, İlyas abi geç kaldın falan. Bak, insanı ya korkaklık öldürür, ya da hiç korkusuz olması.” Diyen insanları anlamaya çalıştım mesela. Bu insanların şehrin geçmişine bu kadar alakasız durmalarını da anladım. Onlar, bu eski mezar kentin mezar sulayan çocuklarıydı. Yıllar ölmüş, padişahlar ahirete gitmiş, savaşlar bitmişti. Kaderine burada ölmesi gerektiği yazılan herkes ölmüştü. Geriye o insanların güzel anıları kalmıştı bu şehir üs tünde. Tıpkı mezar taşları gibi… Yaptığı tabutu satıp, eline para geçince mutlu olan insanı vicdansızlıkla suçlayamazdık. Bu düşünce kafamda oluşunca mezarlıkları gezdim. 40


Çok fazla mezar gördüm. Dünyaca didinmiş ve yorgunluktan ansızın sızmışlardı. Tuhaf bir şekilde mezarlıkta, ölümün başkentinde bebekleri hatırladım. Öğle uykusuna yatmayıp haylazlık yapmaya devam eden; akşam olunca uyumama konusunda inatçı olan bebekleri. Uyumak istemezler ama birden, oldukları yerlerde sızar, anne babaları onları yatağına götürmek zorunda kalırdı. Acaba insan hiçbir zaman bebeklikten kurtulamıyor muydu? Gerçekten de insan yedisinde neyse yetmişinde, sekseninde de o muydu yani? Kundakla, tabut arasındaki tek fark insanı buruşturup kirleten zaman mıydı? Yan yana gömülmüş bir karı kocanın mezarında şunlar yazıyordu. Lütfiye-Kazım E. Çifti. Ö.2013 Bir bebeğimiz olmadı, birbirimize bebek gibi baktık. Birimizin soluğu olmadan diğeri uyuyamazdı. Bir araba içinde Uykuya beraber daldık.

41

Mezarlıkta tüylerimi ürperten bir yazıydı bu. Beni sarsmaya yetmişti. Acı bir fren sesi duydum. Paramparça olmuş bir araba görür gibi oldum. Ambulansla birlikte bir itfaiye de çağırmış olmalıydılar. Hiçbir araba hüzne doğru gitmez.

Hüzne gidebilecek arabaların arkasından su dökülür ki, su kuruyacağı için o araba da hüzne gitmiş sayılmaz.Asıl hikâyeler doludizgin mutluluğa giden insanların ansızın kalıvermeleriyle oluşuyordu. Bireysel arabalanma, bireysel silahlanmadan daha tehlikeliydi. İnsanların aniden ve beklenmeyen bir şekilde ölmesi ise bir nükleer silahtan daha yıpratıcı olsa gerekti. Yas tutmak dünyanın en yıpratıcı işiydi çünkü. Daha acı verici olanı ise, bizler gibi sadakat açlığı çeken insancıkların, böyle vefa tablolarının önünden geçip, hiç de bu insanlara benzeyemeyeceği korkusuydu. Vefanın kaynağı neydi? Vefa parayla, mevkiiyle veyahut lüks bir yaşamla sağlanabilir miydi? Hemencecik reddettim bunu. Bebekler annelerini kokularından bilirdi. Asıl vefanın böylesi bir bağla oluştuğunu hissettim. Suni şeyler vefayı sağlayamazdı.Kokusunu, sesini, gülüşünü hatta yürüyüşünü özlemediğiniz insanlara vefayı hissedemezdiniz. Ve yine gezmeye devam ettim İstanbul’da. Bir öğrenci için İstanbul’da gezmek epey maliyetli oluyordu. Ama dürüstçe konuşmam gerekirse edebiyat fakültesinin bana yazmayı öğreteceğine inancımı yitirmeye başlamıştım. Bir kelimenin kökünü, kökenini incelemekten; duygularını düşünmeye vakitleri kalmıyordu sanırım.


Duygular ise sokaktaydı. Yaptığım uzun yürüyüşler de, kaybolduğum sokaklardaydı. Birkaç kez tatsız olaylar da yaşadım haddinden fazla gezdiğim için. Ama olsun. Hepsini atlatmayı başarmıştım. Bir keresinde Beyoğlu’nun arka sokaklarından inerken birden önüme dört tane köpek çıktı ve peşimden epey kovaladılar. Tam takatim kalmadı, dediğim sırada sokaktaki dükkânın birinden fırlayan adam köpeklere saldırdı. Ve beni defalarca hastaneye giderek kuduz aşısı olmaktan kurtardı. Sonra da bana, “Aman, hanım efendi, dikkat edin, çok mu kovaladı keratalar? Ben size hemen bir su getireyim. Korkmuşsunuzdur.” dedi. Ben daha soluklanamamış, gerek yok dahi diyememiştim. Gitti, bir cam bardakta su içirdi. Su hiç lezzetli değildi. İkram edilen suya uzanmışsam onu içmek zorundaydım. Zorla içtim. Midem bulandı. Suratımın ekşidiğini fark etmiş olacak ki, “Biraz soluklanın.” dedi. Oturdum. Bana kendisinin burada bakkal işlettiğini söyledi. Babası o çocukken ölmüş. Zonguldak’ta. Kömürde. Oradan bunlara biraz para vermiş devlet. Onlar da bir bakkaliye açmışlar. Çocuk işletiyormuş. Sırf onu dinliyor olmamak için ben de biraz bir şeyler söylemeliyim, dedim. Bakkal kelimesinin kökünün sebze anlamına geldiğini bilmek sanırım ona keyif vermezdi. muş. Sırf onu dinliyor olmamak için ben de biraz bir şeyler söylemeliyim, dedim.

Ben de kaç yaşında babasını kaybettiğini sordum. Babası o çocukken ölmüş. Zonguldak’ta. Kömürde. Oradan bunlara biraz para vermiş devlet. Onlar da bir bakkaliye açmışlar. Çocuk işletiyor. Bakkal kelimesinin kökünün sebze anlamına geldiğini bilmek sanırım ona keyif vermezdi. Ben de kaç yaşında babasını kaybettiğini sordum. “Ben dokuz yaşındaydım” dedi. “Annem sonra başkasıyla evlenmedi. El işi yapıp pazarda satıyor, para için değil, kafam dağılsın diye. Ümraniye’de. Salı pazarında. Gidersen görürsün. Ben anneme dedim. Anne, burada bir yerde satalım, diye. Ama yok, koca kadın. Ne diyeceksin? Orada arkadaşları varmış da, onlarla iyi oluyormuş. Peki, dedim. Karşıya geçer her hafta. Geçsin, ne yapalım? Kendi istiyor, hoşuna gidiyor sanki biraz.” Saatime baktım. Aslında bu saati bilme amacı taşıyan bir bakış değildi. Anadolu’nun sözsel olmayan edebiyatıydı. Vaktimi gereksiz yere aldın demek de oluyordu, süren az kaldı. Çabuk değerlendir, de. “Kalkacak mısınız?” dedi. “Evet, iyi olur dedim. Teşekkür edip kalktım. Bir daha da çantamda su olmadan yürüyüşe çıkmadım. Evsiz olduğunu söyleyerek para isteyen insanlarla samimi sayılabilecek sohbetler ettim. Esenler otogarında. Yanı başında duran, içi tıka basa bir

