Ansiklopedi Dergi Sayı 4, Aralık 2014

Page 1

Dogmalar ve Bilimdeki İlerlemeler: Tehditler ya da Hedefler Üzerine, Samet Demir * Sinemanın İmparatoru: Kurosawa, Mert Karslıoğlu

İZMİR, Aralık 2014 – Sayı IV


İÇİNDEKİLER İçindekiler / i Birkaç Söz / ii Dogmalar ve Bilimdeki İlerlemeler: Tehditler ya da Hedefler Üzerine Samet Demir / 1-15 Sinemanın İmparatoru: Kurosawa Mert Karslıoğlu / 16-44

i


Birkaç Söz ... Tanrısal bir irade ya da yüce insan aklı eyleme geçmeyi emrediyordu. Buyruk verenin kimliği ve cismi bir kenara atıldı. Zaman mefhumu, insanın elinde tutabileceği bir nesne olmalıydı artık. Bitmeyecek bir savaş başlatıldı. Çünkü biten her şey salt yokluk gibidir. Tabiat insana gülümsedi. Yaratılışı itibarıyla iyi olan insan da ona karşılık verdi. Bütün kötümserleri ve iyimserleri bir kenara bırakılsın, aydınlanma çağının büyük uluları vardı. O ulular tarafından dogmalar eleştirildi. Dokunulamaz denilen tahtlar sallandı. Batıl inançlar ve yoz beyinler bilgi çağının çekiçlerinden nasiplerini aldılar. İnsan zekâsı bir kılıç ihtişamıyla parlıyordu. Diderot, D’Alembert, Voltaire ve Rousseau gibi beyin yontucular ortalığa bir aydınlanma dehşeti saçmıştı. Rousseau’nun fikirlerinin yılmaz savunucusu ve büyük ihtilalci Robespierre, 7 Haziran 1794 tarihli konuşmasında her şeyi özetliyordu: “de fonder sur la terre l’empire de la sagesse, de la justice et de la vertu” (Dünyada bilgelik, adalet ve erdem imparatorluğunu kurmak için) Doğa insana özgürlüğünü verdiği halde, zincirler içinde esir edilmiş aklın sesi olmayı arzuluyor Ansiklopedi Dergisi. Geçmişte Diderot ve D’Alembert’in çıkardığı Encyclopédie bizim adımızın da esin kaynağı oldu. Onların bir devamı olmayı haddimiz olarak görmesek de, bütün iyi niyetimiz ve temennimizle bilginin ışığını arayacağız. Günlük siyaset ve hamaset bizden uzak olacaktır. Ansiklopedi Dergisi’nin temel düsturunu ise şöyle belirledik: “Türkçe Bilim, Türkçe Sanat, Türkçe Yaşam” Ansiklopedi Dergi ii


Dogmalar ve Bilimdeki İlerlemeler: Tehditler ya da Hedefler Üzerine Samet Demir I. Dogma

Tanrı

inancı,

dogmaların

fanatizminden;

bilim

de Tanrıtanımazların

çıkarlarından

kurtarılmalıdır. Dünya üzerinde tek bir ulus yaşamadığı gibi, tek bir inanç sistemi de hakim olmamıştır. Evrensel kaidelerle donatılmış dinler ortaya çıkana kadar uluslar kendi kültür ve yaşayışlarına göre Tanrı seçmişlerdir. Göçebe ve savaşçı bir toplum et yemeyi yasaklayan bir dini benimseyemezdi. Böyle bir ulusun kağanı, savaş emretmeyen bir inancı kabullense bile halkını buna ikna edemezdi. Kaldı ki geçmişte kağanların ya da kralların Tanrı'dan bir parça hatta Tanrı gibi olduğuna inanılırdı. Yaşamlarını idame ettirmeye yaramayan hiçbir dayatma var mıydı ki ulusların kalbinde filizlenebilsin?

Gün oldu, İbrahim'in inancı bütün dünyaya yayıldı. Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran'da geçen öğretiler ortak unsurlar barındırıyordu. Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet insanlara hiç duymadıkları şeylerden bahsetmiyordu. Bu Semitik kökenli dinlerin geçmişteki inanışlarla da birçok ortak yanı bulunabilirdi. Bütün evrenin yaratıcısının tek bir irade olduğu, bazı inanç sistemlerinde, dört kitaptan önce de kabul ediliyordu.

İnsanın amacı salt mutluluk olursa düşünmekten kaçacaktır. Ya da işine geldiği gibi düşünecektir, işine yarayacak kadar bile değil. Ancak insanın bütün basitliğine rağmen, işlendiğinde kendisini yüceltebilecek olan, aklını kullanmaktan vazgeçmesini söyleyen hiçbir dayatma kabul edilemez. Hakikatlerin tadına akılla varılır. Hiçbir mutluluk yoktur ki, uğraş verilerek varılan esaslardan ruhu daha iyi okşayabilsin. Yüce bir ruhun okşanması gerekir, kalbi oyalayabilmenin en iyi yolu hakikatlerle uğraşmaktır.

1


Hakikatın araştırılması yolunda emin adımlar atmış, hürriyetin güzel yüzü, Tanzimat adamı Namık Kemal bir makalesinde şöyle buyuruyordu: “Bir mesele ne kadar izah olunsa, anlatışta hiç fasıla vermemek lüzumlu olduğu için, yazılmış şeylerin karanlık dalgalar gibi birbirini takip eden satırları, ıstıraplı düşüncelerinden kurtarmak (kurtarılması) mümkün olmayan birer korkunç girdaptır.”[1] Biz o girdaba doğru kürek çeken yürekli denizcileriz.

Bir Türk din bilgini Maturidi, akla ve istidlale (delil getirme, delil ile anlama) önem veriyordu: “İnsan yaratılmışları yönetmek yeteneği ile sivrilmiş, bu uğurda güçlüklere göğüs germek, onlar için aklen en elverişli bulunanı araştırmak, iyi ve güzel olanları tercih edip bunlara aykırı düşenlerden sakınmakla mümtaz (üstün) kılınmıştır. Bu hususları bilmenin yolu ise nesne ve olayları incelemek suretiyle aklı kullanmaktan ibarettir, başka bir yöntem de mevcut değildir. Ayrıca fevkalade durumların ortaya çıkışı ve şüphelerin üşüşüp gelişi halinde herkesin sığınacağı şey tefekkür (düşünme, zihin yorma) ve istidlalden ibarettir.” Görüldüğü gibi Maturidi; insanın akıl yürütmeye, düşünmeye ve deliller ile netice çıkarmaya kabiliyetli olduğunu ve bu özellikleriyle üstün kılındığını vurgulamıştır. Aklın tek başına her şeyi kavrayamadığı çok karmaşık durumlarda ise duyu ve haber yolu ile iyilik ve kötülüklerin ayırt edilerek bilgi elde etmenin mümkün olabileceğini belirtmiştir. Ancak haber, “içinde yanlış olması veya yalan bulunması muhtemel söz” demektir. Haberin doğru ya da yalan oluşu yine akıl yoluyla tespit edilebilir (Kutlu, 2003: 5-29).

“Bilinmeyen Yönleriyle Türk Din Bilgini” adlı makalenin yazarı Sönmez Kutlu, yazısına Maturidi'nin önemini belirten şu satırlarla son veriyordu:

“Günümüzde İslam dünyasında ve batıda bazı üniversitelerde ya da İlahiyat fakültelerinde, sınırlı düzeyde de olsa, Maturidi ve Maturidilikle ilgili konular çalıştırılmakta, lisans ve lisansüstü ders programlarında Maturidilik ve onun akılcı teolojisi okutulmaktadır.” (Kutlu, 2003: 5-29).

[1] Makale: “Lisân-ı Osmanî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” (Osmanlı Dili'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Düşünceleri Kapsamaktadır).

2


Maturidi'nin akla dayanan yüce felsefesinde dogmalara rastlanılmaz. O, insanı ne hayvanlarla bir tutmuştur ne de dogmaların karanlığına atmıştır. Hakikatlerin iyi bir araştırıcısı olarak yaşam sürmüş ve 944 yılında Semerkant'ta ömrü son bulmuştur. Din, toplumsal yaşam içerisinde gerekli bir müessese olarak görülebilir. Ancak, din toplumun yararı için var olmalıdır. Dinde akla yer vermeyen, akılla bilinmesi olanaksız şeyler ileri süren bir anlayış toplumsal yaşamda nasıl ortak bir payda haline gelebilir? Vehhabiler, Kuran'ın ve Peygamberin söylediklerinden başka hiçbir şeyi kabul etmezler. Akla hiç yer vermeyip doğrudan nakle inanırlar. Herhangi bir sisteme sahip olmayan akımlar da vardır. 19. yüzyıl başlarında Fas'ta ortaya çıkan, adını Ahmed el Ticani'den alan Ticanilik akımı Libya, Senegal ve Sudan gibi ülkelere yayılmış hatta 1930'lu yıllarda Kemal Pilavoğlu adlı bir yobazın liderliğinde Türkiye'ye kadar sıçramıştır. Ticanilerin Türkiye'deki eylemlerinden biri, iki Ticaninin 4 Şubat 1949'da Meclis'in dinleyici bölümünden -Türkçe ezana tepki olarak- Arapça ezan okumalarıdır. Şu iki şuursuz, Tanrı'ya Türkçe yakarmayı kafirlik olarak görüyor hem de Türk ülkesinde. Ticanilerin bir başka eylemi, 27 Şubat 1951'de, Kırşehir'deki Atatürk büstüne saldırmalarıdır.[2] Ya Türkiye'nin Türklerin olduğunu unutmuş olmalılar ya da beyinleri iptidai düşüncelerle o kadar doldurulmuş ki Türklüğe düşman olanların akibetlerini unutmuşlardı. Ulus başbuğu Atatürk'e yaptıkları hakaretler, o yobazların aynı zamanda ulus düşmanı olduklarını gösterir. Bir inanç sistemi, bünyesinde, ulusun kendi değerlerine aykırı düşecek esaslar barındırıyorsa, meşru değildir ve yok edilmelidir.

Nakşibendilik, Süleymancılık ve Nurculuk gibi tarikatlar da zarar vermektedir. Tarikatların çok yayıldığı yerlerde, iktidarların bu iptidai fikirli gruplardan çıkmış olma ihtimali yüksektir. İnsanlara düşen görev, bunlara karşı mücadeleye giriştiklerinde siyasetçilere güvenmemek olacaktır.

Devlet tarihimizde biraz daha geriye gidildiğinde, yine bir dinsel öğreti olan Batiniliğin, Selçuklu Devleti'nin başına az bela olmadığı görülür. Selçuklu veziri Nizamülmülk, Nizamiye Medreselerini kurarak halkın eğitilmesini ve bu yolla Batiniliğe karşı mücadele etmeyi amaçlamıştı. [2] Kırçak, Çağlar; Cumhuriyet'ten Günümüze Gericilik III, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, 2001

3


İnsanlığı zincirlere vuran dogmalar, Batı'da da sert yaptırımlarla beraber hüküm sürüyordu. Papa ve din adamları, din işlerinden çok siyasetle uğraşmaya ve servet edinmeye başlamışlardı. Halktan din adına toplanan paralar ile lüks içinde yaşıyorlardı. 16. yüzyılın başlarında, bir teoloji profesörü, Martin Luther bozuk düzene baş kaldıracak ve protesto hareketinin lideri olacaktı. Hem fikir, hem eylem adamı olan Luther, adını tarihe yazdıracak o meşhur girişimi, 1517'de Wittenberg kilisesinin kapısına 95 maddelik bildirisini asmasıyla birlikte görüşlerini açıkladı. Tanrı ile kul arasına kimsenin giremeyeceğini, Papalık tarafından günah affı yapılmasının geçersiz olduğunu, günahları ancak Tanrı'nın bağışlayacağını, Endüljans (günah çıkarma ve cennete gitmek için Papa'nın sattığı af belgesi) satışına aracılık yapan rahiplerin suçlu olduğunu duyurdu. Bildiri geniş yankı uyandırdı. Papa, Luther'i afaroz etse de Luther afarozu tanımadı. Papa, İmparator Şarlken'den Luther'i tutuklamasını istedi. Şarlken ise imparatorluk meclisinde, Luther'in ülke sınırlarının dışına çıkarılmasını ve eserlerinin yok edilmesi kararını aldı. Saksonya Prensi, Luther'e sahip çıktı. Bununla birlikte, Alman kralı Şarlken ile Alman prensleri arasında husumet başladı. Martin Luther'in öncülüğünde, Katolik kilisesinden ayrılanlar, Protestanlığı kurdular ve Şarlken'e karşı mücadeleye giriştiler. 25 yıllık bir mücadelenin ardından Alman İmparatoru Şarlken Protestanlık mezhebini tanımak zorunda kaldı.

Fransa'da benzeri reform hareketinin başını Kalven çekti ve Fransa Kralı IV. Henri tarafından 1598'de Nantes Fermanı yayımlandı. Böylece Kalvenizm kabul edilmiş oldu.[3] İngiltere'de de Anglikanizm kabul edilecekti.

