İÇİNDEKİLER 3 Alman ve Avrupa muhafazakârlığının sosyal demokrat yüzü: Helmut Schmidt Gürsel KöKsal 8 NSU soruşturmasında dağ fare doğuruyor Yücel özdemir 11 Çizme’de her gün yeni bir skandal aslI KaYaBal 13 Göçmen çocuklar ne kadar Fransız? UĞUr HüKüm 15 “Etnik Devletler Avrupası” OsmaN ÇUTsaY 17 Danimarka işçi sınıfı artık işsizlere gülüyor sadi TeKeliOĞlU 19 Picasso Milano’da aslI KaYaBal 21 Bu yılki Tarabya Çeviri Ödülü Ahmet Arpad’ın 23 Berlin’de “Ayın Fotoğrafı” sergileri GülTeKiN emre 25 Heinz Buschkowsky: Her yerde bir Sarrazin TeVFiK TaŞ
ImPressUm / KüNYe Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org sorumlu Yönetmen (V.i.s.d.P): Osman Çutsay sanat Yönetmeni | artdirektor: Ömer Yaprakkıran AvrupaGüN
|2
Alman ve Avrupa muhafazakârlığının sosyal demokrat yüzü
Helmut Schmidt GÜRSEL KÖKSAL Federal Almanya’nın yaşayan en önemli devlet adamlarından Helmut Schmidt, 94 yaşında... II. Dünya Savaşı’nda subay olarak görev yapan ve savaşın hemen ardından SPD’ye üye olan Schmidt, kısa zamanda Alman sosyal demokrasisinin önde gelen isimleri arasında yer almayı başardı. 20 yılı aşkın bir süredir aktif politika dışında olan Schmidt, yazıları, kitapları ve demeçleriyle hep gündemde.. Almanya’da son zamanlarda yayımlanan kamuoyu yoklamaları, gelecek yıl eylül ayında gerçekleştirilecek genel seçimlerin sosyal demokratları 4 yıl sonra yeniden iktidara taşıyacağına işaret ediyor. Bu anketlere bakılırsa, büyük bir olasılıkla, 1998 ve 2002’de olduğu gibi iktidarı yine Yeşillerle paylaşacaklar. Tabii daha bir yıl gibi uzun bir zaman var ve güç dengeleri değişebilir. Ama bu eğilim devam ederse, yeni hükümetin başında 2005-2009 döneminde Merkel’in liderliğindeki büyük koalisyon hükümetinin Federal Maliye Bakanı Peer Steinbrück olacak. Birkaç hafta öncesine kadar sosyal demokratların genel seçimlerdeki federal şansölye adayının kim olacağı resmen belli değildi. Steinbrück’ün yanı sıra, 2009’daki seçim yenilgisinin ardından kendisini SPD’nin bir sonraki seçimlerin federal şansölye adayı ilan eden eski Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’le, SPD Genel Başkanı Sigmar Gabriel’in da aday olması söz konusuydu. Ancak Alman siyasetini yakından takip edenler, bu politikacılar arasındaki adaylık yarışının geçen yıl ekim ayında, Alman sosyal demokratlarının “yaşayan en büyük lideri” Helmut Schmidt’in açıkça Steinbrück’ü işaret işaret etmesiyle çoktan sonuçlandığını biliyorlardı. Schmidt, kendisini düzenli olarak ziyaret eden Steinbrück’le ilgili olarak “O yapabilir. Maliye Bakanı olduğu dönemde, yönetebileceğini kanıtladı” demişti. Kimse onu “oldu bitti” yapmakla, bu konuda açık ve erken tavır alarak parti içi adaylık sürecine müdahale etmekle, taraf tutmakla suçlamadı...
Sonunda Helmut Schmid’in dediği oldu. Önce Steinmeier, eşinin sağlık durumunu mazeret göstererek aday olmadığını açıkladı, sonra Gabriel, kendi adayının Steinmeier olduğunu açıklayarak devreden çıktı. Sonunda ekim başında toplanan parti merkez yönetim kurulu, oy birliğiyle 65 yaşındaki Steinmeier’i 2013 genel seçimlerinin SPD Federal Şansölye adayı ilan etti. Bir kez daha Schmidt’in dediği olmuştu. Bu yıl başında gerçekleştirilen bir ankette katılanların yüzde 76’sının Almanya’nın en sayılan, örnek alınan kişisi olarak önce çıkardığı Schmidt, ileri yaşına rağmen Alman sosyal demokrasisini yönlendirmeye muktedir olduğunu gösterdi. Tüm siyasal hayatından hep yaptığı gibi, yine partinin sol kanadından, tabanınından gelecek itirazları kaale almadan kendi “doğru bildiği”ni söylemiş ve sonunda haklı çıkmıştı. Bu sürecin en sonunda yine haklı çıkar mı? Bunu tahmin etmek şimdilik çok zor. 90’lı yılların sonunda SPD’deki SchröderLafontaine rekabetinde, birinciden yana tavır almıştı. Sonuçta Schmidt’in desteklediği Schröder federal şansölye olmuş, onun ekonomi politikalarına karşı çıkan Oskar Lafontaine ise hem Federal Maliye Bakanlığı’ndan, hem de SPD Genel Başkanlığı’ndan istifa etmek zorunda kalmıştı. Federal Almanya’nın savaş sonrası tarihinin ve Alman sosyal demokrasisinin yaşayan en etkin liderlerinden Helmut Schmidt, aslında aktif siyaseti 26 yıl önce bırakmıştı. Soğuk Savaş döneminde federal savunma bakanlığı (1969-72), federal maliye bakanlığı (1972-74) ve federal başbakanlık (1974-82) gibi önemli siyasal görevler üstlenen Schmidt, hem aktif siyaset döneminde icraatlarıyla, hem de siyaseti bıraktıktan sonra yazıkları ve söyledikleriyle batı dünyasının önemli bir liderlerinden biri oldu. Siyasal tavırları ve yaklaşımları itibarıyla her zaman Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) sağında yer alan Schmidt, yıllardır artık saymakla bitmeyecek bir liste oluşturan saygın ödüle, fahri hemşeriliği, fahri doktoraya layık görüldü. En son geçen ay “Vestfalya Barış Ödülü”nü aldı. Hakkındaki yayınlar hep övgü dolu. Ancak iktidarda olduğu dönemde durum hiç de böyle değildi. Özellikle gerek barış ve çevre hareketine, gerekse sendikalara karşı katı, ödünsüz tavrı nedeniyle hem kendi partisi içinde, hem de tüm Al-
AvrupaGüN
|3
manya’da çok sayıda düşmana sahip bir devlet adamı olarak biliniyordu.
Schmidt, geçtiğimiz yıl birlikte satranç oynadığı ve kitap yazdığı Peer Steinbrück’ü SPD’nin 2013’teki genel seçimlerde “federal başbakan” adayı olarak tercih ettiğini açıkça ilan etmişti. Sonunda onun dediği oldu. Diğer adaylar teker teker vazgeçtiler. Parti merkez yönetim kurulu, oy birliğiyle Steinbrück’ü “federal şansölye adayı” olarak seçti.
www.ekarayel.com
II. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda genç bir subay olarak görev alan Schmidt, “nasyonal sosyalist” değildi, ancak Hitler diktatörlüğüne karşı direnişe de uzak durdu. Savaşın ardından birkaç ay İngilizlerin elinde savaş esiri olarak
AvrupaGüN
|4
kalan Schmidt, daha sonra memleketi Hamburg’a döndü. Burada bir yandan üniversite öğrenimini sürdürürken, diğer yandan da Alman sosyal demokrasisi içinde siyasal çalışmalara başlayarak hızla yükseldi. Almanya’nın savaş yıkımının ardından toparlanması, ekonomisini düzeltmesi, yeniden uluslararası devletler topluluğunun bir üyesi haline gelmesi süreçlerinde aktif ve giderek önemli görevler üstlendi. Önce memleketi Hamburg’da, daha sonra o dönemin başkenti Bonn’da, Federal Meclis’te, daha sonra yine Bonn’da federal hükümetlerde giderek daha ağır görevler aldı. Sonunda siyasetin zirvesine çıktı, Federal Şansölye Willy Brandt’ın özel kalem müdürünün Doğu Alman istihbaratının Batı’ya sızmayı başaran bir üst düzey subayı olduğunun ortaya çıkmasının ardından istifa etmesi üzerine, SPD-FDP koalisyonunun başına geçti, 1974-82 yılları arasında federal başbakanlık yaptı. Federal Almanya’daki 68 gençlik hareketinin içinden çıkan Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) eylemleri onun döneminde yükseldi. Şiddete
ödün vermedi. RAF ve şiddeti benimseyen, uygulayan sol örgütlere aman vermedi. Bu alandaki kararlı tavrı nedeniyle parti içinden de yoğun eleştiri aldı. Ama sonunda “haklı çıktı”. Özellikle 1977’de tarihe “Alman sonbaharı” olarak geçen dönemi onun bu konudaki ödünsüz tavrı ve giderek yükselen şiddet belirledi. RAF, hapisteki liderlerinin serbest bırakılması talebiyle Alman Sanayici ve İşverenler Örgütü Başkanı Hanns Martin Schleyer’i kaçırdı. Filistinliler “Alman yoldaşları”yla dayanışma amacıyla bir Lufthansa yolcu uçağını kaçırdılar. Schmidt, bu dönemde ne olursa olsun “teröristlere ödün verilmemesi”nden yana oldu, çeşitli çevrelerden gelen baskılara, kurbanların ailelerinden gelen çağrılara boyun eğmedi. Sonunda Alman özel polis komando birliği BSG-9, Mogadişu baskınıyla yolcu uçağını ele geçirdi, rehineler kurtarıldı. Ardından Stuttgart’taki meşhur Stammheim Cezaevi’ndeki RAF liderleri, aynı anda “intihar ettiler”. Dışarıdaki RAF üyeleri ise kaçırdıkları Schleyer’i öldürdüler. Helmut Schmidt, tarihe şiddeti taviz vermeden yenen devlet adamı olarak geçti. Yine NATO ile Varşova Paktı arasında nükleer silahlanma yarışı ve buna bağlı olarak uluslararası gerilim onun döneminde zirveye ulaştı.Varşova Paktı’na karşı NATO’nun şahin kanadının liderleri arasında öne çıkarken, diğer yandan da Willy Brandt’ın başlattığı “Ostpolitik”i yürüttü. Batı ve Doğu dünyası liderleriyle yakın ilişkiler kurdu. ABD başkanları Gerald Ford, Jimmy Carter ve Ronald Reagan’la, Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’le, Sovyetler Birliği Komünist Partisi lideri Leonid Brejnev’le bir araya geldi. Çin Komünist Partisi lideri Mao Tse-Tung’u ziyaret etti. Bunlardan bazılarını Almanya’da ağırladı. Bazılarını da Hamburg’daki konutunda... Doğu Almanya lideri Honecker’le 3 kez biraraya geldi. Bu dönemde kurduğu ilişkilerin bazıları uzun dönemli işbirliğine dönüştü. ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’le ve Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Eastaing’le halen ortak uluslararası platformlarda yer alıyor. Açıkça nükleer enerjiden yana tavır aldı. Çevre kirliliği, nükleer savaş endişesi, küresel ısınma gibi kavramları önemsemedi. Onun bu alandaki ödünsüz tavrının, Alman siyasal yaşamına yeni bir partinin, Yeşiller’in katılım sürecini tetiklediği ileri sürülür. Parlamento dışı muhalefetçi, barışçı, çevreci, solcu, feminist grup ve örgütlerin biraraya gelerek kurdukları parti, gerçekten de onun politikalarına muhalefet ederek ve bunu yaparken SPD’nin tabanınından ciddi destek alarak güçlendi, kısa zamanda Alman siyasal yaşamının sabitleri arasında yer aldı. Ama Schmidt, bu konu
Helmut Schmidt ve Almanya’daki Türkler Helmut ScHmidt konu her gündeme geldiğinde, “Almanya’ya Türkiye’den işçi alınması”nı bir hata olduğunu vurguluyor. Almanya’nın 60’lı yıllarda bu ülkeye çağrılan işçilerin topluma entegrasyonu konusunda büyük hatalar yaptığını savunuyor. Schmidt, Die Zeit gazetesinde yayınlanan bir söyleşide şunları anlatıyordu: “AlmAnyA’yA çok sayıda yabancının getirilmesi, daha sonra federal şansölye olan dönemin Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard tarafından gerçekleştirildi. Aslında hedef görece ucuz yabancı işgücüyle buradaki ücretler düzeyini düşük tutmaktı. Bence Alman ücretlerinin yükselmesi daha iyi olacaktı. Zaman içinde çok farklı yabancılar olduğu ortaya çıktı. En belirgin sorunlar buraya gelen ya da burada doğan ikinci ve üçüncü kuşak Türklerle ortaya çıktı... 1974’te Willy Brandt’tan hükümeti devraldığımda burada yarısı Türkler olmak üzere 3.5 milyon yabancı vardı. Daha o zaman Almanların Türklerin hepsini entegre etmeyi başaramayacaklarını gördüm. Çünkü her iki taraf da ne bunu istiyordu ne de bunu yapabilecek durumdaydı. Yabancı düşmanlığını kışkırtmak istemediğim için gayet sessiz bir biçimde o dönemde daha fazla yabancı göçünü önledim. Dışarıdan işçi alımı durduruldu, gelmiş olanların ülkelerine dönüşleri kolaylaştırıldı. Böylece benim hükümetimin sonundaki yabancı sayısı, başındaki düzeyde kaldı. Daha sonra Helmut Kohl döneminde bu sayı ikiye katlandı. Şimdi 7.5 milyona ulaştık ve büyük bir sorunla karşı karşıyayız.” (2004)