42


şeylerle dolu koca poşetine yaslanmış, etrafı tasasızca izleyen biri bana şunları söylemişti. “İhtiyacım kadar isterim. Karnımı doyurdum mu fazla parayı ben ne yapayım? Nerede saklayayım? Evim yok. Annem var benim, hasta. Yeşil kartlıyız. Biz buralarda, terminallerde böyle yaşar gideriz. Bak, oturaklara karton serip yatıyoruz. Sen hiç kartonda uyudun mu? Uyumadın. Uyuma da zaten. Ben bunları bana acı, para ver, diye söylemiyorum. Sen öğrencisin. Para vereceksen bile, verme. Cebinde kalsın.” Araya girdim. “Devlete başvursanız. Devlet size barınma ve yemek sağlayamaz mı? Hem anneniz de rahat eder. Başvurdunuz mu?” Adam hafifçe güldü. “Yok, başvurmadım. İstemem. Bizi orada özgür bırakmazlar. Sıkarlar. Ben kırk yaşıma gelmişim, hep sokaklardayım. Açım. Evlenemedim. Nasip işte. Ama kuralsızım. Rahatım.“ Biraz sonra yanımıza beyaz tülbent ile başını örtmüş, hafif yaşlı bir kadın geldi. Önce beni tepeden tırnağa süzdü, sonra oğluna baktı. “Öğrenciymiş anne, sohbet ediyoruz.” dedi adam. Kadın anladığını belli edercesine kafa salladı.

43

“Kaç para verecekmiş?” Adam annesine güldü. “Para vermeyecek anne.” dedi. “Gazeteci değil bu. Talebeymiş.” Kadının keyfi kaçmış gibiydi. Şöyle bir elini sallayıp bizden uzaklaştı. Gidip uzakta bir kaldırıma oturduğunu gördük. Adam, benim meraklı bakışlarımı görünce açıkladı. “Arada bizimle konuşmaya gazeteciler gelir. Röportaj yap gel, derler. O da bizi bulur. Ya da, neyse işte… Bilmiyorum tam. Gelir, anlatırım işte sana anlattığım gibi, bir de ağlarken fotoğrafımı çeker; yüz elli kâğıt atıp gider. Allah bereket versin. Gördün mü bak, yoksul olduğu için bile para kazanabilir insan. Şansın da yaver gidecek tabii. “ diyordu. Bulunduğu kötü durumdan şikâyetçi olmak şöyle dursun, memnun olan insanlarla konuştum anlayacağınız. Ve aynı gün vapurla karşı kıyıya geçtim.


Bana şimdi durup sorsanız, belki de İstanbul’un en çok bu özelliğini sevdiğimi söylerim. İstanbul size diğer kentlerde olmayan bir hediye sunar bedeninde. Yaşadığı şeyleri o kıtada bırakıp karşı kıyıya geçer insanlar. İş yerlerini, sevdiklerini, kavgalarını uzağa atarlar. Aradan koca bir deniz geçer. Ya onlara kavuşmak için çırpınırlar, ya da o şeyin kendilerinden koskoca bir kıta uzak olduğunu hissederek rahatlarlar. Yine yürüdüm. Anadolu yakasında ilk fark ettiğim şey şu olmuştu. Burada insanlar daha mı yavaş ve tasasızdılar? Avrupa kıtasında sanki bir yavaş olma korkusu seziyordunuz. Burada ise acelenin getireceklerinden duyulan bir korku vardı. Ama tuhaftır, Asya’da zamanı atlılar kovalar. Gün ardına bakmadan kaçar adeta. İnsanlar, her adımlarında taşlarlar günü. O da suçsuz bir çocuğa döner ve kaçar.

Anadolu yakasına yaptığım üçüncü seyahatte Ümraniye’yi gezdim. Alışveriş merkezlerini. Kalabalıkların içine daldım. İnsanların neden ve hangi dürtüyle yeşil alanlardan böylesi kalabalık ve sesli ortamlara sıkıştığını anlamaya çalıştım. Anlayamadım ne yazık ki.

Fakat o kalabalıktan kendimi dışarı attığımda üzerimde uyuşur bir yorgunluğun olduğunu hissettim. Ne kilometrelerce yol yürümüş, ne de bir daha tırmanmıştım. Ama yorgundum. İnsanın tabiatına aykırı olan yerler onu çabucacık yoruyordu. Her Türk gibi ben de yorgunluğumdan çaya sığınmam gerektiğini düşündüm. Pek de dikkat etmeden bir kafeden içeri girdim. O kafe belki de İstanbul’a gelmemin asıl gizli nedeni olabilirdi. Anlatayım.

Kafede ancak yeteri kadar ışık vardı. Fazla ışık olmadı. Fazla gelen ışığın derhal kapatıldığını gördüm. Kafenin bir duvarı müşterilere tahsis edilmiş. İçlerini döküyorlar. İlk olarak bunları okuyarak başladım işe. Şunlar yazıyordu. Ben bunları okurken de kafenin işletmecisi olan kadın bir keman çalmaya başladı. 44


Dünyayı delilik kurtaracak. Başarısızlık yoktur, yarım bıraktıklarımız vardır. Dostluğu ispatlayan tek şey ayrılıktır. İnsan dostunu ayrılıkla tanır. Onsuz yapabiliyor musun? Yapamıyor musun? Burası biraz soğuk. Üşüyor musun sen de? Ya da sessizlik kulaklarınla dalga geçiyor mu, uyumaya çalışırken? Sahi sen hiç konuşmadan saatlerce birini düşündün mü? Ya da kaç kişi seni düşündü dersin? Bunun bir önemi yok, değil mi? İnanmazsın. İnsanlar diyorum. Kendi gerçekleriyle hep yalnızdırlar. Biri ona -olur da inanırsa- o gerçek kendisinin olmaktan çıkıp onların gerçeği olur. Ve böylelikle de yalanlaşmak mecburiyeti taşıyor. Dolayısıyla sen benimle olmak istemiyorsan eğer, gerçeklerimi paylaşmamızın da bir anlamı yok. İnsanlar, diyorum. Sadece gözlerine değerli gelen insanlara inanırlar. Değerini göremediklerinde ya da değersiz olduğuna hükmettiklerinde… Oynamaktan çekinmezler seninle. Kandırmaya yeltenirler, kısmen başarırlar da, çünkü onlara…

45

Gökten avuçlarına inen yıldızı değil, bütün ısrarlara rağmen gökte kalmayı sürdüren yıldıza erkek der kadınlar. Ama yıldız gökte kalmayı sürdürecekse eğer, içinde merhamet olmamalı, aşağıdan ona feryat edene bakmamayı başarabilmelidir. Kendisine yalvaran kadına en ufak bir sevgi duymamalı yıldız. Sevgi duyarsa yıldız… Bir yıldız sevgi duyarsa kayar gökyüzünden. Onun için ölümün başlangıcıdır bu. Yıldızlar ölüme gösterişli bir girişi uygun her zaman. Bir yıldızın gökyüzünden sevdiğine inandığı bir kadının eline düşüşü, ne zaman arkasında iyi niyetler bırakmadı? Hangi aşk iyi niyetlerle başlamadı?