Voltaire, İngiltere'de “Dostlar Topluluğu” olarak anılan Hristiyan bir mezhebin önde gelen kişilerinden biriyle yaptığı görüşmeyi, “Letters on England” eserinde bize aktarıyor. Quaker[4], Voltaire'i oldukça şaşırtan şeyler söylüyor: “Bizler Hristiyanız, ve daha iyi Hristiyanlar olmak için gayret ediyoruz, ancak bizim kanaatimize göre bir çocuğun üzerine su serpmek değil aklı onu bir Hristiyan yapar” (Voltaire, 2002: 7). Henüz Türkçe'ye çevrilmemiş olan “İngiltere Üzerine Mektuplar”da, dört mektupluk bölüm Quakerlar üzerine ayrılmıştı. [3] Kral XIV. Louis 1685'te bu fermanı yürürlükten kaldıracak ve birkaç yıl içinde 400.000'den fazla Protestan Farnsa'dan ayrılacaktı. [4] İngiltere'de 1665'ten beri “Dostlar Topluluğu” olarak anılan bir Hristiyan mezhebi ve bu mezhepte bulunan kişi.

4


Voltaire, “Safdil” adlı öyküsünde, tabiatı gereği, yine dogmalar üzerine gidiyordu. Mizahi, trajik ve eleştirel unsurlar barındıran bu öykünün, bizde Bekir Karaoğlu tarafından yapılan çevirisindeki şu satırlar dikkat çekicidir:

“Matmazel de Saint-Yves sordu: 'Tanrım, neden Huronlar Katolik değiller? Cizvit misyonerler onları dinimize döndürememişler mi?' Safdil ona ülkesinde kimsenin kimseyi din değiştirmeye zorlamadığını, hatta dillerinde dinsiz sözcüğü olmadığını söyledi” (Voltaire, 1999: 106).

Dogmaların fanatizmiyle dinlerin yozlaşması geçmişte büyük felaketler getirmiştir. Çağımızda ve yakın gelecekte ise, bilim yozlaşır ya da erdemsiz insanların ardına sığınacağı bir kale haline gelirse, insanlık için başka türlü bir felaket kaçınılmaz olur. Bilim kaynağını metafizik ve felsefe gibi ilimlerden alır. Kasvetli fikirlerden, aşırı soyut düşüncelerden ya da insanlığı pa-mal eden anlayıştan uzak durulmalıdır. Rousseau, erdemin önemini vurgulamak adına “Toplum Sözleşmesi”nde tarihsel bir gönderme yapıyordu:

“Sparta kurultayında edepsiz bir adam çıkıp da iyi bir düşünce ortaya attı mı, epheros'lar [5] bunu hesaba katmaz ve erdemli birini ortaya sürüp aynı düşünceyi bir de ona söyletirlerdi” (Rousseau, 1999: 194).

[5] Sparta'da devlet denetçilerine verilen ad.

5


II. Töz “Varlığı diğer varlıklara bağlı olmadan varolan” şey nedir? Felsefi bir adlandırmayla “töz” denilen... İnsan, aklıyla bu soruya Tanrı yanıtını vermezse epey ıstıraplı bir yola girer. Doğanın kendisi bile bir yaratıcıya ihtiyaç duyar. Ancak, hepsinden önce söylememiz gereken bir şey var ki; bir insanın Tanrı inancına sahip olabilmesinin yolu öncelikle kendi varlığını iyi tanımaktan ve onu etkileyen hususları, tümevaran bir düşünceyle evrenin gerçekliğini kavramasından geçer. Descartes, insanın her şeyden şüphe edebileceğini savunmasına karşılık düşünen bir varlık olan kendisinden kuşkulanamayacağını ortaya koymuştur. “Je pense, donc je suis.”[6] Akıl ve sağduyu insanların tamamında olsa da herkes aynı ölçüde yararlanamaz bu kavramlardan. Zihnin çalıştırılması ve olgunlaştırılması gerekir. Hakikati samimi bir şekilde arayan kişinin ilk kabul edeceği doğru, düşünmek ve bu yolla kendinin farkına varmak olacaktır. Rousseau, “Emile” adlı önemli eserinin içinde yer verdiği, “Savoylu Rahibin Amentüsü” bölümünde şunları yazıyordu: “Varım ve sayelerinde izlenim edindiğim duyulara sahibim. Bu beni etkileyen ilk gerçek ve bunu kabul etmek zorundayım (...) Duygularım kendi içimde yer alır, çünkü kendi varlığımın farkına vardırırlar; fakat bunlar için bir nedenim olsun olmasın beni etkiledikleri için nedenleri benim dışımdadır ve benden bağımsız şekilde üretilirler ya da yok edilirler (...) Böylece yalnızca ben varolmam, başka varlıklar da yani duygularımın objeleri de varolurlar; ve bu objeler sadece fikir olsalar bile bu fikirler yine de ben değilimdir. Ama duyularıma etki eden benim dışımdaki her şeye madde diyorum, ve ayrı varlık olarak birleştiğini varsaydığım tüm madde partiküllerine de kütle diyorum. Böylece idealistlerin ve realistlerin bütün tartışmaları benim için anlamsızdır (...) Artık evrenin varlığı hakkında kendim kadar emin olurum” (Rousseau, 2011: 279).

[6] Düşünüyorum öyleyse varım (Descartes).

6


Rousseau, Descartes'in “gerçeği aramada elzem gördüğü o kuşku ve belirsizlik” halinden hoşnut olmasa bile bu iki düşünürün birleştiği bir nokta vardır. O da, hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşündüklerinde yanıtlarının “Tanrı” olmasıdır. Türkistan bölgesinde, Farab yakınlarında doğduğu için Farabi adıyla anılan bilge düşünür, “Siyaset” başlıklı risalesinde; “kişinin ilk başlaması gereken bütün varlıkları incelemek suretiyle bu dünyanın ve parçalarının bir Yaratıcı'sı olduğunu bilmesidir” demektedir (Mücahid, 2005: 55-99). İskenderiye mektebinin büyük temsilcisi Plotin'e göre; “Tanrı, kainatı kendi mahiyeti icabı olarak yaratmıştır. Kainat; ışığın güneşten, sıcağın ateşten, soğuğun kardan, neticenin mütearifeden (doğruluğu kabul edilmiş teklifler) sudur (meydana gelme) ettiği gibi sudur eder.”[7] 17. yüzyılda yaşamış, Amsterdam doğumlu Spinoza; panteist bir görüşe sahipti. Spinoza, mutlak cevher olarak Tanrı'yı tanımakla beraber Tanrı'yı kainattan, kainatı da Tanrı'dan farklı görmüyordu. 16. yüzyılın ortasına doğru doğup 17. yüzyılın başında ölen İtalyan düşünür Giordino Bruno'daki, tabiatın yekvücut ve sonsuz olarak yani Tanrı'yı teşkil eden vasıflarla tasvir edilmesi anlayışı Spinoza'ya geçmiş olabilir. Spinoza bu hali ilmi bir şekilde ifade etmek istemiştir. Açık ve seçik (claire et distincte) olmadığı takdirde hiçbir tasavvurun doğru kabul edilmemesi gerektiğine, geometrinin hakikatlerin hedeflenmesi için en mükemmel yol olduğuna Descartes'a dayanarak ikna olduğundan, kesin bir surette zihne doğan fikirleri bir geometri önermesi gibi başlangıç noktası sayarak Tanrı'nın tek cevher olduğunu, onun kendi zatının sebebi olmasını icap eden zorunlulukla eşyanın da sebebi olduğunu ve sebebi olduğu bütün eşyanın kendi mutlak vücudu içinde kapsayıcısı olduğunu göstermeye çalışmıştır.[8] Spinoza, Descartes'in cevher hakkındaki görüşlerinin büyük bir kısmına katılmakla beraber cevherin mahiyetini ifade ederken ondan ayrılıyordu. Descartes ruhun özünü fikir, maddenin özünü cisim olarak belirtmişti ancak hür ve yaratıcı olarak tasavvur ettiği Tanrı'yı, yarattığı varlıklardan üstün ve mukaddes tutmuştu. Spinoza'ya göre; “Tanrı kainatın ve her şeyin [7] Suut Kemal Yetkin, “Etika” (Spinoza) önsözünden (1934). [8] a.g.e (sf. VI)

7


içinde var olan sebebidir, her şeyin içinde o vardır. Dünyada tesadüf ve hiçbir keyfi hareket yoktur; insanın hürriyeti de bu zarurete tabidir.”[9] Töz maddesinin başında yazdığımız şeylere geri dönelim. Kendimize ve bizden ayrı olup bizi etkileyen her şeye bakalım. Hareketlerimizi düşünelim; otururken, kalkarken ve yürürken, eklemlerimizin zihnimizin verdiği emirleri, tam manasıyla yerine getirebilmesi için hiç şaşmayan açılarla çalışmasına şahit olalım. İki yana doğru kollarımızı açtığımızda genel boyumuza göre tasarlanmış o muazzam yapıyı inceleyelim. Tabiat göz önüne getirilsin ve duygularımıza yön veren her obje akıllıca tartılsın. Bütün bu evrenin ardında hür bir zeka olmalıdır. İlk hareketin nedeni, gözlerimizle göremeyeceğimiz hatta tasavvur edildiğinde zihinlerimiz için dahi epey ıstırap verici üstün mutlak bir cevher olmalıdır. O, yarattıklarından üstündür. Tanrı'yı içimizde aramak boşuna çünkü ihtiraslarımız var. Ancak zihnimizde uyanabilir Tanrı düşüncesi. Zihnimize doğan fikirler, vicdanlarımızın çalışmasıyla yüreklerimizde yankı bulur. Yüreğimizde yankılanan şey histir, zihinlere doğan ise mantığımızın hareketi sonucu üretilmiştir. İnsanların hareketi kendiliğindendir. Bunun doğruluğunu hissedebiliriz, mesela zihnimiz parmaklarımızı hareket ettirmek istediğinde bu hareket gerçekleşir. Hayvanların da kendiliğinden harekete sahip olup olmadığını kesin surette bilemem. Benzerlikler kurularak yorum yapılabilir. Bunun haricinde kalan bütün maddelerdeki hareketler kazanılmış harekettir. Kötü sonuçlar veren hareketlerimizin nedeni Tanrı değildir. Tanrı anlık kararlar vermez, genel yasalar koyar. O, bütün her şeyin yaratılmasındaki ilk nedendir ve her şeyi insan için yaratmıştır. Düşünce insana aittir ve hiçbir kasvetli düşünce, kendini hayvanla bir tutma girişiminde başarıya ulaşamaz. İnsanın temel ihtiyaçlarının hayvanlardakiyle benzerlik göstermesi de eşitlik getirmez. İnsan keskin bir akla sahiptir, aklını işlemesiyle, insanın varoluşunu tamamlayan ve onu hayvandan ayıran bir ülküsü olur. Sonsuzluk ve zaman mefhumu ise Tanrı'nındır. “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek üzere türemiş.” Dünya bir duygular (sens) alemidir. Tanrı, duygular alemine inmez. O'nu ağaçta, suda ya da yarattığı herhangi bir eşyada aramak boşunadır ancak kainatın muazzamlığı, her şeyin birbiriyle düzen içinde var oluşu, kainattan ayrı ve üstün bir Tanrı'nın varlığının delilleridir. [9] a.g.e (sf. VI-VII)

8


Güneşin şaşmayan rotası, gezegenlerin yörüngelerinin teğetinde bulunuşu, Dünya'nın hareketi bize bütün bunların ardında hür bir irade ve zekanın olduğunu gösteriyor. İnsan, izlenimlerine dayanarak aklını kullandığında ve tutkularından arınıp vicdanında yankılanan kuvvetli sese kulak verdiğinde, bir yaratıcıya ulaşır. Varoluşun bir nedene bağlı olması, nedensiz var olanın tek olması gerektiği insan aklının kavrayabileceği bir gerçekliktir. Vicdanımızda yankı bulmayan fikirler acı vermekten, mantığımız ise bahsettiğimiz şeylerin etrafında gezinmekten öteye gidemeyecektir. III. Bilimdeki İlerlemeler Tanrı genel yasalar koyar ancak bilim sürekli işlemek zorundadır. Teori aşamasında kalmış kesin bir surette ispatlanamadığı için - çalışma olduğu gibi, teoremi öne süren kişiden farklı bir kişi tarafından kanıt getirilen çalışma da olmuştur. Yahut hiçbir şekilde ispatlanmasa dahi aksi görüşün lehine yeterli deliller getirilemediği için tam manasıyla çürütülemeyen teoriden de söz edilebilir. Felsefe sürekli sorular sorar ve o sorularla yetinir. Kesin yanıtlar aramak felsefenin ihtirasları arasında yoktur. Bilim her ne kadar felsefeden yararlansa da onun yanıtlara ihtiyacı vardır. İnsanlığa yarar sağladığı sürece bilimin ilerlemesi şarttır. Evrenin sırlarını ortaya çıkarmak kuşkusuz asırlardan bu yana bilim insanlarının takip ettiği yol olmuştur. Papalığın İtalya'da güçlü olduğu zamanlarda, Katolikler tarafından izin verilen tek astronomik görüş dünya merkezli evren doktriniydi. Polonya Krallığı'na bağlı topraklarda doğan Astronom Nikolaj Kopernik (1473-1543), Güneş merkezli gezegen sistemi düşüncesini kabul ediyor yani evrenin merkezine Dünya'yı değil Güneş'i koyuyordu. Galileo, 1632 yılında “İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog” adıyla bir kitap yayımladı. Kopernik'in “güneş merkezli evren” görüşünü savundu. Engizisyon Mahkemesi'ne çıkarıldı ve

Galileo

görüşlerini reddetmeye zorlandı. Ancak güneş merkezli evren düşüncesi insanların zihinlerine yerleşmeye başlamıştı.