kendisine hatırlatıldığında “Yeşiller Partisi öyle ya da böyle mutlaka ortaya çıkacaktı. Almanya’nın o dönemde 3 partili siyasal yapısı zaten anakronik bir durumdu” diyor. Onun dönemi bu açıdan daha sonra ekonomi politikasını büyük bir gayretle desteklediği Gerhard Schröder dönemiyle (1998-2005) benzerlik gösteriyor. Schröder’in, SPD’nin sol kanadına ve sendikaların itirazlarına rağmen yürüttüğü ekonomik politikalar, Sol Parti’nin ortaya çıkmasını ve güçlenip, kurumlaşmasına yol açmıştı. Schmidt’in başbakanlığı, liberallerin koalisyon ortaklığından çekilmesi üzerine, 1982’de son buldu. Federal Meclis’teki gensoru önergesinin aleyhinde sonuçlanmasının ardından istifa etti. 1983’te Almanya’nın en saygın haftalık gazetesi
AvrupaGüN
|5
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı “Die Zeit”ın yönetiminde profesyonel olarak yer aldı. 1986’da federal milletvekilliğini bıraktı. Başta Oxford, Cambridge, Sorbonne, Harvard ve John Hopkins olmak üzere dünyanın önde gelen üniversitelerinden 30’u aşkın fahri doktora alan Schmidt, çoğu siyasal boyutlu çok sayıda ulusal ve uluslararası ödülün de sahibi. Dünyada belki de adı bir askeri yüksekokula verilen ilk sosyal demokrat lider olan Schmidt (2003’te Hamburg’daki Silahlı Kuvvetler Üniversitesi’nin – Bundeswehr Üniversität - adı “Helmut Schmidt Üniversitesi” oldu), 1987’den bu yana neredeyse her yıl bir kitap çıkararak, tezleri ve kimliğiyle Alman kamuoyunda hep dinamik bir duruşla yer alabildi. 2008’de yayınlanan kitabına “Außer Dienst” (Emekli) başlığı verince, belki de yaşlılık ve bununla bağlantılı hastalıkların onun artık gerçekten arka plana çekileceği yorumları da yapılmıştı. Ancak o tarihten bu yana yazmayı, kitap yayınlamayı sürdürdü. Son olarak, geçen yıl, sosyal demokrasinin federal başbakan adaylığına uygun gördüğü, ziyaretlerinde kendisiyle satranç oynadığı Peer Steinbrück’le ortak imzalı kitabı “Hamle Üstüne Hamle” (Zug um Zug) çıktı. Rahatsızlıkları onun sigara tiryakiliğine hiç de etkilemiyor, tüm yasaklara rağmen çıktığı televizyon programlarında bile birbiri art arda yaktığı sigaralarını dudağından düşürmüyor, ancak kulaklarının iyi duymaması çok sevdiği klasik müzikle ilişkisini (hem dinleyici, hem de icracı olarak) etkiliyor. Çok iyi org ve piyano çalan, hatta Mozart, Bach gibi ustaların eserlerini yorumlayarak plaklar dolduran, her fırsatta klasik müzik dinleyerek kafasını siyasetin streslerinden kurtarmaya çalışan Schmidt, buna da çare bulmuş: “Müziğin tınılarını mutlaka duymam gerekmiyor, onu kafamda canlandırabiliyorum.” “Die Zeit” gazetesindeki yayıncılık işine devam eden Schmidt’in Hamburg’da 1942’de evlendiği çocukluk ve okul arkadaşı, eşi Loki Scmidt’i 2010’a kaybetti. 1944’te doğan oğulları bir yaşına girmeden ölen çiftin 1947 yılında bir kızları dünyaya geldi. Uluslararası finans uzmanı Susanne Schmidt Londra’da yaşıyor. Eşi Loki’yi iki yıl önce kaybeden Helmut Schmidt, birkaç ay önce, uzun yıllar yakın çalışma ekibinde yer alan Ruth Loah’la birlikte olduklarını açıklamıştı.
AvrupaGüN
|6
türkiye’nin AvrupA Birliği’ne başta kültürel farklar olmak üzere çeşitli nedenlerle başından beri karşı olan Schmidt, ülkemizin Avrupa’yla İslam dünyası arasında bir köprü rolünü üstlenebileceği, İslam ülkeleri için olumlu bir örnek olacağı yolundaki yaklaşımları da boş spekülasyonlar olarak görüyor. Nedenini, Arap ülkelerinin uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kalması ve günümüz Türkiye’sinin İsrail’le askeri-siyasal ilişkileriyle açıklıyor. Ancak Schmidt, Türkiye’nin Batı müttekifi olarak korunması ve bu doğrultuda desteklenmesinden yana. Bunu şöyle açıklıyor: “Türkiye’de işlerin yolunda gitmesi Almanya’nın ve Avrupa’nın çıkarınadır. Ancak bu, o ülkenin Avrupa Birliği üyesi olması gerekiyor demek değildir. Demokratik bir ülke değildir. Türkiye’de bir hükümet var, ancak bu askeriyenin icazeti ve kontrolü altında. Bu ülkenin çelişkisi işte tam da burada. Türkiye’de generallerin etkisini geriletmeyi ve kendi çizgisinde reformlar gerçekleştirmeyi hedefleyen İslamcı eğilim giderek güçleniyor. Ama bu İslam’ın siyasette ağırlığını artırabilecek. Bunun üstüne, çözülmemiş bir Kürt sorunu ve Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki stratejik çıkarları geliyor. Bunun için Türkiye’yle sıkı ekonomik işbirliğinden daha fazlasını anlamlı bulmuyorum.” (2002)
Schmidt’ten bir Demirel öyküsü! Schmidt’in Almanya’daki Türklerle ilgili sık sık anlattığı bir de öyküsü var: “Demirel’le ilk karşılaşmamızı çok iyi hatırlayabiliyorum. Ankara’da buluştuk. O zaman başbakandı ve bana şöyle dedi: ‘Biliyor musunuz Bay Schmidt, yüzyılın sonuna kadar Almanya’ya 15 milyon Türk daha ihraç etmeliyiz.’ Bunun üzerine ben de ona ‘Bu olmayacak. Buna izin vermeyeceğiz’ dedim. Onun yanıtı da ‘Bekleyin bakalım. Biz çocukları üreteceğiz ve siz de onları alacaksınız’ oldu. Eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan Süleyman Demirel ise kendisine bu durumun hatırlatılması üzerine şu yanıtı vermişti: “Hayır böyle bir şey hatırlamıyorum. Helmut Schmidt benim dostumdur ve Türkiye’ye de dosttur. 1979’da Türkiye’nin fevkalede sıkışık olduğu bir dönemde benim bir telefonum üzerine Federal Meclis’ten geçirmeden 500 milyon dolarlık krediyi kullanmamızı sağlamıştır. Türkiye’de o dönemde bir avuç benzin yoktu, tozşeker yoktu, yağ yoktu. Ben Türkiye’de yönetime yeniden gelmiştim ve bunu ortadan kaldırmaya
çalışıyordum. Bir telefonum üzerine Schmidt böyle bir 1968: SPD Genel Başkan Yardımcısı. imkan sağladı. Bizim ilişkilerimizde Schmidt bana hep (1983’e kadar) 1969-72: Willy Brandt’ın liderliğindeki SPDdostane davrandı. Bana olan bu dostane davranış tabii Türkiye’ye olan dostane davranıştı. Ama aramızda öyle FDP hükümetinde Savunma Bakanı. 1972-74: Federal Maliye Bakanı. bir tartışma geçmedi. Geçse bile şaka cinsindendir. 1974: Brandt’ın istifası üzerine Federal ŞanZaten Türkiye’nin o kadar zaman içinde Almanya’ya gönderecek 15 milyon nüfusu yoktu. Bana sorsaydı sölye oldu. 1976: Genel seçimlerde Schmidt’in liderliğin’Nereden 15 milyon bulacaksın?’ diye, o zaman ben deki SPD-FDP cephesi, Helmut Kohl liderliğinşaşırırdım.” deki CDU-CSU cephesine karşı başarılı oldu. 1977: Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) İşverenler (Ertuğrul Özkök ve Kai Diekmann, Süper Dostlar, Türklerin ve Almanların Söyleyecekleri Var, Doğan Ya- Örgütü Başkanı Hanns Martin Schleyer’i kaçırdı. yıncılık, İstanbul, Ekim 2008, s. 170.) Filistinliler, hapisteki liderlerinin serbest bırakılması için Schleyer’i rehin tutan RAF’e destek olmak için bir Lufthansa yolcu uçağını kaçırdılar. Schmidt, RAF ve Filistinlilerin taleplerine karşı Büyükbabasının Yahudi olduğu ödün vermedi. Mogadişu’ya kaçırılan uçağa Alman terörle mücadele özel birliği GSG-9’nin müortaya çıkmadı dahalesi başarılı oldu. Teröristler etkisiz hale getirildi, yolcular kurtarıldı. Haberin duyulmasının 1918: Helmut Heinrich Waldemar Schmidt, ardından Stuttgart’taki özel hapishane StammHamburg-Bambek’te doğdu. Büyük babası Mus- heim’daki RAF liderlerinin intihar ettikleri açıkevi bir tüccar olan Schmidt, babasının belgelerde landı. RAF’in elindeki Schleyer de öldürüldü. yaptığı tahrifat sayesinde nazilerin iktidara gel1979: ABD Başkanı Carter, Fransa Devlet Başmesinin ardından bu durumu saklayabildi. Hel- kanı d’Estaing ve Britanya Başbakanı Callaghan’la mut Schmidt, bir protestan Alman olarak yetişti. Guadeloupe’da 4’lü zirveye katıldı. NATO’nun 1939-45: Schmidt, II. Dünya Savaşı’nda subay Sovyet nükleer füzelerine karşılık olarak Batı Avolarak çeşitli cephelerde savaştı. Savaş sonunda rupa’ya stratejik nükleer füzeler konuşlandırması İngilizlerin elindeki savaş esiri kampına düştü- kararlarının alınmasında ağırlığını koydu. ğünde rütbesi üsteğmendi. İngilizler birkaç aylık 1980: Genel seçimlerden bu kez Franz Joseph Strauss liderliğindeki CDU-CSU cephesine karşı esaretten sonra Schmidt’i serbest bıraktı. 1942: Schmidt, savaşın ortasında ilkokuldan başarıyla çıktı. beri arkadaşı olan Loki Glaser’le evlendi. 1981: Sağlık problemleri. Kalbine pil takıldı. 1945-49: Hamburg Üniversitesi’nde ekonomi İki kez hayata döndürüldü. ve siyasal bilimler öğrenimini tamamladı. 1982: Hıristiyan demokratlarla anlaşan liberal1945: SPD’ye üye oldu. ler, sosyal demokratlarla koalisyon ortaklığına son 1948: Sosyalist Alman Öğrenciler Birliği’ne verdiler. Federal Meclis’teki gensoru oylaması sobaşkan seçildi. Siyasette kariyer yapmaya başladı. nucu Schmidt iktidardan düşürüldü. Helmut Kohl 1949-53: Hamburg’da eyalet ve yerel yöne- liderliğindeki CDU/CSU-FDP dönemi başladı. timde görev aldı. 1983: Schmidt, Almanya’nın en ciddi gazete1953: Federal milletvekili seçildi. lerinden Die Zeit’ın yönetime atandı. 1985-89 1958: Federal Almanya silahlı kuvvetlerinin yıllarında genel müdürlüğünü yaptı. Halen her (Bundeswehr) kurulmasıyla Schmidt’in askeri hafta yarım milyon satan bu gazetenin yayıncılarütbesi yüzbaşılığa (ihtiyat subayı) yükseltildi. rından. Düzenli olarak yazı işleri ve haber topAynı yıl katıldığı askeri tatbikatların ardından lantılarına katılıyor. binbaşı oldu. Bu arada bir militarist olduğu suç1987: Schmidt, federal milletvekilliğini bılamasıyla SPD’nin Federal Meclis Grup Başkanlı- raktı. ğı’ndan uzaklaştırıldı. Schmidt, o dönemden beri yazıyor, kitaplar 1961: Hamburg eyalet yönetiminde İçişleri yayınlıyor, konferanslar veriyor, sık sık televizSenatörü oldu. Federal milletvekilliğini bıraktı. yonlarda sohbetlere katılıyor, ödüller alıyor, ödül1962: Hamburg’daki sel felaketinde “kriz yö- ler veriyor. neticisi” olarak Almanya çapında ünlendi. 1965: Yeniden federal milletvekili seçildi. (1987’ye kadar). 1967-69: Federal Meclis SPD Grup Başkanı.
AvrupaGüN
|7
08 NSU Cinayetleri:Layout 1
28.10.2012
14:25 Uhr
Seite 8
NSU soruşturmasında dağ fare doğuruyor YÜCEL ÖZDEMİR
Göçmen esnafları öldürenlerin ırkçılar olduğunun ortaya çıkmasından sonra, kimlerin bunlara yardımcı olabileceği konusunda polis ve savcılıklar tarafından başlatılan soruşturmalar kapsamında gözaltına alınanların önemli bir bölümü serbest bırakıldı. Aradan geçen bir yıl içerisinde Beate Zschäpe ile Ralf Wohlleben tutuklu kaldı. Diğer suç ortakları aramızda dolaşmaya devam ediyorlar.
