Sezar'ın Cumhuriyetle İmtihanı, Samet Demir Âlî Bey ve Lehçetü'l-Hakâyık, Mert Karslıoğlu Dîvânü Lûgati't-Türk'te Geçen Atasözü ve Özlü Sözler II, Mert Karslıoğlu Devletin Siyasi ve İktisadi Yorumu, Samet Demir Ömer Seyfettin Öyküleri Hakkında Bir İnceleme, Mert Karslıoğlu Langer'in Raporu, Samet Demir
İZMİR, Ekim 2014 – Sayı II
İÇİNDEKİLER İçindekiler / i Birkaç Söz / ii Sezar'ın Cumhuriyetle İmtihanı, Samet Demir / 1-15 Âlî Bey ve Lehçetü'l-Hakâyık, Mert Karslıoğlu / 16-23 Dîvânü Lûgati't-Türk'te Geçen Atasözü ve Özlü Sözler II, Mert Karslıoğlu / 24-29 Devletin Siyasi ve İktisadi Yorumu, Samet Demir / 30-37 Ömer Seyfettin Öyküleri Hakkında Bir İnceleme, Mert Karslıoğlu / 38-49 Langer'in Raporu, Samet Demir / 50-59
i
Birkaç Söz ... Tanrısal bir irade ya da yüce insan aklı eyleme geçmeyi emrediyordu. Buyruk verenin kimliği ve cismi bir kenara atıldı. Zaman mefhumu, insanın elinde tutabileceği bir nesne olmalıydı artık. Bitmeyecek bir savaş başlatıldı. Çünkü biten her şey salt yokluk gibidir. Tabiat insana gülümsedi. Yaratılışı itibarıyla iyi olan insan da ona karşılık verdi. Bütün kötümserleri ve iyimserleri bir kenara bırakılsın, aydınlanma çağının büyük uluları vardı. O ulular tarafından dogmalar eleştirildi. Dokunulamaz denilen tahtlar sallandı. Batıl inançlar ve yoz beyinler bilgi çağının çekiçlerinden nasiplerini aldılar. İnsan zekâsı bir kılıç ihtişamıyla parlıyordu. Diderot, D’Alembert, Voltaire ve Rousseau gibi beyin yontucular ortalığa bir aydınlanma dehşeti saçmıştı. Rousseau’nun fikirlerinin yılmaz savunucusu ve büyük ihtilalci Robespierre, 7 Haziran 1794 tarihli konuşmasında her şeyi özetliyordu: “de fonder sur la terre l’empire de la sagesse, de la justice et de la vertu” (Dünyada bilgelik, adalet ve erdem imparatorluğunu kurmak için) Doğa insana özgürlüğünü verdiği halde, zincirler içinde esir edilmiş aklın sesi olmayı arzuluyor Ansiklopedi Dergisi. Geçmişte Diderot ve D’Alembert’in çıkardığı Encyclopédie bizim adımızın da esin kaynağı oldu. Onların bir devamı olmayı haddimiz olarak görmesek de, bütün iyi niyetimiz ve temennimizle bilginin ışığını arayacağız. Günlük siyaset ve hamaset bizden uzak olacaktır. Ansiklopedi Dergisi’nin temel düsturunu ise şöyle belirledik: “Türkçe Bilim, Türkçe Sanat, Türkçe Yaşam” Ansiklopedi Dergi ii
Sezar'ın Cumhuriyetle İmtihanı Samet Demir
Let us have final tribute of blood in honor of Gaius Iulius Caesar* Paradigmaların merkezi bir çıkış noktası varsa o da “özgürlük” düşüncesidir. Varlığını ispatlayan her olgunun kazanacağı ya da kaybedeceği tek gerçeklik odur. Bu yazısında, Roma cumhuriyetçiliği üzerine birkaç kelam edecek olan yazar, işe nereden başlayacağını bilmektedir. Cumhuriyet'in merkezindeki “özgürlük” (libertas) kavramından. Roma'daki özgürlük anlayışı yasalara dayandırılmıştır. Keyfi değildir. Tek bir kişinin keyfi yönetimi benimsenmediği gibi çoğunluğun da böyle bir lükse sahip olması beklenemezdi. Cicero[1], halkın ortak iradesini temsil etmesi şartıyla komünoteyi (communauté) cumhuriyet olarak niteler. Cicero, halkı aynı yasaya tabi olan ve belli bir çıkar birliğiyle bir araya gelmiş insanlardan oluşan topluluk olarak ifade eder. Ve bu bir araya geliş doğal bir sürü içgüdüsü değildir. Ortak bir sözleşmenin onaylanması ve insanın sosyal duruşu bir araya gelişin vesilesidir. Meselenin özünde “çıkar topluluğu” düşüncesi yatar ve hukuksal bir anlaşma ile bireyler amaçlarının cumhuriyetle birlikte korunacağını kabul ederler. Halkın çıkarını korumakla görevli olan iktidar, yüksek devlet görevlilerinden ve Senato'dan oluşmaktadır. Kamusal sorunların çözülmesinde halk doğrudan doğruya yönetime katılmaz. 1
Roma Cumhuriyeti'nin gerçek manada bir demokrasiyle yönetildiğini ifade edemeyiz. Yurttaşlık hakları vardır. Aslında yurttaşların arasında da bazı sınıf farklılıkları görülür. Cicero; monarşi, aristokrasi ve demokrasiyi birbirlerinden ayırır ve monarşinin zorbalığa, aristokrasinin oligarşiye, demokrasinin de çoğunluğun kötü yönetimine dönüşebileceğini söyler. Zira çoğunluğun sınırsız haklara sahip olması ve keyfi yönetimi de cumhuriyet anlayışına ters düşer. O halde; özgürlükleri sınırlayan ve koruyan yasaların verdiği güvencelerdir (Audier, 2006: 20). Gelelim Sezar'ın Cumhuriyet'le imtihanına… *** İsa'nın doğmasından tam bir asır önceydi. Henüz tarih sahnesine çıkmasa bile yeryüzüne inmişti. Tanrılar onun inişini müjdeleyen mucizeler hazırlamamıştı belki. Ancak ona Tanrılar tarafından bir şans veriliyordu. Ve o bu şanstan bütün hayatı boyunca yararlanacaktı çünkü ona inanıyordu. Adını bile koymuştu: Sezar'ın şansı. Gaius Iulius Caesar (Gayus Yulius Kaysar), bugün adları gıptayla anılan, Roma'ya ve Cumhuriyet'e büyük bir tutkuyla bağlı olan Cicero ve Cato [2] ile aynı dönemde yaşamıştı. İleride değineceğim: Cato'nun intiharına sebep olmuştu. Sezar'ın gençliğinde Roma Cumhuriyeti'ne diktatör olan bir adam vardı. Adı Sulla [3] idi. Öncesinde beş defa Konsül[4] seçilmiş, orduda önemli reformlar yapmış olan bir başka büyük isim Marius, Sulla tarafından sürgün edilmişti. Marius ile akrabalık bağı bulunan Sezar bu sebepten dolayı Sulla'yı sevmezdi. Sulla'nın Roma üzerindeki egemenliği gün geçtikçe sarsılırken Sezar hitabet konusunda ders almaya başladı. İyi bir hatipti ancak iktidarı ele geçirmek istiyordu. Askeri güce sahip olmalıydı ve politikayla ilgilenmeye başlamıştı.
2
Halk tarafından seviliyordu. Muntazam taranmış saçlara, beyaz bir tene sahipti. Düzgün ve güzel konuşuyordu. Vatan haini ilan edilen Marius'la olan akrabalığını da ustaca kullanıyordu. Marius'un eşinin cenaze töreninde Marius'un resimlerini taşıttırarak halkın takdirini kazandı. Cesur davranıp yasak tanımamıştı. Sezar, ilk karısı Cornelia öldüğünde onun anısına etkili bir söylev vermiş ve yüceltilmişti. *** Roma'da Sulla ve Marius taraftarlarından oluşan iki rakip parti bulunuyordu. Sezar, Marius'un Cimberlere karşı kazandığı zaferi hatırlatmak ve taraftarlarını artırmak adına Marius'un kente ganimetlerle girdiğini gösteren resimlerini gizlice Capitolium'a koydurarak halkın tepkisini ölçtü. Sonuç Sezar için olumluydu. Tutumu hayranlık uyandırdı. Akrabası için büyük fedakarlıkta bulunmuş, yine kanunlara karşı gelmişti. Bu davranışından dolayı toplanan senatoda Cumhuriyet'e açıkça karşı gelmekle itham edildi. Taraftarları tedirgin olmuş ancak Sezar'a beraat kararı çıkınca rahatlamışlardı. Orta yaşlarını geride bırakırken Praetor[5] seçildi. Praetörlük görevini tamamladıktan sonra İspanya'ya gitti ve orada askeri zaferlerinin yanı sıra önemli işler gördü. Plutarkhos'tan aktarıyorum: “Alacaklıların borçluların yıllık gelirlerinin üçte ikisini alabilmeleri, borçluların da borçlarının üçte biri oranında bir gelire sahip olabilmeleri yönünde bir kanun çıkardı. Bu önlem İspanya’daki ününü iyice artırdı. İspanya’dan ayrılırken kendisi ve askerleri bir hayli zenginleşmişti” (Plutarkhos, 2007: 112). Sezar şimdiden askerleri tarafından “İmparator” olarak selamlanıyordu. Onlar adeta Cumhuriyet'in değil Sezar'ın askerleriydiler artık. 41 yaşına geldiğinde, Crassus [6] ve Pompeius'un[7] da desteğiyle Konsül seçildi. Yine halkın refahına yönelik kanunlar çıkaracak ve Romalıların gözünde değerini büyütecekti. Toprakların bölüştürülmesi, bedava buğday dağıtımı gibi uygulamalar onun sayesinde yürürlüğe konmuştu.
3
Evlilikler aracılığıyla bağlarını kuvvetlendiriyordu. İlk karısı Cornelia'dan doğan kızı Iulia'yı Pompeius ile evlendirmiş ve kendisi de Piso'nun kızı Calpurnia'yı eşi olarak kabul etmişti. Cato, evlilikler yoluyla güçlenen bu bağların ileride Cumhuriyet'in başına bela olacağını seziyordu. Uyarıları göz ardı edildiği için elinden bir şey gelmiyordu. Sezar beş yıllık bir süre için Galya eyalet valiliğine atanıyor, Galya'nın yanı sıra İllyria [8] bölgesi de Sezar'ın denetimine bırakılıyordu. Dört lejyon [9] emrine verilmişti. Tabi anlaşılacağı üzere beş yıldan daha uzun bir süre görevde kalmıştı. Bu süreci ve ortaya çıkan sonucu R. H. Barrow “Romalılar” adlı eserinde şöyle ifade eder: “Galya’ya girdiğinde, idare ettiği yer küçük bir Galya eyaletiyken Galya’dan çıktığında eyaletin içine Fransa, Belçika girmiş ve Britanya’nın yolunu açmıştı” (Barrow, 1965: 33-34). İşte Jül Sezar'ın Galya'daki fetihlerini ve orayı nasıl teşkilatlandırdığını konuşacağız şimdi. *** MÖ 58 Söz konusu tarihte Galya'da yaşayan etnik unsurlara dair, Sezar'ın kendi yazmış olduğu “Galya Savaşı” adlı eserde bilgi veriliyor: “Galya üç bölgeye ayrılmaktadır. Birinci bölgede Belgalar, ikincisinde Aquitanlar, üçüncüsündeyse kendilerine Keltler adını veren bizim dilimizdeyse Galler ismiyle bilinen halk yaşar” (Caesar, 2006: 1). Rhen Nehri'nin diğer tarafındaki Germenler nehri aşarak bu kavimlerle sürekli savaşırlar. Diğer Gal kavimlerinden cesaret bakımından üstün olan bir kavim var: Helvetler. Onlar da Germenlerle sürekli mücadele halindedir. Hatta Helvetler bazen Germenler'in topraklarına giderek savaşmışlardır. 4
“Helvetler on iki şehirlerini ve dört yüz köylerini yakarak Romalılara ait olan Galya eyaletinden geçmek amacıyla yola çıkmışlardı (…) Askerlik yapabilecek yaştakiler doksan bin, toplamdaysa üç yüz bin kişi kadardılar” (Plutarkhos, 2007: 118). Böylelikle Sezar'ın Galya'daki ilk savaşı, cesaretlerini övdüğümüz Helvetler ve Tigurinlere karşı olmuştur. Labienus[10] adlı kumandanını Tigurinlerin üstüne yolladı. Arar Nehri kıyılarında Tigurinler yenilgiye uğratıldı. Sezar ve ordusu hareket halindeyken Helvetler'in saldırısına uğradı. Helvetler geri çekilmeyi düşünmeden savaşsalar bile Sezar'a yenildiler. Germenler Rhen Nehri'ni geçip Galya'ya saldırmayı düşünüyorlardı. Başlarında Ariovistus vardı. Sezar hem kendi itibarını hem de Galyalıları korumak için Germenlerle savaşmayı kafasına koymuştu. Başbuğları Ariovistus'un ardında Germenler Rhen'i geçtiler. Onların yenilmez olduğuna dair efsaneler türetiliyordu. Sezar bütün konuşulanlara kulaklarını tıkadı. Askerlerinin azimlerini ve cesaretlerini yükseltmek için “Onuncu Lejyon”unu öven bir konuşma yaptı: “Eğer hiç kimse benimle gelmezse yanıma sadece onuncu lejyonu alırım. Onun sadakatinden şüphem yok. Komutanlarını onlar koruyacaklar” (Caesar, 2006: 39).
5
Geçmişte Marius, Cimberleri ve Teutonları yenmişti. Sezar ondan daha aşağı değildi. Sadık onuncu lejyon ve diğer lejyonların gayretiyle Germenleri bozguna uğrattı. Ariovistus Rhen'i aşarak kaçmıştı. Roma mızrağı Germen baltasına üstün geldi. *** MÖ 57 Belgalar Galya topraklarının üçte birine hakim bulunuyordu. Güçlü bir ordu hazırladılar. Roma'ya müttefik olanların topraklarını yağmalayacaklardı. Sezar hızla hareket ederek Belgaları hazırlıksız yakaladı. Çok insan öldürülmüştü. Kavimler teker teker Sezar'a teslim oluyorlardı. Nerviler teslim olmayı reddetti. Belgaların en vahşi ve güçlü kabilesiydiler. Tüccarlar ülkelerine giremezdi. Şarap içmezlerdi. Muhtemelen şarabı cesaret azaltan bir içki olarak görüyorlardı. Lüks eşyalar ithal edilemezdi. Çünkü lüks olan her şey savaşçılığı öldürüyordu. Hiç beklemediği anda Sezar'a saldırdılar. Bir ara savaş öyle bir noktaya geldi ki Sezar kalkan kuşanıp askerlerinin arasında ilerlemeseydi ve bundan etkilenen onuncu lejyon müthiş bir iştahla Nervilere saldırmasaydı Romalılar büyük bir hezimete uğrayacaklardı. Nerviler çekilmediler, neredeyse yok olana kadar direndiler. Canlarını yitirmişler ancak onurlarını korumuşlardı. *** MÖ 55 Rhen Nehri'nin diğer tarafı yine hareketli zamanlar geçiriyordu. Germenlerin en güçlü kabilesi Suebler diğer Germen kabilelerine rahat vermiyordu. İki Germen kabilesi, Usipetler ve Tencterler daha fazla dayanamayarak Rhen'i geçtiler.
