Ankararınca Dergi Sayı: 3

Page 1

ISSN-0105305

Karınca Kararınca Kültür Sanat Edebiyat

Temmuz 2017 Sayı: 3

Kaldırımların dili yok onlar söylemez Biz söyleriz onları nasıl çiğnediğimizi Sabaha karşı fırından ekmek alıp yediğimizi İçtiğimizi, sevdiğimizi, sevildiğimizi Aslında bir hikâyemizi anlatmaya kalksak Zamanın beyni ağrır denizler kurur.

ALİ TEKAY ALİHAN POYRAZ ALYA KARADAĞ AYÇA SEZER CAN KILINÇ EBRU BEKTAŞOĞLU FAHRİ KÜÇÜK GEZGİN DELİ DERVİŞ GİZEM ARI GÜLAY TAMER HAMDİ OĞULHAN TÜNAY İBRAHİM YILMAZ İDİL ÇAM KÜBRA KÖROĞLU MAHİR TAŞYURT MEHMET BALCI NECİP FAZIL SAY SELİN GÖÇEN SEVİM NUR TOPCU TOLGA KAL TUGAY KARASU TUNA ÖZKURT UĞUR AKKAŞ VEDAT BARGA VOLKAN ARSLAN ZÜHRE ŞENTÜRK


İÇİNDEKİLER KONUR SOKAK | KÜLTÜR SAKLI KAÇAMAK

BESTEKAR SOKAK | SANAT AYTEKİN ÇAKMAKÇI (RÖPORTAJ) SÖZSÜZ DE BİRÇOK ŞEY ANLATILABİLİR… Hollywood ve Sessiz Film Bağlamında ‘’The Artist’’

KARANFİL SOKAK | EDEBİYAT ÖYLE BİR YERDEYİM SEVGİLİM, YİNE BEN YOKLUĞUNDA DÖRT MEVSİM ISLIK CENTİLMEN AYYAŞLARA ARİSTOFANES TRAGEDYASI


‘‘ÇÜNKÜ SEN ÇÖLÜME YAĞMUR OLDUN’’ 15BK DURAĞINDA DAVA GİBİ AŞK SENİ GÖRDÜĞÜMDE BENLİK VARYASYONLARIM SUSMA SENDE ERİMEK BİR Z/AMAN NE OLSA MESELA ANI DEFTERİ DİLİMDE BİR ERTAŞ TÜRKÜSÜ KIRMIZI BİSİKLET YAŞAM SEFERİ TRENE BİNEMEYEN ADAM GÖKYÜZÜ HANGİ RENK? I (BİR)


3

Çocuk, yetişkin, zengin, fakir, kadın, erkek ayırt etmeyen; ortak noktası Kanser olanların yeri...

2

Bahçesinde mutlu çocukların koştuğu LSV Okulları...

1

Hasta yakınlarını bir arada toplayan kendilerini evlerinde hissettirecek

Konuk Evleri

5 4

Bir hastaneden daha ötesini hayata geçiren Sağlık Kompleksi...

Öğrenmenin, eğlenmenin, paylaşımın bir arada, hep birlikte yapıldığı Hobi Evleri...


Karınca Kararınca Kültür Sanat Edebiyat

GENEL YAYIN YÖNETMENİ EBRU BEKTAŞOĞLU İÇERİK EDİTÖRÜ/TASARIMCI AYÇA SEZER WEB DÜZENLEME FURKAN CEYLAN SOSYAL MEDYA YÖNETİCİSİ EBRU BEKTAŞOĞLU KAPAK TASARIM AYÇA SEZER EMEKÇİLER ALİ TEKAY ALİHAN POYRAZ ALYA KARADAĞ AYÇA SEZER CAN KILINÇ EBRU BEKTAŞOĞLU FAHRİ KÜÇÜK GEZGİN DELİ DERVİŞ GİZEM ARI GÜLAY TAMER HAMDİ OĞULHAN TÜNAY İBRAHİM YILMAZ İDİL ÇAM KÜBRA KÖROĞLU MAHİR TAŞYURT MEHMET BALCI NECİP FAZIL SAY SELİN GÖÇEN SEVİM NUR TOPCU TOLGA KAL TUGAY KARASU TUNA ÖZKURT UĞUR AKKAŞ VEDAT BARGA VOLKAN ARSLAN ZÜHRE ŞENTÜRK REKLAM VE İŞ BİRLİKLERİ İÇİN ankararinca@gmail.com ANKARARINCA DERGİ İLETİŞİM ankararinca@gmail.com YAYIN TÜRÜ : Süreli aylık YAYIN TARİHİ : TEMMUZ 2017 ISSN-0105305 facebook.com/ankararinca

twitter.com/ankararinca

instagram.com/dergi_ankararinca



‘‘BU BİR ANKARA USULÜDÜR, ANKARA’DAN ÇIKAR’’ Kuşların cıvıldadığı, çiçeklerin renklerini birbiriyle yarıştırdığı bir gün tam da usta sanatçı Erkin Koray’ın dediği gibi ‘’En hızlı anılarımı Kızılay kaldırımlarına çakarken’’ kulağıma bir Ankara rüzgârı esiyor. Çünkü Kızılay’da öyle yavaş yavaş yürüyemezsin. Kızılay, yaşamak telaşıdır. Kızılay, ekmek teknesine giden duraktır. Adımlarımı hızlıca atarken oynayan kaldırım taşlarının üstünde, bir yandan takılıp düşmemeye, bir yandan da dostlarıma yetişmeye çalışıyordum. Çünkü sen adımlarını hızlıca çakarken kaldırımlara, sokakların denize değil dostluğa çıktığı mıh gibi çakılıp kalıyor aklına. Denizi arıyorsan gökyüzüne bak; böyle bir mavilik göremezsin. Sonsuzluğu arıyorsan sevdiğinin gözlerine bak; başka bir derinlikte boğulamazsın. ‘’Yetiştim, ben geldim!’’ diyorum. Tunalı’da bir mekâna kurulmuşlar. İçeride 3. sayı için parıl parıl parlayan gözleri görüyorum. İşimiz gücümüz, mutluluğumuz heyecanımız, gayemiz; dergimiz. Yeni sayımızda; kalbinizi açtığınız, kaleminizi konuşturduğunuz, kâğıda döktüğünüz eserleriniz için minnettarız. ‘‘En hızlı zamanında Ankara’nın sevdik birbirimizi.’’ En güneşli ve en eğlenceli zamanında Ankara’nın, yayına aldık dergimizi. Umutla, dostlukla ve şiirle…

EBRU BEKTAŞOĞLU 6


konur sokak kĂźltĂźr


Ankara yurt güneşidir, İçimizin ateşidir.

Zeki TUNABOYLU


KüItür her şeyi okuyup unuttuktan sonra, akIınızda kaIanIardır.

Andre Gide


SAKLI KAÇAMAK Sabah erkenden çıktık yola. Yaklaşık 2 saatlik bir yolcuğun ardından ilk rotamız Ankara’nın turşusu ile ünlü olduğu bilinen ilçesi Çubuk oldu. Uzun yıllara dayanan bir Ankaralı olarak Çubuk hakkında sizlere şunları söyleyebilirim ki, yolunuz buraya düşerse mutlaka turşusunu tatmalı ve Karagöl yolu üzerindeki turşu satıcılarından turşu almalısınız. İlçenin tarihi ise şöyledir: Malazgirt Savaşı’nın ardından, Anadolu bölgesine yayılan Selçuklu komutanlarından Çubuk Bey tarafından ele geçirilmiştir. Dolayısıyla, Çubuk isminin, buradan geldiği düşünülmektedir. İlçenin ismi, tarih sahnesinde ilk olarak, 1402 yılında, Çubuk ovasında yapılan, Ankara Savaşı ile duyulmuştur. İlçeye bağlı köylerin birçoğu isimlerini, Ankara Savaşı’nda yaşanan olay ve savaşa katılan komutanlardan almışlardır. Yazımın başında sizlere belirttiğim gibi Çubuk’ta turşuculuk meşhurdur ve özellikle Çubuk merkeze 2 km uzaklıkta yer alan Aşağı Çavundur Köyü’nde yoğun şekilde turşuculuk yapılmaktadır. Turşu demişken ünlü Çubuk Festival’ini es geçmek istemem. Çubuk Belediyesi tarafından 2005 yılından bu yana, her yıl düzenlenmektedir. Festivalin düzenlenme zamanı, turşunun hazırlandığı dönem olan “Eylül” ayı içindedir.

(Çubuk, Yeniköy)

Çubuk’tan sonra ikinci uğrak noktamız ise yine Çubuk’a bağlı Çit Köyü oldu. Burası belki de yaşıma istinaden söyleyebilirim ki Ankara’da gördüğüm en yeşil yerlerden birisiydi. Çit Köyü’nü biraz turladıktan sonra dinlenme noktası olarak kendimize bir alabalık tesisi seçtik. Çiftlik Çubuk çayı kenarına kurulu ve önünde bir piknik alanı var.