Aşk aidiyet gereksiniminin hastalığa dönüşmesinden doğmadı mı? Aşk olanları yorumlama yetisinden mahrum kalışı değil midir aklın?


Sanırım aklımı avuçlarına bıraktım. Bana onu geri verme sakın! Verirsen eğer ve ben onu eskisi gibi kullanmaya başlarsam, korkuyorum. Anlıyor musun? Korkuyorum. Bir gün senin uğruna yaptıklarıma “Akılsızlık” demekten, kendime hiddetlenip senden nefret etmekten ya da senin haberin bile yokken namertçe arkandan küfretmekten korkuyorum! Kendimle çelişme korkusu titretiyor beni. Arkamda derin çelişkiler bırakmaktan korkuyorum. Çelişkiler duygusal kaynaklı olabilirler, bunu anımsamalısın. Ayrımsayabilmelisin her çelişkinin yalan kokmadığını. Seni seviyorum! Basit değil mi? iki küçük kelime. Herkesin ağzında, adeta sakız oldu. Biliyorum. Ama önemli olan onlara ne yükleyebildiğindir. Seni seviyorum, “senin olmak istiyorum, ne olur kırma beni!” cümlesinin kısaltmasıdır. Seni seviyorum, “Kendimden çok sana değer vermek istiyorum” demekten utanıp iki kelimeye sığınmanın en bilindik sesidir. Seni seviyorum, “Bütün saflığımla sana geldim, ne olur senden başkası öpmesin diye bağırmaktır yarı çekinerek.

Yani… Yani, seni seviyorum! Evet, korkmuyorum söylendiğinde küçük düşürme olasılığı yüksek olan cümlelerden! Bütün gizli arzularımızı onların ardına gizleyip başkalaşmak zorunda kalmadık mı? Hukuk kuralları, ahlak kuralları, dini kurallarla yeterince sınırlanmadık mı? Ben daha fazla eften püften kurallar istemiyorum hayatımda. Sevginin kuralı yoktur çünkü. Zaten olsa bile kuralları çiğnemek her zaman cazip gelecektir. Aslında aşkta çiğnenen kurallar değil; kişinin karakterinin sivri yerleridir. Kimisi gurur deyip geçer buna. Ezile ezile onursuz olmaktan dem vururlar. İnanma onlara. Onlar aşka öylesine kapılırlar ki, kişilikleri ezilir; ona ses etmezler de, gururları incinince basarlar bağlığı. 46


Savaşta kolu kopan asker kopan koluna aldırmadan koşuyor, hücum ediyor. Acı yok, korku yok. Gözyaşı yok. Yalnızca adımlarındaki kararlılık duyuluyor. Sonra iki taraf da ölülerini gömmek için ateşkes ilan ediyorlar. Asker kolunun koptuğunu ayrımsıyor, sonradan sonraya. Kolumu koparıyorsun. Ama öyle birden olmuyor bu. Yavaş yavaş, hissede, hissede gerçekleşiyor. Canımın acısını hissetmeme rağmen; adeta uyuşmuş bir beyinle karşında durmaya, kendi kolumun kopuşuna rıza göstermeye devam ediyorum. Senle düşman mıyız? Evet, sence biz düşmanız. Koruyorsun kendini. Öyle sanıyorum ki neden düşman olduğumuz konusunda fikirsizsin. Tıpkı insanlardan kaçması ebeveynleri tarafından sıkı sıkıya öğütlenen bir güvercini anımsatıyorsun. İnsanlarla güvercinlerin neden düşman olduğu konusunda fikri var mıdır güvercinin? Onun kendisine yaklaşmasına izin vermediği, onu tanımadığı sürece her canlıyı düşman varsaymaya güdümlü değil mi insanoğlu? Soğuk beni kontrolsüz kılıyor. Ama yazmak istiyorum. Yazılarımı duyacağından değil, duyguların mezarda bir anlam ifade etmediğini bildiğimden. Hayır, kendimi öldürmek falan geçmiyor aklımdan. Susmak istemiyorum. Söylesene, susmanın ölmekten farkı nedir? Yazmak yaşama demir atma çabasıdır. Seni yalnız bırakmak, ölüp kayıplaşmak bana göre değil! Kayıplaşmak yok, pes etmek yok, sözden caymak… Yok. Bekleyeceğim. Beklemek öylece durup olanları seyretmek değil, doğru zamanı yaratma uğraşıdır.

Başka birine âşık olmanı bekleyeceğim. Çünkü ancak o zaman anlarsın beni. Başa gelen bir aşk, daha önce sana âşık olup da senin umursamadığın bir yüreğin kalp atışlarını senin içine taşır çünkü. Bilirsin insanlar yaşamadıkları duyguyu sadece konuşurlar. Onu anlamaları için hissetmeleri gerekir. Beklemek birçok şeyi olgunlaştırır. Aşkı da aşığı da. Çiçeği de tohumu da. Bedeni ve aklı da. Spermi ya da şarabı… Peki, neden çürür toprak altında bekleyen ölü? 47


Ya da giyilmeden bekleyen giysiler? Üstüne basılması unutulan parke neden çürür beklerken? Olay basit aslında. Beklemek bir şeyi ne zaman işe yaramaz kılar biliyor musun? Bekleyenin -o her ne ise- bir işe yarama, bu düzende küçük veya büyük bir görev edinme ümidi kalmadığı zaman. Ölü etkinliğini kaybettiği için “Ben artık işe yaramam” a hükmeder, giysi artık ona lüzum kalmadığına, parke unutulduğuna inandırarak çürümeye başlar. Çocukluğunu nasıl çürüttüğünü anımsa. Hayallerine, “Artık onlar işe yaramaz” dememiş miydin? Firavun bir ölü. Ama çürümüyor. Neden? Allah’ın onu affedeceğine inandığı için mi? Olabilir. Aşk da yaşanacağı güne inandıkça çürümüyor, âşık sevdiğine kavuşacağına. Çiçek güzel kokular salacağına inandığı için… Tohum büyüyüp çiçek olacağından emin. Beden beklemekten buruşsa da umulmayan taş olup, baş yarmanın keyfi için inanıyor kendisine. Akıl elde ettiği tecrübeyle diğerleri arasından bir fark yaratmayı hayal ederek olgunlaşıyor. Sperm kazandığı ilk zaferden sonra hırslı. Yeni yarışlara girmeyi, yeni zaferler kazanmayı umuyor. Şarap mı? O da sabır katıyor kendisine gün be gün. İnsanlara kendini günün birinde öyle bir sunacak ki, onun tadı hiçbir şaraptan alınmayacak. Umut ve inanmak. Çürümemenin anahtarı olmalı bu. 48