6
Kalabalık ve savaşçı bir kabile olan Suebler'de kişiler tarlaların mülkiyetine sahip olamazlardı. Aynı yerde bir yıldan fazla süreyle yaşamaları yasaktı. Böylece toprakların sahiplenilmesinin ve tembelliğin önleneceğini düşünüyor olmalıydılar. Önde gelen kişiler de dahil olmak üzere kabile üyelerinin servetleri arasında uçurumlar oluşmuyordu. Kabilenin bu ilkeleri, onlardan çok sonra yaşamış ve eşitsizliğin kaynağı üzerine yorumlarda bulunmuş bazı filozofları destekler niteliktedir. Suebler, tüccarların ülkelerine gelmelerine izin verirler ancak onlardan bir şey almazlar. Amaç savaşlarda yağmaladıklarını gelenlere satmaktır. Yukarda bahsettiğimiz Nerviler gibi onlar da şarabı yasaklamıştır. Şarabın erkekleri kadınlaştırdığı düşünülür. Mülkiyet konusunda Romalılar ve Suebler karşılaştırılacak olursa bunların birbirlerinden tamamen farklı oldukları görülür. Çünkü Romalılar toprağa çok değer verir. Normal bir Romalı savaşmadığı sürece ömrünü tarlasında geçirir. Hem çiftçi hem de askerdir. Sezar, Rhen'in diğer tarafına geçmeyi planlıyordu. Başarırsa Rhen Nehri'ni aşan ilk Romalı olacaktı. Nehir bir hayli geniş olduğundan geçilmesi çok zor olsa da kurulmasını emrettiği köprü on gün içinde tamamlandı. Ordusuyla beraber Rhen'i geçti. Germania bölgesinde Hercynia Ormanı çok büyük bir alanı kaplar. Başıyla sonunu bulmanın imkansız olduğu söylenir. Sezar Rhen'i aştığında, Germenler ormanlarla çevrili vadilere çekildiler. Girdiği yeri yakıp yıktı. Roma'nın yanında yer alan Germen kabilelerine ise yardım etti. Rhen'in diğer tarafında on sekiz gün geçirmişti. Burada daha fazla kalması şanına ve şerefine bir şey katmayacaktı. Galya'ya döndü. Köprüyü yıktırmayı da ihmal etmedi. *** Aynı yıl içinde, Sezar Britanya'ya gitmek istedi. Gemilerin hazırlanması emri verildi. Donanma okyanusa getirildi. Yine bir ilke imza atıyordu. Bu donanma ile denizi aşmayı başarıyordu. Ada yerlileri ise Romalılara büyük zorluklar çıkardı. Gemilerden atlamaları ve hem dalgalarla hem de düşman askerleriyle savaşmaları gerekiyordu. 7
Onuncu lejyon sancaktarı yüksek sesle konuşmuştu: “Askerler! Eğer sancağınızı düşmana bırakmak istemiyorsanız atlayın. Ben en azından cumhuriyetime ve komutanıma karşı görevimi yapacağım” (Caesar, 2006: 121). Şiddetli çarpışmalar oldu. Sezar'a elçiler yollayıp barış istediler. Gece gündüz eşitliğinin olduğu zaman yaklaştığından ve donanma kışı çıkartacak bir halde bulunmadığından Sezar rehineler alıp dönmeye karar verdi. Burada gece gündüz eşitliği olarak 23 Eylül kastediliyor. Kuzey yarım kürede kış yaklaşır. *** MÖ 54 Sezar Britanya'ya ikinci kez ayak bastı. Ancak, Galya'da beklenmedik bir isyan çıkınca Britanya'nın Roma'ya ödeyeceği yıllık vergiyi belirledi ve döndü. Galya'daki isyan, ismini önceden zikrettiğimiz kumandan Labienus'un gayretiyle bastırıldı. *** MÖ 52 Sezar'a ve Roma Cumhuriyeti'ne karşı son bir kez kurtuluş savaşı vermek için isyan eden kabileler, Arvernler'in lideri olan Vercingetorix [11] kumandası altında birleşirler. İsyana yön verecek en güçlü kabileler Arvernler ve Carnutlar'dır. Avaricum Muharebesi'nde Romalılar galip geldiler. Vercingetorix, buradaki savaşa girişmeden evvel de Avaricum'u savunmanın anlamsız olacağını düşünüyordu. Ancak bazı kabilelerin bu yöndeki istekleri nedeniyle Avaricum'da savaşa girişilmişti. Bu nedenle Vercingetorix alınan yenilgiden dolayı suçlanmadı ve kabileler üstündeki karizmatik etkisini yitirmedi. O birleştirici özelliği ve dehasıyla parlıyordu. 8
Vercingétorix - Alésia Vercingetorix, Alesia'ya ilerledi. Romalılara karşı direnişini burada yapacaktı. Alesia kenti çok yüksek bir tepe üzerine kurulduğundan ele geçirilmesi bir hayli zordu. Sezar kuşatmaya karar verdi. Sezar'ın olabildiğince hızlı davranması gerekiyordu. Çünkü Galya'dan üç yüz bin cesur adam toplanmıştı. Kuşatma altındakilere yardım için geliyorlardı. Sezar iki orduya karşı cephe almak durumundaydı. Vercingetorix'in “saldırmazlık” emrine uymayan birlikler Sezar'ın ekmeğine yağ sürdüler. Halbuki iki ordu birleşebilseydi tarih farklı yazılırdı. Roma'nın sömürgesi olmaktan yılmışların son kurtuluş umutları tükenmişti. Vercingetorix halkına zeval verilmemesi şartıyla Romalılara teslim oldu. Kazanan Sezar'dı. Askeri dehası ve şansıyla… *** Roma'da I. Triumvirlik kurulduğunda (MÖ 60); devlet yönetimi Pompeius, Sezar ve Crassus arasında paylaşılmıştı. Triumvirler senatoya kendi taraftarlarını yerleştirdiklerinden Cicero gibi aristokratlar sürgün edilmişti. İki yıl sonra Sezar Galya eyalet valiliğine atandı ve bütün Galya Transalpina'yı fethetti. Galya Cisalpina'nın valisi sıfatıyla eyaletindeki yönetim süresinin uzatılmasını bekliyordu (MÖ 58 – 51). Konsüllüğe de talipti. Ancak Pompeius'un yanında bulunanlar onu Sezar'a karşı dolduruyorlardı. Cumhuriyetin güvenliği için Sezar'ın ordularının terhis edilmesi düşüncesindeydiler. 9
Sezar ordularını dağıtmaktan yana taraf değildi. Kendisine haksızlık yapılıyordu. Halk Tribunusu Curio, Sezar'ı senatoda savunacaktı. Eğer Sezar'ın ordusu tehlike arz ediyorsa aynı korku Pompeius'un da ordusuna karşı duyulmalıydı. Ve bağımsız bir devlet isteniyorsa iki komutan da ordularını serbest bırakmalıydı. Pompeius'un dostları buna şiddetle karşı çıktılar. Halk Tribunusları şehri terk etmek durumunda kaldılar. Diktatör Sulla döneminde dahi Tribunusların muhalefet hakkına dokunulmazken onlar bu haklarını kullanamadılar. Ayrıca Parth seferi için Sezar'ın gönderdiği iki lejyon da Pompeius'un emrine verilmiş bir halde İtalya'da bekletiliyordu. Sezar'ın bu durumdan İtalya'ya gittiğinde haberi oldu. Sezar ordusuyla Roma'ya yürüdü (MÖ 49). Pompeius ve senatörlerin birçoğu, Sezar'ın geldiğini duyunca çekildiler. İspanya'da Pompeius'un taraftarlarına karşı savaştı. O sıralarda büyük bir sel felaketi yaşanmıştı. Ordusu kıtlıkla da mücadele edecekti. Sezar'ın o günlere dair yorumunu paylaşalım: “Böyle bir felakete bağlı olarak genelde olduğu üzere sadece o anki kıtlığa bağlı olarak değil ileride oluşacak talep yüzünden de fiyatlar artmıştı” (Caesar, 2007: 39). Askeri dehasının yanı sıra iktisadi kafaya da sahipti. Aynı zamanda bir mühendis zekasına... Tabiatın engelleri ve nice ordular onu durduramadılar. Afranius ve Varro komutasındaki düşmanlarını yendi. İspanya'yı ele geçirdi. Roma'da senato tarafından “Diktatör” seçilen Sezar, suçluları bağışladı. Borçluların faizlerinde indirim yaptı. Latin festivalini kutlamak ve seçimleri gerçekleştirmek on bir gününü almıştı. Bu sürecin ardından Diktatörlüğünü sonlandırdı. Pompeius Dyrrhachium'daydı. Pompeius'un kırk beş bin piyadesi ve yedi bin atlısı, Sezar'ın yirmi bin piyadesi ve bin atlısı vardı. Pharsalus Ovası'nda karşılaştılar (MÖ 48). Pompeius atlılarına çok güveniyordu ve Sezar'dan daha fazla atlıya sahip olduğu için düşmanı 10
arkasından çevirmeyi planlıyordu. Planları Sezar'a ulaşmıştı. Sezar Pompeius'un atlılarının dizilişinden çıkarımda bulunarak sağ kanadının kuşatılmaması için önlem aldı. Yine kan dökülmüştü. Pompeius'un ordusundan yaklaşık on beş bin kişi öldürülürken, yirmi dört bin kişi kadarı da esir olarak Sezar'ın eline düşmüştü. Pompeius ise daha atlıları bozguna uğradığı anda generalliği bırakarak savaş alanını terk etmişti. Sezar İskenderiye'ye geldiğinde Theodotus, Pompeius'un kafasını ona sundu. Sezar'ın karşılığı yüzünü çevirmek oldu.
Theodotus, Pompeius’un kafasını sunuyor ve Sezar yüzünü çeviriyor. *** Adı olup da kendi olmayan Cumhuriyetin gerçekliğini yitirmemizin suçu, talihsizliğimizden değil, ahlaksal eksikliklerimizdendir.** Cicero Sezar, Mısır'da Kleopatra VII'yi tahta geçirmek için savaştı. Kazanınca amacına uygun davranarak Mısır'ın egemenliğini Kleopatra'ya bıraktı. Kleopatra, Sezar’ın çocuğunu doğurdu. Çocuğun adı Caesarion oldu.
11
Anadolu'ya geçen Sezar, Domitius'un ordusunu yenen Pharnaces'in üzerine yürüdü. Pharnaces'in komutasındaki Pontus ordusu, Zela (Zile) kentinde Sezar'a yenildi. Sezar kısa sürede kazandığı zaferi, Roma'daki bir dostuna yazdığı mektupta şöyle özetliyordu: “Veni, vidi, vici” (Geldim, gördüm, yendim).
Bugün Tokat iline bağlı Zile ilçesindeki, üzerinde “veni, vidi, vici” sözlerinin yazılı bulunduğu dikili taş Pharsalus Savaşı'nda, Pompeius'un yanında yer alan Scipio ve Cumhuriyetin güvenliği için daima Sezar'ın karşısında durmuş Cato, Afrika'ya Kral Iuba'nın yanına sığınmışlardı. Kendisine karşı büyük bir ordu hazırlandığını duyan Sezar hemen harekete geçti. İç savaş çıktığından bu yana Romalılar kendi yurttaşlarının kanını döküyordu. Cato'nun vatansever ve Cumhuriyetçi kalbi hiçbir zaman buna razı olmamıştı. Nitekim geçmişte Pompeius'un savaşa yanaşmadığı zamanlarda dahi, sırf yurttaşlarının kanı dökülmesin diye o da savaşın karşısında durmuştu. Aslına bakılırsa o dönem Sezar da barış görüşmelerinin yapılması taraftarıydı. Ancak Pompeius birçok senatör tarafından savaş için kışkırtılmıştı.
12
Pharsalus'da Pompeius'u yenen Sezar, şimdi de Afrika'da Kral Iuba ve Scipio'ya karşı kazanıyordu. Cato, savaş sonrasında kendi canına kıyıyordu. Onu canlı olarak ele geçirmek isteyen Sezar bile Cato'nun bu erdemli tavrını takdir etmişti. Sezar'ın eski kumandanlarından Labienus, Pharsalus'da Pompeius'un yanında yer almıştı. Bu sefer de İspanya'da ordu toplayan Pompeius'un oğullarına katılmıştı. Savaş Munda kentinin önünde oldu (MÖ 45). Bir ara çok zor duruma düşse de kazanan Sezar oldu. Pompeius'un büyük oğlunun başı, diğer oğlu tarafından Sezar'a sunuldu. Roma'nın yetiştirdiği bu gençlerin akıbetine halk derin bir üzüntü duymuştu. Labienus da Munda Muharebesi'nde öldürülenler arasındadır. Calpurnia rüyasında kocası Sezar'ın öldürüldüğünü görmüştü. O gün senato toplanacaktı. Karısı dışarı çıkmasını istemiyordu. Kocasına toplantıyı ertelemesini söyledi. Sezar da şüpheye düşmüştü. Gitmeyecekti fakat Decimus Brutus, Sezar'ın yanına geldi. Senatoya katılmamanın hakaret sayılacağından bahsederek Sezar'ı ikna etmeye çalıştı. Hatta Roma dışında her yerde krallık tacı giymenin Sezar'ın hakkı olduğunu da sözlerine ekledi. Ancak Decimus Brutus, Marcus Junius Brutus ve Cassius için çalışıyordu. Amaçları Sezar'ı yok etmekti. İstemeyerek bile olsa senatoya giden Sezar, karısının rüyasında gördüğü gibi, orada saldırıya uğradı. Kendisine ilk saldıranın kılıcını yakaladı ve kendini savunmaya başladı. Uzun süre direnmişti ki Brutus'un de (Marcus Junius) saldırdığını görünce kılıcını yere atmış ve kendini ölümün kollarına bırakmıştı (MÖ 44).
13
Dipnotlar: * Let us have final tribute of blood in honor of Gaius Iulius Caesar: Haydi son kez kan dökelim Gaius Julius Caesar'ın şerefine! **
“Adı
olup da kendi
olmayan Cumhuriyetin
gerçekliğini
yitirmemizin
suçu,
talihsizliğimizden değil, ahlaksal eksikliklerimizdendir” (Barrow, 1965: 35). [1]
Cicero: MÖ 106 – 43 yılları arasında yaşamış Romalı hatip ve devlet adamı.
[2]
Cato: Genç Cato olarak da bilinir. Ahlaki dürüstlüğü ile tanınan Romalı politikacı ve
devlet adamı. [3]
Sulla: MÖ 82 ve 79 yılları arasında Roma Cumhuriyeti'nin diktatörü.
[4]
Konsül: Roma Cumhuriyeti'nin en üst düzey yöneticilerine verilen ad.
[5]
Praetor: Hukuk işlerinden sorumlu memur.
[6]
Marcus Crassus: Pompeius ve Sezar ile Birinci Triumvirliğin kurmuştur (MÖ 60).