(Çubuk, Çit Köy)

10


Burada alabalık üretimi yumurtadan itibaren yapılıyor, Çankırı’daki ana çiftlikte yetişen alabalıklar boy boy buradaki havuzlara taşınıyor ve buradan satış yapılıyor. Piknik alanındaki işletmenin salaş ve sıcak bir havası var. Gezmek elbette yemekle güzeldir, yalnızca alabalıkla sınırlı olsa da burası “Denizden babam çıksa yerim” diyenlere önerebileceğim bir yer olacak.

İDİL ÇAM

11



BESTEKAR SOKAK

sanat


Posta caddesi, Taşhan, Karpiç ve digerleri Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması Ahmet TELLİ


Sanat, tabiata iIave ediImiĹ&#x; insandÄąr.

Francis Bacon


AYTEKİN ÇAKMAKÇI Yeşilçam'ın çınarı, "Yılanların Öcü, Arabesk, Mum Kokulu Kadınlar, Muhsin Bey, Uzlaşma, Düttürü Dünya" filmlerinin görüntü yönetmeni, Altın Portakal, Altın Koza, Altın Kelebek ve İstanbul Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülü ile yaşayan bir sinema efsanesi ünlü görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı, sinemaya ve fotoğrafçılığa dair merak ettiklerimizi yanıtladı. 1. Sinema ve fotoğrafçılığa olan ilginiz ne zaman ve nasıl başladı? Bunu bir meslek edinmeye nasıl karar verdiniz? Küçükken sünnet olduğumda küçük abim tamamen hayallerimin dışında bir makine hediye etti bana. Hiç aklımda olmayan bir fotoğrafçılık serüveni kafamda birden bomba gibi patladı. Fotoğrafçılık nasıl bir şey diye kafamda sorgulamaya başladım. Bu sorgu büyüdü, büyüdü, hayat devam ediyor tabi. Sonra bir vesileyle sinemaya girdim. Sinemaya girdiğimde de prodüksiyon asistanı arkadaşım ‘’Senin fotoğrafçılığa ilgin var, biz filme başlıyoruz, fotoğraf direktörü olarak 2. asistan lazım, hem mesleği öğrenirsin hem para kazanırsın.’’ dedi. Bu fikir bana çok cazip geldi. Çünkü fotoğrafçılığı istiyordum ama fotoğraf bilmiyordum. Kamera asistanlığıyla beraber, fotoğrafçılığı da öğrenmeye başladım. Bir müddet sonra görüntü yönetmeni Orhan Kapkı, bir şirketten bana teklif geldi. Fotoğrafları da çeker misin diye. Hazır değildim, henüz çok erken gelen, profesyonel imajı olan bir liyakat soruyorlar, yapar mısın diye. 16


Düşünüyordum. Kamera asistanlığı ile beraber set fotoğrafçılığı da yapar oldum. O çalışma dönemi benim için çok yoğun ve yorucu geçti. Ama bende bıraktıklarını, sonraki yıllar dönüp baktığımda gördüm, bendeki mesleki inşa o zaman başlamış. Perspektif, estetik arayış, detay… Sinemanın detay olduğunu öğrendim. Zaten usta da bana anlatıyordu. O aşamayı geçtikten sonra anlatıma da gerek kalmamıştı, çünkü kitaplar almaya başlamıştım. Bu konunun üzerine gitmeye, çeşitli isimler öğrenmeye başlamıştım. O da yetmedi, dünyadaki ünlü ressamların görsel dünyasını tanımaya yönelik kitaplar almaya başladım. Sürekli gelişen bir hırsa girmiştim. Bir ömür boyu gelişerek, büyüyerek sürdü gitti. Halen öyle.

2. Bugüne kadar sayısız Yeşilçam filminin görüntü yönetmenliğini ve set fotoğrafçılığını yaptınız. Bunun sizde uyandırdığı hissi ve heyecanı anlatır mısınız? Aslında film bittikten sonra değil de film başlangıç ve bitiş süresi esnası benim için en heyecan verici kısımdır. Film bittikten sonra adrenalin patlaması gibi oluyor. Galalardan, projeksiyon odasından izlerdim. Koltuğa yaslanıp izleyemezdim. Halen öyleyim. 3. Sizi en çok hangi set heyecanlandırmıştı?

17

Meslekte birikimim ve hedeflerim vardı. Okudukça, araştırdıkça bu birikimler büyüyordu. Büyüdükçe de bende stresi artıyordu. Bunları en iyi başarabileceğim, uygulamaya geçireceğim film Yılanların Öcü idi. Çünkü bir görsel performans oluşturmuştum. Türkiye için henüz yabancı olan bir tarz. Empresyonizm ve doğallığın harmanlandığı görsel bir dil. Bunu Türkiye’de oturtmayı düşünüyordum. Çünkü Türkiye’de klasik ve yerleşik düzen, yeniliğe karşı bir duruşu vardı sinema sektörünün. Bu çok zor oldu. Hayatımı zorlaştırdı. Çünkü devamlı tepki alıyordum.


Hep reddediyorlardı. İki kere işime son verilmişti. Ben devamlı ısrarla bunu anlatarak sürdürüyordum mesleğimi. İkna ediyorum edemiyorum. Bir gün Şerif Gören dedi ki: ‘’Yeni çektiğin bir filmi gördüm, çok değişik, görsel bir formu var, dili var. Ben Yılanların Öcü’ne başlayacağım ve senin dilini o filmde uygulanır görmek istiyorum, ben arkandayım.’’ O film benim için en stresli setti. Çünkü proje de, yönetmen de, oyuncu kadrosu da büyük. Benim mesleki geleceğim de o filmdeki performansıma ve başarıma bağlı. O kadar heyecanlıydım ki kamera kolunu sıkmaktan parmaklarımda kan çekilirdi. Film bittikten sonra ilk Altın Portakal’ımı o filmle aldım. Tebrikler gelmeye başladı. Meslektaşlarımın bazıları, benim uyguladığım tarzı uygulamaya başladı. O sıkıntılı dönemimi başarıyla sonuçlanan bir süreçle buluşturmam hayatımın en heyecan verici deneyimidir. Yılanların Öcü’nün bende özel bir yeri var.

4. Sinema alanında yetiştirdiğiniz birçok öğrenciniz oldu. Yeni nesli nasıl değerlendiriyorsunuz? Eskiden bir film çekmeye giderken ibadete gider gibiydik. Film çekmek bütün duyguların önündeydi. Filmi çekerken işe hep Taksim Meydanı’ndaki AKM’nin yanındaki garajdan başlardık, oradan çıkardık. Hep derdik ki, herkes sıkıntısını burada bıraksın, akşam gelince buradan alsın. Sete özel hayat taşınmaz. Bu fikirde çalışma hayatımızı sürdürdük. Birçok şeyi, sindirilemeyecek dönemleri bu koşullarda yaşadık. Şimdi duygu sömürüsü yapmak istemiyorum ama hem tabiat şartları zorladı, hem malzeme eksikliği ama inatla o yönleri biz kendi duyu zenginliğimizle buluşturduk ve başarı odaklı çalıştık. Evet, para kazanıyorduk, hayatın gerçek şartları var bir de. Ama işin ruhsal ve hezeyan kısmı bizim hayatımızda egemen olan kısımdı. Para 2. sırada olan bir değerdi. Bugünün çocukları, kimse kusura bakmasın ama hemen küsüyorlar, gidiyorlar. Kimseye bir şey diyemiyorsun. Görev yapanlar baş tacı, yapmayanlara neden diye soramıyorsun. Küsüp, gidebiliyorlar. Sete gidiyorsun, neredesin diye arıyorsun, ‘’Bugün kendimi iyi hissetmiyorum’’ cümlesini duyuyorum. Soruyu soran da ‘’Kendini iyi hissettiğin zaman bize haber ver.’’ diyor, böyle çok da güzel anlaşıyorlar ama bu bize komik geliyor. Biz farklı zamanların farklı dünyalarında yaşamışız. Bize ütopik geliyor bu sohbetler.

18


5. Mesleki anlamda en başarılı bulduğunuz film hangisiydi? Muhsin Bey idi. Bu bir tesadüf değildi. Konusunun çok güzel olması bir filmi iyi yapmaz. Film olabilmesi için bir inşaat gerektiriyor. Müzik, görüntü, kostüm, dekor, oyuncular giriyor devreye. Hikâye mutlaka en önemlisi. Benim kriterlerimde assolist hikâyenin kendisidir. Ben hep şunu iddia ederim. Güzel değil doğru görüntü. Bir sözünüz de vardı hatta

‘’İyi film, doğru görüntüler toplamıdır.’’