Fakat ya o anahtarla, son kapısına yöneldiğinde âşık, yöneldiğinde son kumarına, kazanmakla kaybetmek arasına sıkışırsa? Sıkışır da anahtar kapıyı açmakta yetersiz kalırsa? Siz yaşayan ölüleri görmediniz mi hiç? Her neyse, fazla konuştum sanırım. Hoşça kal. Okumayı bitirdiğimde hala keman susmamıştı. Yazılanlar beni güldürmüş ve keyiflendirmişti doğrusu. Ve bu kadın gerçekten güzel çalıyordu. Yarın da buraya gelebilir, bu sefer sadece bu keman solosunu dinleyebilirdim. Kadın çalmayı kesince kafede bir alkış tufanı koptu. Ve kalabalık keman solosu biter bitmez de dağılmaya başladı. Ben de mutlu ve sarsılmış bir halde yurduma gittim. Ertesi gün yine geldim aynı saatte. Keman çalınmadı. Ertesi gün ve ertesi gün de kimse kemanın sesini duyamadı. Dayanamayıp sordum. “Keman dinletisi ne zaman acaba?” Kadın hafifçe güldü. “Burası keman dinlemek için uygun bir yer değil.” dedi “Keman dinletisi yok burada.” Şaşırmıştım. “Ama geçen gün dinlemiştim” dedim. “ Yüzüme bakmadan. “Denk gelmiştir.” dedi. “Arada kafama eser çalarım. Para almam ya da etkinlik düzenlemem. Yine denk gelirse, yine dinlersiniz.” dedi. Belki inanmazsınız, tam iki ay, haftanın dört günü Ümraniye’de o kafedeydim ve kadının keman çaldığını görmedim. Bu ziyaretlerin tek olumlu yanı ise kafede sık karşılaştığım insanlar ile sohbet etmem ve kafe sahibesi kadınla tanışık bir hal almamızdı. Benim geldiğimi görünce hafifçe güler, diğer müşterilerine seslendiği tondan farklı bir tonda ve sıcak bir sesle “Hoş geldin” derdi. Bir akşam kafenin kapanmasına yakın bir saatte, etraf boşalmışken baş başa kaldığımızı fark ettim. Ve “Tanışalım mı artık?” dedim esprili bir şekilde. “Ben Elif” Kadın yine hiçbir şey söylemeden güldü. “Ben de bunu bekliyordum. Masalardan birine otur, ben iki çay alıp geliyorum.” dedi. Öyle sanıyorum ki yorucu bir sohbet olacak. Beş dakika sonra karşımdaydı. “Ne istiyorsun?” dedi. “Öykünüzü” dedim. “Neden keman çaldığınızı…” Sorunun demlenmesini bekler gibiydi. “Neden buraya geldin?” dedi. Ben de edebiyat okuduğumu, yazar olmak istediğimi ve derslerin bana hitap etmediğini anlattım. Bir de iki ay öncesine kadar sokak sokak gezip insanları dinlediğimi. “Duvarı okumuş olmalısın.” dedi. “Oradan yeterince öykü çıkmadı mı?” Biraz durdu. “Çoğunu ben yazdım. Âşık değildim. Âşık olsam onları yazamazdım.” dedi. “Sadece olsa olsa bir aşkın geride kalanıyım. 49


Kazanamadığını tuhaf bir sakinlik içinde öğrendi. O kadar sakindi ki şaşırdım. Yine hazırlanabileceğini söyledim. Pek bir şey söylemedi. Bir hafta sonra da intihar etti zaten. Şaşırmıştım. Ses çıkarmadan dinliyordum. Sonuçlardan bir hafta sonra eve geldim. Yatıyor bu. Uyuyor. Ellemedim. Tuhaflığı görüyor musun? Gittim, şarkı söyleye söyleye yemek hazırladım. Saat ilerledi, hala ses yok. Okulda basketbol oynamıştır, yorulmuştur, diye düşündüm. Ne bileyim. Babası geldi eve. Yemek yiyeceğiz. Uyansın diye bekledik. Uyanmadı. Sonra başucuna gittiğimde bedeni hafifçe soğumuştu. Onun ölümünden sonra dağıldım. Gidip eşime boşanma davası açtım. Hiç kendisine sormaya gerek duymadan. Neyse uzatmayalım. Ayrıldık. Burayı açtım. Ve kendi kendime kemanı öğrendim. Oğlumu hissedebilmek için. Ne zaman oğlumu özlesem keman çalarım. Duyduklarım beni fazlasıyla sarsmıştı. Çok üzülmüştüm. Belki bir daha bu anlatıyı hatırlamamak için buraya gelmezdim. İçtiğim çayların parasını zorla ödeyerek çıktım. Üç gün boyunca da kafamı kaldırmadan kitap okudum. Ve üç günün sonunda yine Ümraniye’deydim. O kafede. “Bana keman öğretin.” dedim kapıdan girer girmez. “Akşam gel” dedi. Gülüyordu. Akşam yine oradaydım. Beni karşısına alıp şunları anlattı. “Keman acıdan doğmuştur. Bil istedim. Ve kesinlikle bir kadın çalgısıdır. Küçük ve hafiftir. Kadınlar sadakat üzerine yaratılmışlardır edebiyatçı. O yüzden onların her şeyi küçük ince veya narindir. Sesleri, derileri, elleri, ayakları. Hatta saç ve yürekleri. Eskimesin, buruşmasın; yorulup kırılmasın isterler. Bu yüzden kolay vazgeçemezler. Bir kere kadınların ayakları küçüktür. Nasıl çabuk gidip unutsunlar? İkincisi, saçları uzundur kadınların. Saçlarını taradıkça anılarını sahiplenirler. Anıları çoğaldıkça kendilerini güzel hissederler. Kolay kestirip atamazlar saçlarını anlayacağın. Erkek gibi olurum, diye de korkup kaçınırlar bundan. Aslında sen de kızsın, hissetmen gerek. Kadınlar kolay söyleyemezler edebiyatçı. Zor dökerler yüreklerini. Seslerinin inceliği bundandır. Edebiyatçı, kadınlar zor sever bilirsin. Kalplerinin yalnız bir tane oluğunun farkındadırlar. Adeta kendilerine itina ile seçerler sevecekleri adamı bu yüzden. 50


