Yönetim Şekli ya da Devlet: Cumhuriyet Türk Devriminin Tarihsel Gelişim Süreci ve Seküler Anlayışı Samet Demir * Türkistan'ın Eski Başkentleri: Türklerin Şehir ve Şehirleşme Algısı Mert Karslıoğlu
İZMİR, Ocak 2016 – Sayı V
Birkaç Söz ... Tanrısal bir irade ya da yüce insan aklı eyleme geçmeyi emrediyordu. Buyruk verenin kimliği ve cismi bir kenara atıldı. Zaman mefhumu, insanın elinde tutabileceği bir nesne olmalıydı artık. Bitmeyecek bir savaş başlatıldı. Çünkü biten her şey salt yokluk gibidir. Tabiat insana gülümsedi. Yaratılışı itibarıyla iyi olan insan da ona karşılık verdi. Bütün kötümserleri ve iyimserleri bir kenara bırakılsın, aydınlanma çağının büyük uluları vardı. O ulular tarafından dogmalar eleştirildi. Dokunulamaz denilen tahtlar sallandı. Batıl inançlar ve yoz beyinler bilgi çağının çekiçlerinden nasiplerini aldılar. İnsan zekâsı bir kılıç ihtişamıyla parlıyordu. Diderot, D’Alembert, Voltaire ve Rousseau gibi beyin yontucular ortalığa bir aydınlanma dehşeti saçmıştı. Rousseau’nun fikirlerinin yılmaz savunucusu ve büyük ihtilalci Robespierre, 7 Haziran 1794 tarihli konuşmasında her şeyi özetliyordu: “de fonder sur la terre l’empire de la sagesse, de la justice et de la vertu” (Dünyada bilgelik, adalet ve erdem imparatorluğunu kurmak için) Doğa insana özgürlüğünü verdiği halde, zincirler içinde esir edilmiş aklın sesi olmayı arzuluyor Ansiklopedi Dergisi. Geçmişte Diderot ve D’Alembert’in çıkardığı Encyclopédie bizim adımızın da esin kaynağı oldu. Onların bir devamı olmayı haddimiz olarak görmesek de, bütün iyi niyetimiz ve temennimizle bilginin ışığını arayacağız. Günlük siyaset ve hamaset bizden uzak olacaktır. Ansiklopedi Dergisi’nin temel düsturunu ise şöyle belirledik: “Türkçe Bilim, Türkçe Sanat, Türkçe Yaşam”
Ansiklopedi Dergi
Yönetim Şekli ya da Devlet: Cumhuriyet Türk Devriminin Tarihsel Gelişim Süreci ve Seküler Anlayışı Samet Demir demirhanbd@gmail.com
1. On Yıl Savaşları (1912-1922)
Savaşlar bazı uluslar için kimi zaman öldürücü olmaktan ziyade sağaltıcı bir misyon yüklenir. Kaba ancak çok da yanlış olmayan bir tabirle “ölü hücrelerin temizlenmesi”dir. Sağlam olanların dahi kaybedildiği olmuştur. Ancak fedakârlık düşüncesi nasıl beyinde başlıyorsa, bir ulusun hareketi için de “öz” olanın cesareti gereklidir.
Nitekim Enver Paşa'nın ilk Balkan Savaşı'ndan sonra bir arkadaşına yazdığı Fransızca mektupta şu ifadeler geçer: “Ah, harp nihayet bir başlasa! Muhakkak ki onu kazanacağız! Kabine vereceği notayı hazırlıyor - müttefiklerin notayı reddetmeleri için Allah'a dua ediyorum, çünkü bu savaştır, bu da Türkiye için yaşam demektir.” [1]
Osmanlı'nın Türkçü subaylarını ve elit kişilerini, görüşlerinin bir kısmıyla etkileyen bir isim vardı: Nietzsche. O, “Putların Alacakaranlığı” eserinde şöyle diyordu:
“Savaş, fazlasıyla içtenleşen, derinleşen ruhlar için her zaman büyük bir akıllılık olmuştur; yaralanmakta bile hâlâ şifa vardır.” [2] “Savaştan vazgeçildiğinde, yüce yaşamdan vazgeçilmiş olunur… Birçok durumda 'ruh dinginliği' yalnızca bir yanlış anlamadır.” [3] [1] Mektubun Fransızca orijinali: “Ah si la guerre éclatait, je suis sûr que nous gagnerons! Le cabinet prépare sa note, - je prie Dieu que les alliés la rejettent, alors c'est la guerre, la guerre, c'est-à-dire la vie pour la Turquie.” (Kieser, Hans Lukas; Türklüğe İhtida: 1870-1939 İsviçre'sinde Yeni Türkiye'nin Öncüleri (Çev: Atilla Dirim), İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, sf. 123)
[2] Nietzsche, Friedrich; Putların Alacakaranlığı (Çev: Serpil Erfındık), İlya Yayınları, İzmir, 2003, sf. 13 [3] Nietzsche, a.g.e, sf. 42
Anayasa Hukuku profesörü Bülent Tanör, Cumhuriyetin kuruluşunu anlattığı kitabında önemli bir tespitte bulunmuştur: “Savaşlar (…) daha ileri atılımların ebesi de olabilirler. İnsanlığın özgürlük ve demokrasi yolundaki evrimine yeni bir ivme kazandırabilirler.” [4]
Türkiye'de Cumhuriyet 1923 yılında ilan edilmiştir. Öncesinde bir on yıl savaşılmıştır. Milli mücadele, 1919 ve 1922 yılları arasında yaşanmış gibi gözükse de bunun öncül savaşları vardır. 1912'den bu yana Türkler, büyük ölçüde, Misak-ı Milli sınırları için savaşmıştır.
Birinci Balkan Savaşı (1912-1913), İkinci Balkan Savaşı (1913), Birinci Dünya Savaşı (19141918) ve İstiklal Savaşı (1919-1922), birbirini takip eden ve birbirinden bağımsız olmayan on yıllık bir dizinin bölümleridir.
Dünyada yükselen ulusçuluk fikri, kışkırtılan ve ayaklanan milletler ile çağın dinamiklerine ayak uydurabilmek ve yaşayabilmek için Türkçülük ideolojisine sarılan Türkleri Balkanlarda karşı karşıya getirmiştir.
Materyalizmin ve doğal seleksiyon anlayışının hüküm sürdüğü “kıyametvari bir çağ dönümünde”, devletin İttihatçı – Türkçü ileri gelenleri, siyasi ve iktisadi bağımsızlıkları uğrunda, aslında kendilerine başka şans bırakılmadığı için, yurtlarını Birinci Dünya Harbi'nin yeni bir cephesi yaptılar.
Anlatılan dönemde, Osmanlı monarşisi ne haldeydi? 1909'da II. Abdülhamid tahttan indirilmişti. 1909-1914 yılları arasında silikleşen ve kukla haline getirilen bir saltanat vardı. 1914-1918 yılları arasında saltanat tamamen unutulmuştu. “Padişahsız yönetim alışkanlığı” bu dönemde doğmuştur.
Balkanlarda Türklerin çektiği acılar, yurt dışında, özellikle İsviçre'de, Türk diasporasının elini güçlendirmişti.
Cenevre ve Lozan Türk yurtları, kan ve ırka dayalı milliyetçiliği
savunuyordu. “Akan ve akıtılan Turanlı kanının”, “milli mevcudiyetimizin intikamlarını [4] Tanör, Bülent; Kuruluş, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, 2015, sf. 9
almak da bize kalıyor” gibi keskin ifadeler, 1913 yılının Mart ayında düzenlenen Cenevre Türkçüler Kongresi'nde, Nasuhoğlu'nun açılış konuşmasında yer alıyordu.
Osmanlı tarihine ve Osmanlı sonrası gelişmelere ilişkin akademik çalışmaları olan Hans Lukas Kieser demiştir ki: “1913 yılında Cenevre'de katılımcıların Anadolu'yu Türklerin anayurdu yapmaya yemin ettikleri Türkçü bir kongre düzenlendi (…) Lozan ve Cenevre'deki Türk Yurdu cemiyetlerinin başkanları Mahmut Bozkurt ve Şükrü Saracoğlu, İttihat ve Terakki Komitesi'nin savaş siyasetini destekliyorlardı.” [5]
Kaldı ki; yukarıda adı geçen Türk elitleri Mahmut Esat ve Şükrü Saracoğlu, 1919 yılında ilerleyen Yunan işgaline karşı silah kuşanmak üzere Anadolu'ya geçmişlerdir.
Bu bölümün son sözü: Onlar, fikir adamlığının yanı sıra Fransızca tabirle “homme action” (eylem adamı) olarak anılmayı hak ettiler. 2. Cumhuriyet'in İdeolojisi Köz olmuş bir devleti hayata döndürmek için “üç tarz-ı siyaset” denediler: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Çağın dinamiklerini yakalayan Türkçülük cereyanı oldu. Milli Mücadele yılları ve ardından gelen bürokrasi zaferi yeni devletin adeta demirlerini işledi. Türkiye Cumhuriyeti; tarihte yitip giden bütün Türk devletlerinin yeniden vücut bulmuş halidir. Türkiye'ye cumhuriyet yalın bir rejim vasfıyla değil bir anlayış şekli olarak gelecekti. İttihatçı subaylarda hatta İttihatçı yahut onlara yakın duran fikir ve ilim adamlarında yeşeren, büyüyen bir anlayış. Ancak devrimi gerçekleştirebilecek, bu anlayışta en ileri noktada bulunan en kararlı irade Mustafa Kemal'deydi.
[5] Kieser, a.g.e, sf. 12
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın deyişiyle: “Atatürk doğuştan bir Cumhuriyetçidir. Otorite karşısındaki vaziyet, bir terbiye.” Türk Devrimi, milli bir kimlik taşıyordu. Henüz Cumhuriyet kurulmamış ve devlet Meclis Hükümeti ile idare olunurken bu yönetim şeklinin hangi idareye benzediğine yönelik sorular geliyordu. Mustafa Kemal diyordu ki: “Bize benziyor. Çünkü biz, bize benzeriz. Bize has bir idaredir.” [6] Aslında bu yanıt, Mustafa Kemal'in ifade ettiği gibi zamanın gerekleri doğrultusunda söylenmişti. Meclis Hükümeti şeklindeki yönetim Cumhuriyet yolunda bir basamaktı. “Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu türlü sorulara, biz de zamanın gereğine uygun cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zorunda idik.” [7] Hürriyet hususunda: Büyük ihtilaller daima “hür olmak” uğruna yapılmıştır. Türk Devrimi de öyle. Yahya Kemal: “Türklüğün ta Asya içerilerinden beri hür ve müstakil yaşamak mizacını gösterir bir darb-ı meseli vardı. Türkler istiklallerini kaybetmek tehlikesinde kalırlarsa asil bir isyanla ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe!’ derlerdi. Bükülmektense ölmek isteyen hür insanların ağzından çıkan sözlerin, bu söz en güzelidir.” der. [8] “Hürriyet” fikrine romantizm derecesinde bağlanmış olan Yahya Kemal, “Esir Jeminüs ve Altor Şehri” adlı yazısında, Türklerin istiklal savaşı kumandanlarını, Ergastula'dan kurtulup Pyrénées dağlarında özgürlüğüne kavuşan 'Jeminüs' ve Schiller'in “Guillaume Tell” eserindeki Tell karakteri üzerinden yola çıkarak övüyordu: “… Yarının Türk çocukları hürriyeti benim gibi ya Pyrénées yahut da İsviçre dağlarında aramayacak; geçen kış Kafkas karları arasından Kazım Karabekir'le Kars'a yürüyen genç [6] Atatürk, Mustafa Kemal; Nutuk (Haz: Prof. Dr. Zeynap Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkesi Yayınları, Ankara, 2007, sf. 566 [7] Atatürk, a.g.e, sf. 567 [8] Beyatlı, Yahya Kemal; Eğil Dağlar, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, sf. 325
zabitler ve genç köylüler, bu baharda İsmet ve Refet'le İnönü'nden Dumlupınar'a koşan genç zabitler ve genç köylüler, Anadolu'yu ulvi ruhlarının, mukaddes kanlarının rayihalarıyla doldurdular. Artık Anadolu'da her köy bir Altor şehridir. Biz bu büyük vak'aya pek yakınız da inanamıyoruz; yarın bu vak'a kudsi bir efsane olunca herkes Mustafa Kemal'i ve arkadaşlarını bir reis ve bir mücahid olmaktan farklı görecek; çünkü yalnız efsanelerde iman tılsımı vardır; bizim nesil hürriyeti bir mevhume gibi özlüyordu. Yarının Türk çocukları hürriyetin toprağında doğup büyüyecek.” [9] Ulusçuluk hususunda: Türk ihtilalcilerinin Türk ananelerine bağlı kalarak bir devrim gerçekleştirdiği aşikârdır. Fransız İhtilali'nin Dünya literatürüne ve tarihine kazandırdığı “ulusçuluk ve hürriyet” argümanları Türklere yabancı değildi. 19. Yüzyılın sonlarına doğru üç anıt bulunmuştu. Köl Tigin ve Bilge Kağan anıtları 1889 yılında, Tonyukuk anıtı 1897'de keşfedilmişti. Yazıtların dilini 1893'te Danimarkalı dil bilimci Vilhelm Thomsen çözmüştü. 8. Yüzyıla ait olduğu anlaşılan ve günümüze kadar ulaşan bu anıtlar, Türk'ün adını yazıyordu. Evet, onlar Türklüğe aitti. Türk dil bilimci Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun ,“Bakanlara ve bilimum ileri gelenlere Türk dili tarihi dersi” adlı yazısında yukarıda bahsedilen hususu anlatmaktadır: “Köl Tigin ve Bilge Kağan anıtları da Türk kağanlığının birinci elden tarih kaynaklarıdır. Anıtlarda 552-734 yılları arasındaki olaylar anlatılır. Çin'e ve yabancılaşmaya karşı Türkler uyarılır. Fransız ihtilalinden yüzyıllar önce, 8.yüzyılda bu anıtlarda dile getirilen millî ruh ve milliyetçilik, konu üzerinde çalışanları çok şaşırtmıştır ve hâlâ şaşırtmaya devam etmektedir.” [10]
[9] Beyatlı, a.g.e, sf. 11 [10] http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bakanlara-ve-bilumum-ileri-gelenlere-turk-dili-tarihi-dersi36779yy.htm
Bayrak hususunda: 1789 İhtilali'nden önce, Fransa'da, kral bayrağının rengi beyaz idi. Paris şehri ise kırmızı mavi renkli bayrağı kullanıyordu. Milli Meclis kurulduktan sonra halkın talebi üzerine bir de milli ordu kuruluyor. Kumandanlığına da Lafayet (Marquis de Lafayette) tayin ediliyor. Lafayet, üç rengi (mavi-beyaz-kırmızı) birleştiriyor ve bugün de kullanılan Fransız bayrağını meydana getirmiş oluyordu. Beyaz; kırmızı ve mavinin ortasındadır, milletle hükümet arasındaki birliği simgeler. Tabii bu hareket, Kral tahtına sahipken gerçekleşmiştir. Eğer Cumhuriyet ilan edildikten sonra bayrak seçilseydi muhtemelen renkleri kırmızı-mavi olurdu yahut beyaz ortada değil en altta kendine yer bulabilirdi. Türk Devrimi'ndeyse milli ordu ve milli meclis bizzat milletin kendi iradesiyle kurulmuştur. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milliyetçileri, milli egemenlik ilkesi temelleri üzerinde milli bağımsızlık çatısını yükseltmiş ve bağımsızlığın sembolü olarak, 1844 yılında kabul edilen, ay yıldızlı al bayrağı kullanmaya devam etmişlerdir. Türkçülük hususunda: Türkçülük fikriyatının – kaynağına ilişkin – idealize edilmiş en iyi hali, Nihal Atsız'ın “Türkçülük” adlı makalesinde yer almaktadır: “Türkçülük dört kaynaktan geliyor: 1- Kökü çok eski olan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik, 2- Tanzimat'tan sonra, Avrupa'daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi, 3- Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki, 4- Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri felaketlerin verdiği uyanıklık.” [11]
[11] Atsız, Hüseyin Nihal; Türk Ülküsü, Baysan Basın Yayın A.Ş, 4. Baskı, İstanbul, 1992, sf. 30
1913 yılına gelindiğinde, bugün dahi üzerinde konuşulmaya devam edilen ve sıkça polemiği yapılan bir olay gerçekleşti: Babıâlî Baskını! Tarih alanında yetkin bir kalem, gazeteci yazar Murat Bardakçı anlatıyor: “1913'ün 23 Ocak'ında yapılan Bâbıâlî Baskını'nın sebebi, iktidardaki Kâmil Paşa Hükümeti'nin Edirne'yi Bulgarlar'a, Ege Adaları'nı da Avrupa ülkelerine teslim edeceği söylentileri idi. Baskın (…) altı asırlık Türk toprağı Edirne'yi kurtarmak maksadıyla yapılmıştı ve neticede Edirne kurtarıldı.” [12] Bâbıâlî Baskını, kimine göre bir hükümet darbesidir kimine göre İttihat ve Terakki Cemiyeti hakkı olan iktidarı almıştır. Her koşulda söylenebilir ki; İTC [13] iktidarı zorla ele geçirmişti. Devleti kurtarmak amacıyla görev başına gelmişlerdi. Türkçü bir programa sahiplerdi ve bu programın karşısında olan herkesi vatan haini ilan edeceklerdi. Gerçekten İttihat ve Terakki iktisadi alanda, eğitim alanında, askeri ve sivil alanda önemli gelişmeler sağlamıştı. Mutlak iktidarını kurduktan sonra İTC, siyasal ve toplumsal alanda bir reform programı uygulamaya başlamıştı. Programın bir kısmı idari yapıda, önemli bir kısmı da orduda reforma yönelikti. Yaşlı subaylar ordudan tasfiye ediliyordu.[14] İTC, ülke iktisadını düzenli işleyen bir hale getirmek gayesiyle Milli İktisat çalışmalarının, genel ahlak sorununa çözümler üretmesini öneriyordu. Genel ahlak mesleki ahlaka bağlıydı ve Osmanlı toplumunda mesleki zümreler, başka bir deyişle korporasyonlar ya da esnaf örgütleri gelişmediği için mesleki ahlak oluşmamıştı. Ahlakın yükseltilmesi mesleki sınıfların gelişmesine bağlıydı. Gökalp'e göre milli iktisadı, ulusal düzeyde örgütlenmiş esnaf korporasyonları yönlendirecekti. Milli iktisat, cemaat ve şehir iktisatlarını bütünleyecek, esnaf korporasyonlarını kent düzeyinden ulus düzeyine çıkaracaktı.[15] [12] http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/568603-babiali-baskini-degil-lale-devri [13] Bundan sonraki yazımlarda İttihat ve Terakki Cemiyeti için kısaca İTC kısaltması kullanılacaktır. [14] Ünüvar, Kerem; Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Cilt 1, “İttihatçılıktan Kemalizm'e”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, sf. 134 [15] Ünüvar, a.g.e, sf. 134