Evet. Doğruysa güzel olur. Ama güzel doğru olmayabilir diyorum. Görüntü anlatımı ve atmosferi çok önemli. En önemli element; ışıktır. Işığı doğru yapmak lazım, söz olmadan göze hitap etmeli, subliminal bir bilinçaltı etkileşimini vurgulamalı ve onun kendi içine çekmesi lazım. 6. Sinemaya ve fotoğrafçılığa yeni adım atacaklara önerileriniz nelerdir? Her zaman yaptığım öneri, bunu hiç değiştirmedim, değiştirmeyeceğim de. Sürekli kısa film çeksinler. Kısa film çekmek onlara kuvvetli ve zayıf yanlarını gösterir. Bu yapacağınız hamlelerde size avantaj kazandırır. Bıkmadan kısa film çeksinler. Güçlü ve zayıf yanlarını tanısınlar.

19


eri

Ödüll

n Öcü ı r a l n la ü - Yı l ü d Ö rtakal dülü - Kan nmesin o P n ı r ö Ö Alt klar S ulu Kadınla takal ı r ş o I P lü k Altın a Ödü - Mum Ko vi z o K Altın Ödülü lü - Baba E a z o K Altın lebek Ödü mek Ödülü Ke 0.Yıl E Altın 0 1 a z Ödülü ü o l r ü K u d n n ı Ö O Alt nema u Sinema i S K y İFSA Ödülü am Bo dülü ş u ’ a 0 Y 1 İKSV t Emek Ö En İyi r a l n s Sinefe Tüm Zama ta Branş nat Ödülü a TGC S tişim Ödülü le KTÜ İ

RÖPORTAJ: EBRU BEKTAŞOĞLU

20


SÖZSÜZ DE BİRÇOK ŞEY ANLATILABİLİR… Hollywood ve Sessiz Film Bağlamında ‘’The Artist’’ Hollywood filmlerinde konu akışı öylesine mantıklı, kolay anlaşılabilir ve ikna edici olmalıdır ki ilkokula giden bir çocuk dahi hiç zorlanmadan filmi anlayabilmeli ve aynı zamanda kavrayabilmelidir. Bu sinemada genellikle iyiler ve kötüler olarak iki kapı karşımıza çıkmaktadır. Burada ya iyilik kapısından girmek durumundayız ya da kötülük kapısından girmemiz gerekmektedir. Bu durum siyasal düzende olduğu gibi insanları seçim yapmaya iten bir yapı olarak karşımıza çıkar. Bölgede coğrafi yapıların çeşitliliği sayesinde yapımcıların film çekmek için uzaklara gitmesi gerekmemektedir. Her film türü için doğal mekânların bulunabilir olması maliyetlerin azalmasına olanak sağlamaktadır. Çeşitli etnik gruptan insanların olması figürasyon ya da oyuncu kadrosu bakımından çeşitlilik yaratmaktadır. Doğal mekânların olması avantaj olarak karşımıza çıkarken yüksek bütçeli filmlerin de yaygın olarak çekiliyor olması yüksek bütçe ve maliyet giderlerinin artmasına sebep olmaktadır. Hollywood’da stüdyo sisteminin gelişme göstermesiyle büyük stüdyoların doğuşu gerçekleşmiş aynı zamanda stüdyolardaki iş bölümü ve uzmanlaşma haftada 2 filmin çok rahat ortaya çıkması mevhumunu gerçekleştirmiştir. Bu dev şirketlere örnek olarak Warner Bros. , Paramount, Universal, Century Fox, Columbia, Mgm örnek gösterilebilir. 21

Sessiz filmlerde sesin olmaması, tüm ilgimizin oyunculuklara ve mimiklere kaymasına neden olmuştur. Karşımızda mimiklerini çok iyi kullanan iki oyuncu olunca filmin seyir zevkinin ikiye katlanmasına olanak sağlamıştır. Bu film aslında sinemanın eski tatlarına duyulan özlemi hatırlatmaktadır. Hepimiz geçmişe uzanmaktan keyif aldığımız için işin nostalji boyutu bizi etkileyen argümanlar arasındadır. Eğer bu film bizi geçmişte yolculuk yapmaya çıkarıyorsa böyle filmlerin yaygın olarak yapılması en büyük dileklerim arasındadır. Filmde sinemanın nankör bir meslek olduğunu, star kavramının her daim genç ve yenilikçi olana yöneleceğini vurgulayan Hollywood’a ve onun taklitçilerine söylenen güzel bir söz artist kavramını deneyimlemiş olmaktayız. Bana göre sinema yenilenmeli, her yola girip çıkmalı ama galiba en çok da başlangıcına yolculuk yapılması gerektiğini düşünüyorum. Sessiz sinema döneminde hareketli resimleri kaydedilmiş sesle birleştirmek fikri ise çok sonralardan ortaya çıkmıştır. Filmin sonunda iki başkarakterin aynı filmde oynamasını ve sesin ortaya çıkmasını açıkça gözlemlemiş oluruz. Sessiz film mesajını görüntüler aracılığıyla aktardığından sesli filme göre daha evrensel bir dile sahip olmaktadır. Sinemaya sesin gelmesinden sonra estetik duygu ve algılanımın estetik açıdan zarar gördüğünü düşünüyorum.


Sessiz filmlerin insanları sorgulamaya ve düşündürmeye yöneltmesi aynı zamanda alt yazıların da anlatılanlarla bütünleşmesi seyir zevki ve estetik hazzı artırmıştır. Sessiz filmlerde beden dili ve mimikler üzerine önemli ölçüde yoğunlaşılmıştır. Böylece seyircinin, filmdeki aktörün ne hissettiğini, nasıl bir karakter yaratmaya çalıştığını anlamamızı kolaylaştıracaktır. George Valentin’in ilk filminde ünü ve şöhreti yerindeyken bir yıldız gibi parladığını görürüz. Ancak ünü kaybolduktan sonraki çektiği sessiz filmde filmin son sahnesinde bataklığın içine girerkenki sahneyi görürüz ve bu durum karakterimizin düşüşe geçtiğinin en açık temsillerinden bir tanesidir. Amerikan sinemasında dublaj tekniğinin kullanılması filmlerde dikkat çekici bir yeniliktir. Sessiz sinemada iyi sese sahip olmayan oyuncuların sesli dönemde dublaj tekniğini kullanmaları izlenebilirliği yüksek seviyelere çıkarmıştır. Hollywood’da efektlerin insanları etkilemek için yaygın olarak kullanılması dikkat çekicidir. Hatta kimi zaman efektlerin büyüsüne kapılarak filmin konusundan uzaklaşabilmemizi sağlar. Sessiz sinemada belirli sahnelerin çok uzun süre ekrana getirilmesi açıkça görülen unsurlardandır. Hollywood filmlerinde ise bu sahnelerin uzun sürelerle gösterilmesi olası değildir. Sessiz sinemada Talk Dans akımının çok etkin olarak kullanılmasını filmimizde açık bir şekilde gözlemlemekteyiz. Başkarakterimiz George Valentin eşyalardan ses geldiğini duyduğu zaman adeta çılgına dönmüş bir durumu gözler önüne serer.

Bu durum karakter için çok ütopik bir durumdur. Bu nedenle karakterimiz sessiz filmler alanında kendini geliştirmek istemiş ve başarılı olamamıştır. Peppy Miller ise sesli sinemada kendini var etmiş erkek karakterimizin ünü düşüşe geçmiş, kadın karakterimizin ünü doruk noktasına ulaşmıştır. Bunun sebeplerinden birisi sinemanın sesli olmasından dolayı daha cazip hale gelmesi ve yapımcının yeni yüzler arayışı içine girmesidir. Her iki dönemde de insanlar estetik haz uyandırabilmek için film ortaya koymakta kimisi efekt ve görsel unsurlarla kimisi de jest ve mimiklerle seyirciyi çekmeyi arzu etmiştir. Dönem özelliklerine ait unsurlar karakterlere aynı zamanda film akışı ve senaryosuna direkt etki edebilmektedir. Hollywood sinemasında teknolojinin olması büyük etkendir.