9


Aslına bakılırsa, Galileo'dan hatta Kopernik'ten çok daha önce Astronom Aristarkhos, Güneş'in evrenin merkezinde yer aldığını ve gezegenlerin onun etrafında döndüğünü açıklamıştı (MÖ 280). Kopernik, Güneş merkezli gezegen sistemini açıklamıştı ancak dairesel yörünge düşüncesinden dışarı çıkmamıştı. Johannes Kepler, yörüngelerin daire olmadığı sonucuna varacak ve 1609'da “Yeni Astronomi” adıyla bir kitap yayımlayacaktı. Gezegenlerin Güneş'in etrafında elips şeklinde döndüğünü anlattı. Elips şeklinde yörünge, Kepler'in gezegen hareketleri alanında ilk kanunudur. Kitabında gezegen hızının Güneş'le olan mesafeye göre nasıl değiştiğini anlattığı ikinci bir kanun daha geliştirmiştir. Güneş'in elipsin odak noktalarından birinde yer almasıyla, gezegen, Güneş'e yaklaştıkça hızlanır (Asimov, 2006: 135).

1. Yörünge Yasası: Gezegenler, Güneş'in odaklarından birinde yer aldığı eliptik yörüngelerde dolanırlar. 2. Yörünge Yasası: Bir gezegeni Güneş'e bağlayan doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanları tarar. Eşit alanlar yasası: İki alan birbirine eşittir ve gezegenin dolanımı Güneş'e yaklaştıkça hızlanır.

Gezegenlerin ve uydularının hareketlerine ilişkin önermeler, “bilimin mutlu çocukluğu” Newton'la gelişmiştir. (Newton'un ortaya koyduğu önermelere nasıl ulaştığından çok vardığı sonucu konuşmakta fayda var yoksa bu yazı hiç bitmeyecek. İşin o kısmıyla fizikçilerimiz, matematikçilerimiz, gökbilimcilerimiz ilgileniyordur). Gezegenler Güneş'in ve uydular da bağlı oldukları gezegenlerin çevresinde döner. Newton; “Ay'ın Dünya'ya doğru bir çekim 10


içinde olduğunu, her zaman doğrusal hatlı bir hareketle çekildiğini ve yerçekimi kuvveti sayesinde yörüngesinde kaldığını” belirtir (Cropper, 2006: 49). Hakikatlerin ortaya çıkarılmasının yolu yalnızca matematik formüllerinden geçmez. Portekizli denizci Macellan'ın, Büyük Okyanus'a “Pasific” (sakin) adını veren adam, yaptığı seyahatle birlikte Dünya'nın yuvarlak olduğu ispatlanmış oluyordu. History Channel'in, Türk denizcisi Piri Reis'i anlattığı bir belgeseldeki şu ifadeler dikkat çekicidir: “1929'da tarihçiler bir harita buldu. Bu harita boyalı bir deri parçasıydı. Onlar 16. yüzyılın Türk amirali Piri Reis'e ait orjinal bir belge gördüler. Ama siz bunu diğer haritalarla karşılaştırdığınızda ve çok eskilere gittiğinizde, harita zamanında henüz keşfedilmemiş yerleri tasvir eder (...) Ayrıca Piri Reis Kuzey Afrika ve Avrupa'nın kıyılarını tam olarak çizdi. Ama Antartika'nın kuzeyinin çiziminde asıl şaşırtıcı olan şey teorisyenlere göre eski garip şekillerdir. Çünkü bu bölge 300 yıla kadar keşfedilmemişti. O nasıl buradaydı? (...) Tarihçiler onun haritasıyla modern haritayı karşılaştırdıklarında şaşakaldı. Bütün detaylar fantastik bir şekilde doğruydu. Ama o yüzyılda böyle bir harita nasıl var edilebilir?” İnsan zayıf bir varlıktır ve bilim onu yenemeyeceği hastalıklara karşı korumak için geliştirilir. Burada,

hastalık

ifadesiyle

fikir

hastalıklarını

kastettiğim

gibi

insanın

fiziksel

rahatsızlıklarından ve bozukluklarından bahsetmek istiyorum. Yobazlık bir fikir hastalığıdır, bilim ilerledikçe dogmalar çürüyecektir. Ancak dogma diyerek Tanrı'yı kasıt almıyoruz. Bilim, Tanrı'yı karşısına alırsa hüsrana uğrar. İnsan, Tanrı'yı taklit etmemeli, O'nu anlamaya çalışmalıdır. 16. yüzyılda yaşamış İsviçreli doktor ve kimyager, “De Natura Rerum” (Doğal Şeylerin Üretilmesi) adlı kitabında, yaşayan organik maddenin kimyayla yapılabileceğine inanıyor, “yapay insan”ın formüllerini veriyordu. Paracelsis, bize o yapay insanlara nasıl duygu ve düşünce yükleyeceğini anlatsın.

11


Tabiat bir mücadele alanıdır. İnsanlar, bu çarpışma sahasında daha sağlam durabilmek için öjyenik teoriyi geliştirmiştir. Öjyenik, “çeşitli yöntemlerle insan ırkının ıslahını veya istenmeyen karışımlardan arındırılmasını konu edinen bilim” olarak ifade edilebilir. Bir Türk münevveri Hüseyin Nihal Atsız, 1964 yılında “İlericiler” adlı bir makale kaleme alır. Şu satırlar konumuzla ilgilidir: “İsveç, Norveç ve Danimarka'da kadınlar için sun'i aşılama ile gebelik kanunu vardır. Aslına bakılırsa sağlam nesil yetiştirmek için bu usul pek yerindedir. Ama bu yerinde olan işi gel de Türkiye'de uygula bakalım. Yer yerinden oynar. Çünkü Türk Milleti'nin düşünüş tarzı, ahlak prensipleri ve insanlık gururu büsbütün ayrıdır” (Atsız, 1992: 80). Yıllar ilerledikçe milletlerin düşünüş tarzı da değişebiliyor. Milletler, tarih sahnesinde kalabilmek için çağın dinamiklerine ayak uydurmak mecburiyetindedir. Ancak bilim de etik değerlerin hududunu aşmamalı, kendini ilerlemenin çılgınlığına kaptırarak insanlık onurunu çiğnememelidir. İş sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinden çıkıp tek tip insan yaratmaya kadar varırsa duygular yok edilebilir. Bugün tıp bilimi, doğacak çocuğun göz rengine karışabilecek kadar imkanı elinde bulundurmaktadır. Bu kadarı Tanrı'nın işine karışmak mıdır, karar vermek güç. Günümüzde en çok tartışılan konulardan biri ise yapay zekadır. Makineleşme çağındayız. Doğanın dengesi cidden bozulmaya başlamış bu arada çareyi “robot arılar” fikrinde arayanlar bile olmuştur. Hollywood senaryoları gerçekleşecek gibidir. Gündemdeki dahi fizikçi Stephen Hawking de İngiliz İndependent gazetesi için yapay zeka konusuyla ilgili uyarılarda bulunan bir makale kaleme aldı:

12


“Uzun vadede partiküllerin insan beyninden daha gelişmiş hesap ve planlar yapacak şekilde organize olmasını engelleyecek hiçbir fizik yasası bulunmuyor. Böyle bir oluşum bizler için büyük bir dönüm noktası olabilir. Yapay zeka sürekli kendini geliştirir. Böyle bir teknoloji ekonomik piyasaları kontrol altına alır. İnsan mucitlerden daha fazla keşif yapmaya başlar, insanların anlam bile veremediği silahlar geliştirebilir.”[10] Kısacası Hawking, “yapay zekanın gelişmesi insan ırkının sonu anlamına gelebilir” diyor. Son sözü Tanrı söyleyecek, biz bu yazımızdaki son sözü söyleyelim: Dünya bir duygular alemidir. Kıyamet, sanırım, duygusuz varlıkların yükselmesiyle gelecektir.

[10] Birce Bora, “Yapay Zeka İnsanlığın En Büyük ve Son Başarısı Olabilir”, Hürriyet, 03.05.2014

13


KAYNAKLAR: Dogma * Arouet, Francois Marie (Voltaire); Letters on England, Pennsylvania State University, Pennsylvania, 2002 * Arouet, Francois Marie (Voltaire); Safdil (Çev: Bekir Karaoğlu), Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Dünya Klasikleri Dizisi: 44, 1999 * Kırçak, Çağlar; Cumhuriyet'ten Günümüze Gericilik III, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Aydınlanma Dizisi: 193, 2001 * Kutlu, Sönmez; “Bilinmeyen Yönleriyle Türk Din Bilgini: İmam Maturidi”, Dini Araştırmalar, Cilt 5, Sayı 15, sf. 5-29, 2003 * Mehmet Kaplan & İnci Enginün & Birol Emil; “Lisân-ı Osmanî'nin Edebiyatı Hakkında Mülahazatı Şamildir”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II: 1865-1876, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1978 * Rousseau, Jean Jacques; Toplum Sözleşmesi (Çev: Alpagut Erenuluğ), Öteki Yayınevi, Ankara, 1999 Töz * Mücahid, Huriye Tevfik; Farabi'den Abduh'a Siyasi Düşünce (Çev: Vecdi Akyüz), İz Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2005 *

Rousseau, Jean Jacques; Emile ya da Çocuk Eğitimi (Çev: Cumhur Atay), Parşömen

Yayıncılık, İstanbul, 2011 * Spinoza, Baruch; Etika (Çev: Suut Kemal Yetkin), İstanbul Devlet Basımevi, İstanbul, 1934

14


Bilimdeki İlerlemeler * Asimov, Isaac; Bilim ve Buluşlar Tarihi (Çev: Elif Topçugil), İmge Kitabevi, Ankara, 2006 * Atsız, Hüseyin Nihal; “İlericiler”, Makaleler IV, Baysan Yayıncılık, İstanbul, 1992 * Bora, Birce; “Yapay Zeka İnsanlığın En Büyük ve Son Başarısı Olabilir”, Hürriyet, 03.05.2014 * Cropper, H. William; Büyük Fizikçiler: Galileo'dan Hawking'e Büyük Hayatlar (Çev: Nurettin Elhüseyni), Oğlak Bilimsel Kitaplar, İstanbul, 2006

15


Sinemanın İmparatoru: Kurosawa Mert Karslıoğlu

1. Çocukluk ve Gençlik: Olgunlaşma Yılları ve Arayışlar Akira Kurosawa, Japonya'nın yetiştirdiği en büyük sinemacılardan biridir. Daisuke İto, Kenji Mizoguçi, Yasujiro Ozu, Nagisa Oşima, Godzilla(Gojira)'nın yaratıcısı İşiro Honda gibi Japon sinemasını bugünkü yerine taşımış önemli isimler arasında ilk sıralardadır. Japonlar onu “İmparator” lakabıyla anarlar. Akira, 1910 yılında Tokyo'da doğdu. Üç ablası ve iki ağabeyi vardı. Babası İsamu Kurosawa, köklü bir samuray ailesine mensuptu ve İmparatorluk Ordusu Toyama Akademisi mezunuydu. Askeri okulda öğretmenlik yapan İsamu, sert mizaçlı, disiplinli ve samuray geleneklerine hala bağlı bir adamdı. Bunun yanında oğlu Akira'nın sinemaya olan ilgisi onun sayesinde olmuştur. İsamu, oğlunu küçük yaşlarından itibaren batı filmlerinin de oynadığı sinemalara götürmüş, tiyatro gösterilerini izlettirmiştir. Akira'nın annesi Şima ise Osaka'dan göç etmiş zengin tüccar bir aileden gelmekteydi.

16


Kurosawa'nın ilk ataları samuray savaşçılarıydı. Kurosawa'nın anlattığına göre, ilk atası kuzey savaşçılarından Abe Sadato(1015-1062)'dur. Bu köklü maziye rağmen Akira, cılız, kuvvetsiz ve kendine güvensiz bir çocukluk geçirmiştir. Çocukluğunda arkadaşları onunla “Konbetosan” yani “Bay Sulugöz” diye alay edermiş (Kurosawa; 2006, 10). Okul derslerinde de başarısızdır: “Zeka engelli bir çocuk olduğumu düşünmek istemiyorum, ancak kavrayabilme açısından yavaş olduğum bir gerçekti. Çünkü öğretmen ne söylerse söylesin bir şey anlamıyor ve bir köşede oturup kendimi avutmaya uğraşıyordum. Sonunda sıram ve sandalyem diğer çocuklarınkinden ayrıldı ve bir köşede benim için özel bir uygulama başlatıldı” (Kurosawa, 2006: 8). Akira, babasının desteğiyle “Sulugöz” döneminden kısa sürede kurtulacaktır. Kılıç dersleri (Kendo) alarak ataları gibi samuray ruhuna yaklaşacaktır. O dönemde okullarda askerlik ve kılıç dersleri müfredata sokulmuştur. Bunu dahi yeterli görmeyen babası, Akira'yı Kendo için özel hocalara yollamıştır. Akira, Japonlarda pek rastlanmayan şekilde uzun boylu bir yetişkin olacaktır ileride. Boyu 1.80'i geçen Akira, yetmiş küsür kilosuyla da çocukluğundaki cılız ve narin halinden epey farklıdır. Akira ayrıca iyi bir yüzücü, beyzbol oyuncusu ve golf oyuncusu da olmuştur sonraki yıllarda. Kurosawa'nın hayatında onu ileriye taşıyan iki kişi olmuştur: Birisi ağabeyi Heigo, diğeri ilkokul öğretmeni Seici Taçikawa. Abisi Heigo, Akira'nın hayatında tam bir yol göstericidir. Babasının onu küçüklüğünden itibaren sinemaya götürmesinin yanında, bir de ağabeyinin o zamanki sessiz filmlerde anlatıcı-yorumcu (benşi) olarak çalışması Akira'yı kaçınılmaz kaderine yaklaştırmıştır. Aslında Akira'nın ilk hayalleri sinemaya değil resme yönelikti. Resim yapmayı seviyordu ve sanat akademisine girmeyi arzuluyordu. Buna rağmen akademi sınavlarını kazanamadı. Başarısızlık Akira'yı yıldırmamıştı; ertesi yıl, on sekiz yaşındayken Ulusal Nitten Galerisi'nde resimlerinden biri sergilenmiştir. Bu büyük sayılabilecek başarıdan sonra hayatın rüzgarı Akira'yı ressamlıktan bambaşka yollara savuracaktır: “...Tuval ve boya masrafları o kadar 17


yüksek rakamlara ulaşıyordu ki ekonomik durumu zaten bozuk olan babamdan isteyemiyordum. Bu yüzden kendimi tam olarak resme veremediğim için müzik ve sinemayla ilgilenmeye başladım” (Kurosawa, 2006: 71). Akira, incelediği ressamların tablolarından ve resim kataloglarından teknik pek çok şey kapmıştı. Ayrıca sinema, müzik, tiyatro gibi alanlarda da bilgisi vardı. Tüm bu bilgi ve ilgilerini kullanabileceği bir mecra aramaktaydı. On dokuz yaşındayken bu mecrayı buldu, daha doğrusu bulduğunu sandı. “Proleter Sanatçılar Birliği” adında bir grubun içine dahil oldu. O dönemde Japonya siyasi, toplumsal ve ekonomik çalkantılar içindeydi. Genç Akira da bir Japon olarak ülkesi hakkında düşünmekte ve fikir üretmekteydi. Lakin buradaki birkaç yıllık deneyimi ona pek bir şey kazandırmayacaktır. Proleter Sanatçılar Birliği ve Proleter Sanat Araştırmaları Enstitüsü'nde hazırlanan sergilere katılmıştı. Sosyalist bir gazetenin kısa sürede editör yardımcısı dahi olmuştu. Lakin sosyalist yaklaşım ona göre dar bir görüştü. Akira, daha geniş düşünen bir insandı ve yaptığı işler onu tatmin edemiyordu. 1932 baharında, hastalığı da bahane oldu ve enstitüyle olan bağlarını kendi isteğiyle kopardı. 1930'larda sesli sinema Japonya'ya yeni yeni geliyordu. Filmlerin sesli olması, sessiz filmleri canlı canlı anlatan ve yorumlayan “benşi”ler için işsiz kalmak demekti. Akira'nın çok sevdiği ağabeyi Heigo da başarılı ve kariyer yapmış bir benşiydi. Teknolojinin kaçınılmaz ilerleyişinden kimse kaçamazdı. Sonunda sesli filmler galip geldi ve bütün yorumcuanlatıcılar işsiz kaldılar. Bu olayların üzerine Heigo, Akira'yı çok derinden etkileyecek bir şey yaptı: İşsizliğe ve gözden düşmeye katlanamayarak intihar etti. Kurosawa'nın hayatında ağabeyinin intiharı “hatırlamak istemediği bir olay” olarak kalacaktır.

18


2. Sinema Yolu: Yepyeni Ufuklar Akira, ağabeyinin ölümünden sonraki üç yılı, hayatına yön verebilmek için amansız bir arayışla geçirdi. Ta ki 26 yaşına gelene dek. Kurosawa, 1935 yılında gazetede bir ilan gördü: PCL Stüdyoları, yönetmen yardımcıları arıyordu. Akira, resim, müzik, sinema ve tiyatro hakkında pek çok şey okumuş, pek çok şey izlemişti. Bu ilan ona cazip bir iş gibi görünmüştü ve başvurmaya karar verdi. Akira, “bir düş fabrikası” olarak nitelediği PCL Stüdyoları(Photo Chemical Laboratory)'nda 27 Şubat 1936'da işe başladı. Burada, onun büyük bir yönetmen olmasını sağlayacak üstadı Kojiro Yamamoto'yla tanıştı. İlk yönetmenlik deneyimleri de onun yanında yardımcı yönetmenlik yaptığı dönemde olmuştur: “Sonunda başarmıştım. Yama-san'ın yaptığı iş, benim çocukluğumdan beri yapmak istediğim işti” (Kurosawa, 2006: 98). Böylece Kurosawa, kendi benliğini ve kişiliğini tam olarak bulacak ve dünyaya kendini büyük yönetmen Akira Kurosawa olarak tanıtabilecektir. Kendi milleti de ona “İmparator” lakabını takacaktır. Üstadı Yamamoto'nun önerisiyle senaryo yazmaya da başlayan Kurosawa, PCL'nin ve ustasının en gözde yönetmenlerinden biridir artık. Çakkiri Kinta (1937), Milyoner (1937), Hayat Bir Sürprizdir (1938), Tocuro'nun Aşkı (1938), Kompozisyon Sınıfı (1938), Atlar (1941) gibi filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev almıştır.

19


PCL Studios, daha sonraki yıllarda Toho Film Şirketi'ne dönüşecekti. Kurosawa, burada ustası Yamamoto dışında Takizava Eisuke, Fuşimizu Şu ve Naruse Mikio gibi yönetmenlerle de çalışmıştır. Kurosawa, o yıllarda yardımcı yönetmenliğinin yanında başka film şirketlerine yazdığı senaryolardan da para kazanıyordu. Bu senaryoları ve çektiği bir çok filmi, o zamanın “Sansür Komitesi” yüzünden zorluklarla karşılaşıyordu. Japonya, Dünya Savaşı'nın getirdiği militarizmin, aşırı milliyetçi akımların etkisindeydi. İmparatorluk denetçileri, pek çok filmdeki aşk sahnelerini bile çok “Anglo-Sakson” olduğu gerekçesiyle kesiyordu. “Amerikanvari” olarak görülen her hareket ceza görüyordu. Kurosawa, bu yüzden pek çok kez Sansür Komitesi'yle kafa kafaya gelmiştir. Kurosawa, o yıllarda içkiye de alışmıştı. Senaryolardan kazandığı tüm parayı içkiye yatırır olmuştu. O dönemde “ülser başlangıcı ve gastrit” sebebiyle rahatsız olduğunu kendisi söyler (Kurosawa, 2006: 122). Akira Kurosawa, ilk yönetmenlik deneyimini 1942'de çekmeye başladığı ve senaryosunu da kendisinin yazdığı “Sugata Sanşiro” ile yaşayacaktır. Bir film yönetmek, tam da Kurosawa'nın kişiliğine uygun bir yaşam biçimiydi: “Bir film yapmak, dik bir uçurumdan aşağıya inmek değil, tepenin yamaçlarından tepeye doğru tırmanmak demektir bence. İlk filmimin bende yarattığı izlenim; keyifli bir gezi, bir piknik gibi olmasıydı” diyor İmparator (Kurosawa, 2006: 132). Bu güzel deneyimlerine rağmen, savaşın getirdiği zorlu süreç Kurosawa'nın canını sıkmaya devam edecektir. Yönetmen yardımcısıyken karşısına dikilen “sansür” engeli yine tepesindedir. İlk filmini, gerektiği üzere incelenmesi için İçişleri Bakanlığı'na yollar. Sansür Kurulu, filmin bazı sahnelerini “Anglo-Sakson” bulur. Kuruldaki bazı asker üyeler, filme hakaretlerde bulunur. Lakin kurulda bulunan, üstadı Yamamoto'nun dostu olan yönetmen Ozu Yasutiro, ortamı yumuşatır. Kurosawa'nın çalışmasını çok beğenmiştir ve filme övgüler yağdırır. Ozu'nun ve diğer yönetmen kurul üyesi Tasaka Tomotaka'nın yardımlarıyla film komiteden izni koparır. Kurosawa, o günü hatırlarken şöyle demektedir: “...Fakat benim 20


sinirim bir türlü geçmek bilmiyordu. O iskemleyi alıp Sansür Kurulu üyelerinin kafasında kırsaydım sakinleşebileceğimi düşünüyordum. Bugün bile, bunu yapmama engel olan Ozu'ya şükran borçluyum” (Kurosawa, 2006: 137). Kurosawa, bu filminden sonra yine senaryosunu kendisinin yazdığı “İçiban Utsukuşiku/En Güzel” (1944) ve “Sugata Sanşiro 2” (1945) filmlerini yönetecektir. Bu arada, “En Güzel” filminde oynayan aktrist Yoko Yaguçi (gerçek adı Kato Kiyo) ile evlenecektir (1945). Bu evliliklerinden çiftin bir erkek (Hisao – 1945) ve bir kız (Kazuko – 1954) evlatları olacaktır. Kurosawa ile Yoko, aktristin 1985'deki ölümüne kadar evli kalacaktır. 3. Dünya Savaşı Sonrası Yeni Japonya ve Kurosawa Akira Kurosawa evlendiği sırada Amerikan uçakları da Tokyo'yu bombalamaktaydı. Kurosawa, dördüncü filmi “Kaplanın Kuyruğuna Basanlar”ı da tam bu sıralarda çekmeye başlamıştı. Japonya savaşı kaybetmiş ve ABD askerleri General Mac Arthur yönetiminde ülkeyi işgal etmişlerdi. Japon İmparatoru Hirohito (Şova) ve maiyetindekiler, savaşın kaybedilmesi ihtimalinde tüm ülkenin, yani yüz milyon küsür Japon'un, toplu bir intiharla (harakiri) onurlu bir şekilde ölmesini uygun görmüştü. Bu çılgınca fikir, işgalden sonra neyse ki uygulanmamıştır. O sancılı dönemi anlatırken Kurosawa şöyle demekte: “Eğer imparator silahların bırakılması yerine, 'Yüz Milyon İnsanın Onurlu Ölümü' kararını verseydi, şimdi sokaklara dökülen bu insanların hepsi emri yerine getirecek ve kendilerini öldüreceklerdi. Ben de aynı şeyi yapacaktım. Kendisini feda edebilme yolunda büyük özveri anlayışıyla yetişen ve büyüyen Japonlar, 'ben' demeyi sanki ayıp bir şey gibi değerlendirirler. Bize böyle öğretildiği için sebebini sormak bile hiçbir zaman aklımıza gelmemiştir” (Kurosawa, 2006: 152). Japon milletinin - doğulu bir millet olarak - bireye vermesi gereken değerlerdeki eksiklik, Kurosawa'yı özellikle Dünya Savaşı döneminde ve akabinde çok düşündürmüştür. Japonlar, bireyden çok devleti öncelik sırasına koymuşlardır. Kişilik hakları, birey tercihleri gibi kavramlar, İmparator ve kutsanmış devletin yanında sözü edilemez şeylerdir. Amerikan 21


baskısıyla kurulmaya çalışılan parlemento ve demokratik düzen, Kurosawa'ya göre ancak “ben kelimesinin pozitif bir değer ve anlam taşıması”yla mümkün olabilecektir. Tüm entellektüel ve sosyal düşüncelerinin yansıması olarak ortaya çıkan beşinci filmi “Gençliğime Hayıflanmıyorum” (1946), işte temeldeki bu “ben” sorununu ele almıştır. Hatta film o dönemde çok popüler olmuş ve “hayıflanmak” deyişi her yerde duyulmaya başlanmış, ağızlara pelesenk olmuştur. Yönetmen, 1947 ve 1948 yıllarında “Harika Bir Pazar” ve “Sarhoş Melek”i çekti. Sarhoş Melek filmi, Kurosawa için dönüm noktalarından biri olmuştur. Çünkü onun - Sarhoş Melek dahil - 16 filminde başrol oynayacak aktör Toşiro Mifune'yle bu filmin oyuncu seçimleri sırasında tanışmışlardır. Mifune daha önce, Toho Stüdyosu'nun yaptığı iki filmde başarılı yan rollerde oynamış ve Kurosawa'nın dikkatini çekmişti. Mifune, bundan böyle Kurosawa'nın yaratacağı samuray karakterlerini canlandıracak büyük oyuncu olarak dünyaca tanınacaktır (özellikle Saklı Kale, Yedi Samuray, Sanjuro ve Yojimbo filmleriyle adını duyurmuştur). O yıllarda Japonya'da yaşanan sosyal ve ekonomik çalkantılar sinema sektörüne de sıçramıştı. Kurosawa'nın kendi kişiliğini bulduğu Toho Stüdyoları ikiye bölünmüştü. Yeni kurulan sosyalist anlayışa sahip Şin-Toho (Yeni Toho) Yapım Şirketi, Kurosawa'nın kısa süre çalışmalarını yürüteceği yer olacaktır. Bu karmaşık yıllarda sinema emekçileri, işçiler, hatta oyuncular greve gidecek; sektörün işleyişi bir hayli aksayacaktır. Kurosawa Şin-Toho'nun dışında üç yıl boyunca Daiei, Şoçiku gibi stüdyolarla da çalışmıştır. Kendi deyimiyle “bir somon balığı misali doğduğu yeri unutmayan” Kurosawa, 42 yaşında yeniden Toho'ya dönmüştür. Kurosawa, 1949-1950 yıllarında “Sessiz Düello”, “Kuduz Köpek” ve “Skandal” filmlerini çekmiştir. 1950 yılı ise onun dünya çapında tanınacağı ve parlayacağı zamanın artık geldiğini göstermektedir. “Raşomon” adlı filmiyle Akira Kurosawa önce Venedik Film Festivali'nde “Altın Arslan” ödülüne sahip olmuş, sonra 1952 yılında Amerikan Akademi Ödülleri Töreni'nde “Onur Ödülü”ne layık görülmüştür. 22


Raşomon'u, İtalyan filmlerinin Japonya temsilcisi ve Doğu Bilimci Profesör Giuliana Stramigioli Venedik Film Festivali'ne taşımıştır. Kurosawa'nın değil ödül aldığından, filminin Venedik'te gösterildiğinden dahi sonradan haberi olacaktır. Bu büyük olay için Kurosawa şöyle diyor: “Bu olay, uyumakta olan Japon sinema endüstrisinin kulaklarına su dökmek gibi bir şeydi” (Kurosawa, 2006: 197). Gerçekten de Raşomon, Japon sinemacılarının silkinmeleri için vesile olmuştur. Kurosawa ismiyle beraber dünya sinemaları da Japon endüstrisine projektörlerini çevirecektir.

Kurosawa, Oscar töreninde George Lucas ve Stephen Spielberg ile beraber (1990) 4. İmparator Kurosawa: Dünya Çapında Bir Yönetmen Japonlar onun için “İmparator” namını kullanır. Kurosawa, gerçekten de sinemanın krallarından adını en çok tekrarlatanlardan biridir. Kurosawa, sanattaki yerini hak edebilmek için

yıllarca geleneksel Japon tiyatrosu “No” üzerine çalışmış, No'nun yan kolu olan

“Kabuki” üzerine eğilmiştir. Japon ve dünya klasiklerini okumuş, gençliğinden itibaren okuduğu kitaplardan kişisel notlar çıkarmıştır.

23


Kurosawa, bütün filmlerinin senaryolarını kendisi yazmıştır: “Bana bir prodüktör ya da film şirketi tarafından dayatılan hiçbir film yönetmedim. Benim filmlerim belirli zamanlarda ve belirli yerlerde kendi düşüncelerimden filizlenir” (Kurosawa, 2006: 202). “Kötü bir senaryoyla çok iyi bir yönetmenin bile iyi bir film yapamayacağı” düşüncesinde karar kılan Kurosawa; üstadı Yamamoto'nun “iyi yönetmen olmak için iyi senaryo yazmalısın” öğüdünü böylece yerine getirmiş ve yazdığı senaryolarla bütün dünyayı etkilemiştir. İlk filmi “Sugata Sanşiro”, Japon yazar Tomito Tsuneo'nun 1942'de çıkan aynı adlı romanından uyarlanmıştır. 1945'teki “Kaplanın Kuyruğuna Basanlar” ise bir No tiyatrosunun anonim öyküsünden sinemaya uyarlamadır. Bu uyarlamaları ve gelecekteki tüm senaryolaştırma çalışmalarını Kurosawa yapacaktır. Akira Kurosawa'nın ilk dev filmi “Raşomon”un senaryosu, Japon öykücü Ryunosuke Akutagawa'nın

“Ormanın

Sıklığında”

ve

“Raşomon”

öykülerinden

esinlenilerek

senaryolaştırılmıştır. 1951 yapımı “Hakuçi/Budala” Dostoyevski'nin meşhur klasiği “Budala”nın Japon versiyonudur. 1957 yapımı “Donzoko” ise Maksim Gorki'nin “Ayaktakımı Arasında” adlı romanından esinlenmiştir. Çocukluğundan beri babasıyla gittiği sinemalarda çoğunluklu Amerikan ve Avrupa yapımlarını seyretmiştir: Charlie Chaplin, William Hart gibi oyuncuları izlemiş; John Ford, Josef Von Sternberg, D. W. Griffith, Jean Renoir gibi dönemin büyük yönetmenlerinin yapıtlarını görmüştür. Kurosawa, entellektüel derinliğe sahip bir insandır. Klasik Japon edebiyatını, tiyatrosunu incelemiş, bunun yanında batı klasiklerini okuyup anlamaya çalışmıştır. Gerçekten de yaptığı filmler ve yazdığı senaryolar, o güne kadarki Japon sinemacılığında ve sanatsal düşünce çevresinde büyük yenilikler getirmiştir. Goethe, Shakespeare, Dostoyevski, Gorki gibi batının klasik yazar ve düşünürlerini kendi potasında eriterek batılı bir Japon sineması ortaya koymuştur Kurosawa. Western filmlerden etkilenmiş, özellikle John Ford filmlerinde hissettiğini söylediği; “güvenilir, güçlü bir 24


erkeklik ile ter kokusuyla birleşen enerjik ve güçlü espri”yi kendi samuray filmlerinde Japon oyuncularında yeniden yaratmış ve yaşatmıştır. Japon tiyatro geleneğinden gelen soğuk ve katı oyunun yerine yaşayan, canlı karakterler sahneye çıkarmıştır. Sonraki yıllarda da batı filmlerini kendisi etkileyecek; Martin Ritt, George Lucas, Steven Spielberg, Sergio Leone, Clint Eastwood, Francis Ford Coppola, John Sturges gibi yönetmen ve oyuncuları kendisine hayran bırakacaktır. “Yedi Samuray”, “Yojimbo”, “Sanjuro”, “Kanlı Taht”, “Saklı Kale” gibi filmleri, Hollywood dahi taklit edilir olacaktır. 5. İmparator'un Zor Yılları Japon Sineması, 2. Dünya Savaşı'na kadar Hollywood'dan sonra dünyanın en iyi sinema sektörlerinden biri olarak gösterilir. Ne var ki savaştaki yenilgi Japonları sosyal, ekonomik olarak yıkıma uğratmıştır. Buna rağmen Japonlar nasıl ki her alanda kendilerini toparlamışlarsa, sinemada da kısa sürede dünya çapında yeniden adlarını duyurmaya başlamışlardır. Japon sinema sektörünü dirilten en büyük isim tartışmasız Akira Kurosawa'dır. 1945-1965 yılları arasındaki 20 sene, Kurosawa'nın altın çağı olmuştur. Ne var ki, Kurosawa ile onun yıldız oyuncusu Toşiro Mifune, birlikte yaptıkları son film olan “Kızıl Sakal”dan sonra yollarını ayırmışlardır (1965). İşte bundan sonra İmparator için bir duraklama dönemi başlayacaktır. Toşiro Mifune ile olan ayrılıkları ve Japon sinema sektöründeki çalkantılar, Kurosawa'nın filmleri için mali destek bulmasını zorlaştırmıştı. Gerçekten de Kurosawa, epik filmlerinin gerçekçiliği için çatıları havaya uçurmaktan, yüzlerce saf kan at sipariş etmekten, oyuncuların kostümlerini kusursuz bir şekilde diktirmekten geri kalmıyordu (Verlag, 2011: 216). Gençliğin ve eleştirmenlerin onun tarzını “eski” bulmaya başlamaları, şirketlerin filmleri için bu derece büyük masraflar yapmalarına engel oluyordu. Kurosawa sonunda yurt dışından gelen tekliflere sıcak bakmaya başladı. Hollywood'dan ve Avrupa'dan pek çok teklif gelmişti zaten. Kurosawa cazip bir teklif duydu ve Amerika'ya gitti. 25


20th Century Fox'un ve Kurosawa Yapımcılık'ın birlikte yapacakları filmin adı “Tora! Tora! Tora!”ydı. Film, Pearl Harbor baskınını hem Amerikalıların hem Japonların gözünden anlatan bir yapım olacaktı. Ne var ki Kurosawa'ya vaat edilenler gerçekleşmedi ve büyük yönetmen filmi yarım bırakmak durumunda kaldı: Ona, yönetmen David Lean ile çalışacağı söylenmişti, ama bu olmadı. Ayrıca Kurosawa'nın senaryoda yazdığı bölümler de kesilmişti. Film 1970'de vizyona girince eleştirmenler tarafından beğenilmedi ve film izleyiciyi gişeye çekemedi. Uluslararası arenada fiyaskoyla sonuçlanan bu girişimden sonra yönetmenin morali bozulmuştu. Eski yönetmen dostlarından üçü (Keisuke Kinoşita, Masaki Kobayaşi, Kon İçikawa) ve kendisi, 1969 senesinin sonlarında “Yonki no Kai” (Şövalyeler Kulübü) adında bir yapım şirketi kurdular. Buradaki amaç Kurosawa'ya moral vermek ve onu beyaz perdeye geri döndürmekti. Şirketin yaptığı ilk film “Dodesukaden” Japonya'da ilgi görmedi. Bu proje de başarısızlıkla sonuçlanınca Kurosawa iyice içine kapandı. Bazı söylenenlere göre parasızlıktan, bazılarına göre ise geçirdiği rahatsızlıklardan ötürü dayanacak gücü kalmayan Kurosawa, iki kez intihara teşebbüs etti (1971). Şans eseri kurtularak kısa sürede iyileşmeyi başaracaktı. 1973'e kadar adeta inzivaya çekilen Kurosawa'ya Sovyetler Birliği'nden bir teklif geldi. Mosfilm Stüdyosu, Kurosawa ile çalışmak istediğini bildirmişti. Büyük yönetmen, yanına dört yardımcısını da alarak Rusya'ya gitti. Onun adını yeniden zirveye taşıyacak yapıtı “Dersu Uzala”yı çevirdi. Kaşif Yüzbaşı Vladimir Arseniev'in günlüklerinden yola çıkılarak yapılan bu film, dünya çapında da çok beğenilecektir (1975). Moskova Uluslararası Film Festivali'nde “Altın Küre” ödülü alan film, ayrıca “En İyi Yabancı Film” Oskarını da kazanacaktır. Kurosawa yeniden beyaz perdeye dönmüştür. 65 yaşında olan yönetmen, bütün dünyaya yeniden “buradayım” demek için kamera arkasına geçmiştir. Onun “İmparator” lakabının hakkını veren asıl dev yapıtları daha bitmemiştir elbette.

26


6. “Kagemuşa” ve “Ran” Amerikalı yönetmen George Lucas, 1977 yılında “Star Wars” filmini çekmiştir. Film, özellikle Kurosawa'nın “Saklı Kale” (1958) filminin çatısı kullanılarak oluşturulmuş bir senaryoya sahiptir. George Lucas, pek çok batılı yönetmen gibi Kurosawa'ya hayrandır. Onun maddi olarak zor durumda olduğunu duyunca şaşırır. Derhal harekete geçer ve Kurosawa'ya ortak bir film teklif eder. 20th Century Fox şirketine onu almaları için baskı yapar ve başarır. Daha on yıl önce, “Tora, Tora, Tora!” filmi sebebiyle araları açılan ve Kurosawa'yı işten çıkaran şirket bu sefer onu kendisi çağırmak durumunda kalır (bazı rivayetlere göre şirket onu işten çıkarmıştır, bazılarına göre ise Kurosawa bu projeden haklı sebeplerle soğuduğu için kendini bilerek kovdurmuştur). Kurosawa ile Lucas, sonunda “Kagemuşa”nın senaryosunda karar kılar. Yapımcı olarak Francis Ford Coppola'nın da aralarına katılmasıyla film çekimleri başlar. Kagemuşa, 1980 yılında vizyona girer ve çok büyük beğeni toplar. Kurosawa, Kagemuşa'dan daha çok beğenilecek ve önceki büyük filmlerini bile gölgede bırakacak başyapıtını 1985 yılında vizyona sokacaktır. Japonya ve Fransız yapım şirketi Greenwich ortak yapımı “Ran”, İmparator'un asıl imzasıdır. 70 yaşındaki Kurosawa, sadece bu yapıtıyla bile unutulmaz isimler arasına adını kazıyabilecek bir başarı kazanacaktır. Ran, dört dalda Oskar'a aday gösterilir. “En İyi Kostüm” dalında Oskar alır. Yönetmen, bu filmi için; “cennetten izlenen bir dizi insani olay” nitelemesini yapmıştır. Bu filmle beraber pek çok sinema eleştirmenine göre “ondan daha çok sinema tekniğine hakim kimse yoktur ve Ran'ın savaş planlarına denk sahneler daha çekilememiştir.” “... Onda diğerlerinde bulunmayan bir 'grandeur' (büyüklük) duygusu, bir eski çağ ozanı kişiliği var. Çünkü o hala insanları yönlendiren büyük, tanrısal güçlere, tarihin ve özellikle savaşlar tarihinin değişmez bir iyi-kötü mücadelesine indirgenebileceğine ve her şeye karşın 27


kötülüğü önlemenin insanoğlunun kendi elinde olduğuna inanıyor. (...) Kurosawa, bir imparatordan da öte, gerçek ve has anlamıyla bir hümanist. Ve de bir ermiş...” (Dorsay, 2012: 418). 7. Son Filmleri ve Ölümü Kurosawa, ömrünün bundan sonraki 13 senesinde yalnızca 3 film çevirecektir. “Düşler” (1990), “Ağustos'ta Rapsodi” (1991) ve “Madadayo” (1993) onun son yapıtlarıdır. Yönetmenin bu son filmleri, onun insancıl, çocuksu düşlerle dolu iç dünyasının tam bir yansımasıdır. Kurosawa deyince akla “samuray” filmleri gelse de o, dünyayı aydın ve entelektüel bir açıdan değerlendirmiş gerçek bir sanat insanıdır. Dünyayı, insanları ve evreni bir bütün olarak ele almış, her şeye kendi geniş penceresinden bakarak yorumlamıştır. Kurosawa'nın gençliğinden beri çektiği hastalıklar, ihtiyarlığıyla birlikte şiddetlenmeye başlamıştı. Bir de üzerine 1995'te geçirdiği kaza eklenince, büyük yönetmen yataktan kalkamaz olmuştu. Hastalık dolayısıyla kıpırdayamıyor, bütün gün yatakta yatıyor, film izleyip müzik dinliyordu. 6 Eylül 1998 günü, 88 yaşındaki İmparator Tokyo'daki evinde felç geçirerek öldü. Kurosawa'nın hayata geçiremediği bazı senaryoları o öldükten sonra film oldu. Bugün sinemaya ilgi duyan veya sinema tarihine şöyle bir göz atacak olan herkes, onun adına mutlaka tesadüf edecektir. Ülkesinde ve dünyada onlarca yönetmeni ve senaristi, milyonlarca seyirciyi etkileyen unutulmaz yönetmen, sadece Japonlar için değil, bütün sanatseverler için gerçek bir “İmparator”dur.

28


8. Yönettiği Filmler: 1. Sugata Sanshiro / Aksiyon, Macera, Dram / Toho Company, 1943 2. İchiban Utsukushiku (En Güzel) / Dram / Toho Company, 1944 3. Sugata Sanshiro II / Aksiyon, Macera, Dram / Toho Company, 1945 4. Kaplanın Kuyruğuna Basanlar / Tarih, Dram / Toho Company, 1945 5. Gençliğime Hayıflanmıyorum / Dram / Toho Company, 1946 6. Subarashiki Nichiyobi (Harika Bir Pazar) / Dram, Romantik / Toho Company, 1947 7. Yoidore Tenshi (Sarhoş Melek) / Dram, Suç, Gerilim / Toho Company, 1948 8. Shizukanaru Ketto (Sessiz Düello) / Dram / Daiei Studios, 1949 9. Nora İnu (Kuduz Köpek) / Dram, Suç / Shintoho Studios, 1949 10. Shubun (Skandal) / Dram / Shochiku Company, 1950 11. Rashomon / Dram, Suç, Gizem / Daiei Studios, 1950 12. Hakuchi (Budala) / Dram / Shochiku Eiga, 1951 13. İkiru (Yaşamak) / Dram / Toho Company, 1952 14. Shichinin no Samurai (Yedi Samuray) / Tarih, Dram / Toho Company, 1954 15. İkimono no Kiroku (I Live in Fear) / Dram / Toho Company, 1955 16. Kumonosu-jo (Kanlı Taht) / Tarih, Savaş, Dram / Toho Co. & Kurosawa Co. 1957 17. Donzoko (The Lower Depths) / Dram / Toho Company, 1957 18. The Hidden Fortress (Saklı Kale) / Tarih, Macera / Toho Company, 1958 19. The Bad Sleep Well / Dram, Suç / Toho Co. & Kurosawa Co. 1960 20. Yojimbo / Tarih, Aksiyon, Dram / Toho Co. & Kurosawa Co. 1961 21. Sanjuro / Tarih, Aksiyon, Dram / Toho Co. & Kurosawa Co. 1962 22. Tengoku to Jigoku (High and Low) / Dram, Suç / Toho Co. & Kurosawa Co. 1963 23. Akahige (Kızıl Sakal) / Dram / Toho Co. & Kurosawa Co. 1965 24. Dodesukaden / Dram / Toho Co. & Yonki-no-Kai Production, 1970 25. Dersu Uzala / Dram, Biyografi / Mosfilm & Atelier 41 (SSCB), 1975 26. Kagemusha / Savaş, Tarih / Toho Co. & Twentieth Century Fox (ABD), 1980 27. Ran / Savaş, Tarih, Dram / Nippon Herald & Greenwich (Fr.) & Herald Ace (Jp.), 1985 28. Dreams (Düşler) / Dram, Fantastik / Warner Bros. (ABD) & Kurosawa, 1990 29. Rhapsody in August (Ağustos'ta Papsodi) / Dram / Shochiku Co. & Kurosawa, 1991 30. Madadayo / Dram / Dentsu (Jp.) & Daiei Studios (Jp.) & Kurosawa, 1993 29


9. Başyapıtları ve Filmlerinin Aldığı Ödüller RASHOMON (1950) Oduncu Takaşi ormanda bir ceset bulur ve koşarak zaptiyelere haber verir. Bunun ardından onu ve başka bir görgü tanığı olan Rahip Minoru'yu ifade vermeye çağırırlar. İkisinin verdiği ifadelerde farklılık ve çelişkiler göze çarpmaktadır. Polis ise bu cinayeti eşkıya Tajomaru'nun yaptığından neredeyse emindir. Sonunda eşkıya Tajomaru yakalanır ve getirilir. Eşkıya yalnız adamı öldürmemiş, bir de onun karısına tecavüzde bulunmuştur. Tajomaru'nun bu ifadesi öncekilerin söylediklerinden bambaşkadır: Tajomaru, kadının ahlaksızlığından dem vurur ve olayın tecavüz olmadığını, kadının isteğiyle kendisine yaklaştığını anlatır. Polisler en sonunda tecavüze uğradığını iddia eden kadını da bulurlar ve getirirler. Maçiko adlı kadının söyledikleri ise eşkıya Tajomaru'yu yalanlar niteliktedir. Kadın, tecavüze uğradığını ısrarla söylemekte ve ağlamaktadır. Kimsenin içinden çıkamadığı bir cinayet ve tecavüz vakası vardır ortada. Eşkıya Tajomaru, genç kadının kendisine aşık olduğunu ve isteyerek birlikte olduğunu savunurken, kadın bambaşka şeyler söyleyerek ağlamakta ve tepinmektedir. Anlatılanların ışığında geriye dönüşlerle(flash-back) devam eden filmde, kimin haklı kimin haksız olduğu ve olayların aslı çözülebilecek midir? İnsanların içindeki vahşi tarafı açığa vuran Kurosawa, bu filmle bize gördüklerimizden ve duyduklarımızdan ne kadar emin olabileceğimizi sorgulatıyor. *** Film adını, Kyoto şehrinin 11. yüzyıldan kalma antik şehir kapısından almıştır. Kapı bugün yerinde olmasa da Kurosawa, araştırmalarının sonucunda filmde bu yapının neredeyse aynını inşa ettirmiştir. Filmin senaryosu, Japon öykücü Ryunosuke Akutagawa(1892-1927)'nın “Ormanın Sıklığında” ve “Raşomon” öykülerinden uyarlanmıştır. 30


Yönetmeninden habersiz, Profesör ve Doğubilimci Giuliana Stramigioli(1914-1988) tarafından Venedik Film Festivali'ne önerilen film çok beğenilmiştir. Kurosawa, bu filmiyle hem kendi adını hem de Japon sinemasını önce Avrupa'ya, sonra tüm dünyaya duyurmuştur. Venedik'te “Altın Arslan” ödülünü alan film, 1952 yılında Oscar da kazanmıştır(Honorary Award - Onur Ödülü). 1964 yılında Martin Ritt, bu senaryonun aynısını vahşi batıya uyarlayarak “The Outrage/Haydut”u çekmiştir. Kurosawa, bu filmi için otobiyografisinde şöyle yazmıştır: “Egoizm, insanoğlunun doğuştan gelen ve kefareti en güç ödenen günahıdır. Bu film, insanoğlunun bencilliği ve yalan söyleme yeteneği üzerinde yapılmış baş döndürücü ve derinlemesine bir denemedir” (Kurosawa, 2006: 192). Filmin Aldığı Diğer Ödüller: 1951 - En İyi Senaryo Ödülü, Blue Ribbon Awards (Tokyo, Japonya) 1951 - En İyi Yönetmen Ödülü, National Board of Review Awards (New York, ABD) 1951 - En İyi Yabancı Film Ödülü, National Board of Review Awards (New York, ABD)

İKİRU (1952) / YAŞAMAK Kanji Watanabe, emekliliği yaklaşmış eski bir memurdur. Karısı öldükten sonra hayatını adeta dondurmuştur. Oğlu Mitsuo için bir daha evlenmemiş, ömrünü yalnızca işine ve oğluna adamıştır. Bu yaşam tarzı onu gittikçe bir yaşayan ölüye çevirecektir. Filmdeki karakterlerden birinin onu “mumya” olarak tasvir etmesi, ihtiyarın yaşamını, özellikle son yirmi yılını çok güzel özetlemektedir aslında. Bir gün hastaneye gider. Midesindeki problemin aslında mide kanseri olduğunu öğrenir. Bu andan itibaren hayata ve insanlara bakışı değişecektir. Bunca yıl ertelediği ümitleri, arzuları, düşünceleri bir anda yeniden uyanacaktır. Kalan son altı ayını nasıl değerlendirecektir zavallı 31


ihtiyar? Kalan kısacık sürede ardında bırakacağı bir şeyler olması için çabalayacaktır kendi çapında. *** Kurosawa; bürokrasinin çıkmazlarını, en küçüğünden en kodamanına kadar devlet adamlarının ve memurların ikiyüzlülüğünü bizlere metnin içinde vermiştir. Yıllarını devlet dairesine vermiş Kanji'nin eline bir “takdirname”nin dışında ne geçmiştir? Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan bir insan, altı aylık süresi kaldığını öğrenince ne yapar? Kanji; geçen yıllarını, oğlunun ve gelininin davranışlarını, hayattaki amacını kalan bu kısa sürede sorgulayacaktır. Başrolde Kanji karakterini canlandıran oyuncu, Kurosawa'nın pek çok filminde ekranda görünen Takaşi Şimura'dır. Şimura, filmdeki oyunculuğuyla BAFTA'da en iyi aktör ödülüne aday gösterilmiştir (1960). Kurosawa'nın “iyimser” bakış açısı, filmin sonuna kadar yakamızı bırakmıyor. İnsanın yaşamdaki amacını irdeleyen bir yön vardır bu filmde. Ayrıca Goethe'nin Faust'undan esinlendiği yönünde görüşler de belirtilmiştir. Filmin Aldığı Ödüller: 1953 - En İyi Film Ödülü, Kinema Junpo Awards (Japonya) 1953 - En İyi Film Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1953 - En İyi Senaryo Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1954 - Berlin Senatosu Özel Ödülü, Berlin International Film Festival (Almanya)

32


SEVEN SAMURAI (1954) / YEDİ SAMURAY: KANLI PİRİNÇ Japonca Adı: Shichinin No Samurai Japonya'da 16. yüzyılın karışıklık devri... Haydutların devamlı saldırdığı, kızlarını kaçırıp insanlarını öldürdüğü bir köy... Köylüler sonunda illallah ederler ve samuray kiralayarak köylerini savunmaya karar verirler. Şehre inen dört köylü, cesareti ve yeteneğine şahit oldukları eski samuray Kanbei'den yardım isterler. Lakin samuraya verebilecek paraları yoktur. Usta Kanbei bu teklifi köylülere acıdığı için kabul eder. Kanbei'nin planına göre, köyü savunmak için yedi kişilik bir samuray grubu yeterli olacaktır. Usta Kanbei, yanında eski bir samuray arkadaşı, yeni tanıştığı genç bir samuray ve onlara samuray olduğunu iddia eden fakat sonradan bir çiftçinin oğlu olduğu anlaşılan bir köylüyle diğer dört samurayı alarak köye doğru yol alır. Filmin adı gibi tam da yedi samuraydır onlar. Köye varan altı samuray, Usta Kanbei'nin önderliğinde köydeki erkekleri birer savaşçı olmaları için yetiştirmeye başlarlar. Bir yandan da haydutlardan gelecek saldırıya karşı köyde savunma tedbirleri alacaklardır: Hendekler kazılır, barikatlar kurulur. Kısa zaman içinde köy, gerçekten bir kale görünümü alacaktır. *** Kurosawa'nın bu samuray öyküsü, sonraki yıllarda pek çok senariste ve yönetmene ilham kaynağı olmuştur. Western sinemasında, John Sturges tarafından senaryonun aynısı kullanılarak “The Magnificent Seven/Yedi Silahşörler” (1960) adlı film çekilmiştir. Yedi Samuray, gerçekçi savaş sahneleriyle, ortaçağ Japonya'sını etkili yansıtımıyla ve başarılı oyunculuklarıyla Kurosawa başyapıtları arasında en ön sıralardadır. Yapısı ve yenilikçi görüntüleriyle klasik Japon “dönem filmleri”ne yeni bir bakış açısı kazandırmıştır.

33


Film, 1957 yılındaki Oscar törenlerinde “En İyi Sanat Yönetmenliği” ve “En İyi Kostüm” dallarında ödüle aday gösterilmiştir. Filmin Aldığı Ödüller: 1954 - Silver Lion/Gümüş Aslan (Akira Kurosawa), Venice Film Festival (İtalya) 1955 - En İyi Yardımcı Aktör Ödülü (Seiji Miyaguçi), Mainichi Film Awards (Japonya) 1956 - Yabancı Dilde En İyi Film 2.lik, NYFCC Awards (New York, ABD) 1959 - En İyi Yabancı Aktör (Takaşi Şimura), Jussi Awards (Finlandiya) 1959 - En İyi Yabancı Yönetmen, Jussi Awards (Finlandiya) 2002 - OFTA Sinema Onur Ödülü, Online Film & Television Association (ABD, Kanada)

THE HIDDEN FORTRESS (1958) / SAKLI KALE Japonca Adı: Kakushi-toride no San-akunin Akizuki Klanı, komşu klan Yamana tarafından bozguna uğrar ve kaleleri işgal edilir. “Saklı Kale” denen bir yerde saklanan Akizuki Prensesi Yuki, en sadık koruyucusu General Rokurota Makabe ile birlikte gizli yoldan, kendilerine sığınma hakkı tanıyan Hayakawa Klanı'nın topraklarına geçmeyi planlarlar. Bunun için öncelikle sakladıkları altın külçeleri yanlarına gizlice almaları gerekmektedir. Ancak bu altınlarla kendilerini kurtarabilir ve klanlarını yeniden diriltebilirler. General Rokurota kaçış için bir yol ararken, karşısına Tahei ve Mataşiçi adlı iki yurtsuz samuray çıkar. Bu iki adam altınlardan ikisini şans eseri bulmuştur. General onları da yanına alır ve altınları taşırlarsa yarısının onların olabileceğini söyler. Böylece zorlu kaçış maceraları başlamıştır. Kurosawa'nın bu filminde karakterlerin anlatmak istedikleri nettir: Prenses Yuki, erkek gibi yetiştirilmiş 16 yaşında bir kızdır. Onurlu, ölümden korkmayan bir yapıya sahiptir. Yakalanınca, idam edilmekten korkmadan düşmanının gözlerinin içine bakabilmektedir. General Rokurota sadakatin ve fedakarlığın vücut bulmuş şeklidir. Kardeşini dahi prensesi 34


için feda edebilmiştir. Yurtsuz samuraylar Tahei ve Mataşiçi ise tamahkarlıkları ve saflıkları ile Japon derebeylik döneminin fakir, amaçsız insanını simgelemektedir. *** Saklı Kale, Kurosawa'nın dünya çapında pek çok yönetmene ve yapımcıya ilham kaynağı olmuş filmlerinden biridir. Hatta George Lucas, Star Wars'ın anlatı temelini oluşturmak için bu filmin senaryosunu iskelet olarak kullanmıştır. Saklı Kale, yine Kurosawa'nın yapıtı olan “Yedi Samuray” ve “Yojimbo” ile birlikte, bugünkü Japon samuray sinemasının örnek aldığı temel taşlardır. Filmin Aldığı Ödüller: 1959 - En İyi Yönetmen Gümüş Ayı Ödülü, Berlin International Film Festival (Almanya) 1959 - En İyi Film Ödülü, Blue Ribbon Awards (Tokyo, Japonya) 1959 - En İyi Senaryo Ödülü, Kinema Junpo Awards (Tokyo, Japonya) YOJİMBO (1961) Sanjuro Kuwabatake adlı yersiz yurtsuz bir samuray, iki çete reisinin yönettiği bir kasabaya gelir. Bu çetelerden birinin başında genelev işleten Seibei vardır. Öteki çetenin başıysa han işleten Uşitora'dır. Bu iki çete reisi de asıl gelirini ipekçilikle ve insanlara kumar oynatarak kazanmaktadır. Sanjuro, her gün insanların öldüğü bu huzursuz kasabada, işleri düzene sokmaya karar verir. Bu iki çete reisine sağlam bir ders vermeyi kafasına koymuştur. Onlara dahice bir oyun oynayacaktır. İkili oynayarak hem Uşitora'yı hem Seibei'yi adeta parmağında oynatır ve bu iki çeteyi birbirine kırdırır. Filmde Sanjuro adlı samurayın nereden geldiği, niçin kasabadaki karmaşık düzene burnunu soktuğu bilinmemektedir. Bu yurtsuz samuray (ronin), belki de eski, şaşaalı ve daha onurlu 35


günleri özlemektedir (Filmde yıl 1860'dır ve samurayların eski parlak günleri çoktan geride kalmıştır). Çete reisleriyle oynadığı kedi fare oyunu, aslında ne para içindir ne şöhret. Sanjuro, adeta insanlara yardım etmek için yollanmış bir kurtarıcıdır. Sert görüntüsünün altında iyi, merhametli bir insandır. *** Filmin adı Japonca'da “koruyucu, fedai” anlamlarına gelmektedir. “Verimli geçen 1950'lerden sonra, Kurosawa yeni on yıla Amerikan gangster ve western filmlerine dayanan bir karakomediyle başladı. Mifune, geriye sadece kendisi kalana kadar çatışan, kasaba çetelerini birbirine düşüren kurnaz samurayı canlandırdı” (Verlag, 2011: 219). Film, 1962 yılında “En İyi Kostüm” dalında Oscar'a aday gösterilmiştir. Film, 1964 yılında Sergio Leone tarafından “Per Qualche Dollaro in Più” (Birkaç Dolar İçin) adıyla western türünde çekilmiştir. Orijinalinin neredeyse planı planına aynısı olan filmin başrolünde Clint Eastwood oynamıştır. Filmin Aldığı Ödüller: 1961 - En İyi Aktör Ödülü (Toşiro Mifune'ye), Venice Film Festival (İtalya) 1962 - En İyi Aktör Ödülü (Toşiro Mifune'ye), Blue Ribbon Awards (Tokyo, Japonya) 1962 - En İyi Aktör Ödülü (Toşiro Mifune'ye), Kinema Junpo Awards (Tokyo, Japonya) SANJURO (1962) Şehrin Başkomiseri Kikui, yardımcısı Müfettiş Muroto ve ileri gelenlerden Kurofuji, yolsuzluklarını örtmek için bir plan kurarlar. Bu plana göre Defterdar Mutsuta kaçırılıp bütün suç onun üzerine atılacaktır. Mutsuta'nın yeğeni genç ve cesur İori, yanındaki sekiz samurayla amcasını kurtarmak için plan yapar. Planın tam ortasında kahramanımız Sanjuro Tsubaki belirir. Sekiz samuray ve İori ona pek güvenemese de başka çareleri yoktur. Sanjuro, diğer samuraylara benzemeyen kaba saba, 36


ilginç bir kişiliktir; bir ronindir. Buna rağmen sekiz genç samuray ve İori ona güvenebileceklerini anlarlar ve Sanjuro'nun sözünden çıkmazlar. Planın beyni artık Sanjuro'dur. *** Aynı, Kurosawa'nın bir önceki filmi “Yojimbo”da olduğu gibi kahramanımız Sanjuro anında belirecektir. Nereden geldiği, niçin geldiği bilinmez. Gizemli karakterimiz, bu samuraylara niçin yardım ettiğini de söylemez. Onun hakkında tek bilebildiğimiz, kendi hakkında söylediği şu cümlelerdir: “Adım Tsubaki Sanjuro... Kırkıma yaklaşıyorum artık...” Kurosawa, her iki filminde de diğer pek çok filminde olduğu gibi başrolü başarılı oyuncusu Toşiro Mifune'ye vermiştir. Önceki filmde olduğu gibi yine kara-mizahla örülü hikayemizde samuray Sanjuro, pervasız, gözüpek ve gizemli kimliğini korumaktadır. Filmin Aldığı Ödüller: 1963 - En İyi Aktör Ödülü (Tatsuya Nakadai'ye), Kinema Junpo Awards (Tokyo, Japonya) HIGH AND LOW (1963) Japonca Adı: Tengoku To Jigoku Ulusal Ayakkabıcılık Şirketi'nin hissedarlarından ve yöneticilerinden olan zengin iş adamı Kingo Kondo, yıllarca çalışıp didinmesinin meyvesini çok yakında alacağını düşünmektedir. Şirketteki hissesini büyütecek ve onu daha da zengin yapacak planı için çok para dökmüştür. Hayattaki bütün serveti, bu son yapacağı mali ortaklığa bağlıdır ve antlaşma için elli binlik bir çek hazırdır. Tam o sırada gelen bir telefon, Bay Gondo'nun bütün planlarını altüst eder. Telefondaki adam, oğlunu kaçırdığını ve fidye istediğini söyler. Lakin adamın kaçırdığı çocuk Gondo'nun oğlu değil, Gondo'nun özel şoförünün oğludur. Tabi bu karışıklık çocuğu kaçıranın umurunda değildir; o parasını her halükarda istemekte ve çocuğu öldürmekle tehdit etmektedir.

37


Şimdi Gondo'nun önünde iki seçenek vardır: Ya parayı verip çocuğu kurtaracak ve bütün zenginlik hayallerine elveda diyecektir ya da parayı vermeyerek çocuğun hayatını riske atacaktır. Film, bu andan itibaren bir vicdan muhasebesine dönüşüyor. Çocuğu bulmak için gece gündüz çalışan dedektifler bir yanda, Gondo bir yanda, bu olaydan en iyi şekilde kurtulmanın çarelerini arayacaklardır. Filmin Aldığı Ödüller: 1964 - En İyi Film Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1964 - En İyi Senaryo Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1968 - En İyi Yabancı Performans Ödülü (Toşiro Mifune), Fotogramas de Plata (İspanya)

DERSU UZALA (1975) Yüzbaşı Vladimir Arseniev komutasındaki araştırma grubu Doğu Sibirya'da, Primorski Bölgesi'nin coğrafyasını araştırmak için görevlendirilir. Grup burada Dersu Uzala adındaki bir Goldi'yle karşılaşır (Goldi veya Nanai; Moğol-Tunguz halklarındandır). Dersu Uzala, tıpkı yüzlerce yıl önceki ataları gibi ormanlarda yaşamakta ve avlanarak hayatını sürdürmektedir. Arseniev'in teklifi üzerine ekibe eşlik etmeyi ve onlara rehberlik etmeyi kabul eder. Doğayı, ormanı çok iyi tanımakta olan bu ihtiyar Moğol, Yüzbaşı Arseniev'e tabiat hakkında pek çok şey öğretir. Bu iki insan kısa sürede dost olur. Dersu Uzala, doğadaki her şeyin ruhu ve kişiliği olduğuna inanmaktadır; tıpkı binlerce yıldır şamanist inançları yaşatan Sibiryalılar gibi. Ateşin, suyun, kayaların, ormanın ruhu olduğuna inanmakta ve tümünün dilinden anlamaktadır. Hiçbir şeyi ziyan etmeyen, boş yere hiçbir hayvana ve canlıya zarar vermeyen bu bilge ihtiyar, Akira Kurosawa'nın “insancıl” yönünü en iyi temsil eden karakterlerden biri olmuştur. ***

38


Kurosawa, ülkesinde destek göremediği o sorunlu döneminde Sovyetler Birliği'ne gider. Vladimir Arseniev'in günlüklerinden yola çıkılarak yapılan film, uluslararası arenada hayli ilgi toplamıştır. Kurosawa, Yuri Nagibin ile beraber Yüzbaşı Arseniev'in anılarını filme uyarlamıştır. Kurosawa'nın bu yapıtı, onun yalnızca savaş ve samuray filmlerinin adamı değil, bir bilge, bir dünya insanı olduğunu da kanıtlamıştır. Rusça çekilen film, büyük yönetmene Oscar'ı getirecektir. Filmin Aldığı Ödüller: 1875 - FIPRESCI Onur Ödülü, Moscow International Film Festival (Rusya) 1975 - Golden Prize/Altın Ödül, Moscow International Film Festival (Rusya) 1976 - Yabancı Dilde En İyi Film Oskarı, Academy Awards (ABD) 1977 - En İyi Sanat ve Deneysel Film Ödülü, Cinema Writers Circle Awards (İspanya) 1977 - En İyi Yabancı Yönetmen Ödülü, David di Donatello Awards (İtalya) 1977 - En İyi Yabancı Yönetmen Ödülü, Nastro d'Argento (Silver Ribbon-İtalya) 1978 - En İyi Yabancı Film Ödülü, French Syndicate of Cinema Critics (Fransa) KAGEMUSHA (1980) Takeda Klanı'nın Lordu Şingen, hastalığı sebebiyle kendi yerine geçecek bir dublör aramaktadır. Yıllardır lordun dublörlüğünü yapan, adeta abisinin gölgesi olmuş lordun kardeşi Nobukado sonunda çözümü bulur. Lorda tıpatıp benzeyen bir idam mahkumunu bulur ve şatoya getirir. Kagemusha adlı idam mahkumu önce lordun dublörlüğünü yapmak istemez. Ancak Nobukado'nun ısrarları ve verdiği eğitimle adam lordun tıpkısı haline gelir. Lord Şingen ölünce, düşman klanlar cesaretlenmesin ve ortalık karışmasın diye ölümü saklanır. Kagemusha artık resmen Lord Şingen'dir. Rolünü de fevkalade oynamaktadır. Öyle ki lordun eşleri dahi durumu anlayamamıştır.

39


Kagemusha, zamanla Lord Şingen olmaya o derece alışacaktır ki bu rolü bırakmak yerine ölmeyi bile yeğleyecektir. Bunda tabi Lord Şingen'in torunu küçük Takemaru'nun da etkisi vardır. Küçük veliaht, Kagemusha ile öyle sıkı bir bağ kuracaktır ki adamcağız küçük çocuktan ayrılırken çok zorlanacaktır. Kagemusha, kral olmanın ve hükmetmenin ne demek olduğunu sorgulatan bir film: Biraz destek ve eğitimle, sırf lorda benziyor diye bir idam mahkumunun bile -bilmeden- peşinden giden binlerce asker... Dedesinden göremediği ilgiyi, sahte dedesinden fazlasıyla gören bir torun... Kurosawa yine, film bittikten sonra bizi düşüncelerle başbaşa bırakıyor. *** Kagemusha'nın, pek çok film eleştirmenince; “tüm görkemi içinde, aslında Ran'ı, o doruk noktasını haberleyen bir müsvedde (estağfurullah!) olduğu bile ileri sürülmüş ve her halükarda Ran daha çok önemsenmiştir” (Dorsay, 2012: 416). Tabi ki “Kagemusha”, Kurosawa'nın yeniden dünya sinemasına dönüşünün simgelerinden biridir. Başrolde Kagemusha'yı canlandıran Tatsuya Nakadai, beş yıl sonra Ran'da da başrolü oynayacaktır. “İmparator”un başyapıtlarından biri olan film, unutulmaz senaryosu ve realist savaş sahneleriyle klasikler arasına girmiştir. Kagemusha, 1981 yılında “En İyi Sanat Yönetmeni” ve “En İyi Yabancı Film” dallarında Oscar'a aday gösterilmiştir. Filmin Aldığı Ödüller: 1980 - En İyi Film Ödülü, Hochi Film Awards (Japonya) 1981 - En İyi Yönetmen Ödülü, BAFTA (British Academy Film Awards) 1981 - En İyi Kostüm Ödülü, BAFTA (British Academy Film Awards) 1981 - En İyi Film Ödülü, Blue Ribbon Awards (Tokyo, Japonya) 1981 - En İyi Aktör Ödülü (Tatsuya Nakadai'ye), Blue Ribbon Awards (Tokyo, Japonya) 1981 - En İyi Yabancı Film Ödülü, Cesar Awards (Fransa) 40


1981 - En İyi Yabancı Yönetmen Ödülü, David di Donatello Awards (İtalya) 1981 - En İyi Yabancı Yönetmen Ödülü, Nastro d'Argento (Silver Ribbon-İtalya) 1981 - En İyi Film Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1981 - En İyi Yönetmen Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1981 - En İyi Aktör Ödülü (Tatsuya Nakadai'ye), Mainichi Film Awards (Japonya) RAN (1985) İçimonji Klanı'nın Lordu Hidetora'nın üç oğlu vardır: En büyüğü Taro, ortancası Jiro, en küçüğü Saburo. Lord Hidetora, yıllarca savaşıp topraklarını genişletmiş ihtiyar bir hükümdardır ve artık inzivaya çekilmek niyetindedir. Yerini de en büyük oğlu Taro'ya vermeye kararlıdır. Babasının bu isteğine şiddetle karşı çıkan tek kişi en küçük oğul Saburo olur. Babasına, tahttan çekilirse ihanete uğrayabileceğini ve topraklarında karışıklıklar çıkabileceğini sert bir dille anlatır. İhtiyar lord ise bu sözlere çok kızar ve oğlunu makamından kovar. Bulunduğu rütbeden de azleder ve hükümranlık topraklarından çıkartır. Küçük oğul Saburo, komşu lordluğa sığınacaktır. Kararından ve sözlerinden caymaya hiç niyeti yoktur. Babası ise büyük oğula tahtı bırakmakla beraber tüm yetki hala kendindedir. Bunu hazmedemeyen büyük oğul Taro, -biraz da hırslı eşinin kışkırtmalarıyla- ortanca kardeşi Jiro'yu da kandırarak babasına başkaldırır. İhtiyar lord oturduğu kaleden kovulur ve yanındaki sadık soytarısı Kyoami ile ortada kalır. İhtiyar lord bu korkunç ihanetin şokundan kendini kurtaramaz ve akıl sağlığını yitirir. Yanında kimseler kalmamış, oğulları da dahil herkes ona sırtını çevirmiştir. Tek yardım isteyebileceği kişi küçük oğlu Saburo'dur. Onun adını sayıklaya sayıklaya eski şato yıkıntılarında dolaşıp durur ama ondan yardım istemeye artık yüzü yoktur. ***

41


Yönetmen Kurosawa'nın artık bittiğinin, girdiği bunalımdan ve sağlık sorunlarından bir daha kurtulamayacağının zannedildiği bir zamanda çekilmiştir film. Kurosawa yetmiş beşine dayanmıştır, zihinsel olarak yaratıcılığının zirvesindedir. “İmparator”, hala diri olduğunu bu destansı başyapıtıyla bütün dünyaya kanıtlamıştır. Ran, Japonca'da “kaos” anlamına gelmektedir. Zamanının Japon sinemasının en yüksek bütçeli yapımı olan filmin konusu, Shakespeare'in Kral Lear'ından ve 16. yüzyıl başlarında yaşamış bir lord(daimyo) olan Mori Motonari'nin gerçek öyküsünden uyarlanmıştır. Ran, dört dalda Oskar'a aday gösterilmiştir. En iyi kostüm dalında Oskar'a layık görülmüştür. Filmin Aldığı Diğer Ödüller: 1985 - En İyi Yabancı Film Ödülü, Los Angeles Film Critics Association Awards (ABD) 1985 - En İyi Yönetmen Ödülü, Los Angeles Film Critics Association Awards (ABD) 1985 - En İyi Yönetmen Ödülü, National Board of Review Awards (New York, ABD) 1985 - En İyi Film Ödülü, San Sebastian International Film Festival (İspanya) 1986 - En İyi Yönetmen Ödülü, National Society of Film Critics Awards (New York, ABD) 1986 - En İyi Yabancı Film Ödülü, Amanda Awards (Norveç) 1986 - En İyi Avrupa Yapımı Film Ödülü, Bodil Awards (Kopenhag, Danimarka) 1986 - En İyi Film Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1986 - En İyi Yönetmen Ödülü, Mainichi Film Awards (Japonya) 1986 - En İyi Yabancı Film Ödülü, David di Donatello Awards (İtalya) 1987 - En İyi Yabancı Film Ödülü, BAFTA (British Academy Film Awards) 1987 - Yılın Yönetmeni Ödülü, London Critics Circle Film Awards (İngiltere) DREAMS (1990) / DÜŞLER Kurosawa, “Düşler”de birbirinden bağımsız gibi görünen sekiz öyküyle karşımıza çıkıyor. Usta yönetmen, doğa-insanoğlu ilişkisini bizlere açık şekilde gösteriyor. İlk öykü “Sunshine Through The Rain” (Yağmurun Sayesinde Gelen Güneş), yağmurlu bir günün ardından gelen kutsal bir ana tanıklık eden küçük bir çocuğun hikayesi. İkinci öykü 42


“The Peach Orchard” (Şeftali Bahçesi), doğanın, kendisine zarar veren insanoğluna küskünlüğünü anlatmaktadır. Üçüncü öykü “The Blizzard” (Kar Fırtınası), dağda kar fırtınasında mahsur kalan dört dağcıyı anlatıyor. Dördüncü öykü “The Tunnel” (Tünel) ise savaşta ölen askerlerin ve onların ölümünden sorumlu olan komutanlarının dramına dikkat çekiyor. Beşinci öykü “Crows” (Kargalar), ünlü ressam Van Gogh'un tablolarının içine giren bir adamın hikayesi. Altıncı öykü “Village of the Watermills” (Su Değirmenleri Köyü), doğayla içiçe yaşayan insanların mutluluğunu bize hissettiriyor. Son iki öykü olan “Mount Fuji in Red” (Kızıllığın İçindeki Fuji) ve “The Weeping Demon” (Ağlayan İblis) ise nükleer santrallerin ve çevresel atıkların insan dünyasını tehlikeye sokması üzerine çarpıcı bir deneme. *** Bu sekiz öyküde Kurosawa'nın çocukluğunda gezdiği atalarının köyünden izlenimler, ressamlık hayalleriyle çizimler yaptığı ve büyük yapıtları incelediği gençlik döneminden yansımalar buluyoruz. Usta yönetmenin insan yaşamına ve doğaya olan duyarlılığı bu öykülerde karşımıza çıkıyor. Kurosawa'nın mali sıkıntılar içinde olduğu yıllar... Onu üstat olarak gören George Lucas, Francis Ford Coppola ve Steven Spielberg yönetmene mali destekte bulunmuş ve filmin çekilmesini sağlamıştır. Martin Scorsese, beşinci öykü olan “Kargalar”da Van Gogh'u canlandırmıştır. Filmin Aldığı Ödüller: 1994 - En İyi Yardımcı Aktrist Ödülü (Kyoko Kagawa), Awards of the Japanese Academy 1994 - En İyi Sinematografi Ödülü, Awards of the Japanese Academy 1994 - En İyi Işıklandırma Ödülü, Awards of the Japanese Academy 1994 - En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü, Awards of the Japanese Academy 1994 - En İyi Yardımcı Aktrist (Kyoko Kagawa), Blue Ribbon Awards (Japonya) 1994 - En İyi Yardımcı Aktör (Joji Tokoro), Blue Ribbon Awards (Japonya) 43


KAYNAKLAR: * Dorsay, Atilla; 100 Yılın 100 Filmi, Remzi Kitabevi, İstanbul, Ekim 2012 * Kurosawa, Akira; Kurbağa Yağı Satıcısı, Agora Kitaplığı, İstanbul, Temmuz 2006 * Nowel-Smith, Geoffrey; Dünya Sinema Tarihi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003 * Verlag, Peter Delius; Film (Çev: Yasin Kara), NTV Başvuru Kitapları, Şubat 2011 * www.imdb.com/akirakurosawa

44


Aylık E-Dergi

ansiklopedidergi.blogspot.com.tr issuu.com/ansiklopedi

-Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir-


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.