1917'de Aile Hukuku getirilmişti. Kadınların boşanma haklarının genişletilmesi, evliliklerin hâkim huzurunda sonuca bağlanması ve evlenecek kadının 16 yaşın üzerinde olması gerekliliği 1917'deki Aile Hukuku Kararnamesi'nin getirdiği hükümlerdendi. Genç kadınlar çeşitli seviyelerde sayıları artan okullardan yararlanacaklardı. İlköğretimin kızlar için zorunlu hale getirilmesi, öğretmen yetiştiren yüksekokulların açılması, 1914'ten itibaren de İstanbul Darülfünununda kadınlar için kurslar açılması İTC'nin eğitim ve insan hakları alanında attığı önemli adımlardır.[16] Osmanlı Devleti henüz Birinci Dünya Savaşı'na katılmamıştı ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktisadi bağımsızlık yolunda önemli bir karar aldı. İTC kapitülasyonların tek taraflı olarak kaldırıldığını açıklayacaktı (7 Eylül 1914). Kapitülasyonların kaldırılması iktisadi Türkçülük ve tam bağımsızlık yolunda önem arz ediyordu.[17] Anlaşılacağı üzere İktisadi Türkçülüğün yerleşip geliştiği dönem savaş dönemiydi. Türklerin iktisadi faaliyetlere sokulması, şirketlerin, bankaların, kooperatiflerin örgütlenmesi İktisadi Türkçülüğün amaç edindiği hususlardandır.[18] Soyculuk ve İrredantizm hususunda: İmparatorluk topraklarında rahatça örgütlenemedikleri ve hor görülen Türklüğü eski haşmetli günlerine döndürebilmek için, İsviçre'de, Cenevre ve Lozan Türk Yurdu cemiyetleri adı altında hizmet veren aydınlar, ileride Kemalist Cumhuriyet'in kadrolarını oluşturacaklardı. 'Türkçülüğün Manifestosu' sayılan “Üç Tarz-ı Siyaset”in yazarı Yusuf Akçura da onlarla etkileşim halindeydi. Türkiye'de demografik çoğunluğu race turque (Türk ırkı) oluşturuyordu. Cumhuriyet öncesi son on yıla damgasını vuran İttihatçılar, “Türkiye Türklerindir” tezini yıllar önce dile getirmişlerdi. Onlar da İttihatçılarla aynı düşüncedeydiler. Bu fikrin ve – kabul edilmelidir ki [16] Ünüvar, a.g.e, sf. 135 [17] Türkler Ansiklopedisi, “İttihat ve Terakki” Maddesi [18] Türkler Ansiklopedisi, “İttihat ve Terakki” Maddesi
– gerçeğin ateşli savunucuları olmalarında dönemin zorunluluklarının payı büyüktür. Mahmut Esat, Şükrü (Saracoğlu), Yakup Kadri ve Harun (Eliçe) tarafından bir bildiri yayımlanıyordu: “Kan, duygu, şuur ve her şey bakımından Türk olan ve tüm kalbimizle milletimize bağlı olan biz Türkler (…) Hepimiz Türküz – dince değil, esas itibariyle ırk bakımından.” [19] Türklük her şeyden önce ırka dayandırılmıştı. İslamiyet öncesi Türklüğe dair önemli bir eser vermiş olan Leon Cahun'un kitabı ilk kez Mahmut Esat tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Sözü geçen eser “Asya Tarihine Methal”dir. Turancılık fikriyatı, Türk elitlerinde, soydaşlara kavuşmak ve onları kurtarmak ülküsüydü. İrredantizm (yayılmacı milliyetçilik) anlayışı, dinamik ve genç Türklerde bu gayeye hizmet etmek için doğuyordu. Enver Paşa'nın amcası, Birinci Dünya Savaşı'nın Kut'ül Amare kahramanı Halil Paşa “iki amacım vardı” diyordu: “Her nerede bulunursa bulunsun, Türk ırkına mensup toplulukların bağımsızlıklarına kavuşmaları ve evvela hür, sonra Müttefik Topluluklar halinde birleşmeleri, Gerek Anavatan, gerekse Orta Asya'daki Türklerin düşmanlarına ve istilacılarına karşı inkılapçı teşekküller meydana getirmeleri ve ortaya çıkacak fırsatlardan faydalanarak bağımsızlıklarına kavuşmaları için teşkilatlanmaları.” [20]
[19] Kieser, a.g.e, 193 [20] Halil Paşa (Kut); İttihat ve Terakki'den Cumhuriyet'e Bitmeyen Savaş (Haz: Taylan Sorgun), Kamer Yayınları, İstanbul, 1997, sf. 342
Amacını açıklamaya şu şekilde devam ediyor: “Çin hudutlarından Türkiye'ye kadar arada hiçbir yabancı millet bulunmadığı ortadaydı. Doğu Türkistan – Batı Türkistan – Kafkas Türkleri evvela birer cumhuriyet halinde istiklallerine kavuşturulacak, daha sonra bu cumhuriyetler birleşerek Anadolu'ya iltihak edeceklerdi. Kültürel, ekonomik ve askeri inkılaplar bunu takip edecek, Turan gerçekleştirilecekti, amaç buydu.” [21] Turan'ın bile cumhuriyet olarak tezahür edeceğini düşünmesi manidardır. Atatürk’ün Politik Gerçekçiliği ve Cumhuriyet’in İlan Ediliş Şekli hususunda: Mustafa Kemal'in yükselişini, talihinin yaver gitmesinden ziyade üstün karakterinde ve yaşam görüşünün gerçekçiliğinde aramak gerekmektedir. Usçuydu (akılcıydı), maddeyi (özdek) tanıyordu, özveriliydi ve nihayetinde politik gerçekçilik bakışına sahipti. Ülkesi ve ulusu için yaşamsal konularda daima düşünceleri vardı: “Arıburnu'nu, Anafartalar'ı yapmış bir kumandanım. İnanıyordum ki – ve daha sonra dostdüşman herkesin anlayış tarzı da benim bu kanımı onayladı – ülkeye bir hizmette bulunmuştum, o hareketle özellikle başkenti kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu önemsiz hizmeti yapmış olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim Osmanlının önde gelen önemli kişilerini ziyaret ediyordum. Bu ziyaretleri daha önemli bir görev hissinin şevkiyle yapıyordum. Bilim, teknik, sanat ve olaylar üzerine, ülkem için ve ulusumun söz konusu olduğu hayati konularda düşüncelerim vardı, başta bulunanlara onları söylemek istiyordum.”[22] Cumhuriyetçiydi. Ancak adım adım ilerliyor, eline geçen hiçbir fırsatı da kaçırmıyordu. 1917 yılının Aralık ayı gelip çattı. Savaş şiddetini koruyordu. Alman Kayzeri, padişahı Alman İmparatorluk Karargâhı'na davet ediyordu. Davete Veliaht Vahdettin Efendi icabet edecekti. [21] Halil Paşa (KUT), a.g.e, 343 [22] Karakaş, İbrahim & Aksop, Gülnur; Atatürk Atatürk'ü Anlatıyor (1881-1919), Hürriyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, sf. 185
Enver Paşa – belki de Mustafa Kemal'den kısa bir süre dahi olsa kurtulmak için – Mustafa Kemal'e Şehzadeyle beraber Almanya'ya gitmeyi teklif etti. Almanya gezisi Mustafa Kemal için iki yönden önem taşıyordu. Bunlardan birincisi; Almanya'nın içinde bulunduğu durumu kendi gözleriyle görecekti. İkincisi; müstakbel padişahın karakterini yakından analiz edebilecekti. Lord Kinross bu hususta şunları yazıyor: “İsyancı, cumhuriyetçi Mustafa Kemal öteden beri Saraya ve onun temsil ettiği şeylere değer vermezdi. Ama Saraydan kendi düşünceleri için yararlanmakta da bir sakınca görmüyordu. İleride tahta geçecek olan veliaht ile bu çeşit bir ilişki kurmak pekâlâ işine yarayabilirdi. Birlikte yapacakları bu yolculuk, ona Almanya'nın içyüzünü bütün çıplaklığıyla görmek olanağını da sağlayacaktı. Oysa Enver Paşa, herhalde bunun tam tersini umuyordu.” [23] Mustafa Kemal, Almanya gezisinden evvel Almanların savaşı kaybedeceğini düşünüyordu. Sonrasında da fikri değişmedi. Nihayetinde öyle de oldu. Almanlar savaşı kaybetti. Osmanlı zaten birçok cephede kaybetmişti. Anadolu işgalcilerin cirit attığı, kaynayan bir kazan haline dönüştü. Enver, Cemal ve Talat Paşa'lar artık mücadelelerini Anadolu'da sürdüremezlerdi. Onların akıbetlerine gelirsek; Talat Paşa, Berlin'de, bir Ermeni suikastçi tarafından öldürüldü (15 Mart 1921). Enver Paşa, Türkistan topraklarında ihtilal hazırlıkları içindeydi. Bolşevik Ruslara karşı Türki kavimleri örgütleyip özgürlüklerine kavuşturmak düşüncesindeydi. Ruslar bu harekâta “Basmacı Ayaklanması” adını vermişlerdir. Cemal Paşa bu sırada Moskova'daydı. Anadolu'ya geçip Ankara'da Milli Mücadele'nin başında bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeyi planlıyordu. Anadolu'ya Tiflis-Kars yolu ile geçmeyi düşünüyordu. Cemal Paşa, Tiflis'te suikasta uğradı (21 Temmuz 1922). Suikasti yapanların Ermeniler olduğu ilan edildi. Ancak Sovyet Şura Merkezi'nde, Cemal Paşa'nın öldürülmesine dair bir kararın verilmiş olması ihtimaller arasında bulunmaktadır.
[23] Karakaş & Aksop, a.g.e, 211
Enver Paşa'nın sonu hazin doludur. Türkistan bağımsızlığı için Çeğen Tepe'de, mitralyöze karşı, at üzerinde yalın kılıç dörtnala giderken ölmeyi düşündü. O hep düşündüğünü yapan biri olarak tanınmıştır (4 Ağustos 1922). Anadolu'ya ‘umumi müfettiş’ tayin edilmeden önce Mustafa Kemal, yapılmasını gerekli gördüğü savaşı çok iyi ölçüp biçmişti. Bölgesel olarak teşkilatlanmak yerine daha kapsamlı bir harekâta girişmeyi tasarlıyordu. Nitekim Mustafa Kemal, halkı uyandırmak ve gerçek bir vatan savunması yapabilecek hale getirmek için askerlik mesleğinden istifa etmek zorunda kalacaktı. Rütbesi ve resmi bir görevi kalmadığında dahi – karizmatik otoritesinin etkisiyle – Kazım Karabekir, İsmet (İnönü) Paşa, Refet Bele, Ali Fuat (Cebesoy), Fevzi (Çakmak) Paşa onun önderliğine inanmaktan vazgeçmediler. Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedilmesinden dolayı İttihat ve Terakki halkın gözünde kötü bir şöhrete sahip olmuştu. “Hâlbuki Mustafa Kemal Paşa İttihat ve Terakki'ye bağlılığından çok ateşli ve iyi bir kumandan olarak tanınıyordu.” Bu sebeple Mustafa Kemal, Milli Mücadele'nin, yine bir İttihatçı hareketi olarak görülmemesi için de uğraşmıştır. Yıllardır – özellikle Balkan Savaşları'ndan itibaren – savaşmaktan bıkmış bir halkı, son bir umumi direniş yapmak ve sonrasında taarruza kaldırmak amacıyla ayaklandırmak zor bir işti. Bu zor işin sorumluluğu Mustafa Kemal Paşa'nın sırtındaydı. Bir tek ona inanılabilirdi. Nitekim O hiç yenilmemişti. Bu sürecin devamını, Bülent Tanör “Kuruluş” adlı eserinin girişinde özetlemektedir: “Büyük Savaş'ın yıkıcı sonuçlarını tam tersine çevirmeyi başaran ülkelerden biri Türkiye oldu. Ülke tarihinde bir savaş ilk defa olarak devrimci sonuçlar yarattı: Kurtuluş ve yeniden kuruluş. Aslında bu iki süreç iç içe geçmiştir, diyalektik bağlarla birbirine kenetlenmiştir. Kurtuluş için savaşılırken, Kuruluş olgusu da hayata doğmuştu (1920).” [24] [24] Tanör, a.g.e, sf. 9
1920 yılının Mart ayında, Mustafa Kemal, valilere ve kolordu komutanlarına bir genelge gönderdi. “Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip bir Meclisin toplanacağını” bildiriyordu. İstanbul'un işgalinin ve Mebuslar Meclisi'nin dağıtılması üzerine şehri terk eden milletvekilleri, yeni seçilen milletvekilleriyle Ankara'da buluştu. 23 Nisan 1920'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ankara'da açıldı. Yasama ve yürütme organlarının yasama organında birleşmesiyle yasama organı hem kanun yapmakla hem de yaptığı kanunları uygulamakla yükümlü kılınmıştır. Bu tür sistemler anayasa literatüründe “Meclis Hükümeti” sistemi olarak adlandırılır.[25] Meclis, yürütme işi için kendi içinden seçtiği bir “heyet”i görevlendirir. 1921 Anayasası Dönemi Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti terimlerinden yola çıkılırsa bu heyete “icra heyeti”, heyetin üyelerine ise “icra vekili” denebilir. Meclis Hükümeti sisteminde, “icra heyeti”nin, meclisten ayrı bir varlığı, kendine mahsus bir hüviyeti ve teşebbüs kuvveti yoktur. İcra vekilleri heyetinin kendisine has bir hükümet programı, kendisine has bir siyaseti yoktur. Meclis ne istiyorsa, icra vekilleri onu yapmak zorundadır.[26] Yapılan açıklamalar ışığında, yasamanın yürütmeden üstün olduğu görülür. Ancak şu da var ki; 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu döneminde, Türkiye'de, İcra Vekilleri Heyeti'nin Büyük Millet Meclisi karşısında üstünlüğü ele geçirdiğini söylemek mümkündür. Her ne olursa olsun, olağanüstü bir dönemde kurulmuş meclis çok seslilik niteliğini taşımakla demokratiktir. Bundan ayrı olarak – göz önünde bulundurulması gereken husus – sivildir de. O dönemde hukuken ve fiilen iki ayrı devlet ve iki ayrı hükümet sisteminin ortaya çıktığı ifade edilebilir: Türkiye Devleti ve TBMM ile Osmanlı Devleti ve hükümeti.[27]
[25] Gözler, Kemal; Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2001, sf. 87 [26] Gözler, a.g.e, sf. 88 [27] Tanör, a.g.e, sf. 19
308 sayılı karara göre: “Türkiye halkı hâkimiyet-i şahsiyeye müstenit olan İstanbul'daki şekl-i hükümeti 16 Mart 1920'den itibaren (1336) ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.” Burada, “hükümet biçimi” ifadesiyle kastedilen İstanbul Hükümeti'nden ziyade Osmanlı Devleti ve monarşisidir. 1921 Anayasası'nın ilk maddesinde: “Hâkimiyet bilakaydü şart milletindir.” denmekte. (Gözler, 2001: 176) Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet'in ilanı hususuna gelmeden önce Mustafa Kemal'in şu sözlerini hatırlamakta fayda vardır: “ (…) Efendiler! Milli hâkimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir. Taç ve tahtlar yanar; mahvolurlar. Milletin esareti üstünde kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdur.” [28] Türk milliyetçileri ve Türk Milleti yıllardır vermiş olduğu kurtuluş savaşını, İzmir'de, kesin bir zaferle noktalar (9 Eylül 1922). 19 Mayıs 1919'da başlayan bir mücadelenin sonunda kazanılan askeri zafer, belirtmek gerekir ki; Balkan Savaşları'ndan beri çekilen acılara son veriyordu. 1912 yılından bahsi geçen tarihe kadar Türkler savaşsız bir hayat geçirmemişlerdi. Artık iş diplomasiye kalıyordu. Barış Konferansı'nda ülkeyi kimin temsil edeceği bir krize dönüşüverdi. İtilaf Devletleri, Türkiye'deki her iki hükümeti konferansa davet ederek ikilik çıkarmaya çalıştı. Askeri başarı, TBMM Hükümeti'ne aitti. Türkiye Devleti'ni temsil etme hakkı ancak TBMM'de olmalıydı. Öyle de oldu. Saltanat kaldırıldı (1 Kasım 1922). İşin görünen boyutu temsil kriziydi. Anlatılan dönem monarşilerin teker teker yok olduğu bir zamana rastlar. Henüz Birinci Dünya Savaşı devam ederken Rusya'da Çarlık yıkılmış, Bolşevik Hükümeti kurulmuştu. “Bölünmez ve Ayrılmaz” Avusturya – Macaristan İmparatorluğu'nu ve ulusal marşlarında ifade ettiklerinin aksine Tanrı “Kayzer Franz’ı” artık korumayacaktı. Almanya'da da Weimar Cumhuriyeti tarih sahnesinde yerini alacaktı – Hitler'e kadar. Anlaşılan şudur ki; Türkiye'de [28] Özdemir, Fahri; Bir Dahinin Hürriyet Aşkı, Promat Basım Yayın, İstanbul, 2015, sf. 221