22


Bu sebeple filmler efektif ve kurgu açısından daha çarpıcı örnekler sunabilmektedir. Sessiz sinemada sesin ve teknolojik yeterliliğin olmamasından dolayı bireylerin zihinlerinde canlandırdıkları tasarımı yansıtamama zorluğu karşımıza çıkar. Sessiz sinemada dönem koşullarında bazı teknikler göze çarpar. Filmden örneklendirmem gerekirse barda George Valentin’in oturması masanın üzerinde kabile şeklindeki insanların küçücük gözükmesi teknik örneklerden bir tanesidir. Sessiz sinemada koşullar nedeniyle ışık, dekor, kostüm ve kamera yönünden eksik olması göze çarpar. Hollywood’da ise bu kavramların en son teknolojiyle harmanlanarak izleyiciye sunulması hâkim kanaattir. Sessiz sinema eski hatıralarımızı canlandırmaya yönelik duygusallıklar barındırmakta ve kendi içimizde birtakım estetik hazlar duyumsayabilmemize yardımcı olmaktadır. Hollywood’da ise günümüze yakın olay akışı ve izleyiciyi sıkmadan izlenebilecek konu bütünlüğüne yönelinmiştir.

Filmde George Valentin’in merdivenlerden indiği Peppy Miller’ın merdivenlerden çıktığı sahne önceki filmde olduğu gibi aynı şekilde erkek karakterin düşüşünü kadın karakterin ise yükselişini en açık ve net gördüğümüz sahnedir. Hollywood filmlerinde kullanılan müziklerin sahnelerle uyumlu hale getirilmesi izleyicinin filmle bütünleşmesini sağlamıştır. Böylece duygu aktarımını seyirciye ulaştırma ediminin daha rahat sağlanmasına olanak sağlanmıştır. Filmde erkek başkarakterin köpeğinin filmin başından beri sadık ve adeta akıllı insanlar gibi davranışlar sergilemesi seyirciyi yakalayan unsurlardan olmuştur. Karakterimiz evde yanacakken görevli polise durumu anlatmaya çalışan sadık dostumuz aralarındaki bağın kuvvetli olduğunu pekiştirmiş ve can dostunu ölümden kurtarmıştır.

TOLGA KAL

23



KARANFIL SOKAK EDEBIYAT


‘‘Üşüyeceksen ya Ankara’da ya da vapurun üst katında üşüyeceksin derim hep.’’

- Vaaay, Ankara demek. Orada

okumuştum ben de bi’ süre.

- Ankara’da ya okunur ya da

âşık olunur zaten.


Edebiyat hayatın uydusudur, onu taklit etmez, hayata istediği biçimi verir.

Oscar Wilde


ÖYLE BİR YERDEYİM Olgunlaşmamış hikayelerim sert bir rüzgar tarafından hiddetle düşürülüyorken yahut içimdeki kurt tarafından sersemce çürütülüyorken naif bir yağmura hasret kaldım öyle bir kaldım ki beni derdest eyleyen şu halimle elimdeki cigaramla bir başıma filizlenmemiş tohumlar bir ukde içimde martılara atıyorum şimdi bir bir bir yalnızlık kordonunda oturuyorken hisler bulvarındaki o kahverengi bankta bir gözüm evvelki düşen yapraklarda bir gözüm denizin maviliklerinde bir gözümse gökyüzünün o mahrur dinginliğinde hoşça kal ile merhaba arasında bir yerdeyim

UĞUR AKKAŞ

28



SEVGİLİM, YİNE BEN Merhaba sevgilim, hoş geldin Dur bekle alayım ceketini ve şapkanı Sana ağır gelen ne varsa bu hayatta çıkartalım üzerinden. Terlik getireyim ayaklarına Bak ben terliklerimle geldim sana Bilirsin sevgilim aşk demekti bu Aşkı olanınsa kalmazdı zamanı. Fakat dur sevgilim, dur Önce soymalıyız üstümüzden hayatı Sonra ağır ağır öpmeliyiz Ağır ağır… Ölüm hiç yokmuşçasına, ayrılık kapıda hiç beklemiyormuşçasına Yani öyle yavaş öyle ağırdan almalıyız ki hayatı Tenlerimize dokunmalıyız Benim bittiğim yerde sen, Senin bittiğin yerde ben olmalıyım Kâinata kafa tutarcasına Denizler, okyanuslar, adalar, kıtalar kıskanmalı bizi Dur sevgilim, dur Öyle hızlı nefes alma Öyle hızlı çarpmasın kalbin Öyle hızlı sevme, Alelacele olmasın bu sevişmeler Hemen yataktan kalkma, sarıl bana Saçlarımı kokla Ellerimi tut Ayakların değsin ayaklarıma Gözlerin konuşsun Öyle, öyle hemen yataktan kalkma. Hem hani biz daha ağırdan yaşayacaktık hayatımızı Hani yavaş yavaş, hani usul usul sevecektik birbirimizi Sevgilim, beni böyle hemen bırakma Hoşça kal kelimesi dökülmesin dudaklarından Öyle bir çırpıda söyleme Öyle hemen gidiverme Çarpma kapıları hızlıca 30


Pencerelerden bakmayayım sırtına Gidişine ağlamayayım öyle hızlı hızlı, öyle hıçkıra hıçkıra Hemen dönüverme sokağın köşesini Bari ağır adımlarla ilerle, en azından bak son bir kere. Sevgilim, merhaba yine ben Galiba sana artık hoşça kal demeliyim Hoşça kal sevgilim Ölümüm diyorum, senin gidişindendir bilesin…

SELİN GÖÇEN

31



YOKLUĞUNDA DÖRT MEVSİM -I-karşılaşmaGözlerim gözlerine değeli, Kulaklarım sesini duyalı Bir kez yaprak döktü ve bir kez yeşerdi ağaçlar… Sonra: Boşluk… Doldurulmaz, sınırsız karanlık, Tekrar boşluk… Kokun lügatıma gireli algılayamaz oldum diğerlerini. Kokun lügatıma gireli, ellerim ellerine değeli, Bir yaş büyüdüm ve çok kez yaş/ardı gözlerim. Sen, oysa sen tüm bunlardan habersizken; Üç kez göründün, çok kez kayboldun… Seni tanıyalı, yüzüne bak-ama-yalı, İki şehir tanıdım çok kez kayboldum. Kaç kez sabah oldu, Kaç kez akşam, Kaç kez yaz, bahar, güz, kaç kez kış? Ama buraları soracak olursan hep gece, hep güz… Hep hep hep … -II-sana dair buhranların dökümüİsmin: Bir kelime, beş harf ve iki hece; Sesin: Buğulu, kesik, keskin, kadifemsi, kısık, ince… Saçların: Kıvrımlı, yorgun, uzun, sarımsı, bazen kahve… Gözlerin: … Girdaaaaap, Bakamadım hiç… Ellerin: Küçücük, kırılgan ve yasak bana. Ben ise saydıklarıma tutsak… 33

Melek’e


-III-ilk-ba-harYurdun başkentinde soğuk bir sabah, Kaldırımlar şimdi sahipsizdirler… Şairler ise iş başındalar. Göğü soruyorsan kapkara koyu; Serçeler şimdi uyuyorlardır… Sokaklar kimsesiz, Kimsesizler kimsesiz ve sessiz… Dilenciler ekmek alamadılar… Havada bozukluk mu var ne? Yine mi yere küstü gökyüzü? Yine mi ıslatacak yeri, göğün yaşları? Dışarıda neştere eş değer ayaz, Bizim oralar şimdi yazdadır… -IV-bazen sizi kavuşturan şey, sonradan sizi ayıracak olandırBir sabah, kararsız bir ilkbahar sabahı, Güne, erken denebilecek bir saatte uyandım. Yüzüm aynada yüzünü aradı, Sonra daldım aynadaki kendime… Alın kırışıklıklarımda, Gözaltlarımda ve uykusuzluğumda seni aradım, Daha bulamadan, Ama varlığından eminken; Kaybettim seni… Çok uzaklarda gözlerini dünyaya yeni gözlerini açmış bir çocuktun, ve bir yol üzeri kasabasında bahara yaprak açan ilk çiçektin… Aklımda kalanıyla… Seni uzaklarda aradım, Yakınlarda kaybederken… Söylenmemiş bir şarkı, duyulmamış bir ses, Kurulmamış bir cümleydin… Bilmediğim dillerde aradım seni… Anlayamadığım ezgilerde, Seni aradı-m

34


M: Ben ve tüm hücrelerim… Seninle konuşmayalı bayağı, Kendimle konuşmaya başlayalı çok oldu. Bir bilsen neler neler konuştum kendimle… Neler neler de konuşurdum da daha… Ben tuttum da bir de kendi ağzımdan seni dinledim, Kendim olmayan kendim, sana müptela oldu, Adını sayıklar oldu… Sayıkladıklarımdasın…

VEDAT BARGA

35



ISLIK bir namlunun ağzındaymışçasına soğuksa ve gözü yaşaran bulutların yanaklarındaysa hayat ıslık çalabilme özgürlüğünü düşünmeli uzaktan ne kadar güzel gözüküyor deniz rüzgar hafif bir esintiyle parmaklarını okşadığında mesela ya da giderek derinleşen bir okyanusun ortasında olmadığında uzaktan ne kadar güzel gözüküyor dokunmadığın su hayat kaldırımsa önünde duran acı basamakları ikişer ikişer tırmanabiliyorsa öldürüyorsa hevesleri bir nefeste ıslık çalabilme özgürlüğünü telaffuz et ağzının yuvarlak kaslarında ihbar eden çiçeklerdi cinayete kurban gidense ilkbahar elimde kalan üç mevsim dilimde çekingen bir ıslık neşesi.