Keman da böyledir. Zor öğrenirsin. İlkin bunu unutma. Sabır gereklidir. Dedim ya, keman kadın çalgısıdır. İnanmam ya, kadının erkeğin kaburgasından yaratıldığını söylerler ya. Yanlıştır. Ama keman kadının göğsüne oturan bir sızıdan yaratılmıştır. Zaten kadın o sızıya borçludur neyi varsa. Ne kadar sızlarsa o kadar anaç olur kadın. Ne kadar anaçsa, o kadar savaşçı. Amazon kadınlarını duymuşsundur. Göğüslerinden birini kesip kendilerini sızlatırlar ve o anda da anaçlaşır, savaşırlar. Kadın kendinden kopan her şeyde biraz daha anaçlaşır. Her doğum, her gözyaşı, her dökülen saç teli anaçlaştırır kadını. Yitirdiği güven bile. Bu konuşmasından tut da, giyinişine kadar yansır. Türkiye’de batıdan doğuya doğru gidildikçe kadınların konuşması kabalaşır. Daha hırçınlaşır. Hırçın kadın yalnızlığa en dayanıklı kadındır. Yine Türkiye için konuşulduğunda kadının hırçınlığı doğudan batıya doğru azalsa da, sadakat hissi hep sabittir. Keman da Türklerden Kırgızlardan çıkmadır. Yani diyeceğim o ki, sadık değilsen hiç başlamayalım.” Ne diyeceğimi bilemedim ilkin. “Sadakate susadım.” dedim. Bunu duyunca beni kolumdan tuttuğu gibi dışarı çıkardı. Sanatkârlar çarşısına gittik. Müzik aletleri satan bir dükkâna girdik “Bütün çeşitleri görmek istediğini söyledi. Ne almasını, ne de mahcup olmayı istemiyordum. Fakat sertçe, “En sadık olacağın kemanı seç.” deyince seçmek zorunda kaldım. O günden sonra koyu bir disiplinle keman dersleri aldım Esma abladan. Ne kitap okudum, ne de yazı yazdım. Fakat keman sesi içimde duyguları depreştirmeye yetiyordu. İnsanları değil, kemanı dinlemeye başladım. Ümraniye ise benim için bir mihenk taşı olmuştu. Topladığım insan öyküleri sizde kalsın.

MİRAÇ DURSUN

51


FOTOĞRAF : YUSUF BAŞ


FOTOĞRAF : YUSUF BAŞ

FOTOĞRAF : YUSUF BAŞ


SEVEN İNSANIN AKLI GİDER Bekledim… Bekledim… Bekledim. Vazgeçtim bir ara, Sonra dedim ki sen onu seviyorsun hala. Aynaya her baktığımda kendi yüzümde onu gördüm. Gelsin, yine çok sevsin, ben yanındayım desin istedim. Bekledim… Bekledim… Bekledim. Unuttum dedim, attım onu kalbimden. Sonra durdum, düşündüm sen onu unutamazsın dedim kendime. Sen o olmuşsun baştan ayağa. Her günün, her gecen o. Artık bıraktım beklemeyi, Çünkü ben onu o olmadan da sevebilirim; anladım. Anladım onun benden gitmeyeceğini… O benim kalbimde yaşıyor, ben onu kalbimde yaşatıyorum. Sevdim… Sevdim… Sevdim. Hiç vazgeçmedim ondan. Herkes unut dedi başkasını sev… Dedim ki onlara seven insanın aklı gider başından, Ben vazgeçemem ondan. Sevmek akıl işi değildi anladım. Anladım insan sevince yaşarmış. Anladım insan sevilince kalbi yeşerirmiş. Sevilmeyince ise kalbindeki çiçeklere can suyu gitmezmiş.

ASENA ÜNAL 54



PENCEREDEN DIŞARIYI SEYRETMEK Pencereden dışarıya bakarak geçirdiğimiz zamandan sonraki süreçte kendimize kızabiliyoruz. Oysa, işlerimizi halletmemiz, ders çalışmamız ya da yapacaklar listemizi yerine getirmemiz gerekiyordu. Pencereden dışarıya bakmak tam olarak vakit harcamanın karşılığı gibi duruyor olabilir. Hiçbir şey üretmiyormuş, hiçbir amaca hizmet etmiyormuş gibi görünüyor. Saygı duyulacak hiçbir yanı da olmayabilir. Çevremizdekilere gidip: “Müthiş bir gün geçirdim,en önemli kısmı da pencereden dışarıya bakmaktı” demeyiz. Ama daha iyi bir toplumda belki de insanlar birbirine bu tarz şeyler söylerdi. Pencereden dışarıya bakmanın önemi paradoksal olarak dışarıda neler olduğunu gözlemlemek ya da öğrenmek ile artmaz. Bu durum daha çok kendi zihnimizin içimizdekileri keşfetme egzersizidir. Ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi, kafamızın içinde neler olduğunu bildiğimizi düşünmek kolay gibi gözükebilir. Fakat bunları çok nadir olarak kavrıyoruz. Keşfedilmeksizin ve kullanılmaksızın dolaşımını sürdüren bizi biz yapan çok fazla şey var. Bu konular utangaçtır ve direkt olarak sorgulanma baskısı altında ortaya çıkmaz.Eğer doğru olarak yaparsak pencereden dışarıya bakmayı içsel doğalarımızın daha sessiz olan ima ve bakış açılarımızı dinleme imkanı sunar.

Filozof Platon akıl için bir metafordan bahsetmiştir. Akıl, beynimizin kafesinin içinde çırpınıp duran kuşlara benzeyen fikirler ile doludur. Fakat kuşların yerleşmesi için Platon dinginlik zamanlarına ihtiyacımız olduğunu anlatmıştır. Pencereden dışarıya bakmak böyle bir imkanı bize sunar. Gündüz düşlerinin potansiyeli, üretkenlik konusunda takıntılı toplumlar tarafından onaylanmaz. Fakat en büyük içgörülerimizden bazıları bir amaca yönelik uğraşları bıraktığımızda ya da bunun yerine düşlerin yaratıcı potansiyeline saygı duyduğumuzda ortaya çıkar. Pencere başında, gündüz oluşan düşlerimiz aniden gelişir fakat nihayetinde önemsiz baskıların aşırı isteklerine karşı taktiksel bir başkaldırıştır. Derinliklerdeki benliğimizin içgörüsü için yaygın fakat ciddi bir arayıştır. Pencereden dışarı bakın.

BARAN KARADELİ

56


SUÇİÇEĞİ Çıkmıyorum evden. En son ne zaman kullandım asansörü bilmiyorum bile Perdesiz kalan evimde; Kapı arasına koyulmuş bir tahta parçası gibi hayata sıkışıp kalıyorum. Kedimi özlüyorum, bazen de ojesi çıkmış tırnaklarımın arasında gezdirdiğim hayallerimi Saçlarım da kırıldı kalbim gibi Kestirip atsam geçer mi? Geçmez işte saç gibi gelir yine en dibinden, ıssız kalbimden Dolaşmaya çıkıyorum hüznümle Akmayan bir çayın etrafında Gözyaşlarımı akıtıyorum Yaralarım kabuk bağlamıyor Düşündükçe kaşıyorum yaralarımı Yüreğimde suçiçeği çıkıyor Yeniden çocuk oluyorum anne ‘’Acıyan dizimin üzerinde uyutuyorum çocukluğumu’’ Hayallerim hep ağır aksak Yüreğimi toplayıp taşınmak istiyorum bu mahalleden. Öyle dağınık ki kaç gün sürer toplamak Ya bir yürek bulamazsam taşınacak Kalıyorum yine aynı evde. Tozunu alıyor, çamaşır yıkıyorum Ayaklarım şişiyor yalnızlığa yürümekten de Yalnızlık bitmiyor anne.