saltanatın kaldırılmasının diğer boyutu çağın dinamiklerine ayak uydurabilmekten geçer. Lozan'da Türkleri İsmet Paşa, Türkçü Doktor Rıza Nur Bey ve Hasan Bey (Saka) temsil etti. Askeri zafer diplomatik olarak tescillenmiş oldu (24 Temmuz 1923). Bağımsızlık, siyasal devrimin şümulüne dâhildir. Meclis Hükümeti sisteminde bir devlet başkanı ve başbakanı yoktur. [29] Padişahın yurt dışına gönderilmesiyle ortaya bir ‘devlet başkanlığı’ sorunu çıktı. Bu sorunu çözmenin yolu Mustafa Kemal'e göre, Cumhuriyet'in ilan edilmesiydi. Cumhurbaşkanı başbakanı seçecek ve başbakan tarafından bakanlar kurulu oluşturularak sıkıntı giderilecekti. Mevcut sistem, hükümetin kurulmasını zorlaştırıyordu. Mustafa Kemal'in bu süreçteki stratejisi takdire şayandır. Hükümet bunalımını işin içinden çıkılmaz hale getirip Cumhuriyet fikrine gelebilecek itirazları bertaraf etmek istiyordu. 25 Ekim tarihinde, Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Heyet-i Vekile toplandı. 27 Ekim'e gelindiğinde, sistemin işlemez oluşunu ortaya çıkarmak amacıyla – Mustafa Kemal böyle istiyordu – Bakanlar istifa edeceklerdi. Yeni heyette görev almama kararındaydılar. 28 Ekim günü, bir yemek sırasında Mustafa Kemal o tarihi sözü söyleyecekti: “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz.” [30] Mustafa Kemal: “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'muzun bazı noktalarına açıklık kazandırmak gerekir.”[31] diyordu. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun sekizinci ve dokuzuncu maddesi [32] değiştirildi. Açıklığa kavuşturulması için şu maddeler yazıldı:
[29] Gözler, a.g.e, sf. 88 [30] Atatürk, a.g.e, sf. 543 [31] Atatürk, a.g.e, sf. 547 [32] Madde 8- Büyük Millet Meclisi, hükûmetinin inkısam eylediği devairi kanunu mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis icrai hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler. Madde 9- Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi Reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vazına ve Heyeti Vekile mukarreatını tasdika salahiyettardır. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi vekiller heyetinin de reisi tabiisidir. (https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm)
“Madde – Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir.” “Madde – Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder.” “Madde – Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis, toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis'in toplantısına bırakılır.” [33] 28 Ekim'i 29 Ekim'e bağlayan gecede hazırladığı kanun tasarısını, 29 Ekim günü Meclis'te sunmak üzere Mustafa Kemal kürsüye çıktı. Mustafa Kemal'in teklifinden sonra sırasıyla Sabit Bey (Erzincan), Hazım Bey (Niğde), Yunus Nadi Bey, Vehbi Bey (Balıkesir), Halil Bey, Hamdullah Suphi (İstanbul), Ragıp Bey (Kütahya), Eyüp Sabri Efendi (Konya) konuştu. İsmet Paşa'dan sonra söz alan Abdurrahman Şeref Bey gayet açık ve itiraza yer bırakmayan bir üslupla diyordu ki: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyet'tir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.” [34] Sonuç: Mustafa Kemal'in teklifi, “Yaşasın Cumhuriyet!” nidalarıyla kabul edildi. “Türkiye Devleti'nin zaten bütün dünyaca bilinen, bilinmesi gereken mahiyeti, milletlerarası adıyla adlandırıldı.” [35] [33] Atatürk, a.g.e, sf. 544 [34] Atatürk, a.g.e, sf. 549 [35] Atatürk, a.g.e, sf. 550
3. Madde Üzerine Dayanan Manevi bir Uyanış İnsan, ileride geliştireceği ya da körelteceği birtakım vasıflarla doğar. Ancak üstün vasıfların ortaya çıkarılması eğitimle olur. İyi bir silahşor aynı zamanda iyi bir asker demek değildir. İyi bir askerse iyi bir silahşor olmak zorundadır. Bu manada eğitim, meziyetlerin dizginlenmesi ve terbiye edilmesi işlevini görecektir. Eğitimin belirli bir mekânı yoktur. Kimi zaman bir askeri kışlada, kimi zaman bir köy okulundadır. En genel anlamıyla düşünülürse insan, tabiatın öğrencisi; tabiatın bağrı onun dersliğidir. Cumhuriyet'in, yeni bir anlayış ve yeni bir insan yaratmak gayesiyle çıktığı yolda, eğitim üzerine yoğunlaşmasını bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Her alanda, eski müesseselerin yerini yenileri alıyordu. Eğitim hususu en başta gelmeliydi. Osmanlı Devleti'nde, dini kurumlar eğitim sistemini düzenlemekle yükümlüydü. Aslında vatandaşın eğitimi, Tanzimat Dönemi'ne kadar akla gelmemiş ya da önemsenmemiştir. Gençler vakıflara bağlı mahalle okullarında yetiştirilirken bu okulu bitirenler medreselere gitmişlerdir. İhtisas medreseleri, yüksek kademeyi meydana getirmiştir.[36] Dini eğitim maddeyi inkâr edip yalnızca maneviyatı güçlendirmeye yöneliyordu. Dünyanın çarkıysa artık böyle dönmüyordu. Cumhuriyet, madde üzerine dayanan manevi bir uyanış harekâtına girişecekti. Türkiye'de öğretimin laikleştirilmesi fikri, Tanzimat'la görülmeye başlarken Cumhuriyet'le birlikte gerçek bir laik öğretime sahip olunmuştur.[37]
[36] Eroğlu, Hamza; Türk İnkılap Tarihi, Savaş Kitap ve Yayınevi, Ankara, 1990, sf. 261 [37] Eroğlu, a.g.e, sf. 261
Ümmet Toplumundan Ulusa Geçiş Hususunda: Devletin temelini dini kaidelerden kaydırıp laik cumhuriyeti yükseltmek için birtakım atılımlar gerekiyordu. Siyasi, hukuki ve iktisadi alanda, eğitim ve öğretimde dini kuralların yerine aklın ve bilimin konulması esas şarttı. İslam'ın siyasetten tam manasıyla kurtarılması için devlet işlerinden ayırmak gerekiyordu onu. Bu şekilde din toplumsal bir kurum ve inanç kavramı olarak varlığını idame ettirecek ancak toplum yaşamında egemen olan ilkeler akla ve bilime dayandırılacaktı. Ulus ve ulus devlet yolunda, Cumhuriyetçilik ilkesini laiklik adımı destekleyecekti.[38] 1923 yılında İzmir'de bir iktisat kongresi düzenlendi. İktisadi kalkınma için kurulması gereken kurumlar, İslami kurallar gereği kurulamıyordu. Laiklik ile birlikte bu konunun da çözüme kavuşturulması isteniyordu. Kırsal kesimlerde kaynağını dinden alarak otorite kurmuş şeyhlerin gücü kırılmalıydı.[39] 3 Mart 1924'te “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile eğitim ve öğretim birliği sağlandı. Ayrıca kanunda medreselerin kapatılmasına dair herhangi bir hüküm olmamasına rağmen medreseler de kapatılacaktı. Çünkü İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip okullarının açılması kanunla öngörülüyordu. Böylece medreselerin varlığının bir anlamı kalmıyordu. Açıkçası dini eğitim yerine milli eğitim sistemi getiriliyordu. “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” (2 Mart 1926) devletin izni olmadan hiçbir okulun açılamayacağını ve çağı yakalayamayan derslerin müfredattan çıkarılacağını söylüyordu.[40]
[38] Oran, Baskın; Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 1990, sf. 173-174 [39] Oran, a.g.e, sf. 174 [40] Eroğlu, a.g.e, sf. 264-265
429, 430 ve 431 sayılı kanunların getirileri “Nutuk”ta şu şekilde aktarılır: “Bu kanunlara göre ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde millet işleriyle ilgili kanunları yapma ve yürütme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümete verildi; ‘Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış’ oldu.” [41] “Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumlarıyla, bütün medreseler Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı.” [42] “Halife, görevinden uzaklaştırıldı ve hilafet makamı kaldırıldı. Uzaklaştırılan Halife ve tarihten izi silinmiş Osmanlı hanedanının bütün mensuplarına Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı süresiz olarak yasaklandı.” [43] Türkiye'nin laik bir devlet haline getirilmesinin önü oldukça açılmıştı. Hukuk düzeninde de değişime gidilecekti. 1924 Anayasası'nda yer alan “Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır” ibaresi, 1928 yılında Anayasa'dan çıkarıldı. Milletvekillerinin ant içmesi sırasında kullandıkları “vallahi” ifadesi yerine “namus üzerine söz verme” biçimi getirildi. Büyük Millet Meclisi'nin görevlerini sıralayan Anayasa'nın 26. Maddesindeki; “Ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü de Anayasa'dan çıkartıldı. İsviçre Medeni Kanunu'ndan tercüme edilen Türk Medeni Kanunu 17 Şubat 1926'da, İtalya Ceza Yasası'ndan aktarılan Türk Ceza Kanunu 1 Mart 1926'da, Borçlar Kanunu 22 Nisan 1926'da, değiştirilmiş yeni Ticaret Kanunu 29 Mayıs 1926'da, büyük bir kısmı İsviçre'den alınan İcra İflas Kanunu 9 Haziran 1932'de TBMM tarafından yürürlüğe konulmuştur (II. Mahmut döneminde Ceza ve Ticaret Hukuku'nda batıdan bazı örnekler alınmış, Tanzimat'tan sonra “Mecelle”de toplanmışsa da yasalar laikleştirilememişti). “27 Mayıs 1935 tarih ve 2739 sayılı Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun oy birliğiyle kabul edildi.”[44] Bu kanunla cuma tatili de pazar gününe alınmış oluyordu. 5 Şubat 1937 tarihinde laiklik ilkesi, Anayasa'nın 2. Maddesinde [41] Atatürk, a.g.e, sf. 574 [42] Atatürk, a.g.e, sf. 574 [43] Atatürk, a.g.e, sf. 574-575 [44] http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d150132
yer alacaktı.[45] Türk Tarih Tezi Hususunda: Ahmed Vefik Paşa, tarih bilimini, feylesofça bir tavır takınarak, “görünür âlemde zuhura gelmiş olup geçen günlerin tecrübesiyle öğrenilen hadiselerin bilinmesi” olarak tanımlıyordu. 18. yy'ın sonundan başlayarak 19. yy boyunca demokrasi adına olumlu adımlar atılmıştı Dünyada. Ancak hemen ardından ifade edilmelidir ki; 19. yy, saldırganlığın da yükseldiği devir olmuştur. Milli kinlerin önceleri hürriyet kavramına sarılarak ne denli şiddet yarattığı ortadaydı. Hürriyet fikri gibi tabii bir histen doğan ülkülerden ayrı olarak doğal seleksiyon anlayışının bütün Avrupa'da yayılmasıyla literatüre birçok yeni kavram girdi. 20 yy. acımasızlığın akademik olarak da desteklendiği bir asırdı. Materyalist görüş her yerde tartışmasız zaferini ilan ediyordu. Materyalist biyolog Félix Le Dantec, “yaşam bir savaştır”, “barış dönemleri anormal dönemlerdir”, “sosyal görünüşümüz yüzeyseldir” diyor ve bu çizgideki görüşler Avrupa'da genel kabul görüyordu. Dünyada, milliyetçilik ile beraber seküler ve materyalist anlayış güçlendi, nihayetinde çağa hâkim oldu. İmparatorluklar artık miadını doldurmuştu. Osmanlı Devleti için de yolun sonuydu 20. yüzyıl. Bugüne gelindiğinde dahi, Osmanlı Devleti'nin yıkılma nedenlerini, Türkiye'de cahilane bir tavırla yorumlayacak çok kişi bulunur. Irk mefhumu bir siyaset prensibi olarak kendini göstermeye başladı. 20. Yüzyılda, ikinci bir dünya savaşının yaşanmasına sebebiyet verecek görüşler, yüzyılın başlarında kaleme alınmıştı. Irk nazariyesinin savunucularından Lothrop Stoddard ırkların tasnifini yapıyor ve beyaz ırkı yücelten bir üslupla diyordu ki: “Beyaz ırk belli başlı üç kısma ayrılır: Nordikler, Alpliler ve Akdenizliler. Bunların üçü de genetik değerleri itibariyle çeşitli renkli ırklardan çok üstün olan iyi soylardır. Bununla [45] Kili, Suna; Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, sf. 2005, 305-306-307
beraber, Nordik tipin, bütün beşer nevinin başında yer alan ve bütün diğerlerini fersah fersah geride bırakan en değerli ırk olduğundan hiçbir şüphe yoktur.” [46] Türkiye'de yeni bir Türk devleti kurulurken birçok savaş verilmişti. Kurulduktan sonra da yeni devletin milli bütünlüğünü koruyabilmesi hususunda çok fazla sorunla uğraşması gerekiyordu. Ümmet ideolojisi terkedilmiş ve demografik çoğunluğun Türklerde olduğu sınırlar içerisinde bir ulus devlet yapısı ilan edilmişti. Türklerin son zamanlardaki askeri, siyasi zaferleriyle hızla ilerlemesi bazı Avrupalıları gücendiriyordu. Ki bazı Avrupalı ilim adamları tarafından Türklerin sarı ırktan ve “batılılara nispetle geri bir insan tipi” olduğu yazılıyordu. Türk cephesi, bu iddiaların asılsız ve haksız yere ortaya atıldığını ispatlamak için harekete girişerek bir plan hazırladı. Planın temel konuları: 1- Türkiye'nin en eski halkını teşkil edenler kimlerdi? 2- Türkiye'de ilk medeniyet kimler tarafından ve nasıl kurulmuştur; bu medeniyetin özelliği nedir? 3- Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde hizmetleri ve yeri ne değerdedir? 4- Türklerin Anadolu'da bir aşiretten bir devlet çıkarmaları mümkün olmadığına göre bu olayın gerçek izahı nasıldır? 5- İslam tarihinin gerçek niteliği Türklerin İslam tarihindeki rolleri nedir?[47] Türkler köklü bir medeniyete sahipti. Sarı ırktan değillerdi. İşte bu görüşleri bir de Avrupalı bilim adamlarına kabul ettirmek gerekiyordu. Bu hususta Mustafa Kemal Atatürk, Cenevreli antropolog Eugène Pittard'la etkileşime geçti. Cenevreli profesörü Atatürk'e, diplomat Reşid Safved Atabinen önermişti. Reşid Safved Atabinen, Pittard'dan Türk kağanı Attila'ya dair önemli bilgiler aldığını söylüyordu. Türklerin efsanevi kağanı Attila, “Roma yozlaşmasına ve Hristiyan boyun eğmeciliğine karşı halkları özgürleştirmiş” bir önder olarak tasvir edilir.[48] 12 Nisan 1931'de Türk Tarih Tetkik Heyeti kuruldu (Bugünkü adı Türk Tarih Kurumu'dur). Çalışmalara hız kazandırıldı. Atatürk'ün emriyle 64.000 insanın fiziksel ölçümleri yapıldı. [46] Spitz, David; Antidemokratik Düşünce Şekilleri (Çev: Şiar Yalçın), MEB Yayınları, İstanbul, 1969, sf. 219 [47] Karal, Enver Ziya; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1918-1965, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1979, sf. 163 [48] Kieser, a.g.e, sf. 217-218
Ölçümler Afet İnan'ın “L’Anatolie, le pays de la ‘race’ turque” (Türk ırkının ülkesi: Anadolu) başlıklı tezine temel oluşturmuştu. Tez danışmanı Pittard'dı.[49] Tarih ve dil ilişkisi yadsınamaz bir gerçeklik ifade ettiğinden yalnızca bir tarih heyetine sahip bulunmakla yeterlilik arz olunamazdı. 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin ortaya sürdüğü Güneş Dil Teorisi çokça eleştirilmiştir. Bugünün bilim ışığı çerçevesinde aydınlatılamayacak bu teori bir kenara bırakılırsa Dil Cemiyeti'nin faydalarından konuşmak mümkün olabilir. Mesela; kökenleri başka dilde bulunma olasılığı yüksek olan yer isimlerinde Türkçeleştirmeye gidildi. Diyarbekir yerine, Türkçe tınlaması için, Diyarbakır demek kötü bir şey midir? Atatürk, Türklüğü ete kemiğe bürünmüş bir sanat eseri olarak görüyordu. Yeni bir devlet yaratırken bir sanatçı duyarlılığıyla hareket ediyor, özellikle son yıllarını, Türklüğün kökeni ve uygarlığı hususlarına tükenmez bir sabırla çalışarak geçiriyor, Türkçenin etkileyici bir senfoninin dili olacak kadar güzel ve öz tınlamasına gayret ediyordu. “Türk Tarih Tezi” ve Türkçeyi bütün dillerin merkezi olarak varsayan “Güneş Dil Teorisi”, son birkaç asırda aşağılanmış Türklüğün, Cumhuriyet'in hikmetiyle savunma mekanizması olarak geliştirdiği kuramlardı. Türklük kimliği kendini kanıtlayıp yeteri kadar özgüvene kavuşturulduğunda daha somut adımlar atıldı. Mustafa Kemal Atatürk, Türklerin Orta Asya'dan göç eden brakisefal bir ırka mensup olduğunu vurguluyordu. “Türk ırkı” ibaresi kanunlara kadar girmişti. Örneğin: 1934 İskân Kanunu.[50] Kanun, “ülkeye sadece Türk kökenine ve kültürüne sahip insanların göçünü mümkün kılıyordu.”[51] Bunun istisnası, Nazi Almanyası'ndan kaçan akademisyenlerin Türkiye'de işe alınmasıydı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti soya önem verdiği ölçüde bilime de değer atfediyordu.