CAN KILINÇ

37


CENTİLMEN AYYAŞLARA mesai bitimi saatlerinde, paltosuz sarılışlar yok artık kış, bir buhrandır yaza ve itinayla beynimizi kemirir böcekler düşünceler katında ne kamu ama, boş banka kuyruklarında çıldırtan ayıp fısıltıları rezidansların, betonarme ölü dansları köy okulundan kaçan çocukların, mahcup mektuplarına konuk oluyor doksanlardan kalma bir konyak ihtiyarın elinde, adını sayamadığım bütün ankara sarhoşlarını anıyor bu dizeler centilmen ayyaşlara göre

MAHİR TAŞYURT

38


ARİSTOFANES TRAGEDYASI Yüzükoyun iltica eder bu mevsimde acılar. Bizler, çoktan yenilmişizdir. Bir ihanetin başrolüyüzdür artık. İntihara meyilliyim Aristofanes. Modern katillerden değilim. Bir şiir ile keseceğim ayak bileklerimi. Saksıya ektiğim ilkbaharın üzerinde tepineceğim. Palazlanacak tüm şehir ben ölürken. Midelerinize despot bir sancı olarak yerleşeceğim. Ey insanlar! Hissedarı olduğum bütün günahların ağırlığını üzerinizde hissedin. İtiraflarınızı kuşanın. Şimdi, Son bir şiirdir soluğum. Geri döndüm gayrimeşru toplumunuza. Çok isterdim gözbebeklerine hasret Tanrı’nın peygamberi olmayı. Nedendir bilinmez, Acıyla yontmuştuk düşlerimizi. Ah, o yalancı ilkbaharlara inanmıştık. Kanıvermiştik günübirlik deve tabanlarına. Şimdi, ümitsizliğin eşiğinde, Yine acılarla yüz yüzeyiz. Sustukça içimize kazılan kızıl bir toprakla çiftleşmekteyiz. Sağanak günlerde kanayan umutlarımıza rağmen. Muntazaman isterdik biz yaşama tutunmayı, Çarpık düzende vicdanımızı sorgulardık. Ki, merhamet babadan yadigâr bir şey değildi. Müteşekkirdik evrene, Yoksulluğumuza inat. Açtık ve körpe bir çocuktuk. Açtık ve... *ben ölünce Artistofanes, bedenimi kuşlara yem et. Tanrı’ya değil.

HAMDİ OĞULHAN TÜNAY 39


‘‘ÇÜNKÜ SEN ÇÖLÜME YAĞMUR OLDUN’’ Keten bir gömleğin nemli, efil efil ılıklığını sunsun isterken hayat, her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz arzularımızdan. Çok da fazla beklentimiz olmamasına rağmen kucağımızda hayal kırıklıklarıyla ilerliyoruz.

Mutlu olduğumuz, kalbimizin pıtpıtından dünyayı duymaz olduğumuz anları unutmaktan korkuyoruz.

Bütün romanların sayfası eksiliyor sanki giderek, bütün kahramanlar kötüleşiyor, kötüler kahramanlaşıyor, bütün şiirler yarım kalıyor. Mavi gözlü dev şairimiz, tam da şu an salata kâsesini masaya taşıyan kadının, ince bir bıçakla domates dilimlediği ellerine şiir yazıyor ve kırılıyor kalemi o can alıcı dizeyi yazacakken.

Bir ayağımız çukurda sanki ama yine de evine bırakana dek sevgiliyi, yol boyunca yanında yürümek istiyoruz.

Yani sevgilinin yüzüne düşen saçını, kulağının arkasına atarken söylenecek birkaç güzel şiir dizesinden bile mahrum kalacağız.

Sonra hatırlıyoruz yeniden her şeyin Mezon Alan Teorisi’nden ibaret olduğunu.

Sanat yok oluyor, ‘Bedri’ler yaşamıyor, ressamlar çizemiyor, devrim giderek imkânsızlaşıyor, aşklar eskide kalıyor, âşıklar sevdasından vazgeçiyor ve domatesler bile eskisi gibi kokmuyor. Ne heyecanı var hayatlarımızın ne de bir şeyi koşarak sevdiğine anlatmanın tatlı telaşı var içlerimizde. O kadar yaşanmışlık biriktirmemize rağmen, yalnızca kullanışlı bir hüzün kaldı ellerimizde.

Evet, belki unutmayacak kadar genciz henüz, ama yaşlı gibi de bir yanımız.

Mamak’tan Ulus’a varan dolmuşların birinde çalan bir Müslüm Gürses şarkısı gibi farklı anlamlar yüklüyoruz insanlara: “Çünkü sen çölüme yağmur oldun.”

Bir yağmur yağmaya başlıyor, kirpiklerimizin arasından iniyor damlalar usulca. Suyun suda kaybolması gibi akıp gitmek istiyoruz yaşamın içinden. Yağmurdan kaçıp bir duvar dibinde duraksıyor, kaldırım taşları arasından dünyaya açılan çiçeğe bakıp kalıyoruz. Bir yanlışı düzeltircesine açan o meşhur çiçeğe... Dünyaya kızıp duruyoruz günlerce, aylarca, yıllarca belki. Sürekli çirkinliğinden söz ediyoruz da sanki o çiçeği öylece görünce, dünyanın hala güzel olduğunu, çirkinleşenin bizler olduğunu fark ediyoruz. 40


Büyük porsiyonlar yiyor, duble içecekler içiyor, göbeğimizi okşayarak kalkıyoruz masadan, ama yine de masaya en son konan tatlıda bırakıyoruz aklımızı. Hep daha fazlasını istiyor, hep daha iyisini, daha güzelini hayal ediyoruz. Sevmeden sevilmeyi, vermeden almayı, merhamet göstermeden şefkati diliyoruz. Bir orkideye sahip olmanın hayalini kuruyor da ona koşarken ezip geçiyoruz en güzel papatyaları. Sahi, papatya demişken bir ölüm hiç bu kadar güzel kokar mı? Dalında değil, koparıldıktan sonra kokmayı kim öğretti bunlara? Bir papatyaya sarılmak olmalıydı dünya. Çiçeğinden böceğine kadar kalifiye mağdurlarıyız artık hayatın. Tüketmişiz her şeyi, birilerine anlatacak güzel bir hikâye bile bırakmamışız.

Gün akşam olunca iki tek çay yudumlayıp dünyanın çirkinliğine dem vuruyoruz. Çirkinleşenin biz olduğunu yine bir anlığına unutarak…

Cebimizde ezeli yokmuş zaten, yüreğimizden de veremiyoruz. Eskiyoruz, ama eskimekten çok eksiliyoruz.

Yalnız, yavan, eksik, tadı kaçmış bir hayatın içinde, dünyanın toprağına ayaklarımızı sürüyoruz.

Önce biraz soğuk geliyor, ama sonra böyle bir yaşama da alışıyoruz. Birini sevince değiştirmeye çalışırsın hani, galiba biz artık dünyayı olduğu gibi kabul ediyoruz.

KÜBRA KÖROĞLU 41


15BK DURAĞINDA DAVA GİBİ AŞK Gece dişlerimi öğütürken değirmen gibi harıl harıl Zayıf Türkçeli çekik kız kulağımı öptü, ılıcak sesiyle İki bin cigarası içtik Sessizlik içti içimizi kaynar kaynar Hangi davasını paylaştık sabah ezanında İstanbul’un haberim yok ama Onca bombanın üstüne iyi geldi Yalanım yok Her şeyini evde unutmuştu Ellerini soğuk gecede Şimdiyse cümlelerinin üstü kaldı bedenimde Aklıma geldi yalanım yok Ama istemedim vermek Üşüyordum, açtım, yoksuldum, uykusuzdum Yoldan gelmiştim İki bin cigarası içtik Sessizce Sustuk derince Durak dinledi Hangi davasını paylaştık bu sabah ezanında İstanbul’un Vallahi haberim yok Ama ısındım, doydum, aydım, iştahlı iştahlı delirdim Bir yan edindim insana benzer Sonra Ayrıldık Vedalaşmadık Benim otobüsüm kalkıyordu yalnızlığıma O ise geniş alınlı kederin bahtsız bir yazgısıydı zaten

FAHRİ KÜÇÜK 42


SENİ GÖRDÜĞÜMDE seni gördüğümde kendini parantez olarak açıyordun kaldırıma ki kaldırım ayak derilerimden öpüyor bileklerime bir fısıltıyla yön veriyordu kaldırımı anlamıyordum basitti bu şiir gibi daha büyük şeylerden bahsetmeliydi seni gördüğümde mevsim kıştı kar-anlıktıyüzüme ellerini üflüyordun yüzümle kırıklarınla öpüşüyorduk tenine değmemi ıslığınla kesiyordun bense bütün sivriliğimle kirpiklerinle kumrallığında köreliyordum sen geceden çıkma boynunla korneama kesik atıyordun seni gördüğümde defterin sevilmeyen tarafına en sevdiğim şiiri yazıyordum parmaklarımda kekremsi bir tatla seni görmemin güzelliğine parmaklarımı tütünlüyordum sonra delikli dumanlarla göğün hacmine artı bir oluyordum ama sen geliyor geliyor ve hüzünden hallice kıvrımınla parmaklarıma bir göğ öğretiyordun

43


seni gördüğümde bir cümlede imla hatasıydım seni saran kalıplarda bıyıklarımı terletiyordum bir şeylere hazırlık mı yapıyordum? bir şeylerden mi kurtuluyordum? hayır sadece seni görüyor görüyor ve içimden sıyrılıyordum seni gördüğümde eve ekmek götüremiyordum bütün fırınlar grevdi ağızlarından çığlık kusuyorlardı seni görmem olağanüstü haldi bütün karmaşanın ortasında seni görmemden utanıyordum seni bütün karmaşayı göğüsleyip görüyordum göğsümde yanan coşkuyla bir yandan seni görüyor bir yandan devrimi bir yandan sirenleri bu şiiri kumrallığını kaşını yer çekimine karşı kaldırışını içimde gezdiriyordum

ALİHAN POYRAZ

44


BENLİK VARYASYONLARIM En iyi doğum sancısını çeken bilir doğurduğunun kıymetini Anneleri kendimden emziriyorum, Yine o annelere kapitalizmin en keyifli olduğu haftada bir bahçenin doğurma dönemindeki toprağından koparılarak sunuluyorum Düşmanım olup öfkemin kapısını aralayan hakikat yumruğumu sıklaştırıyor ve Dişlerimi birbirine katıyorum Çenemden eksiliyor bu devir, Yeni doğan bir kibri katliama devşiriyorum Kendimden sakındığım düşlerimi meydana çıkaran umut çabamı kamçılıyor ve Ayaklarımı güçten düşürüyorum Kanımdan hızlanıyor bu beden, Hırsım beni kelimeleştiriyor herkesin diline düşüyorum

45


Sevdam beni çift göze hapsettirecek olan kararla sonlanacak davamdır Ellerim suç aleti olarak delil diye sunulmuşken mahkemeye itiraz edemiyorum ELLERİM VARDIR, SUÇ BENİMDİR!

NECİP FAZIL SAY

46


SUSMA Susma! Sevmiyorum sessizliği… Çocukken annemi kırdığımda küserdi, konuşmazdı günlerce. Benden daha iyi bilirsin ne demek bir annenin sessizliği… Oldum olası sevmedim susmaları, bu sebepledir çok konuşmalarım. Susmak yok etmek demekti, Görmezden gelmek, umursamamak, değer vermemekti. Susmak iletişimsizlikti. İstersen bağır çağır kır dök ama susma! Ben suskunluk dilini öğrenemedim, anlayamam ne dediğini. Anlat bana, derdini anlat, kızdığını anlat, sevmediğini bile anlat. Kelimelerini duymak istiyorum, Kelimelerini ruhuma katmak istiyorum, Kelimelerinle nefes almak istiyorum. Bir çiçeğin suya güneşe ihtiyacı gibi benim de sana ve kelimelerine ihtiyacım var. Ağzından çıkan her bir kelime köklerime can suyu oluyor, Damarlarımda yol alıyor sonra ruhumu doyuruyor. Sen bende kelimelerinle var oluyorsun, anlasana! Susmalar korkutur beni, Sen susunca karanlık çöker, oksijen tükenir havada, fırtına başlar ruhumda, İçimden sesler yükselir, kaybediyor muyuz yoksa?

ALYA KARADAĞ

47


SENDE ERİMEK BİR Z/AMAN Seni sevmek Bir kar tanesinin çocuğun gülen yüzüne üşüyen eline konmasıdır Erimek... Zerre-i katre olmaktır Hayat bulmak için... Aşk ile tekrar gökyüzüne çıkmaktır İsa gibi. Seni sevmek Yaşam döngüsünde Zerre-i katre olmaktır Dar-ı Kerbela’da Hüseyin’e... Seni sevmek Tohuma yaşam evinde Can katmak için Zerre-i katre olmak Tekrar toprağa düşmektir Veysel’in hatırına... Seni sevmek Mevsimlere inat çiçek açmaktır. Yasemin kadar duru ve masum Kardelen kadar asi ve umursamaz Gelincik kadar kırmızı Varolmaktır inadına... Aslına dönmek için Zerre-i katre olmak Fırat gibi delicoş ummana akmaktır.

İBRAHİM YILMAZ / 2012 ESKİŞEHİR 48


NE OLSA MESELA

49

İnsanlar henüz insanların zihninden geçenleri okuyamıyor. O yüzden anlatmalısın içinden geçenleri; ruhunu sıkan, hayallerinin, umutlarının yerle bir olmasına sebep olanları, gönlünü kasvete boğan nedenleri... Haykır! Kimseden daha değerli değilsin. Bu senin hayatın ve tek bir hakkın var. İyi değerlendir. Yanlış yapma demeyeceğim. Yap. Hatta çokça yap. Ne kadar çok yapabiliyorsan o kadar çok yap. Güzeldir hatalar. Cesurdur çünkü toydur. İlktir. Özgürdür. Heyecanlıdır. Hayat gibidir. Hayatın kadardır. Boşver insanları. Ne derlerse desinler. Zaten herkesin kendine ait yaşayabileceği bir hayatı varken seninkine de karışmalarına izin verme. Bu yüzden kendin gibi yaşa. Senin kendi tavsiyelerin olsun, kendi kuralların, kendi sınırların ve sırların… Sen karar ver. Yanlış da yap doğru da. Usanma! Korkma! Çabala! Böyle böyle öğreneceksin yaşamayı. O yüzden yüzleş kendinle. Neyi seversin? Nasıl istersin? Hayatın.... Mesela nasıl koksa? Baharı mı hatırlatsın taze çiçek kokusu, köydeki pişen ekmeği mi, deniz gibi mi koksun, uzakları mı anımsatsın, kahve gibi ağırlaşsın mı? Sonra... Hangi renk olsa hayatın? Siyah kadar asil mi durmalı, beyaz kadar temiz mi, pembe kadar çocuk mu ya da mavi gibi huzur dolu ve ben gibi kararsız kalıp gri mi olsun ya da şey küçükken hani tüm boya kalemlerini alıp aynı anda çizdiğimiz daireler gibi mi olsun? Yere bastığında ayakların ne hissetsin? Güvende mi tutsunlar seni, kurumuş yaprak seslerini mi duymak istersin yoksa yer olmasın mı?

Mesela oraya ne hayat versin? Yağmur mu, güneş mi, su mu? Hangi mevsim en çok oraya yakışsın? Ağaca uzattığında elini, hangi meyve gelsin avuçlarına? Akşam olup insanlar eve döndüğünde ne olsun poşetlerin içinde? Hangi hastalığa orada illet denilsin? Hangi günler orada özel günler olsun? Bir hafta kaç gün olsun? Gökyüzünde kuşlardan başka neler olsa mesela? Hangi şarkılar çalsın her gün caddelerde? Kim ses getirse yollara? Herkes neyi mırıldansa? Kimler yaşasa mesela orada? Yaşayanlar hep tebessüm etseler. Peki ya bu tebessüm neyden olsa? Oradakiler ısınmak için neyi kullansalar? Neyi yeseler mesela? Hangi duygular olmasa içlerinde? Hangi saat diliminde yaşasalar? Hangi mevsim ziyaret etsin sonsuzluğa? Nasıl bir dili konuşsunlar? İletişim için neyi kullansalar? Kimleri özleseler? Hayat amaçları ne olsun? Ne için çalışsınlar? Kim için ağlasınlar? Kimler için yas tutulsun orada? Alışılmamış olsun. Daha önce yaşanmamış olsun. Keşfedilmemiş olsun. Başka bir şey olmalı. Peki, sınırları neresi olsun? Olsun mu? Neyle kısıtlansa özgürlükleri? Neye hakları olsa? Ya sınırları kabul etmezlerse? Ya karışıklık çıkarsa? O zaman biz onlara burası özgür bir yerdir, düşündüğünüzü söyleyebilirsiniz, emniyettesiniz diyelim. Onlar anlarlar zaten.

ZÜHRE ŞENTÜRK


ANI DEFTERİ Gün olur sağında güneş çırpınırdı yüzünün Başını çevirsen kar kış inerdi memlekete Aklına sevda düşer boyun bükerdin Geriden yaş akardı göğsüne Elinle duman edip iki çizgi çekerdin Gözlerin de gülerdi seninle Üç kulaç ötendeydim Üç kıta beride Dağlar yol vermez kıyamet kopardı Ateş kurşundan çabuk düşerdi önüme Böyle bir zaman geçer Üç yol ağzı çıkardı ömrümce Yüzyılın hesabı kalırdı Yüzyılın tasası Öyle büyük mesele öyle büyük kabahat Dilime bir söz takılırdı sere serpe Ne felaketler getirirdi öteden, iki kelime.

GİZEM ARI

50


DİLİMDE BİR ERTAŞ TÜRKÜSÜ Tren sesleri İnce, uzun sızıdır yüreğimde Nereye giderler böyle Çığlık çığlığa Kapkara hüzün yüklü gecenin içinde… Ya benim işim ne Anadolu’nun ortası bozkırın sarısında Anısı olamadığımız bu çıkmaz sokaklarda... Ah... Böyle yalnız böyle kederli... Avucum içinde yüzüm Yanağımda son öpüşün izleri Yanı başımda iki sevgili Dudaklarımda hüzünlü bir Ertaş türküsü… Sevdiğim sen neredesin? Yüzünü arıyorum Bütün öteki yüzler arasında; Tanıdık, dost, sıcak... Sevgi dolu gözlerini En çok da çocuksu gülüşlerini... Seni arıyorum Bütün öteki insanlar arasında Dilimde bir Ertaş türküsü Gurbette bir akşamüstü…

GEZGİN DELİ DERVİŞ

51


KIRMIZI BİSİKLET (18 Yaşındaki İhtiyarın 5 Yaşındaki Çocukla Röportajı) -Hayatında bir şey değiştirecek imkânın olsa neyi değiştirirdin? +Annem ve babamın barışmasını ve birbirlerini sevmelerini isterdim çünkü sevmenin ne demek olduğunu onlardan öğrenmek isterdim. -Ebeveynlerinden ne öğrendin? +Birinden çocuğun olsa bile, o insandan uzaklaşabileceğimi öğrendim. -En çok istediğin şey nedir? +Sepetli kırmızı bisikletimin olmasını isterdim. -Bisikletin olması için Tanrı’ya dua ettin mi? +Ettim ve bisikletim oldu fakat hemen bozuldu. Annemin parasını böyle bir şeye harcamasını istemediğimden, bisiklet istemiyormuş gibi davrandım ama annem bana bisikletimi bozduğum için bağırdı. -Birinden intikam aldın mı? Aldıysan kimden aldın? +Üvey babam anneme bağırdığında annemin canının yandığını düşünüyorum çünkü sürekli ağlıyor. Bunun intikamını ondan aldım. -Ne yaptın? +Üvey babamın parası azalsın diye ona ihtiyacım olmayan pahalı kitaplar aldırıyorum. Bu, benim intikamım. -Gerçek babanı tanıyor musun? +Hayır, tanımıyorum fakat onu bana bir canavar olarak tanıtıyorlar. -Ben onunla tanıştım, canavar değil babamız. Sen çocuksun diye kandırıyorlar seni, inanma onlara. +Çocuk değilim ben! -Sen benim çocukluğumsun ve bütün bu acılar bitti. Artık 18 yaşındayız, sepetli kırmızı bir bisikletimiz yok fakat ihtiyacımız olan bir sürü güzel kitabımız var.

GÜLAY TAMER 52


YAŞAM SEFERİ Yaşam bir tren seferinde saklı. Kıymetini bilmeyene binbir çeşit insan siması, Gayesini sevene; istasyonda kanat çırpan bir kuş kanadı. Çocukluğun, genç yaşın ve yaşlılığın… Her biri ayrı bir vagon. Sevdiklerini ağırlarken kompartımanın, Yaklaşan istasyonda ayağa kalkar yaşama bağlılığın. Sonra binenler olur bir bir… ve sallanan mendille yeşerir umutlar. Köprüler, ovalar… Tren rayına düşen kar tanesi, Zamansız öten düdüğün sesi ile yanar! Gözleri ufka bakanların boynu bükük, Yolcular dargın; Seni uğurlayanlar var!

SEVİM NUR TOPCU

53



TRENE BİNEMEYEN ADAM İlk görüşte dikkat ettiklerim çoraplarını Haziran sıcağında pantolonun üzerine çekmiş ve hafif çizgili yırtık bir gömleğe sahip olmasıydı. İleri geri yürürken daha dikkatli baktım ve gördüklerim yüzünde kirli bir sakal, sıcaktan kavrulmuş bir surattı. Saçları gözlerini kapatacak seviyedeydi. Karabük’teyim bir bir trenler geliyor ve yolcuları alıp yoluna devam ediyordu. Saat 7 civarı iki vagonu olan tren yaklaştı perona, tarifteki adam trenin bir ucundan bir ucuna koşuyor ama tam olarak ne istediğini bir türlü çözemiyordum. Elindeki bozuk paraları görünce ve ‘‘Trene bineceksin paran mı eksik’’? sorusuna karşılık alamayınca, anladım dilsiz olduğunu. Bu adam derdini ikilemler ve işaretler ile anlatıyordu. Denklem basitti önce elindeki parayı gösteriyordu, sonra iki kere treni gösteriyordu. Sonra yine aynı şeyi yapıyor. Yine aynı şey, tekrar tekrar aynı şey, ebediyete kadar sürecek sandım. Acıma duygusu bütün bedenimi sardı, bir yere gitmek istiyorsun paran eksik ve konuşamıyorsun. Hızlıca parçaları birleştirdim ve adamın pratikte yardıma ihtiyacı olduğu sonucuna vardım. Elimi cebime attım ne varsa verecektim ama yoktu tabi cüzdan yanımda değildi. Adam diğer tarafa doğru uzaklaştı, öylece kaldım. Düşündüğüm tek şey; böyle olabilirdim bir istasyonda bu şekilde kalsam ne yapardım. Etrafa koşar mıydım bu adam gibi, dilsiz olsam üstelik nasıl anlatırdım derdimi.

55

Eğer bir istasyonda bekliyorsanız ya yola gidersiniz ya da yolcu edersiniz. Bu adamın yolcu eder gibi bir amacı yoktu. Karabük tren istasyonu tabelası, gördüğüm son şeydi istasyondan çıkarken. Bir süre dilsiz adamı düşündüm sonra başka şeyler düşündüm kendi kendime ‘’Yardım eder herhalde’’ dedim. İstasyona bir daha gelecek miydik bilmiyordum ama bunu düşünürken beraber çalıştığım hocam ‘’İstasyonda devam edeceğiz öğleden sonra’’ dedi. Nedense sevindim, saat öğlendi istasyona geldiğimde tarifteki adamı gördüm elindeki para Karabük Zonguldak arası mesafeyi trenle 3 kere gidip gelebilecek çoğunluğa ulaşmıştı. Beni rahatsız eden adamın üstünün başının kirli olması değil de fikrinin kirli olmasıydı. O sırada karar verdim bu dünyadaki tüm duyguların kirlenmiş olduğuna...

MEHMET BALCI


GÖKYÜZÜ HANGİ RENK? İstasyonda oturmuş, treni bekliyorum. Bir yandan rayları izliyorum. Nerede başlayıp nerede bitiyor acaba? Daha önce hiç düşünmemiştim. Acaba gerçekten rayların bir başlangıcı ve bir sonu var mıydı? Mesela şimdi tren gelse, vagona atlayıp gitsem. Sonra adam bana gelip dese ki, “Raylar burada bitiyor kardeşim” diye. Akla mantıklı gelmiyor hiç. Ama aynı adam gelip bu sefer dese ki, “Burası son durak kardeşim, buradan öteye gitmiyoruz” diye, buna ihtimal veririm. İstasyonlar, duraklar, peronlar elbet son bulur. Ama o raylar, o yollar hiç bitmez. Yolların da yolcusu hiç eksik olmaz. Kulakları delen müthiş bir sessizliğin arasındayım. İstasyonda bütün bavullar, trenler, raylar susuyor. İnsanlar sessiz. Konuşan sadece bakışlar. Gözler havada zikzak çiziyor. İstasyona yayılan sükût şimdi de rayların üzerinde gezdiriyor kendini. Ağır ağır ilerlemeye başlıyor. Biraz sonra gözden kayboluyor. Giden sükûtun peşinden bir tıkırtı yükselmeye başlıyor. Bazen damlayan bir su gibi yavaş, tane tane; bazen de hızlıca kapı tokmağı çalınır gibi. Ses gittikçe büyümeye başlıyor kulağımda, sonra gözümde şekil alıyor. Bir elinde bavul, ötekinde değnek olan bir adam çıkıyor köşeden. Başında fötr şapkası, üzerinde soluk ceketiyle adım adım ilerliyor. Hemen ayağa kalkıp koluna giriyorum. “Şu tarafta amca.” Oturmasına yardım ediyorum. “Sağ ol evladım, Allah razı olsun” diyor. Tam yerime geçecekken kolumu çekiyor.

“Adın ne senin delikanlı?”

“Kâzım, adım Kâzım amca.” “Geç otur şöyle yanıma Kâzım.”

Yanına oturuyorum. Sanki görüyormuş gibi istasyonda gözlerini gezdiriyor. Sonra bana dönüp gözlerimin içine bakıyor. “İstasyondaki diğer insanlar ne yapıyor?” diye önce anlam veremediğim bir soru soruyor. Ardından, “Niye onlar değil de sen yardım ettin?” diye sorunca ne demek istediğini anlıyorum. Ama istasyondaki insanların niye ona yardım etmeyip de benim yardım ettiğim sorusunun yanıtını ne adama ne de kendime verebiliyorum. “Tamam delikanlı. Zorlama kendini. Nereye gidiyorsun?” “Memlekete gidiyorum, bizimkilerin yanına” deyince üzerimden büyük bir yük kalktığını hissediyorum. “Bayrama mı?” “Bayrama.” Şapkasını çıkarıp dizine koyuyor. Ayağının dibinde bavulu. Değneğiyle bavulunu yokluyor. “Sen nereye gidiyorsun amca?” diye bu kez ben soruyorum.

56


“Benim nereye gittiğimin bir önemi var mı delikanlı? Nereye gitsem karanlık” deyip kırık bir tebessüm yerleştiriyor yüzüne. Sonra o tebessüm bende yine bir ağırlık oluşturuyor. Bir süre susuyorum bakışlarımla birlikte. “Ben de torunlarımın yanına gidiyorum delikanlı. Geçen bayram gelmediler. Bu bayram da gelmezler diye gideyim de torunlarımı göreyim diyorum. Ufak olan ne afacan bir bilsen!” Susuyorum yine. İçime içime susuyorum. Sonra bütün sustuklarım ağzımdan, burnumdan, kulağımdan, gözümden dışarı taşıp rayların üzerine konuyor. Ağır ağır ilerlemeye başlıyor. “Kaç torunun var amca?” diye soruyorum. Benimle konuşurken hep yüzüme bakıyor. Elinde değneğiyle görmeseydim gördüğüne ihtimal verecektim.

“Beş tane. İki oğlandan, üç de kızdan.”

“Allah bağışlasın. Onlar niye gelmiyorlar senin yanına?” “İş güç. Öyle diyorlar. Bir yandan da hak veriyorum onlara. İş, güç, bir yandan çocuklar, okul falan derken gelmeye fırsat bulamıyorlar. Yakın da sayılmaz. Ama baba yüreği yine de inciniyor tabii.” “Bir dahaki bayrama inşallah onlar gelir amcacım. Üzme sen canını.”

“Bir bayram daha görür müyüm, bilmiyorum delikanlı. Öyle ya, dünya hali. Gerçi ben doğduğumdan beri hiçbir şey görmüyorum ya, orası da başka tabii.” Gözleri görse, şu dünyanın haline bir baksa ne düşünürdü acaba? Onca savaş, ölüm, kıyım... Gördüğüne pişman olur muydu? “Kör olsaydım da şu çocukların öldüğünü görmeseydim” derdi belki de. “Saat kaç oldu delikanlı?” “İki oldu amca” diye cevap veriyorum. “Sen evli misin delikanlı? Var mı çoluk çocuk?” “Yok, evli değilim ben.” “Olur olur, yakında o da olur. Pırlanta gibi adama benziyorsun.” Elimi cebime götürüp cüzdanımı çıkarıyorum. İçinde küçüklük fotoğrafımı aradığım sırada dank ediyor kafama. Kime neyi göstereceğim? Fotoğrafı cüzdanıma geri koyuyorum. O sırada ikiye katlanmış, rengi sararmış küçük bir kâğıt buluyorum içinde. Dolma kalemle iki mısra yazılmış. Altında Nâzım Hikmet’in adı. Daha sonra fark ediyorum bu kâğıdın nereden çıktığını. Gazi dedemin cüzdanıydı bu. Rahmetli olmadan önce vermişti bana. Ama daha önce bu kadar hiç kurcalamamıştım içini. Kâğıt seslerini duyan adam merakına yenik düşüp soruyor.

57


“Ne o delikanlı, mektup mu okuyorsun?”

“Yok amca, cüzdanımda küçük bir kâğıt buldum da. Dedemden kalmış. Ben de yeni görüyorum.” “Öyle mi? Ne güzel! Bir şeyler mi yazmış sana?”

“Ben de okumadım henüz.”

“Oku da bakalım ne yazmış. Özel değilse tabii.” “Estağfurullah amcacım” deyip kâğıtta yazanı duyabileceği şekilde yüksek sesle okuyorum. Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma; aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak.

Göğsüme gökyüzü oturmuş gibi hissediyorum. Bir sıcaklık, bir ağırlık çöküyor üzerime. Adamın mavi gözleri hâlâ gözlerimde. Cevap bekler gibi. “Mavi” diyecek oluyorum, dilim varmıyor. Perona yaklaşan trenin sesi yardımıma koşuyor o sırada. Hareketleniyorum. “Hadi amca, tren geldi.” Koluna giriyorum. Vagona doğru ilerliyoruz ağır ağır. İçeri girmeden son kez başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Sonra tekrar adamın gözlerine. İkisi de mavi. Ama ben bir türlü “Mavi” diyemiyorum. “Senin kompartımanın burası amca.” Tren yavaş yavaş hareket etmeye başlıyor.

TUNA ÖZKURT

Nâzım Hikmet Adamın gözleri gözlerimde. İlk kez bu kadar dikkatli bakıyorum. Mavi. Deniz mavisi. Gök mavisi belki de. O susuyor, ben susuyorum. İstasyonda gezinen bavulların tekerlek sesi. Bir süre sonra onlar da susuyor. Sonra kafasını yukarıya kaldırıyor adam. Uzun uzun bakıyor. Gözlerini bana çeviriyor tekrar. Soruyor. “Gökyüzü hangi renk delikanlı?”

58


AHLAK ZABITASI Kazanır mıyız diye düşünmeden Hesap yapmadan Saygı duymadan kurallara Çimlere çıplak ayakla bassak İnadına bağırarak şarkı söylesek Bütün gökdelenlere, Sövsek ağız dolusu Gökyüzünü ne rahatsız ediyorsunuz ulan diye Yağmurda koşsak Herkes bir saçak altına muhtaç iken İçip sarhoş olsak ya Gece ondan sonra Kimse içmez sananların Yasaklarını çerez yaparak Güzel bir şiiri duvara yazalım İdeolojik bir eylem sayılır bu Aşkta en büyük devrim sayılır Yaşayalım hadi Borcumuz yok hayata Sabıkamız birkaç slogan Şehrin göbeğinde Ahlak zabıtası kendini dövsün Sen beni öperken Heykelleri gözaltına alınmış şehrimde Hadi tutup sarıl bana Hadi benle yürü Uykun gelirse Yat dizime Sesim kötü olsa da Bir şarkı eşlik eder uykuna

VOLKAN ARSLAN 59


I Ben düşmüyorum da tutunduğum dallar kopuyor Bir gül soldu -bir gülün ömrü nasıl geçer ki Sormak isterdim sana Ne kadar garip bir kitap okudum bugün Bu kadar betonun içinde tek kalmış bir ağacı hatırladım Sonbahardan değil de yalnızlıktan solmuş gibi Bir sayfanın hüznü nedir ki Şimdi sobanın etrafında oturuyoruz da -günler günleri kovalıyor bugün yirmi ikisiydi on dokuzu öne geçebilecekmiş gibi Birisi konuşuyor daha da külleniyor soba Küllendikçe bir tavuk daha da beyazlıyor Gül kırmızı yanımda soba şarap beyaz kalıyor Şimdi dinliyorum eski bir şarkı gibi Seni Birden hüzünleniyoruz. Ne garip ki dün babamın sigarasını beraber çalıp içmişiz gibi Edip Bey Korkmuş da hiç doğmamış gibisin bugün Şimdi çıksam dışarı Beyoğlu kalabalık ve yalnızlık ki kalabalıktır Katilin geri dönmesidir Her gün eve gelmemiz

TUGAY KARASU

60


BİZE ESERLERİNİZİ GÖNDERİN ankararinca@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.