BUĞRA KAAN SERMİHAN

57


KEREVET İHSAN’IN HATIRATINDAN Hiç tutmadı yüzü iç sesini aramaya, hatları bileklerinden kesilmiş kuduz bir toplumdu o Dert çalışmaktan ders çalışmaya vakit bulamayan işçi çocukları okur, gücenirdi kendine Başı öne eğik, bezginliğe bitişik alın yazısıydı den Mızmız bir siyaseti vardı görerek, bilerek, tartarak var olmanın Hayatının tüzüğünü satmıştı, hırıltılı bir gecenin ortasında; kırgın, yılgın ve bir o kadar mütevazı Saatler zırıl zırıldı koşar adım yaşamak isteyene, onunsa canı kaşınırdı hırpani günlerde Sahte sözceler, rüyalar, büyü, omurgasını yitirmiş zihin... Mütemadiyen ağrılıydı karnı İşaret parmağını yemişti kentin büyük kedileri, Tanrı artık gösterilemeyecek kadar yitmişti Tek telli bir çalıntıydı o, bütün notalarından ah düşer. Vah İhsan! Derdine kül bas Afakanlar ayaklanırdı sevgi teğet geçse ışığını. Yum gözlerini ölsün karanlık Nehir döşeğini toplardı, suyuna yüz sürse. Sürgün çal ayaklarına oysa cadıların yolu iyiliğe varsa o kerevete çıkardı. Zamanın demi acıydı diline, İhsan yabancıydı çağın onca hilesine Seri başıyla eşleşen en zayıf oyuncu kadardı tabağındaki talih kırıntıları Olsun, mutluluk ayaz gecelerde sabahçı kahvesine sığınmak kadar basit bir gerçekti ona Kar katili keşmekeşi metropollerin, yorucuydu Bildi bunu Tanrı ezberden, uykuyu yarattı hırstan arık oğullarına ademin

58


Dilek ağaçlarının da dertleri olmalıydı, kurumaktan başka başka Tekstil çalışanı kızların, etlerini yedirmeleri ürkmeden yürümek için geceyi... Bunu değil! Apartman yalnızlığı günlerini saymalıydı, taşra hatırası hüzünler sorulduğunda Dizleri üzerine çökerdi İhsan’ın, parmaklarıysa kopmuştu üçer beşer, yorgunluğundan vicdanının Bir kurt iniyordu dağdan, ana avrat uluyordu başına Kerevet İhsan eyleyemiyordu zihnini, uzağına doğduğu vaktin hapsinde ki ölüm kuyudaki Yusuf’u yiyemediyse bütün çukurlar çıkmaz sokaktır Hürriyet korkmadan yumuşu gözlerini kâbusa, kavraması yitişin huzurunu ve elleri, gördüğünün altına uzanır ebediyen, İhsan uyur hakikatine biz inelim kerevetinden yokluğumuz temiz, yokluğumuz serin, yokluğumuz insan gibi...

FAHRİ KÜÇÜK

59



KARŞI KAPI Uzaklar kaç adıma kesilir Gözlerim aşiyan olmuşsa sana Çalmışsam kapısını, tir tir hasretinde kalmışsam Karanlıkta mı koyacaksın Tanrı misafirini Yüzünden gün ağara Çekip gün ortasında ipek perdelerini Daha nasıl gideceksin gözden ırağa Göğsümden içeri tutmuşsam sesini Hangi yangından düşerim yollara Vay benim için için yandığım Gelmezsin Bu duvar, üç beş mermer ve taş sokak Bitmek bilmezsin.

GİZEM ARI

61


ORTAOKULDAKİ SALİH Okulun ana kapısından dikilen futbol topunun düştüğü yerde her teneffüs toplanıyoruz. Orası o an için futbol sahası oluyordu. Müdür paraları ne yapıyor biliyorduk. Sahamız yoktu ama o sene arabasını yeniledi hiç unutmam kırmızı Opel Corsa. Araba alması yetmezmiş gibi sınıfın altına park ediyordu üstelik. Camdan arabanın üzerine tükürmek biraz olsun rahatlatıyordu bizi. O gün matematik hocası derse gelmedi. Hepimiz camdayız müdürün kırmızı Opel Corsa marka arabasına tükürüyoruz. Birden kapı açıldı. Emre; ‘’Hocam kem küm bilmem ne’’. Biz çoktan yerimize geçtik, Salih müdürü fark etmemiş olacak ki hunharca tükürüyor hırsını alamıyor. Daha da tükürmeye devam ediyordu. Müdür onu bir süre izledi.

Salih bağırıyor: ‘’Oğlum neredesiniz hadi aynı anda yapalım daha etkili olacak.’’ Derken ensesinde bitiyor müdürün eli. Salih iptal, o saatten sonra hep birlikte müdürün odasına iniyoruz. Seri halinde tokat yemek nasıl bir duygudur bilir misiniz? Bilemezsiniz çünkü aynı okulda beraber okumadık.

İki türlü vuruş vardır. Teker teker gerilerek tokat atardı müdür bey ama son zamanda ikinci tekniğe daha çok sardı onun da hoşuna gidiyordu herhâlde. Elini hiç çekmeden sıyırdı yüzümüzde elini. Salih, hocaya nefretle baktı ona gözümle işaret ettim. Zaten son dersti çıktık gittik. Ertesi gün her teneffüs zili duyar duymaz sıranın altında hocadan sakladığımız futbol topu ile dinlenmemiz gereken süreyi değerlendiriyoruz. Ben, Salih ve diğer arkadaşlar bir topun peşinde koşuyoruz. Aynı rutin top dikiliyor ve düşüyor maç bu şekilde başlayıp takımlar kendi kendine oluşuyordu. Hırka giyenler giymeyenlere karşı. Genellikle giymeyen takım kazanıyordu o yaz sıcağında. İş makineleri okulun yüksek duvarları etrafında çalışıyor birkaç gündür. Salih ve ben hırka giymeyen takımdayız. Ortaokulda iyi orta açardı Salih. Her seferinde olmasa bile kafa golü atmışlığı var ben hep öyle hatırlıyorum. Topu hep Salih’in olduğu tarafa atardım. Yine orta açtı kafa ile gol attık. Bir gün ise Salih orta açamadı. Okulda top oynarken yan bahçeye kaçtı top aynı hızla koştu almak için yüksek duvarın olduğu tarafa. Kentsel dönüşüm nedeniyle kazmışlar sağı solu, duvardan atlayan Salih bir daha geri atlayamadı sakat kaldı çocuk. O günden sonra kimse içeri doğru düzgün orta açamadı, artık gol de olmazdı zaten…

MEHMET BALCI 62



MEZARLIK VARYASYONLARI Mezarlıklardan işittik kalıcı olmadığımızın çığlıklarını, Birbirimizi ağaçlardan yonttuğumuz bıçaklarımızdan daha da keskindik okunurken kulağımıza hayalini kurduğumuz yaşamın ön sözü, Yanımızda götüreceklerimizi sırtlandık sırtımızda dünya da vardı annelerimizin gecelerin ayazında üşümeyelim diye ördüğü ve Dört kişiydik, diğer üçü gözlerime bakardı bu gidişi anlamanın telaşıyla Oysa bir devirselerdi kulaklarını mezarlıklara, işiteceklerdi yüzyılların gülüştüğünü

64


Mezarlıklara meylediyorduk birbirimizden başkasından iyilik görmeyenler olarak Günahlarımız kolonlarımızdı cehennemlik binalarımızı ayakta tutuyordu Bir depremi, en yüksek şiddetinden düşlüyorduk YIKILSIN DİYORDUK SAĞLAMLAŞIYORDU Dört kişiydik, diğer üçü hariç çabalıyordum açmaya perdelerini güneşin cevherini odalarımıza girmesin diye kapatan Mezarlıklara koyulduk cebimizde gidici olmanın harçlığıyla Birbirimize mezar olsun diye kazdığımız toprağın çamuru ellerimize yapmışken yuvasını, tırnaklarımızı yurt edinmişken getirisi hüzün olan her şeye vardık ve Dört kişiydik, diğer üçü dahil birbirimizin gözyaşlarıyla yıkadık ellerimize yuvalanmış koyulduğumuz mezarın toprağına ait çamuru

NECİP FAZIL SAY 65


TUTUNAMAYANLARA II Ayrılık gitmek değildir. Gitmek gitmektir. Giden kendine yeni bir yol çizer, kalan ise bulunduğu yolda kaybolur. Ayrılık ölümle eş anlamlı. Bir bal arısı tasavvur edin çiçeği koparılan, her gün itinayla yaptığı işten mahrum edilen veya bir kuş düşünün kanatları kırılmış, en büyük özgürlüğü elinden alınan ya da bir balık düşünün okyanusun uçsuz bucaksız derinliklerinden alınıp devasa bir dağın en uç noktasında bir başına ölüme terk edilen; hani o can havliyle son çırpınışları vardır ya suyuna ulaşmaya çalışan çaresiz bir çaba, çırpındıkça tükenen tükendikçe de yavaş yavaş ölüme teslim olan acınası bir çaba, işte öyle bir şey işte geride kalanın hali. ‘’Can çekişmek nasıl bir şey bilir misin Olric? Hayır, efendimiz, nasıl bir şey? Ona söyleyecek o kadar çok şey varken susmaktır Olric…’’ Vedalaşmak zor bir iştir. Bakarsın sevdiğine, gittikçe ufalır ufaldıkça kaybolur. O zaman anlarsın işte vedalaşmak gidene değil kalana koyar… İlk başta anlam veremez olana. Hepsinin bir kâbus olduğunu ve az sonra uyanacağını bekler lakin amansız bir bekleyiştir bu. “Kelimeler cam kırıkları gibi dolar insanın ağzına, sussa acıtır konuşsa kanatır.” Aldığı her nefeste boğulacağını hisseder, içini bir ağırlık basar.” Kelimeler, bazı anlamlara gelmez.” Bu nedenle hayatındaki en büyük mahrumiyeti yaşatsa da ona. Tek kötü kelime edemez aşığına. Kelimeleri parça parça eritir yüreğinde. “Kalan tarafın içini anlamsız bir sessizlik kaplar, bir o kadar da anlamsız bir suskunluk. Aslında o sessizlik ve suskunluk onu anlamayana dünyanın en büyük çığlığıdır.” Sevdiği için sevdiğinden vazgeçer çünkü gerçekten seviyordur. ‘’Geldi mi peki beklediğin Olric? Beklenenler gelmez efendimiz…’’ Her an kapıdan içeriye gülümseyerek girmesini ama aslında gelmeyeceğini de bildiği umutsuz bir bekleyişe girer. “Onu unutmak zorunda kalır hala o kadar sevgili iken. İçinden şehirler geçer kalanın, o her durakta durur ama hiçbirinde inmez.” “Yere göğe sığdıramadığını bir elvedaya asla sığdıramaz, içinden bir türlü uğurlayamaz onu.” “Aklından çıkmaz, aklı çıkar o çıkmaz.” Sevgili gittikten sonra hayat düşmanıymış gibi davranır aşığa.Aldığı her nefeste, gittiği her yerde, yaptığı her işte yarım kişilik vücuduyla iki kişilik yaşar. 66


Bütün anılar canlanır gözlerinin önünde. Hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçer ama çektiği acılar bir türlü geçmez. Elimde olmayan şeyler var der. Nedir diye sorduklarında yüreğini dağlayan bir hasret ve içini sızlatan bir acıyla: Elleri der elleri… ‘’Gömleğin düğmelerini yanlış iliklemek gibidir bazı insanları sevmek. En başından beri yanlış yaptığını en sonuna gelmeden anlayamaz…’’ İlk başta zor gelir ama alışır. Bu böyle kolay iş değil ya gerçi. Alışır onu yalnızca düşlerde okşamaya. Adımını attığı her sokakta, her köşe başında, en tenha caddelerde, en kalabalık yollarda, bir çocuk merakıyla ve bir annenin yavrusuna duyduğu kavuşma hasretiyle bakar insanlara onu bir an dahi olsa görebilmek için. Onu bir daha görebilmek için nelerini verebileceği konusunda kendisiyle pazarlıklar yaparken, üzerine zimmetlenen bir adet sevgiliyi düşman saflarına geçmiş vaziyette gören âşık; bir müddettir sürdürdüğü tutunma mücadelesini yine aynı düşman saflarından ateş edilmek suretiyle kaybetmiş bulunur. Kendisini hayata bağlayan aşk damarının ağır şekilde yara almasından ve kalbinin tanınamayacak halde bulunması vesilesiyle diğer sevgili adaylarının uzun bir müddet böyle bir iddiayla karşısına çıkmaması hasseten rica edilir. ‘‘Bazılarımız şiirlere tutunuyor, Bazılarımız şarkılara… Bazılarımız filmlere tutunuyor, Bazılarımız kitaplara… Sanırım artık insan, tutunamıyor insana…’’ Artık ne yediği yemeğin, ne içtiği suyun, ne aldığı nefesin, ne baktığı insanların, ne gülüşlerin, ne ağlayışların hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Hiç kimseye hiçbir şeye tahammülü kalmamıştır. Her ne kadar gözlerinin içine baka baka kolunu bacağını kesse de, inandığı bütün değerleri yıksa da ona hayatının en büyük mahrumiyetini yaşatsa da baktığı her yerde onu görür, girdiği kalabalıklarda onu arar gözleri çünkü hala âşıktır ona. Aşk sözcükleri nefret söylemlerine bıraksa da yerini dilinden dökülenler yüreğinden geçenler değildir hiçbir zaman. Şiirler okur, şarkılar dinler, filmler izler, kitaplar okur sanki bütün cümleler onun için yazılmış gibi hisseder kelimelere tutunur. Dostlar girer bundan sonra devreye, teselli cümleleri sıralarlar ardı ardına. Sen güçlüsün, bunu da atlatırsın derler; zamanla unutursun derler. “Zaman unutturmaz dostlarım sadece uyuşturur.” Şunu da unutmayın asla, unutmak diye bir şey yoktur alışmak vardır sadece… 67

ONUR SEMİZ



FAKAT KAHROLAN MAHALLELİ Ve bir gün daha bitiyor biz konuşmadan Sokağa doluşuyor birkaç evsiz kedi Karşı komşu kovalıyor onları Sen olmayınca kediler perişan Çiçek adları ezberliyorum boyuna Sardunyalar, zambaklar ve bir de orkideler var Diğerlerini tutamıyorum aklımda Papatyaları ve gülleri ise hiç sevmiyorum Yeni tarifler öğreniyorum Geziyorum da durmadan Şiir okuyorum, en çok şiir Anlayacağın yani, iyi bakıyorum kendime Mezarlığa gidiyorum Ezberlediğim çiçekleri ekiyorum her birine, tek tek Kendi ellerimle ölüme meydan okuyorum Sonra gün bitiyor Kim galip kim mağlup bilmeden geceye karışıyorum Zaten sesini de hiç duymuyorum Bakkal Rıza amca sorup duruyor seni Her seferinde acı verse de “o gitti” diyorum Hemen paylıyor, neden ona hoşça kal bile demeden gitmişsin diye Diyemiyorum ki, bana son bir kez dönüp bakmadı bile Bir çift “hoşça kal” kelimesi bunun yanında nedir ki? 69


Mahallenin çocukları kırgın sana Özellikle de en küçükleri Ne bir masal okuyanları varmış, Ne de saçlarından öpenleri Ben de okuyorum, ben de öpüyorum tıpkı senin gibi Ama kanmıyor hiçbiri Bu beni neden terk edip gittiğinin şiiri değil Sakın yanlış anlama Ben alıştım yokluğuna da; Fakat kahrolan mahalleli Beni görmesen de olur Yanıma uğramasan da Konuşmayalım, ona da tamam Ama bak Rıza amca bekler şimdi seni Çocuklara da kitap getirirsin,

beraber okur alırsın gönüllerini

Hepsinin ayrı ayrı öpersin saçlarından Beni öpme, tamam ben razıyım buna Fakat kahrolan mahalleli Asım amcayı unutma sakın Yani eğer gelirsen tabi Asım amcanın kimsesi yok bilirsin Git yanına, sohbet et, tavlada yenil ona Müjgân teyzenin çiçeklerine selam ver geçerken, Pek mutlu olur Onunla da konuş, o da sever seni tıpkı benim… 70


Hayır, hayır Bu bir isyan şiiri değil Konu biz değil Biz zaten yine severiz yeni birilerini Kahvaltılar hazırlarız onlar için Ellerini tutarız, sahilde yürürüz Sinemada mutlaka öpüşürüz Yatakta mutlaka sevişiriz Kahvemizi içer, balkondan mahalleyi seyrederiz Şiirler okuruz gözlerinin içine Yaralarına tek tek dokunuruz Biz iyileşiriz yine, Fakat dedim ya kahrolan mahalleli En azından son bir kez uğra yanlarına Sana söz adımımı atmam sokağa Pencereden gizlice uzatmam başımı Adını anmam, gözlerineyse hiç bakmam Ağlamam da hıçkıra hıçkıra Sen yeter ki son bir kez uğra Hem ben zaten ölüyüm, Fakat kahrolan mahalleli…

SELİN GÖÇEN

71


ESMER AVUKATLAR GİRMESİN ÇAY OCAĞINA 1. Bir esmerlik geçiyor gözlerimin önünden Merhabalar açıyor mühürlenmiş ağızları Tomurcuk kokusu kaplıyor çay ocağını Arada Mehtap abla bekliyor Elinde ince belli çay bardağı 2. Sararmış yapraklar gibi Yolların sokakların üstünde Kapı önü lambaları Aydınlatıyor gecekondular akşamları Vurup kapısını giriyorum birinden içeri Anam çay demliyor Buğulanmış dört numara gözlükleri Anamdan gelen merhabayla Tomurcuk kokuyor oda Penceremden vuran sokak lambaları; Yüzümdeki tertemiz umudu silerken Bir esmerlik geçiyor gözlerimin önünden

72


3. Sol dizinden Aşağıya, ayaklarına kadar bir eğrilik oluyor yüreğim Bir ucundan bir ucuna mevsimlerin Beyaz dişlerinde papatyalar nergisler Sesin çarmıhta ki uzun saçlı peygamber Sesinin bahçemdeki ölü kuşları diriltebilmesi Üstelik bunun bir çay ocağında gerçekleşmesi Ulan ne zormuş Gecekonduda otururken bir avukatı sevmesi 4. Bekçilik yaptığım mezarların ölülerini Dirilten esmer sesin sahibi Dokuz tahta değil bu mezar Rutubetlenmiş dört duvar Üç metre tavan yüksekliği 5. Ölüler, hayal kuramaz Bundandır kalemimizden umut akmaz Biraz keder işte bizdeki, biraz acı Bir esmerlik geçiyor gözlerimin önünden Uykuya daldığında sokak lambaları.

TARIK MATEM

73



EYVALLAH Sevda bir kuş olur yüreklerde, uçar da durulmaz. Meyillidir hep olmazlara, bundandır hep o engel tanımaz kanat vuruşları, buyruk dinlemeyen sıçrayışları. Demem o ki, varsın sürüklesin bizi peşinden. Bu çetrefile razıdır gönlümüz, pişip de kavrulmaya eyvallah..

UĞUR AKKAŞ

75



DİL/SİZ Kepenkleri çekilir şehrin Nerede akşam yemeği? Yazıları tersten okuyan bir çocuk kuşkulanır İnsanlar kaç kez konuşsa da Kuşun kulağına söyledikleri farklı Onlar nereden bilsin kuşdilini Ufak bir nabzın kaç kez attığını Terk edilen Ne kadar hissedebilirdi ki Başkasının evindeki anneyi Kaç saat sonra tekrar aramak gerek Sabah güneşten önceki Anne yüzünü Elbiseleri dağınık bir odanın yalnızlığı kadar sessiz bir tanık var mıdır? Giymediği atletin içinde Ufacık korkunun Kocaman korkusu Burnunda patates köftesi kokusu Gelen hep başkaları Merdivende toplanan avuç içi yanaklarında Yağmur üşümez bilirdi ama Yağmurla üşünmez onu da bilen Ve çaresizlik içinde iken Gizlediği yüzünü geceye saklayan Terk edilen her şey onun gibi çocuktu Ne kadar anlayabilirdi ki Bırakılmanın dilini...

YEŞİM ÇELİKER 77


BİZE ESERLERİNİZİ GÖNDERİN

ankararinca@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.