Parthlarla yapılan savaşta Harran yakınlarında öldürülmüştür (MÖ 53). [7] Pompeius: Sulla dönemindeki kanunları yürürlükten kaldırdı. Hukuk alanında düzenlemeler yaptı. Toplumsal sınıfların mahkemelerde eşit bir şekilde temsilini sağladı. Sezar ve Crassus ile Birinci Triumvirliğin kurdu. [8] İllyria: Bugünkü Arnavutluk, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Slovenya kıyılarını kapsayan Dalmaçya Bölgesi'ne verilen ad. [9]
Lejyon: Cumhuriyet döneminde ortalama 4200 kişiden oluşan askeri birlik.
[10] Labienus: Galya Savaşı yıllarında Sezar'ın yanında savaşmış olmasına rağmen iç savaş çıkınca Pompeius'a katılmış kumandan. Pompeius'un oğulları ile Sezar'ın arasında yapılan Munda Muharebesi'nde öldürülmüştür (MÖ 45). [11] Vercingetorix: Roma sömürgeciliğine karşı kabileleri örgütlendirip ünlü Alesia savunmasını yapan lider. Vercingetorix adı, Türk Tarih Tezi çalışmalarında Türklüğe ilişkin değerlendirilmiştir [Er – Cing (cenk) – Torix (Türk) : Cenk eri Türk].
14
KAYNAKLAR: *
Audier, Serge, “Cumhuriyet Kuramları” (Çeviri: İsmail Yerguz), İletişim Yayınları,
İstanbul, 2006 *
Barrow, Reginald H, “Romalılar” (Çeviri: Ender Gürol), Varlık Yayınları, İstanbul, 1965
*
Caesar, Gaius Iulius, “Gallia Savaşı” (Çeviri: Furkan Akderin), Alfa Yayınları, İstanbul,
2006 *
Caesar, Gaius Iulius, “İç Savaş” (Çeviri: Furkan Akderin), Alfa Yayınları, İstanbul, 2007
*
Plutarkhos, Mestrius, “Paralel Yaşamlar – İskender & Caesar” (Çeviri: Furkan Akderin),
Alfa Yayınları, İstanbul, 2007 *
Tek, Ahmet Tolga, “Uygarlık Tarihi”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2008
15
Âlî Bey ve Eseri “Lehçetü'l-Hakâyık” Mert Karslıoğlu
1. Âlî Bey'in Hayatı: Âlî Bey, 1844 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Yusuf Cemil Bey oğluna özel hocalardan Fransızca dersleri aldırdı. Âlî Bey, yabancı dil bilgisiyle daha on dört on beş yaşlarındayken “Bâbıâli Tercüme Odası”na memur adayı olarak girdi. Bu görevde on yıl kadar kalarak müdürlüğe yükseldi. Genç yaşından itibaren edebiyatla ilgilenmeye başlayan Âlî Bey, en çok tiyatro ve mizah türleriyle ilgilendi. İlk mizahi yazıları, Rum kökenli Teodor Kasap'ın “Diyojen” (1870-1873) adlı mecmuasında çıktı. Âlî Bey burada imzasız olarak yazdı (Devlet memurlarının bu türlü yayınlarda yazıp çizmeleri o dönemin yönetimi tarafından hoş karşılanmıyordu). Antik Çağ filozofu Diyojen'in Büyük İskender'e söylediği rivayet olunan sözünü Âlî Bey: “Gölge etme başka ihsan istemem” şeklinde kalıplaştırmış ve zihinlere kazımıştır (Bu söz “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla tek mısra halinde yazılmıştır).
16
Ermeni kökenli Güllü Agop (Agop Vartovyan), 1866 yılında Gedikpaşa'da “Tiyatro-yı Osmâni” (Osmanlı Tiyatrosu)'yi kurdu. Âlî Bey burada da görev aldı. Tiyatro yazmaya yönelmesi bu sebeple olmuştur. Ayrıca burada Ermeni ve yabancı uyruklu oyunculara Türkçe ve diksiyon dersleri verdi. “Diyojen” hükümet tarafından kapatılınca Teodor Kasap “Çıngıraklı Tatar” ve ardından “Hayâl” adlı mizah mecmualarını çıkardı. Âlî Bey bu mecmualarda da imzasız olarak yazılar yazmaya devam etti. Âlî Bey, 1873 yılında önce Sıhhiye Meclisi Azalığı'na, sonra Karantina Başkatipliği'ne tayin oldu. 93 Harbi (1877-1878) patlak vermeden hemen önce Bulgaristan'ın Varna şehrine atandı. Savaş çıkınca da hemen İstanbul'a döndü. 1881 yılında “Düyûn-u Umûmiye İdaresi” kurulunca Âlî Bey'e burada yabancı dil çevirmenliği görevi verildi. Kısa sürede buradaki çalışmalarıyla yükseldi. 1885'de Osmanlı topraklarında teftiş için görevlendirildi. Görev için gittiği Bağdat'tan 1888 yılında İstanbul'a çağırıldı. O ise yolculuk şartlarının elverişsiz olması ve süren savaşlar yüzünden dönüşünü Hindistan üzerinden yapmak zorunda kaldı. Âlî Bey, 1890 yılında Trabzon'a vali olarak atandı. 1893'te yeniden Düyûn-u Umûmiye'deki görevine döndü. Burada “Genel Müdür” oldu. O zamanlar bu makamın adı “Direktörlük” olduğu için Âlî Bey'in adı “Direktör Âlî Bey” olarak anılmaya başlandı. Âlî Bey, 1899 yılı başlarında, daha elli beş yaşındayken vefat etti. Anadoluhisarı'ndaki Göksu Mezarlığı'na defnedildi.
17
2. Âlî Bey'in Edebi Şahsiyeti ve Lehçetü'l-Hakâyık: Âlî Bey, Türk Edebiyatı'nın modern anlamdaki ilk tiyatro yazarlarındandır. Güllü Agop'un “Osmanlı Tiyatrosu” etrafında bir de “Edebiyat Heyeti” kurulmuştu (1872). Yazınımızı ve özellikle Türk tiyatrosunu geliştirmek için kurulan topluluğun içinde Âlî Bey de bulunmuştur. Âlî Bey bu toplulukta Ahmed Vefik Paşa, Şemseddin Sâmi, Nâmık Kemal, Abdülhak Hâmid, Ahmed Mithat Efendi gibi büyük üstatlarla beraber çalışmıştır. Âlî Bey, Şinâsi'nin tiyatroda açtığı “toplumsal eleştiri” yolunu takip etmiştir. “1873 senesine doğru Türk tiyatrosunda belli başlı iki yol belirmişti. Birincisi Şinâsi'nin yoludur ki, Vefik Paşa, Teodor Kasap, Âlî Bey - Âlî Bey'den gayrısı dilde onun kadar titiz olmamakla beraber az çok farklarla devam ederler” (Tanpınar, 2007, sf. 262). Mizahi yazıları “Cerîde-i Havâdis” (1840-1864) adlı gazetede, “Diyojen”, “Çıngıraklı Tatar” ve “Hayâl” gibi mecmualarda çıkan Âlî Bey'in “en önemli, en unutulmaz, hatta bir bakıma ölmez” eseri, mizahi özellikli bir sözlük olan “Lehçetü'l-Hakâyık”tır (Kutlu, 1974, sf. 17). Lehçetü'l-Hakâyık'taki bazı madde başları, bu mecmualarda “Lûgat” başlığı altında çıkmıştır. “Türkçe'de kelimelere ters ve mizahi manalar vermek sistemi edebiyatımıza ilk defa Lehçetü'l-Hakâyık ile ve Âlî Bey'in kalemiyle girmiştir” (Kutlu, 1974, sf. 17). Eserin adının günümüz diliyle anlamı “Hakikatlerin Dili”dir. Eserde verilen kelimeler mizahi bir şekilde açıklanır. İronik karşılıklar taşlamalı, seviyeli bir üslupla verilir. Kitabın ismi dahi aslında ironiktir. Kitaptaki kelimeler elif-be sırasına göre dizilmiştir. Kitapta üç yüze yakın kelimeye mizahi karşılıklar verilmiştir. Küçük çaplı bir mizahi sözlük olan bu eserde kadınlar ve evlilik üzerinde çokça durulmuştur. Doktorluk, avukatlık, politikacılık gibi mesleklerle de inceden alay edilmiştir. Bu mesleklerin komik ve aksayan yönleri belirtilirken asla kaba saba ve küçümseyici bir üslup kullanılmamıştır.
18
Eserin ilk baskısı 1896 yılında yapılmıştır. Zaten ilki sınırlı sayıda (40 adet) basılmasına izin verilen eserin ikinci baskısı, dönemin idaresi tarafından engellenmiştir. Bu yüzden ikinci baskı Mısır'da, Kahire Matbaa-i Osmaniye'de yapılır (1899). Üçüncü baskı ise ancak II. Meşrutiyet'ten sonra, 1910 yılında İstanbul'da yapılabilir. “Eserin 1899'daki ikinci baskısında 350, 1910'da yapılan üçüncü baskısında 365 madde başı vardır” (Yıldırım, sf. 21). “Âlî Bey için Lehçetü'l-Hakâyık'ın merkezi konusu insandır. İnsanla ilgili kavramların tanımlandığı sözlükte 'iyi' ve 'kötü' olan karşılaştırılır. Zıtlıklar sergilenerek insanın hayvansı özellikleri olduğuna dikkat çekilir (...) Âlî Bey, insanlarla ilgili klişelere hücum eder ve bu saldırılarını okur için oyunlaştırır. İnsanın hayvan ile karşılaştırılarak yerilmesi gibi, kadınların da erkekler ile kıyaslanarak tanımlandığı görülür. Tanzimat dönemi mizah basınında veya romanlarında sık işlenen konular, kadın ve erkek hakkındaki yergilerde açıkça gözlenir” (Yıldırım, sf. 104-105). 3. Yazarın Bütün Eserleri: a. Tiyatro 1. Tosun Ağa (Memiş Ağa?); George Dandin'den uyarlama, 1870'te sahnelenmiştir. 2. Kokona Yatıyor; 1870 3. Misafiri İstiskâl; 1871 4. Ayyar Hamza; Moliere'in “Les Fourberies de Scapin” (Scapin'in Dolapları) adlı komedisinin adaptesidir, 1871 5. Geveze Berber; 1873 6. Gavo, Minar ve Şürekâsı; çeviri oyun, 1891 7. Letâfet; operet olarak yazılmıştır lakin sahnelenmemiştir. Baskı: 1899
19
b. Çeviri Roman 1. Evlenmek İster Bir Adam (Paul de Kock'den çeviri); 1897 c. Diğer Eserleri 1. Lehçetü'l-Hakâyık (Mizahi Sözlük), 1896 2. Seyahat Jurnali (1888-1890 yıllarında İstanbul'dan Hindistan'a dek yaptığı yolculuğun notlarından oluşmuştur). 3. Seyyâreler (Mizahi Hikaye), 1897 *** KAYNAKLAR: * Âlî Bey, “Lehçetü'l-Hakâyık” (Haz: Şemsettin Kutlu), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1974 * Özkırımlı, Atilla, “Türk Edebiyatı Ansiklopedisi” (Cilt 1), Cem Yayınevi, 5. Baskı, İstanbul, 1990 * Tanpınar, Ahmet Hamdi, “19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007 * Yıldırım, Tuğba, “Lehçetü'l-Hakâyık'ta Mizah Söylemi”, Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü, Ankara, Temmuz 2006 ***
20
Eserden Seçmeler : Adâlet: Ayarı bozuk terazi. Aferin: Ucuz ihsan. Ahlâk: Akıl polisi. Aktris: Komedi oynadığını gizleyen kadın. Âlim: Bir şey bilmediğini bilen. Altın: Anahtar. Avanak: Yakayı ele veren hırsız. Avukat: Suçluların çamaşır yıkayıcısı. Bahşiş: Zorla verilen ihsan. Bahtiyarlık: Artık kimse inanmıyor ama yine de halkın dilinde dolaşan bir yalan dolan. Balkon: Aşık tüneği. Baş Ağrısı: Bahane. Buse: Uçurum kenarlarında toplanılan bir çiçek. Cahil: Bir şey bilmediğini bilmeyen. Can Sıkıntısı: Şeytanın avukatı. Cesaret: Korktuğunu belli etmemek. Cilt: Kitaplar da kadınlar gibidir; çoğu zaman en değersizinin elbisesi kıymetli olur. Cilve: İştah açmak için meze. Cüce: Büyük adamların yakından görünüşü. Çirkinlik: Kitabı açıp okumayı arzu ettirmeyen bir kapak. Davet: Pusu. Diken: Gülün bekçisi. Dostluk: Fırtınalı havada içi dışına dönen bir şemsiye. Ecza Dükkânı: İçindeki ilâçların faydasını alandan çok satan görürmüş. Filozof: Daha fazla bedbaht olmadığından dolayı kendisini bahtiyar hisseden kişi. Firâş (Yatak): Savaş, kavga meydanı. Gözyaşı: Yüreğin nemi. Gurur: Bir tavus kuşu ki tüyleri döküldüğü zaman bile kuyruğunu yelpaze gibi açar. 21
Hasta: Sağlığın değerini anlamaya başlayan adam. Haydut: Dağ bankeri. Hayırdua: Ucuz hizmet. Hayvan: Lüzumsuz, zamansız vakitte gelen dost. Hazım (Sindirim): İç siyaset. Hazine: Yirmi yaşında: Sevilen kadınlar; otuz yaşında: Rütbe ve nişan; kırk yaşında: Bolluk, zenginlik; elli yaşında: Büyük bir mevki ve unvan; altmış yaşında: Tatlı dilli bir torun; yetmiş yaşında: Parıldayan güneşin sıcaklığı. Hiss-i İnsânî (İnsanlık Duygusu): Meçhûl. Hiss-i Hayvânî (Hayvanca Duygu): Malûm. İfrat (Aşırılık): Kadınların gerçeği. İftira: Ne kadar koparılsa ve temizlense de meydana geldiği yerde iz bırakan zararlı ve zehirli bir ot. İhtiyat (Sakınma): Gençlikte lazım ama insan ihtiyarlıkta sahip olabiliyor. İkrâmiye: Züğürt tesellisi. İsraf: Delik kese. Kefen: Moda dergilerine müracaat edilmeden biçilen elbise. Kısas: Mesela bir güzel kadını, kendi rızası olmadan dudaklarından öperim. Kadın dava edecek olursa o da beni tutarak aynen dudaklarımdan öper. Libas (Elbise): Çoğu zaman kitabından daha güzel ve üstün bir kapak. Manastır: Tembeller barınağı. Mezar: Son yatak. Moda: Maymunların taptığı, maymun tanrısı. Muacciz (Taciz eden): Beklenilmeyen zamanda gelen dost. Nâdir (Az bulunan şey): Akıllıca konuşan kadın. Nisâ (Kadın): Erkeklerin yaptıklarının tersini yapan. Ömr-i İnsan (İnsan Ömrü): Dönüş bileti satılmayan bir seyahat. Rüşvet: Hizmet karşılığı hediye. Kanûnen yasaktır. Rüyâ: Buluttan beşik. Saçma: Bizim görüşümüzde olmayan kimselerin düşünceleri. Sağır: Kulağı kör. 22
Sancak (Bayrak): Vatana giydirilen en güzel kaftan. Sefahat (Hovardalık, zevk ve eğlence düşkünlüğü): Kadınların gözünde kıymetli bir kusur. Sıfır: Gerek rakamlarda, gerek insanlarda bulunduğu yere göre değeri artıp eksilir. Şemsiye: Dostluk gibidir, yağmur zamanı bulunmaz. Şeytan: Kadınların vefakâr dostu. Şiir: Darası alınmış söz. Tabib (Doktor): Gel sözümü dinle; sadece su iç!.. Taaddüd-i Zevcât (Birden çok kadınla evlenme): Fazla mal göz... çıkarır!.. Tarih: Kurt masalı. Züğürtledikçe eski defter karıştırmak. Tavus Kuşu: Sonradan görme. Teehhül (Evlenme): Darısı başınıza!.. Tefekkür (Düşünme, düşünce, fikir): Beyni zehirlemek. Tenâsüh (Reenkarnasyon): Hintlilerin inancına göre insanlar ölümden sonra hayvan olurmuş... Bizde tam tersine!.. Timsah: Tohuma kaçmış kertenkele. Uyku: Fakirlerin hovardalığı. Vefâ: Köpeklerin fazileti. Yaş: Kadınların saklamayı becerdikleri tek sır. Zekâ: Susmasını bilmek. Zenginlik: Hiç dikkat buyurdunuz mu; çok zaman müzikten hiç anlamayanların salonlarında en güzel ve en kıymetli piyanolar bulunur. Bununla beraber, ben ne zaman bir zenginin salonunda piyano görsem -daima iyimserliğe kapılarak- ev sahibinin piyano çaldığını zannederim.