Bundan tam bir yıl önce ırkçı terör örgütü NSU’nun 8’i Türkiye, biri Yunanistan kökenli olmak üzere 9 göçmen esnafı ve bir Alman kadın polisi katletmesinin, Köln’ün Keup Caddesi’ne
AvrupaGüN
|8
bomba koyarak 20 kişiyi yaralamasının açığa çıkmasının ardından, yargı ve emniyet tarafından yapılanları en iyi “dağ fare doğurdu” deyimi özetliyor. Irkçıların seri cinayetleri işlediğinin ortaya çıkmasının ardından devlet katında verilen büyük sözler, yapılan törenler ve dilenen özürlerin tümünün boş bir söylemden ibaret olduğu bugün artık anlaşılmış bulunuyor. Çünkü, bu seri cinayetlerin sadece üç hücre üyesi tarafından işlenmediği, onlarla bağlantılı sa-
yısız istihbarat elemanının da olayla bağlantılı olduğunu artık sokaktaki çocuklar dahi biliyor. Bu nedenle, gelinen aşamada, devletin bu cinayetlerin arkasındaki güçleri ortaya çıkarıp gerçek anlamda ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla hesaplaşamayacağı, yüzleşemeyeceği artık anlaşılmış bulunuyor. Dahası, bugüne kadar olup bitenlere baktığımızda, Federal Parlamento NSU Komisyonu üyesi Memet Kılıç’ın da dediği gibi “Cinayetler konusunda bugün bilinmeyenler, bilinenlerden çok daha fazladır.” Zira, devletin güvenlik birimleri bir yıldır katiller ve onların arkasında kimlerin olduğunu ortaya çıkarma yerine, şurasından burasından basın tarafından ortaya çıkarılan ilişkileri gizlemek için belge imha kampanyası başlatmış durumdalar. Göçmen esnafları öldürenlerin ırkçılar olduğunun ortaya çıkmasından sonra, kimlerin bunlara yardımcı olabileceği konusunda polis ve savcılıklar tarafından başlatılan soruşturmalar kapsamında gözaltına alınanların önemli bir bölümü, gelinen aşamada doğrudan cinayetlere karışmadıkları gerekçesiyle serbest bırakıldı. Aradan geçen bir yıl içerisinde kala kala başaktör Beate Zschäpe ile Ralf Wohlleben tutuklu kaldı. Diğer suç ortakları aramızda dolaşmaya devam ediyorlar. Ama bu bir yıl içerisinde, dikkate değer en önemli gelişme, katillerle istihbarat örgütleri arasındaki yakın ilişki ve istihbarat birimlerinin cinayeti işleyenlerin arkasında kimlerin olduğunu gizlemeye yönelik çabaları oldu. Başka bir deyişle, katillerin arkasındaki güçlerin ortaya çıkmaması için devletin yoğun bir çaba içerisine girdiği artık sır değil. Bu nedenle, devletin istihbarat birimlerinin neden bu kadar insanın katledilmesine göz yumduğu, bu cinayetlerle nereye varmak istendiği sorusu daha büyük bir önem taşıyor. Hem federal parlamento hem de eyalet parlamentoları düzeyinde kurulan araştırma komisyonlarındaki çalışmalar sırasında göçmen esnafların katledilmesinde federal ve eyalet istihbarat örgütlerinin, özellikle de rüngen Anayasayı Koruma Örgütü’nün rolünün büyük olduğu anlaşılıyor. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra devlet tarafından bilinçli ve planlı olarak Doğu Al-
08 NSU Cinayetleri:Layout 1
28.10.2012
14:25 Uhr
Seite 9
manya’da neonazileri örgütlemek için maddi ve kadro desteği verildiği, bölgede birçok örgütün bizzat devlet tarafından kurulduğu da artık rahatlıkla söylenebilir. Bütün bunlar elbette Almanya’da yaşayan göçmenler, antifaşistler ve demokratlar arasında devlete ve onun güvenlik birimlerine karşı tepki ve güvensizlik yaratmıştır, yaratmaya da devam edecektir. Halbuki, göçmen esnafların faşist NSU tarafından katledilmesinin ortaya çıkması, Alman devletine her bakımdan geçmişle yüzleşme, ırkçılıktan arınma fırsatı da sunmuştu. Devlet tarafından 15 Şubat 2012’de Berlin’de kurbanlar için düzenlenen anma töreninde, Başbakan Angela Merkel açıktan özür dilemiş ve sonuna kadar olayın üzerine gideceği sözünü vermişti. Ama öyle olmadı. Sözde dilenen özürlerin pratik bir değerinin olmadığı bugün daha iyi anlaşılıyor. Bu nedenle tarihte yaşanan ırkçılıkla bir hesaplaşma gerçekleştirilememiş, “devletin sağ gözünün kör kalmaya” devam etmesinden yana tutum alınmıştır. Gelinen aşamada, cinayetleri işleyenlerin arkasındaki güçlerin akıllardaki sorulara şüphe bırakmayacak şekilde aydınlığa kavuşturulmadığı sürece, bir yıl önce yöneltilen sorular bundan sonra da sorulmaya devam edecektir. Buradan geriye kalan, ırkçılıkla kararlı mücadelenin ancak bu ülkede yaşayan bütün uluslardan insanların el ele vererek omuz omuza mücadelesinden geçtiği gerçeğidir. Bu nedenle Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin bir yıl içinde olanlardan çıkaracağı sonuç, umutsuzluğa kapılıp içine kapanmak değil, ırkçılığa karşı her alanda direnme, mücadele olmalıdır.
“Bilinmeyenler bilinenlerden çok” Federal Parlamento NSU Cinayetlerini Araştırma Komisyonu’nda yer alan Yeşiller Partisi Federal Meclis milletvekili Memet Kılıç, geçen bir yıl içinde yapılan çalışmalar ve neonazilerle istihbarat örgütlerinin ilişkileri konusunda Almanya'da yayımlanan 15 günlük“Yeni Hayat”gazetesinin (yenihayat.de) sorularını yanıtladı. - Meclis Araştırma Komisyonu üyesi olarak bugüne kadar yapılanları ve sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
MEMET KILIÇ - Bir yıllık sürenin sonucunda şunu söylemek mümkün: Bilinmeyenler bilinenlerden daha çok. Son derece karmaşık bir olayla karşı karşıyayız. Güvenlik birimlerinin, kabul edilmese dahi sağ gözlerinin özürlü olduğu her hallerinden belli. Birçok olay var ve bunların çoğu kaza, tesadüf gibi ifade ediliyor. - Meydana gelen olaylara baktığımızda ortada istisnai durumlardan öte, istihbarat örgütleriyle ırkçılar arasında sistematik bir ilişki mi var?
MEMET KILIÇ - Bunu söylememiz doğru olmaz. “İstihbarat ırkçılarla işbirliği yapıyor” dersek bu araştırmaya yarardan çok zarar getiririz. Ancak, istihbarat örgütleri içerisinde doğru çalışmayan, ideolojik görüşleri nedeniyle bir istikameti görmeyen insanların olduğu düşünülebilir. Öte taraftan da istihbarat birimleri arasında bazı konulara yoğunlaşma olurken, bu gayretin diğer bazı konularda olmadığını gözlemledik. Örneğin sol görüşlü insanlar izlenirken daha gayretli davranılıyor. Irkçılara karşı ise aynı gayretle davranılmamıştır. - Kassel’deki cinayet sırasında “Küçük Adolf” lakaplı istihbarat elemanı cinayet işlendiğinde olay yerindeydi. Bir yıl içinde olanlar aynı zamanda var olan bilgilerin de üstünün örtülmeye çalışıldığı şeklinde değerlendirilebilir mi?
MEMET KILIÇ - Her halükarda şunu söylemek mümkün: O zaman devlet erkini elinde bulunduranlar, (ki o zaman eyalet içişleri bakanı olan sayın Volker Bouffier, şimdi Hessen başbakanıdır), yetkilerini bu cinayetin ortaya çıkarılması için kullanmadı. Tam tersine devleti,
AvrupaGüN
|9
08 NSU Cinayetleri:Layout 1
28.10.2012
14:25 Uhr
Seite 10
istihbaratı koruma yönünde davrandı. Bu apaçık. Çünkü o zaman Anayasayı Koruma Teşkilatı, “bizim elemanımızı ve muhbirlerimizi dinlemeniz için yanına bir ceset koysanız bile bu yetmez” demiş. Ve bu, herkes için yeterli bir argüman olarak görülmüş. Bunlar elbette bu olaya karşı son derece kötü yaklaşımlardır. Ancak umutsuz olmamalıyız. - NSU ile bağlantılı olduğu ifade edilen pek çok kişi gözaltına alındı, sonra da serbest bırakıldı. Şu anda sadece iki kişi cezaevinde. Bu serbest bırakmalar sizce normal mi?
MEMET KILIÇ - Serbest bırakılmaları onların hakkında davanın devam etmediği anlamına gelmiyor. Sadece ceza usul kurallarına uyuluyor. Türkiye’de bu böyle değil. İnsanlar terör suçlamasıyla gözaltına alındıktan sonra delilleri karartma var mı yok mu, kaçma tehlikesi var mı yok mu veya şiddetli bir şüphe var mı, bunlara bakılmaksızın hüküm giymeden tutuklanıyorlar. Almanya’da ise durum böyle değil. Serbest bırakılanlar hassasiyetle izleniyor.
bir saldırı değildir” açıklamasını yaptı. Bu açıklamayı daha olay çok tazeyken yaptı. Acaba kimler ona bu bilgiyi verdi ya da bilgi almadan mı konuştu? Bunu bilmek isterdim. Schily’nin tavrı o zaman devlet refleksiydi. Üçüncü önemli nokta da, Federal Başsavcılık tarafından talep edilen dosyaların imha edilmesidir. Bu yok edilen dosyaların neredeyse tamamının yeniden oluşturulduğu söyleniyor. İmhanın kişiye has bilgilerin korunması adı altında yasal çerçevede yapıldığı söyleniyor. Eğer imha edilen dosyalar yeniden oluşturabiliyorsa o zaman kişiye has bilgilerin korunması yönündeki yasaların ne önemi var? Ama işin doğası gereği şunu söylemek gerekiyor: Bizim elimizde sadece yeniden oluşturulduğu söylenen belgeler var. Gerçekten var olup da imha edilen dosyaların ne olduğunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz.
- Kurban ailelerinin önemli bir bölümü artık güvenlik birimlerine güvenmiyor. Bu nedenle Federal Anayasayı Koruma Örgütü hakkında suç duyurusunda bulundular. Aileler umut kesmiş gibi...
MEMET KILIÇ - Bu, ailelerin haklarıdır ve ben de onların yerinde olsaydım aynı şeyi yapardım. Yaptıkları çok doğru. Son komisyon toplantısında konuyla ilgili 88 sayfalık rapor hazırlayan İçişleri Bakanlığı’nın özel görevlisi Hans-Georg Engelke, sadece 5 sayfasını önümüze koydu. Bu da gösteriyor ki, istihbarat örgütünde görevi olmadığı halde dosyaları imha eden görevliler söz konusu. Bu dahi kendi başına soruşturmayı engellemek anlamına geliyor. Ortada bir kusur ve suç olduğu kesin. - Komisyon üyesi olarak aydınlığa kavuşmasını en çok istediğiniz noktalar ve olaylar hangileridir? Şunlar aydınlığa kavuşturulduğunda cinayetlerin arkasındaki sis perdesi kalkar dediğiniz kişiler ve olaylar var mı?
AvrupaGüN
| 10
MEMET KILIÇ - En çok merak ettiğim ve aydınlığa kavuşmasını istediğim üç nokta var. Bir tanesi biraz önce sizin de sözünü ettiğiniz “Küçük Adolf”un neden olay yerinde olduğu, dönemin içişleri bakanı Bouffier’in ve eyalet istihbarat örgütünün olaydaki rolü. Bu adamın hangi ajanlarla görüştüğü ortaya çıkması ve onların dinlenmesi gerekiyor. İkinci önemli nokta, dönemin Federal İçişleri Bakanı Otto Schily neden Keupstrasse’de meydana gelen bombalı saldırıdan sonra “Bu ırkçı
MEMET KILIÇ
Berlusconi İtalyası’nda temel ilke: Bal tutan, parmağını yalamalı!
Çizme’de her gün yeni bir skandal ASLI KAYABAL
Mafya örgütü Ndrangheta’nın Milano’da bölgesel yönetimin kalesi Pirellone’ye sızdığı ortaya çıkınca İtalya sarsıldı. Ekim ayında patlak veren skandal, merkez sağdaki Özgürlükler Partisi’nin (Pdl) Regione Lombardia’daki siyasi danışmanı Domenico Zambetti’nin Pirellone’deki seçimlerde 4 bin oyu garantilemek için 200 bin avro karşılığında Ndrangheta’yla anlaştığını gün ışığına çıkardı.
AvrupaGüN
| 11
Siyasi yöneticiler ile mafya babaları arasındaki karanlık ilişkileri kuşkuyla izleyen İtalyanlar, bu hafta başında Napoli Savcılığı’nın yürüttüğü bir soruşturmada gündeme gelen uluslararası boyutta yeni bir yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla yüz yüze kaldı. Soruşturmayı yürüten savcılar Vincenzo Piscitelli ile Henry John Woodcock’un tutanaklarında, İtalya’da silah endüstrisi devi Finmeccanica’nin yöneticilerinden, Rusya sorumlusu Paolo Pozzessere’nin Panama’ya Augusta helikopterleri ve silah satışında kilit bir rol üstlendiği belirtiliyor. Ancak Napoli Savcılığı, Panama devlet başkanına toplam 180 milyon avro tutarındaki satışın gerçekleşmesi için 18 milyon avro rüşvet önerildiğini, helikopter ve silah satışlarının Finmeccanica çatısı altındaki Agustawestlad, Selex ve Telespazio şirketleri aracılığıyla gerçekleştirildiğini öne sürüyor. İki yıl öncesine uzanan ticari ilişkilerde Paolo Pozzessere ile Panama devlet başkanı arasındaki iletişim trafiğini, L’Avanti gazetesinin eski yöneticisi, Silvio Berlusconi’nin yakın dostu Walter Lavitola’nın sağladığı, Lavitola’nın o dönemde İtalya ile Panama arasındaki karanlık ticari ilişkilerde aracılık yaptığı iddia ediliyor. Napoli Savcılığı, telefon görüşmeleri kayıtlarından yola çıkarak genişlettiği soruşturma çerçevesinde uluslararası çapta bir yolsuzluk
trafiğine karıştığı iddiasıyla Finmeccanica yöneticilerinden Paolo Pozzessere’yi 23 Ekim’de tutukladı.
Beş ülke mercek altında Napoli Savcılığı, bu uluslararası yolsuzluk öyküsünün bir tek Panama’yla sınırlı kalmadığını, Rusya, Brezilya, Hindistan ve Endonezya’nın da soruşturma kapsamında incelenen öteki “pistler” olduğuna dikkat çekiyor. Pozzessere tutuklanmasının ardından savcılara verdiği ifadede, Berlusconi hükümeti bakanlarından ve Pdl koordinatörü Claudio Scajola’nın Brezilya’ya 5 milyar avro karşılığında satılan 11 adet askeri gemiden yüzde istediğini iddia etti. Scajola’nın özellikle Brezilya ile ilişkilerde kilit bir rol üstlendiğini düşünen savcılık, bu ülkenin Savunma Bakanı Jobin’le yakın dostluğu olan Scajola’ya Napolili parlamenter Massimo Nicolucci’nin de büyük destek verdiğini öne sürüyor. Savcılığın iddiasına göre Claudio Scajola, Brezilya’ya satılan askeri gemilerin satışından Brezilyalı ve İtalyan siyasetçilere yüzde aktarılmasında da rol üstleniyordu. Soruşturma, İtalya’dan Brezilya’ya 550 milyon avro tutarında silah ve helikopter satışı yapıldığını da ortaya koyuyor.
Rusya’yla iliþkiler de inceleniyor Savcılık, yakın geçmişte Rusya Devlet Başkanı Putin ile Berlusconi arasındaki yakın dostluğu dikkate alarak İtalya ile Rusya arasındaki ticari ilişkileri de inceliyor. 25 ekim 2012 tarihli La Stampa gazetesinde bu yolsuzluk skandalını konu alan bir haberde, 10 Haziran 2010 tarihinde Agusta Westland’in bir yöneticisinin Sole 24 Ore gazetesine, “Obama’dan sonra Putin’i uçuracağız” dediği anımsatılıyor. O tarihte Agusta Westland’da yönetici olan, bugün Finmeccanica’nın başyöneticisi konumundaki Giuseppe Orsi, “Putin’in AW 139 helikopteri satın alacağı doğru mu?” diye soran gazeteciye, “Dilerim alır. Bir Rus operatöre bu he-
likopterlerden sattık” diye yanıt verdi. Bu söyleşide Orsi, Rusya ve Hindistan’daki yatırımlari konusunda bilgi de verdi. İki yıl sonra Finmeccanica’nın başına getirildiğinde Agusta Westland’in yöneticiliğini üstlenen Bruno Spagnolini’yi bazı devlet başkanlarına yapılan Agusta helikopter satışları hakkında bilgi vermemesi, Putin’den hiç söz etmemesi için uyardı. Napolili savcılar Piscitelli ve Woodcock, Finmeccanica’nın genel müdürü Alessandro Pansa’nın, “İtalya ile Rusya arasındaki ticari ilişkiler hükümetler arasındaki anlaşmalarla değil, Berlusconi ile Putin arasında gelişti” açıklamasını dikkate alarak, her iki ülke arasında Panama’daki gibi karanlık başka ilişkilerin saklı olup olmadığını da soruşturma kapsamına aldı.
Endonezya’yla ticari ilişkilerde Berlusconi Bu arada, İtalya ile Endonezya arasındaki ticari ilişkiler konusunu da takibe alan Napoli Savcılığı, Silvio Berlusconi ile Paolo Pozzessere arasında 7 Eylül 2011’de geçen bir telefon görüş-
mesinin kaydına dayanıyor. Bu görüşmede Berlusconi, Finmeccanica’nın üst düzey yöneticisine Senatör Esteban Caselli aracılığıyla Endonezya’da faaliyet gösteren Iached Limited’in yöneticisi James Sesliki’den bir mektup aldığını, söz konusu şirketin İtalya’dan 600 milyon dolar karşılığında Endonezya askeri filosu için uçak satın almak istediğini aktarıyor. Pozzessere, Berlusconi’ye “Evet bu yönde bir olasılık söz konusu. Biraz karmaşık bir konu ama doğru” diye yanıt veriyor. Berlusconi ise, “Bu bey Cakarta’da Endonezya havacılık endüstrisinin yeni yöneticisi ile üst düzey bir İtalyan yöneticinin katılımıyla bir toplantı öneriyor” diyor. Bu randevuyu Berlusconi belirliyor. Napoli Savcılığı’nın başlattığı uluslararası çaptaki yolsuzluk soruşturması çok yönlü devam ederken Finmeccanica’nin Rusya masası sorumlusu Paolo Pozzessere’nin, İsviçre’de bir bankada kayıtlı iki hesabının olduğu ortaya çıktı.
AvrupaGüN
| 12
Hem Fransız hem göçmen olmanın dayanılmaz ağırlığı
Göçmen çocuklar ne kadar Fransız? UĞUR HÜKÜM
“Bu çocuklar hem Fransız hem göçmen” gibi son derece nesnel bir veriden hareket eden INSEE (Ulusal İstatistik Enstitüsü) bir başka bilimsel kurum INED (Ulusal Nüfus Bilimleri Enstitüsü) aracılığıyla temel bir soruyu ilgili topluluğa yöneltmenin zamanının geldiğine karar verdi. “2’nci ve 3’üncü kuşak göçmen çocukları kendilerini ne denli Fransa’ya ait, Fransız hissediyorlardı?”
AvrupaGüN
| 13
PARİS - “Göçmen doğulmuyor, göçmen olunuyor.” Avrupa’da yaşayan 5 milyonun üstünde Türk ve Türkiye kökenli bu gerçeği en yakından tanıyan halklardan. Son yıllarda epeyce değişmesine rağmen Fransa’nın 200 yıldır geleneksel olarak Avrupa’nın en “misafirperver” ülkelerinden biri olduğu, sosyal bilim uzmanları, tarihçiler ve araştırmacılar tarafından onaylanmış bir gerçektir. Fransa yabancı çocuklara 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından beri, yakın zamanlara kadar Almanya’da olduğu gibi “soydanlık” (kanbağı) ilkesi üzerinden değil “toprak” (doğduğu yer) esasında uyruk veya vatandaşlık hakkı tanımıştır. Ülkede doğan göçmen çocukları asgari idari koşullara uymak kaydıyla nispi bir rahatlıkla Fransız olabilirler. Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı döneminde (2007-2012) getirilen kısıtlamalar bile, deyim yerindeyse göçmen kökenli çocukların “Fransız” doğmasını pek engelleyememiştir. Bu arada işsizlik ve kimlik sorunlarına son yıllarda eklemlenen, medya aracılığıyla katmerlenen güvenlik sorunu bir başka soruyu sıkça gündeme getiriyordu: “Bu çocuklara kâğıt üstünde kolaylıkla vatandaşlık veriliyor da, onlar kendilerini ne denli Fransız hissediyorlar?” Aşırısından merkezine sağ kesim, banliyölerden yükselen otomobil yangınları ve şiddet görüntüleri eşliğinde göçmen çocuklarının göçmen kalmasını, Fransa’nın sosyal enteg-
rasyon politikasının iflas ettiğini, toplumsal uyum ve ahengi sağlamak için “sosyal asimilasyon”a gidilmesini savunur olmuşlardı. “Ya sev, ya terk et!” deyişi, çözüldüğü ileri sürülen “ulus devlet” modelini kurtarmak için başvurulan yeni bir milliyetçi cansimidi simgesine dönüşmüştü. “Bu çocuklar hem Fransız hem göçmen” gibi son derece nesnel bir veriden hareket eden INSEE (Ulusal İstatistik Enstitüsü) bir başka bilimsel kurum INED (Ulusal Nüfus Bilimleri Enstitüsü) aracılığıyla temel bir soruyu ilgili topluluğa yöneltmenin zamanın geldiğine karar verdi. “2’nci ve 3’üncü kuşak göçmen çocukları kendilerini ne denli Fransa’ya ait, Fransız hissediyorlardı?” Üstelik bu soru yalnızca günümüzün klasik göçmen profilini yansıtan Kuzey Afrikalı Arap, Afrikalı, Asyalı veya Türk göçmen çocuklarına yöneltilmemişti. Örneğin İspanyol, İtalyan ve Portekiz kökenli gençler de araştırmanın ortak öznesiydiler.
Çarpıcı sonuç Sonuç bilinçli veya bilinçsiz biçimde medyanın beslediği kâğıt üstünde Fransızlık şeklinde ifade edilen aidiyet duygusu yabancılığı önyargısını tamamen boşa çıkartıyordu. Araştırmaya göre “Göçmen kökenli Fransızların yüzde 97’si Fransız vatandaşlığını, yüzde 90’ı da Fransızlık duygusunu benimsemişler”di. Göçmenlerin yüzde 36’sı Fransız vatandaşlığını seçerken, yüzde 60’ı kendilerini Fransız görüyor. Buna karşın göçmen kökenli deneklerin yüzde 67’si, göçmenlerin ise sadece yüzde 38’i çevreleri tarafından Fransız olarak algılandıklarının altını çizmişler. INSEE’nin temel aldığı INED araştırması, 2008 nüfus verilerine dayanıyor. Geçen hafta yayınlanan araştırmaya göre Fransa’da 5 milyon 340 bin göçmen (2 milyon 170 bini Fransız vatandaşlığına geçmiş), 6 milyon 7 bin de göçmen kökenli Fransız vatandaşı yaşıyor (*). Araştırmanın 18-50 yaş arası 7200 deneği göçmen nüfusun yüzde 17 ile toplam nüfusa oranla en yüksek olduğu Île-de-France (yani Paris ve çevresi) bölgesinden seçilmiş.
Araştırma, düşündürücü başka farklıları da somut biçimde gözler önüne sermiş. Örneğin Fransa’da ortalama aylık net gelir 1679 avro, göçmen kökenli Fransızlar arasında 1600, göçmenler arasındaysa 1500 avroymuş. 2010 yılında 25-64 yaş arası aktif nüfus içerisindeki işsiz oranı yüzde 7’de seyrederken, bu oran göçmen kökenli Fransızlar arasında yüzde 12, göçmenler arasındaysa yüzde 15’e yükseliyormuş. Öte yandan ilk kuşak göçmenler arasındaki yoksulluk yüzde 37’yi bulurken bu rakam, onları çocukları veya göçmen kökenli Fransızlara arasında yüzde 20’ye düşüyormuş. Fransa’daki ortalama yoksulluk oranıysa nüfusun yüzde 14’ünü kapsıyor.
İstisna Türkler Göçmen kökenli Fransızlar veya göçmenler arasında en az sayı ve oranda Fransız vatandaşlığına geçen büyük göç gruplarının başında Türkler geliyor. Fransa’da yaşayan 1,2 milyon İtalyan’ın yüzde 75’i, 840 bin İspanyol’un yüzde 55’i, 1 milyon 350 bin Cezayirlinin ve 415 bin Tunuslunun yaklaşık yarısı, 1 milyon 30 bin Portekizlinin yüzde 45’i, 960 bin Faslının yüzde 35, hatta yaklaşık 270 bin Hindiçini kökenlinin yüzde 30’u Fransız vatandaşlığını seçerken, (2008 itibariyle) Fransa’da kayıtlı 320 bin Türk ve Türkiye kökenlinin ancak dörtte biri Fransız uyruğuna geçmiş. Kaldı ki son tahmini rakamlar bu oranın şimdilik daha da düşük olduğunu gösteriyor. Türkiye verilerine göre şu anda Fransa’da 500 binin üstünde Türk vatandaşı bulunuyor ve Türk makamlarına bakılırsa Fransız vatandaşlığı oranının göreli olarak çok daha düşük olduğu söyleniyor. Türk istisnasına, Türklerin toplumsal uyum konusunda ciddi yetersizliğine dair bir başka örneğe de eğitim alanında rastlıyoruz. Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan resmi bir araştırmaya göreTürk göçmen çocukları diğer göçlerin çocuklarına oranla en başarısız topluluk. Bu tespit bir anlamda Duisburg-Essen Üniversitesi Türkiye ve Uyum Araştırmaları Merkezi (TAM) araştırmacılarından Türk göçü uzmanı Marina Sauer’in çalışma ve gözlemleriyle de çakışıyor. Sauer Almanya’da yaşayan Türklerin 40-50 yıllık geçmişlerine karşın hâlâ kendilerini Alman toplumunun bir parçası olarak göremediklerini hatırlatıyor. Bugün Türk kökenli göçün yüzde 10’u hâlâ Almanca konuşamıyormuş. Yarısından çoğunun herhangi bir diploması yokmuş. Aktif nüfusun yüzde 70’inden fazlası bugün bile işçi statüsünde çalışırken, yüzde 10’un altında bir kesim serbest meslek sahibiymiş. Her ne kadar yüzde 40’ı sosyal hayatta Alman çevreleriyle iyi
ilişkiler geliştirmiş olsalar da Almanya Türkleri yüksek dozda bir ayrımcılık duygusu ve algılamasıyla yaşıyorlarmış. Bunun son kanıtını biri Türk, üç göçmen kökenli kadın gazetecinin Die Zeit gazetesinde ortaklaşa imzaladıkları “Biz Yeni Almanlar” başlıklı bir makalede görmek olasıymış. Üç kadın gazeteci kuşkularını şu sözlerle özetlemişler: “Bu ülkeye ‘Bizim Almanyamız mı’, ‘Sizin Almanyanız mı’ diyelim, bilemiyoruz...” (*) Araştırma “göçmen”i, Fransız vatandaşlığına geçsin geçmesin, başka bir ülkede, yabancı olarak doğmuş ama Fransa’da yaşayan bir insan şeklinde tanımlıyor. “Göçmen kökenli”yi ise, ya annesi, ya babası ya da her ikisi de yabancı olan fakat Fransa’da doğmuş veya çok küçük yaşta Fransa’ya yerleşmiş ve burada yaşayan bir insan olarak tanımlıyor.
Orhan Pamuk’a Légion d’honneur nişanı Paris’te düzenlenecek törenle Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’a Légion d’honneur liyakat nişanı verilecek. Pamuk’a nişanı Fransa Kültür Bakanı Aurélie Filippetti takacak. Orhan Pamuk, 27 ve 28 Ekim günleri Louvre Müzesi’nin genişletilmiş İslam Sanat Eserleri bölümünde kitaplarıyla ilgili bir konferans, bir de okumaya katıldı. Ünlü yazarın cumartesi günkü “L’innocence des oeuvres” (Eserlerin Masumiyeti) başlıklı konferansı Paris Sorbonne Üniversitesi Fransız Edebiyatı profesörlerinden Sophier Basch ile sohbet biçiminde gerçekleşti. Sanatçı dün de Fransa’da kısa bir süre önce yayınlanan “Öteki Renkler” başlıklı deneme kitabından Théatre National de l’Opéra-Comique / Ulusal Komik Opera Tiyatrosu müdürü, tanınmış oyuncu ve rejisör Jérôme Deschamps eşliğinde okumalar yaptı.Yazarın tüm kitaplarını basan Gallimard yayınları, ekim ayında Pamuk imzalı “Le romancier naïf et le romancier sentimental” (Saf Yazar ve Duygusal Yazar) ve “L’Innocence des Objets” (Nesnelerin Masumiyeti) adlı yapıtları da yayımladı.
AvrupaGüN
| 14
İleriye yürüyüp geçmişe düşmek:
“Etnik Devletler Avrupası” OSMAN ÇUTSAY
AB’nin merkezdeki zengin ve görece büyük ülkeleri de etnik ve kültürel ayrılıkçılığın etkisini üzerinde hissetmeye başladı. Avrupa’da Almanya dışında büyük siyasal birim kalmayacak gibiydi, ama Bavyera eyaletinde de ayrılık hesapları olduğu artık gözden kaçmıyor. Tabii başka çevreler de var. Gelişmeler hiç de birlik ve beraberlik sinyalleri vermiyor. Avrupa Birliği, adıyla uyuşmayacak bir hız ve hırsla, birçok etnik ve kültürel parçaya ayrılacakmış gibi duruyor. Durmuyor, bir uçuruma doğru inatla yürüyor. Bir büyük sinyal, kısa bir süre önce İskoçya'nın Büyük Britanya’dan bağımsızlık için 2014'te halkoylamasına gideceğinin açıklamasıyla geldi. Hemen hemen aynı günlerde Belçika'nın Flaman bölgesinde “milliyetçilerin kazandığı” son
AvrupaGüN
| 15
seçimlerin açıkça bölünme işaretleri verdiğine tanık olundu. İspanya’da bitmek bilmeyen Bask ve Katalan tartışymaları ile birleşince de, bütün bunlar AB üyelerinin eski “sınırlarını” koruyamayacağı yolundaki kuşkuları daha bir güçlendirdi. Özellikle Güney ve Orta Avrupa ülkelerindeki etnik yelpazenin şimdiye kadarki sınırlarıyla tanıdığımız birçok ülkenin varlığını tehdit eder boyutlar kazandığı gözleniyor. Etnik sınırlar, önceki ulusal devletlerin sınırları aleyhine palazlanıyor. Akdeniz’e kıyısı olan İspanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi “ateş üstündeki” ülkelerde, karmaşık etnik yapının borç kriziyle birlikte tehlikeli bir cepheleşmeye kaynaklık edeceğine inanılıyor. Ancak uzmanlara göre, bu sürtüşmelerin arka planında zengin bölgelerin artık yoksulları taşımama, bu nedenle de eski “çok milliyetli ulusal devlet” anlayışına sırt dönme kararlılıkları yatıyor. Gerçekten de krizdeki İspanya’nın, özellikle iki zengin kesimini oluşturan Katalonya ve Bask Bölgesi başta olmak üzere ayrılıkçılıkla umutsuz bir mücadele içinde olduğu gözleniyor. Katalonya’da 11 Eylül’de 1.5 milyon kişinin bağımsız devlet talebiyle gösteri yapmasından sonra, ayrılıkçılığın
sadece İspanya’da değil, Almanya dışındaki birçok AB üyesi için büyük sorun oluşturacağına inanılıyor. Bu arada, Almanya’nın da ayrılıkçı ve içeride azınlık yaratan eğilimlerden tümüyle bağışık olmadığına da dikkat çekiliyor. Avrupa’daki azınlık sorunlarıyla ilgili ve son derece sağ tezleri savunan bir merkez olarak Europeen Free Alliance (EFA) taleplerini haritalara dökmüş durumda. Örgütün internete de yerleştirdiği Avrupa haritaları (http://www.e-f-a.org/ kaartje.php), milliyetçi eğilimlerin, şimdiye kadarki görece büyük ulusal devletleri nasıl kırpıp kırpıp yıldız yapacağını adeta önceden ilan ediyor. Bütün bu ayrılıkçı eğilimlerin, daha önce teğet geçeceği düşünülen Fransa gibi Avrupa’nın merkezindeki bir ülkeyi bile vuracağı anlaşılıyor. Paris şimdilik bir telaş gösterisi içinde değil, ama zeminin yeterince verimli olduğunu düşünenlerin sayısı artıyor. Öte yandan Federal Almanya, Orta Avrupa Almanlığının merkezi gücü olma ısrarını sürdürüyor. Berlin açıkça “benzer iktisadi kültür” çerçevesi içinde birbirine yük olmayacak refah yapısına sahip bölgeleri Almanya etrafında bir araya getirme hesapları yapıyor. Almanya’nın, Avusturya, İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgesi, Güney Tirol ve hatta Doğu Belçika ile bir ekonomik merkeze dönüşebileceği hatırlatılıyor. Ancak, ekonomik gücü ve Almanlıktan oluşan “yekpare etnik yapısıyla”, Avrupa’nın yerleşik devletlerinden çok farklı bir özelliğe sahip Almanya’nın, bu sorunlardan tamamen bağışık olmadığı da ortaya çıkmıyor değil. Almanya’da, 50 yıllık bir emek göçü sonrasında 3 milyona yakın nüfuslarıyla Türkçelilerin en büyük grubu oluşturduğu “göçmen arka planına sahip insan” sayısı 16 milyonu buldu. Sadece bu nokta bile, eğer etnik, dinsel ve kültürel azınlık ısrarı böyle sürerse, ağır bir sorunun her yeri vurabileceğinin habercisi. Avrupa siyasetinde de, Almanya’nın son derece avantajlı yekpare etnik yapısının tarihe karışacağına inananların sayısı artıyor. Almanya’nın yakın bir gelecekte azınlık sorunlarıyla karşı karşıya kalabileceği, hatta bu noktada Türklerin önemli bir yeri olacağı belirtiliyor.
Bavyera’da bağımsızlık cilveleri Almanya’da halen 7.1 milyonu aşkın yabancı pasaportlu var. Bu da, yekpare etnik yapısıyla “Sorunsuz Almanya” resmini uzun bir süredir bozuyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde milliyetçi bir daralma süreci yaşanır, devletlerin “farklı dil, din ve kültür temelinde” yeniden parçalanma talepleri öne çıkarken hep sessiz kalmış “durumu iyi”
Avrupa’da göz gözü görmeyecek Eurostat rakamlarıyla bölgesel ayrılıkçı güçler ilginç bir tablo veriyor. Örneğin Flaman Bölgesi, Belçika topraklarının yüzde 44.3’lük kesimini ve nüfusun da yüzde 57.3’ünü içeriyor. Flamanların Belçika GSYİH’sı içindeki payı ise yüzde 57.4. İskoçya, Büyük Brİtanya yüzölçümünün yüzde 32.2’-sini kaplarken, nüfusun yüzde 8.4’ünü, toplam GSYİH’nın da yüzde 8.2’sini oluşturuyor. katalan BölgEsİ İspanya topraklarının yüzde 6.4’ünü kapsıyor. Katalanlar İspanya nüfusunun yüzde 15.9’unu, GSYİH’nın da yüsde 18.5’ini oluşturuyor. Bask Bölgesi, İspanya topraklarının yüzde 1.4’ünü işgal ederken, nüfusun 4.6’sına, GSYİH’nın da yüzde 6.1’ine karşılık geliyor. Özellikle İspanya örneğinin yaygınlık göstermesi ve AB üyelerinin görece zengin bölgelerinde ayrılıkçı eğilimlerin öne çıkması dikkat çekiyor. Bu da zengin bölgelerin merkezi devletlerin yoksul bölgelere yaptığı transfer harcamalarına katılmak istememesiyle açıklanıyor. AB’yi çok zor zamanlar bekliyor.
Almanya’da da aykırı çıkışlara tanık olunuyor. AB üyesi ülkelerdeki refaha kavuşmuş bölgelerin yoksul bölgelere gelir transferinden kaçma hesaplarının, Almanya’yı da vurduğu gözleniyor. Örnek yok değil. Alman sağının ünlü isimlerinden, Hıristiyan demokratların Bavyera’daki partisi CSU’nun ideologu sayılan Wilfried Scharnagl, kısa bir süre önce çıkan kitabı ve medyaya art arda yaptığı açıklamalarda açıkça Bavyera’nın bağımsız bir devlet olarak devam etmesinden yana olduğunu bildirdi. Scharnagl’ın yankı uyandıran bu çıkışı, parçalanmaların ardındaki güç olarak gösterilen Almanya’nın iç huzurunun da tehlikede olduğu yorumlarını yoğunlaştırdı. Bu arada Almanya’da 3 milyona yakın Türkçelinin de ileride bazı pazarlıkların konusu olacağı ileri sürülüyor. Son yıllarda özellikle Türk sağının sadece Türk veya Müslüman partileri kurarak seçimlere girme ve azınlık olarak kendini kabul ettirme hesapları, artık göz ardı edilemeyecek kadar açık bir siyasi nitelik.
AvrupaGüN
| 16
İşçi sınıfı artık işsizlere gülüyor SADİ TEKELİOĞLU
TV kanalları sayısının artması ve rekabetin çoğalması üzerine izleyici toplayabilmek ve ratingleri yükseltmek için artık TV istasyonları ahlaki değerleri ve sosyal sorumluluk bilincini bir kenara bırakıp yayın yapmaya başladılar diyebiliriz tabii, ancak daha geniş bir perspektiften ele aldığımızda, mizah anlayışındaki değişim ve tüketicilerinin kimler olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz.
AvrupaGüN
| 17
KOPENHAG - Danimarka devlet televizyonu DR’nin önümüzdeki günlerde yayınlayacağı bir program, şiddetli tartışmaları da beraberinde getirdi. “Jobmatch”, programın adı. Programın adından da anlaşılabileceği gibi, bir grup işsiz karşılarında duran üç büyük firma temsilcisine kendilerini beğendirip, onların gözüne girmeye çalışarak firmalarında bir iş sahibi olacaklar. Bu arada birbirlerini yiyecekler, baltalayacaklar, diğerlerinin önüne geçmeye çalışacaklar. İşsizler arasından birini seçip iş verecek firmalar ise ünlü Danimarka çikolata firması Toms, Danfoss ve medya devi Aller grubu. Kasım ayında yayınlanmaya başlayacak olan programa yönelik tepkiler, şu sıfatlarla özetlenebilir: Tatsız, iğrenç, popülist, aşağılık, sosyal cehalet. Programa karşı olanların dile getirdikleri en can alıcı eleştiri ise “işsizlerin” bir sosyal sorun olarak görülmeye başlanmaları sonucunu doğurma riski. Evet, artık işsizler, iş bulmak isteyen, çocuklarına bir ekmek götürebilmek için bir kazanç kapısı elde etmeye çalışan insanların durumu akşamları prime time’de akşam yemeğini yeyip kahvesini hazırlamış insanların gülmek için ekran karşısına geçmelerine neden olacak. İşsizler bizi güldürecek. Biz gülerken, bir işimiz olduğuna şükredecek, “Allahtan o ekrandaki insanların yerinde ben yokum” diyerek halimize şükredecek ve eğleneceğiz.
TV kanallarının sayısının artması ve rekabetin çoğalması üzerine izleyici toplayabilmek ve ratingleri yükseltmek için artık bu kanallar ahlaki değerleri ve sosyal sorumluluk bilincini bir kenara bırakıp yayın yapmaya başladılar diyebiliriz tabii, ancak daha geniş bir perspektiften ele aldığımızda, mizah anlayışındaki değişim ve tüketicilerınin kimler olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Ve karşılaştığımız bu gerçek oldukça ilginç. Her ne kadar amacı o olmasa da ünlü İngiliz yönetmen Ken Loach’ın 1991 yılında yaptığı “Riff Raff” filmiyle başladı her şey. Bu filmde kriz yıllarındaki İngiltere’de işçiler arasındaki ilişkiler mizahi bir dille ele anlıyordu. Aslında acıklı bir aşk hikayesi olan bu film, “işçilerle dalga geçiyor“ damgası da yiyivermişti. Filmin 1991’de yapılmış olması da ilginç. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen ardından bu film yapılmıştı. İşçi sınıfı ile dalga geçilmeye başlanması, belki de gittikçe vahşileşen kapitalist dünyada beklenen bir gelişmeydi, ancak işçi sınıfının ait olduğu ve temsil ettiği sosyal katmanın bu eğlence anlayışı ile birlikte bir sorun olarak görülmeye başlanması, üyelerinin bu sosyal gruptan bir an önce çıkıp kurtulması gerektiğini düşünmesi teması işleniyor günümüz eğlence programlarında. BBC’de yayınlanan “Little Britain” adlı hiciv programındaki tiplemelerden biri olan Vick Pollard, anlatmaya çalıştığımız düşüncenin en güzel örneği. İngiltere’nin tanınmış komedyenlerinden Matt Lucas’ın canlandırdığı Vicky Pollard, işçilerin oturduğu ve “sosyal çöplük” diye de adlandırılan toplu konut bloklarında yaşıyor, “teenage” yaşında anne olmuş, pembe eşofmanı, piercingli ve sivilceli yüzü, elinden düşmeyen sigarası, yüzeysel aptalca konuşmaları, İngilizceyi rahatsız edici bir şekilde argo dolu konuşması, onu itici yaptığı kadar da komik hale getiriyor. Vicky Pollard yukarıda tarifini yaptığımız davranışlarıyla İngilizleri güldürüyor. Vicky Pollard’a gülenler ise, Pollard’ın içine asla adım atamayacağı burjuva sınıfının üyeleri değil, Pollard’a Pollard’ın komşuları, aynı sınıfın insanları, işçi sınıfı da gülmeye başladı.
Sosyologlar Pollard tiplemesinin yarattığı etkinin incelemeye değer olduğunu söylüyorlar, zira Pollard’ın yarattığı yeni mizah tüketicisi kesim, yani işçi sınıfı, 1980’li yıllarda gurur dolu gelenekleri ve tarihi olan, içinden çıkardığı George Best ve Beatles ile gurur duyan onurlu İngilizler değil. Artık İngiltere’de işçi sınıfı ve solcu aydın entelektüeller, Vicky Pollard’da ve dolaylı olarak da işçilerin karikatürize edilmesinde eğlence unsuru görmeye başladılar. İngiliz işçi sınıfının temsilcisi sayılan futbolcu Wayne Rooney’nin de medyada nasıl yer aldığına işaret eden uzmanlar, solcu aydın ve entelektüellerin değer yargılarındaki erozyonun nedeni üzerine kafa yoruyorlar. İngiltere’de sendikal hareket için lobbyist olarak da çalışan araştırmacı Owen Jones bu konuda geçen yıl “Chavs: e Demonization of the Working Class“ (İşçi Sınıfının Şeytanlaştırılması) adlı bir kitap yayınladı. Jones, 1980’li yıllarda işçi sınıfının asla ırkçılık ve nefret suçu ile hareket etmediğine, homofobik davranmadığına dikkat çekiyor, ırkçı kesimlerin ve burjuvazinin her zaman işçi sınıfını alaya aldığını ve onlardan nefret ettiğini, ancak işçi sınıfının da artık kendi ken-
dini gülünç ve bir sorun olarak görmeye başladığını belirtiyor. Muhafazakar sosyologlar ise işçi sınıfı algılamasındaki erozyonun tek suçlusunun burjuva sınıfı ve medya olamayacağını, özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından Batı Avrupa’daki sosyal refah sistemlerinin mimarı olan işçilerin artık çalışmak istemediğini, iş başvurusu yazmaya ihtiyacı olmadığı dönemin geride kalmasının yarattığı şoku ise yarattığı refah toplumun nimetlerinden faydalanma yolları konusunda uzmanlaşmakta aradığını öne sürüyorlar. Muhafazakar sosyologlara göre işçi sınıfının eksiği para değil, işçi sınıfının çağdaş moral değerlere ihtiyacı var. Mizahın algılanmasında ve mizahın seçtiği konuların belirlenmesinde Berlin Duvarı’nın yıkılmasının dönüm noktası olduğu gözleniyor. Berlin Duvarı var olduğu sürece dünyada mizah denince siyasi, ekonomik gücü elinde bulunduranlarla dalga geçilirdi, herkes onlara gülerdi. Artık sıradan insanlar mizah malzemesi olmaya başladı. Gülenlerle güldürenler yer değiştirdi.
AvrupaGüN
| 18
20’nci yüzyılın büyük ustası savaş ve kriz dönemlerinde Milano’da
Picasso… ASLI KAYABAL
Ekonomik kriz, içinden geçtiğimiz bu dönemde İtalyanları kaygılandırsa da, savaş sonrası yıllarda da gözlendiği gibi, bu güç günlerde birçok şeyden kesinti yapan insanlar, kültürel etkinliklere zaman ve yer açmaya çalışıyor. Picasso’nun yaşadığı dönemde tanık olduğu siyasal olaylar ve savaşlara verdiği tepkiyi, sanatçı kimliğiyle takındığı siyasi duruşu, sergi ziyaretçileri ilgiyle izliyor.
AvrupaGüN
| 19
MİLANO - Picasso’nun sanat yaşamına geniş bir perspektiften bakmayı deneyen, retrospektif nitelikteki iki önemli sergi, Milano’da savaş ve ekonomik kriz dönemlerinde 1953 ve 2012’de Palazzo Reale’de açıldı. 2012 sonbaharında “Picasso’nun Picasso’su” adı altında düzenlenen, büyük bölümü Paris Ulusal Picasso Müzesi’nden gelen yapıtlar, Usta’nın 1900-1972 yılları arasında yaptığı 250 işi biraraya getiriyor Picasso araştırmacısı ve aynı zamanda Paris Ulusal Picasso Müzesi’nin de yöneticisi Anne Baldassari’nin küratörlüğünde hazırlanan “Picasso’nun Picasso’su”, İspanyol ressamın siyasi çalkantılar, savaşlar ve kıyımlara gösterdiği tepkiyi dile getiren yapıtlara ağırlık veren bir sergi. Palazzo Reale’de ilk mekan, 1953 sergisinden siyah-beyaz fotoğraf karelerinde saklı kalan ayrıntılarla baş başa bırakıyor ziyaretçiyi. Bu karelerde savaşın yaralarını, hasarlarını, acılarını sarmaya çalışan, Picasso’nun savaş karşıtı yapıtlarıyla ilk kez yüz yüze gelen Milanolular dikkat çekiyor.. Picasso’nun 1953 sonbaharında Milano sergisi için “Arlecchino Kıyafetinde Paulo” (1924), “Kore’de Kıyım” (1951) gibi önemli yapıtlarını göndermekten çekinmediği, ancak İspanyol içsavaşına tepkisini dile getiren “Guernica” konusunda adım atmakta bir hayli zorlandığı an-
latılıyor. Savaşın hemen sonrasında kentte ağır basan hüznü dağıtma, Picasso’yu önemli yapıtlarıyla Palazzo’ya getirme düğümünü, Usta’nın büyük dostu İtalyan ressam Attilio Rossi çözüyor. Attilio Rossi’nin oğlu ressam Pablo Rossi, babasının “Guernica” konusunda Picasso’yu nasıl ikna ettiğini şöyle anlatıyor: “Picasso’nun o dönemde 'Guernica'yı İtalya’ya göndermemekte direndiği anlatılır. Babam, Picasso’ya Guernica’nın sıradan bir sergi mekanında değil, II. Dünya Savaşı’nda bombalanan (1943-1945) Milano’da zarar gören birçok yapıdan biri olan Palazzo Reale’de Cariatidi salonunda sergileneceğini' söylüyor. Ziyaretçilerin bombalanan şehirde bu mekana savaş sonrası ilk kez 'Guernica'yı görmek için gideceklerini söylüyor.” Franco İspanyası’nda “Guernica”nın saldırıya uğrayabileceğinden kaygı duyan ve Avrupa’da dolaşmasına hep karşı çıkan Picasso, Attilio Rossi’nin anlamlı seçimiyle biraz yumuşuyor ve “Guernica”nın İtalya’ya gönderilmesine izin veriyor. Ekonomik kriz, içinden geçtiğimiz bu dönemde İtalyanları kaygılandırsa da, savaş sonrası yıllarda da gözlendiği gibi, bu güç günlerde birçok şeyden kesinti yapan insanlar, kültürel etkinliklere zaman ve yer açmaya çalışıyor. Picasso’nun yaşadığı dönemde tanık olduğu siyasal olaylar ve savaşlara verdiği tepkiyi, sanatçı kimliğiyle takındığı siyasi duruşu, sergi ziyaretçileri ilgiyle izliyor. Retrospektif, Picasso’nun yapıtlarını sekiz ana bölümde tanıtıyor. Ressamın “Mavi Dönem” diye anılan 1900-1906 yılları arasında henüz 20’li yaşlarını sürerken yaptığı resimler arasında en çarpıcı işin, bir aşk uğruna yaşamına son veren ar- kadaşı Casagemas’a adadığı “Casagemas’ın Ölümü” (1901) başlıklı yapıt olduğu söylenebilir. 19061908 yılları arasındaki döneme “Le dèmoiselles d’Avignon” damgasını vuruyor. “Kübizm Macerası” başlıklı bölüm, Picasso’nun 1909-1918 yıllarındaki sanat çalışmalarından kesitler getiriyor. “Yıkananlar” (1918), “Olga’nın Portresi” (1918) Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Picasso’nun iç dünyasını ortaya koyuyor. “Biraz Sürrealizm”, sanatçının resimlerinde gerçeküstü
yaklaşımlara ağırlık verdiği bir dönem. Picasso’nun 1933-1939 yıllarındaki resimleri “Çaresiz Kadınlar” başlıklı bölümde sergileniyor. Fırtınalı hayatına giren kadınlar arasında, oğlu Paulo’nun annesi Rus dansçı Olga, tutkulu bir aşk yaşadığı ve kızı Maya’nın da annesi olan Marie èerese Walter, fotoğraf sanatçısı Dora Maar, Picasso’nun çizdiği portrelerde saklı kalıyor. “Savaş Korkusu” başlıklı bölüm, Picasso’nun 1940-1953 yıllarındaki yapıtlarına büyüteç tutuyor. Bu dönemde Nazi işgalcilerine karşı sürekli resim yapıyor. Yine “Kore’de Kıyım” (1951) bu dönemin en önemli yapıtlarından biri. “Son Mevsim”, uzun soluklu bir resim yolculuğunda olgun ve yaşlı Picasso’nun 1948-1972 yılları arasındaki yapıtları topluca sergiliyor. Gerçeküstü resim tekniğine yoğunlaştığı dönemde Picasso’nun, Cèzanne’dan etkilendiği gözleniyordu. Bu yılın başlarında Milano’da düzenlenen Cèzanne sergisinde de, ressamın dostlarına “Elimde firçayla öleceğim” dediği ve gerçekten de çok sevdiği Saint-Victoire dağını resmederken yaşama veda ettiği aktarılıyordu. Picasso’nun da Cèzanne gibi, resim dünyasında çıktığı yolculuğu elinde firçasıyla noktaladığı biliniyor.. Sergi 6 0cak 2013’e kadar ziyaret edilebilir. www.mostrapicasso.it
AvrupaGüN
| 20
“Türk ve Alman edebiyatlarının birbirleri üzerinde etkili olduğu söylenemez”
Bu yılki Tarabya Çeviri Ödülü Ahmet Arpad'ın
Çalışmalarını Stuttgart'ta sürdüren yazar ve çevirmen Ahmet Arpad bu yılki Tarabya Çeviri Ödülü'ne layık görüldü. Ödülünü 17 Kasım'da İstanbul'daki Alman Başkonsolosluğunda alacak olan ünlü yazar ve çevirmenimiz, bugüne kadar 45 ünlü Alman yazarının Türkçe okunmasını sağladı. Ahmet Arpad, iki edebiyat arasındaki bağları ve tıkanma noktalarını Avrupa GÜN’e değerlendirdi. - Alman edebiyatını Türkçeye taşıyan ve babanız Burhan Arpad’ın açtığı yolda inatla ilerleyen öncü isimlerden biri olduğunuz biliniyor: Sizce Alman edebiyatının Türkçeye yeterince çevrildiğini söyleyebilir miyiz?
AvrupaGüN
| 21
AHMET ARPAD - Babamın Türkçeye kazandırdığı yazarların ortak bir özelliği vardı: Tümü de insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışseverdi… Sanırım Burhan Arpad çevirilerinin yıllardır aralıksız yayımlanmasının en baş nedeni budur. Ben de kırk yıldan fazla çevirilerle içiçeyim. Bugüne kadar yaptığım her çeviri beni heyecanlandırmıştır. En önemlisi, eserini Türkçeye kazandıracağınız yazarı sevmenizdir. Babam Burhan Arpad’ın 1940’lı yıllardan başlayarak yaptığı çeviriler, özellikle sayısız Stefan Zweig ve Erich Maria Remarque eseri 20’nci yüzyıl Alman dili ve edebiyatının Türkiye’de tanınmasında çok önemli bir
FOTO: HORST RUDEL
“Almanca konuşulan ülkelerde üç milyondan fazla insanımız yaşamasına karşın Alman edebiyatından eserler kanımca Türkiye’de az okur buluyor. Bana sorarsanız, bunu nedenlerinden biri de geçen yüzyılın ikinci yarısında Almanya‘nın Böll ve Grass dışında çok başarılı bir edebiyatçı çıkarmamış olmasıdır. Son 30 yılda Türk toplumunun içinden ise Almanya’ya kıyasla başarılı daha çok edebiyatçı çıktı.”
rol oynamıştır. Çünkü ondan önce Almancadan çok az edebiyat eseri Türkçeye kazandırılmıştı. Ben onun da desteği ile başladığım çeviri uğraşımı 1967‘den bu yana sürdürüyorum. Almanca konuşulan ülkelerde üç milyondan fazla insanımız yaşamasına karşın Alman edebiyatından eserler kanımca Türkiye’de az okur buluyor. Bana sorarsanız, bunu nedenlerinden biri de geçen yüzyılın ikinci yarısında Almanya‘nın Böll ve Grass dışında çok başarılı bir edebiyatçı çıkarmamış olmasıdır. Son 30 yılda Türk toplumunun içinden ise Almanya’ya kıyasla başarılı daha çok edebiyatçı çıktı. Günümüzde Türkiye’de hâlâ Remarque, Seghers, Zweig, Fallada ve Roth’un 8090 yıl önce yazdıklarının büyük ilgi çekmesi, bunun en önemli kanıtıdır. Şunun da üzerinde durmak isterim: Sözünü ettiğim bu yazarların tümü insancıl, toplumcu ve savaş karşıtı idi! - İki edebiyatın birbirlerini gereğince veya yeterince etkilediği kanısında mısınız?
AHMET ARPAD - İki edebiyatın birbirlerini etkilediği kanısında değilim. Belki bu geçmişte
söz konusu idi. 1930’lu yıllardan başlayarak edebiyatçılarımız Batı edebiyatından etkilenmiştir. O yıllarda ise Almanya’da yukarıda sözünü ettiğim toplumsal eleştiri yapan yazarların kitapları ateşe atılmaktaydı. Ancak onların (özellikle Zweig ve Remarque) ateşe atılan kitapları Türkiye’de okunmaya başlanmıştı. Nazilerden kaçmak zorunda kalan bu iki yazarı Türk okuru 1940’lı yıllardan başlayarak Burhan Arpad aracılığı tanımıştır. - Türk-Alman dış ticaret rakamlarıyla iki ülkenin edebiyat alışverişleri arasında sanki bir paralellik var: Almanya (Alman edebiyatı) satın aldığından daha fazlasını Türkiye’ye (Türk edebiyatına) satıyor gibi... Almanya’nın ve Almancanın, iç içe yaşadığı yaklaşık 3 milyon Türkçeli insana rağmen, özel bir meraksızlığı mı var ve eğer varsa, siz bu dengesizliği, yani Almanya’nın bu alanda da verdiği “dış ticaret fazlasını”, nasıl görüyorsunuz? Bunun ne gibi sonuçları olur, neler yapmak gerekir?
AHMET ARPAD - Türkiye onlarca yıldır Avrupa Birliği‘ne aday bir ülkedir. Türkiye ve Avrupa arasındaki bağlar değişik dallarda özellikle son 20 yıldır hızla gelişmekte. Edebiyat alışverişinde de bir değişim ve gelişme yaşanmakta. Bu değişim özellikle son 10 yılda kendini hissettiriyor. 2005’te gerçekleştirilen Türkçe Çeviri Projesi (TEDA) kapsamında Türk edebiyatına yurtdışına açılma olanağı çıktı. 2006’da Orhan Pamuk’un Nobel ödülü alması, ardından ülkemizin 2008’de Frankfurt Kitap Fuarı’nda onur konuğu olması, bu gelişmeyi hızlandırdı. 1970’li yıllarda Alman okuru sadece Yaşar Kemal‘le Nâzım Hikmet‘i tanırken, şimdi Halide Edip Adıvar, Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Ayşe Kulin’e, Aslı Erdoğan’a ve Murathan Mungan’a kadar Türk edebiyatçılarını çok geniş bir yelpazede tanıma olanağını elde etti.
Türkiye ve Almanya arasındaki karşılıklı ilişkilerde, özellikle Almanya’da yaşayan Türk kökenli vatandaşların uyumu sürecinde edebiyatın önemli bir köprü görevi görebileceği insanlarımızın bu ülkeye gelişinin onlarca yıl ardından anlaşılmıştır! Bu nedenle Ernst Reuter Kültürlerarası Diyalog Girişimi çerçevesinde Alman Dışişleri Bakanlığı, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Kültür Enstitüsü, S.Fischer Vakfı ve Robert Bosch Vakfı ortak projeyle Türkçeden Almancaya, Almancadan Türkçeye yapılan başarılı çevirileri 2010 yılından bu yana iki büyük ödülle onurlandırmaya karar verdi. Son olarak da, yaptıkları çevirilerle iki ülke arasındaki kültür köprüsünü ayakta tutan çevirmenlerin bazı sorunlarına değinmek istiyorum. Almanya‘da özel yasalar sayesinde çevirmenler Türkiye’ye kıyasla çok daha iyi korunur ve güvence altına alınır. Türkiye’de ise edebiyat çevirmenliği bir meslek değildir, çevirmenler emeklerinin karşılığını, çok ünlü değiller ise, yeterince alamazlar, yasal hakları da zayıftır! Bu nedenle yabancı dillerden Türkçeye çeviri yapan başarılı çevirmenleri mumla aramak zorundayız. Türkçeden Almancaya edebiyat eserleri çeviren, bazılarını uzun yıllardır yakından tanıdığım Alman meslektaşlarım ise Türkiye’dekilerin sorunlarını kesinlikle yaşamıyor…
- Gerçekten de son dönemde Türkçeden Almancaya önemli yapıtların çevrildiğine tanık olduk. Hatta bu çerçevede kısa bir süre önce Berlin’de genç Türk edebiyatı üzerine uzmanlaşmış Binooki Verlag da kuruldu. Bu tür girişimler artıyor. Türkçeden Almancaya çıkan yeni süreci değerlendirebilir misiniz?
AHMET ARPAD - Son 80 yılda Türk edebiyatının çıkardığı “ünlüler” bugün Alman edebiyat dünyasında tanınıyorsa, bunda, TEDA projesinin ötesinde Stuttgart Robert Bosch Vakfı’nın Zürichli yayıncı Unionsverlag’ın “Türkische Bibliothek” projesine verdiği büyük desteği de unutmamak gerekir. Bu proje kapsamında yazarlarımızın 20 eseri 2005-2010 yılları arasında Alman dilinin konuşulduğu ülkelerde okurlarla buluştu.
AvrupaGüN
| 22
Berlin’de “Ayın Fotoğrafı” sergileri GÜLTEKİN EMRE
Sanat, ortak anlar, görüşler, bakışlar, düşünceler, düşler, yanıtlar için yola çıkılan ama grup halindeyken bile yalnız yapılan bir şeydir. Berlin’deki “Ayın Fotoğrafı” etkinlikler, sergiler dizisinde de bunu görmek olası. Bu yıl beşincisi düzenleniyor Ayın Fotoğrafı sergisinin. 19 Ekim’den 25 Kasım’a kadar sürecek bu sergiler zincirinde 100 fotoğraf ve video sanatçısı yer alıyor. 110 sergiyi içeren bu büyük, kapsamlı etkinliğin ana başlığı “Başkasının Bakışı” (Der Blick des Anderen). Yabancı olma ve yabancı görmeyi içeren fotoğraflar, Berlin’in çeşitli şık galerilerinde, vakıfların salonlarında, müzelerde görücüye çıktı. Çok yönlü ve tarihe not düşen, anların, mekânların, durumların, hallerin, konumların fotoğraflara yansıyan görünümlerin ve Avrupa’da yaşamın derin izlerini sunuyor sanatçılar. Ayrıca yabancılaşmanın boyutları, halleri, gölgeleri, sıkıntıları, değişen ruh hallerini de konu ediniyor fotoğraflar. Gerçeklik, düş ve kimlikler arasında gidip gelen yansımalar... Kültür çatışmalarının ardında yatan dünya... Bir başkası olma, yani “öteki”leşme... Öteki olmanın toplumdaki yarattığı rahatsızlıklar, huzursuzluklar ve dikkat çekme... Ayın Fotoğrafı ağı yalnızca Almanya’da değil, bu yıl başka ülkeleri de kapsıyor, sınırlarını genişletiyor, başka ülkelere de geçiyor: Berlin’den başka Bratislava, Budapeşte, Ljubljana, Luxemburg, Paris ve Viyana gibi başkentlerde de fotoğrafçıların fotoğraflarıyla oluşturdukları dünya bir ay boyunca izleyici karşısına çıkacak. Ruhsal konumların, uzak yaşamların, başka ülkelerin içinde sığıntı gibi duran “öteki”lerin... farklı halleri gözler önüne seriliyor fotoğraflarla. Ayrıca küreselleşmenin getirdiği yakınlaşma ve “öteki”lik,
uzaklık, mesafeler, mekânlar... yeni konumlara ya da var olanlara yeni bakışlar getiriyor. Bu kapsamlı sergiler zinciri, daha önce Kennedy Müzesi olan Sanatlar Akademisi binasında açıldı 18 Ekim’de. Açılışta fotoğraf sanatçıları da hazırdı. Açılan ve açılacak fotoğraf sergilerinin başlıkları bize nasıl bir zenginliğin gösterildiğini görmemizi de sağlıyor: Alman Vietnamlılar (Stefan Canham & Nguyen Phuong-Dan); Yüzyılın Kışı (Stephen Mooney); Simyacı Heinz Hajek-Halke’nin Son Dönem Işıklı Çalışmaları; Orman, Anıların Manzarası (Michael Lange; Buruşuk Kent (Stefan Boness); 1945 – 1989 Yıllarında Eski Alman Demokratik Cumhuriyeti’nden Fotoğraflar; Başkasının Bakışı (çeşitli fotoğrafçıların ürününden oluşan ortak bir sergi); Bauhaus Fotoğrafları (Werner David Feist); Özel ve Yabancı (fotoğraf öğrencilerinin çalışmaları); Anlık Fotoğraflar, Hareketsiz ve Hareketli Fotoğraflarla Berlin-Kreuzberg; Birlikte Anlar,İki İnsan, İki Kuşak, Bir Başkasına İki Ayrı Bakış (Ann Sophie Lindström, Marc eis); Bölünmüş Bakış, Batı ve Doğu Almanya’dan Gençlik Manzaraları; Bana Bakma (Nicole Ahland, Oreet Ashery); 2012 Alman Borsası’nın Fotoğrafları; Bilgisayar Müzesi’nde distURBA Nees – Can Fiction Beat freality? (ibault Brunnet); Ödünç Müzesi (Das Verborgene Museum) Karma Fotoğraf Sergisi, Fotoğrafçıların Portreleri; Fotoğraflarda Öznel ve Başkası (Hannah Höch İçin Sergi); Yabancı ve Kendi Ülkesi (Jonnek Jonneksson, Kai Löffelbein); Uzun Çekimler (Michael Wesely); Walking (orsten Kirchhoff); Açık Kent, Kahire – Süren Devrimden Yeni Fotoğraflar (çeşitli gazetelerin fotoğrafçılarının çektiği resimler); Aramızda (bir grup fotoğrafçının çalışması); Doğu ve Batı Bakışilarının Diyaloğu; Baskın Kültür Fotoğrafları; Gecenin Karanlığına Yolculuk (Michael Ackerman); Moissey Nappelbaum (1869 – 1958): Sovyet Ruhunun Portresi; Roma’daki Roma (Nihad Nino Posija; Dönüş filminden fotoğraflar, Pek Çok Toplumsal Bakışlar; Rusya’dan Renkli Nostalji Fotoğrafları; Heykel ve Yapı Fotoğrafları;
AvrupaGüN
| 23
Fantazi ve Düş; Nü Fotoğrafları; Berlin’den On İki Yanıt (on iki fotoğrafçının çalışması); Gizli! Berlin’in Steglitz ve Zehlendorf Semtlerinden Doğu Alman Milli İstihbaratı Stasi’nin Çektiği Fotoğraflar; Berlin’in İşgal Kuvvetlerinden Fotoğraflar; Mezbahadan Fotoğraflar; 1960’lı Yılların Fotoğrafları, Dennis Hopsper: e Lost Album; Sevginin Gözü (René Groebli); Maske Fotoğrafları (Jens Ullrich); Doğu Almanya’dan Punk Fotoğrafları (19801984); Soğuk Savaş ve Kalkınma Mucizesi (Herbert Maschke); Fotoğraflarla Jimi Hendrix; Mısır’ın Süren İlkyazı... Ve daha başkaları... Fotoğraf sanatçısı olmak için yola çıkan genç fotoğrafçıların yapıtlarının yanında projeler geliştirerek çekilen fotoğraflar da anları, durumları, mekânları... saptıyor, tarihe iz bırakıyor. Ülkeden ülkeye, kentten kente, insandan insana, sokaktan sokağa, nesneden nesneye, ışıktan karanlığa, hareketten sessizliğe, devinimsizliğe, etnoğrafik çalışmalardan mimariye, polis kayıtlarından gençlerin dünyasına... uzanıyor fotoğrafçılar. Sanat, ortak anlar, görüşler, bakışlar, düşünceler, düşler, yanıtlar... için yola çıkılan ama yalnız AvrupaGüN
| 24
yapılan bir şeydir grup çalışmaları, projeler olsa da. Ayın Fotoğrafı etkinlikler, sergiler dizisinde de bunu görmek olası. Bauhaus akımının fotoğrafçısı Macar asıllı Laszlo Moholy-Nagy yaşadığı 1920’li yılların tarihini, yaşamını görüntülerken etkili bir biçimde, Heinz Hajek-Halke de 1950’li yılların dünyasını yansıtıyor fotoğraflarıyla, o unutulan yılların, yaşamların... Yalnızca fotoğrafçı değil aynı zamanda desenci, heykeltıraş, ressam da bu özgün fotoğrafçı. Karanlık odada fizik ve kimyadan yola çıkıp benzersiz görüntüler elde etmeyi başaran ve nesnelerin dünyasına, düşüne de sokulan farklı bir sanatçı, fotoğrafçı. Grup resimlerinden bir bilim adamı titizliğiyle ince işlere yönelir ve simyacı olur. Işığı grafikle yoğurur. Işıklı, gölgeli grafikler elde eder. Yeni resimler, nesneler, düşler... ortaya koyar. Ayın Fotoğrafı, tarihe, yaşamlara, anlara, mekânlara, yabancı olma hallerine, ötekilere, kentlere, ülkelere, kadına ve erkeğe... ölümsüzlük kazandıracak bir ay boyunca.
Herr Buschkowsky, tarihi ve toplumu neden tersyüz etmek istiyor?
Her yerde bir Sarrazin TEVFİK TAŞ Almanlar da Fransızlar gibi dillerinin İngilizcenin etkisinden korunmasına önem verirler. Her fiil için üretilmiş bir kelimeleri vardır. Elbette bilimsel-teknolojik gelişmeye uygun terimleri kendi dillerinde türetmekte zorlanıyorlar. Misal, televizyona “Fernseher” diyebilmişler, ama bilgisayar Computer’de kalmış... Bisiklete “Fahrrad” demişler, ama otomobile bir karşılık bulamamışlar... “Bestseller” Amerikan İngilizcesinden dünya dillerine girmiş bir sözcük. Biliniyor; çok satan demek. Almanlar boş durmamış bu kavrama karşılık gelebilecek “meistverkauft” kelimesini türetmişler. Maalesef şansı yok. Tutmuyor. Çok satanlara bestseller denilmeye devam ediliyor. Elbette, çok satan çok okunan anlamına gelmiyor. Ancak, insanlar madem okumayacaklar, niçin satın alırlar ki? Bunun da bir açıklaması olmalı elbette: Kitle kültürü endüstrisi! Kitle kültürü endüstrisi kavramı Adorno’dan beri bildiğimiz üzere, özünde bir imal edilmiş gereksinimler kültürüdür. Dahil olduğu üretim mekanizmaları tarafından inşa edilir. Hal böyle olunca, herkesin aldığını almak, herkesin okuduğunu okumak farz olur. Dileyen buna sosyolojiye ait kavramlarla “statü birliği” ya da “tüketim nesneleri üzerinden kurulan aidiyet duygusu” da diyebilir... Meistverkauft kelimesinin Alman dil coğrafyasında dahi tutmadığını söyledik. Ama bu olguya karşılık düşen birçok satışı inkar edemeyiz. Hemen somutlayalım: Berlin’in Neukölln beldesinin Belediye Başkanı Heinz Buschkowsky’in yazdığı “Neukölln ist überall” (Neukölln Her Yerde) kısa sürede 2012’nin en çok satanları arasına giren kitabıdır. Her çok satanda olduğu gibi lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı, söylendi. Telepolis sitesinden Peter Nowak’ın özgün deyimiyle, “Sarrazin light” olan bu kitap, geçtiğimiz günlerde yine ırkçılık hezeyanı ile halkı kışkırtma suçlamasıyla mahkeme önüne çıkan NPD’nin şefi Voigt’un mahkeme heyetine kendi ırkçı argümanlarını savunabilmenin “aracı” diye sunduğu bir metin olarak da adından söz ettirdi. Elbette böyle düşünmeyenler de var. Haftalık Stern dergisinden Jonas Gerding, Buschkowsky’in Sarrazin’le benzerlikleri olduğunu kabul etmekle birlikte, Buschkowsky’in Sarrazin’den farklı
olarak “meselenin içinden” gelen bir kişi olduğunun altını çizerek şunu iddia ediyor: “Bu kitap ırkçı bir metin değildir. Göçmenlik ve uyum sorunlarını ele alan bir çalışmadır.” Almanya’nın prestijli gazetelerinden olan Süddeutsche Zeitung’dan Roland Preuss da, çark etmiş uyum politikalarından, karşıt toplumlardan ve gençler arasındaki yüksek şiddet oranından söz ederek, 300 bin nüfuslu beldenin yüzde 41’inin göçmen olması ve yüksek oranda muhtaçlara verilen sosyal yardımla (“Hartz IV”) geçinen insanların durumuna belediye başkanının önyargılarını da hesaba katılarak bakılmıştır, diye meseleyi özetlemiş. Neukölln Belediye Başkanı Buschkowsky, kitabın girişinde entegrasyonun herkesin cesaret edemediği bir konu olduğunu belirterek (s.11), bu cesaret isteyen işten hareketle ilginç bir benzetmede bulunuyor: “Alman Demokratik Cumhuriyeti, biraz da, Merkez Komitesi’nde kimse alışveriş merkezlerinde neler konuşulduğunu bilmediğinden çökmüştür.” (s. 13) “Gaflar” gırla gidiyor Buschkowsky’de. Nitekim “toplum”a uyum göstermiş nadir örneklerinden birini verdiğinde bile şöyle yazmaktan kendini alamıyor: “Klasik bir misafir işçi ailesi. Yalnızca bir amaçları vardı: Para kazanıp, çocuklarına yeni bir hayat ve gelecek sağlamak. Sonnenalle’de oturuyorlardı. Ebeveynler gündüzleri fabrikada çalışıyorlardı. Yanı sıra da ev temizliğine gidiyorlardı. Ve işe gitmeden önce de gazete dağıtımı yapıyorlardı. Ev temizliğine gittiklerinde, örneğin merdiven temizliği diyelim, çocuklar da onlarla birlikte olurlardı. Bugün bu ailenin iki yaşlısı İstanbul yakınlarındaki küçük evlerinde yaşıyorlar. Yanlarında da Almanlara özgü küçük bahçe anlayışını götürmüşler. Bahçe cüceleri ve rengarenk çiçekler ile komşularını hayranlık içinde bırakıyorlar.” (s.59-60) İşte böyle... Topluma uyum mu diyorsun? Çalışacaksın, hem de çok çalışacaksın... Hatta o kadar çalışacaksın ki, Türkiye’de hiç bilinmeyen bahçe ve çiçek yetiştirme işinde (de) Almanlara borçlu olacaksın. Buschkowsky’nin benzetmelerden yana sorunlu olduğunu söylemiştik. Gaflarına bir örnek daha: “Çinliler boşuna söylememiş: ‘İki efendiye
AvrupaGüN
| 25
AvrupaGüN
| 26
hizmetkarlık edemezsin’. Bizim toplumsal sistemimiz göçmenin geldiği ülkeden çok farklı inşaa edilmiştir. İkisini karıştırmak olmaz.” (s. 60-61) Bilinçaltını gizleme gereği duymayacak kadar “açık” ve “dobra” yazıyor Buschkowsky. “İki efendiye birden hizmet edemezsin ey göçmen!”, diyor. “Bize hizmet edeceksin, bize!” Efendi-uşak ilişkisini reddeden bir tahayyülün ise kitapta esamisi bile okunamıyor. Gerçekten de, Buschkowsky’nin “toplum”u, efendiyi kabul etmenin zorunlu olduğu bir toplumdur. Yalnız, aynı anda iki efendi birden olmaz. Uşak, efendilerinden birini seçmekle yükümlüdür. Kimsenin kimseyi sömürüp baskılamadığı bir toplum değil. Kendi türünün son sosyal demokratı sıfatıyla, asla “ham hayal” fikirlerle uğraşmaz Buschkowsky. Doğru ile yanlış, somut gerçeklik ile gönülde yatan, Buschkowsky’de iç içedir. Başka türlü olabilir mi zaten? Üstün kültürcülüğün ve sağ popülizmin alametifarikası bunlar değildir de nedir?. Neukölln beldesinin yoksul kuzey ve zengin güney diye bölünmesinin (s. 40) sorumlusunu da yabancılara bağlayacak kadar kestirmeci bir tuzu kuru orta sınıf temsilcisidir Buschkowsky. Haftalık Die Zeit gazetesine verdiği söyleşide, tüm sorunları göçmenler arasındaki eğitimsizliğe bağlayan yaklaşımına karşın Die Zeit muhabirinin, on yıl öncesine oranla yüksek öğrenime başlama sınavını (Abitur) tamamlayanların oranının iki katına çıkmasını nasıl yorumladığı sorusuna ise, bu kez de Abitur yapmayanların oranınının yüksekliğini gerekçe göstererek yanıt vermiştir. Yani oranlar, oranlar... Yine aynı gazetede, densiz gericinin birinin ettiği “Isst du Schwein, bist du Schwein!” (Domuz yiyen, domuzdur) sözüne karşı verdiği yanıt hiç de daha az gerici değildir: “On yıllardır burada yaşayan aileler, şayet çocukların topluma ulaşmalarını engel oluyorlarsa, onların valizlerini toplamalarına severek yardımcı olurum.” (www.zeit.de/2012/39/Heinz-Buschkowsky-Neukölln-Integration-Rassismus/Seite-3) İlginç değil mi? Buschkowsky çocukları seviyor, ama ailelerini değil! Valiz toplamanın ağız sulandıran haz duygusu da cabası... Son dönemde isim yapan “Türk asıllı sosyolog” Necla Kelek, bu konuda da geleneksel tavrını korudu. Buschkowsky’i “kendi türünün son sosyal demokratı” olarak kutsadı. Necla Kelek Hanım, Sarrazin ile Buschkowsky arasındaki fark konusundaki soruya da şu yanıtı verdi: “Bu iki ki-
şiden biri haklı olmak, diğeri ise bir şeyleri değiştirmek istiyor.” Necla Kelek, böylece Buschkowsky’ye sempatisini de dile getirmiş oldu. (www.welt.de/kultur/literarischewelt/article109 515326/Warum-Heinz-Buschkowsky-Rechthat.html) Ama meseleye Necla Kelek Hanım gibi bakmayanlar da var. 1999’dan 2001’e kadar Neukölln bölgesinde gazeteci olarak çalışan “taz” redaktörü Martin Reeh şu soruyu ortaya atıyor: “Niçin Neukölln çark etmiş uyumun eşanlamı oluyor da, hemen yanı başındaki Kreuzberg olmuyor?” “Yoksa” diye de devam ediyor Reeh, “bu sorun da SPD ve CDU´nun ortak politikalarının bağı olmasın?” Neukölln Beldesi’nin hemen yanı başında yer alan Friedrichshain-Kreuzberg Belediyesi’nin halen görevde olan Başkanı Franz Schulz ise aynı partiden (SPD) oldukları halde Buschkowsky’ye karşı tam tersi argümanlarla yanıt veriyor. Spiegel Online’de Frank Hornig’in kendisiyle yaptığı görüşmede şunları söylüyor Franz Schulz: “Meslektaşımın orada yazdıklarının gerçeklikle fazla bir ilişkisi bulunmuyor. Bu, olsa olsa onun panikleştirici sağ popülist eğilimini işaret eder.” Arno Frank’ın yerinde deyimiyle, “Buschkowsky yoksul olmak ile ‘asosyal’ olmayı karıştırıyor.” Çünkü asosyallik aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağı doğru yürüyen bir ilişki biçimidir. Bunun içindir ki, her zaman üst sınıfların sosyal ilişki sorunları vardır. Son olarak, Berlin Humboldt Üniversitesi’nden sosyal bilimci Naika Foroutan’ın belirttiği gibi: “Buschkowsy’in kitabı ırkçı bir metindir; kendisi bunu istememiş dahi olsa”. (Der Spiegel Nr. 40/2012, s.138-139.) Sosyal sorunlar kültürel bağlam içinde sunulmaya çalışılmış Buschkowsky’de. Çünkü yazar buradan bakıyor hayata. Orta sınıfların sözcülüğüne soyunmak, üstün kültürcülük, ırkçılık ve sağ popülist yaklaşım verili konjonktürde çok satabilir, ama buradan çıkış yok. Heinz Buschkowsky Neukölln ist überall Ulstein Verlag, Berlin, September 2012