Ansiklopedi Dergi Sayı 3, Kasım 2014

Page 1

Yasa Konuşmaları, Samet Demir Şair Fatihler, Mert Karslıoğlu Tarihte ve Bugün Gök-Tengricilik, Mert Karslıoğlu Tuna'da Nal Sesleri: Bulgarlar & Avarlar, Samet Demir

İZMİR, Kasım 2014 – Sayı III


İÇİNDEKİLER İçindekiler / i Birkaç Söz / ii Yasa Konuşmaları Samet Demir / 1-6 Şair Fatihler Mert Karslıoğlu / 7-25 Tarihte ve Bugün Gök-Tengricilik Mert Karslıoğlu / 26-36 Tuna'da Nal Sesleri: Bulgarlar & Avarlar Samet Demir / 37-45

i


Birkaç Söz ... Tanrısal bir irade ya da yüce insan aklı eyleme geçmeyi emrediyordu. Buyruk verenin kimliği ve cismi bir kenara atıldı. Zaman mefhumu, insanın elinde tutabileceği bir nesne olmalıydı artık. Bitmeyecek bir savaş başlatıldı. Çünkü biten her şey salt yokluk gibidir. Tabiat insana gülümsedi. Yaratılışı itibarıyla iyi olan insan da ona karşılık verdi. Bütün kötümserleri ve iyimserleri bir kenara bırakılsın, aydınlanma çağının büyük uluları vardı. O ulular tarafından dogmalar eleştirildi. Dokunulamaz denilen tahtlar sallandı. Batıl inançlar ve yoz beyinler bilgi çağının çekiçlerinden nasiplerini aldılar. İnsan zekâsı bir kılıç ihtişamıyla parlıyordu. Diderot, D’Alembert, Voltaire ve Rousseau gibi beyin yontucular ortalığa bir aydınlanma dehşeti saçmıştı. Rousseau’nun fikirlerinin yılmaz savunucusu ve büyük ihtilalci Robespierre, 7 Haziran 1794 tarihli konuşmasında her şeyi özetliyordu: “de fonder sur la terre l’empire de la sagesse, de la justice et de la vertu” (Dünyada bilgelik, adalet ve erdem imparatorluğunu kurmak için) Doğa insana özgürlüğünü verdiği halde, zincirler içinde esir edilmiş aklın sesi olmayı arzuluyor Ansiklopedi Dergisi. Geçmişte Diderot ve D’Alembert’in çıkardığı Encyclopédie bizim adımızın da esin kaynağı oldu. Onların bir devamı olmayı haddimiz olarak görmesek de, bütün iyi niyetimiz ve temennimizle bilginin ışığını arayacağız. Günlük siyaset ve hamaset bizden uzak olacaktır. Ansiklopedi Dergisi’nin temel düsturunu ise şöyle belirledik: “Türkçe Bilim, Türkçe Sanat, Türkçe Yaşam” Ansiklopedi Dergi ii


Yasa Konuşmaları Samet Demir İnsan yaratılışı itibarıyla iyi ancak hastadır. Hastalığı zayıflık, yasa onun ilacıdır. İnsanın gücü sınırlıdır ve yaşamı sonsuz değildir. Hastanın yaşadığı sürece mutlu edilmesi bir erdemse ve ona inanılıyorsa yasaları sevimsiz kılacak şey ne olabilir? Odysseia Destanı'ndaki su götürmez ifadeler: “Dünya üzerinde soluk alıp hareket eden tüm varlıklar arasında insandan daha zayıf bir cins yoktur.”[1] Ne müthiştir! Zayıfların içgüdüsü güçlerinden önde gelir. Müthiş bir savunma mekanizmasına sahiptirler. Hayatta kalabilmek için… Kişi tek başına düşünme yetisine sahip olsa da düşündüğünü kendi çabasıyla hayata geçirmesinin çoğu zaman mümkün olmayacağını bilir. Anlık bir sınırsız özgürlük yerine herkesin çıkarlarının korunacağı bir özgürlüğü tercih ederler. İnsana sınırsız özgürlük verin, aklını kullanmaktan vazgeçer. Yasalar insanları onurlandırmalıdır. Rousseau, Romalılarda var olan bir ceza yasasından şöyle bahsediyor: “İlk Romalılarda en azılı suçlulara verilen ve 12 Levha Yasaları'nda belirtilen tek ceza müthiş hayranlık uyandıran bir şeydir ve herkesi onurlandıran bir cezaydı: Sacer esto” (Rousseau, 2008: 54). Suçlu, toplum tarafından lanetlenir ve bu da “tanrıların öfkesi” olarak nitelenmiştir. Yasalar erdemi tetikleyen güç olmalıdır. Her vatandaşın rahatlıkla ezberleyebileceği ve günlük çıkar gütmeyen nitelikte bulunmalıdır. O halde, yasaların çıkarılması işinin hükümetlerden ayrı tutulması gerekliliği kendiliğinden doğuyor. Çünkü hükümetler uzun süreçler yerine kendilerinin başta oldukları zamana göre hareket ederler. Böylece tutarlı bir yönetimden uzaklaşılır. Değişen iktidarlarla birlikte politikalar da değişir. Kendi çıkarlarına çalışan hükümetler yasaları vatandaşların anlayamayacağı hale sokarlar. Koltuklarını sağlama [1] “Of all creatures that breathe and move upon the earth, nothing is bred that is weaker than man” (Homer, Odyssey).

1


aldıklarından toplumun ortak menfaati umurlarında olmaz. Mihayil Bakunin'e göre -kendisi bir anarşist olmasına rağmen- insanlığın tarihsel gelişiminde en önemli öge: “Her ırkın ve her halkın kendine has mizacı ve özelliklerinden oluşur. Bunlar halkbilimsel, iklimbilimsel, ekonomik neden yığınının yanı sıra tarihsel nedenlerin doğal ürünleridir” (Bakunin, 2012: 45). Her ulusun kendine has mizacı var. Bu yüzden her ulus kendi ruhuna uygun düşen yasalara gereksinim duyar. Bir memleketin anayasası aşırı özgürlükçü olmasıyla yüceltilebilir fakat her memleketin o anayasaya sahip olması beklenemez. Birini kalkındıran yasalar diğerini batırabilir. Vatanın bütünlüğü ve genel irade tehlikeye atılacaksa ne işe yarar yasa? Atsız diyor ki: “İnsanlar eşit değildir. Tabiatta eşitlik diye bir şey yoktur (…) Tanrı canlılar arasında bir eşitlik düşünmemiştir. İnsanlar hak ve hukuk bakımından da hiçbir zaman eşit olmamışlardır. Kanunlar devlet başkanı ile herhangi birisine yapılan hakareti aynı şekilde cezalandırmaz. Ancak insanlar, ıstırapların azaltılması için aradaki farkı mümkün mertebe azaltarak nisbi bir adalet ve eşitlik kurmaya çalışmışlardır” (Atsız, 1992: 496). Eşitlik bir düştür, güçlülerin görmediği bir düş. Bütün haksızlıkların ve bozuklukların karşısında durmak tek kişinin harcı olmuyor. Çıkarların korunması için birleşiliyor. Tümevaran bir düşünceyle ele alınırsa durum milletler tarihinde de öyle. Teşkilatlanmakta hızlı davranan ve kendi ruhuna uygun yasalarla yönetilen milletler kalkınmakta hatta öteki milletler üzerinde hükmetmektedir. Çabanın yanı sıra soy becerisinin önemli bir yeri vardır. İnsanların eşit olmadığı gibi milletler de eşit değildir. Topluluklar milli hüviyetleri için verdikleri savaşlarda, geride kan ve demire karışmış gözyaşlarının hatırasını bıraktılar. Tarihte ilk kez bütün Türkleri bir çatı altında toplayan Mete Han'ın sözleri dikkate şayandır: “Bütün yay çeken budunları Hun yaptım.” Mete Han'dan asırlar sonra yaşamış bir başka bozkırlı Temuçin, Moğol siyasi birliğini gaye edinmiş ve hayatını fetihlerle geçirmişti. Cengiz Han adını aldığında devletini sarsılamaz hükümlerle

2


yönetti. Bu hükümlere “Cengiz Han Yasası” dediler aslında bu “Türk Töresi”nden başka şey değildi. Asya kıtasından Amerika kıtasına geçelim. Benjamin Franklin, 1754 yılında kesilmiş bir yılan çiziyordu. Yılanın parçaları birbirinden ayrı kolonileri temsil ediyordu. Resmin altında “Join or Die”[2] ifadesi yazılıydı. Aynı kıtada bir başka birlik çağrısı, 1776 yılında on üç el olarak resmedilmişti. On üç el, İngiltere'den bağımsızlıklarını kazanan on üç koloniyi simgeliyordu. Bağımsız bir devlet yasalarla yönetilmeliydi. 25 Mayıs 1787 tarihinde Anayasa Konvansiyonu, Independence Hall'de[3] toplandı. 17 Eylül 1787'de, 55 delegeden 39'u Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nı imzalamıştı. Delegeler arasında cumhuriyetin vatansever, zeki ve deneyimli kişileri, George Washington, Benjamin Franklin, Alexander Hamilton ve James Madison gibi isimler yer alıyordu. Madison'un deyişiyle “cumhuriyetçi hükümetin kaderini sonsuza değin belirleyecek” bir plan görüşülmüştü. Yıllar geçiyor, Abraham Lincoln adını tarihe yazdıran önemli işlerinden birisini görüyordu. 1863 yılında kölelere özgürlüklerini veren Özgürlük Bildirisi yayımlanıyor ve iki yıl sonra kölelik Anayasa'ya getirilen değişiklik ile resmen kaldırılıyordu. Avrupa kıtası, fikirsel ve eylemsel sahada özgürlüklerin ateşleyicisi olmuştur. 14 Temmuz 1789'da Bastille Hapishanesi'ni basan Parisliler, yeni bir çığır açıyorlardı. 1791'de “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” yayımlanıyordu. Bildirideki bazı maddeleri burada paylaşalım: - Hürriyet, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmeye dayanır. Onun için, her insanın doğal haklarının sınırı, toplumun başka üyelerine aynı hakları sağlayan sınırlardır. - Topluma zarar veren eylemleri ancak kanun yasaklayabilir. Kanunun yasaklamadığı hiçbir şeye engel olunamaz ve hiç kimse kanunun emretmediğini yapmaya zorlanamaz (Uğurlu, 2003: 72).

[2] “Join or Die”: Birleş ya da Öl. [3] Independence Hall: Bağımsızlık Salonu.

3


Anayasal mücadelenin Türkiye özeline inelim. 1839 senesinde, Gülhane Parkı'nda Mustafa Reşit Paşa tarafından halka okunan Tanzimat Fermanı yoğun bir şekilde vatandaşlık haklarına değiniyordu. Tanzimat'la birlikte, Osmanlıların faaliyet ve yazılarında batıda hüküm süren hukuki, siyasi, edebi, sosyal ve edebi bazı fikirlerin izlerinin görülmesi, batılılaşma sürecinin temel taşlarının oturtulmaya başlandığı yönünde ifade edilebilir (Akçura, 2007: 31). Ancak Tanzimat bir anayasa değildi. O dönemin insanı Namık Kemal'in fikirleri şu noktadaydı: “Otoriter bir yönetim yerine ulusun alın yazısını kendisinin tayin ettiği bir rejimin gelmesi baş şarttır. Cumhuriyet, içinde bulunduğumuz yüzyılda en çok beğenilen bir hükümet şekli haline gelmiştir (...) Ne var ki, bu rejim bizde uygulanamaz. Memleketimizde böyle bir düşünce kimsenin aklına zaten gelmez. Bizim kabul edeceğimiz devlet şekli, Osmanlı Hanedanı yönetiminde kurulacak ve teşrii kuvveti icra kuvvetinin elinden alacak bir meşruti düzendir” (Mardin, 1974: 46). Türk tarihinin ilk anayasası Kanûn-i Esâsî 1876 yılında yürürlüğe girmişti. Türkiye özelindeki anayasal mücadele anlatımımızı burada kesmekte fayda var. Çünkü bu konu ayrıca değerlendirilmeyi gerektiren bir genişliktedir. İnsanlar huzurla yaşayabilmek için -yazılı ya da yazısız- yasalara ihtiyaç duyarlar. Duymalılar da. Tek başına kaldıktan sonra, insan yeryüzünde basit bir figürandan ibarettir. Yasalar, herkesten uzakta, yalnız yaşayan bir adamı bağlamaz ancak onun bağlanacak bir geleceği de yoktur. Adolf Hitler, Nürnberg'de yaptığı bir konuşmasında demişti ki: “Halk ile gelecek arasında çok güçlü bir bağ vardır ve bu bağ ikisine yeni bir yaşam biçimi verir.” Kişinin iç huzuru ve vatandaşların tamamının huzuru söz konusu olduğunda, yasaların ikincisine yönelik çıkarılması gerekliliği göze çarpar. Bir de burada değineceğimiz başka husus,

vatandaşlık

esaslarının

dini

kaidelerle

bir

arada

toplanamayacağı

ve

yürütülemeyeceğidir. Bugün milli devletler vardır ve bunların yasaları milli olmak zorundadır. Ancak evrensel kaidelerle donatılmış ve amaçları bütün insanlığın kurtuluşu olan dinler, vatandaşlık esaslarına ters düşecektir. Dini inançlar, kişilerin vicdanına bırakılmalı ve bir görev haline getirilmemelidir. Kişilerin en büyük görevi milli devletlerinin esaslarına uygun 4


vatandaş olabilmektir. Bu konuda işlerini kolaylaştıracak olan yasaları çıkarmak ise toplumun ortak ruhunu yansıtmayı bilen yasa koyucunun görevidir. İşin esası; insanların erdemli olabilmeleri ve öylece yaşayabilmelerindedir. “Tutkuların sessizliği içinde vicdanın sesini dinlemek”[4] diyor Rousseau. İşte bize gereken şey tam da budur. İçimizdeki faziletleri tutkularımıza esir edersek vay halimize! İnsana sınırsız özgürlük verin ya kendini öldürecek ya da öldürtecektir. Ve son söz: İnsan aşılmaya değer bir şey değildir.

[4] “O virtue (…) is it not enough in order to learn your Laws to return into oneself and to listen to the voice of one’s conscience in the silence of the passions?”: Ey erdem (…) Yasalarını öğrenmek için, kendi özüne dönmek ve tutkuların sessizliği içinde vicdanın sesini dinlemek yeterli değil mi? (Jean Jacques Rousseau, Söylev I).

5


KAYNAKLAR * Akçura, Yusuf; Türkçülük, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007 * Atsız, Hüseyin Nihal; “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir”, Makaleler III, Baysan Yayıncılık, İstanbul, 1992 * Bakunin, Mihayil; Bakunin Marx'a Karşı (Çeviri: H. Murat Yurttaş), 2. Baskı, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2012 * Rousseau, Jean Jacques; Siyasal Fragmanlar & Ekonomi Politik Üzerine Söylev (Çeviri: İsmail Yerguz), Say Yayınları, İstanbul, 2008 * Mardin, Yusuf; Namık Kemal'in Londra Yılları, Milliyet Yayınları, 1974 * Uğurlu, Nurer; Atatürk ve Türk Devrimi, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003 İnternet Kaynakları: * http://photos.state.gov/libraries/turkey/231771/PDFs/abd-anayasasi.pdf * http://demirhanbd.blogspot.com.tr/2013/12/hur-olmak-uzerine.html * http://www.dusuncetarihi.com/makale/toplumsal-soezlesme * http://www.practicalphilosophy.net/?page_id=400 * https://www.goodreads.com/work/quotes/3356006

6


Şair Fatihler Mert Karslıoğlu 1. Giriş Şiir, ilk insan topluluklarından beri varolmuştur. İnsanlar, şiiri -onunla bağlantılı olarak müziği- ve edebiyatı daima iletişim aracı olarak kullanmıştır. Bütün milletlerin olduğu gibi Türklerin de ilk çağlardan itibaren kendilerine özgü sanatları, edebiyatları olmuştur. Türkler, ilk edebi ürünlerini sözlü olarak vermişler ve bugünlere maalesef fazlaca yazılı belge bırakamamışlardır. Türklerin ilk yazılı belgelerini ancak 8. yüzyılla beraber Orhun Yazıtları'nda görüyoruz. Göktürk kağanlarından kalma bu taş kitabeler düzyazıdır. Peki ya şiir? Türklerde ilk şiirler sözlü olarak halk arasında söylenmiştir. En eski Türk şairleri kam, baksı, ozan gibi isimler almıştır. Bunların söylediği manzum parçalar mistik ve kutsal bir değer taşımaktaydı o zamanki konar-göçer bozkır toplumu için. Türklerde şairler yalnızca kamlardan, şamanlardan çıkmamıştır. Hükümdarlar da şiirle ilgilenmiş; şiiri bir kültür, bir disiplin olarak görmüşlerdir. “Miladi 6. asır başlangıcında Uygurlar bir takım ilmî ve tarihî eserler istemek üzere Çin imparatoruna bilhassa sefir(elçi) göndermişler ve Çin ulemâsından(bilginler) Leyao-Si'yi edebî tedrisatta(öğretim) bulunmak üzere

getirmişlerdir.

müverrihler(tarihçiler)

Yine ve

bir şairler

Çinli

gezgin,

olduğunu,

Uygur

küberâ(devlet

hükümdarının büyükleri)

sarayında çocuklarının

mekteplerde okuyup şiir söyleyecek kadar kudret kazandıklarını, yine bu memlekette umûmî kütüphânelere tesâdüf ettiğini söylüyor” (Köprülü, 2005: 94). Türk kağanları tarih boyunca devlet kurmuş, halkları yönetmiş, ülkeler fethetmiştir. Bunun yanında edebiyata, ilme, sanatın her dalına ayrı ilgi göstermiş ve önem vermişlerdir. Uygurlar'dan başlayıp ta Osmanlılar'a kadar geldiğimizde; Türk hükümdarlarının devlet yöneticisi, asker, siyasetçi yönünün yanında ilim adamı, yazar, şair, hattat, müzisyen 7


olduklarını da görüyoruz. Babür Şah, Şah İsmail Safevî, Yavuz Sultan Selim gibi ömrü en çetrefilli

yollarda,

savaşlar

içinde

geçmiş

hükümdarların

bile

edebiyatla,

şiirle

uğraşabildiklerine şahit oluyoruz. Bu büyük fatihler, yenilmez savaşçılar, bunca taht mücadelesinin, savaşların ve karmaşanın arasında şiir okumaya ve şiir kaleme almaya nasıl fırsat buluyordu? En eski dönemlerden beri Türklerde şiir basit söz oyunlarının ötesinde, bir disiplindi. Eski Araplar ve İranlılarda bile şair, ilahi ilhamla şiir söylediğine inanılan bir adamdı. Ona saygı duyulur, zenginler ve yöneticiler tarafından kendisine ikramlarda bulunulurdu. İslamiyetle birlikte Arap ve Fars kültürünün Türk Medeniyeti üzerindeki tesiriyle, şiirin dış görünüşü ve konuları değişmeye başlamıştır. Bunun yanında İslamiyet öncesinde olduğu gibi şiir ve şair yine saygı duyulan, hürmet gösterilen bir sanatkardır. Hükümdarlar onlara maaş bağlatmış, saraylarına misafir etmiş, soylu aileler kızlarını onlarla evlendirmiştir. Hükümdarlar, büyük şairlerin divanlarını[1] okumuş, şiirlerinden etkilenmiş; kendileri de şiir yazmaya, hatta divan oluşturmaya soyunmuştur. “... Saltanat mensuplarının aynı zamanda sanatçı olma özelliği, neredeyse sadece bizim tarihimizde görülen ilginç bir manzara meydana getirmektedir” (İsen & Bilkan, 1997: 5). Türk tarihinin büyük fatihlerinden, yenilmez savaşçılarından bizlere yalnız savaş ve fetih hikayeleri değil; konusu din ve Allah sevgisi, peygamber sevgisi, doğaya duyulan ilgi ve sevgi, vatan ve millet aşkı, hatta bir kadına yazılan aşk şiirleri kalmıştır.

[1] Divan; Klasik Türk Edebiyatı çağında şairlerin, belli bir düzen içerisinde, kurallar çerçevesinde hazırladıkları, içinde bütün şiirlerinin toplu halde bulunduğu eserleridir. Divanlardan daha küçük hacimli eserlere ise “divançe” adı verilmiştir.

8


2. İslamiyet'ten Önce Türkler, yüzyıllarca bozkırdan dünyaya yayılarak egemenlik kurmuşlardır. Yaşadıkları tarihi olayları efsanelerine, destanlarına, türkülerine, şiirlerine yansıtmışlardır. Yukarıda da değindiğimiz gibi tüm bu kültürel yaratılar sözlü olarak oluşmuş ve nesillerce böyle aktarılmıştır. Çok büyük kısmı kaybolmuş, elimize geçen sınırlı sayıdaki ürün de yazıya geçirildiği dönemlerde ya Budizm, Maniheizm gibi yabancı dinlerin tesiriyle ya İslamiyet'in kültürel etkisiyle değişmiş ve belli oranda orijinalliğini kaybetmiştir. Bozkır kültüründe koşuk, kojan, sagu, takşut, başik, padak, şlok gibi şiir türleri gelişmiştir. Bu şiirleri kamlar, baksılar, ozanlar gökten geldiğine inanılan bir ilhamla üretmiş; kopuzlarıyla beraber ezgili bir şekilde söylemiştir. İslamiyetten önceki dönemden, özellikle Uygurlar döneminden günümüze ulaşan bazı şair isimleri vardır: Seli Tutung, Ki-Ki, Asıng Tutung, Pratyaya Şiri, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi, Çuçu, Aprınçur Tigin ve Kül Tarkan. Bu isimlerden Aprınçur Tigin hariç diğerleri Burkancı(Budist) edebiyat ürünleri vermiş, Buda dinini konu edinmiştir. Zaten Pratyaya Şiri, Seli Tutung (Altun Yaruk'u Çince'den Uygurca'ya çevirmiştir), Asıng Tutung, Çisuya Tutung Budacı din adamlarıdır. Bu isimlerden yalnızca Seli Tutung, Ki-Ki, Pratyaya Şiri, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi ve Aprınçur Tigin'in şiirlerinden örnekler elimize ulaşmıştır (İlk Türk şiirlerinden örnekleri Reşid Rahmeti Arat, “Eski Türk Şiiri” adlı çalışmasında vermiştir). Bu isimlerden Çuçu'yu bize ilk haber veren Kaşgarlı Mahmud'tur. Dev eseri Divânü Lûgâti'tTürk'te “Çuçu” için yalnızca: “Bir Türk şairinin adı” diyerek bahsetmiştir (Divân, sf. 238, cilt 3). Bazı araştırmacılar, Divân'daki bazı dörtlüklerin bu şaire ait olabileceğini öne sürmüştür. Lakin bu görüşlerin de bir ispatı yapılamamıştır.

9


Aprınçur Tigin; en geç 9. yüzyılda yaşamış bir Uygur “tigin”idir (Tigin veya Tegin: Şehzade, prens). Bu tigin, adı bilinen ilk Türk şairi olduğu için önemli bir yere sahiptir. Uygurların Mani[2] dinini benimsedikleri bir zamanda yaşamış, o da Mani dinine mensup olmuştur. Bunu da yazdığı şiirden anlıyoruz. Zaten elimize geçen yalnız iki şiiri vardır. Birincisi dörtlüklerle oluşturulmuş, Mani'ye övgü için yazılmış bir şiirdir. İkincisi üçlüklerle yazılmıştır ve bir aşk şiiridir. Bu şiir, Türk Edebiyatı'nın ilk aşk şiiri olarak bilinmektedir(EK). Şiirler Uygur harfleriyle, zamanına göre kaliteli bir kağıt üzerine yazılmıştır. İlk kez Turfan Bölgesi'nde (Doğu Türkistan) yapılan kazılarda Alman Arkeolog ve Şarkiyatçı Albert Von Le Coq tarafından keşfedilmiş, yine onun tarafından Almanya'da yayınlanarak dünyaya tanıtılmıştır. 3. İslamiyet'in Kabulü ve Yeni Bir Kültür Çevresi İslam dinini kabul eden Türkler, hızla Arap ve Fars edebiyatlarının etkisinde kalmıştır. Bugün bizim Klasik Türk Edebiyatı, Eski Türk Edebiyatı veya Divan Edebiyatı olarak adlandırdığımız edebiyatı oluşturmuşlardır. Bu edebiyatın kuralları kesin çizgilerle belirlenmiştir ve bir şair bu çizgilerin içinde şiir yazmak zorundadır. Divan Edebiyatı; Kurân-ı Kerim, Hadisler, Peygamberler Tarihi, Şehnâme (Fars Mitolojisi ve tarihi) ve dini-tasavvufi anlatılardan beslenmiştir. İslam öncesi Türk tarihinden ve kültüründen ise yok denecek kadar az söz edilmiş ve yararlanılmıştır maalesef. Çocukluklarından itibaren iyi bir eğitim gören Türk hükümdarları da bu söylediğimiz etkilerin dışında kalmamışlardır. Arapça, Farsça gibi dilleri öğrenmişler, okuduklarından etkilenerek kendileri de kalem oynatmışlardır. Meşhur bir anonim söz vardır: “Türk Milleti, çobanından padişahına kadar şairdir.” Bunun yanında, söylediğimiz gibi bu edebiyat çevresinde şiir

[2] Maniheizm (Mani Dini); Mani tarafından M.S. 3. yüzyılda Eski İran'da kurulan bir dindir. Uygur Kağanı Bögü Han tarafından devletin resmi dini olarak kabul edilmiş, Türkler arasına girmiştir (yıl: 761). Halk arasında yayılamamış bu din, kısa süre içinde yok olmuştur.

10


yazmak, her babayiğidin harcı değildi. Aruz kalıplarını bilmek, mazmunlara [3] vakıf olmak, Arapça'yı, Farsça'yı anlayabilmek gerekiyordu. Şairler daima saray çevresinden ve toplum tabakasından hürmet görmüştür. Şairler: “Söz ülkelerini fethedenler; iki alemin kapısını sözle açanlar; arşın bülbülleri; -şiirlerini ilham alarak söyledikleri için- değer bakımından peygamberlerden hemen sonra gelenler” diye adlandırılmıştır (İsen & Bilkan, 1997: 34). Gelelim hükümdarlara. Onlar, şairlere izzet ve ikramda sınır tanımazlardı. Kimi şairlere saraydan maaş bağlanmış; hatta aralarında hükümdarlara “nedim”lik[4] yapma şerefine ulaşanlar da olmuştur. Batı Karahanlı hakanı Hızır Han'ın, ziyaretine gelen şairlere altın ve gümüş dolu tepsiler sunduğu söylenir (Köprülü, 2005: 152). Sultan Melikşah, Burhânî, Muizzî, Reşidî-i Semerkandî gibi şairleri sarayında ağırlamıştır. Uluğ Bey, şair Sekkâkî'yi resmen saray şairi yapmıştır. Hüseyin Baykara ile Ali Şir Nevâî arasındaki dostluk bilinmektedir. Baykara, hem şiir yazmış hem şairleri desteklemiştir. Süt kardeşi Ali Şir Nevâî'yi ise nedimi yapmıştır. Osmanlılar'da Fatih, döneminin şairlerinden Ahmed Paşa'yı özellikle himaye etmiştir. Cem Sultan, çevresine şair ve edipleri toplamıştır. Bu yüzden bu gruba “Cem Şairleri” denmiştir. II. Bayezid, İranlı Şair Molla Câmî'ye maaş bağlatmış, her yıl bin flori göndermiştir. Kanuni'nin Bağdat Seferi dönüşünde büyük şair Fuzûlî'ye maaş bağlattığı da bilinmektedir (Fuzûlî, bağlanan maaşın azlığı ve zamanında ödenmemesi gibi güçlükleri meşhur “Şikâyetnâme”sinde yazmış, bu durum neyse ki sonradan düzeltilmiştir). Türk hükümdarlarının neredeyse hepsi şiirle uğraşmıştır. Biz burada yalnızca şiirleri günümüze ulaşmış olanları ve bir divana sahip olanları söz konusu edeceğiz.

[3] Mazmun; klasik şiirde belli bir kavramı anlatan, çağrıştıran kalıplaşmış sözdür. Bir sözcüğe şairlerce değişik anlamlar yüklenir, asıl anlamı dışında mecaz anlamıyla kullanılır. Divan şiirinde yüzlerce kalıplaşmış mazmun bulunur. En bilinenleri; boy yerine “servi”, kaş yerine “yay”, diş yerine “inci” vb. kalıplardır. [4] Nedim; hükümdarların özel sohbetlerinde ve -alkol kullanılıyorsa- içki meclislerinde bulunan yakın arkadaşlarına verilen bir unvan. Bu kişiler, sarayda hükümdara eşlik eder; şarkı söyler, şiir okurlar. Eski İran saraylarından gelen bu gelenek, Emeviler ve Abbasiler döneminde İslam devletlerine geçmiş ve Türk devletlerinde de devam ettirilmiştir.

11


4. Osmanlı Hanedanı Dışındaki Şair Türk Hükümdarları Türklerin şair hükümdarlarının en büyüklerinden biri olan Bâbür Şah (Gâzi Zahîrüddîn Muhammed Bâbür), Babürlü Devleti'nin kurucusudur (D: 1483 – Ö: 1530). Babası, Timur'un torunlarından Ömer Şeyh'dir. Bu büyük hükümdar, ömrü boyunca muazzam bir devlet kurmak için çalışmış; sonunda çocuklarına miras olarak Hindistan'ın tamamını, Pakistan ve Afganistan topraklarının büyük bölümünün hakimiyetini bırakmıştır. Buna rağmen onun vasıfları saymakla bitmemektedir: “Babür on iki yaşında tahta çıkışından bu yana seferden sefere koşup at üstünden inmeyen, tahtını ülkeden ülkeye taşıyarak yeni devletler kuran bir maceralar kahramanı; savaşsız kaldığında ardı gelmez büyük avların, eğlence meclislerinin zevkini yaşayan bir tabiat aşığı; araştırıcı ve gözlemci bir botanist; görmesini bilen bir seyyah; bir etnografya müjdecisi; bir bahçe mimarı ve şehirci; ata binme, ok atma ve kılıç kullanma sanatının efendisi; yüzücülük dahil komple sporcu; hattat, müsikişinas, fakih, hararetli bir tezyini sanatlar ve kitap meraklısı; edebiyata damgasını basmış bir şair; dünyanın zevkle, takdirle okuduğu üstün bir hatıra yazarı; hayatı türlü lezzetleriyle yaşama sanatı haline getirmiş bir kimse olmanın bütün sıfatlarını beraberinde taşıyan bir Türk soylusudur” (Akün, DİA 1991: 396-397). Bâbür Şah, daha on altı yaşında şiir yazmaya başlamıştır. Kendisini şiirde epey geliştirmiştir. “Babür'ün şiiri , yazdıkları basit bir heveskarlığın alelade ifadeleri olmaktan ileri gidememiş bazı şair hükümdarlarınkinden tamamıyla farklı olup edebi ilimleri çok iyi bilen, Türk ve Acem şiirini ne derece yakından tanıyıp incelemiş olduğunu aruz nazariyatı üzerindeki eseriyle de ortaya koymuş, söyleyiş gücü kuvvetli, ileri zevk sahibi usta bir kalemin mahsulüdür” (Akün, DİA 1991: 397). Bâbür Şah, şiirlerini Çağatay Türkçesi'yle yazmıştır. Arada Farsça şiirlerine de rastlanır. Onun için, “Ali Şir Nevâî'den sonra Doğu Türkçesi'nin en büyük şairi” denmektedir. Bâbür Şah'ın şiirlerini topladığı “Divân”ı, 1519 yılında tamamlanmıştır. Divanda “Bâbür” adı mahlas(takma ad) olarak kullanılmıştır. Burada bulunan şiirleri Çağatay Türkçesi'nin en yetkin örnekleri arasında görülür. Eserde “119 gazel, 18 mesnevi, 210 rubai, 50 muamma, 19 12


kıta, 15 tuyuğ, 79 matla, 7 masnu şiir, 18 na-tamam gazel, 3 nazm, 16 musarra beyit, 5 müfred, 4 mensur parça yer almaktadır. Ayrıca Fasrça olarak kaleme alınmış 2 gazel, 12 rubai, 8 kıta, 17 matla ve 1 mensur parça divanda mevcuttur” (Teres, 2012: 36). Divanın yazma nüshaları Tahran'da, Paris'te; Hindistan'da Rampur ve Haydarabad şehirlerinde; İstanbul'da Topkapı Sarayı Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve 100. Yıl Atatürk Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bâbür Şah'ın diğer eserleri ise şunlardır: 1. Bâbürnâme (Vekâyi): Bâbür Şah'ın bu eseri, otobiyografik bir içeriğe sahiptir. Bâbür'ün on iki yaşında Fergana'da tahta çıkmasından ölümünden bir yıl öncesine kadarki hayatını anlatır. Büyük hükümdar burada kendi ağzından siyasi hatıralarını anlattığı kadar, dünya görüşünden, kişisel anılarından da bahsetmiştir. 2. Aruz Risâlesi: Ali Şir Nevâî'nin divan şiirinin aruz kalıplarını ve kurallarını anlattığı “Mizânü'l-Evzân” adlı eserini yeterli görmeyen Bâbür Şah, işte bu eseri kaleme almıştır.

3.

Mübeyyen: Daha on bir on iki yaşlarında olan oğlu Kâmran Mirza için, dini ve ahlaki öğütler veren bu eseri yazmıştır. Eser 2000 mısralık bir mesnevidir. 4. Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi: Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah Ahrâr'ın Farsça yazdığı “Vâlidiyye” adlı dini-tasavvufi eserin Türkçe tercümesidir. Babürlü Devleti'nin ikinci hükümdarı, Bâbür Şah'ın oğlu Hümâyun Şah (Nasîrüddin Muhammed) da şairdir (D: 1508 – Ö: 1556). Aynı babası gibi cengaver bir asker olan Hümâyun Şah, devletin topraklarını büyütmeye devam etmiştir. Edebiyat ve şiirle uğraşmış ve bir divan meydana getirmiştir. Ayrıca, kendi adına bazı eserler kaleme aldırmıştır: Kız kardeşi Gülbeden Begüm'e kendi askeri ve siyasi faaliyetlerini anlatan “Hümâyun-nâme”yi yazdırmıştır. Teyzesinin oğlu Haydar Mirza'yı himaye etmiş; Hândmîr, Bayezid Beyat gibi yazar ve şairleri desteklemiştir. Babürlü Hanedanı'nın son hükümdarı Bahadır Şah (D: 1775 – Ö: 1862) da şiirle uğraşmıştır. Babası II. Ekber Şah'tır. “Hükümdarlığı Hindistan'da İngiliz nüfuzunun iyice arttığı bir döneme rastlar. Bu bakımdan Bahadır Şah hükümdarlığı süresince İngilizlerin elinde bir kukla olarak kaldı. (...) Onun bu dönemdeki yegane faaliyeti şiir yazmak, kitap okumak ve Nizameddin Evliya, Kutbüddin Bahtiyar gibi bazı şeyhlerin türbelerini ziyaret etmekten 13


ibaretti. Fakat daha sonra işgalcilerin sebep olduğu bazı olaylar yüzünden o da İngilizlere karşı başlatılan mücadeleye katılmak zorunda kaldı” (Taşağıl, DİA 1991: 456). Hattat, müzisyen, şair olan Bahadır Şah'ın bir divanı vardır. Eserinde “Zafer” mahlasını kullanmıştır. Bahadır Şah, 1858'de İngiliz sömürgeciler tarafından müebbet hapse mahkum edilmiş, Burma'nın Rangun şehrinde sürgündeyken ölmüştür. Babürlüler'den sonra şair yetiştirmiş bir diğer Türk hanedanı da Timurlular'dır. Seyyid Ahmed Mirza bunlardan biridir. Timur'un oğullarından biri olan Miranşah'ın oğludur. Doğum ve ölüm tarihi bilinmemekle beraber, Şâhruh döneminde Horasan Valiliği görevini üstlenmiş olduğu biliniyor (1405-1447). Bilinen tek eseri, amcası Şâhruh'a sunduğu, “Taaşşuknâme” adlı 321 beyitlik mesnevisidir. Bu eserde mahlas olarak “Seydî”yi kullanmıştır. Seyyid Ahmed Mirza gibi bir diğer şehzade de Sultan Mesud Mirza'dır. 8. Timurlu Hakanı Ebu-Said Mirza'nın torunudur. Semerkand'ın doğusundaki Hisar Bölgesi'nde hakimiyet kurmuştur. Şiirlerini “Şâhî” mahlasıyla yazmıştır. Doğumu bilinmemekle birlikte ölüm tarihi 1507 olarak verilmektedir. Timurlu Hanedanı'nın en büyük hakanlarından biri olan Hüseyin Baykara (D: 1483 – Ö: 1506), devlet adamlığı kadar sanatçı, şair yönüyle de tanınır. Otuz yedi yıl kadar hakimiyet süren Baykara, sanata ve sanatçılara çok büyük önem vermiştir. Süt kardeşi ve beraber büyüyüp eğitim aldığı Ali Şir Nevâî ile beraber Çağatay Edebiyatı'nda “Nevâî-Baykara Devri” olarak bilinen bir çığır açmışlardır. Baykara, tahta oturduğunda süt kardeşi Ali'yi önce “Mühürdâr”ı yapmıştır. Onu “Divan Beyi” görevine yükseltmiş, “nedîm”i olarak yanından ve meclisinden ayırmamıştır. Ali Şir Nevâî, “yalnız Orta Asya'nın değil, bütün Türk Edebiyatı'nın en büyük kişilerinden biri”dir (Agah Sırrı Levend). Nevâî'den çok şey öğrenen Baykara, sarayında “İranlı şairlerden Hâtifî, Ehlî-i Şirâzî, Âsafî, Seyfî-i Buharî, Mir Hüseyn-i Muammâyî, Yûsuf Bedii, Âhî, Muhammed Sâlih, Hüseyin Kâmî, Hâmidî, Hilâlî-i Çağatayî ve Benâî; ressamlardan Bihzâd ve Şah Muzaffer; tarihçi Mîrhând ve Hândmîr; hattatlardan Sultan Ali Meşhedî ile Türk asıllı Mir Ali Herevî; musikişinaslardan

14


Hoca Abdullah Murvârîd, Kul Muhammed, Hüseyin Ûdî, Şeyhî Nâyî; bestekarlardan Gûlâm Şâdî ve Mir Azû” gibi isimleri himaye etmiştir (Algar&Alparslan, DİA 1998: 531). Musiki ve hattatlıkla da uğraşan Sultan Baykara'nın “Divân”ı vardır. Divanda Çağatay Türkçesi ve Farsça şiirler yer almıştır. Baykara, şiirlerinde “Hüseynî” mahlasını kullanmıştır. Bir diğer eseri “Risâle-i Hüseyn-i Baykara” adlı yedi bölümlük risalesidir. “... Bu eserinde sırasıyla kendi nesebini, dervişlere gösterdiği saygıyı, adalete düşkünlüğünü, kurduğu vakıfları, Molla Câmî'ye gösterdiği hürmeti, şairleri himaye ettiğini ve Nevâî'nin faziletlerini anlatır; kendini ideal bir Müslüman hükümdar olarak tanıtmaya çalışır.” (Algar&Alparslan, DİA 1998: 531). Baykara'nın bilinen son eseri “Gül ü Mül” adlı tasavvufi risaledir. Orta Asya'da Çağatay Türkçesi'nin büyük hükümdar şairlerinden biri de Şeybânî Hanedanı'nın kurucusu Muhammed Şeybânî Han'dır (D: 1451 – Ö: 1510). Soyu, Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin oğlu Şiban'dan gelir. Şeybânî Han edebiyata, sanata ve ilme aşık bir hükümdardır. Sefere çıkarken kütüphanesinin bir kısmını yanında götürdüğü bile rivayet edilir. Pek çok alim ve sanatçıyı himayesi altına almıştır. Bunun yanında dindar bir Müslüman olan Şeybânî Han, Ahmed Yesevî öğretilerinin doğru anlaşılması ve yaşatılması için de çaba harcamıştır. Şeybânî Han'ın “Divân”ı mevcuttur. Çağatay Türkçesi'yle şiirlerini yazmıştır. Divanda 300 gazel, 46 muamma, 27 rubai, 4 tarih ve 1 tevhid bulunmaktadır. Bu divanın tek kopyası İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Diğer eserleri şunlardır: 1. Bahrü'l-Hüdâ: 234 beyitten oluşan bir mesnevidir. Dini ve ahlaki meselelerin yanında, gündelik sorunlardan ve siyasetten de bahsedilmektedir. 2. Risâle-i Maârif: Oğlu Timur Muhammed Bahadır için yazmıştır. Dini, ahlaki nasihatleri içerir. Ahmed Yesevî ve Hakîm Ata'dan şiirler nakletmiştir. Şeybânî Hanedanı'nın bir diğer şair hükümdarı Ubeydullah Han'dır (D: 1488 – Ö: 1539). Ubeydullah Han, Şeybânî Han'ın yeğeni ve devletin dördüncü hükümdarıdır. Onun döneminde devlet gelişimini sürdürmüştür. Ubeydullah Han, Şeybânî hükümdarları arasında kültür seviyesi en yüksek kişi olarak bilinir. Hattat, nakkaş ve musikişinas bir hükümdardır. Sarayını tam bir ilim ve kültür yuvası haline getirmiştir. 15


Ubeydullah Han, “Ubeydî” ve “Kul Ubeydî” mahlaslarıyla şiir yazmıştır. Bir “Divân”ı mevcuttur. 300'ü gazel olmak üzere 400'e yakın şiir barındıran eserde Çağatay Türkçesi'nin yanında Arapça ve Farsça şiirler de vardır. Ubeydullah Han'ın diğer eserleri de şöyledir: 1. Tercüme-i Kavâidü'l-Kur'ân ve Fevâidü'l-Furkân: Hocası Semerkandî'nin kıraat ilmine dair Farsça eserinin Türkçe'ye tercümesidir. 2. Manzûme fi Hakkı Mesâili'l-Vuzû ves-Salât: 158 beyitten oluşan bir mesnevidir. 3. Hikemiyyât: Ahmed Yesevî tarzında yazdığı hikmetlerini içeren bir eserdir. Hikmetler, koşma tipinde ve hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Karakoyunlu Devleti'nin 7. hükümdarı olan Cihan Şah da şairdir (D: ? – Ö: 1467). Kara Yusuf'un altı oğlundan birisi olan Cihan Şah, Karakoyunlu Devleti'ni bir imparatorluk haline getirmiştir. Onun dönemi, devletin en parlak dönemi olarak bilinir (1438-1467). Cihan Şah, “Hakikî” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Divan oluşturamamıştır. Şiirlerinin bulunduğu şiir mecmuasında 105 Farsça gazel, 87 Türkçe gazel ve 32 Türkçe rubai bulunmaktadır. Kendi adıyla bir devlet kurmuş olan Kadı Burhâneddin (Ahmed), alim ve şair kişiliğiyle bilinir (D: 1345 – Ö: 1398). Devleti, Kayseri ve Sivas merkez olmak üzere Orta Anadolu'da tam on sekiz yıl hüküm sürmüştür. Önce Eretnaoğulları Beyliği'ne bağlı iken 1381'de tahtı ele geçirdi. Bundan sonra da Anadolu'da siyasi olarak önemli roller oynadı. Kadı Burhâneddin, şiirlerinde daha çok dünyevi konulara yer vermiştir. Yer yer askerlik ve savaşçılık özelliğini de mısralarına yansıtmıştır: “Sûfîlerin dileği mihrâb namaz / Er kişinin arzusu meydân olur.” Şiirlerinde mahlas kullanmayan Kadı Burhâneddin bir “Divân” meydana getirmiştir. Türkçe'nin yanında Arapça ve Farsça şiirleri de vardır. Divanda 1300'ün üzerinde gazel, 115 tuyuğ, 20 rubai ve 3 beyit bulunmaktadır. Bu divanın tek kopyası da İngiltere'de British Museum'dadır. Kadı Burhâneddin'in diğer eserleri şunlardır: 1. İksirü's-Saadât fi Esrâri'l-İbâdât: Arapça yazılan bu eser, ibadetin güzelliklerini ve hikmetlerini anlatmaktadır. Onun dini ilimlerdeki bilgisini gösteren bir eseridir. 2. Tercîhü't-Tavzîh: Yine Arapça yazılmış bu eser, Saadeddin Teftâzânî'nin eserini eleştirmek amacıyla yazılmış bir haşiyedir. 16


1512-1920 yılları arasında, bugünkü Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan'ı kapsayan bölgede kurulmuş bir devlet olan Hive Hanlığı da şair hükümdarlar çıkarmıştır. Bunlardan en önemlisi Muhammed Rahim Han'dır. Onoyrat Hanedanı'na mensup olan Muhammed Rahim Han, 1864-1910 yıllarında hakimiyet sürmüştür. Şiirlerini “Fîrûz” mahlasıyla yazmıştır. Hive Hanlığı'nın diğer şair hükümdarları bilindiği üzere şunlardır: I. İlbars Han (1515-1525), Şîr Gazi Han (1714-1727), Timur Gazi Han (1758-1764). Bu hükümdarlar Yâdigâr Şeybânî (Arapşâhî) Hanedanı'na mensupturlar. Ayrıca, şair olmasa da yazdığı “Şecere-i Terâkime” adlı eseriyle Oğuz Han soyuna ve Türkmenlerin tarihine dair çok değerli bir eser vermiş Ebülgazi Bahadır Han'ı da anmadan geçmemek gerekir. Hive Hanlığı ile aynı bölgede kurulan bir diğer hanlık da Hokand Hanlığı'dır. Hokand Hanlığı'nın baba oğul şairleri Ömer Han ile Muhammed Ali Han'dır. Ömer Han, Hokand'ın 9. hanıdır. 1810-1822 yıllarında hüküm sürmüştür. Şiir yazdığı, şairlere ve ediplere hürmet gösterdiği bilinmektedir. Sarayında yetmişin üzerinde şairi himaye ettiği bilinmektedir. Onun oğlu Muhammed Ali Han da şiir sevdalısı bir hükümdardır. 1822-1842 yıllarında hüküm sürmüştür. “Madali” mahlasıyla şiirler söylediği bilinmektedir. Osmanoğulları Hanedanı şair hükümdarlarına geçmeden önce, burada Şah İsmâil'den de bahsetmek gerekir. Şah İsmâil, aslen Oğuz Türkü'dür. Yıllarca Fars ya da Kürt olarak nitelendirilmesine mezhebi Şiîlik ve Sünnî ideolojinin hamisi konumundaki Osmanlı Devleti'yle yaptığı mücadele (özellikle Yavuz Sultan Selim dönemi) sebep olmuştur. Şah İsmâil'in babası Safevîyye Tarikati Şeyhi Haydar, annesi Uzun Hasan'ın kızı Âlemşah Halime Begüm'dür. O, “Safevî” adını kuracağı devlete isim olarak vermiştir. İran'da Şiîliğin resmi ideoloji olması onun sayesindedir. Devletinin yönetici ve asker kademeleri Alevi(Kızılbaş) Türkmenlerden oluşmuştur. “Çağdaşları ve hayranlarının 'Sâhib-i seyf ü kalem' (kılıcın ve kalemin sahibi) diye nitelediği Şah İsmâil, Azeri Edebiyatının en önemli şairlerindendir. Şiir yazacak derecede Arapça ve 17


Farsça bilmesine rağmen Türkçe yazarak Azeri Edebiyatının gelişmesinde önemli rol oynamış, Azeri Edebiyatı adeta, “Hatâî” mahlasını kullanan Şah İsmâil ile olgunluk safhasına erişmiştir” (Anıl, DİA 2010: 256). “Şiirini, ideolojisini yayan bir vasıta şeklinde kullanmakla birlikte şair bir yaratılışa sahip olduğundan beşeri, lirik, sanat değeri yüksek şiirler de yazmıştır” (Anıl, DİA 2010: 256). Şiirlerini ölümünden on bir yıl sonra oğlu Şah Tasmasb bir kitapta toplatmış ve “divan” oluşturmuştur (1535). Güzel ve akıcı bir Türkçe kullanan Şah İsmâil'in divanında 248 gazel, 14 kaside, 10 rubai ve “Dehnâme” adında bir mesnevisi yer almaktadır. 1505 beyitten oluşan Dehnâme, dini-tasavvufi konuda yazılmış bir eserdir. Bunun dışında, yine tasavvufi konulu, 184 beyitten oluşan “Nasihatnâme” adlı bir mesnevisi daha vardır. Şah İsmâil'in şiirleri, İran'da, Azerbaycan'da ve Anadolu'da Alevi-Bektaşi şiir geleneğini önemli ölçüde etkilemiştir. 5. Ve Osmanlılar: Tahtın Şairleri Osmanlı Devleti, altı yüz yılı aşkın süre yaşamış ve üç kıtada hüküm sürmüş bir Türk imparatorluğudur. 1299'dan 1900'lü yıllara kadar geçen süre -kesintilerle ve son yüz yılı istisna sayarsak- Türk tarihi açısından da Türk sanatı açısından da çok ileri ve ihtişamlı bir dönem olmuştur. Osmanlı Hanedanı yalnız büyük hükümdarlar değil, büyük şair ve edipler de çıkarmıştır bünyesinden. “Dört yaşından itibaren özel hocalar nezaretinde eğitilen şehzadeler, ilk derse Kurân'la başlarlardı. Kurân, hadis ve diğer dini ilimleri, en seçkin hocalardan okuyarak bilgi sahibi olurlardı. Şehzadeler Türkçe'den başka Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Rumca, Sırpça hatta Çağatay Türkçesi gibi dil ve lehçelerden birkaçını da öğrenmek zorunda idi. Tarih, coğrafya, harp sanatı, astroloji, matematik, mantık, kimya gibi pozitif ilimleri okuyan şehzadeler, tasavvuf, müzik; avcılık, atıcılık, güreş vb. sportif faaliyetleri de başarıyla icra ediyorlardı” (İsen & Bilkan, 1997: 33-34).

18


Rivayetlerde Osman Gazi'den itibaren padişahların şiir yazdıkları aktarılsa da elimizde kayıtlı şiirleri bulunan ilk padişah II. Murad'tır. Ondan sonraki padişahlardan, hatta şehzadelerden elimize şiirler, divanlar, dini-tasavvufi eserler geçmiştir. Osmanlı tarihinin ve padişahların hayatlarının herkesçe malum olduğunu düşünerek, biz burada onların yalnızca edebi yönlerini ve eserlerini kısaca aktaracağız: II. Murad; yalın ve güzel şiirleriyle edebiyat tarihlerinde yer almıştır. “Murâdî” mahlasını kullanmıştır. Şairlere maaş bağlanması geleneğini o başlatmıştır (İsen & Bilkan, 1997: 43). II. Murad'ın oğlu olarak tarih sahnesine çıkan II. Mehmed (Fatih), “Avnî” mahlasını kullanmıştır. Şiirleri bir divan oluşturacak kadar fazla değildir. “Bir divançe sayılabilecek yirmi iki varak tutarındaki bu küçük eserde yetmiş gazel, bir muhammes ve bir kıta mevcut olup sonunda, 'Hattın hadin yüzünü tuttu nitekim ey can' müfredine yirmi dokuz şair tarafından söylenmiş nazire yer alır” (İnalcık, DİA 2003: 406). Fatih'in şiirlerinde daha çok Şeyhî ve Ahmed Paşa'nın etkileri okunmaktadır. Onun, Karamanoğulları Beyliği üzerine yapacağı sefer için yazdığı şu beyti meşhurdur: Bizimle saltanat lâfın idermiş ol Karamanî Hudâ fırsat verirse ger kara yire karam ânı (O Karaman beyi bizimle saltanatta boy ölçüşüyormuş) (Allah fırsat verirse eğer onu kara yere sokacağım) Fatih'in oğlu II. Bayezid, “Adlî” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Çağatay Türkçesi'ni bilen ve Uygur harflerini yazabilen Bayezid, sarayında pek çok şairi himaye etmiştir. İranlı şair Molla Câmî'ye her yıl bin flori maaş bağlattığı söylenir. Dönemindeki Molla Lâtifî, Sâdî Çelebi, Müeyyedzâde Abdurrahman, Necâtî, Ahmed Paşa, Cafer Çelebi, Sâfî, Behiştî, Zâtî gibi ilim adamlarını ve şairleri desteklemiştir. Bir “Divân”ı mevcuttur. Büyük fetihlerini sekiz yıla sığdıran Yavuz Sultan Selim, Farsça ve Arapça bilmekteydi. Şiirlerini bir “Divân”da toplamış, “Selimî” mahlasını kullanmıştır. 103 gazel bulunan ve 19


Farsça yazılan bu divanda Arapça ve Türkçe şiirler de mevcuttur. Yavuz ayrıca felsefe, edebiyat, matematik ve dini ilimlerde de kendisini geliştirmiştir. Dünyaya “Muhteşem Süleyman” olarak nam salan Kanûnî Sultan Süleyman, “Muhibbî” mahlasıyla şiirler kaleme almıştır. Bunun yanında “Meftûnî” ve “Âcizî” mahlaslarını da kullanmış olan Kanûnî, Osmanlı padişahları arasında en çok şiir yazan hükümdardır. “Divân”ında 2799 gazel bulunmakta; şiirleri toplam 15.935 beyte ulaşmaktadır. Kanûnî'nin bir de Farsça “Divân”ı mevcuttur. Onun en meşhur beyti, bir atasözü gibi akıllara kazınmış sözü şudur: Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi Kanûnî'nin oğlu II. Selim, ne babası gibi büyük bir fatih, ne de dedeleri gibi iyi bir şair olabilmiştir. Dedesi Yavuz gibi “Selimî” mahlasını alan II. Selim, şiirlerinin yanında dönemindeki şair, edip ve alimleri desteklemiştir. III. Murad, “Murâdî” mahlasıyla şiirler yazmış ve bir “Divân” tertip etmiştir. Padişahlar arasında en bilginlerinden biri sayılan III. Murad, şiirin yanında hat sanatıyla da ilgilenmiştir. III. Mehmed, az sayıdaki şiirinde “Adnî” mahlasını kullanmıştır. Entellektüel bir kimliği olduğu, kendisine sunulan edebi eserleri ilgiyle karşıladığı, iyi şiir yazdığı bilinmektedir. I. Ahmed, “Bahtî” mahlasını kullanmıştır. Divan oluşturacak kadar çok sayıda şiiri yoktur. “Divançe”sinde 17 gazel, 5 münacat, 9 manzume, 36 kıta, 6 tarih, 4 beyt, 3 şarkı, 1'er adet de tahmis, naat ve terci-i bend bulunmaktadır. İyi bir eğitimden geçmiş, doğu ve batı ilimlerini iyi kavramış bir padişah olan II. Osman (Genç), oluşturduğu “Divân”ında “Fârisî” mahlasını kullanmıştır. Sancılı bir dönemde tahta oturan IV. Murad, “Murâdî” mahlasıyla şiir yazmıştır. Dönemindeki Şeyhülislâm Yahyâ, Nefî, Atayî, Cevrî gibi alim ve şairleri korumuştur. 20


Musiki ve şiirle alakadar olan IV. Mehmed, “Vefâî” mahlasıyla şiir yazmıştır. Şair, müzisyen ve hattat olan II. Mustafa, ilk şiirlerinde “Mestûrî”, daha sonrakilerde “İkbâlî” mahlasını kullanmıştır. Lâle Devri'nde tahtta III. Ahmed oturmaktaydı. O devirde şiirimizin en büyük şairlerinden olan Nedîm yaşamıştır. Şair Nedîm, saraydan ve padişahtan epey alaka ve ihsan görmüştür. III. Ahmed de şiir yazmış, “Necîb” mahlasını kullanmıştır. III. Ahmed'in oğlu III. Mustafa da şiirle ilgilenmiş ve “Cihângir” mahlasını kullanmıştır. Bestekar, hattat ve şair olan III. Selim, Klasik Türk Müziğindeki “Sûz-i Dilârâ” makamını icat etmiştir. Büyük şairlerimizden Şeyh Gâlib ile yakın dost olmuştur. Şiirlerinde “İlhâmî” mahlasını kullanmıştır. Şiirleri elimize geçen padişahların sonuncuları da II. Mahmud ve V. Mehmed(Reşad)'tir. Onların da sayı olarak şiiri azdır. Osmanlı padişahlarının dışında şiir yazan şehzadeler de vardır. Şehzâde Korkut (Harimî), Cem Sultan (Cem), Şehzâde Mustafa (Muhlisî), Şehzâde Cihângir ve Şehzâde Bayezid (Şâhî) de şiirle uğraşmış hanedan üyeleridir. 6. Sonuç Türkler, şiire ve şaire daima saygı göstermiştir. Özellikle İslamiyet'le birlikte girdiğimiz kültür çevresi, önce alimleri, yönetici sınıfı, daha sonra bütün Türkleri etkisi altına almıştır. Bu sebeple, adeta “çobanından padişahına kadar şair” bir milletiz diyebiliriz. Sıkı sıkıya kurallara, kalıplara bağlı olan Divan Edebiyatı, içerik olarak yalnız şiirden oluşmamaktadır. Büyük çoğunluğu manzum(şiir) yazılan eserlerden ve şiirlerin toplandığı kitaba da “divan” denmesinden dolayı ismi bu şekilde anılmıştır. İşte bu edebiyatta 21


hükümdarlar dahi şiire ve şaire büyük değer vermişlerdir. Bunun pek çok sebebi vardır. Bunlardan başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Eski şiirlerin aruz kalıbıyla yazılması ve aruz kurallarının belli çerçevelerle sınırlandırılmış olması. Bu durum herkesin kafasına göre şiir yazmasına engel olmuştur. 2. Divan şiiri, dini ilimleri iyi kavramaya, Arapça ve Farsça bilgisine dayanmaktadır. Medrese tahsili görmeyenlerin bu türde kalem oynatması zordur. Her kalem sahibi de yetkin şiirler verememiştir. 3. Zamanında Kâ'b bin Züheyr, Hz. Muhammed için bir kaside yazar. Peygamber de bu kasideyi beğenerek ona hırkasını hediye eder (Bu sebepten kasidenin adı “Kaside-i Bürde” yani “Hırka Kasidesi” olarak geçer). İşte bu peygamber kıssasına dayanarak hükümdarlar şairlere hediyeler vermiş, ihsanlarda bulunmuştur. Şairlerin de hükümdarlardan ikram beklemesi ve istemesi adet olagelmiştir. 4. Son olarak, ilk çağlardan beri şairlerin şiirlerini ilahi bir ilhamla yazdıklarına inanılması, şairlere ve şiirlerine özel ilgi ve alaka gösterilmesine vesile olmuştur. Türk hükümdarlarının neredeyse hepsi şiirle ilgilenmiştir. İyi eğitim almışlar, müzikle, hat sanatıyla, çeşitli ilimlerle alakalı çalışmışlardır. Uluğ Bey, Ebülgazi Bahadır Han, Bâbür Şah gibi ilme gönül vermiş hükümdarların arasından, şair hakanlar da çıkmıştır. Onlar sadece şiir okuyup yazmamış, şairleri korumuş ve yüceltmişlerdir. Hüseyin Baykara-Ali Şir Nevâî, III. Selim-Şeyh Gâlib, Sultan Sencer-Enverî, Baysungur-Yusuf Emirî ikilileri, hükümdar ile şair dostluklarına en güzel örneklerdir. Günümüze ulaşabilmiş şiirleriyle, Türk hükümdarlarının sadece asker, savaşçı, devlet adamı olarak yaşamadıklarını; ayrıca ince ruhlu, hayal dünyası geniş, yaratıcı birer insan olduklarını da görebiliyoruz.

22


KAYNAKLAR: * Ercilasun, Ahmet Bican; Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2009 * İsen, Mustafa & Bilkan, Ali Fuat; Sultan Şairler, Akçağ Yayınları, Ankara, 1997 * Köprülü, Mehmet Fuad; Türkiye Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005 Ansiklopedi Maddeleri ve Makaleler: * Akün, Ömer Faruk; “Bâbür”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 4, S. 395-400, İstanbul, 1991 * Algar, Hamid & Alparslan, Ali; “Hüseyin Baykara”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 18, S. 530-532, İstanbul, 1998 * Anıl, Yılmaz Adile; “Şah İsmâil”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 38, S. 253-256, İstanbul, 2006 * İnalcık, Halil; “Mehmed II”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 28, S. 395-407, İstanbul, 2003 * Özaydın, Abdülkerim & Tören, Hatice; “Kadı Burhâneddin”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 24, S. 74-76, İstanbul, 2001 * Özkırımlı, Atilla; “Ali Şir Nevai”, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cem Yayınevi, Cilt 1, S. 100-101, İstanbul, 1990 * Taşağıl, Ahmet; “Bahadır Şah II”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 4, S. 456, İstanbul, 1991 * Teres, Ersin; “Doğu Türkçesinin Sultan Şairi: Babür Şah”, Yağmur Dergisi, Sayı 61, Temmuz-Ağustos 2012 * Türkoğlu, İsmail; “Şeybânî Han”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 39, S. 43-45, İstanbul, 2010 * Yücel, Uydu Mualla; “Ubeydullah Han”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), Cilt 42, S. 22-23, İstanbul, 2012

23


EK: *

Aşağıda, “Sevgili” adıyla verilmiş olan şiir, Uygur Şehzadesi Aprınçur Tigin'e aittir.

Edebiyatımızın ilk aşk şiiri olarak bilinir (Ercilasun, 2009: 230). Kasınçıgımın öyü kadgurar men; Kadgurdukça Kaşı körtlem, Kavışıgsayur men. Yavuklumu düşünüp dertlenirim; Dertlendikçe Kaşı güzelim, Kavuşmak isterim. Öz amrakımın öyür men, Öyü evirür men ödüçün Öz amrakımın Öpügseyür men. Öz sevgilimi düşünürüm, Düşünüp dururum Öz sevgilimi Öpmek isterim. Barayın tiser Baç amrakım; Baru yime umaz men Bagırsakım. Gideyim desem Güzel sevgilim; Gidemem ki Sadık yârim.

24


Kireyin tiser Kiçigkiyem; Kirü yime umaz men Kin yıpar yıdlıgım. Gireyim desem Küçücüğüm; Giremem ki Misk amber kokulum. Yaruk tengriler Yarlıkazunın. Yavaşım birle Yakışıpan adrılmalım. Işıklı tanrılar Emretsinler. Yavaş (sakin) huylum ile Birleşip ayrılalım. Küçlüg priştiler Küç birzünin. Közi karam birle Külüşüpen külüşügin oluralım. Güçlü melekler Güç versin. Gözü karam ile Gülüşüp oturalım.

25


Tarihte ve Bugün Gök-Tengricilik Mert Karslıoğlu Türkler, tarih boyunca pek çok dine inanmıştır. Budizm, Maniheizm, Hristiyanlık, Musevilik ve en son olarak İslamiyet dinlerine bağlanmış pek çok Türk boyu ve devleti olmuştur. Türk nüfusunun büyük bölümü bugün İslam dinini seçmiştir. Bu dinden önce, Orta Asya'daki ve Sibirya'daki Türk topluluklarının kadim ve en yaygın inanışları ise Gök-Tengricilik'di. Gök-Tengricilik ya da bugünkü söylenişiyle Gök-Tanrıcılık inanışı, Türklerde milattan öncelere kadar gitmektedir. En eski Türk inanışlarını Totemizm, Animizm, Şamanizm gibi kavramlarla açıklamaya çalışan batılı araştırmacılar, Tengricilik inancının içinde bulunan bu kültleri kendi başına birer din olarak ele almıştır. Oysa ki bu kavramlarla ifade ettikleri inanç biçimleri kadim Tengricilik dinine bağlı inanç parçalarıdır. Türklerde “ongun” denilen kutsal hayvanlar ya da cansız varlıklar vardır. Araştırmacıların “totem” dediği olgular bunlardır. Ongunlar, farklı Türk boylarının soyundan geldiklerine inandıkları hayvan veya nesnenin kendisidir. Lakin bu ongun bir yaratıcı değil, bir ata niteliğindedir. “Atalar Kültü” inanışı içinde ele alınabilecek bu inancın Türklerdeki en yaygın biçimi “Gök-börü”dür. Gök-börü yani “bozkurt”, özellikle Göktürk Devleti'ni kuran Açina sülalesinin ongunudur. Onlar, soylarının dişi bir kurttan geldiğine inanmışlardır. Bütün Türklerin de kurttan geldiğine inanması, en yaygın ongun anlayışıdır. Oğuz Kağan Destanı'na göre, Oğuz Kağan'ın altı oğlundan türeyen 24 Oğuz boyunun hepsinin birer ongunu vardır. Bu ongunlar kuşlardan oluşmuştur. Örneğin Kayı Boyu'nun ongunu “şahin”, Avşar Boyu'nun “tavşancıl”, Kınık Boyu'nun ise “çakır”dır. Atalar Kültü ise, ölen ata ruhlarının hiç yok olmadığına ve kendi boyuna, sülalesine ve ailesine yardım ettiğine olan inanıştır. Bu yüzden Türkler ölen akrabalarının deriden ya da madenden heykelciklerini (bunlara töz ya da tös denir) yapmışlar, bunlara anma günlerinde temsili olarak adak sunmuşlardır. Bu tözlerin içinde ölen kişinin ruhunun saklandığına olan 26


inanış bugün Altay ve Yakut Türklerinde hala yaşamaktadır. Moğolistan'da Cengiz Han heykeline ya da anıtlarına secde edilmesi (bu şekilde saygılarını gösterirler), evlerde onun resimlerinden oluşan bir köşe yapılması ve o köşede kımız ve et sunulması adeti, atalar kültü ve töz anlayışının kalıntısıdır (Moğollar bugün büyük oranda Budist inanışa sahiptir). Araştırmacıların Animizm olarak adlandırdıkları inanış sisteminde, doğada bulunan canlı ve cansız tüm varlıkların bir ruhu olduğuna inanılır. Türkler, sadece insanlara ve hayvanlara değil, dağlara, ağaçlara, ormanlara, nehirlere de birer ruh vermiştir (Yer-Su inanışı). Bu yüzden de eski Türk boylarında çok sayıda kutsal dağ, ırmak, orman vardır. Kutsal dağlara “Altay Dağları”nı, kutsal ırmaklara “Orhun”u, kutsal ormana da “Ötüken Ormanı”nı (Orhun Yazıtları'nda Ötüken Yış olarak geçer) örnek verebiliriz. 1. Gök-Tengri / Türk Tanrısı Türkler, gökteki Tanrısına “Türk Tanrısı”[1] demiştir. Türkler, yaratıcılarını göğe yakıştırmıştır. Görevli pek çok göksel tanrı olduğu halde, bunların tümünü ve bütün evreni yaratan tek bir üstün güç vardır. Eski Türklerde “tengri” kelimesi hem gökyüzünü hem yaratıcıyı ifade etmekteydi. Göktürk Yazıtlarında da bu kelimenin hem ilah hem gökyüzü(sema) anlamlarında kullanılmış olduğunu görüyoruz. Bunun yanında Türkler Tanrı'yı, gök tanrılarından (ben bunlara “kutsal ruhlar” ya da “göksel ruhlar” demeyi tercih ediyorum) ayırmışlardır. “10. yüzyılın ilk çeyreğinde Oğuzları tavsif eden İbn Fadlan, Oğuzların “Bir Tanrı” dediklerini haber vermektedir. Onun anlattığına göre Oğuzlardan biri zorluk görür yahut hoşuna gitmeyen bir işle karşılaşırsa başını göğe kaldırarak “Bir Tanrı” diyor ki Bir Allah demektir” (İnan, 1976: 17).

[1] “Türk Tanrısı” deyişi Göktürk Yazıtları'nda geçmiştir. Kül Tigin Yazıtı, doğu yüzü, 10. satır: Üze Türk Tengrisi Türk ıduk yiri subı ança itmiş (Yukarıda Türk Tanrısı, Türk kutsal yerini, suyunu öyle düzene koymuş). İfade aynı şekilde, Bilge Kağan Yazıtı'nın doğu yüzünde, 10. satırında da geçmektedir.

27


Tengricilik inanışında Gök-Tengri'nin altında görevli onlarca göksel ruh vardır. “(...) Yüksek ruhlardan ayırt edilmesi güç olan ikincil tanrılar Tengri'yle aynı zamanda işe karışır, ona bağlı olabilir” (Roux, 2007: 147). Göksel ruhların en büyükleri Ülgen, Umay, Ayzıt gibi isimler almıştır. Bunlar göğün katlarında yaşarlar. Bunun yanında “Yer-Su” ruhları denilen ruhlar da mevcuttur. Bunlar da insanlarla birlikte yeryüzünde (dünya) yaşarlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi Yer-su inanışında yüzlerce hatta binlerce ruh mevcuttur. Yer-su ruhlarıyla göksel ruhlar birbirlerinden çoğu zaman ayırt edilemezler. Bir de yerin altında (cehennem – tamu) yaşayan şeytanlar vardır. En büyükleri Erlik'tir. Erlik, baş şeytandır. Görevi Ülgen'in tam tersi olarak kötülük yapmak, cinleri yönetmek ve insanları günah işlemeye yöneltmektir. Bunlara göre, Tengricilik inanışının evren görüşünü şöylece üç bölüme ayırabiliriz: 1. Gökyüzü Alemi(cennet ya da eski Türkçe'de uçmağ); burada Gök-Tanrı ve diğer göksel ruhlar bulunur. İyi insanlar ölünce, ruhları gökteki “uçmağ”a (cennet) yükselir. Bu yüzden eski Türkler ölen iyi insanların arkasından öldü yerine “uçtu” derlermiş. 2. Yeryüzü (Dünya); burada insanlar ve yer-su ruhları yaşar. 3. Yer Altı Alemi (cehennem ya da tamu); burada da Erlik, diğer şeytanlar, cinler ve kötülük yapmış insanların acı çeken ruhları bulunur. Bu karanlık alemin de gök aleminde olduğu gibi katları mevcuttur. Gök-Tanrı ise göğün en üst katında bulunur ve her şeyi o yaratmıştır. İyilikleri Ülgen yönetirken, kötülükleri Erlik yönetir. Gök-Tanrı ise tarafsız bir biçimde yalnızca evrenin işleyişini izler. O, her şeyin üstünde bulunmaktadır. Bu yüzden eski Türkler Ülgen'in, Erlik'in ya da diğer ruhların tasvirini hayallerinde canlandırırken, Gök-Tanrı'nın tasviri yapılmamıştır. Gök-Tanrı, hiçbir şeye benzemeyen bir varlıktır. Başlangıcın kendisidir ve kıyametten (kalgançı) sonra da yaşayacaktır. “Kendini en yüce ortaya koyuş biçimi Tengri, yani Gök Tanrı'dır. Tengri mavidir. Ezeli ve ebedi, yüce, kudretli, evrenin "kendiliğinden oluşmuş" ya da "yaratılmış" olmasına göre yaratan ya da değildir. Buyruklarını verir, insanlar üzerinde baskı kurar, ölümden başka ceza bilmez” (Roux, 2007: 147). 28


2. “Şaman” ve “Şamanizm” Terimleri Üzerine Şaman ve Şamanizm terimleri batıda ilk olarak Rus din adamlarının ve araştırmacıların eserlerinde geçmektedir. Onlar bu kelimenin kökenini Sanskritçe'deki “shramana”ya bağlamışlardır. Fransızca'da ilk kez 1699'da “schaman” şeklinde yer almıştır. 1724'de La Croze, Tunguz ve Samoyed rahiplerine ve büyücülerine “schaman” demiştir (Perrin, 2008: 17). Complément du Dictionnaire de l'Académie Française'de bu kelime “shamane” olarak yazılmıştır (1842). En son olarak 1903'de, Fransız Etnograf ve Folklorcu Arnold Van Gennep bu kelimeyi “chamane” olarak yazmış ve Fransızca'da bu şekilde kalmıştır (Perrin, 2008: 17). İngilizce'de ise “shaman” olarak yazılmaktadır ve çoğu dildeki kitaplara bu yazılışla girmiştir. Van Gennep, “şamanizm” terimi için şöyle demiştir: “Sözcükler, gezginler tarafından yaratılmış, sonra etnopsikoloji heveslileri tarafından düşüncesizce benimsenmiş ve gelişigüzel kullanılmıştır. Bu belirsiz sözcükler arasında en tehlikelilerinden biri şamanizm sözcüğüdür” (Perrin, 2008: 16). Bu yüzden biz de şamanizm kelimesinin kullanılmasına şüpheyle bakmaktayız. Türklerde şamanizm diye bir inanış yoktur. Şamanlar, en eski devirlerden beri Türk toplulukları arasında hekimlik, şairlik, büyücülük, hatta ebelik gibi görevleri yerine getirmiş olan yarı kutsal, yarı sihirbaz şahıslardır. Bunlara Türkler şamanın yanında kam, baksı, oyun gibi adlar da vermiştir. Bu kişiler din adamı statüsünde değillerdir. Zaten Gök-Tanrıcılık inanışında din adamlığı ve buna bağlı olarak ruhban sınıfı yoktur. Şamanlar, toplu dini törenleri yönetirler lakin Tanrı ile insanlar arasına giremezler. Şamanlar, öte dünyadaki ruhlarla iletişime geçebildiğine inanılan kimselerdir. Eski Türkler hastalıkların

kötü

ruhların

(şeytanların,

cinlerin)

vücuda

girmesiyle

oluştuğuna

inandıklarından, şamanları devreye sokmuş, onlardan yardım ummuştur. Şamanlara düzenli bir maaş verilmemiştir. Şamanlar, yapılan yardımlarla yaşamıştır. Çoğunlukla da insanlardan

29


uzak ve inzivada bir yaşamı tercih etmişlerdir (Roux, 2007: 135). Onlar ancak talep edildiğinde insanların işine karışmışlardır. Bütün bu anlattıklarımıza rağmen bugün dahi eski Türk inanışına “şamanizm” adı verilmektedir. İlk araştırmacılar ve seyyahlar, Sibirya'da ve Orta Asya'da gördükleri kamları, şamanları rahip statüsünde saymıştır. Buradaki dini inanışa basitçe “şamanizm” demişlerdir. Türklerde ise böyle bir adlandırma olmamıştır. Türkler en eski dönemlerden beri Gök-Tanrı'ya inanmışlardır. Bu yüzden eski Türk inanışına “Gök-Tanrıcılık” dememiz daha mantıklı ve doğru olacaktır. 3. Türklerde Putperestlik Var Mıydı? Türkler, tarihin hiçbir döneminde putlara tapınmamıştır. Gök-Tanrı inancında da Tanrı'yı heykelleştirme ve tasvir etme olmamıştır. Araştırmacıların put, fetiş, totem olarak adlandırdığı şekiller balbal denilen taşlar ya da töz (tös) denilen küçük heykelciklerdir. Abdülkadir İnan, “Tarihte ve Bugün Şamanizm” adlı kitabında balbalları şöyle açıklamıştır: “Balballar, ölen alpın, hayatında öldürdüğü düşmanların adına mezarına konulan taşlardan ibarettir” (İnan, 1986: 230). Yine İnan'a göre, bazı taşlarda sadece ölen şahsın adı da yazılı bulunmaktadır. “Töz”ler ya da “tös”ler ise, ailenin ölen üyesi için yapılan ve evin başköşesine konulan deriden yapılmış heykelciklerdir. Bunlar kesinlikle ilah tasviri değildir. Ebülgazi Bahadır Han, “Şecere-i Türk” adlı eserinde tözleri şu şekilde anlatmıştır: “... O zaman onlarda bir adet vardı ki birinin oğlu, bir kızı, ağabeyi, küçük kardeşi veya başka bir kıymetlisi ölürse onun suretini “kugurçak” yapar, evinde saklar. Ara sıra o sureti öpüp sevip okşayarak bu filanın sureti derlerdi. Bu suretin önüne yemeklerinin ilk lokmalarını korlardı. Yüzlerini gözlerini bebeğe sürtüp önünde yere eğilirlerdi” (İnan, 1976: 60). Buradaki “kugurçak” kelimesi, küçük oyuncak bebek anlamında verilmiştir.

30


1253 yılında Fransa Kralı 9. Ludwig tarafından Moğolistan'a Mengü Han huzuruna elçi olarak gönderilen Rahip Rubruk, budist Uygurların tapınağında gördüğü heykelleri anlatıyor: “Uygurlar bir tanrıya inanırlar. Tanrının insan veya başka bir cisim şeklinde tasvir edilmesini kabul etmezler. “Öyle ise neden bu kadar çok putunuz var?” diye sorduğumda Uygur rahibi: “Biz bu putları Tanrının tasviri olarak kabul etmiyoruz. Bizimkilerden biri, oğlu, karısı veyahut başka biri ölürse onun suretini yaparlar ve buraya (tapınağa) korlar. Biz de bunları ölünün hatırası olarak sayarız ve saklarız” diye cevap verdi. Tanrıyı bir bilmek bakımından Moğollar dahi bunların mezhebindedir. Fakat onlar ölülerinin tasvirlerini keçeden yaparlar ve süslerler...” (İnan, 1976: 60). Görüldüğü üzere Türkler Tanrı tasviri yapmamışlardır. Zaten Türklerin inancında GökTanrı'yı şekilleştirmek de uygun görülmemiştir. Buradaki töz adeti Moğollarda, Altay Türklerinde, Tuva Türklerinde, Yakut Türklerinde hala devam ettirilmektedir. 4. Tengri'ye Tapınma ve İbadet Şekilleri Yusuf Ziya Yörükan, Türklerdeki ayin ve ibadet şekillerini “dini ibadet” ve “sihri merasim” olarak ikiye ayırmıştır (Şamanizm, 2009: 65). Bu tasnif bizce de mantıklı ve araştırmayı kolaylaştırıcı bir işlemdir. Dini ibadetler, aile ocağında hususi olarak yapılan ibadetler ve her oymağın toplu olarak özel günlerde yaptığı ibadetler olarak iki şekilde mevcut olmuştur. Aile ocağında yapılan ibadette; her aile kendi tözüne (ata ruhunu temsil eden deriden tasvir) saygı gösterir. Sabah ve akşamları yemek yerken bu tözün önüne de yemek koyarlar. Onun karşısında dua okurlar. Bu tözler her ocakta(eski Türklerde ailenin yaşadığı mekana “yurt” ya da “ocak” denmiştir) birer tane olabileceği gibi birden fazla da bulunabilir. Boyların, oymakların toplu olarak yaptıkları dini törenler daha önemlidir. Türkler, yılın ilk ayında büyük bir ayin düzenlerdi (12 Hayvanlı Türk Takvimine göre yılın başı 21 Mart'tır. Bugün “Nevruz” adıyla kutlanılan bahar bayramı, ayrıca Türklerin Ergenekon'dan çıkışlarını da temsil eder). Hun çağı ile ilgili dini törenleri Abdülkadir İnan şu şekilde anlatır: “Hakanın 31


karargahındaki tapınakta her yılın başında ayin yapılırdı. Bu ayine Hunların 24 boyunun başbuğları iştirak ederdi. Yılın beşinci ayında Lung-Çeng şehrinde toplanırlar, atalarına, Gök-Tanrı'ya, yer-su ruhlarına kurban sunarlardı. Sonbaharda, atların iyi beslendikleri zaman, orman yanında toplanıp ahalinin ve hayvan sürülerinin sayısını kontrol ederlerdi. Hakan her sabah çadırından çıkarak güneşe ve geceleri aya tapardı” (İnan, 1976: 3). Toplu dini törenlere şamanlar eşlik eder, bazen direk şamanların törenleri yönettiği olurdu. Bu törenlere yalnız “ak-şaman” denilen iyicil kamların iştirak etmelerine izin verilirdi (Yörükan, 2009: 66). Türkler, dağların Tengri'ye daha yakın olduğuna inanmıştır. Bu sebeple kurban törenlerini bu kutsal saydıkları dağların tepelerinde yapmışlardır. “Hunların eski vatanı olan Yen-Si-Şan yahut Şan-Din-Şan sıradağlarındaki Han-Yoan dağı Hunların her yıl Gök-Tanrı'ya kurban kestikleri dağdı” (İnan, 1976: 31). Dağ tepelerindeki kurbanlara “Tengere-Tayıg” denmiştir. M.S. 3 yüzyılda Tobalar; “ecdat mabedi makamında bir taş oyarlardı. Kuzey yurtlarından güneye göç ederlerdi. Taş ev içinde göğe, yere, hakanın soyuna kurban keserlerdi. Kurbanlardan sonra kayın ağaçları dikerlerdi. Bunlardan tanrılık ve kutlu orman meydana gelirdi” (İnan, 1976: 4). Burada meydana geldiğini söylediği “tanrılık”, bizim yer-su ruhu olarak bildiğimiz kutsal yeryüzü ruhlarıdır. Göktürkler de atalarının ruhlarının bulunduğu mağaralara memur göndererek orada kurban kestirirlerdi. Onlar da önceki Türk toplulukları gibi yılın başında, yılın beşinci ve sekizinci ayında toplanarak kurban törenleri düzenlerdi. Göktürklerin ata mağarası saydığı bu kutlu mağara, Ötüken'in 250 km. batısındaki bir dağda bulunmaktaydı. Yörükan'ın “sihri merasim” olarak ayırdığı ayinler ise tamamiyle şamanların alanına girer. Eski Türkler, hastalıkların, doğal felaketlerin kötü ruhlardan, şeytanlardan geldiğine inanırlardı. Şeytanın(albız), o kişinin içine girmesi ve onu ele geçirmesiyle hasta ettiğine inanılırdı. Bu yüzden hekimlik(otacı) görevini de üstlenen şamandan yardım istenirdi.

32


Şamanlar, bir dizi sihri merasimle bu ayinleri icra ederlerdi. Bu ayinler günlerce sürdüğü gibi, haftalarca hatta aylarca da devam edebilirdi. Şamanlar, ata ruhlarıyla -ki her şamanın kendi ruhları, cinleri vardır- iletişime geçerek öte alemden yardım isterdi. Şamanlar, yalnızca kişisel hastalıklarda değil; hayvan sürülerinin telef olması durumunda, ekinlerin ve otlakların kurumasında, sel baskını ve yangın gibi afetlerde de yardıma çağırılırdı. Şamanlar bu tedavilerde muska yazar, ruhları yardıma çağırır, otlardan şifalı kürler yapardı. Eski Türklerde cenaze törenleri de dini ayinler sınıfına girmektedir. Cenaze törenleri Türk boyları arasında çok çeşitlilik göstermiştir. Ölüyü yakma, cesedi gömme, cesedi yaktıktan sonra bir kap içinde küllerini gömme, tabutunu ağaca asma gibi adetler görülmüştür. Türkler arasında ölüyü mumyalama adetinin olduğu da bilinmekle beraber bu az rastlanılan bir işlemdir. Bu törenlere de şamanlar önderlik ederdi. Şamanlar, ölen ruhun sağ salim cennete(uçmağ) ulaşmasına yardımcı olurlardı. 5. Yaşayan Tengricilik Bugün Altay Türkleri, Yakut Türkleri, Tuva Türkleri, Moğol boylarının bir kısmı hala kadim Türk inanışlarını devam ettirmektedir. Ayrıca Türk dininin benzeri olarak görülebilecek şamanist inanç sistemlerine Eskimolarda(İnuitler) ve Amerikan Kızılderililerinde de rastlanmaktadır. Bugün yaşayan şamanist gelenekleri, kadim Tengricilik ile bir tutmak hatalı olur. Bunun sebebi; bugün yaşayan şamanizm öğretileri Budizm, Lamaizm gibi yabancı dinlerin ve kültürlerin etkisi altında kalmıştır. “Altay ve Yakut şamanlığı bütün halinde eski Türk dini olarak kabul edilemez. Çok eski devirlerde büyük hakanlıklar ve devletler kuran Türklerin dünya görüşleri ve dini telakkileri Altay ve Yakut şamanizmine nazaran çok gelişmiş ve olgunlaşmış olduğu anlaşılmaktadır (...) Eski Türk dini için sırf itibari olarak şamanizm terimini kullanıyoruz” (İnan, 1976: 1-2).

33


Sovyetler Birliği'nin çökmesiyle beraber, Türk halkları milli benliklerine yeniden sarılmışlardır. Yıllarca; önce Rus Çarlığı tarafından Hristiyanlaştırma ve Ruslaştırma politikasına, Sovyet yönetimiyle de dinsizleştirme ve milliyetsizleştirme politikalarına maruz kalan Türkler, bugün milli kimliklerinin peşine düşmüşlerdir. Hristiyan Türk toplulukları, Musevi Türkler ve Müslüman olan Türkler arasında da kadim inanışların izlerine rastlanmaktadır. Nazar boncuğu takma, çaput bağlama (Altaylılar bu çaputa “yalama” derler), at nalından uğur bekleme inanışları hala mevcuttur. Bugün evliya mezarlarına(yatır), ağaçlara, kayalara bağlanan bez parçaları, eski “yer-su” inanışının kalıntısıdır. Eski Türkler de kutsal saydıkları mezarların(kurgan) etrafına, kutlu ağaçlara, kaya parçalarına saygı gösterirler ve bez bağlayarak adak adarlardı. Nevruz'da ateşin üzerinden atlama bize “ateş kültü”nü hatırlatmaktadır. Eski Türklerde ateş her şeyi temizlediğine inanılan kutlu bir maddeydi. Bu yüzden şamanlar ayinlerini ateşin çevresinde davul çalarak yaparlardı. Ayrıca kurşun dökme adeti de bize ateş kültünü anımsatmaktadır. Bunların dışında en yaygın adetlerden biri de yolcunun ardından su dökmektir. Bu da bize “su kültü”nden kalma bir inanıştır. Bugün bile Anadolu'da yolcuyu “su gibi git, su gibi gel” diyerek uğurlarlar. Moğollar, hala yolcunun ardından su ya da kımız dökerler. Anadolu'daki “cin çarpması, albastı, alkarısı” gibi söylence ve inanışlar da hep eski Tengricilik inanışının kalıntılarıdır. Mezarların ayak ucuna konan suluklar, kurganlara konan eşyaların bir kalıntısıdır. İslamiyet'ten sonra mezarın içine eşya konulması yasak edilmiş, lakin halk mezarlara su kapları koyarak bu adeti bir şekilde devam ettirmiştir. Ölenin ardından 40. gün mevlüt okunması da eski bir geleneğin kalıntısıdır. Mevlüt, İslami bir geleneğin ürünü olsa da 40 gün kuralı İslami kaynaklarda mevcut değildir. 7 gün, 40 gün gibi sayısal kavramlar Tengricilik inanışından kalma kurallardır. 34


6. Sonuç Gök-Tengri dini, Türklerin kadim dininin adıdır. Bu inanç sisteminde, gökte ebedi ve ezeli tek bir Tanrı vardır. Onun altında da insanların ve evrenin düzenini sağlayan kutsal güçler mevcuttur. Gök-Tanrı inancında evren üçe ayrılmıştır: Göksel alem, yeryüzü alemi ve yer altı alemi. Gökyüzünün en üstünde Gök-Tengri vardır. Göğün alt katmanlarında da göksel ruhlar yaşar: Ülgen, Umay vb. Yeryüzü alemi dünyamızdır. Eski Türkler buraya “acun” derlerdi. İnsanlar ve hayvanlarla beraber dünyamızda yer-su ruhları da yaşamaktaydı. Yer altı alemi de cehennemdir. Türklerin “tamu” olarak adlandırdığı bu alemin başında Erlik(baş şeytan) vardır. Gök-Tengricilik inanışında doğaya çok önem verilirdi. Yer-su inanışına göre her canlının ve cansızın ruhu olduğuna inanılırdı. Bu yüzden hiçbir maddeye gereksiz yere zarar verilmezdi. Eski Türklerde bunun cezası çok ağırdı. Eski Türkler ahirete de inanırdı. Bu sebeple mezarlarını kurgan dediğimiz, oda şeklinde mezarlar halinde yapmışlardır. Bu odalara ölenin bedeniyle beraber atını, eşyalarını da gömmüşlerdir. Türklerin eski dini, bugünkü Şamanist inançların üzerinde, daha gelişmiş bir sistemdir. Tengriciliğin kitabı, peygamberi, din adamı yoktur. Sözel olarak aktarılmış törelerle inanç sistemleri asırlarca yaşanmaya ve hatırlanmaya devam etmiştir.

35


KAYNAKLAR: * Ergin, Muharrem; Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, Mart 2010 * İnan, Abdülkadir; Eski Türk Dini Tarihi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1976 * İnan, Abdülkadir; Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1986 * Perrin, Michel; Şamanizm (Çev: Bülent Arıbaş), İletişim Yayınları, İstanbul, 2008 * Roux, Jean-Paul; Türklerin Tarihi (Çev: Aykut Kazancıgil ve Lale-Arslan Özcan) Kabalcı Yayınevi, İstanbul, Şubat 2007 * Yörükan, Yusuf Ziya; Şamanizm, Ötüken Neşriyat, İstanbul, Ekim 2009

36


Tuna'da Nal Sesleri: Bulgarlar & Avarlar Samet Demir Bozkırın atlıları Tuna Nehri deltasına nal sesleriyle yayıldılar. VII. yüzyılın başlarında, Büyük Bulgaristan'ın başbuğu olan Kobrat'ın[1] soyu, Attila'nın en küçük oğlu İrnek'ten geliyordu. “Küçük şahin türü” anlamındaki Esperik adıyla anılan hakanın devrinde bugünkü Bulgaristan kuruluyordu. Moesia[2] bölgesinde bulunan Bulgar Devleti, Bizans tarafından 681 yılında resmen tanınacaktı.

Bulgar Devleti'nin kuruluşu (681). Esperik Han ve onun oğlu Tervel devri. Bulgarların etnik kökeninin Türklere dayandığından ve onların Orta Asya'dan Balkanlara gelerek yerleşip 681 yılında Bulgar Devleti'ni kurduklarından Macar Arkeolog Géza Fehér, dilbilimci Gyula Németh, László Rásonyi ve başka birçok bilim adamı bahsetmiştir. Dimitr Markovski, “Bulgaristan'ın Kısa Tarihi” adlı eserinde bu noktaya işaret ediyor: “Proto-Bulgarların etnik kökenini Uzakdoğu'da, Orta Asya bölgelerinde (Altaylar ve Minisin Vadisi) aramak gerekiyor. Bunun ciddi dayanakları vardır. Dördüncü yüzyılda Proto[1] Kobrat: G. Németh, Kurt ve Kobrat'ın aynı kişi olduğunu açıklar. [2] Moesia Inferior (Aşağı Moesia): Bulgaristan'ın Tuna ve Balkan sıradağı arasındaki kısmıdır.

37


Bulgarlar Kafkas dağlarının kuzey bölgelerinde, Gürcüler ve Ermenilerle yakın komşu olarak barınıyorlardı. Bunlar eski Türk etnik grubuna mensup sayılıyor, dil bakımından Hunlara, Hazarlara ve Avarlara yakın bulunuyorlardı” (Korkud, 1986: 1). Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Tuna'daki Bulgar varlığına ilişkin şu satırlara yer veriyordu: “Tuna'da Bulgar kültürünün en eski eserleri toprak tabyalardı. Bu tabyalar sayesinde, Bulgarların Besarabya ve Dobruca'daki faaliyetlerini takip edebiliyoruz. VII. asra ait bir Bizans kaynağı, Bulgarların reisi Asparuh'un[3] Dinyester Nehrini geçerek Tuna kıyılarına gelip yerleştiğini yazıyordu. Bizans ordusunu mağlup ederek kovalayan Bulgarlar, Tuna'yı geçerek Balkan dağlarına kadar uzanan araziyi işgal ettiler” (Ögel, 1991: 256, 257). O dönemlerde Bulgarlar tabyaları için “Agul” ifadesini kullanmışlar. “Agul” bizdeki “ağıl” sözüne karşılık gelmektedir. Krum Han[4] döneminde fetih hareketlerine hız verildi. Önceleri güçlü bir devlet olan Avarlar savaşlardan yıpranmış durumdaydı. Tuna civarındaki Avar toprakları, 803 ve 804 yılları arasında Bulgarların olacaktı. Bizans güçlenen Bulgar tehdidinin farkındaydı. Krum Han için de artık hedef Bizans'tı. Sofya, Niş ele geçiriliyor ve 809 yılında Belgrad alınıyordu. Belgrad'ın alınmasından dört yıl sonra Bizans'la Edirne yakınlarında savaşıldı. Bizans ağır bir yenilgiye uğratılıyor, imparator canını zor kurtarıyordu. Krum Han, Edirne'yi alınca, eline geçen on bin kişilik esiri Tuna'nın kuzeyindeki Bulgaristan topraklarına[5] yerleştirecekti. Cihangir olmasının yanı sıra bir yasa adamıydı. Zamanında büyük topraklar zapt eden ve Slavları boyunduruğu altında tutan Avarları gözünün önüne getiriyor, öyle heybetli bir devletin çöküşünden ders çıkarmak gerektiğini düşünüyordu. İçki, fuhuş, ahlak bozukluğu ve usulsüz ticaret Avarların sonunu getirmişti. Krum Han, Bulgarları böyle bir vahim sondan korumak için bir kanun kitabı olan “Zakon Kruma”nın[6] meydana getirilmesini sağladı. [3] Asparuh: Esperik [4] Krum Han: Kurum ya da Korum. Kelime anlamı: Dağ çöküşü, yıkıntı. 803 - 814 yılları arasında hüküm sürdü. [5] Oltana ve Montana. [6] Zakon: Hukuk, kanun, yasa anlamlarına gelir. Bugün Slovenlerin dilinde kullanımı devam etmektedir.

38


Yaşamı boyunca Türk ananesinden taviz vermemiş katı ve sert bir hakandı. Bulgarlar onun döneminde, yazılı olmayıp geçmişten gelen esaslara da bağlı kaldılar: “Orta Asya Türk devletlerinde, düşmanın kafatasından yapılan kadehlerle içki içme âdetinin ne kadar yaygın olduğu bilinmekte idi. Bu eski Türk an’anesinin Bulgarlarda da devam ettiğini görüyoruz. Krumış Han[7], İmparator Nikefor’un başını kestiriyor ve kafatasından bir içki kadehi yaptırıyor ve İslav reislerini bu kafataslarından içki içmeğe zorluyordu” (Ögel, 1991: 263). Krum'un halefi Omurtag[8] idi. Babasından ona büyük bir hazine kalmıştı. Kültür ve medeniyet alanında aşırı ilerleme kaydedildi. Bugüne kadar gelen büyük eserlere (saraylar, surlar, yazıtlar vs.) hayatını adaması dolayısıyla Omurtag Han, Bulgar Devleti tarihinde unutulmayacak yerini almış bulunuyordu.

Bulgar Hükümdarlarının idealize edilmiş portreleri. 1- Tervel’in (701-718) kurşun mührü İstanbul’da bulundu; 2- Omurtag (814-831) Altın Madalyonu [7] Krumış Han: Krum Han. [8] Omurtag: Omurtag, bir kuş adıdır. Bizde özellikle soyadı kanunundan sonra kullanımı yaygınlaşmıştır. Bu soyadını kullananlardan en ünlüsü Türkiye Cumhuriyeti 4. Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak'tır.

39


Bulgaristan'ın ilk başkenti Pliska'da, her ne kadar yalnızca temelleri ele geçirilse de, Omurtag Han tarafından büyük bir saray yaptırıldığı biliniyor. Preslav, Madara ve Tuna saraylarından da bahsedilir. Madara Sarayı harabelerinde, Orhon alfabesine benzer runik işaretlere rastlanmıştır. Bu dönemden kalan Çatalar Kitabesi oldukça önemlidir. Kitabede, Omurtag Han'ın Tanrı tarafından tahta çıkarıldığı, Pliska ovasında ikamet ettiği ve düşmanlarını hakimiyeti altına aldığı yazılıdır. Ayrıca ilk Bulgar-Türk hükümdarlarının ad listesine ulaşılabilir. Başa geçecek hakanın yetkiyi Tanrı'dan alacağına inanılması, en eski Türklerden itibaren süregelen bir anlayıştır. “The Other Europe in the Middle Ages”[9] adlı kitapta şöyle geçer: “Tengri eski Türkler tarafından tapınılıyordu, Türk panteonu[10] ve ardından Bulgar panteonunun modellenişinde onun rol oynamış olduğu bilinmektedir” (Curta, 2008: 207). Bulgar Türklerinin Akıbeti 864 yılında Çar Boris Hristiyanlığı kabul etmişti. Zaten IX. yy Bulgar Türklerinin, Slavlaşmasının neredeyse tamamlandığı bir yüzyıldı. Yoğun Pan-Slav politikası sonucu, Bulgarlar Tengrici dedelerini unuttular. Bugün Bulgaristan'daki Türk düşmanlığının temeli Ruslar tarafından atılmıştır. Rusların Balkanlar üzerinde, Ortodoksluk ve Slavlık davası gütmesi, ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nu zor duruma düşürmüştü. Tabii olarak en büyük zorluğu, Osmanlıların fetihlerle birlikte oralara iskan ettiği Türkler görmüşlerdi. Sonraları Rusya'da rejimin değişmesi, Slavları Türk düşmanlığı yapmaktan alıkoymamıştı. Sovyetler Birliği, Bulgaristan'daki komünist hükümeti kullanarak Balkanlardaki Türk izlerini tamamen silmeye uğraşmış ve orada bulunan Türklere büyük cefalar çektirmişti. Asimilasyon

[9] The Other Europe in the Middle Ages: Orta Çağ'da Diğer Avrupa. Florin Curta ve Roman Kovalev tarafından düzenlenen kitapta Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar ve Kumanlar konu edilmiştir. [10] Panteon: TDK sözlüğe baktığımızda üç tanım karşımıza çıkıyor: * Yunan ve Romalıların en büyük tapınaklarına verdikleri ad. * Bir halkın, bir ulusun bütün Tanrıları. "Eski Yunan Panteonu". * Büyük yararlılık göstermiş kimselerin gömüldüğü ulusal anıt.

40


politikasına karşı direnen Türkler, Bulgaristan'dan zorunlu göçün başladığı yıl olan 1989'da, kitleler halinde Türkiye'ye geçmişlerdir. Avarlar Topraklarından Tuna geçen bir başka Türk soylu kavim Avarlardır. Rásonyi, Avar adının “dik kafalı, serkeş” manasına geldiğini söyler. Adlarındaki manada olduğu gibi dik kafalılardır. Slav tarihinin başlangıcı, Avarlar ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat “Rusya Tarihi” adlı kitabında, Slavların teşkilatlanıp tarih sahnesine çıkmalarının Avar hakimiyetinin tesiriyle olduğunu anlatır: “Gök Türk Kağanlığının kurulmasından sonra (M. S. 552) Jujanlar(Avarlar)'ın [11] bir kısmı İdil (Volga) nehrini aşarak Avrupa'ya geçmişler ve 568'e doğru, Pannonya merkez olmak üzere, büyük bir Avar İmparatorluğu kurmuşlardı. Slavlarla meskûn sahanın kâmilen Avarlara tabi olduğu biliniyor. Slavlar bu suretle uzun zaman Avar hâkimiyetinde kalmışlardı. Bu yeni durum onların tarihi gelişmeleri üzerinde büyük bir tesir yaptı. Slavların faal bir unsur olarak ilk defa tarih sahnesinde görünmeleri, Balkanlarda ve Bohemya'da yerleşmeleri, ilk siyasi teşkilat kurmaları ve hatta etnik bakımdan ve karakter itibariyle değişmeleri Avar hâkimiyetinin tesiriyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu hâkimiyetin hatırası Doğu Slavlarda ta XII. yüzyıla kadar devam etmiştir” (Kurat, 1993: 5). Avarların, Bohemya ve Karpatlar'da Slav kadınlarına yaptıkları ziyaretler sonucunda epey “Avarlaşmış” Slav olmalıdır. Nimet Kurat'ın da Slavların etnik bakımdan ve karakter itibariyle değişmelerinden kastettiği şey budur. Rásonyi, “Tarihte Türklük” kitabında, Slav yayılışında ve tarihinde kilit rolü Türklerin en çok da Avarların oynadığını iddia eder ve tezini Rusların eski kroniklerinden yaptığı alıntılarla güçlendirir:

[11] Jujanlar: (Juan-juanlar) Avarlara, onlar Avrupa'ya geçmeden önce Çinliler tarafından takılan ad.

41


“Bulgar Türklerinin de İslavların[12] Balkanlara yerleşmesinde büyük rolleri olduğu düşünülürse, İslav yayılışı ve İslav tarihinin düğüm noktası olan VI-VII. yüzyıllar, Türk, bilhassa Avar tarihine dayanır. Avarların İslavlara yaptığı tesiri anlamak için Rusların eski kroniklerini karıştırmak kâfidir. Bu kronikler yüzyıllar sonra da “İslavları sefil bıraktılar, İslav kadınları onlarındı, uzun boylu fakat mağrur ruhlu idiler” diye şikâyet ederler” (Rásonyi, 1971: 84). Rus kroniklerinde yer alan “uzun boylu” ifadesi, düşmanı yüceltme ve yenilmez gösterme psikolojisinden kaynaklanır. Nihayetinde Avarlar orta boylu insanlardır. Yenilmez değillerdi, Asya'da yenildikleri için Tuna'da görüldüler. Açıklayalım: 552 yılında, Gök Türk kağanı Bumin Han'a yenilen Avarların önemli bir kısmı batıya göç etmişti. Fiziksel özellikleriyle bizden çok da farklı olmayan bu göçebe kabileler Avrupa'ya dehşet saçmıştı. Bizans İmparatoru Justinianos'u haraca bağlamışlardı. IX. yüzyılın başlarına kadar devletlerini yaşatmışlardı. Bayan Han, batıya göçerek Orta ve Doğu Avrupa'da varlık gösteren Avarların ilk kağanıydı. Gepidleri yok etmek için Lombardlarla işbirliği yaptı. Zafer kazandı. Pannonya artık devletin merkeziydi. Lombardları İtalya'nın kuzeyine göçe zorladı. Bahsi geçen Germen kavimlerini [13] yendikten sonra Slav oymaklarını devirerek büyük bir devlet kurmuş, az sayıda bulunan Avarları Avrupa'nın sahibi yapmıştı. Azak Denizi'ne dökülen Don Nehri'nden Atlas Okyanusu kıyısına -Gallia'ya- kadar ulaştı. Slavlarla dolu kuzey bölgesinden İtalya'ya kadar olan geniş arazide budunun[14] başında at koşturdu. Önemli ticaret yollarını elinde tutmayı amaçlıyordu. Ancak Attila'yı yenilmez yapan kudrete sahip değildi. Priskos komutasındaki Bizans ordusuna Tisa Nehri civarında yenildi. 602 yılına gelindiğinde uçmağa[15] varacaktı.

[12] İslav: Slav. [13] Gepidler ve Lombardlar. [14] Budun: Millet. [15] Uçmağ: Türk ve Altay mitolojilerinde 'cennet' demektir.

42


MS 600. Avar Kağanlığı, Frank Diyarı, Doğu Roma İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu, Doğu Türk Kağanlığı yayılış alanları. Bayan Han'ın vefatından sonra yeniden toparlanan Avarlar, her alanda Slavları kullandıkları gibi yaptıkları savaşlara onları da sürüklüyorlardı. Denebilir ki, Slavlara askerliği Avarlar öğretmişlerdir. 626 yılında Avarlar, Sasaniler ile ittifak kuruyor ve Konstantinopolis'i kuşatıyordu. Kuşatma başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu savaşa Avarlar tarafından sürüklenen Slavlardan 8000 kadarı Bizans'a esir düşüyordu. VII. ve IX. yüzyıllar arasında, Slavların Germen topraklarına doğru yaptığı ilerleyişin kışkırtıcısı da destekleyicisi de yine Avarlardır. İmparatorluklar ölümsüz değildir. Nihayetinde Attila Avrupa'dayken Roma İmparatorluğu ikiye bölünmüş durumdaydı. Avarlar Avrupa'da at koştururken koca Roma İmparatorluğu'nun sadece doğudaki uzvu hayattaydı. Ve Avarların devleti de iki yüz yıl kadar hükümran olduktan sonra zayıflamaya yüz tuttu. Önce Franklardan ağır darbe aldılar. Bulgar Türklerinin başında bulunan Krum Han ise Avarların Tuna civarındaki hakimiyetine tamamen son verecekti. Sağ kalanların bir kısmı Slavlar arasında benliklerini yitirdiler, bir kısmıysa Bulgarlara katılıp Krum'un arkasında Bizans surlarına dayandılar.

43


Avar Kültürüne Dair Birkaç Söz Avar kültürünün yayılış sahasına bakıldığında, Gepid kültürüyle bir çarpışma yaşandığını söyleyebiliyoruz. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Avar ile Gepid kültürlerinin birbirine karışmış olarak bulunmakta olduğunu ifade eder. Burada incelenen şey birtakım kayış uçları ve üzerlerindeki motiflerdir. Bu kayış uçlarının görüldükleri yerler de araştırma konusu yapılmıştır. Tuna Nehri ile Tisa Nehri arasında kalan bölgede bunlara sık rastlanmıştır. “Avar tokalarının kayışa bağlanan yerleri, düz yapılmış ve hayvan motifleri ile süslenmişti (...) Tokalarda görülen başlıca hayvan motifleri, at gövdeli, kuş başlı mahlûklar ile grifonlar,[16] arslanlar ve ne olduklarını anlayamadığımız bazı efsanevi hayvanlardı” (Ögel, 1991: 123, 124). Avarların dökme tekniğinde, Orta Asya kökenli Hayvan Üslubu hakim olmuştur. Avarlar Tarafından Kullanılmış Bazı Özel İsimler Tudun: Rütbe adı. Kagan: Rütbe adı. Tarkhan: Rütbe adı. Mergen: Okçu. Moğolca'da da aynı anlama gelir. Solak: Solak. Askeri bir rütbe adı olsa gerek. Kök: Mavi. Bayan: Zengin. Külük: Meşhur. Mugel: Kahraman. Alpel: Kahraman. Tugay: Orman. Buga: Boğa.

[16] Grifon: Aslan vücutlu, kartal başlı ve kanatlı mitolojik bir hayvan.

44


KAYNAKLAR * Curta, Florin & Kovalev, Roman; The Other Europe in the Middle Ages & Avars, Bulgars, Khazars, and Cumans, Brill, Leiden, 2008 * Korkud, Refik; Bulgarian Administration and Historical Myth, Türkiye Fikir Ajansı, Ankara, 1986 * Kurat, Akdes Nimet; Rusya Tarihi, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993 * Ögel, Bahaeddin; İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991 * Rásonyi, Lászlo; Tarihte Türklük (Çeviri: Hamit Zübeyir Koşay), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1971 * Rásonyi, Lászlo; Tuna Köprüleri (Çeviri: Hicran Akın), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1984 İnternet Kaynakları * http://www.best-places-bulgaria.com/bulgarian-history/# * http://umitdergisi.com/tr/2010/10/bulgaristan%E2%80%99in-ilk-baskenti-pliska/

45


Kurt Başlı Sancak (Kuzey Kazakistan, 7-8. yy)

46


Aylık E-Dergi

ansiklopedidergi.blogspot.com.tr issuu.com/ansiklopedi

-Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir-


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.