23
Dîvânü Lûgati't-Türk'te Geçen Atasözü ve Özlü Sözler II Mert Karslıoğlu Ansiklopedi'nin ilk sayısında başladığımız “Dîvânü Lûgati't-Türk'te Geçen Atasözü ve Özlü Sözler” konusuna bu sayıda devam ediyoruz. Dîvânü Lûgati't-Türk, Türkçemizin bilinen ilk sözlüğü ve ilk ansiklopedisidir. Bu eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud, alelade bir insan değildir. O, Karahanlılar Devleti'ni kuran Bilge Kül Kadir Han'ın soyundan gelen bir tigin (şehzade)dir. Kaşgarlı Mahmud'un ataları Doğu Karahanlı hükümdarlarıdır. Dedesi Muhammed Buğra Han (ölümü 1057), babası “Şemsüddevle Arslan İlig” unvanlı Barsgan Hakimi Hüseyin Çağrı Tigin'dir (ölümü 1057). Annesi ise yine soylu, ulema bir aileden gelen Bubi Rabia Hatun'dur. Kaşgarlı, 1008 yılında Kaşgar'da doğmuştur. Dedesi Muhammed Buğra Han, tahtını oğlu Hüseyin'e yani Kaşgarlı'nın babasına bırakmak ister. Muhammed Buğra Han'ın ikinci eşi ise Hüseyin'in değil kendi oğlu İbrahim'in tahta çıkmasını istemektedir. Bu yüzden kanlı bir darbe tertipleyecektir. Rivayetlere göre bir şölende yemeklerin içine zehir koydurarak hem Muhammed Buğra Han'ı hem de oğlu Hüseyin'i öldürtür. Kağanı ve oğlunu öldürtmekle yetinmeyen cani kadın, kağanın kardeşi Süleyman'ı ve onların ailelerini de öldürtür. Bu kanlı darbeden Kaşgarlı Mahmud'un nasıl ve ne şekilde kurtulduğu ise bilinmemektedir. Kaşgarlı Mahmud'un daha sonra neden Karahanlı tahtı için savaşmadığını bilmiyoruz. Sonuçta bir şehzade olarak tahtta onun da hakkı vardır ve bu hakkı gasp edilmiştir. Zaten darbeyle başa geçirilen İbrahim'in saltanatı da ancak bir yıl sürecektir. Onu ve hükümdarlığını kabul etmeyen Barsgan Emiri Yınal Tigin'le savaşır ve savaşta öldürülür. Bundan sonra Kaşgarlı'nın taht mücadelesine girmek isteyip istemediğini ise bilemiyoruz. Katliamdan bir şekilde kurtulan Kaşgarlı Mahmud'un bundan sonraki hayatı üzerine bilinenler de ancak rivayettir. Kırk dokuz yaşında ülkesinden kaçmak zorunda kalan Kaşgarlı, 24
anlatılanlara göre Pamir Dağları'nı aşarak Türkistan'a geçmiştir. Burada karşılaştığı Türk topluluklarından dil ve kültürümüze dair pek çok malzeme toplamıştır. Yine rivayetlere göre Irak ve İran'a gittiği, buralarda medreselerde hocalık yaptığı, Farsça ve Rumca öğrendiği söylenmektedir. Kaşgarlı sonunda Bağdat'a 1072 yılında ulaşır ve dev eserini burada yazmaya başlar. Tüm bunlara bakarak Kaşgarlı'nın aşağı yukarı on beş yıl Türkistan'ın çeşitli yerlerini gezme imkanı bulduğunu söyleyebiliriz. Yazarımızın Dîvân'ının dışında bir de Türkçe Dil Bilgisi kitabı olduğu bilinmektedir. “Bizi bu kitaptan haberdar eden yine Kaşgarlı Mahmud'un kendisidir. Divanü Lugati't-Türk'ün daha ilk sayfalarında, esere dahil etmediği sıfatlara değinip örnek verirken çokluk ve tekliklerin yapılışı, karşılaştırma sıfatları, küçültme ve benzeri konulara yer vermediğini çünkü bütün bunları bir dil bilgisi kitabı olan Kitâbü Cevâhiri'n-Nahv fi Lûgati't-Türk'te ayrıntılı bir biçimde anlattığını yazar” (Akalın, 2008, sf. 28). Ne yazık ki bu değerli eser günümüze ulaşamamıştır. Kaşgarlı Mahmud'un yıllar sonra yurduna döndüğü, Kaşgar yakınlarındaki Opal köyüne yerleştiği, burada bir medrese kurarak on yıla yakın ders verdiği rivayet edilmektedir. 1105 yılında doksan yedi yaşında öldüğü söylenmektedir. Kaşgarlı'nın türbesi bugün Opal köyündedir. Opal, Kaşgar'ın 50 km. güneybatısında bulunan bir köydür. Opal ve dolayısıyla Kaşgar, bugün Çin'in “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” adını verdiği “Doğu Türkistan” topraklarında bulunmaktadır. *** Kaşgarlı Mahmud ve Dîvânü Lûgati't-Türk hakkında pek çok kitap, makale ve ansiklopedi maddesi yazılmıştır. Ben burada onun hakkında yazılan iki edebi eseri söyleyeceğim: Kaşgarlı'nın hemşehrisi olan Uygur Türkü Ferhat Ciylan, rivayetlerden yola çıkarak “Kaşgarlı Mahmut” adında bir roman yazmıştır. Roman Türkiye'de, Zeynure Öztürk'ün çevirisiyle 2006 yılında Kaknüs Yayınevi'nden çıkmıştır. Ayrıca Türkiye'de de Murat Koçak tarafından “Kaşgarlı Mahmut'un Rüyası” adında bir öykü kitabı yazılmıştır (Çağrı Yayınları, 2013). Kitabın ilk öyküsünde, Kaşgarlı'nın Divan'ı yazmadan önce başından geçenler anlatılmıştır.
25
KAYNAKLAR: *
Kaşgarlı Mahmud, “Divanü Lugati't-Türk” (Çeviri: Besim Atalay), TDK Yayınları,
Ankara, 2013, (Tek cilt halinde ilk baskı) *
Akalın, Şükrü Haluk, “Kaşgarlı Mahmud ve Dîvânü Lûgati't-Türk”, TDK Yayınları,
Ankara, 2008 *
www.wikipedia.com/opal_sincan
*
www.wikipedi.com/kaşgar
***
DLT 1. CİLTTEN SEÇMELERE DEVAM:
*
* Besim Atalay, Divan'ı beş cilt halinde yayınlamıştır (ilk 3 cilt metindir). TDK'nın 2013 baskısı bu beş cildin tek cilt halindeki ilk baskısıdır. 1.
Künge baksa köz kamar: Güneşe bakanın gözü kamaşır. [kün, 340]
2.
Koş kılıç kınka sıgmas: İki kılıç bir kına sığmaz. [kılıç, 359]
3.
Kök kirsün kızıl çıksun: Gök girsin kızıl çıksın. Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkı ant içtiklerinde, sözleştiklerinde, demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına önlerine koyarlar ve böyle derler. Bu söz: “Sözünde durmazsan bu kılıç kanına boyansın; demir senden öcünü alsın” demektir. Onlar demiri ulu sayarlar. [temür, 361]
4.
Balık suwda közi taştın: Balık suda (ama) gözü dışarda. [balık, 379]
5.
Kuruk kaşuk agızka yaramas, kuruk söz kulakka yakışmas: Kuru kaşık ağıza yaraşmaz, kuru söz kulağa yakışmaz. [kaşuk, 383]
6.
Neçe yitik biçek erse öz sapın yonumas: Bıçak ne kadar keskin olsa da kendi sapını yontamaz. [biçek, 384]
7. Alp çerikde bilge tirikde: Yiğit kişi savaşta, bilge kişi toplantıda (anlaşılır). [çerik, 388] 26
8.
Ot tütünsüz bolmas yigit yazuksuz bolmas: Ateş dumansız olmaz, genç kişi günahsız olmaz. [tütün, 400]
9.
Kut belgüsi bilig: Mutluluğun işareti bilgidir. [belgü, 427]
10. Öldeçi sıçgan muş taşakı kaşır: Ölecek fare kedi taşağı kaşır (bugün bizim; eceli gelen köpek cami duvarına işer dememiz gibi). [sıçgan, 438] 11. Yer basrukı tağ budun basrukı beğ: Yeri bastıran dağdır, halkı bastıran beydir. [basruk, 466] 12. Çakşak üze ot bolmas çakrak bile uwut bolmas: Taşlık yerde ot olmaz, çıplakta utanma olmaz. [çakşak, 469] 13. Kız birle küreşme kısrak birle yarışma: Kızla güreşme, kısrakla yarışma. Bu sav, Hakanlılardan(Karahanlılar) bir kızın gerdek gecesinde Gazneli Sultan Mesud'u ayağıyla dokunarak yıktığı için Hakanlıların Sultan Mesud hakkında söylediği bir sözdür. [kısrak, 474] DLT 2. CİLTTEN SEÇMELER: 1. İwek sinek sütge tüşer: Aceleci sinek süte düşer. [tüşdi, 13] 2. Küç ildin kirse törü tünlüktin çıkar: Zulüm kapıdan girince töre bacadan çıkar. [çıkdı, 17] 3. Tütüşmeginçe tüzülmes tüpirmeginçe açılmas: Dövüşmeyince düzen olmaz, tipi olmayınca hava açılmaz. [tüpürdi, 71] 4. Tütün kopursa islenür: Dumanı kurcalayan islenir. [kopurdı, 72] 5. Ata oglı ataç togar: Babasının oğlu babasına benzer. [togurdı, 80] 6. Tağ tağka kawuşmas kişi kişige kawuşur: Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. [kawuşdı, 102] 7. Muş yakrıka tegişmes, ayur kişi nenği yaraşmas: Kedi yüksekteki yağa erişemeyince elin malı bana yaramaz dermiş. [tegişdi, 105] 8. Yogurkanda artuk adak kösülse üşiyür: Yorgandan uzun olan ayak üşür. [kösüldi, 137] 9. Erdemsizdin kut çertilür: Erdemsiz kişiden talih uzaklaşır. [çertildi, 229] 10. Kılıç tatıksa ış yınçur, er tatıksa et yınçur: Kılıç paslanırsa iş kötüleşir, er Tatlaşırsa 27
kanı bozulur (Tat: Acem, Fars, yabancı anlamındadır). [tat, 281] 11. Er sözi bir eder köki üç: Er kişinin sözü bir, eyerin bağı üç olur. [kök, 283] 12. İkki bogra igeşür otra kökegün yançılur: İki boğa boğuşur, arada sinekler ezilir. [kökegün, 287] DLT 3. CİLTTEN SEÇMELER: 1. Yarın bulgansa il bulganur: Kürek kemiği karışırsa ülke karışır (Besim Atalay'ın açıklaması: Eski Türkler hayvanın kürek kemiğine bakarak fal açarlarmış. Kürek kemiğinde gördükleri şeylerden birtakım hükümler çıkarırlarmış). [yarın, 21] 2. Kimin bile kaş bolsa yaşın yakmas: Kimin yanında kaş bulunursa onu şimşek yakmaz. Kaş; lekesiz, saf, beyaz bir taştır. Yüzüklere konur. Yüzüğün sahibine şimşek dokunmaz, çünkü yaradılışı böyledir. Bu taş bir beze sarılıp da ateşe atılırsa bez de taş da tutuşmaz. Bu sınanmıştır. Bir adam susadığı zaman bu taşı ağzına alsa susuzluğu gider. [yaşın, 22] 3. Yılan yarpuzdın kaçar, kança barsa yarpuz utru kelür: Yılan yarpuzdan(firavun faresi) kaçar, ama nereye gitse yine onunla karşılaşır. [yarpuz, 39] 4. Yıparlığ kesürgüdin yıpar kitse yidi kalır: Amber kabından boşalsa da kokusu kalır. [yıparlığ, 48] 5. Yazmas atım bolmas, yanılmas bilge bolmas: Şaşmayan atış olmaz, yanılmayan bilge olmaz. [yazdı, 59] 6. Kutluğka koşa yagar: Şanslıya (nimet) çifter çifter yağar. [yagdı, 60] 7. Yalnuk mengü tirilmes, sınka kirüp kirü yanmas: İnsanoğlu ebediyen yaşamaz, mezara giren geri dönmez. [yandı, 64] 8. Kanığ kan bile yumas: Kan kanla temizlenmez. [yudı, 66] 9. Kişi sözleşü yılkı yıdlaşu: İnsanlar konuşarak, hayvanlar koklaşarak (anlaşır). [yıdlaşdı, 104] 10. Yazın katıglansa kışın sewnür: Yazın çalışan kışın sevinir. [yaz, 159] 11. Bilmiş yek bilmedük kişidin yeğ: Tanıdığın şeytan tanımadığın insandan yeğdir. [yek, 160] 12. Böri koşnısın yemes: Kurt komşusunu yemez. [böri, 220] 28
13. Kuş tuzakka men uçun ılınur: Kuş tuzağa yem yüzünden yakalanır. [men, 358] 14. Birin birin min bolur, tama tama köl bolur: Birer birer bin olur, damlaya damlaya göl olur. [min, 360] 15. Közdin yırasa könüldin yime yırar: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. [könül, 366] 16. İkki koçnar başı bir aşaçta pışmas: İki koç başı bir tencerede pişmez. [koçnar, 381] 17. Suw körmekinçe etük tartma: Suyu görmeden pabucunu çıkarma. [tarttı, 426]
2008 yılı, dünya çapında "Kaşgarlı Mahmut Yılı" olarak kutlandı
29
Devletin Siyasi ve İktisadi Yorumu Samet Demir Çocuk ana rahmine düşer. Sağ ve tam doğumla kişilik kazanır. Ömrü boyunca sürecek ve ölümüyle sona erecek bir rekabetin içinde kendini bulur. Aklı erdiğinde haklarını kavramaya, yeterli güce ulaştığında ise korumaya çalışır. Birey dünyaya indiğinden itibaren yalnız değildir. Toplumsal yaşamın tüm zorlukları içerisinde o basit bir kişilik, daha doğrusu figürandan başka şey değildir. Fiziksel eşitsizlik doğuştan başlar. İki kişiden biri daha güçlüdür. Başat güç kendini hissettirmekte aceleci davranır. Dengeleri sağlamak tek kişinin harcı olamaz. Çekirdek hakların korunması ve adil bir paylaşım için temel gereksinimler ve prensipler sorunu ortaya çıkar. Teşkilatlanmak, birlik olmak gerekir. İşte tam bu esnada, tabiatın bahşettiği lütufla dağınık halde yaşayan insanlar birleşerek tüm güçlerin üzerinde bir yapı inşa ederler. Devlet de böyle meydana gelir. Tarihi süreç içinde devlete bir bakalım. Yukarıdaki yazdıklarımıza dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insanın olmadığı yerde devlet olmaz. İnsanlar temel hak ve özgürlüklerini korumak ve çatısı altında barınmak için devlete ihtiyaç duyarlar. Tıpkı ilkel insanların doğanın hücumlarından korunmak için kendilerine barınak yapması gibi. Fiziksel eşitsizliğin varlığından bahsetmiştik. Kimilerinin başkaca üstünlükleri de vardır. M. Weber'in -karizmatik otorite- kuramında işaret ettiği gibi bazıları toplum içinde sivrilir, dağınık halde yaşayan insanları etrafına toplar. Konuyu tarihi süreç çerçevesinde değerlendirdiğimiz için buna ilişkin birçok örnek verilebilir. Biz en etkileyicilerinden birini örnek olarak sunalım: Temuçin... Babası Yesügey'in obası dağıtıldığında etrafında neredeyse kimse kalmamıştı. Çok gençti ve yeteri kadar güçlü değildi. Azmi ve zekasıyla insanları yanına çekmeye başladı. Dürüstlüğü ile onların üzerinde karizmatik bir otorite kurdu. Bir daha yenilmemek ve geçmişteki zor günlere dönmemek için yüksek bir ülküye ihtiyacı vardı. O ülkü, Moğol siyasi
30
birliğinin sağlanması idi. Sırasıyla Merkitler'i ve Naymanlar'ı yendi. Kan kardeşi Camuka'nın da ihanetine karşı zafer kazandı. Cengiz Han adını aldığında artık onu bütün dünya tanıyordu. Ülküsüne ulaşmış ancak durmamış, fetihlerine devam etmişti. Devletini “Cengiz Han Yasası” adı verilen değiştirilemez ve sarsılamaz hükümlerle yönetti. Aslında “Cengiz Han Yasası” “Türk Töresi”nden başka şey değildi. Devletlerin misyonu; yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlamak, refah ve huzurunu artırmak, eğitim ve sağlık gibi hayati gereksinimlerin dağıtılmasında eşitliği sağlamaktır. Elbette devlet de sonsuza kadar yaşamaz. Gün gelir işgale uğrar, bozulur ve çöker. İnsanoğlunun kendisi ölümlüdür, kurduğu devlet neden ölmesin? Bu yüzden devlet, her dönemde siyasetçiler, iktisatçılar ve hukukçular için tartışma konusu olmuştur. Kimisi devleti daha uzun süreli yaşatmanın koşullarıyla uğraşmış, kimisi devletin varlığına bile katlanamamıştır. İmparatorluklar döneminde devletler kozmopolit bir yapıya sahipti. Bünyesinde birden fazla ırkı, geçmişleri, örf ve adetleri birbirlerinden farklı toplulukları barındırıyordu. Genelde imparatorluğu kuran unsurlar imparatorluğun içinde tabii olarak başat gücü temsil ediyordu. Zamanla insanlar gibi devlet de yaşlanıyor ve temel görevlerini aksatacak hale geliyordu. Hollandalı Tarihçi Erik Jan Zürcher'in Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki şu ifadeleri konumuz için önem arz ediyor: “Devlet, ülkenin, (ceza hukuku dâhil) hukuk ve düzenin korunması ile meşgul olur, pazarları, ağırlık ve ölçüleri denetler, madeni para basar, büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un gıdasını tedarik eder, büyük bayındırlık işlerini yapar ve bunları muhafaza ederdi. Bu görevleri icra edebilmek için, elden geldiğince vergilerin tahsil edilmesini zorlardı. Bugün bir devletin normal görevlerinden sayılan, sağlık, sosyal yardım ve konutlandırma, Osmanlı İmparatorluk yönetimi için az önemliydi.” Yazarın bugünkü devletlerden kastı ulus devletlerdir. Ulus Devlet, temeli ulusa dayanan siyasi bir yapılanmadır. Bu modele göre yapılanmış devletlerin, sınırları belirli bir toprak parçasına 31
egemen olduğu ve bağımsız bir yönetiminin bulunduğu ifade edilebilir. Bu devletlerin sınırları içerisinde ağırlıklı olarak tek bir ulus yaşar. Ulus Devletlerin yayılmasında, Fransız İhtilali'nin aşıladığı milliyetçilik duygularının etkili olduğu savunulabilir. Kendi milli kimlikleri üzerine dayalı bir devlete sahip olmak isteyen milletler, milliyetçi duygularla ayaklanarak çok uluslu yapıya sahip olan imparatorlukları zor duruma düşürmüş ve sonucunda bugünkü devletler ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlettir. Okuyucu burada farklı kanılara düşmesin. Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndan veya 552 – 744 yılları arasında hüküm sürmüş Göktürkler'den daha Türk olduğunu söylemiyorum. Konumuz da değil. Devletler, sadece iktisadi olarak yorumlanamayacağı gibi yalnızca siyasi olarak da yorumlanamaz. Bu yüzden ekonomistlerin devlete bakış açısına inelim. Tartışalım. Adam Smith'in başını çektiği, Klasik İktisatçıların savunduğu liberal devlet görüşünden bahsedelim. Liberal devlete tarafsız veya jandarma devlet de denebiliyor. Hukukçular, jandarma devleti sosyal devletin tersi olarak yorumluyor. Çünkü liberal(jandarma) devlet sadece kamusal mal üretir ve sosyal devletin aksine ekonomiye sosyal amaçlarla müdahale edemez. Liberal görüşe göre, devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği zaman da bunu en az düzeyde yapması gerekir. Böyle düşünmelerinin sebebi, ekonomide her zaman tam istihdamın olduğuna inanmalarıdır. Adam Smith 1776 yılında “Ulusların Zenginliği” eserini yayımlamıştır. Konuyu aydınlatmak üzere şu ifadelerini paylaşalım: “Eğer insanlar doğrudan doğruya kamuya yarar sağlama düşüncesiyle hareket etmiş olsaydı, topluma belki de bilmeden fayda sağlamaktan daha az çıkar sağlardı.” Liberal düşünce, 1929'da Dünya Ekonomik Bunalımı'nın ortaya çıkışına kadar büyük kabul gördü. Türkiye'de ise Cumhuriyetin ilanından bile önce İzmir'de, Türkiye İktisat Kongresi toplandı (18 Şubat – 4 Mart 1923). Bu kongrede “Misak-ı İktisadi” kabul edildi. Ekonominin gelişmesi amacıyla özel girişimcinin önü açılmak istendi. Özel teşebbüs tarafından 32
yapılamayan yatırımların devlet tarafından gerçekleştirilmesi, özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankasının kurulması, küçük imalathanelerden fabrikalara geçilmesi gibi kararlar alınmıştı. 1927 yılında “Teşvik-i Sanayi Kanunu” kabul edilerek işverenlere yatırım kolaylığı ve kredi imkanı sağlanmıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomide liberalizme göz kırpılmış fakat özel teşebbüslerdeki sermaye yetersizliğiyle geçilememişti. Ayrıca, incelediğimiz dönemin gerçek bir liberalizm olmadığı, devlet kontrollü olduğundan bahsedilebilir. Liberalizm denince hepimizin aklına gelen ünlü bir ilke var: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” Ahmet Taner Kışlalı, liberalizmin ekonomideki “serbest rekabet ilkesi”nin Darwinci öğretiden de destek bulduğunu söylüyor. Hakkı var. Devlet karışmayınca en akıllıların, en yeteneklilerin kazanacağı ve böylece ekonominin gelişeceği düşünülüyor. Zayıf olan korunmayınca doğal bir ayıklama söz konusu oluyor. Darwinci öğretiden etkilenen Nazizm de zayıfı korumanın tabiata ihanet olduğunu vurguluyor. “Milli İktisat”tan bahsedelim. Dünyada, milli iktisatlarına yönelerek ilerlemiş milletler vardır. Friedrich List, 1841'de basılan “The National System of Political Economy” (Ulusal Politik Ekonomi Sistemi) adlı kitabında kendi öğretisini ortaya koymuş, Almanlar onun öğretisine sadık kalarak bir sanayi devi haline gelmiştir. Japonlar da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Milli İktisat'a yönelerek ilerleme kaydettiler. Türkiye'de, 1908-1918 yılları arasında “Milli İktisat” davası güdülmüştür. Trablusgarp, Balkan Harpleri ve Birinci Dünya Harbi sırasıyla bu dönemde yaşanmıştır. İstiklal Harbimiz başarıyla nihayetlenince, yeni Türk Devleti kuruluş ideolojisi olarak İttihatçıların Türkçülük fikriyatını benimsemiş ve devam ettirmiştir. Ziya Gökalp; Türkçülüğün Esasları'nda, “İktisadi Türkçülük” ve “Milli İktisat”tan bahsetmiş ancak Atatürk'ün vefatından sonra Gökalp'in fikirlerinden uzaklaşılmıştır. 1929 yılında çıkan dünya çapındaki ekonomik buhran, “Sosyal, Müdahaleci Devlet” görüşünün yükselmesini beraberinde getirdi. Savunucularının başında J. M. Keynes gelir. 33
Keynes, ekonomide tam istihdamın olduğuna inanmaz. Sosyal Devlet, ekonomik büyüme, istikrar ve kalkınma gibi amaçlarla sosyal hayata müdahale eder. Türkiye'de “Sosyal Devlet” anlayışı 1930'larla birlikte “Devletçilik” olarak kendini göstermeye başladı. Devletçilik ilkesi, 1937 yılında Cumhuriyetçilik, Laiklik, Milliyetçilik, İnkılapçılık ve Halkçılık ilkeleriyle birlikte 1924 Anayasası'na girdi. Dikkat: Sosyal Devlet, Sosyalist Devletle karıştırılmamalı. Sosyalist
Devlet,
Organik
Devlet
başlığı
altında
inceleniyor.
Nazizm,
Faşizm,
Fundamentalizm de bu türe giriyor. Buradaki temel anlayış “devlet için birey” felsefesidir. Fundamentalizm, bilimsel eleştirilere karşı çıkan bir Hristiyan hareketi olarak kendini göstermiştir.
Mustafa
Acar
ve
Ömer
Demir'in
“Sosyal
Bilimler
Sözlüğü”nde
Fundamentalistler şöyle tanımlanıyor: “Kökleri, evrim, bilimsel analiz ve modernizm konularında yoğun öğreti kavgalarının yaşandığı 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarına kadar giden Protestanlar. İsimlerini, Hristiyanlığın esaslarını savunanlar anlamında, The Fundamentalist (1910 – 1915) başlıklı bir dizi risaleden almışlardır.” 1895 yılında, Niagara İncil Konferansı düzenliyor ve Fundamentalistler beş değişmez ilkeyi benimsiyorlar. Burada ilkelerin hepsini paylaşarak konuyu gereksiz yere uzatmaktan kaçınıyorum. Okuyucu, tamamını öğrenmek için yukarıda adını verdiğim kaynaktan yararlanabilir. Beşinci ilke şu: “Tanrı’nın, İsa olarak insan suretinde yeryüzünde görünmesi şeklinde tezahür eden enkarnasyonu” Buna istinaden İslami Fundamentalizm adı verilen bir yaklaşım da söz konusudur. Özellikle 1960'lı yıllardan sonra modernleşme ve laikleşmeye karşı çıkan, Kuran'ın ve hadislerin kelimesi
kelimesine
uygulanarak
yoruma
yer
bırakmayan
Fundamentalizm, savunucularına da İslami Fundamentalist denmiştir.
34
yaklaşımına
İslami
Fundamentalist(köktendincilik)
anlayışta
dogmalar
hakimdir.
Birey
ise
dogmaların
savunuculuğunu üstlenmek zorundadır. Burada dogmadan kastımızın ne olduğu yukarıda yeterince açıklanmıştır. Bireyin bu kutsal kanunlara göre varlığını sürdürdüğü ele alınınca, fundamentalist anlayışın organik devlet başlığı altında incelenmesinin yanlış olmadığı ifade edilebilir. Yahudilere gelince, İsrail zaten laik bir devlet değildir. İsrail Anayasası'nda devletin Yahudi Devleti olduğu açıkça söylenir. Yahudi adı, onların hem dinini hem de ırkını ifade eder. Dünya üzerinde Yahudilerin henüz devleti yokken, 1897 yılında Theodor Herzl tarafından “Dünya Siyonist Teşkilatı” kurulmuştur. Yahudiler o zamandan bu yana aynı Siyonist gayelerin peşindedir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Arap topraklarında devlet kurarak en büyük amaçlarından birine ulaşmışlardır. 1980'de İsrail Parlamentosu; Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin kutsal saydığı Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan etmiş ancak Birleşmiş Milletler, “Kudüs Yasası” nı tanımamıştır. “Devlet için birey” felsefesi üzerinde konuşmaya devam edelim. Fundamentalizm yaklaşımından sonraki incelememiz “Faşizm” üzerine olacak. Öncelikle Faşizm ve Nazizm'i birbirinden ayırt etmek gerekir. Genelde karıştırılır; bu bazen bilgisizlikten bazen de kasıtlı olarak yapılır. Doğru bilgiyi Hüseyin Nihal Atsız'ın “Faşist” adlı makalesinde buluyoruz: “Faşist demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca “facio” kelimesinden doğan bu sıfat, Mussolini’nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına alem olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de “faşizm” denmişti. Milliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar “nazi”(Nasyonal Sosyalist’ten kısaltma), İspanyollar “falanjist”, Belçikalılar “reksist”, Romenler “gardist” kelimesini kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilk önce İtalya’da çıktığı için hepsine birden “faşizm” demek adet olmuştu.” Mussolini önderliğindeki İtalya'daki faşizm rejimi baskıcı ve totaliter nitelikteydi. Bireyler, devletin yüksek menfaati için vardı. Esas olan devletti.
35
1933 yılında Alman Şansölyesi seçilen Adolf Hitler'in Nazizm'inde, “ülküsel anne Almanya” vatana bakış açısıydı. Ancak, Adolf Hitler ülküsünü devlete değil ırka dayandırıyordu. Nazizm'in asıl gayesi Aryan ırkının üstünlüğü fikrini savunmaktı. Faşizm'deki “her şeyin üstünde devlet” anlayışı yerini, Nazizm'de Aryan ırkçılığına bırakıyordu. Almanya parçalanıp yok olsa bile Nazizm devam edecekti. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu anlayışta esas olan ırktı. Darwinci öğretiden de etkilenildiği ifade edilebilir. III. Reich(Nazi Almanyası)'ın baş düşmanı olarak gösterilen Yahudiler de henüz devletleri yokken Siyonist fikirlerden vazgeçtiler mi? Hayır. Bilhassa fikirlerinden hiç şaşmadılar. İkinci Dünya Savaşı, Almanların yenilgisiyle sonuçlandıktan sonra da dünyanın gözü önünde, Arap topraklarında Yahudi devleti kurdular. Organik devlet başlığı altında incelendiği için Fundamentalizm, Faşizm ve Nazizm hakkındaki yorumlarımızı burada yaptık. “Devlet için birey” felsefesinin Platon'a kadar uzandığı ifade edilebilir. Organik devlet başlığında incelenecek son konumuz Sosyalist devlet. Sosyalist görüşün başını Karl Marks çeker. Marks, toplumları üretim biçimlerine göre ayırır. İnsan doğasının değişken olduğunu vurgular. Toplumsal değişmenin temeline ekonomik alt yapıyı koyar. Siyaset ve hukuk gibi kurumları da üst yapı olarak inceler, alt yapı ile üst yapı arasındaki karşılıklı etkileşimden bahseder. Marksizm'e göre özel mülkiyet kaldırılmalıdır. Özel mülkiyet kalkınca, sınıfsız bir toplum ortaya çıkacak, sınıflar olmayınca sınıf çatışması olmayacak, devlet baskıcı gücünü zamanla geri çekecek ve çatışma kalmayınca devlete de gerek kalmayacaktı. İşte, Marksizm'e göre gerçek özgürlük böyle doğuyordu. Marksizm kuramsal olarak böyleydi. Uygulamaya geçildiğinde durum nasıldı? Ahmet Taner Kışlalı'dan aktarıyorum: “1917 Rus Devrimi’nden sonra, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeni kaldırıldı, ama tam anlamıyla sınıfsız bir toplum ortaya çıkmadığı gibi, devlet de giderek yok olacağına, daha etkin ve güçlü bir duruma geldi. “Proletarya diktatörlüğü” Lenin zamanında tek 36
partinin diktatörlüğüne, Stalin döneminde de tek kişinin diktatörlüğüne dönüştü. Tarihin hiçbir döneminde rastlanmadığı kadar müdahaleci bir devlet modeli oluştu. Milovan Cilas’ ın deyimiyle, ayrıcalıklı bir yönetici “yeni sınıf” ortaya çıktı ve işçi sınıfını temsil ettiğini öne süren bu küçük azınlığın ayrıcalıklarının sürmesi için baskıcı bir devlet gücünün varlığı zorunlu hale geldi.” İncelenecek devlet türleri arasında geriye Mekanik Devlet ve T. Hobbes'un Leviathan'ı kalıyor. Leviathan, mitolojik bir deniz canavarıdır. Amacıma ulaştığımı düşünerek yazımı burada noktalıyorum. Leviathan'la uğraşmak bir başka kahramanın işi olsun. Belki de bir başka araştırmamın konusunu oluşturur. Yazımın ana fikrine dair birkaç şey daha söyleyip çekiliyorum. Ruhsuz beden bir cesettir. Ruh insan bedeninden ayrıldığında yaşam da o kişi için son bulur. Devletlerin ruhu, insanların devlete dair içlerinde yaşattıkları duyguların bütününden oluşur. Duygular tükenmeye başladığında, devlet de yavaş yavaş eriyip yok olacaktır. Onu yeniden diriltmek için Marks'ın alt yapısı, üst yapısı işe yaramayacaktır. Yaratılışı itibariyle, yüksek duygular bir toplumda bulunmuyorsa o toplum hiçbir zaman bağımsız bir devlete sahip olamayacaktır. *** KAYNAKLAR: * Atsız, Nihal, “Faşist”, Makaleler III, Baysan Yayınları, İstanbul, 1992 * Demir, Ömer & Acar, Mustafa, “Sosyal Bilimler Sözlüğü”, Adres Yayınları, Ankara, 2005 * Gökalp, Ziya, “Türkçülüğün Esasları”, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990 * Kışlalı, Ahmet Taner, “Siyaset Bilimi”, İmge Kitabevi, Ankara, 2008 * Zürcher, Erik Jan, “Modernleşen Türkiye'nin Tarihi”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008
37
Ömer Seyfettin Öyküleri Hakkında Bir İnceleme Mert Karslıoğlu Giriş: Ömer Seyfettin deyince aklımıza önce “Kaşağı” öyküsü gelir. Hepimiz çocukken en azından “Kaşağı”yı, “Başını Vermeyen Şehit”i, “Pembe İncili Kaftan”ı okumuşuzdur. Bu öyküler çocukluk dünyamızda bizi ne kadar etkiledi, bize ne kadar seslenebildi bilmem ama olgunluk çağındaki bir insanın da bu öyküleri okumasının çok önemli olduğunu düşünmekteyim. Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünün modern anlamdaki babasıdır dersem abartmış olmam. Çünkü o, yüzyıllarca süregelen Leyla-Mecnun, Aslı-Kerem, Ferhat-Şirin gibi aşk öykülerini aşmamızı ve çok çeşitli konulara da eğilebilmemizi sağlamıştır. Az sayıda kalmış kahramanlık, yiğitlik anlatılarından beslenmiş; öykülerine mizahi unsurları yerleştirmiştir. Ömer Seyfettin bizi, yani yaşayan, nefes alan hayatı kağıda aktarmayı başarmıştır. Hikmet Dizdaroğlu onun için der ki: “Dili, deyişi, konuları Türk olan hikayeyi Ömer Seyfettin'e borçluyuz. Onun hikayelerinde kendimizi buluruz.” Ömer Seyfettin aslında ne hikayeci ne de yazar olmak istemiştir. Onun gönlünde “tarihçi” olmak vardır. Günlüğünün bir yerinde şöyle yazmıştır: “Tarihçi olmak arzusunun dışında bir hikayeci oldum.” Askerlik mesleğini seçmiş, Balkan Cephesi'nde savaşmıştır. Askerlik ve savaş anılarını; “İrtica Haberi”, “Hürriyet Bayrakları”, “Nakarat”, “Rûzname” gibi öykülerinde hikayeleştirmiştir. Aslında pek çok öyküsünde direk olarak hayatından alınma sahneler mevcuttur. Çocukluk anılarına dair yazdığı öykülere ise; “Kaşağı”, “İlk Namaz”, “İlk Cinayet”, “And” gibi öykülerini örnek verebiliriz. Ömer Seyfettin, özellikle 1917 yılından sonra yazı hayatında en parlak dönemini yaşamıştır. En çok öyküyü 1918-1919 yıllarında yazmış ve yayınlatmıştır. Dostlarına: “Çorak edebiyatımız şenlensin” diyerek devamlı yazmaya azmetmiş ve öykülerinde çokça toplumsal eleştiriye yer vermiştir. “Efruz Bey” öyküsü, onun başyapıtı sayılabilir. Burada tek bir şahsı 38
değil; dönemindeki tüm dalkavukları, kolay yoldan kahramanlık taslayanları konu edinmiştir. “Ashab-ı Kehfimiz” öyküsü ise, Türk insanının bugün bile adeta ders olarak okuması gereken bir öyküdür. Büyük öykücünün bugüne kadar ortaya çıkarılan ve bu araştırmama konu olan öykülerinin sayısı 148'dir (müsvedde halinde kalanlar ve taslaklarla beraber). Bu öykülerin 8 tanesi yarım kalmış roman taslakları ya da küçük öykülerdir. Yazar, yaşarken “Ashab-ı Kehfimiz” (1918), “Harem” (1918) ve “Efruz Bey” (1919) kitapları haricinde başka öykü kitabı yayınlamamıştır. Geri kalanların tümü de dönemin mecmualarında ve gazetelerinde yayınlanmıştır. Son olarak sözü büyük öykücümüz Ömer Seyfettin'e bırakalım: “Madem ki Türk'üz; o halde bir Türk gibi görür, bir Türk gibi düşünür, bir Türk gibi duyarız ve bir Türk gibi yazarız.” 1. Ömer Seyfettin Öykülerinin Tarihsel Listesi: 1902: 1. Tenezzüh (İhtiyarın Tenezzühü) – Sabah Gaz. No: 4469, 13 Nisan 1902 (imzasız) 2. Kır Sineği – İrtika Der. Sayı: 38, Ekim 1902 (Ö. Seyfeddin imzasıyla) 1904: 1. Hediye – İrtika Der. Cilt: 5, 12 Şubat 1904 (F. Nezihi imzasıyla) 1908: 1. İki Mebus – Âşiyân Der. Cilt: 2, Sayı: 14, 4 Ocak 1908 2. At – Tenkit Der. Sayı: 1, 22 Mart 1908 3. Ay Sonunda – Serbest İzmir Mecmuası, Sayı: 5 (Feridun imzasıyla) 1909: 1. Elma – Bağçe Der. Cilt: 2, Sayı: 43, 16 Haziran 1909 (Perviz imzasıyla) 2. Bûsenin İptidâi Şekli – Teşvik Der. Sayı: 2, 10 Temmuz 1909 3. İlk Namaz – Musavver Eşref Der. Sayı: 1/27, 4 Eylül 1909 39
1910: 1. Beşeriyet ve Köpek – Piyano Der. Sayı: 6/7, 13-20 Eylül 1910 2. Kumrular – Piyano Der. Sayı: 10, 23 Ekim 1910 3. Yeni Bir Hediye – Piyano Der. Sayı: 11, 25 Ekim 1910 4. Apandisit – Piyano Der. Sayı: 11, 25 Ekim 1910 5. Tavuklar – Piyano Der. Sayı: 16, 1 Kasım 1910 6. Tuğra – Piyano Der. Sayı: 17, 10 Kasım 1910 7. Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür – Düşünüyorum Der. Sayı: 20, 20 Aralık 1910 1911: 1. İrticâ Haberi – Genç Kalemler, Cilt: 2, Sayı: 6 (Perviz imzasıyla) 2. Bomba – Genç Kalemler, Cilt: 2, Sayı: 9 3. Bahar ve Kelebekler – Genç Kalemler, Cilt: 2, Sayı: 26 4. Primo: Türk Çocuğu – Genç Kalemler, Cilt: 3, Sayı: 13 5. Pamuk İpliği – Genç Kalemler, Cilt: 11, Sayı: 4 1912: 1. And – Genç Kalemler, Cilt: 3, Sayı: 11 2. Aşk Dalgası – Genç Kalemler, Cilt: 3, Sayı: 24/25 1913: 1. Kolleksiyon – Zekâ Der. Sayı: 19 2. Piç – Türk Yurdu Der. Cilt: 4, Sayı: 22 3. Hürriyet Bayrakları – Türk Yurdu Der. Cilt: 5, Sayı: 56 4. Mehdî – Türk Yurdu Der. Cilt: 5, Sayı: 60
40
1914: 1. Şîmeler – Zekâ Der. Cilt: 2, Sayı: 27 2. Gâyet Büyük Bir Adam – Safahât Der. Cilt: 2, Sayı: 2 3. Primo: Türk Çocuğu I / Nasıl Doğdu? – Türk Sözü Der. Cilt: 1, Sayı: 5 4. Primo: Türk Çocuğu II / Nasıl Öldü? – Türk Sözü Der. Cilt: 1, Sayı: 6, 7, 8, 9, 11, 16 5. Boykotaj Düşmanı – Tanin Gaz. 17 Mayıs 1914 6. Beyaz Lâle – Donanma Mecmuası, 14 Temmuz-25 Eylül 1914 * 1915 – 1916 yılları arasında hiç öykü yayınlamamış... 1917: 1. Sivrisinek – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 1 2. Falaka – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 2 3. Hürriyet Gecesi – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 4 4. Eleğimsağma – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 5 5. Çanakkale'den Sonra – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 6 6. Ferman – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 7 7. Üç Nasihat – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 8 8. Kaç Yerinden? – Yeni Mecmua, Cilt:1, Sayı: 9 9. Kütük – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 12 10. Vire – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 14 11. Teselli – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 15 12. Binecek Şey – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 16 13. Pembe İncili Kaftan – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 17 14. Mermer Tezgâh – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 19 15. Başını Vermeyen Şehit – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 20 16. Kızılelma Neresi? – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 21 17. Büyücü – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 22 18. Teketek – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 23 19. Topuz – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 25 20. Fon Sadriştayn'ın Karısı – Yeni Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 26 41
21. Çakmak – Vakit Gaz. 15 Kasım 1917 1918: 1. Diyet – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 27 2. Düşünme Zamanı – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 28 3. Muhterî – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 29 4. Fon Sadriştayn'ın Oğlu – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 30 5. Cesaret – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 31 6. Külâh – Vakit Gaz. 25 Ocak 1918 7. Yemin – Şâir Der. Cilt: 1, Sayı: 1 8. Türkçe Reçete – Zaman Gaz. 9. Müjde – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 36 10. Hafiften Bir Sadâ – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 38 11. Dama Taşları – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 39 12. Kesik Bıyık – Diken Der. Cilt: 2, Sayı: 26 13. Yalnız Efe – Yeni Mecmua, Cilt: 2, Sayı: 41 14. Terakki – Yeni Mecmua, Cilt: 3, Sayı: 37 15. Velinimet – Vakit Gaz. 3 Nisan 1918 16. Nâdân – Vakit Gaz. 11 Mayıs 1918 17. Makûl Bir Dönüş – Vakit Gaz. 24 Mayıs 1918 18. Rütbe – Vakit Gaz. 7 Haziran 1918 19. Nakarat – Yeni Mecmua, Cilt: 3, Sayı: 63 20. Tuhaf Bir Zulüm – Yeni Mecmua, Cilt: 3, Sayı: 66 21. Nâmus – Diken Der. Sayı: 3 22. Harem – Türk Kadını Mecmuası (Ayrı Basım), İstanbul 1918 23. Ashâb-ı Kehfimiz (İçtimâî Roman) – Kanaat Kitaphânesi, İstanbul 1918 24. Ayın Takdiri – Yeni Mecmua, 25 Nisan 1918 25. Tütün – Tercümân-ı Hakîkat, No: 13570, 16 Aralık 1918
42
1919: 1. Devletin Menfaatine Uğruna – Diken Der. Sayı: 5 2. Nokta – Diken Der. Sayı: 6 3. Antiseptik – Diken Der. Sayı: 7 4. Deve – Diken Der. Sayı: 8 5. Yüzakı – Diken Der. Sayı: 9 6. Korkunç Bir Ceza – Diken Der. Sayı: 13 7. İlk Cinâyet – Diken Der. Sayı: 23 8. Nişanlılar – Zaman Gaz. 9. Rüşvet – Zaman Gaz. 10. Bir Kayışın Tesiri: Valde Kıraathânesinde – Zaman Gaz. 11. Nasıl Kurtarmış? – Zaman Gaz. 12. Bit – Zaman Gaz. 13. Türbe – Zaman Gaz. 14. Acaba Ne İdi? – Şâir Der. Cilt: 1, Sayı: 9 15. Kerâmet – Yeni Dünya Der. Sayı: 33 16. Birdenbire – Vakit Gaz. 6 Aralık 1919 17. Efruz Bey: Hürriyete Lâyık Bir Kahraman – Vakit Gaz. 10 Aralık 1919 18. Çirkinliğin Esrarı – Vakit Gaz. 19 Aralık 1919 19. Horoz – Vakit Gaz. 22 Aralık 1919 20. Dünyanın Nizâmı – Vakit Gaz. 27 Aralık 1919 21. Kaşağı – İfhâm Gaz. (Haftalık Edebî İlâve) 22. Bir Hayır – İfhâm Gaz. (Haftalık Edebî İlâve) 23. Forsa – Büyük Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 1 24. Memlekete Mektup – Büyük Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 2 25. Niçin Zengin Olmamış? – Büyük Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 3 26. Beynamaz – Büyük Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 4 27. Baharın Tesiri – Büyük Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 7 28. Yalnız Efe: Anadolu Romanı – Büyük Mecmua, Cilt: 1, Sayı: 10/14 29. Herkesin İçtiği Su – İfhâm Gaz. (Haftalık Edebî İlâve) 30. Pireler – İfhâm Gaz. (Haftalık Edebî İlâve) 43
31. Acıklı Bir Hikâye – Zaman Gaz. 32. Tos – Zaman Gaz. 33. Yüksek Ökçeler – Zaman Gaz. 34. Perili Köşk – Zaman Gaz. 35. Mehmâemken – Zaman Gaz. 36. Zeytin Ekmek – Yeni Dünya Der. Sayı: 2 37. Havyar – Yeni Dünya Der. Sayı: 5 38. Yuf Borusu Seni Bekliyor – İfhâm Gaz. (Haftalık Edebî İlâve) 1920: 1. Miras – Vakit Gaz. 3 Ocak 1920 2. Kurumuş Ağaçlar – Vakit Gaz. 17 Şubat 1920 3. Lokanta Esrârı – Haftalık Türk Dünyası Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2 4. İffet – Diken Der. 5. Muayene – Diken Der. 6. Balkon – İkinci Kitap Der. 7. Kurbağa Duası – Vakit Gaz. 10 Aralık 1920 8. Şefkate İman – Vakit Gaz. 30 Aralık 1920 Diğerleri: 1. Asilzâdeler (Asiller Kulübü) – Vakit Gaz. 1-10 Temmuz 1926 2. Bilgi Bucağı – Vakit Gaz. 19 Temmuz-1 Ağustos 1926 3. Açık Hava Mektebi – Resimli Ay Der. Sayı: 3-4, 1927 4. Rûznâme (Balkan Savaşı Günlüğü) – Hayat Mecmuası, Sayı: 3-13, 1967 Yayın Yeri ve Tarihi Belli Olmayanlar: 1. Nezle 2. Kıskançlık 3. Gizli Mâbed 4. Aşk ve Ayak Parmakları 5. Bir Vasiyetnâme 44
6. Uçurumun Kenarında 7. Tam Bir Görüş 8. Gurultu 9. Mahçupluk İmtihanı (Komedi Oyun, 1 perde) 10. Bir Çocuk: Aleko 11. Çirkin Bir Hakikat Tamamlanamamış Öyküler ve Roman Parçaları: (*) 1. Kazın Ayağı (Roman Parçası) (*) 2. Foya (Roman Parçası) (*) 3. Sultanlığın Sonu (Roman Parçası) 4. Kurt Hoca'nın Boynuzu (Müsvedde halinde kalmış öykü) 5. Akropol Hacısı 6. Beyaz Serçe 7. Tamah ve Namaz 8. Ararken 5 ve 6: Bu öyküler, “Efruz Bey” romanının bir bölümü olarak tasarlanmıştır. (*) Bu öyküler ilk defa Ali Canip Yöntem'in “Ömer Seyfeddin Hayatı, Karakteri, Edebiyatı, İdeali ve Eserlerinden Numuneler” (Remzi Kitabevi, İstanbul 1947) adlı biyografik eserinde yayınlanmıştır. 2. Gazete ve Dergilerdeki Öykü Sayıları: Yeni Mecmua: 33 Vakit: 15 Zaman: 12 Diken: 11 Genç Kalemler: 7 Büyük Mecmua: 6 Piyano: 6 45
İfhâm: 5 Türk Yurdu: 3 Yeni Dünya: 3 Türk Sözü: 2 Şâir Mecmuası: 2 Zekâ Mecmuası: 2 Sabah: 1 İrtika: 1 Âşiyân: 1 Tenkit Mecmuası: 1 Bağçe: 1 Teşvik: 1 Musavver Eşref: 1 Düşünüyorum: 1 Safahât: 1 Tanin: 1 Donanma Mecmuası: 1 Türk Kadını Mecmuası: 1 Tercümân-ı Hakikât: 1 Haftalık Türk Yurdu Mecmuası: 1 İkinci Kitap Mecmuası: 1 Serbest İzmir Mecmuası: 1 *
Ömer Seyfettin'in elde bulunan bütün öykülerinin toplam sayısı (müsveddeler ve yarım
kalmış öyküler hariç): 140
46
3. Öykülerinde, Şiirlerinde ve Yazılarında Kullandığı Takma Adlar: Ö. Seyfeddin F. Nezihî Feridun Perviz Ö. S. Câmasb Şit Ayas Tarhan Enver Perviz M. Enver A. H. Perviz C. Nazmi Ç. Kemal Süheyl Feridun *** Sonuç Yerine Ömer Seyfettin, çağdaş Türk öykücülüğünün temellerini atan yazarlarımızdan biridir; hatta en önemlisidir. Bu önemi, yalnızca öykülerinin şekliyle, anlatımıyla değil içeriğiyle ve verdiği mesajlarla da olmuştur. Büyük öykücü, Türk Milletinin içinde bulunduğu buhranın en kara yıllarında yaşamış; Balkan Harbi'nde savaşmış; Selanik, İzmir, İstanbul gibi Osmanlı'nın büyük kentlerini dolaşmış ve buralarda çeşitli gazete ve mecmualarda yazmıştır. Onun hayat tecrübelerini, anılarını, fikir dünyasını öykülerinde görmekteyiz. Askerlik ve cephe anılarının izdüşümlerini “İrtica Haberi”, “Hürriyet Bayrakları”, “Nakarat”, “Rûzname”, “Bomba”, “Beyaz Lâle” gibi 47
öykülerinde görüyoruz. Çocukluğundan kalan bölük pörçük anılarını “Kaşağı”, “İlk Namaz”, “İlk Cinayet”, “And”, “Falaka” öykülerinden takip edebiliyoruz. Ömer Seyfettin, öykülerinde konu ayırt etmemiştir. Onun tarihi olayları ve Türk kahramalığını anlattığı öyküleri şunlardır: “Başını Vermeyen Şehit”, “Yalnız Efe”, “Pembe İncili Kaftan”, “Bir Çocuk: Aleko”, “Tuğra”, “Ferman”, “Kütük”, “Vire”, “Topuz”, “Kızılelma Neresi?”, “Forsa”, “Primo: Türk Çocuğu”. Yazarın, zamanının insanlarını ve sosyal çarpıklıkları tenkit ettiği, alaylı bir üslupla yazmış olduğu öyküleri şunlardır: “Fon Sadriştayn'ın Karısı”, “Fon Sadriştayn'ın Oğlu”, “Diyet”, “Kesik Bıyık”, “Efruz Bey”, “Ashab-ı Kehfimiz”, “İki Mebus”, “Türkçe Reçete”, “Niçin Zengin Olmamış?”, “Velinimet”, “Zeytin Ekmek”, “Namus”, “Çanakkale'den Sonra”, “Çakmak”, “Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür”, “Mehdi”, “Dünyanın Nizamı”. Ömer Seyfettin, kadın erkek ilişkileri, siyaset, aile içi ilişkiler, şehir ve köy yaşamı gibi çok çeşitli konulardan da öykülerinde söz etmiştir. Üslubu daima ince bir nükte barındırmıştır. En ciddi görünen öykülerinde dahi ironiye ve muzipçe bir noktaya rastlayabiliriz. Bu da onun gerçek hayattaki kişilik özelliğinin öykülerine yansımasıdır aslında. Ömer Seyfettin'in öyküleri, içi dopdolu birer kitap gibidir. Büyük öykücümüzün eserlerini okumak, yediden yetmişe her bireye pek çok şey katacaktır düşüncesindeyim.
48
KAYNAKLAR: * Alangu, Tahir, “Ömer Seyfeddin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı”, May Yayınları, İstanbul, 1968 * Polat, Nazım, “Külliyatına Girmemiş Yazılarıyla Ömer Seyfettin”, Arma Yayınları, İstanbul, 1998 * Cunbur, Müjgan, “Ömer Seyfettin'in Hayatı ve Eserleri” / Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1992 * Zeytin Ekmek (Bütün Eserlerinden Seçmeler), Haz: Yaşar Arısan, Cümle Yayınları, Eylül, 2001 * Üç Nasihat (Bütün Eserlerinden Seçmeler), Haz: Yaşar Arısan, Cümle Yayınları, Eylül, 2001 * Harem (Eserlerinden Seçmeler), Haz: Erhan Demirutku, Akran Yayınları, 1988 * Ömer Seyfettin Bütün Eserleri (17 cilt halinde), Bilgi Yayınevi, 13. Basım, Ankara, Mart 2011
49
Langer'ın Raporu Samet Demir
Türkiye'de, “Hitler'in Psikopatolojisi” adıyla yayınlanmış bu kitap, esasında 1943'te Walter C. Langer tarafından The United States Office of Strategic Services'e sunulmak üzere hazırlanmış bir rapordur. Rapora dair hazırladığım bu eleştiri yazımı beş ana bölüme ayırıyorum: 1. Hitler'in İnandığı Yol Rapor, Hitler'in: “İnandığım yolda, bir uyurgezerin sakınmazlığı ve inadıyla yürürüm ben” sözüyle başlıyor. İlerleyen sayfalarda, Langer bu sözden yola çıkarak; Hitler'in davranışlarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olmadığını, usdan uzak ve içgüdülerine göre eyleme geçtiğini yazacaktır. O dönemde; yazılan tarihin yaşayanlarından olmasına rağmen bu konuda vardığı sonuç raporundaki yanılgıların başlangıcıdır. 50
Kendisinin de raporunda birçok alıntı yaptığı “Mein Kampf”da Hitler, nelerden taviz verilmeyip nasıl hareket edileceğini açıkça belirtmiştir. Kasım suçlularının ihanetinin hesabı sorulacak, Marksist egemenliğine son verilecek, Yahudilerin dünyadaki etkinlikleri durdurulacaktır. Hitler'in bu noktadaki düşüncelerini yakalayan Langer, onun eylemlerini sadece içgüdülerine göre devreye geçirdiğini söylerken tamamen haklı değildir. Adolf Hitler, Kavgam'da ve nutuklarında Fransa'ya karşı tutumunu açıkça belirtmiş, yazdıklarına ve söylediklerine uygun olarak çok kısa bir süre içinde Paris'e girmiş, Eyfel Kulesi manzarasında fotoğraf çekinmişti. Nazi Almanyası, Çekoslovakya'yı istila ettiğinde dünya basınının hücumuna uğramıştı. Hitler, eylemine gerekçe olarak bütün dünyaya şunları söylemişti: “Alman İmparatorlarının Prag'da yaşamış olduğunu unutuyorlar.” II. Reich (Nazi Almanyası) ile Sovyet Rusya arasında 1939 yılında imzalanan “Saldırmazlık Paktı”nın dürüstlüğünün ne ölçüde olduğunu, Kavgam'ı okumuş olan şuurlu bir tarihçi zorlanmadan anlayabilirdi. Marksizm'e düşman Hitler'in, Marksist Rusya'ya savaş açması kaçınılmazdı. Önce Avrupa'daki güvenliğini düşünerek Rusya'yı sona saklamıştı. Nitekim Avrupa'daki işlerini yola koyunca Rusya'ya savaş açtığını Langer da dahil dönemi yaşayan herkes görmüştü. Adolf Hitler'in eylemleri usdan uzak içgüdülere dayanmıyordu. Anlık eylemlerinde içgüdülerinin egemenleştiği gibi hususları kullanarak bana itirazda bulunabilirsiniz. Elbette haklılık payı var böyle düşünmenin. Kavgam'da belirtildiği gibi onun anlık eylemlerinde içgüdülerinin egemenliğinden bahsedilebilir. İşte, en basit örneği: 1. Dünya Savaşı'nda, bulunduğu siperi içinden gelen sese uyarak terk edip biraz öteye geçmesi ve nihayetinde ani bir patlamayla gerisinde bıraktığı arkadaşlarının hepsinin ölmesi, onun sağ kurtulması… Hayatla kumar oynadığı ve şans eseri kazandığı düşünülmesin. İçgüdüleri dinlemek akıldan uzak davranmak olmadığı gibi ihtiyatlı olmamak hiç değildir. Anlık kararlar en zor olanıdır, çünkü bir gün bir şekilde verilir. 51
2. Ülküsel Anne Almanya Walter C. Langer'ın önce bir varsayım olarak başlattığı, raporun ilerleyen sayfalarında kanıtmış gibi ileri sunduğu bir konu vardır ki yanılgıya düşmüş olduğu en büyük noktadır. Bu yanılgıya kötü niyetle düşüp düşmediği üzerinde durmayacağız. Fakat bunun raporunun güvenilirliğini büyük ölçüde zedelediğini söylememiz gerekir. Öncelikle varsayımın anlaşılabilmesi için girişini özetleyelim: “Adolf Hitler'in babası Alois Hitler aile içinde kavgacı, geçimsiz ve sarhoş bir adam. Çocuklarını ve karısını dövmekten çekinmez. Oğlu Adolf'la da arası iyi değil. Adolf'un annesi Klara ise son derece sakin, sabırlı, dürüst ve çalışkan bir hanımefendi. Önceki çocuklarının fazla yaşamamasından dolayı anne oğlunu baş tacı yapıyor. Babasıyla anlaşamayan Adolf, annesiyle büyük bir sevgi bağı kuruyor. Annesiyle arasındaki sevgi bağı gün geçtikçe şekillenip büyüyor. Ta ki…” Bu noktada bir duralım. Buraya kadar söylenenlerin tamamının su götürmez gerçekler olduğunu kimse iddia edemez. Şimdilik itiraz etmeyelim ve varsayımında nereye vardığını özetlemeye devam ederek görelim: Ta ki Adolf annesiyle babasını cinsel ilişkide bulunurken görene kadar… Adolf, babasının annesini zorla ilişkiye sürüklediğini düşünmüş, annesinin karşılık vermeden teslim olmasına sinirlenmiş ve kendisini babasıyla aldattığını görerek üzülmüştür. Langer'a göre tabi! Hitler'in Viyana'daki arkadaşı Hanisch'in verdiği bilgilere de değinilmiş. Hanisch'e göre Hitler; “Erkekleri yoldan çıkaran kadınların kusurlarıdır” sözünü sık sık yinelermiş. Langer, onun böyle düşünmesini, çocuk yaştayken annesiyle babasını cinsel ilişki halindeyken görmesine bağlıyor. Rapora göre Hitler, annesinin babasına boyun eğdiğini düşünerek kendisine ihanet ettiğini kabullenmiş ve kadın cinsine saygısını yitirmişti.
52
Langer, varsayımları değil de ulaştığı bazı gerçekleri temel alsaydı raporun güvenilirliğinden daha emin olunabilirdi. Ona göre Hitler, aşkların kol gezdiği dünyadan kendisini yalıtarak, tüm sevgisini, ülküsel anne olan soyut bir varlığa; Almanya'ya bağlamıştı. Söylenebilir ki Adolf Hitler'in tek aşkı Almanya'ydı. Onun dışında Hitler aşk ilişkilerinden rahatsız oluyordu. Raporda yer verilmeyen ancak Kavgam'da yer alan şu sözleri burada konuyu aydınlatmak üzere sunalım: “…Manevi hayatımızın bu şekilde Yahudileştirilmesi ve çiftleşmenin bir para işi haline getirilmesi, er veya geç bütün zürriyetimiz için zararlı olacaktır. Tabii bir histen doğmuş gürbüz çocuklar yerine, pratik sahada mali bir muamelenin zavallı, acınacak halde olan mahsulü görülecektir. Aşk kudurganlığı da başka…” Görüldüğü gibi, Adolf Hitler zinaya ve fuhşa karşı olduğu gibi, aşkı da kudurganlık olarak nitelendiriyor. Hitler'e göre bütün sevgiler büyük Almanya'nın oluşumuna hizmet etmelidir. Kadınlar, büyük Almanya sevgisinin oluşumunda büyük rol oynayacaktır. Hepsi birer ülküsel anne olmak için eğitilecek, böyle eğitilen kadınlar da vatansever evlatlar yetiştirip erkeklerinin büyük Almanya ülküsüne bağlı kalmasını sağlayacaklardır. Bu yüzden mümkün olduğunca erken yaşta evlenilip toplum zinadan, fuhuştan arındırılacak ve bu sayede sağlıklı nesiller yetiştirilecektir. Adolf Hitler'in sevgi, aşk ve evlilik hakkındaki düşünceleri böyleydi. Söylediklerime kaynak arayanlar Hitler'in Kavgam'ına bakabilirler. J. J. Rousseau'nun “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev”inde belirttiği şu sözleri burada paylaşmak yerinde olacaktır: “Erkekler her zaman kadınların istediği gibi olacaklardır: Büyük ve erdemli olmalarını istiyorsanız, kadınlara büyüklüğün ve erdemin ne olduğunu öğretin.”
53
Ve Rousseau yine aynı Söylev'inde ekler: “Kadınların hoşuna giden bir sürü küçük şeylere kapılmak, sizi ne büyük işler görmekten alıkoydu!” Rousseau'nun ikinci paylaştığım sözü Hitler'in; “erkekleri yoldan çıkaran kadınların kusurlarıdır” sözüyle benzeşir. Birinci paylaştığım sözünde ise Rousseau, kadınlara büyüklük ve erdemin öğretilmesinin gerekliliğini vurguluyor. Bu da Hitler'in, kadınların ülküsel anne olarak eğitilmesi düşüncesini destekler. “Emile” adlı eserinde Rousseau şöyle der: “İlk eğitim en önemlisidir ve kuşkusuz kadının işidir. Eğer doğanın yazarı bunu erkeklere vermek isteseydi onlara çocuğu beslemek için süt de verirdi.” Adolf Hitler'in kadınlar hakkındaki düşüncelerini büyük bir aydınlanma düşünüründe de görmüş bulunmaktayız. Anlaşılan çocuklukta yaşandığı varsayılan bir dizi saçmalıkla ilgisi yok bu düşüncelerin. 3. Kitlelerin Ruhu Langer'ın diğer büyük hatası; Hitler'in 1. Dünya Savaşı'nda kumandanlarının emrine tam itaatkar olmasını, “edilgenlik ve kadınsılık” olarak yorumlamasıdır. Böyle bir hataya düşmesini kendi milletinin büyük bir savaş tarihine sahip olmayışına yorabiliriz. Savaşmayı iyi bilen bir milletin kahramanlığından burada örnek vermekte fayda var. Örneğimiz 1. Dünya Savaşı ve Türk Ordusundan. İtilaf Devletleri, Çanakkale'yi denizden geçemeyince Çanakkale kara savaşları başlamıştı. 25 Nisan 1915'de Arıburnu'nda karaya çıkıp Conkbayırı'nda ilerleyen çıkarma kuvvetleri, Türk Subayı Yarbay Mustafa Kemal'in: “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka
kuvvetler
ve
komutanlar
geçebilir”
emrine
itaat
eden Türk
durdurulmuşlardı. Unutulmamalı ki; emre itaatkar olmak er kişilerin işidir. 54
birliklerince
Langer, raporunda Kavgam'dan şu sözleri aktarıyor: “Kitlelerin ruhu, zayıflığa ve duraksamaya yanıt vermez. Tıpkı bir kadın gibi kitle ruhu, soyut bir nedenle ortaya çıkan kadınsı bir duyarlıktan daha çok buyurgan bir güce karşı belirsiz bir özlemden kaynaklanır; bu nedenle güçsüze değil güçlü olana baş eğmeyi yeğler; kitle buyurganın yanındadır.” Adolf Hitler'in bu sözlerinde evrensel bir doğrudan bahsedilebilir. Kitlenin buyurganın yanında yer aldığını tarih bize defalarca göstermiştir. Uluslar, özellikle en zor günlerinde, kendilerine en kararlı, en güçlü ve en acımasız adamın liderlik yapmasını isterler. Versay Antlaşması'nın Almanya'yı zincirlere bağladığı o zor günlerde Hitler'in Kavgam'da paylaştığı bu sözleri, Alman Ulusu tarafından genel kabul ve takdir görmüştür. 4. Versay Antlaşması ve Hitler'in Tutumu 1919 yılında imzalanıp Almanya'yı zincirlere bağlayan, Hitler'in şiddetle karşısında durduğu Versay Antlaşması'na şöyle kısaca bir göz atalım: Almanya, Alsas Loren'i Fransa'ya verecek; askeri sınırlamalar getirilecek (Alman Ordusunun asker sayısı 100.000'i geçemeyecektir); zorunlu askerlik kalkacak; sömürgelerine el konulacak; savaş tazminatı ödeyecek; 1600 tondan büyük bütün ticaret gemilerini, 1000 tondan büyük ticaret gemilerinin yarısını, balıkçı gemilerinin beşte birini müttefiklere verecek; her yıl müttefiklere 200.000 ton tutarında ticaret gemisi inşa edecek; 10 yıl süreyle Fransa'ya 140.000.000, Belçika'ya 80.000.000, İtalya'ya 77.000.000 ton taş kömürü verecek; bütün kimyasal ve boya stoklarını ve 1925 yılına kadar bu alanda yapacağı üretimin dörtte birini müttefiklere teslim edecek; Polonya, Çekoslovakya ve Litvanya'ya toprak verecektir.
55
Adolf Hitler, böyle ağır şartlara sahip Versay Antlaşması'nı kesinlikle tanımıyordu. 1933'de Şansölye olduğunda tanımamıştı da. O, aşama aşama Versay Antlaşması'nın hükümlerinden ulusunu kurtarmıştı. 1934'de Hindenburg öldüğünden beri ülkesini tek başına yönetiyordu. Ulusunu siyasi ve ekonomik buhrandan kurtaran lidere karşı ulusun minnettar olmaması imkansızdı. Dünyanın neresine giderseniz gidin böyle bir lider ulusunun gözünde kahramandır. Adolf Hitler, diğer ülkelerle sömürge yarışına girmeyi kesin bir ifadeyle reddediyordu. O kimseyi ve hiçbir ülkeyi sömürmeyecek, Kara Avrupası'nda genişleyip önce Alman Birliği'ni kuracak ve sonrasında ulusuna geniş yaşam alanı açarak büyük Almanya'nın mimarı olacaktı. Bugün Utah'da yaşamakta olan yazar Wess Roberts'in “Leadership Secrets of Attila the Hun” kitabında Attila şöyle konuşur: “Zor günlerde ulus, her zaman en acımasız komutanının önderlik etmesini ister.” Versay Antlaşması'nı tanımayan Adolf Hitler sayesinde Almanlar buhranlı zor günlerinden kurtulmuşlardı. Şimdi ise Führerleri onlara dahasını müjdeliyordu. Kısa bir zamanda sözlerini tutarak Almanya'ya büyük ilerleme kaydettiren adama Almanlar koşulsuz bir sevgiyle bağlanmışlardı. Kimse Almanları Führerlerine olan inancından ve sevgisinden dolayı suçlayamazdı. Çünkü Führer, verdiği sözleri bir bir yerine getirip ulusunun gözünde gün geçtikçe kahramanlaşıyordu. Langer ise raporunda, bu konuda da akıl ve gerçek dışı bir çıkarım yapmaktan kurtulamamış. Bakınız, Almanların Hitler'e bağlanışını nasıl açıklıyor: “Alman erkeklerinin çoğunluğu, güçlü bir dişil mazoşist yapıya sahiptir; genellikle daha çok 'eril' özyapı özellikleriyle örtülmüş olan bu özyapı, kısmen kutsallık, disiplin, boyun eğen davranışlar gibi özellikler gösterir.”
56
İfadeler Alman ulusuna hakaret içermektedir. 1943'de, Amerikan psikanalist Walter C. Langer tarafından hazırlanmış, artık çeşitli ülkelerde ve bizde farklı adlarda kitap olarak yayımlanan bu raporun tarafsız olmadığı açıkça görülmektedir. Bir de birileri şu Freudcu psikanaliste dünyanın cinsellikten ibaret olmadığını öğretmeliydi. 5. Hitler'in Son Emri Adolf Hitler, üzerine en fazla kitap yazılan kişilerdendir; belki de üzerine en fazla konuşulan insandır. Hitler hakkında fikir edinmek isteyen, şüphesiz ilk önce onun kendi kitabı Kavgam'ı okumalıdır. Ve onu merak eden herkes, şüphesiz, onun Yahudiler hakkındaki düşüncelerini de merak ediyordur. Kavgam'dan aktaralım: “Yahudi, kanını emdiği milletlerin hakimi olmadıkça, ister istemez onların dilini konuşur. Fakat diğer milletler kendilerinin köleleri olur olmaz; bütün Yahudiler, hemen bir dünya dilini, Esperanto'yu öğrenecek ve onu konuşacaktır. Gaye, bu araç ile Yahudiliğin iktidarını daha kolay sağlamaktan ibarettir. Yahudilerin, dış görünüşü kurtarmak için şiddetle reddettiği Sion Bilgelerinin Protokolleri, bu milletin bütün hayatının nasıl devamlı bir yalan üzerine inşa edilmiş olduğunu gösteren eşsiz bir örnektir.” Yazının sonunda yayınlayacağım ek kısmında, Hristiyan dünyasında Yahudi düşmanlığının altyapısına dair birkaç satır olacak. Walter C. Langer'ın “The Mind Of Hitler / The Secret Wartime Report” adlı inceleme ve araştırma dosyası, ülkemizde de kitap olarak yayınlanmış olduğundan bu raporu tahlil etme gereğini duydum. Dönemi irdeleyen bilimsel bir çalışma yapılacak olursa, bu rapor kaynak eser niteliğinde değildir. Biyografi veya objektif bir tarihi vesika olarak da değerlendirilemez. Ulaştığım sonuç, raporun tarafsız ve güvenilir olmadığıdır. Langer, 1943'de hazırlamış olduğu raporunun sonunda Hitler'in geleceğine yönelik sekiz tane senaryo türetiyor. Bu senaryolardan sonuncusu tutuyor ve Adolf Hitler savaşı kaybettiğinde teslim olmamak için kendi canına kıyıyor. 57
Adolf Hitler, şahsi vasiyetinde, cesedinin düşmanlarının eline geçmemesi için yakılmasını istemiştir. Son emri de yerine getirilmiştir. Ölen kişi günahlarını da beraberinde alıp gitmiştir. Kahraman ölür, geride kalanlar günahsızdır. *** KAYNAKLAR: * Hitler, Adolf, “Kavgam” (Çev: Refik Özdek), Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 1972 * Langer, Walter C, “Hitler'in Psikopatolojisi” (Çev: Kemal Bek & Zeki Çakılalan), Don Kişot Yayınları, İstanbul, 2004 * Öndeş, Osman, “Yakınlarının Gözüyle Hitler”, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1974 * Rousseau, Jean-Jacques, “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev” (Çev: Sabahattin Eyüpoğlu), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2011 * Rousseau, Jean-Jacques, “Emile ya da Çocuk Eğitimi” (Çev: Cumhur Atay), Parşömen Yayıncılık, İstanbul, 2011 Yararlanılabilecek Kaynaklar: * Bettelheim, Charles, “Nazizm Döneminde Alman Ekonomisi” (Çev: Kenan Somer), Savaş Yayınları, Ankara, 1982 * Seignobos, Charles, “Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi” (Çev: Samih Tiryakioğlu), Varlık Yayınları, İstanbul, 1960
58
EK: “…Yahudi milletinin tarihinde hiçbir asil jeste rastlanmaz: Ne konukseverlik, ne hoşgörü, ne de bağışlama. En büyük mutlulukları yabancılarla tefecilik etmektir. Bu tefeci ruhu kalplerine o derece işlenmiştir ki, kendilerine özgü konuşmalarında kullandıkları figürler hep buna benzer. 1215 yılında, Hristiyanlardan ayırt edilebilmeleri için, Yahudiler göğüslerinde tekerlek şeklinde ufak bir rozet taşımaya mecbur tutuldular. Hristiyan hizmetçi, sütnine, metres tutmaları yasaktı. Kimi ülkelerde Yahudilerle cinsel münasebette bulunan kız ya da erkekleri diri diri yakarlardı. Bunun önemli nedenini, büyük hukukçu Gallus şöyle açıklıyor: “Çünkü bir Yahudi ile yatmak bir köpekle yatmaktan farksızdır.” Yahudilerin meşhur hahamları, “Maymonid”ler, “Abravanel”ler, “Aben İsrael”ler, Hristiyan alemine: “Bizler sizin atalarınızız. Kitaplarımız, ilahilerimiz kiliselerinizde okunmaktadır” diye haykırmışlarsa da, bu telkinlerinden, yağma edilmek, kovulmak, iki köpek arasında asılmaktan başka sonuç elde edememişlerdi. İspanya ve Portekiz'de onları yakmak adet olmuştu.” Voltaire (Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler)
59
Eski kaya resimlerinde T端rk s端varileri
60
Aylık E-Dergi
ansiklopedidergi.blogspot.com.tr issuu.com/ansiklopedi
-Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir-