İÇİNDEKİLER 3 Avrupa’nın sahiplerini bölen Kara Afrika Mali’deki Fransız askeri müdahalesi, ilginç bir ışık altında AB içindeki bir dengesizliği açığa çıkarmış oldu. Berlin karşısındaki nüfuz kaybını durduramayan Paris’in, ekonomik ve politik alanda art arda yitirdiklerini askeri bir çıkışla kazanmaya çalıştığı ileri sürülüyor.
6 Türkiye ve Almanya’daki krizin açıldığı alanlar, yarattığı sorunlar Her yerde hoşnutsuzluk “Almanya 2. Paylaşım Savaşı sonucu dizginlenen bir yapıdan, “normalleşmiş” bir emperyalist-kapitalist güce dönüşmüştür. Siyasi sahnede mevcut partiler arasında, son dönemde oy kaybına uğrayan Sol Parti’yi paranteze alırsak, Almanya’nın bu yapısal dönüşümü konusunda geniş bir konsensüs olduğunu tesbit edebiliriz.”
PROF. DR. GAZİ ÇAĞLAR İLE GÖRÜŞME / TEVFİK TAŞ 14 Avrupa'da yaşayan Türkiye kökenliler için “tuhaf arayışlar” sürüyor Danışma Kurulu çaresizliği Ülke sınırları dışında yaşayan Türkiye kökenli göçmenlere yönelik yeni bir Danışma Kurulu daha oluşturuldu. Atananların çoğunluğunun işveren ve muhafazâkarlardan oluşması, Ankara'nın nasıl bir yaklaşım içerisinde bulunduğunu özetliyor.
YÜCEL ÖZDEMİR 17 En zengin olmanın gururu: Hamburg! Hamburgluların bir bütün olarak en zengin olmanın gururunu taşıdığı, bu gelir dağılımına verdikleri onayla görülebiliyor. Gerçi İstatistik Dairesi’nin verdiği aylık gelir ortalamalarını ceplerinde göremiyorlar, ama 94,4 milyar avroluk hasıladan aylık 20-30 bin avroları bulan hisselere sahip hemşehrileriyle bu kenti paylaşmaktan gurur duyduklarından kuşku yok.
CELİL DENKTAŞ
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
Avrupa’nın sahiplerini bölen Kara Afrika
Bir harekâtın perde arkası
Mali’deki Fransız askeri müdahalesi, ilginç bir ışık altında AB içindeki bir dengesizliği açığa çıkarmış oldu. Berlin karşısındaki nüfuz kaybını durduramayan Paris’in, ekonomik ve politik alanda art arda yitirdiklerini askeri bir çıkışla kazanmaya çalıştığı ileri sürülüyor. AB projesinin başından beri Almanya’nın güçlü ve ihracata yönelik bir ekonomi yönünde, Fransa’nın ise gayretli bir dış politika için çaba harcadığı, bugün bu noktaya gelindiği öne çıkarılıyor.
FRANKFURT - Kara Afrika’nın göbeğinde Fransa öncülüğündeki bir askeri müdahale, ana akım medya üzerinde hiç durmasa bile, perde arkasında çok başka sürtüşmelerin, hatta büyük bir dengesizliğin yattığını ortaya çıkarmış oldu. Federal Almanya’da Federal Meclis Başkanı Norbert Lammert, ülkesinin sadece iki Transall nakliye uçağı göndererek Mali’deki askeri harekata katkıda bulunmuş olamayacağını savununca, hükümet içinde aynı partiden (CDU) bir başka sert muhafazakarın yanıtıyla karşılandı. Savunma Bakanı omas de Maiziere’in, imalı bir biçimde “Uluslararası harekatlara katılma konusunda Almanya’nın kimseden tavsiye almaya ihtiyacı yok” diye konuşması, Lammert’e bir tepki olarak değerlendirildi. Alman Savunma Bakanı, ülkesinin, halen Fransa’nın tersine birçok uluslararası askeri harekatta görev aldığını belirtirken, Afganistan ve Balkanlar’daki “Alman sorumluluklarına” işaret etme gereği de duydu. AvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 3
Mali operasyonu, Berlin’in, Libya’dan sonra bir kez daha Afrika’daki bir askeri müdahalede önü çekmemek, ama tümüyle de sahne dışında kalmamak gibi bir politikada ısrarlı olduğunu yeniden gösterdi. Aslında Avrupa’nın, Kara Afrika’nın yüreğinde gerçekleştirdiği bu askeri müdahale, bazı dengesizliklerin büyüdüğünü hatırlatmış oldu. Özellikle 2007’den itibaren hız kazanan ve bir türlü önü alınamayan “Avro Krizi”nin Almanya için çok kârlı bir zaman yarattığı art arda kırdığı ihracat rekorlarından anlaşıldı.
Nüfuz alanları Ancak, Almanya’nın ekonomik olduğu kadar politik olarak da Paris’in çıkarları ve nüfuz alanları aleyhine büyüyen bir iktidar halini aldığını düşünenlerin sayısı da arttı. Bunun en önemli nedeni, Almanya’da özellikle SPD-Yeşiller iktidarı döneminde çalışanlara yönelik sosyal güvenlik kazanımlarını silme operasyonlarıydı. “Tasarruf önlemleri”, “reformlar” veya “kemer sıkma zamanı” olarak adlandırılan kriz döneminde, Almanya, sendikaların büyük desteğiyle reel ücretlerde artışı önleyebildi ve dünya pazarındaki maliyet karşılaştırmalarında öne çıktı. Ama Fransa’da sendikaların iş dünyasına Almanya’daki kadar taviz vermemesi, dolayısıyla benzer bir kolaylık göstermemesi, ekonomiye olumsuz yansıdı. Paris ve Berlin’in giderek birbirlerinden uzaklaştığı, bunun ekonomik olduğu kadar politik alanda da gözlendiği yolundaki değerlendirmeler dikkat çekti. Örneğin, bundan bir yıl önce, Sarkozy döneminin sonunda, Fransa’nın ilk kez uluslararası bir ajans tarafından kredi notunun düşürülmesi, tüm başkenlerde Berlin ile Paris arasındaki mesafenin hızla açıldığı yorumlarına güç kazandırdı. Uluslararası gözlemciler, son gelişmeleri böyle bir ışık altında yeniden yorumlamaya başladılar. Artık Berlin’in AB üzerindeki hegemonyal ağırlığının, Paris ve Londra’yı birbirlerine iyice yaklaştırdığı açıkça ileri sürülebiliyor. Berlin’de yayımlanan etkili uluslararası politika dergisi “Internationale Politik”in son sayısında çıkan bir analiz, Mali’deki askeri müdahale öncesinde, Almanya karşısında giderek zayıflayan bir Fransa resmi çizdi. Dergi, Alman belirleyiciliğinin AB içinde yeni gerilimleri tetiklediğine de dikkat çekti. Uluslararası gözlemcilerin, büyük bir açıklıkla saptamalarda bulunduğu bu analizde, Berlin ile Paris arasındaki dengesizliğin yarattığı endişelerin aslında uzun süredir gündemde olduğu da vurgulandı.
4 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
Süreç kendini kabul ettirdi Gerçekten de 1990’da François Mitterand’ın iki Almanya’nın birleşmesine itirazı, çok tartışılmıştı. Birleşmenin yeni ve çok güçlü bir Almanya yaratmasından çekinen Mitterand’ın, 1990’larda bu inadından vazgeçmesi, sürecin önünde duramayacağını anlamasına bağlandı. 2000 yılında Paris, Almanya’nın, nüfusunu gerekçe göstererek Avrupa Konseyi’ndeki oy ağırlığını artırma önerisine karşı çıktı. Ancak bu karşı çıkış da Almanya’nın AB içindeki gücünün artmasına engel olamadı. Bugün tüm gözlemcilerin üzerinde birleştiği görüş, Fransa’nın özellikle ekenomik zayıflığının Berlin’e AB içinde bir belirleyici ağırlık sağladığı yönünde. Özellikle Avro Krizi, Almanya’ya güç kazandırırken, Fransa, krizin ağırlaştırdığı darbelerin altında kalkmaya çalışıyor. Ancak Fransız ekonomisi geçen yılın son çeyreğinden bu yana resesyon sürecine de girmiş durumda. Ekonomisi yeterince büyüyemiyor. İşsizlik oranı, yüzde 10 ile son 15 yılın en yüksek düzeyinde. Fransa’nın kredi notunun düşürülmesi ise uzun süredir gündemdeki yerini ve dolayısıyla şok etkisini koruyor
Dengesizliğe alışılsın Bu büyük dengesizliğin temelinde Fransa’nın özelikle Almanya karşısındaki dış ticaret bilançosu yatıyor. Almanya, Fransa ile yaptığı ticarette, ihracatını 2011 rakamlarıyla 101.6 milyar avroya yükseltirken, Fransa’nın Almanya’ya yaptığı ihracatın tutarı 66.4 milyar avroda kaldı. Paris’in Berlin karşısındaki büyük dış ticaret açığı, 35 milyar avro ile yeni bir rekor olarak tarihteki yerini aldı. Nitekim biraz önce sözü geçen dergide ayrıntılı bir değerlendirme kaleme alan iki uzman, Claire Demesmay ile Ronja Kempin, bu dengesizliği iki ülkenin artık eş ağırlıkta olamayacağının bir açık göstergesi olarak yorumladılar. Almanya, uzmanlara göre, sadece ekonomik konumunu sağlamlaştırmakla kalmadı, bunun üzerinde, 2007’den bu yana derinleşen avro krizi boyunca ekonomik gücünü politik bir güce dönüştürmeyi de başardı. Berlin, AB’nin yönlendirici gücü olduğunu her kesime kabul ettirdi. Ama tepki de biçmeye başladı. Ekonomik gücüyle politik bir hegemonya kurduğu görülen Almanya’nın yeni durumu, dünyaca ünlü Alman bilimadamlarının da gözünden kaçmış değildi. Başlığı “Almanlığın Avrupası” veya “Alman Avrupa” diye çevrilebilecek son kitabında (“Das deutsche Europa”), ülkenin
Anglo-Sakson dünyasında da tanınan ünlü siyasetbilimcilerinden Prof. Dr. Ulrich Beck, şimdiki Almanya’nın eski Almanyalardan, örneğin Nazi Almanyası’ndan çok farklı olduğunu, çünkü gücünü askeri şiddetten değil, ekonomik ve mali gücünden aldığını belirtiyor. Beck, "Berlin’in şantaj gücünün”, kendisinden mali yardım istenmesi halinde “Hayır” deme gücünden kaynaklandığını hatırlatıyor. Beck’in çıkardığı tablo da karamsarlık içeriyor. Fransa ile Almanya arasındaki mesafe çok açıldı. AB’nin hegemonyal gücü olarak Berlin’in çıkışlarını, Başbakan Angela Merkel’in en yakınındaki isimlerden Volker Kauder’in Yunan krizi çerçevesinde bir süre önce ilk kez “Avrupa artık Almanca konuşuyor” sözüyle gayet güzel özetlemişti. Kauder, bunu, izlenmesi için Berlin’in yoğun baskı uyguladığı neoliberal kemer sıkma politikalarına bağlayarak söylemişti. İçeride ve dışarıda yarattığı tepki nedeniyle, bir daha yinelenmedi.
Ekonomik güç belirleyici Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, 2012 mayısından başlayarak, AB’nin eksenindeki bu iki büyük güç arasındaki ilişkilerde bir denge kurmaya çalıştı. Ancak ekonominin kuralları ağır bastı ve ekonomide önde olanının politikada da bu gücünü kabul ettirebilmesi, Berlin-Paris dengesizliğinin derinleşmesi dışında bir sonuç vermedi. Berlin, Avrupa çapında izlenen kemer sıkma politikalarının sahibi olarak, çalışanların aleyhine ağır neoliberal reformları yaymakta kararlı olduğunu gösteriyor. İşte Mali’de Fransız çıkışı böyle bir perdenin önünde sahneleniyor. Nüfuz kaybını durduramayan Paris’in, ekonomik ve politik alanda art
arda yitirdiklerini askeri bir çıkışla dengelemeye çalıştığı ileri sürülüyor. AB projesinin başından beri Almanya’nın güçlü ve ihracata yönelik bir ekonomi için, Fransa’nın ise gayretli bir dış politika için çaba harcadığı, bugün bu noktaya gelindiği öne çıkarılıyor. Nitekim François Hollande’dan önceki Başkan Sarkozy’nin, Fransa’yı NATO’nun askeri kanadına yeniden entegrasyonu için yolu açtığı, Londra ve Washington’la ilişkileri yoğunlaştırdığı ve Berlin’i pazarlıkların dışında bıraktığı hatırlatılıyor. Gerçekten de Sarkozy’nin İngiltere ile 2010 kasımında yaptığı askeri anlaşmanın, AlmanyaFransa işbirliğini çok aştığı genel kabul gören saptamalar arasında. Berlin’in de zaten kendisini kısmen dışarıda bırakan bu Paris-LondraWashington işbirliğini endişeyle izlediği, bunu da Libya’daki müdahaleye uzak durarak ifade ettiği belirtiliyor. Almanya’nın Libya’daki “uzak” tutumunu Mali’de de sürdürdüğü gözleniyor. AB içindeki dengesizlikler Fransa’nın arayışlarını yoğunlaştırır ve onu Berlin’den uzaklaştırırken, Avrupa’da yeni cepheleşmeler yavaş yavaş herkes için görünür oluyor. Berlin karşısında güçsüz bir Paris’in, arayı yakın bir gelecekte de kapatacağına ihtimal verilmiyor. Hatta Almanya’da yayımlanan “e European” dergisinde, açıkça artık bir denge politikası ısrarına son verilmesi isteniyor. “Denge paradigması bitmeli” diyen e European yazarı, dengesiz de olsa bir işbirliği içinde Avrupa’nın entegrasyonu için çaba harcanmasını istiyor. Neresinden bakalırsa bakılsın, Mali’deki İngiltere ve ABD destekli Fransız askeri müdahalesi, biraz da Berlin’i hedefliyor. O zaman, Almanya’nın AB içindeki rakipsizliği, Kara Afrika’da bile sonuçlar yaratıyor. ■ AvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 5
Prof. Dr. Gazi Çağlar, Türkiye ve Almanya’daki krizi değerlendirdi
Her yerde hoşnutsuzluk TEVFİK TAŞ
“Almanya 2. Paylaşım Savaşı sonucu dizginlenen bir yapıdan, “normalleşmiş” bir emperyalist-kapitalist güce dönüşmüştür. Kartal, yeniden kanatlarına ve en önemlisi de pençelerine kavuşmuştur. Bu, Almanya gündeminin aşırı dinamik bir gündem olduğunu gösterir. Siyasi sahnede mevcut partiler arasında, son dönemde oy kaybına uğrayan Sol Parti’yi paranteze alırsak, Almanya’nın bu yapısal dönüşümü konusunda geniş bir konsensüs olduğunu tesbit edebiliriz.” 6 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
HANNOVER - Çalışmalarını Federal Almanya’da sürdüren yeni kuşak bilimadamlarımızdan Prof. Dr. Gazi Çağlar’a göre, gerek Türkiye gerekse Almanya, krizin gölgesinde ciddi tıkanmalarla karşı karşıya. Prof. Çağlar, Almanya, Türkiye, toplumsal mücadele ve içinde bulunduğumuz tarihsel kesitin anlamı üzerine sorularımızı yanıtladı. - Türkiye’den bakıldığında Almanya’da gündem nasıl akıyor?
GAZİ ÇAĞLAR - Almanya’ya Türkiye’den bakışlar, doğası itibariyle sınırlıdır. Böylesi bakışlar, kimin hangi hedeflerle baktığı, hangi duruştan, ne için, nasıl baktığı gibi sınırlayıcı filtrelere sahiptir. Türkiye’de özellikle sola hakim olan bir bakışa göre, Almanya, sanayi-
leşme sürecini tamamlamış, Türkiye’ye nazaran daha istikrarlı burjuva demokratik bir ülkedir. Dolayısıyla bu bakış açısına göre Almanya’nın siyasi gündemi de daha istikrarlıdır, daha yavaş akar. Türkiye’den Almanya’ya yeni gelen solcularda da bu sınırlı bakış açısının sonucu olarak, Almanya’da muhalifliğin daha basit olduğu gibi bir yanılsama ortaya çıkar. Ancak yıllar sonra kendi deneyimleriyle bunun aslında tam tersi olduğunu, Türkiye’de en demokratik talep karşısında bile devletin zor aygıtlarına başvurması sonucu muhalif olmanın daha kolay olduğunu yaşayarak kavrarlar. Tabii burada yaşamalarına rağmen Almanya’dan bihaber olmaları sonucunu doğuran tek gündemleri Türkiye değilse.. Ben Almanya’nın ekonomik, toplumsal, siyasi ve kültürel gündemlerinin bir yönüyle istikrarlı, diğer yönüyle Türkiye’den daha hızlı kaymalara tanık olduğu düşüncesindeyim. Artık tam manasıyla bir dünya sistemi haline gelmiş olan kapitalizmin uluslararası yönelimlerinin tek tek ülkelerde yarattığı ortak bir gündem olmasına rağmen, elbette tek tek ülkelerin kendi gündemleri kendi tarihsel süreçlerinin belirleyiciliğiyle oluşmaktadır. Bu ülke ölçekli gündemlerin değişim dinamikleri, bir yandan emperyalist-kapitalist sistemin yapısal yönelimleri tarafından, diğer yandan da tek tek ülkelerin tarihselliği içerisinde sınıflar mücadelesinin güç dengelerince belirlenmektedir. Bu konularda somut bir analizden bağımsız bir üslupla Almanya’nın gündeminin daha yavaş aktığını iddia etmek, yüzeyselliğe teslim olmak demek olur.
“Buradaki Türkiyeli kitlenin önemli bir kesitinin algısını da Türkiye merkezli oluşturduğu veya Türkiye’den zaman zaman buraya gelen ve kendisini sadece orada gerçek bir mücadele varmış gibi sunmaya alışmış “devrimcilerin” belirlediği düşünülürse, yanılsama Almanya ve Avrupa topraklarında da devam etmektedir. Bu yanılsamanın da, sayıları milyonlara ulaşan emekçi göçmenlerin buradaki mücadelelere katılmaları konusunda vahim sonuçları olmaktadır.” Türkiye’nin temel gündemine bakacak olursak, siyaset arenasındaki tüm hızlı cebelleşmelere, hızlı siyasal oluşumlara rağmen çok durağan olduğunu görürüz.
Bir: Kökleri Osmanlı’ya dayanan, cumhuriyetin çeşitli dönemlerinde farklı görünümler alarak devam etse de köklü bir süreklilik arz eden ve ekonomiden siyasete, ordudan kültüre uzanan emperyalizmle yeni sömürgecilik ilişkisi. İki: Bu ilişkinin çıkarları doğrultusunda oluşan ve örneğin 12 Eylül ile birlikte tekelci sermayenin atağıyla yeniden düzenlenen egemen sınıf blokunun karşısında halk sınıflarının görece bağımsız blokunun oluşturulup kurumsallaştırılamaması; Türkiye siyaset sahnesinin büyük ölçüde ikisi de egemen sınıfların temsilcisi olan cumhuriyetçi-laik çizgi ile muhafazakâr-İslamcı-milliyetçi çizgi arasına sıkışmış olması. Üç: Oldukça durağan bir kördüğüm haline getirilmiş olan Kürt sorunu ve bu konuda cumhuriyet boyunca sürüp gitmekte olan çözümsüzlük. Dört: 12 Eylül rejiminin bütün kurum ve temel yasalarıyla 32 yıl sonra halen dimdik ayakta oluşu ve AKP’nin bu rejimi şu anda sürdüren siyasi kadro niteliği. Beş: Türkiye solunun kronikleşmiş zayıflığı. Bunlar, gündemin sabitliğine, çözüm bekleyen sorunlarda köklü değişiklikler olmadığına dair sadece birkaç örnek. Bu örnekleri toplumsal düzeyin incelenmesi, kültürel düzeyde süregelen kalıpların incelenmesi vb ile çoğaltabiliriz. Temel sorunlarda çözümsüzlük devam etmektedir, öyle ki, burjuva demokratik normları içerisinde çözümü mümkün olabilecek sorunlar dahi çözülememektedir. Bu, Türkiye toplumsaltarihsel sürecinde büyük bir dinamizm kırılmasına, hantallığa, durağanlığa işaret eder. Bunda ülkenin emperyalizme göbeğinden bağımlı olmasının rolü tayin edicidir. Diğer tarafta ise, özellikle siyaset arenasında hızlı ve spektaküler gelişmeler yaşanıyor: Bunların önemli bir bölümü, halkı büyük baskı rejimleriyle seyirci konumuna çekmiş olan egemen sınıflar ve onların egemen siyasi partileri arasındaki çekişmelerdir. Bu cebelleşmelerin her gün yeni ve kısmen suni alanlarda cereyan etmesi, temel çözümsüzlüğün bocalamasıdır da diyebiliriz. Diğer kronik bir özellik ise, halkın en küçük muhalefetinden korkudur. Bu korkunun şu andaki dili, Tayyip Erdoğan’ın en basit öğrenci muhalefeti karşısında bile başvurduğu saldırgan üsluptur. Yani Türkiye’de gündem bir yönüyle sansasyonel düzeyde kaygan gibi görünürken, gerçekte can sıkıcı oranda statiktir. Sansasyonel şekillenmesinde temel etmenlerden birisi ise, Türkiye egemen medyasının gazetecilik ilkelerinin tüm ahlaki ölçüAvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 7
lerinden çoktan uzaklaşmış propaganda medyası olma karakterinde gizlidir.
Farklı gündem - Almanya’da gündemin farklı bir dinamizm içerdiğini söylüyorsunuz...
GAZİ ÇAĞLAR - Evet, Almanya gündeminin dinamizmine gelebiliriz. Federal Almanya, SSCB artığı ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşme sürecini paranteze alırsak, son 20 yıl içerisinde bu cografyada en hızlı değişen ülkedir, diyebiliriz: Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni ilhak edip iç pazarını genişleten Federal Almanya, uluslararası politikada da önemli yeni pozisyonlar kazanmıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin müttefiklerinden oluşan çemberde önemli olmakla birlikte ikincil düzeyde bir role mahkum edilen Almanya, son 20 yılda Avrupa Birliği’ni de yedeğine alıp giderek ekonomik gücü yıpranmakta olan ABD karşısında ekonomik gücünü yükseltmiştir. Yine Doğu Avrupa ülkelerine doğru açılmış, Rusya ile bağımsız ekonomik ilişkileri güçlendirmiş, dünya çapında kâr süreçlerinden daha fazla pay alan bir ülke haline gelmiştir. Buna paralel olarak, hem uluslararası diplomaside hem de dünyanın yeniden paylaşılması ve yapılandırılması süreçlerinde askeri olarak da daha aktif roller üstlenerek 2. Paylaşım Savaşı sonrasında askeri gücüne vurulan kilitleri hızla parçalamaya başlamıştır. Federal ordunun salt savunmaya yönelik karakteri, SSCB’nin dağılması sonucunda hızla değiştirilmiş, ordu Balkanlar’daki savaşlardan Afganistan’a kadar, Kosovo’dan Afrika’ya kadar birçok coğrafyada emperyalizmin çıkarlarının savunulması ve bu çıkarların yeniden yapılandırılması sürecinde aktif bir işlev üstlenmiştir ve üstlenmektedir. Almanya bu artan ekonomik ve askeri gücünü dünya siyasetine de tercüme etmek istemiş, her ne kadar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daimi bir koltuk talep etmişse de bu şimdilik henüz daha gerçekleşmemiş, daimi olmayan üye olarak 2012’de bu konseye başkanlık bile yapmıştır. İçeride ve kendi ülkesindeki değişimlere paralel olarak Avrupa Birliği ülkelerinde, 20082009 krizi öncesinde kapitalizmin fordist dönemine has ve Almanya’da SSCB ile rekabetten dolayı politik sebepleri de olan sosyal devlet uygulamalarını hızla budamış, her alanda gerçekleştirilen yeni düzenlemelerle neoliberal kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz emek güçlerini yaratmış, bu şekilde Avrupa’nın güneyindeki ülkelerin yaşadığı krize büyük ölçüde de sebep ol8 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
muştur. Kısaca, Alman ekonomisi, krizden ve Avrupa’daki kriz yönetiminden kâr etmektedir. Giderek daha büyük bir yoksullaşmaya ve orta sınıfın erozyonuna yol açan neoliberal ekonomik politikalar, elbette devletin karakterinde de hızlı dönüşümlere ihtiyaç duyulmasına yol açmaktaydı. Almanya bunu da büyük ölçüde tamamlamıştır. “Disiplin” toplumundan “kontrol” toplumuna geçiş diye ifade edilebilecek neoliberal rekabet devletinin gerektirdiği güvenlik mimarisinin hemen hemen tüm yasal yapıları tamamlanmış, bir güvenlik ve ceza devleti yaratılmıştır. Bu konuda atılmak istenen son adım ise, ülke içinde kullanılması halen çok sınırlı şartlarda mümkün olan ordunun ülke içinde de kullanılabilmesinin önünü açacak yasal düzenlemelerdir. Ben, bu adımın da orta vadede atılacağını düşünüyorum. Yürütmenin yetkileri, Almanya’da da yasamaya göre artırılmıştır. Bu gelişmelerin ise klasik burjuva demokrasisini hızla erozyona uğratan, meşruiyet krizi belirtileriyle karşı karşıya bırakan sonuçları olacağı açıktır.
“Almanya’daki sosyal demokrasi içerisinde sağ muhafazakâr, ırkçı, neoliberal çok sayıda çevre mevcuttur. Thilo Sarrazin, sadece göçmenlere yönelik ırkçılık yapmamakta, aynı zamanda sosyal darwinizmi yeniden hortlatarak toplumun alt sınıflarına savaş açmaktadır. Bunu ise zaten sosyal devletin köküne balta vurarak sosyal demokrat Gerhard Schröder hükümeti daha önceki yasalarıyla gerçekleştirmişti. Irkçılık, kapitalist toplumlarda sömürü ve cinsiyetçilik gibi yapısal ilkedir ve tüm toplumsal kesimleri derece derece etkisi altına alır. Sosyal demokrasi de bunun içindedir.” Özetle: Almanya 2. Paylaşım Savaşı sonucu dizginlenen bir yapıdan, “normalleşmiş” bir emperyalist-kapitalist güce dönüşmüştür. Kartal, yeniden kanatlarına ve en önemlisi de pençelerine kavuşmuştur. Bu Almanya gündeminin aşırı dinamik bir gündem olduğunu gösterir. Siyasi sahnede mevcut partiler arasında, son dönemde oy kaybına uğrayan Sol Parti’yi paranteze alırsak, Almanya’nın bu yapısal dönüşümü konusunda geniş bir konsensüs olduğunu tesbit edebiliriz. Bu partiler arasındaki ayrım,
neoliberal kapitalizme uygun yeniden yapılandır- ma, Almanya’nın dünyada artan jeopolitik gücünün gereklerine uygun hareket etme gibi temel konularda değildir. En farklı olabileceğini tahmin edebileceğiniz Yeşiller Partisi de neoliberal kapitalizmin sadece adını farklı koymaktadır: “Yeşil pazar ekonomisi.” Almanya’nın dış politikasında ise tam bir mutabakat söz konu-
sudur. Bu konuda şimdilik tek çatlak ses, Sol Parti’den gelmektedir. Ama Sol Parti’nin son programına bakılırsa, çatlak sesin şimdilik tek garantisinin muhalefette olmaktan kaynaklandığı görülür. Dış politikadaki taleplerin yavaş yavaş “reel politika” gereklerine göre yeniden düzenlenmesi, kapitalizme yönelik eleştirilerin “karma ekonomi” talebine dönüştürülerek “mali
Gazi Çağlar kimdir? Yozgat doğumlu Prof. Dr. Gazi Çağlar, halen Almanya’daki Hildesheim-Holzminden-Göttingen Yüksekokulu’nda dekanlık görevini sürdürüyor. Önce sosyal hizmet, sonra siyaset, tarih ve din bilimleri okuyan Çağlar, hem 1980 sonrası 12 Eylül darbesine karşı Avru-pa’daki dayanışma faaliyetlerinin içerisinde aktif yer aldı hem de Avrupa’da göçmen işçilerin sistem ve ırkçılık kaynaklı sorunlarına çözüm üretme mücadelelerine katıldı. Bu iki alandaki çalışmalarını, teorik ve pratik boyutlarıyla sürdürüyor. Gazi Çağlar’ın genelde Almanca yayımlanmış birçok kitabı ve makalesi var. Özellikle “Osmanlı ve Türkiye’de Devlet ve Sivil Toplum” adlı kitabının, Türkiye’deki güncel tartışmalara da ışık tutabilecek bir tarihsel ve teorik analiz sunduğunu kaydeden bilimadamı, bu çalışmalarının Türkçeye kazandırılmasını bekliyor. Sözü geçen kitap, Çağlar’a göre, Türkiye’de itibarsızlaştırılan Gramsci düşüncesinin Türkiye tarihi ve bugünün anlaşılmasında üretken bir analiz anahtarı olabileceğinin bir örneğidir. Gazi Çağlar’ın, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra ABD emperyalizminin yeni yönelimlerinin ideolojik meşruiyetini sağlayan Samuel Huntington’un “medeniyetler
çatışması” tezlerine karşı yazdığı kitap, Almanya’da solun en önemli yayın organlarından Konkret dergisinde şöyle değerlendirilmişti: “Bu dönemde bu kitap, kendi döneminde Marx’ın ’Alman İdeolojisi’ gibi yaşamsal öneme sahip bir karşı duruştur.” Gazi Çağlar bu kıyaslamayı abartılı bulmakla beraber, medeniyetler arası savaş konseptinin emperyalizmin günümüzdeki yönelimlerinin ideolojik ifadesi olduğunu belirtiyor ve kitabının da Türkçeye bazı tercüme hatalarıyla çevrildiğine dikkat çekiyor. “12 Eylül Yargılanıyor” kitabıyla önemli bir deneyi irdeleyen Prof. Dr. Çağlar, genelde Almanca kaleme aldığı kitap ve makalelerinde, ırkçılık, göç, kapitalizmin güncel yönelimleri, Türkiye süreci ve muhalefetin durumu, milliyetçilik, emperyalist politikaların analizi gibi konularda yoğunlaşıyor. Gazi Çağlar, kendisini “ulusal kimliklere mesafeli bir Anadolu ve dünya vatandaşı” olarak tanımlıyor.
AvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 9
kapitalizmle” sınırlandırılması, Sol Parti’nin de koalisyon ortaklığına yaklaştıkça hızla törpüleneceğini göstermektedir.
Yapısal gelişmelerin yansımaları - Bütün bunların etkisiz kalması mümkün mü?
GAZİ ÇAĞLAR - Elbette, bu yapısal gelişmelerin Almanya’nın siyasal gündeminde de kimi yansımaları olmaktadır: Almanya’nın bundan sonra çıkarlarını askeri olarak da dünya çapında koruması gerektiği gibi herkesin bildiği bir sırrı açıkladığı için istifa etme durumunda bırakılan Cumhurbaşkanı Horst Köhler, bir örnektir. Yapısal dönüşümlerde geniş bir mutabakat söz konusu olduğu için giderek silikleşen siyaset sahnesinin sıkıcılığının da etkisiyle, çareyi yolsuzluk, yiyicilik ve rüşvette bulan Cumhurbaşkanı’ndan bakanlarına kadar kimi siyasilerin istifası, çeşitli partiler içerisindeki iç muhalefetlerin zaman zaman sesli ifade edilişi sadece buzdağının zirvesi. Yani Almanya, hem egemenlerin gündemi açısından hem de antikapitalist muhalefetin gündemi açısından oldukça hareketli ve yakından ilgilenmeye değer. Buradaki gündemin daha yavaş olduğu yanılsamasının bir başka sebebi daha var: Almanya’nın eyalet yapısı. Türkiye’de merkezi devlet karakterinden dolayı hemen hemen her ilde gündeme gelen her olay anında ülke gündemine taşınırken, burada örneğin bu eyalette yaşayanların Bavyera’daki gündemden, mücadelelerden her zaman haberi olmuyor bile… Ayrıca Türkiye’de solun toplumsal örgütlenme alanlarındaki zayıflığı, her konudaki her küçük toplantıyı ülke çapındaki örgüt gazetelerinin manşetine taşırken, burada her şehirde her akşam eğitimden sendikal mücadeleye, oradan konut sorunu ve sosyal soruna kadar bir dizi toplantı yerel gazetelerde bile yer bulamıyor. Yani Türkiye’deki algılama, tek kelimeyle bir yanılsama. Buradaki Türkiyeli kitlenin önemli bir kesitinin algısını da Türkiye merkezli oluşturduğu veya Türkiye’den zaman zaman buraya gelen ve kendisini sadece orada gerçek bir mücadele varmış gibi sunmaya alışmış “devrimcilerin” belirlediği düşünülürse, yanılsama Almanya ve Avrupa topraklarında da devam etmektedir. Bu yanılsamanın da, sayıları milyonlara ulaşan emekçi göçmenlerin buradaki mücadelelere katılmaları konusunda vahim sonuçları olmaktadır. - Söz gündemden açılmışken, 2011’in son döneminden itibaren en çok üzerinde konuşulan ismi 10 | 21 Ocak 2013 | AvrupaGüN
ilo Sarrazin ve yazdığı kitap “Almanya Kendini Tüketiyor” oldu. Medyanın desteğiyle örgütlenen yabancı düşmanı kampanya bütün bir yıl Alman kamuoyunun gündemini işgal etti. Açıkça sosyaldarwinist, ırkçı tezlerin ısıtılarak sunulduğu bu kampanyanın henüz dumanı üzerinde tüterken bir de Heinz Buschkowsky’nin “Neukölln ist überall” (Neukölln Her Yerde) adlı kitabı dolaşıma sürüldü. Sarrazin’in kitabının “light”i olan bu kitap aylardır çoksatan listesinde bir numara. Bu insanlar SPD üyesi ve ikisi de sorunların kaynağı olarak göçmenleri görmekteler. Hatta öyle ki, NPD’nin eski başkanı Udo Voigt mahkeme savunmasında bu kitaplardan yararlanabiliyor. Sosyal demokratlarla ırkçılar arasındaki bu tuhaf yakınlaşmayı nasıl okumak gerekiyor sizce?
GAZİ ÇAĞLAR - Sosyal demokrasi ile ırkçılar arasında bir yakınlaşmadan çok, daha genel olarak sosyal demokrasi ile ırkçılık arasındaki ilişki üzerinde durabiliriz. Sosyal şovenizm diye kısmen ehlileştirilmeye çalışılmış, milli şovenizm denilince daha doğru olacak tarihsel boyutları da bulunmakla birlikte, Türkiyeli işçi göçmenlerin Almanya’ya gelmeye başladığı tarihten bu yana baktığımızda da görürüz ki, sosyal demokrasi ile ırkçılık arasında bir ilişki aslında sürekli olmuştur. Friedrich Engels’in “Anti-Dühring”i bilinir, ama Eugen Dühring’in Almanya’da ırkçılığın oluşturulmasında önemli katkıları olduğunu, sosyal demokrasi üzerinde de etkili olduğunu çok az kimse bilir. Bu sadece bir örnektir. Yeni göç döneminde sosyal demokrasi, ırkçılığın üç boyutuyla da ilişkidedir: Özel yasa olan yabancılar yasalarına dayanan ve yabancılar polisi vb aracılığıyla uygulanan kurumsal ırkçılık, sosyal demokrat hükümetler sırasında da geçerlidir. Son olarak Gerhard Schröder döneminde yenilenen yasa, birçok kesimdeki yanılsamanın aksine bir ilerleme değil, izleri Nazi dönemine giden yabancılar yasalarının Almanya’nın yeni dönemdeki işgücü ihtiyacına uygun olarak ve yararlılık ölçüsüne göre yeniden düzenlenmesinden ibarettir. Sosyal demokrasi, zaman zaman ters sesler çıkarsa da bu ülkede 50 yıldır milyonlarca insanın seçme ve seçilme hakkından bile yoksun siyasi köle olarak tutulmasında mutabıktır. Bu nedenle sosyal demokrasinin de içerisinde yer aldığı demokrasi önemli bir meşruiyet sorunu yaşamaktadır. Yine bu ülkede iltica hakkı, 1992 yılında sosyal demokrat SPD ile Hıristiyan demokratların uzlaşması ve oylarıyla “de facto” kaldırıldı, daha doğrusu öyle bir budandı ki, bugün Almanya’ya gelmek hemen hemen mümkün değil. Mültecilere yönelik Avrupa’da yaratılan ırkçı sınır reji-
minin mimarları arasında sosyal demokrat hükümetler de vardır. Irkçılığın örgütlü siyasi boyutu diye tarif edebileceğimiz neofaşist-milliyetçi hareketlerle sosyal demokrat hükümetler arasındaki ilişki, Hıristiyan demokratlarınkinden çok farklı değildir: İkisi de bu hareketin çeşitli grup ve çevre tarzında örgütlenmesine göz yummakta, zaman zaman çeşitli sebeplerle birini ikisini kapattırmaktadır. Ama örneğin neofaşist NPD’ye gizli servis ajanlarını yerleştirme, bu şekilde objektif olarak içlerine devlet vergisiyle çalışan faşist propagandist sokma, bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin yasaklayamamasına sebep olma politikası uzun süre sosyal demokrasi tarafından da izlenmiştir. Bu diğer tüm neonazi yapıları içinde geçerlidir. Ben sosyal demokrasinin de sağ gözünde önemli ölçüde körlük olduğunu düşünüyorum. Şu ana kadar sola karşı mücadelede oldukça yaratıcı olabileceklerini defalarca kanıtladılar, neofaşizme karşı ise daha yolun başındalar sosyal demokratlar…
darwinizmi yeniden hortlatarak toplumun alt sınıflarına savaş açmaktadır. Bunu ise zaten sosyal devletin köküne balta vurarak sosyal demokrat Gerhard Schröder hükümeti daha önceki yasalarıyla gerçekleştirmişti. Sarrazin, orta sınıfların erozyonunun bir semptomudur da. Orta sınıflar proleterleştikçe, proletaryanın çeşitli kesimlerine yönelik ırkçı-sosyal darwinist söylemler de artacaktır. Irkçılık, kapitalist toplumlarda sömürü ve cinsiyetçilik gibi yapısal ilkedir ve tüm toplumsal kesimleri derece derece etkisi altına alır. Sosyal demokrasi de bunun içindedir.
Gündelik ırkçılık
GAZİ ÇAĞLAR - Türkiyeli göçmen kitleler arasında faşist, milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı akımlar alabildiğine yaygınlaşmıştır. Saydığımız tüm kesimler artık şehir şehir değil, Avrupa’da neredeyse her mahallede örgütlenmiştir. Cemaatlerin her türlüsü, Milli Görüş’ün hem iktidar hem Saadet Partisi kanadı, milliyetçi-faşist çizginin hem MHP hem de BBP kanadı, ulusalcılığın her türü Avrupa’daki göçmen işçi kitlelerini kuşatmıştır. Bu yapılanmalar kendilerini her alanda çoğunluk toplumuna göçmenlerin temsilcisi olarak sunmakta ve dayatmaktadır. Göçmen işçi kitlelerinin bu akımlara yönelmesi, içerisinde yaşadıkları toplumlardaki toplumsal ve ırkçı dışlanma ve onlara dayatılan kimlik arayışlarıyla açıklanabilir. Artık geniş göçmen kitleleri tam istidam halinde değildir. Neoliberal kapitalizmin emekçi cephedeki bütün krizlerini en ağır yaşayan toplumsal kesimlerdir: Yoğun işsizlik, sosyal yardıma muhtaçlık, eğitim kurumlarından ve süreçlerinden kapsamlı dışlanma, ırkçı-faşist saldırıların nesnesi olma gibi özellikler ağır basmaktadır. İslamcı ve milliyetçi-faşist çizgiler basit reçeteler sunarak bu kitleleri, bir illüzyon dünyasına hapsetmektedir. Derneklerde, kafeteryalarda, camilerde, ailelerde, Alevi kuruluşlarında yakıcılığı giderek artan bu sorunlar hemen hemen hiç tartışılmamakta, bunun yerine büyük Türkiye, büyük İslam, büyük Türkiye devrimi, Kürt kurtuluş hareketi vb konular belirleyici olmaktadır. Maddi-
“Gündelik ırkçılık” diye tanımlayabileceğimiz, egemenlerin sunduğu gibi bir kenar problemi olmayan, tam tersine mevcut toplumun merkezinde, özellikle orta sınıflarda yaygın olan ırkçı görüşler ise, sosyal demokrasi içerisinde, hem partide hem de tabanda, küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Bu, sendikalar için de geçerlidir. Zaman zaman sosyal demokrat siyasetçiler ve hatta parti başkanları ve başbakanları bu kanadın ve tabanın istemlerine uygun bir şekilde doğrudan ırkçı açıklamalar yapabilmektedirler. Mesela Schröder seçim kampanyasında şöyle demişti: “Misafirlik hakkımızı kötüye kullananlar için tek yol vardır: Dışarı, ama çabuk.” Biliyorsunuz “Yabancılar dışarı!” faşist hareketlerin on yıllardır sokaklardaki sloganıdır. - “SPD’de sürpriz yok” diyorsunuz...
GAZİ ÇAĞLAR - Kısaca Sarrazin ve küçük biraderi Buschkowsky’ye de değinelim: İkisinin fikirleri de SPD içerisinde yeni değildir. Daha 80’li yıllarda SPD içerisindeki sağ muhafazakâr Seeheimer Kreis (Seeheim Çevresi), yabancılara karşı bir manifesto yayınlamıştı. Orada Sarrazin’in fikirlerinin tüm temel taşları bulunabilir. Sosyal demokrasi içerisinde sağ muhafazakâr, ırkçı, neoliberal çok sayıda bu tür çevre mevcuttur. Sarrazin ise sadece göçmenlere yönelik ırkçılık yapmamakta, aynı zamanda sosyal
- Madalyonun İslam korkusunu içeren öteki bir yüzü de var... İslamofobi üzerinden kaşınan ırkçılığa paralel, bir de göçmenler arasında peydahlanan dinci, milliyetçi dar kimlikçi yaklaşımların giderek taban buluyor olması, üzerinde durulması gereken bir olgu. Kimi okur-yazar kesimlerde İslamofobi’ye karşı gelişen hoşgörünün, bir başka gericilik kanalına akmanın doğal karşılandığını gözlemliyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
AvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 11
tarihsel ortam ile bilinç arasında bir kopmadan, bir tercümesizlikten bahsedebiliriz. Bu büyük göçmen kitleleri açısından korkunç bir felakettir.
Türk solunun durumu Bu durumun ortaya çıkmasında farklı gelişmeler rol oynamıştır: Çanak anten aracılığıyla uydu televizyonları evlere girmiş, internet aracılığıyla gözler Türkiye’ye dikilmiş, Türkiye’deki partiler buralardaki ilişkilerini hızla örgütlemeye girişmiştir. En son CHP’liler Avrupa’da dernekler şeklinde örgütlenmeye karar vermişler. Söz konusu kitlelere hem Türkiye devleti hem de sağdan sola kadar tüm siyasal yelpazeler, araçsal ve faydacı yaklaşmaktadır. Toplumsal dışlanmışlığın doğurduğu genel anlamda sosyal ilişki ve kabuleniliş özlemi, çeşitli siyasal ve ideolojik güçler tarafından sömürülmektedir. Biraz sert bir tesbit gibi algılanabilir, ama gerçek budur. Bu kitleleri kısmen kendi çıkarları doğrultusunda örgütleyip yaşadıkları düzenlerin karşısına çıkarabilecek “organik aydınlar” ise, hemen çoğunluk toplumu tarafından bu kitlelerle ilişkide aracı haline getirilmekte, sosyal pedagog, tercüman, vasıflı eleman, mevcut çoğunluk partilerinin temsilcileri olarak zaten onları sorunlu kitleler gibi algılamaya başlamaktadırlar. Bunların önemli bir kısmı, çoğunluk toplumunun bu kitlelere bakışını içselleştirmiştir. Bir çeşit göçmen aristokrasisi… - Türkiye solu da bu göçmenlerin içinde ama...
GAZİ ÇAĞLAR - Bir de Türkiye solu var, marjinalleşmiş, kitlelerle bağını büyük ölçüde 12 | 21 Ocak 2013 | AvrupaGüN
yitirmiş, küçük gruplarında Türkiye’deki ana örgütleriyle dayanışma sürdürerek ayakta kalmaya çalışan, yaşadığı ülkenin sorunlarından büyük ölçüde bihaber bir sol… Bu kitlelerin somut sorunlarına somut çözüm önerileriyle el atamayan, onların aydınlanmasına ve muhalefetine hizmet etmeyen, Türkiye’de çıkarılan dergileri satıp, Türkiye’den örgüt liderlerini çağırıp toplantılar düzenleyen, ara sıra anma geceleriyle yetinen, bol bol da piknik yapan bir sol… Biraz sert bir tesbit gibi algılanabilir, ama gerçek budur. Halbuki Türkiye ile dayanışmanın da biricik yolu, buralarda göçmen kitleleri kuşatan gerici, faşist, İslamcı yapılara karşı mücadeledir. Bu kitlelerin o kesimlerin etkilerinden kurtarılması, Türkiye’ye önemli bir kaynak aktarımını kurutacaktır. Bu vahim tablo, elbete göç tarihinin her döneminde böyle değildi: 70’li ve 80’li yıllarda buradaki göçmen işçiler kitlesel olarak sola yönelmişti, hatta yerli işçi sınıfının bile göze alamadığı spontan grevler üretebiliyordu… - Avrupa’daki Türkiye kökenli sol yetersiz yani...
GAZİ ÇAĞLAR - Kendi sorunlarına hiçbir çözüm üretmesi mümkün olmayan İslamcıların, faşistlerin, muhafazakârların, ulusalcıların etkisinde olan bu kitlelerin, kendi sosyal konumlarıyla yüzleşmesini ancak antikapitalist, antiırkçı, antifaşist bir sol hareket sağlayabilir. Bunun doğuşu ise biraz da Türkiye’deki sol-sosyalist yapıların Avrupa politikasını gözden geçirmeleri, buraya araçsal yaklaşmamaları, burada Kars ve Edirne’deki tarzda aynı isim ve söylemle örgütlenme çabalarına son vermeleriyle kolaylaşabilir. Ancak o zaman gerçek anlamda göz göze, omuz omuza bir dayanışmanın
da şartları oluşabilir. Hem teorik hem de pratik açısından öğretici ve üretken bir dayanışma… - Ama 12 Eylül sonrasıyla bugünün görevleri arasında ciddi bir fark vardı. Nasıl bir farktı bu?
GAZİ ÇAĞLAR - 12 Eylül faşizmi yılları, tüm ikili görevlere rağmen aslen Türkiye’ye yönelik görevlerin ön plana çıktığı bir dönemdir. O dönemde, bu gerekli ve zorunluydu; gururla anılması gereken bir görev yerine getirildi. Ama şimdi Türkiye’deki solun Avrupa’ya kaynak aktarması gerekir, düşünceden de çok teknik kaynak, maddi yardım, somut dayanışma… Ne acı hep beraber halimiz: Türkiye’de sol içerisinde Avrupa Birliği tartışılıyor, tartışanların aklına çağıralım bu Avrupa’da yaşayan arkadaşlarımızı, bize AB’yi bir anlatsınlar diye en ufak bir düşünce gelmiyor… Ama Türkiye solcularının Avrupa’ya yönelik kısa vadeli, araçsal, faydacı yaklaşımında bir değişikliğin olmayacağı kesin gibi. Avrupa diye bir sorunlarının olduğunu sanmak da yanlış olur. Onların bu yaklaşımlarına burada göçmen kitleler arasında ve toplum içerisinde kayda değer bir işle uğraşmayanlar cevap verdiği sürece, bu böyle gidecektir. Ancak bu tür bir solun, Avrupa’da miyadı dolmuştur. Böyle bir sol, göçmen kitleler içerisindeki marjinalliğini aşamayacaktır, örgütlenme çalışmalarını yoğunlaştırsa bile düşünen ve üreten çevrelere açılamayacaktır. Dolayısıyla, ümit nerede? İşçi göçmen kitleleri ve gençleri örgütleyen irili ufaklı birçok inisiyatif ve çevre vardır. Buralara yönelen yeni bir kurucu iradeye ihtiyaç vardır, geçmiş mücadelelere sahip çıkan ve yeni mücadeleleri somut sorunlardan hareketle örgütleyip örecek, Avrupa ülkelerinin siyaset dilinde mücadele eden yeni bir siyasi irade…
Geçmiş deneyimler önemli - Doğrudan Türkiye’yi konuşabiliriz... Bugün için bakıldığında sosyalizmin Türkiye toplumunda bir gelecek projesi olarak yer bulabilmesinin önkoşulları neler olabilir size göre?
GAZİ ÇAĞLAR - Bu soruya benim değil, Türkiye’de mücadele edenlerin vereceği cevaplar doğru olacaktır. Türkiye’deki mücadelelerin yolu ve yöntemi üzerine konuşmak, hariçten gazel okumak olur. Ancak bugün birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de kapitalizm sonrasıyla ilgili geniş kitleleri ikna edebilir bir özgür ve eşit toplum programı henüz daha ortaya konulabilmiş değildir ki, bu dünyanın neresinde olursak olalım hepimizin sorunudur. Böyle bir toplum,
geçmiş deneyimlerin eleştirisi üzerinden bugünkü mücadeleleri örerek, toplumsal tüm alanlarda gelecek toplumun nüvelerini şimdiden yaratmaya yönelik çabaları yoğunlaştırarak, kitlelerin kendi mücadelelerini kendilerinin yötebilecekleri deneyleri artırarak ortaya çıkacaktır. Şu ana kadar ki deneylerden çıkardığım sonuç, özgür toplumun ancak kadın rengi yoğun, doğayla uyumluluğu ilkesel düzeyde ve tüm süreçlerde gözeten, antimilitarist, partinin değil doğrudan demokrasi konseylerinin yöneteceği bir toplum olacağıdır. Diğer bölgelerde olduğu gibi Türkiye solunun da bu mücadelede uzun bir soluğa ihtiyacı var. - Son bir soru: Yıllardır içinde yer aldığınız Alman üniversite sistemi sizce nereye gidiyor?
GAZİ ÇAĞLAR - Alman üniversitelerinin durumu da kendi başına çok uzun bir konu. Özerk bilimsel üniversite mücadelesinin derin köklerinin olduğu Almanya’da üzerine konuştuğumuz neoliberal yeniden yapılandırma döneminde üniversiteler de öğrencisinden yönetimine kadar büyük ölçüde yeniden yapılandırıldı. Neoliberal kapitalist piyasa mantığına uygun Bologna sürecinin tüm alt başlıkları burada da adım adım uygulandı: Üniversiteler arasında “elit üniversiteler” ve diğerleri tarzında hiyerarşileştirme, iki kademeli akademik eğitim (diploma sisteminden bachelor ve master sistemine geçiş), eğitimin modülarize edilmesi ve fragmantasyonu, bilimsel kalite kaybı, çeşitlilik adına tam bir standardizasyon, danışma meclisleri aracılığıyla eğitim dışı siyasi ve sermaye gruplarının üniversite yönetiminde söz sahibi olması, özgür kişilik hedefi yerine ürün olarak belli yeteneklerle donatılmış işgücü üretimine yönelinmesi, öğrencinin müşterileşmesi ve eğitim kredilerinin hedefi haline getirilmesi vb... Tüm bunlar, Almanya eğitim sisteminde köklü dönüşümleri beraberinde getirdi. Diploma sistemi kaldırılırken şöyle söylemiştim: “Almanya’nın dünya ekonomisinin zirvesindeki pozisyonunda eski diploma eğitiminin payı küçümsenemez, bakalım neoliberal eğitim reformunun 30 yıl sonraki sonucu ne olacak?” Özetle: Almanya, Humboldt’a kadar giden, 68 hareketinin önemli ölçüde etkilediği eğitim geleneğini, sadece yukardan dayatma ile terk etti. Anlaşılmayacak olan ise öğrencilerin tüm direnişlerine rağmen onlara hemen hemen hiç destek vermeyen ve hatta bir kısmı 68’li olan akademik personelin ilgisizliğiydi Şimdilerde yoğun bir hoşnutsuzluk var. ■
AvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 13
Avrupa'da yaşayan Türkiye kökenliler için “tuhaf arayışlar” sürüyor
Danışma Kurulu çaresizliği YÜCEL ÖZDEMİR
Ülke sınırları dışında yaşayan Türkiye kökenli göçmenlere yönelik yeni bir Danışma Kurulu daha oluşturuldu. Atananların çoğunluğunun işveren ve muhafazâkarlardan oluşması, Ankara'nın nasıl bir yaklaşım içerisinde bulunduğunu özetliyor.
KÖLN - 50 yıllık göç tarihi boyunca, Türkiye’de iş başına gelen bütün hükümetler, göç eden ilk kuşak işçilerin ve onlardan sonraki kuşakların dil, kültürel şekilleniş, milli ve insanı duygularını suiistimal ederek, onları devlete bağlama çabası içerisinde oldu. “Yaban ellere” gönderilen işçilerin hem ekonomik hem de siyasi açıdan taşıdıkları büyük değerinin farkında olan devlet, bu yüzden de bu kuşakların her geçen gün azalan güvenlerini yeniden kazanmak için sürekli yeni umutlar yarattı. 10 yılı aşkın bir süredir Türkiye’de tek başına hükümeti oluşturan, dolayısıyla yasaları da kolay bir şekilde değiştirme imkanına sahip olan AKP hükümeti de özünde farklı bir yaklaşım içerisinde olmadı. Kimi zaman sorunların çözümü konusunda gösterilen yaklaşım ve geçmişte yapılan hataları eleştirme, ilk etapta sanki bu partinin bazı adımlar atabileceği şeklinde bir beklenti yarattı. Ancak gelinen aşamada, beklentiler boşa çıktığı gibi ülkeyle daha da zayıflayan bağların yeniden kurulup güçlendirilmesi için yeniden hamleler, adımlar atılıyor. Bu temelde, 2010 yılında doğrudan başbakanlığa bağlı olarak kurulan Yurtdışı ve Akraba Toplulukları Dairesi bir bakıma daha önce birbirinden kopuk, örgütsüz bir şekilde yürütülen çalışmaların birleştirilmesi, ortak bir harekete 14 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
dönüştürülmesi açısından önem arz ediyor. Ancak, bu dairenin amacı ve hedefi de önceki hükümetler tarafından izlenegelen politikalardan farklı değil. Merkezi Ankara’da olan ve 300’e yakın kadrosuyla güçlü bir diaspora oluşturmanın peşine düşen Yurtdışı Türkleri ve Akraba Toplulukları Dairesi (YTB), yurtdışında kendi politikasını Türkiye kökenli göçmenler arasında hayata geçirecek ya da aracı olabilecek yeni bir “Yurtdışı Vatandaşlar Danışma Kurulu” oluşturdu. Aralık 2010’da Resmi Gazete’de yayınlanan bir yönetmenlikle oluşturulmasına karar verilen, iki yıllık bir çalışmadan sonra kamuoyuna ilan edilen kurula seçilenler ve başvuru şartlarına bakıldığında arkasındaki zihniyet kendiliğinden ortaya çıkıyor. Birincisi: YTB tarafından yayınlanan “Yurtdışından seçilecek üyelere ilişkin ilan”da, seçilecek kişiler için 9 şart sıralanıyor: Bu şartlar arasında yaşadığı ülkenin dilini bilmek, uyum konusunda çalışmalarda bulunmak, başvuru yaptığı ülkede en az 5 yıl yaşamış olmak, devlete karşı yüz kızartıcı suç işlememek, en az lise mezunu olmak, işsizlik yardımı ve sosyal yardımdan faydalanmıyor olmak. Maddelerin çoğu “memur sınavları”nda aranacak şartlardan farksız. Ancak, 3. maddedeki
© Illüstrasyon: Ömer yaprakkiran
Yoksullara yer yok “İşsizlik sigortası ve sosyal yardımdan faydalanmamak” ve 7. maddedeki “En az lise mezunu olmak” şeklinde ifade edilen şartlar, YTB’nin niyetinin halkın sorunlarından ziyade kendisine yakın elit bir kurul yaratmak olduğunu yeterince ortaya koyuyor. Almanya’da sıkça eleştiri konusu olan işsizlik yardımı ya da sosyal yardım alanların Alman vatandaşlığına alınmaması benzeri bir koşul, YTB tarafından Danışma Kurulu için konulmuş oluyor.
Yani, YTB ve ona yön veren zihniyet, “kendi geçimini sağlayacak bir işi olmayanlar bizim danışma kurulumuzda yer alamaz” demek istiyor. Bununla asıl amaçlanmak istenenin ise kurula daha çok hükümet partisiyle aynı siyasi görüşe sahip işverenlerin alınarak, verdikleri destekten ötürü onurlandırılmaları olduğu açıktır. Yani, niyet gerçekten konusunda uzman kişilerden oluşan danışmanlıktan öte, makam ve mevki dağıtmaktır.
AvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 15
Zaten Danışma Kurulu’na seçilenlerin listesine bakıldığında niyetin bu olduğu anlaşılıyor. Yaşadıkları ülkelerde vatandaşlarla bağları olmayan Coca Cola Ceo’su Muhtar Kent, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarına ABD’de okumaları için burs veren Remzi Gür’ün “onur” listesinde yer alması başka nasıl açıklanabilir ki... Benzer bir durum Danışma Kurulu’nun diğer 79 üyesi için de geçerli. Örneğin Almanya’dan kurula seçilen 17 kişiye bakıldığında tek bir yaklaşımın hakim olduğu görülüyor. O da hükümet partisiyle aynı dünya görüşüne sahip kişilerin kurulda bir araya getirilerek, yeni bir “diaspora açılımı”nın yapılmak istendiğidir. 17 kişilik Almanya ekibinde ağırlıklı olarak İslam Toplumu Milli Görüş yöneticileri (4 kişi) yer alıyor. Onu 3 kişiyle AKP’nin Almanya’daki uzantısı Avrupa Türk Demokratlar Birliği (UETD) izliyor. Keza listede DİTİB, MÜSİAD, Gülen ve Süleymancılar cemaatinden ve ATİB’den de üyeler yer alıyor. Havva Engin ve Halit Öztürk gibi akademisyenler ise listenin “bilimsel yüzü” haline getirilmiş. Seçilenlerin bir çoğunun işveren olması başta belirlenen “işsizlik ve sosyal yardım almama”, “en az lise mezunu olma” şeklindeki şartlarla tam bir uyum gösteriyor. Hiç şüphesiz, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenler açısından bu ilk “Danışma Kurulu” değildir. Daha öncesinde de benzerlerine tanık olundu. İlk olarak 1998’de Mesut Yılmaz’ın başbakanlık yaptığı dönem kurulan,
ardından Bülent Ecevit başbakanlığında devam ettirilen Yurtdışında Yaşayan Vatandaşlar Danışma Kurulu’nda (YYVDK) 13 ülkeden 62 üye vardı. Hatta bu kurul mevcut AKP hükümeti döneminde de varlığını sürdürdü ve en son Haziran 2007’de Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın başkanlığında İzmir’de toplandı. Bu bakımdan ortada yeni bir durum yok. Sadece seçilen üyeler eskisine göre daha çok iktidar partisinin dünya görüşüne yakın. Keza, sorunların tespiti konusunda da “danışmanlığı” gerektirecek yeni bir durum bulunmuyor. Çünkü hem daha önceki hükümetler hem de mevcut hükümet tarafından oluşturulan komisyonların hazırladığı raporlarda Türkiye kökenli göçmenlerin Türkiye’den kaynaklı sorunları defalarca yer aldı. Bu nedenle herkesin açık bir şekilde gördüğü sorunları “tespit etmek” için yeniden bir “Danışma Kurulu”nun oluşturulmasına gerek yok. “Sorunları tespit edecek; vatandaşın isteklerini dinleyecek” vb. gerekçelendirmeler, yanılsama yaratmaktan, kurul hakkındaki gerçekleri saptırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Zira hükümet, bizzat kendi politika ve zihniyetleri sonucu ortaya çıkan sorunlardan habersiz değil. Sonuçta kurul, vatandaşın dertleri açısından, umut tacirliği yapmaktan başka bir işe yaramayacak; olsa olsa eğer becerebilirse, lobiciliği güçlendirmek açısından hükümete destek ve katkı sunacaktır. ■ (www.yenihayat.de)
Vatandaþlar kurulunun “iþi” YTB tarafından hazırlanan ve Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmenliğe göre, Yurtdışı Vatandaşlar Danışma Kurulu’nun görevleri şu şekilde özetlenmiş. Görevlere bakıldığında kurulun bağlayıcı bir öneminin olmadığı kendiliğinden anlaşılıyor. 1) Yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarının ve kaybettirme halleri dışında vatandaşlıktan çıkmış olanların sorunlarının tespiti ve yapılacak çalışmaların koordinasyonu ile ilgili olarak tavsiyelerde bulunmak. 2) Yurtdışında yaşayan vatandaşların ve kaybettirme halleri dışında vatandaşlıktan çıkmış olanların bulunduk- ları ülkelerin sosyal ve ekonomik yaşamlarına
16 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
eşit katılımlarını sağlayacak öneriler geliştirmek. 3) Yurtdışında yaşayan vatandaşların ve kaybettirme halleri dışında vatandaşlıktan çıkmış olanların Türkiye Cumhuriyeti tarafından karşılanması gereken ihtiyaçlarını belirlemek, bu çerçevede yapılması gerekli kanuni ve idari düzenlemeleri tespit etmek. 4) Yurtdışında yaşayan vatandaşların ve kaybettirme halleri dışında vatandaşlıktan çıkmış olanların yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve ayrımcılık gibi akımlara duyarlılıklarını artırarak uluslararası kamuoyunda yapılması gereken etkinlik önerilerini görüşmek. ❚
İstatistik tablolarıyla yaşamın acı gerçeği çelişiyor ama...
En zengin olmanın gururu: Hamburg! CELİL DENKTAŞ
Hamburgluların bir bütün olarak en zengin olmanın gururunu taşımakta oldukları, bu gelir dağılımına verdikleri onayla görülebiliyor. Gerçi İstatistik Dairesi’nin verdiği aylık gelir ortalamalarını ceplerinde göremiyorlar, ama 94,4 milyar avroluk hasıladan aylık 20-30 bin avroları bulan hisselere sahip hemşehrileriyle bu kenti paylaşmaktan gurur duyduklarından kuşku yok.
HAMBURG- Hamburg’un 2012 yılı hasılası (Bruttoinlandsprodukt) kentin internet Wikipedia’daki sayfasında, 94,4 milyar avro olarak ilan ediliyor. Zaten Hamburg’la ilgili diğer web sitelerine ve Hamburg Schleswig-Holstein İstatistik Dairesi’ne (Statistisches Amt für Hamburg und Schleswig-Holstein) göre Hamburglular Almanya’nın en zengini, Avrupa’nın da Londra Merkez, Brüksel ve Lüksemburg’dan sonra- dördüncü en zengini. Bu kaynaklara göre Hamburgluların 2012’de kişi başına yıllık ortalama gelirleri (per capita) 52 bin avronun üzerine çıkmış durumda. Hamburgluların çoğunun bu zenginlik düzeylerinden haberleri var mı? Bu, başlı başına bir araştırma konusu tabii. Ancak çoğunluk, sık sık tekrarlanan “muhteşem” havaifişek gösteriAvrupaGüN
| 21 Ocak 2013 | 17
leriyle ve neredeyse Ocak 2013 ortalarını bulan abartılı Noel ve Yılbaşı süsleme/aydınlatmalarıyla bu zenginlik, ayrıcalık duygusunu mutlaka tatmakta. Ve tabii ki bu arada “reel” gelir dağılımı, ayrı ve biraz da tatsız, pek de bilinmek istenmeyen bir konu. İstatistik Dairesi 21 Eylül 2012 tarihli raporunda Hamburg’daki ortalama aylık gelir dağılımını gösteren bir tablo hazırlamış. Buna göre: Hamburg’da 2011 sonu itibarıyla “çalışabilir” nüfus olarak, 957 bin kişi tespit edilmiş. Bu rakamın, 832 bini fiilen çalışıyormuş. 52 bin kişiyse işsiz olarak kayıtlı, işsizlik yardımı almakta; 14 bin kişi emekli olduğu halde yan gelir ihtiyacında olduğundan, “mini-job” adı verilen ve ayda 40 saatle sınırlı işlerde çalışmakta. 39 bin kişi yardımla (sosyal yardım, Hartz IV vb) yaşıyor ve 21 bin kişiyse yalnızca “rant” gelirle18 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
riyle, yani kira, faiz, borsa vb geçimini sağlamakta.
Hamburgluların geliri Hamburg’da düzenli gelire sahip olan nüfusun, yani işsiz olarak kayıtlı 52 bin kişinin dışında 957 bin kişiden geriye kalan 905 bin kişinin aylık brüt gelire göre dağılımı da aynı raporda yer alıyor. Buna göre Hamburgluların ortalama aylık brüt gelirleri, 4 bin 500 avro civarında. Ancak aylık gelir rakamlarının çalışan nüfusa göre dağılımına bakıldığında aylık 4 bin 500 avronun çalışanlar için “tatlı bir hayal” olduğu görülüyor. Çünkü aylık 4 bin 500 ve üstü gelire sahip olan yalnızca 36 bin kişi tespit edilmiş. Gerçi İstatis-
tik Dairesi, aylÄąk gelir durumu tespit edilemeyen yaklaĹ&#x;Äąk 61 bin kiĹ&#x;iden sĂśz ediyor ama 36 bin ve 61 binden geriye kalan yaklaĹ&#x;Äąk 806 bin çalÄąĹ&#x;anÄąn ne kadar gelire sahip olduklarÄą kayÄąt altÄąnda (bkz.: Gelir Tablosu). Yani, çalÄąĹ&#x;abilir nĂźfusun, iĹ&#x;sizlik parasÄą alanlar ve sosyal yardÄąmla geçinenler de dahil hemen hemen yĂźzde 90’nÄąnÄąn kazancÄą belli. Kaba bir hesapla bu 806 bin kiĹ&#x;inin 2011 yÄąlÄą sonunda evlerine en fazla toplam 20 milyar avro gĂśtĂźrebildikleri gĂśrĂźlĂźyor. Reel olarak bu paranÄąn kaç Hamburglu tarafÄąndan paylaĹ&#x;ÄąldÄąÄ&#x;Äą (per
capita) bilgisi Ä°statistik Dairesi’nin raporlarÄąnda yer almÄąyor ama bu verilerden yola çĹkÄąlarak, yine kabaca, nĂźfusun yarÄąsÄąndan â€œĂ§okâ€? fazlasÄąnÄąn toplam kent gelirinin ancak %20sini paylaĹ&#x;abildiÄ&#x;ini sĂśylemek hiç de yanlÄąĹ&#x; olmuyor. Geliri tespit edilemeyen 61 bin kiĹ&#x;inin de tĂźmĂźyle aylÄąk 4.500 avronun Ăźzerinde kazandÄąÄ&#x;Äą varsayÄąlÄąp bu sayÄą aylÄąk 4 bin 500 ve daha fazla kazanmakta olan 36 bin kiĹ&#x;iyle toplanÄąrsa, Hamburg nĂźfusunun oldukça az bir oranÄąnÄąn, yĂźzde 5 ila yĂźzde 10 arasÄą, kent gelirinin geri kalanÄąnÄą paylaĹ&#x;makta olduÄ&#x;u ortaya çĹkÄąyor.
Gelir Tablosu (2011)
! " # $ % & & & $ % & $ ! ' ( ) *$ + , *$ #
!
!
! - . + . ) ) !/ !
AvrupaGĂźN
| 21 Ocak 2013 | 19
Küçülen paylar teoremi
2011 yılı sonu itibarıyla çalışmayan 835 bin kişinin durumuysa aynı raporda şu şekilde açıklanıyor: İçerisinde 222 bin 15 yaş altı çocuk nüfusunun ve ev kadınlarının da dahil olduğu 368 bin kişinin geçimi çalışanlara bağımlı. Yani fiilen çalışmakta olduğu tespit edilen 832 bin kişinin kendisi dışında fiilen bakmakla yükümlü olduğu ayrıca -ve en az- 368 bin kişi daha var. 361 bin kişi emekli, 52 bin kişi işsiz, iş aramakta. Tabii bunların yaşamsal ihtiyaçları da ayrıca 832 bin çalışanın sırtında. 50 bin kişiyse kayıt dışı gelirle, özel yardım vb -ki, “evsizler (Obdachlose)” de herhalde bu rakamın içerisinde- yaşamakta. Bunların kaçının yaşamının çalışmakta olan 832 bin kişinin vergilerine bağlı olduğunu İstatistik Dairesi açıklamıyor. İstatistik Dairesi’nin tablosunda aylık geliri, 4 bin 500 avronun altında olan -yani evlerine 2011 sonu itibariyle ancak toplam 20 milyar avro götürebilmiş olan- 806 bin çalışandan yüzde 75inin -yaklaşık 600 bin çalışanın- geliri aylık brüt 2 bin avroyu geçmiyor. Bunların da yaklaşık yüzde 20si, yani yaklaşık 100 bin kişi, aylık brüt 600 avroyla idare etmek durumunda; tıpkı toplam gelirin yüzde 80’iyle “idare eden” yüzde 5 ila 10’luk azınlık gibi.
20 | 21 Ocak 2013 |
AvrupaGüN
Yine İstatistik Dairesi’nin Ekim 2010 itibariyle Hamburg’un istihdam durumunu detaylarıyla vermekte olan 20 Aralık 2012 tarihli bir diğer raporuna göre, Hamburg’da aylık net geliri 300 ila 400 avro arasında değişen 33 bin 123 kişi yaşamakta. Yine aynı rapor aylık net geliri, 2 bin 100 avronun altında olan, 439 bin 683 kişiyi tespit etmiş. Bu grup aylık geliri, 4 bin 400 avronun altında olan toplam, 658 bin 865 kişinin içerisinde. Bu rakamların 2012 sonu itibariyle az da olsa çalışanların aleyhine gelişme göstermiş olduğunu 2011 verilerine bakarak kestirmek pek de yanlış olmaz. İstatistik Dairesi 2011 nüfusunu 1 milyon 792 bin olarak kabul etmiş. Dolayısıyla Hamburg’da fiilen çalıştığı bilinen nüfusun 2011’deki oranı yüzde 46,4. Bu oranlamanın, doğum oranıyla değil de Hamburg’a göç etmekte olan kalifiye elemanların istihdamındaki küçük artışlarıyla paralel olduğu göz önüne alındığında, 2012 yılı için de pek değişmeyeceği kabul edilebilir. Yalnız İstatistik Dairesi verilerinden de anlaşılacağı gibi bu istihdam artışı, evet Hamburg’un zenginliğini artırmaktadır, fakat çalışanların bu zenginlikten almakta oldukları payları da artan oranlarda küçültmektedir. Sonuçta maddi olarak olmasa da Hamburgluların bir bütün olarak en zengin olmanın gururunu taşımakta oldukları, bu gelir dağılımına verdikleri onayla görülebiliyor. İstatistik Dairesi’nin verdiği aylık gelir ortalamalarını ceplerinde göremiyorlarsa da 94,4 milyar avroluk hasıladan aylık 20-30 bin avroları bulan hisselere sahip hemşehrileriyle bu kenti paylaşmaktan gurur duymaktadırlar hiç kuşkusuz. ■