[49] Kieser, a.g.e, sf. 223-224 [50] Tanör, a.g.e, sf. 89 [51] Kieser, a.g.e, sf. 225
Cumhuriyet, Demokrasi ve Laiklik Türklerde kut anlayışı vardı. Kut, iktidarın Tanrı tarafından yetkilendirildiğini ifade ederdi. Bizzat Türk kağanlarının taşlara işlettiği, en eski devirlerdeki Türkçe yazıtlarda bu anlayışın izlerine rastlamak mümkündür. Zaman zaman bu anlayışın dışına çıkıldığı görülüyordu. Mesela, Memlûkler, İslam halifesi ve hükümdarına bağlı köle sınıfından askerlerdi. Zamanla güçlenip iktidarı ele geçirdiler. Devlet başkanlığı irsi bir sisteme dayandırılmadı. Güçlü olan kumandan yönetim mevkiini ele geçiriyordu. Ayrıca yine ünlü bir Türk hükümdarı Timur da bir Emir'dir. Cumhuriyet yalnızca “irsi olmayan devlet başkanlığı” şeklinde tanımlanırsa yetersiz olunur. Yukarıda açıklanan durumlar göz önünde bulundurularak denebilir ki: İrsi olmayan devlet başkanlığına sahip bir ülke Cumhuriyet olmayabilir de. Cumhuriyet'in en belirgin özelliği, devleti yönetenlerin bilhassa devlet başkanının seçimle ve belli süre için yürütmenin başına getirilmesidir. Özellikle yürütme ifadesi kullanıldı. Çünkü tarihte Cumhuriyet kuramlarının yılmaz savunucuları kuvvetler ayrılığını Cumhuriyet'in mihenk taşı olarak görmüşlerdir. Bugün Türkiye'de parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçilmesini savunanlar kuvvetler ayrılığının güçlendirileceğini iddia ederler. Hukuk bilgini gazeteci yazar Taha Akyol, “güçlerin dengelenmesini sağlayacak şekilde yetkilerin değişik kurumlara dağıtılmasının, güçlendirilmiş parlamenter sistemle” mümkün olabileceğini savunur. Böylesi, Türkiye'nin gelişim sürecine daha uygundur. “Hem hükümet ülkeyi ‘yönetebilir’ yetkilere sahip olmalı, hem ‘denetlenebilir ve dengelenebilir’ olmalı.” [52] Denetim ve denge teorisi. Cumhuriyet'in mihenk taşlarından birisi de “genel irade” kavramıdır. Genel iradeyi meydana getiren şey yığın değildir. İnsanların birliğine de genel irade denmiyor. O ayrı ayrı her kalpte çarpan, ortak ülküye yönelen düşüncelerin bütünüdür. Bu yönüyle ele alınırsa genel iradeyi en iyi temsil eden rejim cumhuriyettir. Tayin edilen yönetici, ulusun koyduğu yasaları uygulamak ve ulusun çıkarlarını korumaktan başka bir yetkiye sahip olmadığı gibi kimseyi kulu olarak [52] http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/sistem-tartismasi_40036205
göremez. Kuvvetler ayrılığını, denetim ve denge teorisini anlamak için Montesquieu'ya; genel irade mefhumu için Jean-Jacques Rousseau'ya başvurulmalıdır. Demokrasi. Apollonca ya da Dionysosça denilemese bile – bu Tanrılarla birlikte Nietzsche de düşünülür, O demokrasinin karşısında olmuştur – akla Yunan Tanrı ve Tanrıçalarını getirir. Kelime manasıyla demokrasi halkın egemenliğidir. Rousseau bu hususta şöyle diyor: “Tam manasıyla alınmak üzere, gerçek bir demokrasi hiçbir zaman mevcut olmamıştır ve katiyen olmayacaktır. Büyük miktarın idare etmesi, küçük miktarın da idare edilmesi tabii nizama aykırıdır.”[53] Nüfusu parmakla sayılabilen bir topluluk ancak gerçek demokrasi ile yönetilebilir. Bu yüzden temsili demokrasiler vardır. Olgunlaşmış bir cumhuriyet, demokrasiden faydalanmasını bilir. Demokrasinin hiç olmaması bir korku ortamı doğurur. Fikirlerin saklanması yahut ifade edilememesi belki zararlı birkaç atılımın doğmasına mani olacak ancak birçok yaratıcı düşünceyi de kesinlikle engelleyecektir. Mustafa Kemal Atatürk, demokrasiye önem veriyordu. Çok partili hayata geçme girişimleri bizzat onun eliyle başlamıştı. Diyordu ki: “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur. Demokrasi maddi refah meselesi değildir. Böyle bir nazariyat, vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin her çeşit özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.”[54] Türkiye'de tek partili dönem yaşanırken dahi, yabancı bir gözlemci Nelia Pavlova, Türk anayasal sistemini, “Au pays du Ghazi” (Gazi'nin Ülkesinde) adlı kitabında Avrupa'nın en demokrat olanlarından sayıyordu.[55] [53] Rousseau, Jean Jacques; 6 Kitabile Birlikte, “İçtimai Mukavele”, Türkiye Yayınevi, İstanbul, sf. 205 [54] Kışlalı, Ahmet Taner; Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği, İmge Kitabevi, 1994, sf. 16 [55] Tanör, a.g.e, sf. 20-21
Sanılıyor ki, demokrasiyle sokaktaki vatandaşın görüşü hâkim kılınacak. Yanlış bir kanaattir bu. Demokrasinin amacı; Türkiye'de, halkın gözü önünde bulunan bir insanın yakın bir zamanda ifade ettiği gibi “dağdaki çobanla”, halk tarafından genel kabul görmüş birinin düşüncesini eşit şekilde değerlendirmek değil, ortalama akla sahip olup yüksek idrakı bulunanların kanaatlerini rahat bir ortamda serbestçe açıklayabilmesidir. Demokrasi karaktere önem verir. Azim aşılar. Türkiye'de en zor anlaşılacak husus, devletin laik ya da seküler bir yapıya büründürülmesidir. TDK'nın seküler ifadesine karşılık önerdiği dünyacılık mefhumundaki anlam, itirazların başlıca dayanağını oluşturur. Bülent Tanör, sekülarizmi “bazı ince farklarla, laikliğin ikizi” sayıyordu. Jean-Jacques Rousseau; “Savoylu Rahibin Amentüsü”nde, “Dağdan yazılmış Mektuplar”da ve “Toplum Sözleşmesi”nde bir kavram ileri sürüyor: “Religion civile” (Sivil din). Dinin siyasi sisteme sokulması tarihteki örnekleri cinsinden bir nifak yaratır. Dini esaslar ve vatandaşlık esasları birbiriyle çelişerek bir ikilik meydana getirir. Nifakı önlemenin ve ikiliği gidermenin yolu; “her iyi dinin başlıca naslarını, ister evrensel ister özel olsun, cemiyete geçerken faydalı bütün nasları ihtiva ederek, teşriin biricik mevzuu olan dünya üzerindeki hayra değil de itikat için önemi olabilen bütün diğerlerini nisyana atacak (unutturacak) sivil bir din kurmaktır.”[56] Yakın bir zamanda, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez: “Sekülarizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekûn bir savaşın içine soktu.” dedi. Savaş kaçınılması imkânsız bir tabiat gerçeğidir. Hiçbir zaman da savaşlar son bulmayacaktır. Yaşanılan bu kadar tecrübe bir gerçeği ortaya çıkarıyor: İnsan hakları ve medeniyet birbiriyle bağdaşmayan iki olgudur.
[56] Rousseau, Jean Jacques; 6 Kitabile Birlikte, “Dağdan Yazılmış Mektuplar”, Türkiye Yayınevi, İstanbul, sf. 276
Bitirirken… Bu makalenin ilk bölümünde, Türkiye'nin, 1912-1922 yılları arasında, çağın getirdiği zorunluluklardan dolayı büyük savaşlar verdiği anlatıldı. Özellikle 1912'den sonraki dönemde Misak-ı Milli sınırları için mücadele edildiği vurgulanarak bu dönem “On yıl Savaşları” başlığı altında verildi. İkinci bölümde, Cumhuriyet'in ideolojisi Türkçülük siyasetinin tarihsel gelişimi anlatıldı. Cumhuriyet'in yalnızca bir rejim olmadığı, aynı zamanda bir yaşam prensibi olarak algılanması gerekliliği anlatıldı. Üçüncü bölümde, madde üzerine yönelerek laik/seküler yapıda bir devletin inşa edildiği söylendi. Cumhuriyet rejiminin mihenk taşları; kuvvetler ayrılığı, denetim ve denge teorisi, nihayetinde genel irade kavramıdır. Cumhuriyet'in olmazsa olmaz yardımcılarıysa demokrasi ve laikliktir. Bütün anlatılanların ışığında, aydınlığa kavuşturulan bir husus vardır: Cumhuriyet, hazır bulunan bir memlekette kurulmamış, adeta bu toprakları yeniden fethederek kan ve demirle kendi temelini atmıştır. Kendisine karşı, İzmir'de bir suikast girişiminin hazırlanıldığını öğrenen Atatürk, millete hitaben bir beyanname yayınlamıştır. Beyannamenin son satırları bu yazının yazılmasına vesile ve yol gösterici olmuştur: “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ve Türk Milleti emniyet ve saadetini zamin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”[57] Adil olan her rejim Cumhuriyet'i çağırır. Cumhuriyet fazilettir.
[57] Kandemir; İzmir Suikastinin İç Yüzü, Ekicigil Tarih Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1955, sf. 6
KAYNAKLAR: * Atatürk, Mustafa Kemal; Nutuk (Haz: Prof. Dr. Zeynap Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkesi Yayınları, Ankara, 2007 * Atsız, Hüseyin Nihal; Türk Ülküsü, Baysan Basın Yayın A.Ş, 4. Baskı, İstanbul, 1992 * Beyatlı, Yahya Kemal; Eğil Dağlar, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970 * Eroğlu, Hamza; Türk İnkılap Tarihi, Savaş Kitap ve Yayınevi, Ankara, 1990 * Gözler, Kemal; Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2001 * Halil Paşa (Kut); İttihat ve Terakki'den Cumhuriyet'e Bitmeyen Savaş (Haz: Taylan Sorgun), Kamer Yayınları, İstanbul, 1997 * Kandemir; İzmir Suikastinin İç Yüzü, Ekicigil Tarih Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1955 * Karakaş, İbrahim & Aksop, Gülnur; Atatürk Atatürk'ü Anlatıyor (1881-1919), Hürriyet Gazetesi Yayınları, İstanbul * Karal, Enver Ziya; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1918-1965, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1979 * Kışlalı, Ahmet Taner; Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği, İmge Kitabevi, 1994 * Kieser, Hans Lukas; Türklüğe İhtida: 1870-1939 İsviçre'sinde Yeni Türkiye'nin Öncüleri (Çev: Atilla Dirim), İletişim Yayınları, İstanbul, 2008 * Kili, Suna; Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005 * Nietzsche, Friedrich; Putların Alacakaranlığı (Çev: Serpil Erfındık), İlya Yayınları, İzmir, 2003 * Oran, Baskın; Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 1990 * Özdemir, Fahri; Bir Dahinin Hürriyet Aşkı, Promat Basım Yayın, İstanbul, 2015 * Rousseau, Jean Jacques; 6 Kitabile Birlikte, “İçtimai Mukavele”, Türkiye Yayınevi, İstanbul * Rousseau, Jean Jacques; 6 Kitabile Birlikte, “Dağdan Yazılmış Mektuplar”, Türkiye Yayınevi, İstanbul * Spitz, David; Antidemokratik Düşünce Şekilleri (Çev: Şiar Yalçın), MEB Yayınları, İstanbul, 1969 * Tanör, Bülent; Kuruluş, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, 2015 * Türkler Ansiklopedisi, “İttihat ve Terakki” Maddesi
* Ünüvar, Kerem; Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Cilt 1, “İttihatçılıktan Kemalizm'e”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009 * http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/568603-babiali-baskini-degil-lale-devri * http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/sistem-tartismasi_40036205 * http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d150132 * https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm * http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bakanlara-ve-bilumum-ileri-gelenlere-turk-dili-tarihidersi-36779yy.htm
Türkistan'ın Eski Başkentleri: Türklerin Şehir ve Şehirleşme Algısı Mert Karslıoğlu altayhanbd@gmail.com
1. Türklerin Şehirleşme Olgusuna Bakış Açısı Türkler, tarihi ve kültürü çok eskiye dayanan bir millettir. Batıda - ne yazık ki hala bizde de “Orta Asya Türklüğü” denince akla at üstünden inmeyen, indiği zaman da kıl çadırında et yiyip kımız içen, yarı vahşi ve göçebe insanlar gelir. Lakin biraz araştırma zahmetine katlanan herkes görecektir ki Türkler, zannedildiğinden farklı bir dünyaya ve yaşam felsefesine sahiptir. Batı kaynaklı tüm klasik eserler - Roma'dan gelme bir bakış açısı alışkanlığıyla - kendi dışındaki uygarlık ve milletleri “barbar” olarak nitelemiştir. Türkler için ise bu yakıştırma, onların “göçebe” kültüre sahip olmalarından ileri gelmiştir (aynısı İskandinav ve Cermen göçebe kavimleri için de geçerlidir). Sadece Batılılara değil, Çinlilere göre de kendileri gibi şehir duvarları ardında yaşamayanlara “barbar” deme eğilimi vardır. Bu bağlamda Türklerin yaşantılarına bakmak gerekmektedir. Türkler, oradan oraya amaçsızca göç eden insanlar değildi. Kalabalık koyun, keçi ve sığır sürüleriyle beraber yazları yüksek ve serin yaylalara çıkar, kışları alçak ovalara inerlerdi. Yüzyıllar boyunca, “yazlak-kışlak” usulü bir hayat sürdüler. Buna çoğu araştırmacı “yarıgöçebe” yaşam tarzı adını verdi. Peki Türkler, diğer milletler gibi şehirler kurmayı, binalar yapmayı hiç düşünmediler mi? Bu sorunun yanıtını bizzat araştırmacılardan ve tarihçilerden aktaralım: “Orta Asya Türk kültür çağına ilişkin kitabe ve efsaneler gibi tarihi kayıtlardan varlığı belirlenebilen ilk Türk kentleri; VIII. yüzyılda (M.S. 757-8) Uygur hükümdarı Tengride Bolmış İl İtmiş Bilge Kağan tarafından Selenge-Orhun vadilerinde Çin ve Sogdlu mimarlara
kurdurulan hakan sarayı ya da ordugâhının bulunduğu kent anlamına gelen Ordu-balık, Moyun-Çor Noyan tarafından kurdurulan zengin kent anlamında Bay-balık ve Göktürk kitabelerinden Toğla Nehri kıyısında kurulduğu anlaşılan doğu kenti anlamında gelen Togubalık kentleridir.” [1] Bu şehirler, bizim bugün anladığımız manada kentleşmiş bir ahaliyi barındırmıyordu. Bu kentler, çevresi surlarla çevrili bir çadır-kent alanıydı. Hakanın çadırının ya da sarayının bulunduğu bu etrafı çevrilmiş alan, Türklerin sürekli oturdukları yer değildi. Savaş dönemleri ve hayvanların otlatılma zamanlarında iklime göre ya yüksek yaylalara çıkarlar ya yeşillik ve geniş ovalara yerleşirlerdi. Çünkü Türklerin ana geçim kaynağı hayvancılıktı. Eski Türkler şehirlerine “balığ” ya da “balık” derdi.[2] “Orduğ” ya da “ordu” kelimesi ise hakanın oturduğu ve karargahını kurduğu yere denirdi: “Aslen "orduğ" veya "ordu", hükümdarın çadırının veya köşkünün bulunduğu müstahkem bir kaleden ibâret idi ve kapladığı mesâha pek büyük olamazdı. Fakat bazen "ordu" başka bir "balığ"ın, yani müstahkem şehrin içinde bina ediliyor veya "ordu"nun etrafına yeni bir "balık" kuruluyordu. Bu takdirde, "Ordu-balık" ve "Ordu-kent" tabirleri, içinde "ordu"nun teşkil ettiği, ikinci bir iç kale bulunan şehir demek oluyordu.” [3] “Tuğla yapı ancak Hakan'a mahsus bir imtiyaz idi. Diğerleri, kamış veya değnekten örülmüş, üstüvâne şeklinde ve kubbeli olup, üstü keçeler ile örtülü Türk çadırlarında veya yine Türk çadırı şeklinde, balçıkdan veya tahtadan evlerde otururlardı.” [4] Türkler, sadece hayvanlarına otlak bulmak amacıyla göç etmezlerdi. Bu “yarı-göçebe” ya da “konar-göçer” yaşam, onların “töre”lerinin devam etmesini de sağlardı. Onlar, atalarının yaşam biçimlerini devam ettirmenin en doğru hayat tarzı olduğunu düşünmüşlerdir: “Bu [1] Özcan, Koray; “Orta Asya Türk Kent Modelleri Üzerine Bir Tipoloji Denemesi”, Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt 20, No 2, Ankara, 2005, sf. 259 [2] Türklerin kurduğu şehirlerin çoğunda "kend" takısı vardır(Semerkend, Taşkend, Özkend, Çimkend...). Kend (kent) kelimesi Eski Farsça'dan dilimize geçmiştir. "Şehir" kelimesi de köken itibariyle Farsça'dır. Türkler ise Göktürk ve Uygur asırlarında Öz Türkçe olan "balık" ya da "balığ" kelimesini kullanmıştır. [3] Esin, Emel; “Orduğ: Başlangıçtan Selçuklulara Kadar Türk Hakan Şehri”, Ankara Üni. Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı 10, Ankara, 1968, sf. 135 [4] Esin, a.g.e, sf. 146
noktada, M.S. VII. yüzyılda Doğu Göktürk Hakanı Ki-Min Kağan ve Tu-lan Kağan’ın kent kurma düşüncelerine ya da yerleşik yaşama geçmek isteyen Türk hakanı Bilge Kağan’a veziri Tonyukuk’un muhalefet ettiğine ilişkin kayıtlar; Orta Asya Türk toplumsal düzeni içinde yerleşik yaşama ilişkin ikilemi ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Dolayısıyla Hun ve Göktürk çağları yerleşik yaşam kültürünün tarihsel kökenleri açısından, göçebe yaşam düzeninden yarı-yerleşik yaşam düzenine geçiş dönemi olarak tanımlanabilir.” [5] Semerkand'ı kendine başkent seçen Timur da göçebe-şehirli ikilemini yaşayacaktır: “Cengiz Han yasasına sadık olanlarla gerçek göçebeler, kentlere yerleşmeyi yasaklamışlardı. Timur da uzun bir süre kentler hakkındaki güvensizliğini açıkça belirtmişti.” [6] Timur, şehirlerde oturmayı tercih eden Emir Kazagan'ı[7], onun oğlu Emir Abdullah'ı ve torunu Emir Hüseyin'i bu konuda çok ağır şekilde eleştirmişti. [8] Buna rağmen tahta oturduğunda, Türklerin Orta Asya'da görmedikleri büyüklükte ve düzende bir metropol yaratacaktır. Şunun da altını çizmeliyiz ki, Roux'un “Cengiz Han Yasası” dediği şey aslen “Türk Töresi”nin kendisiydi. Cengiz Han da bozkırdaki kadim ataları gibi konar-göçer yaşam biçiminin kendileri için en hayırlısı olduğunu düşünmüştür. Böylece geleneklerini devam ettirebilecekler; yabancılaşmayacak ve benliklerini kaybetmeyeceklerdi. Tüm bunlar gösteriyor ki Türkler, kentleşme olgusunu bir tercih meselesi olarak görmüştür. Onlar, doğu ve batı medeniyetlerinin kültürel alışverişinin yaşandığı “İpek Yolu” güzergahını neredeyse iki bin yıldır ellerinde tutuyorlardı. Pek çok medeniyetten etkilenmişlerdi. Asla ormanlarda, ağaç kovuklarında ve dağ başlarında yaşayan vahşiler gibi bir hayat sürmemişlerdi. Tarihin ilk devirlerinden itibaren İli Vadisi, Tarım Havzası, Seyhun ve Ceyhun vadilerinde - kısmi de olsa - tarımla uğraşmışlar; buğday, arpa, pirinç, mısır ekip asma, elma, dut fidanları yetiştirmişlerdi.[9] [5] Özcan, a.g.e, sf. 254 [6] Roux, Jean Paul; Timur (Çev: Ali Rıza Yalt), Milliyet Yayınları, İstanbul, 1994, sf. 71 [7] Emir Kazagan(Kazgan): Çağatay Hanlığı'nın bölünme yıllarında etkili olan Türkmen boybeylerinden en güçlülerinden biridir (1346-1358). Kazagan'ın oğlu Abdullah da göçerlere ters düştüğü için 1359'da tahttan indirilecektir. [8] Aka, İsmail; Timur ve Devleti, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, sf. 116 [9] Köprülü, M. Fuad; Türkiye Tarihi, Akçağ Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2005, sf. 73
2. İpek Yolu'nun Durakları: Vaha Şehirler Dünyanın en eski ticaret yolu ve kültür köprüsü bilindiği üzere İpek Yolu'dur [10]. İpek Yolu bir ucu Çin'e, bir ucu Anadolu'ya ve İstanbul'a dek ulaşan uzun bir kervan yoludur. İlkçağlardan başlayarak Ortaçağa dek bu ticari güzergah önemini korumuştur. Türkler, İpek Yolu'nun en önemli duraklarına yüzyıllar boyunca hakim olmuşlardır. Çin'le, İran'la, hatta Bizans'la bu ticari yolun hakimiyeti için savaşmışlardır. MÖ. 7. yüzyıla kadar dayanan bu yolu Türkler ilk defa Hunlar devrinde hakimiyet altına almıştır. MÖ. 2. yüzyılın başlarında yol güzergahının büyük kısmında Türkler söz sahibidir. Bu hakimiyetlerini de çok uzun bir süre korumaya çalışacaklar; bunun için Orta Asya'da şehirler kuracak, kervan durakları (kervansaraylar) inşa edecek, yollar tanzim edeceklerdir. Orta Asya havzasının “ayırt edici özellikleri uçsuz bucaksızlığı ve tezatlarıdır: Kışın donan ve yazın kavrulan çöller, hayat veren çok büyük nehirler, neredeyse aşılmaz dağlık engeller”dir.[11] Tam da bu yüzden Orta Asya'nın güzel şehirlerine tarih boyunca “Vaha Şehirler” denmiştir. Kervanlar, doğudan Taklamakan Çölü'nü, batıdan Kuzey İran (Deşt-i Kebir) Çölü'nü, kuzeyden uçsuz bucaksız Kazak Bozkırı'nı ve Kızılkum Çölü'nü, güneyden Hindukuş Dağları'nı aştıktan sonra karşılarına çıkan Türk şehirlerine kendilerini atmışlardır. Orta Asya'nın Türk şehirleri, dünya ticaretinin kavşak noktasını oluşturan çok önemli merkezler olmuştur. Bu merkezler doğu ile batı kültürlerinin etnik öğelerini de kendi içinde yoğurarak kişisel malı haline sokmuştur. Bu yüzden bu şehirler hem iktisadi açıdan hem kültürel açıdan zengin ve renkli şehirlerdir.
[10] İpek Yolu: İpek Yolu ismi, ticaretin ana metası ipek olması sebebiyle, Alman coğrafyacı Ferdinand Von Richthofen tarafından verilmiştir (1833-1905). [11] Zarcone, Thierry; Yasak Kent Buhara (Çev: Ali Berktay), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, sf. 10
Aşağıda ayrıntılı olarak okuyacağımız şehirler, Türkistan'ın tarihine siyasetiyle, kültürüyle, inançlarıyla, ekonomisiyle damga vurmuş en büyük metropollerdir. Başta Semerkand, Buhara, Kaşgar, Merv, Ürgenç, Balasagun gibi büyük siyasi başkentler olmak üzere Hive, Hokand, Taşkent, Gazne, Harzem[12] gibi siyasi ve tarihi öneme sahip büyük şehirlerin hepsi Türk yurdu olan Orta Asya'nın coğrafyasına yayılmış inci taneleridir.
3. Balasagun Balasagun şehri, bugünkü Kırgızistan Cumhuriyeti topraklarında bulunur. Başkent Bişkek ile Issık-Göl arasındaki Çuy Nehri vadisine konuşlanmıştır. Şehir, ilk çağlardan itibaren Türklerin yerleştiği bir merkez olmuştur. Kaşgarlı Mahmud'un Divânü Lûgâtit-Türk adlı eserinde şehir “Kuz Ordu” ve “Kuz Uluş” isimleriyle de anılmaktadır. Fars asıllı tarihçi Ata Melik Cüveynî'ye göre şehrin bir diğer ismi [12] Hive ve Hokand şehirlerini, Buhara bahsinde değineceğim için ayrıca almadım.Taşkent'in ise diğer siyasi ve ticari başkentlerden ayrı ve özgün bir yönü yoktur.
de “Kuz Balık”tır. Aslında tüm bu isimler aynı sonuca çıkıyor. Yukarıda değindiğimiz gibi “balık” kelimesi şehri, “ordu” kelimesi de “hakanın oturduğu şehir”i gösteriyordu. Demek ki eski dönemlerden beri burası bir taht şehriydi. Bu şehri kuran hakanın ismini yine Cüveynî vermektedir: Târih-i Cihân-gûşâ adlı eserinde, Balasagun şehrini Uygur Kağanı Bögü'nün[13] kurduğunu ve burayı başkent yaptığını söyler. Balasagun şehri Uygurlardan sonra Batı Göktürklerinin ve Çinlilerin egemenliğine geçmiştir. Şehir 766'da Karluklar tarafından fethedilmiştir. Bundan sonra bağımsızlık kazanan Bilge Kül Kadir Han, 840 yılında Balasagun'da “Karahan” unvanını alarak tahta çıkmıştır. Balasagun'un esas itibar kazanması ve yükselmesi de Karahanlı devrinde olacaktır. Satuk Buğra Han'ın İslamiyet'i kabul etmesiyle beraber şehir, Orta Asya'da İslam'ın üssü haline getirilmiştir. Dini yayma faaliyetlerine geçen Karahanlılar, başkentlerine pek çok Arap ve Fars bilim adamı, din alimi ve sanatçı getirmiştir. İnşa edilen camiler ve medreselerle giderek büyüyen şehir, Yusuf Has Hâcib, Muhammed el-Balasagunî et-Türkî ve Cemal-i Karşî gibi yazarları ve ilim adamlarını bünyesine çekmiştir. Karahanlı hanedanının ardından bölgeye hakim olan Selçuklular, ilim ve sanat faaliyetlerini daha güneydeki şehirlere kaydırdılar. Böyle olunca Balasagun, parlak günlerini yavaş yavaş geride bırakmaya mecbur oldu. Şehir için iyi olacak bir gelişme Cengiz Han döneminde gerçekleşir. Cengiz Han'ın yakıp yıkmadığı ve yağmalamadığı çok nadir şehirlerden birisi de Balasagun'dur. Selçukluların gelmesine rağmen şehirde hakimiyetlerini sürdüren Karahanlı soyundan emirler, Moğollarla da akrabalık kurmuştur. Böylece hem egemenliklerini sürdürmüşler, hem de şehirlerini kurtarmışlardır. Moğollar da bu şehre “Gu-Balık” yani “Güzel Şehir” namını vermiştir.
[13] Bögü Kağan: MS. 759-779 yılları arasında Uygur tahtında oturmuştur. Bögü Kağan'ın tarihi özelliği, 761 yılında Mani dinini benimseyip bu dini Uygur Devleti'nin resmi dini haline getirmesidir.
Geçmişin ihtişamlı başkenti Balasagun, yüzyıllar içinde unutulup harabeye dönmüştür. Ta ki 1950'li yıllarda yörede kazı yapan Rus heyetinin eski şehir kalıntılarını bulmasına dek. Rus tarihçi ve doğubilimci Wilhelm Barthold'un dikkat çektiği şehir, Leonid Kizlasov, P. N. Kojemyako, Aleksandr Şçerbak ve Zeyablin gibi Rus arkeolog ve tarihçiler tarafından yeniden günyüzüne çıkarılmıştır. Şehir kalıntıları arasında en dikkat çeken yapı “Burana Kulesi”dir. 9. yüzyılda Karahanlılar tarafından yapılan kule, hem minare hem gözetleme kulesi işlevi görmekteymiş. Depremlerde gördüğü hasarlar yüzünden 25 metreye düşen yüksekliği, ilk yapıldığı zaman 45 metreye ulaşmaktaymış. Balasagun harabeleri arasında, şehri çepeçevre saran çifte surlardan kalıntılar da bulunmaktadır.
4. Kâşgar Karahanlı Hanedanı için Balasagun'dan sonraki en önemli şehir Kâşgar'dır. Kâşgar, Karahanlılar Hanedanı'nın doğu kesimini yöneten hakanların başkenti olmuştur. İlk Müslüman Türk Kağanı Satuk Buğra Han burada hüküm sürmüştür (922-955). Çin Halk Cumhuriyeti içindeki “Sincan Uygur Özerk Bölgesi”nde bulunan şehir, Tarım Irmağı'nın kollarından biri olan Kâşgar Suyu'nun kıyısına kurulmuştur. Tarım Irmağı'nın oluşturduğu Tarım Havzası'nın bugün dahi en önemli şehirlerindendir. Çinlilerin “Kaşi” dedikleri Kâşgar'ın geçmişi MÖ. 200'lere kadar dayanmaktadır. İlkçağlardan itibaren Türklerin yerleşiminde olan bölge Hunların, Göktürklerin, Uygurların; Çin'in Tang ve Han Hanedanlıkları'nın egemenliğinde el değiştirmiştir. Kâşgar şehrinin asıl doğuşu ise Karahanlılar döneminde olacaktır. İpek Yolu'nun en önemli duraklarından biri olan şehir, bu yüzden sürekli el değiştirmiştir. Karahanlı Hanedanı'yla beraber huzura ve istikrara kavuşmuş, şehir tamamiyle Türk-İslam eserleriyle donatılmıştır.
Kâşgar şehri, yetiştirdiği yazar ve ilim adamlarıyla da kendisini Türkistan'da ve bütün İslam aleminde saydırmıştır. Karahanlı Hanedanı'nın bir şehzadesi olan Kâşgarlı Mahmud, İslam alimi Seidüddin el-Kaşgarî burada doğmuştur. Aslen Balasagun doğumlu olan Yusuf Has Hâcib burada yetişmiş ve meşhur siyasetnamesi “Kutadgu Bilig”i burada yazmıştır. Abdülgâfur el-Almaî, Cemal Karşî gibi din alimleri de yine bu şehirde yetişmiştir. Karahanlılar'dan sonra şehir üzerine Moğol saldırıları başlamıştır. Nayman Prensi Güçlük Han, Kâşgar'ı ele geçirdiğinde buradaki camileri ibadete kapatmıştır. Bölgedeki Müslümanları ağır şekilde baskı altında tutmuştur. 1218'de ise Cengiz Han'ın komutanı Cebe Noyan şehri ele geçirmiştir. Bundan sonra Cengiz Han'ın emriyle camiler ibadete açılmış ve şehir yeniden rahat bir nefes almıştır. Pek çok ülkenin ve şehir halkının aksine Kâşgarlılar, Cengiz Han'ın hakimiyetini bu yüzden “Allah'ın bir lütfu” olarak değerlendirmişlerdir. Kâşgar, diğer büyük Türkistan şehirleri gibi İslam dinine bağlı, muhafazakar bir şehirdir. Yüzyıllar içinde Moğolların, Çağatayların, Timurluların eline geçen şehir, daima dini önderlerine bağlı kalmış ve dini yapısını korumuştur. Doğu Türkistan'a hem dini hem siyasi olarak tesir eden “Hocalar Dönemi”, Kâşgar'ı ve “Altı Şehir”i[14] de etkileyecektir: Nakşibendî Şeyhi Ahmed Kazanî'nin torunları tarafından tarikatin ayrı kolları olan Aktağlık (Afâkiyye) ve Karatağlık (İshâkiyye) kurulmuş, bölge dini ve siyasi olarak bölünmelere gitmiştir.[15] Kâşgar şehrinin dini ve siyasi yaşamında 200 yılı aşkın süre etkinliğini devam ettiren “Hocalar”, Çin'in Doğu Türkistan'a yaptığı işgallerle beraber sürgüne gönderilmiştir. Çin, 1759 yılında Kâşgar'a girerek dini ve siyasi önderlerin tamamını sürgüne yollamıştır. Şehir, bundan böyle baskı altında tutulmuş ve dini hayata kısıtlamalar getirilmiştir.
[14] Altı Şehir: Doğu Türkistan'ın en büyük altı tarihi şehrine verilen toplu isim. Şehirler: Kaşgar, Hoten, Yarkend, Yengihisar, Aksu, Uçturfan. [15] Hocalar Dönemi: Nakşibendî şeyhi Ahmed Kazanî'nin iki oğlu tarafından kurulan tarikatlerin şeyhlerinin, sonraları siyasi etkilerinin artmasıyla oluşacak döneme verilen isimdir. Kazanî'nin en büyük oğlu Muhammed Emin ve torunu Yusuf tarafından kurulan Aktağlık; yine Kazanî'nin bir diğer oğlu İshak Velî'nin kurduğu Karatağlık etkili iki koldur.
İlkçağlardan beri İpek Yolu'nun bir durağı olması sebebiyle değerini hep koruyan Kâşgar, ta 19. yüzyıla değin Doğu Türkistan'ın en önemli şehirleri arasında yerini almıştır. İslam'a verilen önem ve ticari hayatındaki parlaklık dolayısıyla Uygur tarihçi Molla Musa Sayrami[16] tarafından “İkinci Buhara” olarak nitelenmiştir. Zaten Çinli işgalciler de Doğu Türkistan'ı tamamiyle Çinlileştirmek için öncelikle Kâşgar'ın manevi gücünü kırmaları gerektiğini biliyorlardı. Bu yüzden şehir üzerinde 1700'lerden beri öncelikle ağır bir Çin, daha sonra da Sovyet destekli “Komünizm” baskısı artarak devam etmiştir. Komünist Çinli Lider Mao Zedong'un ülkede devrim yapmasından sonra şehir, 1955 yılında “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” adını alan Doğu Türkistan'a bağlanmış ve adı resmi olarak Çince “Kaşi” olarak değiştirilmiştir. Kâşgar'ın, bugünkü en önemli tarihi yapılarının başında “Iydgâh Camii” gelir. Çağataylılar döneminde, tahminen 1442'de, Kâşgar Emiri Sagsız Mirza tarafından yaptırılmıştır. Bugün dahi Çin'in en büyük camisi olarak anılmaktadır (bahçesi de dahil içinde 20.000 kişiye ibadet imkanı sağlayabilmektedir). Kâşgar'ın dini mekanlarının başında bugün bile türbeler başta gelmektedir. Kâşgar'daki Nakşibendî şeyhlerinin türbeleri ve en önemlisi Afak Hoca'nın[17] türbesi şehrin manevi havasını oluşturmaktadır. Türk tarihinin ve edebiyatının altın sayfalarını yazan Kâşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hâcib ve Türklerin ilk Müslüman hakanı Satuk Buğra Han'ın türbesi de Kâşgar'da bulunmaktadır. Şehrin en büyük tarihi medresesi ise Çağatay Hanlığı döneminden kalan “Mesudiye Medresesi”dir. 1300'lerin ilk yarısında Buhara'da emirlik yapmış olan Emir Mesud Yalvaç tarafından yaptırılmıştır.
[16] Molla Musa Sayrami: Uygur yazar, şair ve tarihçi (1836-1917). Sayrami, özellikle Yakup Han dönemini ve iç savaşları en iyi anlatan yerel kaynak olarak gösterilmiştir. [17] Afak Hoca: 1626-1694 yıllarında yaşamış Nakşibendî şeyhi. Şeyh Ahmed Kazanî'nin torunu, Şeyh Muhammed Emin'in oğludur. Siyasi ve dini etkinliğinden dolayı, babasının kurduğu Aktağlık tarikatine Afakiye de denilmektedir.
Kaşgar şehri, bugün her ne kadar Çin baskısı altında dini ve milli kimliğini korumakta zorlansa da, Afak Hoca'nın, Kâşgarlı Mahmud'un, Yusuf Has Hâcib'in, Satuk Buğra Han'ın manevi desteğiyle ayakta kalabilmektedir. Onların türbeleri, şehrin ufkunda Türklüğü haykıran minareler halinde Kâşgalılara ümit aşılamaktadır.
5. Ürgenç Ürgenç (eski ismiyle Gürgenç), Harzem Bölgesi'nin [18] tarihi MÖ. 500'lere kadar giden eski ve köklü bir şehridir. Şehri, MÖ. 550 – MÖ 330 yıllarında Ahameniş Hanedanı (Pers İmparatorluğu) başkent olarak kullanmıştır. Şehir, yüzyılar boyunca Harzem Bölgesi'nin siyasi, ticari metropollerinden biri olmaya devam edecektir. Persler çağından itibaren bu bölgede hüküm süren krallara bölgenin ismine istinaden “Harzemşah” unvanı verilmiştir. Türkler de bu geleneğe uyarak kendi hükümdarlıkları döneminde Harzemşah adını kullanacaklardır. Büyük Selçuklular Harzem dolaylarını fethedince, Kutbüddin Muhammed'i bölgenin valisi tayin ettiler (1097). Kutbüddin Muhammed, Selçuklu sarayına bağlıydı. O ölünce oğlu Atsız tahta geçti ve Selçuklulara baş kaldırdı (1128). Ürgenç şehrinde bağımsızlığını ilan etti ve “Harzemşah” unvanını aldı. Böylece Harzemşah sanını kullanan ikinci Türk sülalesi ortaya çıktı.[19] Emeviler'in Türkistan'a İslamiyet'i yaydığı noktalardan biri de bu şehirdir. Araplar buraya “Türkistan'ın kapısı” demiştir. İşte Türkistan'ın Kapısı Ürgenç, en parıltılı dönemini Harzemşahlar çağında yaşayacaktır. Harzemşah hükümdarları şehirde camiler, medreseler, kervansaraylar kurarak burayı genişlettiler. Şehre gelen tüccarlar için burası, doğuya açılan bir ticaret kapısıydı. İpek Yolu'nun en önemli duraklarından birisi haline gelen Ürgenç, ilim öğrenmeye gelen talebeleri ve seyyahları da kendisine çekmeyi başarmıştır. Seyyahların anlattığına göre buranın halkı [18] Harzem (Harizm): Orta Asya'da, Aral Gölü'nün güneyinde kalan, Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin oluşturduğu geniş ve verimli havzaya tarihte verilen Farsça kökenli isim. Türklerin "Çay Ardı" olarak andığı bölgeye Araplar, aynı anlama gelen "Maverâünnehir" demiştir. [19] Bölgedeki yerli halka ilkçağlardan beri Harizmî denmiştir. Harzemşah unvanını kullanan ilk Türk hanedanı, Gazneli Mahmud'un buraya tayin ettiği Altuntaş el-Hâcib'in soyundan gelen Altuntaşoğulları'dır (1017-1041).
oldukça dindar, ticaretten anlayan, temiz ve namuslu insanlardı. 1200'lerde şehirle ilgili izlenimlerini yazan El-Kazvinî buranın bakkal, fırıncı, kasap gibi ticaret ve zanaat ehlinin dahi usta birer asker olduğunu kaydetmiştir.[20] Ürgenç şehrinde yetişmiş ilim adamlarından, şairlerden önde gelenleri şunlardır: Tıp alimi ve filozof İbn Sînâ (980-1037), pek çok ilme vakıf olmuş ve dünyaca tanınmış alim Birûnî (9731061), tabip ve filozof Ebu Sehl el-Mesihî (ö. 1010), Arap dili ve edebiyatı alimi ve şair Ebu Mansur es-Seâlibî (961-1038), yine Arap şairi Ebubekr el-Harizmî (935-993), İslam dünyasında matematik ilminin kurucusu sayılan, astronom ve coğrafyacı Muhammed bin Musa el-Harizmî (ö. 848?). 1220 yılında Cengiz Han'ın büyük savaşçı güçleri Ürgenç'e de geldi. Şehri alışıldığı üzere yakıp yıktılar. Ürgenç şehrinin o zamana kadarki asıl ismi olan “Gürgenç”i “Ürgenç” şekline sokan da Moğollardır. Moğolların gelişiyle şehrin ihtişamlı günleri kapanacaktır. Yüzyıllar sonra, 1640 dolaylarında şehir yeniden kurulacaktır. Yeniden kurulan bu şehir, Ceyhun Nehri'nin sağ koluna kurulacak ve eski şehirden ayrılacaktır. Bu yüzden klasik dönemde Harzemşahlara başkentlik etmiş şehrin adı “Köhne-Ürgenç” yani “Eski Ürgenç”tir. Yeni kurulan şehir ise “Taze-Ürgenç” yani “Yeni Ürgenç” adıyla anılır. Klasik başkent KöhneÜrgenç, bugün Türkmenistan devletinin kuzeyindeki “Taşoğuz” ilindedir. Yeni şehir ise Özbekistan sınırlarında kalmıştır (Güney Özbekistan, Harzem Bölgesi). Moğolların bitmek tükenmek bilmeyen yağmalarından sonra şehirden arkaya pek bir şey kalmamıştı. 1388'te Aksak Timur şehre girdiğinde burası, hala İpek Yolu'nun duraklarından biriydi ve yerli halkı ticaretle, zanaatla uğraşmaktaydı. Timur şehre gelince az sayıdaki mimari eserlerden etkilenmişti. Ürgenç, klasik mimari eserleriyle Türkistan mimarisini etkilemiş bir şehirdi ve hala yetenekli mimarları barındırıyordu. Başkenti Semerkand'a buradaki mimarları topluca götüren Timur, bu sayede şehrini daha da güzelleştirmeye muvaffak oldu.
[20] Taneri, Aydın; “Gürgenç”, Cilt 14, sf. 322
Aksak Timur, şehir için başka planlar da kurmuştu. İlginç bir emir verecekti. Emre göre; şehrin halkı tamamiyle başkent Semerkand'a taşınacak ve şehirdeki binalar kısmen yıkılarak arpa ve buğday tarlasına çevrilecekti. Timur'un bu kararı vermesinin sebebi büyük ihtimalle, şehir bölgesinin Ceyhun Nehri'nin en bereketli noktalarından birinde kurulmuş olmasıydı. Şehri eski imarlı haline getiren ve halkına geri iade eden ise Timur'un oğlu Şahruh Mirza'dır (1377-1447). Hatta Timurlu hanları burayı bir süre başkent olarak da kullanacaktır. UNESCO tarafından 2005 yılında “Dünya Mirasları Listesi”ne alınan Ürgenç, mimari yapılarıyla gezenleri hayran bırakmaktadır. Klasik şehir olan Köhne-Ürgenç'in en önemli ziyaretgahları şüphesiz türbelerdir. Harzemşah sultanlarından İl-Arslan (ö. 1172) ve Sultan Alaeddin Tekiş (ö. 1200)'in türbeleri buradadır. “Kübreviyye” tarikatinin kurucusu sufi Necmeddin Kübrâ (ö. 1221)'nın ve 16. yüzyılda hüküm sürmüş Sultan Ali'nin türbeleri karşılıklı dikilmiştir. Aynı mezarlıkta 4 büyük Türkmen velisi Piryar Veli, Danıyar Veli, Şıhatar Veli ve Dönen Veli'nin kabirleri de bulunmaktadır. Altınorda Hanedanı zamanından kalma iki yapı birbirine paralel dikilmiştir. İlki, Altınorda Hanı Kutluğ Timur (1397-1399)'un yaptırdığı minaredir. İkincisi ise yine Kutluğ Timur'un, eşi Türebeg Hatun için yaptırdığı türbedir. Ürgenç, gerçekten de Türkistan mimarisi için önemli kentlerden biridir. Bugün eski ihtişamından eser yoktur gerçi. Ancak harabeleri gezenler ticaretin, sanatın, ilmin geçmişte bu şehrin geniş caddelerinde hüküm sürdüğünü anlayabilirler.
6. Merv (Merv-eş-şâhicân) Perslerin ilk dönemlerine kadar giden tarihiyle Merv şehri, bugünkü Türkmenistan'ın güneyindeki “Mary Vilayeti”ne bağlı bir şehirdir. Tarih boyunca stratejik ve ticari önemi dolayısıyla Orta Asya'nın önem verilen bir şehri olmuştur. Tarihi “Horasan” bölgesinin[21] en önemli şehirlerinden biri olan Merv, daha çok İranlıların ve [21] Horasan: Harzem ve Maverâünnehir bölgelerinin güneyinde, bugünkü Kuzey İran, Kuzeybatı Afganistan ve Güney Türkmenistan'ı içine alan tarihi bölgedir.
Türkmen aşiretlerinin yaşadığı bir şehirdi. İlk Müslüman-Arap akınları Orta Asya'ya Horasan bölgesinden olacaktır. Kuzey İran'dan gelen Arap kuvvetleri, Hz. Osman döneminde (644656) Merv şehrini alırlar. Zamanın Basra Valisi Abdullah bin Âmir şehri fethederek burada Merv'in ilk camisi “Benî Mâhân Camii”ni yaptırır. Merv şehri, İslam tarihi açısından önemli olayların çıkış noktasını oluşturan bir bölgededir. Emevî Hanedanı'nın yıkılarak Abbasî Hanedanı'nın başa geçmesinin ilk kıvılcımları bu bölgede çakılmıştır. Abbasîlerin kuruluşunda büyük önem taşıyan siyasetçi ve devlet adamı Ebû Müslim Horasanî, Fars ve Türklerden oluşan ordusuyla Merv'i ele geçirmiştir (747). Abbasîlerin güçlenmesiyle de Merv şehrinin valiliğine atanacaktır. Merv, Abbasîlerin önem verdiği bir şehir ve üs haline gelir. Halife Memûn (d. 786 - ö. 833) şehirde bir saray ve askeri garnizon kurduracaktır. Şehir böylece askeri, siyasi ve bölgesel önemi dolayısıyla da ticari olarak gelişim gösterecektir. Selçukluların 1040'taki zaferinden sonra bütün Horasan bölgesi ve Merv şehri Selçuklu idarecilerinin eline geçecektir. Merv, ikinci ve en parlak dönemini de Selçuklu hanedanlığı zamanında yaşayacaktır. Selçuklu hakanları Merv'i başkent olarak kullanacaklardır. Merv, Sultan Aplarslan döneminden (1064-1072) itibaren hızla Türkleşmiştir. Nişabur, Rey ve İsfahan şehirlerinden sonra Selçukluların en önemli merkezlerinden biri haline gelir. [22] Sultan Melikşah, 1080-1090 yılları arasında “Sultankale” denen yapılar topluluğunu inşa ettirmiştir. “Şehriyârkale” denilen iç surlarla korunan bölgede Selçuklu Sarayı, Büyük Kızkale ve Küçük Kızkale köşkleri bulunmaktadır. Sultan Sencer dönemi (1118-1157) de Merv şehri için çok parlak bir dönem olacaktır. Sultan Sencer, yönetimini tamamiyle Merv'e taşımıştır. Şehrin sulama kanallarını onartmış, şehri bölgedeki pamuk, tahıl, pirinç ve kavun üretiminde birinci sıraya yükseltmiştir. Ticareti oldukça gelişen şehirde medreseler, kütüphaneler kurdurmuştur. Onun döneminde İslam coğrafyasının dört yanından öğrenciler buraya ilim tahsil etmeye gelmiştir. [22] Nişabur, İsfahan ve Rey, bugünkü İran topraklarında kalan, tarihi eskilere dayanan şehirlerdir. Tarihte, özellikle Selçuklular zamanında, yoğun bir Türkmen göçüne sahne olmuşlardır.
Sultan Sencer'in ölümüyle ve Selçukluların dağılmasıyla şehir karanlık ve zorlu günlere girecektir. Şehir önce Oğuzların yağmalarına maruz kalmış, Harzemşahların ve Gurluların [23] kısa hakimiyetlerinde de zarar görmüştür. Şehir asıl büyük yıkımı Moğol istilasıyla yaşayacaktır. Cengiz Han'ın oğlu Tuluy Han tarafından ele geçirilen şehir yağmalanmış, mimari eserleri ve kütüphaneleri tahrip edilmiştir (1221-1222 civarı). Timur'un oğlu Şahruh (d. 1377 – ö. 1447)'un zamanında şehre özel bir önem verilmiştir. Şahruh, sulama kanalları ve tarım alanları harap olan şehrin yeniden yapılandırılmasını emretti. 1410 yılında, Emir Alike Kükeltaş, Emir Musa, Emir Ali Şegânî gibi devlet adamlarını şehri imar etmeleri için görevlendirdi. Murgab Irmağı'nın bir kolu olan Merv Suyu'na set çekilmiş, kanallar, köprüler inşa edilmişti. İhya edilen tarım alanlarından artık bire yüz, hatta bire bin verim alındığı söylenmekteydi. Moğol istilasından kaçanlar ve öldürülenler yüzünden azalan nüfus ise yavaş yavaş yeniden şehre dolmaktaydı. 1490'larda şehri gezen seyyahlar pamuk, pirinç gibi ürünlerin bolluğundan övgüyle bahsetmişlerdir. Merv şehri, yüzyıllar içinde Şeybanîler, Safevîler, Özbekler ve Ruslar tarafından ele geçirilecektir. 19. yüzyıla kadar Orta Asya'nın pamuklu ve ipekli dokumalarıyla meşhur olmuş bir şehri olan Merv, bakır işçiliği ve çeşitli zanaat dallarının bolluğuyla da tanınmıştır. Merv şehrinin en eski kalıntıları “Erkkale” ya da “Gavurkale” denen bölgede bulunmaktadır. Kâşgarlı Mahmud'a göre Alp Er Tunga'nın kurduğu bu şehir, bugün sadece harabeleriyle ayakta kalabilmiştir. Eski ihtişamlı günlerinden arta kalan harabeler, Küçük Kızkale Köşkü ve Büyük Kızkale Köşkü'nün kalıntılarıdır. Günümüze kalabilen en önemli yapılar türbelerdir. Eski şehrin merkezinde, surlar içinde bulunan “Sultan Sencer Türbesi”, “Divânhâne” ve “Saray Köşkü” kalıntılarıyla beraber bulunmaktadır. Sultan Sencer'in kendisi için yaptırdığı ve Dârü'l-Âhire (Ahiretin Kapısı) adını verdiği bu anıt mezar, Türkistan mimarisi için önemli bir şaheser olarak görülmektedir.
[23] Gurlular: Afganistan ve Kuzey Hindistan'da, 1000-1215 yılları arasında hüküm sürmüş Müslüman bir hanedandır. Soyları kimilerine göre Farslara, kimilerine göre Afganlara dayanmaktadır.
Sultan Sencer Türbesi'nin yakınında bulunan “Sahabe Türbeleri” ise Büreyde el-Eslemî ve Hakem el-Gufârî adlı iki sahabenin kabrinin bulunduğu bir yapı kompleksidir. Bu türbeler, Şahruh zamanında yenilenmiştir. 1040 civarında yapılmış “Yusuf Hemedanî Türbesi”[24] ise bugün dahi ziyaret edilen bir yerdir. Yine surların dışında kalan “Muhammed bin Zeyd” türbesi de 1112 civarında yapılmış bir ziyaretgahdır. Geçmişin Selçuklu başkenti Merv'den geriye sur kalıntıları, köşk duvarları ve türbeler kalmıştır. Şehir, eski günlerini arar gibi Karakum Çölü'nün kıyılarından ufukları izlemektedir.
[24] Yusuf Hemedanî: Hemedan'da doğmuş İslam bilgini ve sufi (1049-1140). Merv'e yerleşerek burada bir tekke açtı. İrşad faaliyetleri için pek çok şehri gezmiştir. Ahmed Yesevî ve Abdülhalık Gücdevânî gibi büyük mutasavvıfların mürşididir.
7. “Dinin Gücü” veya “Yasak Şehir” Buhara Buhara şehri, tarihi Maveraünnehir Bölgesi'nde, Zerefşan Nehri'nin güneyindeki havzada bulunmaktadır. Bugün, Özbekistan'ın güneyindeki Buhara Vilayeti'nin de başşehridir. Yüzyıllar boyunca “İslam'ın ve dinin gücü” ve “Türkistan'ın Mekke'si” gibi sıfatlar verilmiş önemli bir şehir olan Buhara'nın tarihi, tahminen MÖ. 4-5. yüzyıllara kadar gitmektedir. İsminin kökeni hakkında da farklı tezler mevcuttur: Soğdça[25] “buksarak” yani “mutlu yer” anlamına geldiği iddialarının yanında; Sanskritçe[26] “vihara” yani “manastır”dan türediğini söyleyen araştırmalar da vardır. Tarihi kayıtlarda ise ismine ilk kez MS. 600'lerde Çinli Seyyah Hüang-Tsang'ın seyahatnamesinde rastlanıyor: Pu-Ha. Tarihi en aşağı 2000 yıllık olan bu şehirde Türklerden önce çoğunluğu Soğd (Soğdak) olan bir halk yaşamaktaydı. İslamiyet'ten önce şehrin yerlileri ekseriyetle İranlılardı ve halk Farsça ile Soğdça konuşurdu. İlk Müslüman akınları ise Emevi Halifesi I. Muaviye (603-680) döneminde gerçekleşmiştir. Horasan Valisi olan Kuteybe bin Müslim Buhara'yı 706-709 yıllarında tamamiyle Müslüman-Arap hakimiyetine alır. Türklerin, Karahanlılar hükümdarı Harun Buğra Han (ö. 992) döneminde şehri fethetmesinden önce burası Sâmâniler elinde kısa ama parlak bir dönem yaşamıştı. Karahanlılar, şehre kesin olarak 992-999 yılları arasında yerleşmeye başladılar ve buradaki Türk nüfusunu hızlı bir şekilde arttırdılar. 1000'li yıllara gelindiğinde şehir tam bir Türk-İslam merkezi halini almıştı. Şehir 1141'de Karahıtaylar, 1207'de Harzemşahlar idaresine girdi. Cengiz Han'ın ordularının 1220 civarında Maveraünnehir Bölgesi'ne girdiğinde ilk yağmaladıkları şehirlerden biri Buhara'dır. Moğollar, şehir surlarının içinde kalan yapıları tamamiyle tahrip etmiştir.
[25] Soğdça: Soğdlar, Maverâünnehir bölgesinde milattan önceki devirlerden beri yaşayan İrani bir kavimdir. Bunların dili Eski Farsça'nın bir lehçesi sayılır. [26] Sanskritçe: Hint-Avrupa dil ailesine bağlanan bir dildir. En eski buluntularına Hindistan'daki Pencap(İndus Vadisi)'ta rastlanmıştır.
Cengiz Han'ın oğlu Ögeday döneminde (1229-1241) şehir yeniden imar edilmiş ve ilim, sanat faaliyetleri eskisinden de fazla gelişmiştir. Hristiyan inanca bağlı olan Möngke (Mengü) Han ise şehirde medrese ve saray yapımına devam etmiştir. Kubilay Han'ın annesi olan Bige Hatun ise “Haniye Medresesi”ni yaptırmıştır. Böylece Cengiz Han'ın torunları, atalarının yakıp yıktığı şehri eskisinden de mamur bir hale yüz yıl içinde getirebilmişlerdir. Buhara, her hakimin saygı duyduğu ve vakfettiği eserlerle güzelleştirdiği bir şehirdir. Her fetheden hükümdar orada, kendinden bir şeyler bırakmıştır. Moğolların ardından şehir Çağataylıların, İlhanlıların, Timurluların, Şeybanîlerin eline geçmiş; ticari, ilmi ve sanatsal önemini hiç kaybetmeden yüzyıllar boyunca Orta Asya'da parlamıştır. Buhara, bugün bile mimari eserleri ve tarihi yapılarıyla gezenleri kendine hayran bırakmaktadır. Bir zamanlar İslam aleminin dini ve ilmi başkentlerinden olan Buhara'da adım başı medreseye ya da camiye raslanmaktaydı. Şehri gezen araştırmacılar, 19. yüzyılda bile şehirde hala 300'e yakın caminin, 103'ü aşan medresenin bulunduğunu söyler.[27] Türbeler Şehri olarak anılan Buhara'nın en eski türbelerinden biri Sâmânî hükümdarı olan İsmail bin Ahmed (d. 849 – ö. 907)'in yattığı “İsmail Sâmânî Türbesi”dir. Tahminen 10. yüzyıl başlarında inşa edilen türbe, pek çok kez yenilenmiştir. Yine aynı yüzyıla ait olan ve dini ziyaretlerde mutlaka uğranan bir türbe de “Çifte Türbe”dir. Ebubekr Saad ile Ebubekr Ahmed adlı iki sahabenin bu türbede yattığı söylenmeketedir. Eyüp Peygamber'e nispet edilen “Eyüp Peygamber Türbesi ve Çeşmesi”, Timur tarafından tamamen yenilenmiş ve büyük saygı gösterilmiştir. Hz. Eyüp'ün burada yattığına dair halk arasında inanış hala devam etmektedir. Şehirde bunların dışında Seyfeddin Baherzî, Hoca İslâm Cübeyrî gibi daha onlarca türbe mevcuttur ve hiçbiri ziyaretçi sıkıntısı çekmemektedir. Şehri asıl dini öneme sahip yapan ise Buhara doğumlu, Nakşibendî tarikatinin kurucusu Bahaeddin Nakşibend (d. 1318 – ö. 1389)'in[28] manevi varlığıdır. Şehir merkezine yaklaşık 10 km. mesafede olan “Nakşibend Türbesi”, yüzyıllardır Türkler için büyük önem taşıyan bir [27] Zarcone, a.g.e, sf. 112 [28] Bahaeddin Nakşibend: Buhara doğumlu mutasavvıf, İslam alimi. Kendi ismiyle anılacak Nakşibendiye tarikatini kurmuş, bugün bütün Türk-İslam dünyasını içine alacak bir tesir bırakmıştır.
ziyaretgah olmuştur. Ona bağlı olanlar, türbeye yapacakları 3 ziyaretle hacca gitmiş kadar sevap
kazanacaklarını
düşünmekteydi.
Hatta
şehir
halkı,
yüzyıllardır
kendilerini
düşmanlardan koruyan şeyin bölgedeki onlarca evliyanın ve tabi ki Nakşibend'in manevi gücü olduğuna inanmaktaydı. Bu sebeplerle türbe, buraya dini sebeplerle gelenleri de, ticari nedenlerle uğrayanları da kendisine çekmiştir. Buharalılar şehirlerine boşuna “Türkistan'ın Mekke'si” demiyorlar... Seyyahların anlattığına göre şehirde, her mahallenin kendi camisi mevcuttu. Şehrin ana camileri ise yalnızca bayramlarda ve dini günlerde tamamiyle doluyordu. Eski şehir surlarının içinde, şehrin ortasında bulunan “Pâ-yi Kelân Külliyesi”; Kelân Camii, Kelân Minaresi ve Mir Arap Medresesi'ni içinde barındıran kompleks bir yapıdır. 12. yüzyılda Karahanlılar döneminde inşa edilmiştir. Camiden ayrı olarak meşhurluk kazanan Kelân Minaresi (Kalyan), bir zamanlar hem minare hem gözetleme kulesi görevi görmekteymiş. Hatta eskiden kervanların çölde yolunu bulabilmeleri için minarede ateş yakıldığı da rivayet edilir. “Mahakk-ı Attârî Camii”, ilk İslam fetihleriyle beraber gelenlerce bir Zerdüşt mabedinin kalıntıları üzerine inşa edilmiştir. Bugünkü şeklini ise Karahanlılar döneminde, yani 12. yüzyıl dolaylarında almıştır. Bir diğer önemli cami ise “Hoca Zeyneleddin Camii”dir. Onun hangi tarihte ve kim tarafından yapıldığı ise bilinmiyor. Dini önemi böyle büyük olan Buhara'nın ilmi yönü de çok kuvvetliydi. Orta Asya'nın, hatta İslam aleminin en yetkin eğitim kurumları burada bulunmaktaydı. Buhara'nın ve Orta Asya'nın en büyük medresesi “Kukeltaş Medresesi”ydi. 140 adet hücre(derslik) bulunduran bu anıt eser, Karahanlılar dönemine aittir. Şeybanî Hanedanı hükümdarlarından Ebulgazi Ubeydullah Han (1534-1539) tarafından yaptırıldığı bilinen “Mîr Arap Medresesi”, Buhara'nın en büyük ikinci medresesidir. Hz. Muhammed'in soyundan gelen bir Arap alimin adına yaptırılan medresinin bir bölümünde Ebulgazi Ubeydullah Han ile Abdullah (Mîr Arap) birlikte yatmaktadır. SSCB'nin dine karşı yürüttüğü savaşın en kızgın yıllarında dahi bütün Sovyetlerde açık kalmasına izin verilen tek medrese burasıymış (1945 yılında kurul kararıyla yeniden eğitim vermesine izin çıkmış).
Timurlu Hakanı Uluğ Bey'in, Semerkand'taki meşhur medresesi dışında yaptırdığı bir başka medrese Buhara'da bulunmaktadır. Bu “Uluğ Bey Medresesi” ile aynı külliyede bulunan bir başka medrese de “Abdülaziz Han Medresesi”dir. Kervansaray olarak tasarlanan “Nâdir Divânbeyi Medresesi”, Buhara Hanlığı hükümdarı İmankuli Han tarafından 1623'te medrese olarak faaliyete açılmıştır. Nâdir Divânbeyi, İmankuli Han'ın amcası ve dönemin Buhara emiriydi. Bütün bu medreselerin dışında, adı duyulmuş ve pek çok alim yetiştirmiş diğer medreseler de şunlardır: Çar-Minar Medresesi, Abdullah Han Medresesi, Tursun Han Medresesi, Muhammed Şerif Medresesi. Buhara, 1561'den itibaren Buhara Hanlığı adıyla, Özbek kökenli hanedanlarca yönetilmişti. Bu üç hanedan şunlardır: Şeybanî Hanedanı (1561-1599), Canoğulları (Astrahan) Hanedanı (1599-1785) ve Mangıt Hanedanı (1756-1924). Buhara Hanlığı döneminde, Özbeklerin Maveraünnehir'de üç hanlığı vardı. Hive'de kurulmuş “Hive Hanlığı” (1515-1920) ve Hokand'da kurulmuş “Hokand Hanlığı” (1740-1876), Buhara Hanlığı'ndan sonra gelen iki yönetimdi. Buhara Hanlığı, diğerlerine nazaran dış dünyaya daha kapalı ve muhafazakar bir hayat yaşamaya başlayacaktır, özellikle de 1700'lerden sonra. Orta Asya İslam'ının başkenti denen bu şehir, özellikle Hristiyanlar için tehlikeli bir yerdir.[29] Seyyahların ve misyonerlerin rivayetleri çoktur: Macar ilim adamı Arminius Vambery[30], Müslüman bir derviş kılığında bu şehre girmeyi başaran ilk Avrupalı olacaktır (1863). Onun anlattığına göre, meşhur Kelân Minaresi, şeriatı bozanların tepesinden atılarak öldürüldüğü bir ceza kulesi olmuştur. Geçmişte de yakalanmış misyonerler şehrin surlarından aşağı yuvarlanmış ya da kafaları koparılmıştır.
[29] Buhara'da Buhara Yahudileri (Buhârim) denilen, dışa kapalı bir cemaat de yaşamaktaydı. Müslüman idareciler Musevilere, Hristiyanlara ve diğer gayri-müslimlere davrandıkları kadar baskıcı ve sert davranmamıştır. Bu topluluğun kökeni, İspanya'dan kaçan Sefarad Yahudilerine dayanır. [30] Vambery, aslen Macar Yahudisi bir araştırmacı ve Türkologtur. Orta Asya'ya sahte derviş kılığında yaptığı ilginç seyahatinin notlarını "Travels in Central Asia" adıyla 1864'te Londra'da yayınlamıştır.
Buhara'da Müslümanların dışında sadece Musevilerin oturmasına izin verilmiştir. Onlar da kendilerine ayrılan ve bir çeşir “getto” sayılan mahallenin dışında yerleşemezdi. Bugün dahi kendilerine “Buharim” adını veren az sayıdaki Musevi hala bu şehirde yaşamaktadır. Batı için İstanbul'dan da, Kahire'den de, Şam ve Kudüs'ten de daha mistik ve gizemli bir şehir haline gelecek olan Buhara, bu gizemli ününü Rusların “Trans-Hazar” adıyla Orta Asya'ya demiryolu hattı döşemeleri ve Buhara'yı işgal etmeleriyle kaybedecektir (1888). Yüzyıllardır Avrupalılar için “Yasak Şehir” olan Buhara, Rus denetimi altında parlaklığını ve ilgi çekiciliğini kaybedecektir. Tatar Türkü gazeteci ve yazar Musa Carullah Bigiyef (1875-1949), 1893 yılında Buhara'yı ziyaret etmiştir. Rusların “protektora”sında[31] yeni kurulan ve tarihi surların dışında kalan modern şehir Novaya Buhara(Yeni Buhara)'yı ve eski asil şehri görmüştür. Bundan sonra da bu iki yerleşim birimini “Soylu Buhara” ile “Soysuz Buhara” olarak ayıracaktır. Tabi soylu Buhara olarak adlandırdığı yerin eski şehir olduğunu söylemeye gerek yok. Geçmiş zamanlarda sadece Müslümanların at üstünde gezmesine izin verilen; uçsuz bucaksız çarşılarının her birinde ayrı bir zanaatın yaşatıldığı bir ticaret şehri olan [32], evliyalar ve türbeler şehri olarak anılan Buhara, bugün dahi din ve ilim alimi yetiştirme konusunda ön sıralardadır.
8. Timur'un Rüyası Semerkand Semerkand, Türkistan'ın incilerinden. Eski şehrin tam göbeğindeki “Registan Meydanı”yla tüm dünyaca tanınan bir açık hava müzesi. Tarihi MÖ. 600'lere değin gidiyor. Kâşgarlı Mahmud'a göre bu şehir Alp Er Tunga tarafından karakol olarak kurulmuştur. [31] Protektora: Himaye veya sömürü anlamlarına gelen kelime; güçlü bir devletin zayıf bir devleti ya da yönetimi, kendi kanunları üzerinden sözde koruma altına almasıdır. Ruslar, 1800'lerin başından itibaren Orta Asya'nın her yerinde bu şekilde sömürü yönetimleri kurmuştu. [32] Buhara çarşılarına "çarşu" ya da "tak" (kubbe) denmiştir. Şehir merkezinin en büyük ve meşhur çarşıları şunlardır: Tak-i Zergerân (Kuyumcular Çarşısı), Tak-i Tilpâk Furûşân (Şapkacılar Çarşısı), Tak-i Tirgerân (Okçular Çarşısı), Tak-i Âlâfî (Yemciler Çarşısı), Tim-i Adras (Kumaşçılar Çarşısı), Tim-i Sefid (Avrupa mallarının satıldığı çarşı)... (Zarcone, a.g.e, sf. 127).
Kâşgarlı Mahmud'un, büyüklüğü sebebiyle “Semizkend” olarak anıldığını söylediği şehrin adı, bazı araştırmalara göre Eski Farsça bir kelime olan “asmara”dan gelmektedir (asmara = taş, kaya + kend). Arap ordularının gelişine kadar şehir Perslerin, Büyük İskender'in, Grek-Baktriya Krallığı'nın, Hunların, Göktürklerin ve Çinlilerin hakimiyetinde el değiştirmişti. 711 yılında, Horasan Valisi Kuteybe bin Müslim (ö. 715) şehri ele geçirdi ve İslamlaştırma faaliyetlerine başladı. Sâmânîler döneminde ise şehir İslam dünyasının en önemli ticaret şehirlerinden biri haline gelmişti. O dönemin seyyah ve coğrafyacılarından İbn Havkal Bağdadî (4. - 5. yüzyıllar), Semerkand için “Maveraünnehir'in Limanı” ifadesini kullanmıştır. Giderek ticari bir cazibe merkezi haline gelecek Semerkand, fatihlerin iştahını kabartacaktır. Karahanlılar, Selçuklular ve Harzemşahlar şehri kısa süreliğine ellerine geçirecektir. Şehir için asıl önemli gelişme ise 1220 yılı civarında olacaktır. Cengiz Han'ın muazzam ordusu şehri alacak, taş üstünde taş bırakmayacaktır. Çoğu tarihçiye göre şehir, ta Timur Han'a kadar bir harabe halinde kalmıştır. Aksak Timur... Semerkand'ı Semerkand yapan hükümdar. Tarihçiler, onun Semerkand'a tutkuyla bağlı olduğunu söyler. Timur 1369'da taht mücadelesini kazanınca, kendisine bir başkent yaratmak ister. Tabi kendisinin de bağlı bulunduğu “Cengiz Han Yasası”, göçebe adetlerini katı şekilde korumaktadır. Konar-göçerler, hakanın şehir kurmasına sıcak bakmazlar. Hatta Timur dahi bir zamanlar, Emir Kazagan'ı, onun oğlu Emir Abdullah'ı ve torunu Emir Hüseyin'i bu sebepten ötürü sert şekilde uyarmıştır. Tüm bu duruma rağmen Timur, göçerlik yasalarına tahta oturuncaya dek bağlı görünerek Orta Asya savaşçılarının desteğini almıştır. Artık handır ve ilerideki kesin emeli; bütün Türkistan'ın hatta dünyanın imparatoru olmaktır. Elbette, böyle bir imparatora da efsanevi bir başkent yaraşır. Timur hiç vakit kaybetmez ve tahta geçtiği Semerkand'ı başkenti yapar. Şehrin saraylarla, geniş caddelerle, yemyeşil park ve bahçelerle donatılmasını hayal etmektedir. Şehrin eski surlarını onartır. Surların içine, dev hakan sarayı olan “Gök Saray”ı[33] yaptırır. Lakin o, bu [33] Gök Saray: Burası daha çok, devlet hazinesinin saklandığı ve bir bölümünde önemli suçluların hapsedildiği bir yapı işlevi görüyordu.
sarayda oturmaktansa şehir surlarının dışına açtırdığı geniş mesire alanlarında ve bahçelerde otağını kurmayı, buradaki küçük ama lüks köşklerde konaklamayı tercih edecektir. Büyük bir şehir plancısı olsa da Timur, içindeki konar-göçer ruha dizgin vuramamış belli ki. Timur ele geçirdiği ülkelerden mimarları, sanatçıları, ilim adamlarını milliyetini ayırt etmeksizin başkente getirir. Bu mimar ve sanatkarlara, şehrin dışındaki Dımaşk, Mısır, Şiraz, Sultâniye, Bağdad adını verdiği köyler kurdurur. Yine surlar dışında kalan geniş alanlara, çoğu hanımlara özel olmak üzere Dilgûşâ, Şimâl, Nakş-i Cihân, Çınar, Taht-ı Karaca adlarını taşıyan bahçeler ve parklar inşa ettirir.[34] Avrupa'da “Timurlu Rönesansı” olarak anılan bu dönemde bütün şehir, bir dünya başkenti görünümü alacaktır. Seyyahların “Yeryüzü Cenneti” dedikleri şehir, yıllar içinde nüfusunu katlayacaktır. Burası artık İpek Yolu'nun en önemli durağı, medreseleriyle ilim ve irfan kenti, dünya siyaseti için de ağızlardan düşmeyen bir başşehirdir. Yeryüzü cennetindeki yaşam, rahatlık, bolluk insanları akın akın bu şehre çekmektedir. Timur döneminin en önemli mimari eserlerinden en başta sayılan yapı “Bibi Hanım Camii” ve bitişiğinde inşa edilen Bibi Hanım'ın türbesi ile medresedir. Timur'un, gözde eşi Bibi Hanım[35] ile birlikte bizzat yapımıyla ilgilendiği cami ve medrese inşaatı, tam 5 yıl sürmüştür (1399-1405). Bibi Hanım'ın mezarı da burada bulunmaktadır. Şehrin en önemli ziyaretgahlarından biri de “Gûr-ı Emir” yani “Emir'in Mezarı”dır.[36] Timur Han'ın ebedi istirahatgahı olan muazzam yapı, aslında Timur tarafından torunu Muhammed Sultan Mirza için yaptırılmıştır (ölümü: 1403). Türbenin içinde Timur'la beraber torunu Sultan Mirza, torunu Uluğ Bey ve -rivayete göre- bir sahabenin bulunduğu toplam altı sanduka bulunmaktadır. Sandukalarda yatanların hepsi de Timur'un yakınlarıdırlar.
[34] Aka, İsmail; Timur ve Devleti, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, sf. 116 [35] Bibi Hanım: Timur'un gözde eşidir. Asıl adı Saray Melik Hanım'dır ve Çağatay Hanı Kazan Halil Han'ın kızıdır. [36] Emir, Özbeklerin Timur Han'a verdikleri unvandır. Timur'u "Emir Timur" diye anarlar.
Timur'dan sonra başkent Semerkand, onun torunları tarafından da özenle korundu. Şahruh ve Uluğ Bey şehrin zamanın kültür, ilim ve ticaret başkenti olarak ününü devam ettirmesini sağladılar. Uluğ Bey, Semerkand'ın ikinci Timur'u olacak ve şehre yepyeni bir kimlik verecektir. Bu kimlik, onu ilim şehri olarak bütün dünyaya tanıtacaktır. Uluğ Bey'in şüphesiz en büyük eseri meşhur rasathanesi ve medresesidir. Şehrin çekim noktası olacak meşhur Registan Meydanı'nın ilk yapısı “Uluğ Bey Medresesi”dir. 1417-1420 yılları arasında inşa edilen medrese, Registan Meydanı'nın diğer iki köşesine sonradan inşa edilecek olan “Şîr-Dâr Medresesi” ve “Tilla Kârî Medresesi”nin[37] de ilham kaynağı olmuştur. Uluğ Bey Medresesi'nin giriş kapısının üzerine, Hz. Muhammed'in “ilim öğrenmek, kadın-erkek her Müslümana farzdır” mealindeki hadisi nakşedilmiştir. Uluğ Bey, medresesine zamanın büyük alimlerini bizzat davet eder. Kendisi de astronomiyle, matematikle ve pek çok ilimle ilgilenen hakanın, bu medresede ders de verdiği bilinmektedir. Gıyâseddin Cemşid el-Kâşî, Kadızâde Rûmî, Ali Kuşçu gibi bilim adamları bu medresede araştırmalarını gerçekleştirmiş ve talebelere ders vermiştir. Uluğ Bey'in bir diğer büyük eseri de rasathanesidir. “Meraga Rasathanesi” ve “Meraga Ekolü”[38] ile beraber İslam dünyasını etkileyen astronomi-matematik ekolü bu rasathane olacaktır. Uluğ Bey, rasathanedeki araştırma ve gözlemlerinin sonucunda “Zîc-i Uluğ Bey” olarak anılacak dev eserini hazırlayacak; bu eser Türkistan'da, hatta 18. yüzyıla kadar Osmanlı medreselerinde dahi kaynak eser olarak okutulacaktır. Karahanlılar zamanına kadar giden tarihiyle “Şâh-ı Zinde Mezarlığı”, Uluğ Bey döneminde onarılacak ve bizzat onun talimatıyla girişine görkemli bir Taçkapı (dervâze) inşa edilecektir. Bugün, Şâh-ı Zinde (Yaşayan Şah) Mezarlığı'nda 13 tanesi ayakta kalan türbeler sahabelere ve
[37] Şîr-Dâr Medresesi (1636) ve Tilla Kârî Medresesi (1660) Buhara Hanlığı zamanında inşa edilmiştir. [38] Meraga Ekolü: Hülagü Han'ın emriyle Meraga şehrinde bir rasathane kuran gökbilimci Nasirüddin Tusî'nin başlattığı bir matematik ve astroloji ekolüdür.
Timurlular Hanedanı'na bağlı şahıslara aittir. Türbelerin en meşhurları şu şahıslara ait: Hz. Muhammed'in amcasının oğlu Kusem Bin Abbas, Hoca Ahmed (1350), Şâd-ı Mülk Aka (1372), Emir Hüseyin (1376), Usta Ali (1380), Emir Burunduk (1380), Şirin Bike Aka (1385), Toman Aka (1405), Kadızâde Rûmî (1440). Uluğ Bey'in 1449'daki ölümüyle beraber şehir eski görkemini ve çekiciliğini azar azar yitirecektir. Timur'un ve Uluğ Bey'in topladığı büyük alimler teker teker gidecek, şehir ticareti de savaşlarla ve işgallerle sekteye uğrayacaktır. Şeybanîlerin kurucusu Muhammed Şeybanî Han'ın 1500'de bağımsızlığını ilan etmesi ve Buhara'yı başkent ilan etmesiyle Semerkand, daha çok ikinci planda kalacaktır. Şeybanî Han'ın Semerkand yerine Buhara'yı seçmesinde, belki de gençliğinde öğrenimini Buhara'da yapması ve pek çok alimle burada bağlantı kurmuş olmasının etkisi vardır. Buhara şehrini anlatırken yukarıda söz etmiş olduğumuz Buhara Hanlığı dönemi, ta 1868'e dek sürecektir. Geçen yüzyıllar içinde Semerkand, Timur ve Uluğ Bey dönemine ulaşamasa da hatrı sayılır bir ticaret, ilim ve sanat şehri olmaya devam edecektir. Minyatür sanatçısı Abdülhay Musavvir (14. yüzyıl); şairlerden Feridüddin Attâr (1145-1221), Abdurrahman Câmî (1414-1492), Firdevsî (940-1020?); tarihçi Şehâbeddin ibn Arabşah (1389-1450); din alimlerinden Muhammed Mâtüridî (ö. 944), Nizâmeddin Hâmuş (ö. 1449) gibi büyük isimler Semerkand'ta yetişmiştir. Bir yerel rivayete göre Timur, fethettiği ülkelerin en güzel kızlarını kendi komutanlarıyla evlendiriyormuş. Bu komutanlar da Semerkand'ta yerleştiği için çocukları burada büyüyormuş. İşte bu güzel kızların neslinden gelen Semerkandlı kadınlar da dünyanın en güzel kadınları oluyormuş. Bu yüzden Semerkandlılar şehirleri için “güzel kızlar diyarı” derlermiş.[39]
[39] Turgut, Mehmet; Taşkent'e Doğru, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1988, sf. 81
Yeryüzü cenneti olarak tarif edilen Semerkand, yüzyıllar boyunca doğu dünyasının en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Bugün dahi tarihi yapılarıyla geçmişin görkemini üzerinde taşıyan şehrin adı, daima büyük hakanlarla beraber anılmış ve anılacaktır.
9. Türkistan'ın Ruhu Asya'nın en eski ve en köklü milletlerinden biri olan Türkler, uzun asırlar boyunca yerleşik yaşama geçme fikrine sıcak bakmamıştır. Hatta bunun tabu haline geldiği dönemlerde şehirli olmak, Çinlileşmekle(Tabgaçlaşmak) veya Farslaşmakla(Tatlaşmak ya da Sartlaşmak), yani asimile olmakla eş tutulmuştur. Türk boylarının ekserisinin güneybatı yönündeki yoğun göçleri, bunun yanında yerleşik dinleri (ör. Budizm, Maniheizm, İslamiyet) benimsemeleri, onların şehir kültürüne daha olumlu yönde bakabilmelerine imkan sağlamıştır. Türkistan'ın metropolleri, Orta Doğu ve Hint-İran sanatının, mimari geleneğinin etkilerini bünyesinde birleştirmiş; kadim Türk-Moğol sanat zevkiyle harmanlamıştır. Bu da Türkistan şehirlerini, dünyanın hayran kalacağı mimari eserlerle, klasik çağın sanat ekollerine ilham kaynağı olan yapıtlarla doldurmuştur. Türk hakanları başşehirlerini, fetihler doğrultusunda genellikle batıya taşımıştır. Konar-göçer gelenekteki “ordu-balık” yani “han kenti” anlayışını bu şekilde devam ettirmekle beraber, özellikle
Timurlu
hakanları,
Türklerdeki
gerçek
“metropol
başkent”
anlayışını
yerleştirmişlerdir. Orta Asya'nın Türk-İslam şehirleri, daha batıdaki Kahire, Şam, Kudüs, Bağdat gibi büyük Müslüman şehirleri bile gölgede bırakacak bir gelişim göstermiştir. 13. ve 18. yüzyıllar arasında bütün İslam dünyasının başşehirleri – kültürel, ekonomik, siyasi ve sanatsal bakımdan – Orta Asya orjinli şehirler olmuştur.
Türk-İslam sanatının ve yaşayışının açıkhava galerisi olan Türkistan başkentleri, eski etkinliğini kaybetmiş olsa da (bugünkü bağımsız Türk devletlerinin siyasi ve kültürel başşehir tercihleri başkadır), bizlere ilham vermesi bakımından hala sessiz, dilsiz birer öğretmen niteliğinde yükselmektedirler.
KAYNAKLAR: Kitaplar: * Aka, İsmail; Timur ve Devleti, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991 * Kaşgarlı Mahmud; Divânü Lûgati't-Türk (Çev: Besim Atalay), TDK Yayınları, 2013 * Köprülü, M. Fuad; Türkiye Tarihi, Akçağ Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2005 * Roux, Jean Paul; Timur (Çev: Ali Rıza Yalt), Milliyet Yayınları, İstanbul, 1994 * Turgut, Mehmet; Taşkent'e Doğru, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1988 * Zarcone, Thierry; Yasak Kent Buhara (Çev: Ali Berktay), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001 Ansiklopedi Maddeleri ve Makaleler: * Abdurrahman, Varis; “Tarihi Türk Şehri Balasagun Hakkında Yeni İncelemeler”, Belleten, Cilt LXVII, Sayı 250, Ankara, Aralık 2003 * Esin, Emel; “Orduğ: Başlangıçtan Selçuklulara Kadar Türk Hakan Şehri”, Ankara Üni. Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı 10, Ankara, 1968 * Özcan, Koray; “Orta Asya Türk Kent Modelleri Üzerine Bir Tipoloji Denemesi”, Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt 20, No 2, Ankara, 2005 TDV İslâm Ansiklopedisi Maddeleri: * Aydınlı, Osman & Çoruhlu, Yaşar; “Semerkant”, Cilt 36, S. 481-486 * Bozkurt, Nebi; “İpek Yolu”, Cilt 22, S. 369-373 * Hitchins, Keith; “Kaşgar”, Cilt 25, S. 7-9 * Konukçu, Enver; “Balasagun”, Cilt 5, S. 4 * Özgüdenli, Osman Gazi & Sayan, Yüksel; “Merv”, Cilt 29, S. 221-225 * Şeşen, Ramazan; “Buhara”, Cilt 6, S. 363-367 * Taneri, Aydın; “Gürgenç”, Cilt 14, S. 321-323
Aylık E-Dergi
Merv Şehir Kalıntıları
ansiklopedidergi.blogspot.com.tr issuu.com/ansiklopedi
-Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir-