Munih_Guvenlik_Konferansi_Bati_cephesinde_yeni_bir_sey_yok

Page 1


01_03_Guvenlik:Layout 1

03.02.2013

19:03 Uhr

Seite 2

İÇİNDEKİLER 3 Münih Güvenlik Konferansı 49 yaşına girdi “Batı Cephesinde Yeni bir Şey Yok” Dünya, birçok bölgesinde, özellikle de Batı’nın kapısı sayılan Ortadoğu’da cayır cayır yanarken, geleneksel bir uluslararası toplantıdan sadece “İyiyiz, iyi!” mesajı çıkması, “tam gaz duvara doğru gidildiği” tezlerine hak verdirdi.

6 Fuat Bultan, Türklerin Marko Paşa’sıydı Türkiye’de okuduğu kitapların etkisiyle Avrupa’yı merak eden Fuat Bultan, 1959 yılında çıktı Avrupa yoluna. Almanya’daki Türklerin danışmanlığını yaptı, sabırla onların sorunlarını dinledi, Alman yasaları konusunda yol gösterdi, yardımcı oldu ve on yıllarca “Türklerin Marko Paşası” olarak tanındı.

FUAT BULTAN İLE SÖYLEŞİ / CELAL ÖZCAN 12 Ülkü Gürkan-Schneider ile Yılmaz Karahasan’ın gözünden Almanya ve Türkler İleriye yürürken geriye düşmek Ülkü Gürkan-Schneider ve Yılmaz Karahasan, Almanya’ya kitlesel göç başlamadan hemen önce ve bir kültürel açlığı dindirmek için gelen gençlerdendi. Daha ileriyi ve daha zengini arıyorlar, kendilerinde olanı zenginleştirmek istiyorlardı.

ÖMER YAPRAKKIRAN-OSMAN ÇUTSAY 24 Avrupa’daki Türkçe medyanın büyük ihmali Almanya merkezli Türkçe medya, Avrupa’da, entelektüel seviyeyi hızla düşürerek, bir aydın arayışının çok uzağında kalmayı denedi. İlhan Selçuk’un “boyalı basın” dediği bu ürün ve içerdiği anlayış, her türlü aydınca arayışı Türkçe gazeteciliğin dışında bırakmaktan kaçamadı. Bugün Batı Avrupa’da Türkçe konuşan 5.5 milyonluk bir topluluk, bu dilde okuma ısrarını tamamen yitirmek üzeredir.

OSMAN ÇUTSAY

IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran

2 | 4 Şubat 2013 |

AvrupaGüN


01_03_Guvenlik:Layout 1

03.02.2013

19:03 Uhr

Seite 3

Münih Güvenlik Konferansı 49 yaşına girdi

FOTO: MSC

“Batı Cephesinde Yeni bir Şey Yok”

WOLFGANG ISCHINGER

Dünya, birçok bölgesinde, özellikle de Batı’nın kapısı sayılan Ortadoğu’da cayır cayır yanarken, geleneksel bir uluslararası toplantıdan sadece “İyiyiz, iyi!” mesajı çıkması, “tam gaz duvara doğru gidildiği” tezlerine hak verdirdi. Tarafların aynı yerde durduğuna ve Batı muhafazakârlığının tüm renkleriyle kendi haklılığından kuşku duymadığına tanık olundu. Batı’nın karar vericileri, hiçbir adım atmadıklarını ve atmayacaklarını bir kez daha yinelediler. Sanki hep birlikte yeni ve bu kez küresel bir “Yugoslavya duvarı” yaratılıyor: Avrupa’nın çeperinde yer alan ve belli bir gelişmişliğin altındaki her ülke parçalanmayı tadacaktır! “Her fani, ölümü tadacaktır” gibi bir şey bu...

MÜNİH/FRANKFURT - Genelde şubat ayı başında yapılan Münih Güvenlik Konferansı’nın yarım asrı doldurmasına bir yıl kaldı. Hafta sonunda gerçekleştirilen ve çarpıcı herhangi bir sonuç vermeyen konferansın bu 49’uncu yılına ABD Başbakan Yardımcısı Joe Biden’ın bazı yatıştırıcı mesajları damga vurdu. Barış hareketinin “Burada savaş işleri bağlanıyor” tezi ve çok cansız bir gösteriyle protesto ettiği konferansta, Suriye Savaşı’na yönelik, ama bilineni tekrarlamak dışında bir özellik taşımayan öneriler de gündemde büyük bir harekete neden olmadı. Bu hareketsizlik zaten belliydi. Örneğin Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Wolfgang Ischinger, toplantıdan bir gün önce ülkenin en etkili gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’da da yayımlanan aylık değerlendirmesinde, uluslararası toplumun artık Suriye sonrasına hazırlanması gerektiğini vurgulamıştı: “2012’de Suriye ihtilafında Batı ve Rusya, hep birlikte, başarısız olduk. Ama şimdi Esad sonrası zamana daha iyi hazırlanabiliriz, tabii Rusya eğer sorunun değil çözümün bir parçası olursa. Bu, füze savunma sorununda yeni bir ABD girişimini gerektiriyor. Buna ek olarak Rusya’nın Suriye sorununun çözümüne daha AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 3


01_03_Guvenlik:Layout 1

03.02.2013

19:03 Uhr

Seite 4

sıkı bir biçimde çekilmesi de şart. Yugoslavya Temas Grubu’na benzer biçimde bir tür Suriye Temas Grubu’na ihtiyacımız var. Bu grup, muhalefetteki ılımlı aktörleri güçlendirmeli, ortak bir barış planı sunmalı, kaçanlara ve acı çekenlere yardım etmeliydi.” Konferans, Suriye ile Yugoslavya arasındaki benzerlikleri vurgulayan böyle bir zihniyetle başlayınca ve bugün ortada Yugoslavya diye bir devletin olmadığı düşünülünce, yakın geleceğin bölge için hiç de parlak olmadığı tezlerinin haklılığı bir kez daha ortaya çıktı. ABD Başkanı Barack Obama’nın yakıcı önemde saymadığı toplantılara sürekli kendisini temsil için gönderdiği Başkan Yardımcısı Joe Biden, “patron”dan getirdiği mesajları sundu. ABD’nin en yakın müttefiklerinin hep Avrupalılar olduğunun altını çizen Biden, “Başkan Obama, Avrupa’yı ABD’nin uluslarası bağlantılarında temel direk olarak görüyor” dedi. Benzer bir iyimserliği Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’nin de paylaştığı gözlendi. Westerwelle’ye göre de, Avrupa’nın en güçlü kozunu, ABD ile arasındaki bu stratejik ortaklık oluşturuyordu. Alman Bakan, Atlantik’in iki kıyısındaki, bir başka deyişle, ABD ile AB arasındaki ekonomik ilişkilerin iyice geliştirilmesinden yana olduğunu vurgularken, “Atlantik ötesi ortak bir iç pazar oluşturmak için zaman olgunlaştı” diye konuştu.

Joe Biden: Hep aynı! ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın da açıkça kapsamlı bir ticaret anlaşmasından yana görüş belirtmesi dikkat çekti. Atlantik’in iki kıyısında böyle bir anlaşmaya yönelik farklı görüşler olduğunu, ancak bunların açılması gerektiğini savunan ABD’li politikacıya göre, kapsamlı bir ticaret anlaşması için ağırdan alınmaması önemliydi. Biden, uzun sürecek müzakere toplantılarına karşı uyardı ve böyle bir tuzağa düşülmemesini istedi. 4 | 4 Şubat 2013 |

AvrupaGüN

Ama Joe Biden’ın da asıl ilerlemenin Suriye meselesinde kat edilmesi gerektiğine yönelik vurgusu dikkat çekti. Herhangi bir somut adım atmayacağı anlaşılan Biden, Konferans Başkanı Wolfgang Ischinger’den hiç farklı düşünmediğini vurgulama ihtiyacıyla olmalı, Beşşar Esad’ı bir kez daha bir “tiran” olarak niteledi. Konferansta BM Suriye Özel Görevlisi Lahdar Brahimi’nin cuma akşamı Güvenlik Konseyi’ni duruma el koymaya yönelik çağrısı ve Suriye’nin parçalandığı uyarısı da tartışıldı. Bu arada Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, Esad’ın muhalif güçlere karşı kimyasal silah kullanacağı yolundaki söylentilere yeniden karşı çıktığı gözlendi. Lavrov, asıl tehlikenin bu tür silahların isyancıların eline düşmesinde yattığını hatırlattı. Konferans, Afrika’daki Mali sorunu ve bu ülkeye yapılan askeri harekatı da konu edindi. Almanya Savunma Bakanı omas de Maiziere, toplantı çerçevesindeki bir açıklamasında, Almanya’nın Mali operasyonuna yaptığı katkıyı artırdığını belirtti. Alman Bakan, 40 Alman askerinin mart ayından tibaren bölgedeki Mali silahlı kuvvetlerinin eğitimine yardımcı olacağını söyledi. omas de Maiziere, ayrıca Fransız savaş uçaklarının havada yakıt ikmali için de gerekli desteğin verileceğini yineledi. Bu iki konuda da Alman parlamentosunun şubat ayı içinde yetki vermesi gerekiyor, ancak onay çıkmasına kesin gözüyle bakılıyor. NATO Genel Sekereteri Anders Fogh Rasmussen ise konuşmasında Avrupalı ittifak üyelerinin savunma bütçelerinde tasarrufa gitmelerini eleştirdi. Anders, kısa bir süre sonra, ittifak üyelerinin ABD ile birlikte önemli bölgelerde harekete geçebilecek durumda olmayacaklarını kaydetti. Konferansta önemli bir tartışmayı İran’ın atom programı oluşturdu. Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, İran’a askeri bir müdahaleye karşı uyarılarını sürdürürken, “Asıl gerekli olan, siyasal ve diplomatik çözümdür.


01_03_Guvenlik:Layout 1

03.02.2013

19:03 Uhr

Seite 5

Taraflar tüm dikkatlerini bunlar üzerinde yoğunlaştırmalıdır” diye konuştu. Rusya Dışişleri Bakanı Serey Lavrov’un da İran atom programıyla ilgili olarak sadece askeri opsiyonlar üzerine konuşulmasının yanlışlığını belirtmesi dikkat çekti. Lavrov müzakareler üzerinde ısrarlı olunmasını istedi. Ancak ABD hükümetinden cuma günü İran’a yönelik sert tehditler konferans sürecinde yine de etkili oldu. Joe Biden, Tahran’a açıkça görüşmelere katılması çağrısında bulunurken “Hâlâ diplomasi için zaman ve yer mevcut. Ancak Tahran da artık müzakareler yönünde ciddi bir adım atmalıdır” diye konuştu. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de, İran hükümetinin ABD’nin temel konulardaki pazarlık- lara hazır olmasını değerlendirmesi gerektiğini söyledi. İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salehi ise ülkesinin ABD ile atom programı konusunda ikili görüşmelere kapalı olmadığı sinyalini verdi. Konferansa Alman barış hareketi zayıf bir protesto gösterisiyle karşı çıkmaya çalıştı. Yaklaşık bin gösterici, Münih Güvenlik Konferansı’nın bir “Savaş Propagandası Forumu” olmakla eleştirdi.

Sonuç: Eski tas eski hamam Münih Güvenlik Konferansı’nın 49’uncusu, sonuçta, dünya politikasında tüm ihtilafların yerinde saydığını, çatışmaların artarak sürdüğünü, salon ve otellerdeki ihtişam göz kamaştırsa da, tür toplantıların hiçbir şey getirmediğini bir kez daha göstermiş oldu. Özellikle 2 Şubat’taki toplantılarda “Security Community” mensupları, dünyadaki kanlı gelişmeler konusunda ellerinden hiçbir şey gelmediğini göstermek dışında herhangi bir belirlemede bulunamadılar. Avrupa’nın ekonomik krizle, hem içini hem de Ortadoğu gibi “kapısının önünü” yakmaya devam eden büyük cepheleşmeler aynen devam ediyordu ve Münih’ten bu konuda yeni bir ses çıkmadı. Suriye konusunda, tüm taraflardan temsilciler Güney Almanya’daki lüks otel ve salonlarda bir araya gelmelerine rağmen, birbirlerine pek umut veremediler. Belki de vermek istemediler. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, BM Özel Suriye Danışmanı Lakhdar Brahimi, hatta Suriye muhalefetinin “lideri” Moas Chatib’in aynı mekanda yüz yüze gelmeleri, Suriye’deki kanlı oyunun aynen devam edeceği dışında bir mesaj sunmuş olmadı. Sadece muhafazakar Batı’yı temsil eden güçler, Sergey Lavrov’dan gelen ve Rusya’nın Suriye’den çok kolay vazgeçmeyeceği yolundaki

mesajlarından biraz rahatsız oldular. Muas Chatib, görüşmelere açık olduğunu belirtti, ama aynı anda, ABD ve diğer “müttefikleri”, Suriye’deki uçak ve silahları imha etmek üzere müdahaleye de çağırdı. Joe Biden ve Brahimi ise politik çözüm taleplerini yinelediler. Sergey Lavrov, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in karşısında, ittifakın Avrupa’da füze savunma sistemi kurmasından Moskova’nın hâlâ çok rahatsız olduğunu bir kez daha ifade edebildi. Rus Bakan, krizlerin çözümünde “NATO merkezli konseptler” geliştirilmesinin, Rusya’da güvensizlik dışında yeni bir duygu uyandırmadığına dikkat çekti ve konvansiyonel silahların sınırlandırılması için bir anlaşmaya geri dönülmesine pek şans vermedi. Fakat bu, Rasmussen için sadece “malumu ilam” oldu. Aslında, Münih’e Joe Biden’ın, ABD’nin AB’yi yalnız bırakmadığını, bir Pasifik gücü olma zorunluluğu içindeki Washington’un Atlantik kıyılarını da boş bırakamayacağını birinci elden söylemek için geldiği ortaya çıktı. Barack Obama’nın, bir süre önce ABD’nin artık Pasifik’teki bir büyük güç olduğunu vurgulaması AB başkentlerinde tedirginlik yaratmıştı. Biden, her renkten Avrupa sağına bizzat “Siz bizim en eski ve en yakın müttefiklerimizsiniz ve öyle de kalacaksınız” demek zorunda kaldı. Böylece Amerikan yönetimi, ABD’nin hem Pasifik hem de Atlantik gücü, yani hâlâ bir “süper güç” olduğunu kaydetmiş oldu. Bu iddianın yeterli bir altyapısı olduğuna inanan uzman sayısı ise sınırlıydı. Gerçi Joe Biden’ın İran’a yönelik mesajında “Diplomasi için hem zaman hem de mekan mevcut” demesi kimi iyimserlerde “Acaba?” sorusuna neden oldu. Bu arada, Münih’e gelen AB Dışişleri Komiseri Catherine Aston’ın İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salehi ile görüşme çabaları da, bu alanda fazla bir umut yaratmadı. Tahran’ın bu koşullarda yeni bir adım atacağına Münih’te de kimse inanmıyordu. Durum biraz 3 Şubat pazar günü renk kazandı. İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salehi’nin, İran’ın ABD ile atom programı için ikili görüşmelere kapalı olmadığını ilan etmesi, gerçi İsrail bu açılımı anında reddetti ama, birçok kafada “Acaba, olabilir mi?” ışığının yanmasına neden oldu. Salehi, Joe Biden’ın önerisine “Karşı tarafın samimi niyeti varsa, biz bunu ciddiye alır ve gözden geçiririz” diye karşılık verince, çoktan biten konferansta bir geçici hareketlenme gözlendi. Buna rağmen, pazar gecesi itibariyle bakıldığında, Münih’te her şey başladığı gibi bitti. ■

AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 5


Yarım asırlık bir sürecin en tanınmış simgelerindendi

Fuat Bultan sevgilerle uğurlandı

MÜNİH – Türkiye’den Federal Almanya’ya göçün simge isimlerinden biri yaşamını yitirdi. Köln Radyosu’ndaki programlarında 40 yıl dinleyicilerin sosyal yaşama ilişkin dertlerini dinleyen, hukuksal sorunlarıyla ilgili çözüm yolları öneren ve Türklerin hemen hemen her konudaki sorularını yanıtlayan Fuat Bultan, sevdikleri ve dostlarının katılımıyla Münih'te toprağa verildi. Federal Almanya'ya 1959’da öğrenci olarak gelen Fuat Bultan, Türkiye’den işgücü göçüne de başından beri tanık oldu, sosyal danışman, sendikacı ve radyocu olarak bu ülkedeki Türk toplumunun öncüleri arasında yer aldı. WDR (Batı Alman Radyo ve Televizyon Kurumu) Türkçe Bölümü’nün yayın kadrosuna 1972’de katılan ve her salı “Ben Fuat Bultan” diyerek telefonlara çıktığı programıyla özellikle birinci ve ikinci kuşak Türklerin yaşamında büyük yeri olan Fuat Bultan, emekli olduktan sonra Münih'e yerleşmiş, ancak Köln Radyosu'ndaki programlarına da devam etmişti. 6 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

Köln Radyosu’ndan yapılan açıklamada “Fuat Ağabey, yaklaşık 8.000 telefonun yanı sıra, dinleyicilerden gelen 20.000 mektuba da yanıt verdi. Sadece dinleyiciler değil, WDR Türkçe Yayınları ekibi için de yeri doldurulamayacak bir kayıp” denildi. Fuat Bultan'ın Münih'teki cenaze törenine Almanya'nın birçok yerinden arkadaşları katıldı. Fuat Bultan, 1933 yılında Zonguldak’da doğdu. Burada Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’ni bitirdikten sonra farklı kültür ve ülkeleri tanımak amacıyla 1959 yılında Almanya’ya geldi. 1964 yılında Bochum’da açılan “Türk Danış”ta çalışmaya başlayan Bultan, Almanya'daki ilk Türk Danış görevlileri arasında yer aldı. 1972 yılında Almanya’daki Türk Danış’ların koordinatörü olarak Bonn’a atanan Bultan, Merkez Sekreterlik yönetimini emekliliğine kadar yürüttü. ■


Fuat Bultan, yarım asır boyunca Almanyalılarımız ve dertlerini konu aldı

Türklerin Marko Paşa’sıydı CELAL ÖZCAN

Türkiye’de okuduğu kitapların etkisiyle Avrupa’yı merak eden Fuat Bultan, 1959 yılında çıktı Avrupa yoluna. Almanya’daki Türklerin danışmanlığını yaptı, sabırla onların sorunlarını dinledi, Alman yasaları konusunda yol gösterdi, yardımcı oldu ve on yıllarca “Türklerin Marko Paşası” olarak tanındı. Hürriyet gazetesi muhabir ve yazarı Celal Özcan, göçün 50’nci yılı kapsamında kendisiyle geniş bir söyleşi yapmış ve bunu önce kendi gazetesinde daha sonra da “Hürriyet Tanıklığında Göçün 50 Yılı” adlı geniş kitapta yayımlamıştı. Tarihsel belge niteliğindeki bu ilginç söyleşiyi sunuyoruz.

MÜNİH – Almanya’nın Köln Radyosu’nda Türklerin sorularına cevap arayan ve Marko Paşa’yla özdeşleşen Fuat Bultan, göçü ve değişen sorunları canlı bir şekilde yaşamış, bu tarihe tanıklık etmiş biri. 50 yıllık göçün tarihini derinlemesine yaşayan Fuat Bultan, okuduğu kitaplardan merak ettiği Avrupa’yı tanımak için 1959’da yaş gününde İstanbul Tophane’den bir gemiye binerek “Ver elini Venedik” dedi. Bir hafta sonra da trenle Almanya’ya gelen Fuat Bultan’ın aklında uzun süre yurt dışında kalmak elbette yoktu. 1961’de Türk işçileri Almanya’ya gelmeye başlayınca sosyal danışman olarak atanan Bultan, bir yandan Köln Radyosu’nda da program yapmaya başlar. Emekliye ayrılmasına rağmen halen Köln Radyosu’nda soruları yanıtlamaya devam eden Bultan, şimdi eşi, oğlu ve iki torunuyla birlikte Münih’te yaşıyor. AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 7


1933 yılında Zonguldak’ta doğan, bugünkü adıyla meslek lisesi denilen sanat okulunu bitirdikten sonra Zonguldak’taki taş kömürü işletmeleri için Amerikalılar tarafından açılan özel bir okulda işletme yönetimi eğitimi gören Fuat Bultan, maden kömürü tesislerinde işletme şefi olarak çalışır. Fuat Bultan ile Almanya macerasının nasıl başladığını konuştuk. Fuat Bey, hangi rüzgar sizi Almanya’ya attı?

FUAT BULTAN - Avrupa merakım 1950’lerde okuduğum Varlık Yayınları kitaplarıyla başladı. Kitaplarda okuduğum Avrupa’yı tanımak için 1959 Kasım’ında, yaş günümde, İstanbul Tophane’den gemiyle ayrıldım ve dört günlük bir yolculuktan sonra Venedik’e geldim. Beş gün kaldığım Venedik’te birgün San Marco Meydanı’nda dolaşırken, üstü başı perişan bir İtalyan, elinde çoktan yarılanmış şarap şişesiyle “Yaşasın komünizm” diye bağırıyordu. Bu tür bir ifade özgürlüğünü tanımadığım için kendisini hemen tutuklayacaklar diye düşünmüştüm o zamanlar. Venedik’ten trenle Almanya’ya geldim. Almanya’da hangi iş ile meşgul oldunuz?

FUAT BULTAN - Hem dil öğrenmek hem de ülkeyi daha yakından tanıyabilmek için bir fabrikada çalışmaya başladım. Eşimle de burada tanıştım. 1961 yılında Türkiye ile Almanya arasında yapılan anlaşmadan sonra Türk işçileri Almanya’ya gelmeye başladı. Metal Sanayi Sendikaları bu işçilerle ilgilenmeye başlayınca ben de sendika tarafından eğitim seminerlerinde görevlendirildim. 1964’te sosyal danışman olarak çalışmaya başladım. Bir yandan Köln Radyosu’nda da çalışıyordum. Aradan neredeyse 50 yıl geçti. Oysa Avrupa’ya gelirken böylesine uzun bir süre yurt dışında kalacağımı hiç düşünmemiştim. Yaşam, işte hep böyle sürprizlerle dolu. O zamanlar Almanya’da sosyal danışmanlık mesleği var mıydı?

FUAT BULTAN - Almanya’da sosyal danışmanlık mesleği yabancı işgücü göçüyle başladı. Federal hükümet 1962 yılında “Arbeiterwohlfahrt” dediğimiz sosyal yardım kuruluşunu Türklerin sosyal ve kültürel haklarının koruması için görevlendirdi. Onun bünyesinde hepimizin tanıdığı “Türkdanış” oluşturuldu. Katolik kilisesine bağlı “Caritas” İtalyan, Portekiz ve İspanyollarla ilgilenirken, Protestan kilisesine bağlı “Diakonisches Werk” de Yunanlılarla ilgilenme görevini üstlenmişti. 1969 yılında Alman Sendikalar Birliği DGB’nin burslu öğrencisi olarak Dortmund’daki Sosyal Akademi’de öğrenim gördüm. Öğrenimin 8 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

ağırlıklı bölümünü sosyal politika, sosyal hukuk ve iş hukuku oluşturuyordu. Bu görevimi 1972’de genel merkez yöneticisi olarak Bonn’a atanıncaya kadar Bochum kentinde sürdürdüm. Sosyal danışman olarak göreve başladığınızda Türklerin sorunları nelerdi?

FUAT BULTAN - İlk başladığım günlerde Almanya’da vefat eden Türklerle ilgili bir sorun vardı. Bochum ve yöresinde üç yurttaşımız vefat etmişti. Biri hastalığına yenik düşen bir öğretmendi. Diğer ikisi Opel fabrikasında ve madende meydana gelen iş kazalarında ölen yurttaşlarımızdı. O yıllarda Almanya’da ölen yurttaşlarımızın cenazelerinin Türkiye’ye nakli ve geride kalanlarla ilgilenen kurumlar yoktu. Türk işçilerinin ve bazı firmaların yaptıkları bağışlarla gerekli işlemleri tamamlattıktan sonra bu üç yurttaşımızın cenazelerini Türkiye’ye göndermiştik. O tarihlerde burada ölenlerin Türkiye’deki yakınlarına dul ve yetim aylıkları bağlanmıyordu. 1965 yılında yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Anlaşması ile bu tür haklar Türkiye’ye de ödenir oldu. Bu sözleşme burada yaşayan tüm yurttaşlarımız için bir dönüm noktası oldu. 1960’lı yıllarda iş sözleşmeleriyle Almanya’ya gelenlerin sorunları, kendilerine buradaki çalışma ve yaşam koşulları hakkında yeterli bilginin verilmemiş olmasından kaynaklanıyordu. İnsanlarımız bu bilgilere ancak burada kaldıkları süreç içinde ulaşabildiler. Örneğin bir işçi buraya gelmeden önce alacağı ücretin miktarını biliyordu ama bu parayla neler alabileceğini bilmiyordu. Kırsal kesimden gelen, kent yaşamını tanımayanlar sanayi toplumundaki iş yaşamının hızlı ve düzenli temposuna ayak uydurmakta büyük zorluklar çekti. Almanca bilmedikleri için her yazı ve belge için poliste ve mahkemede bir tercümana gereksinim duyuyorlardı. Bu nedenle 1972’de Türk Danış bünyesinde merkezi bir tercüme bürosu oluştu. İlk yıllarda en sık karşılaşılan sorunların başında iş akti ile ilgili anlaşmazlıklar geliyordu. Örneğin, madenciyim diyerek Almanya’ya gelip madenci olmadığı anlaşılanların ve yeraltında çalışmaktan korkanların iş akitleri, oturma ve çalışma izinleri iptal ediliyordu. Bu kişilerin Türkiye’ye geri gönderilmelerini işverenlerle görüşerek engellemeye çalışıyorduk. O zaman karşılaştığımız sorunlardan biri de şöyleydi: Wienerwald’a bulaşıkçı olarak çalışan 6 Türk kadının iş akti, tuvalette ellerini kullandıkları ve bunun hijyenik olmadığı gerekçesiyle feshedilmişti. İşverenle anlaşarak bu kadınların, hijyen konusunun böylesine hassas olmadığı bir


başka işyerinde çalışmalarını sağladık. Türkiye’den eşinin yanına gelenler başlangıçta, çalışma izni alamadıkları için çalışamıyordu. Bu durum aile içinde gerginliklere yol açıyordu. İş hayatına atıldıktan sonra ekonomik bağımsızlığını kazanan kadın, bağımsız davranmak isteyince bu sefer de aile içinde boşanmaya varan anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Ücretlerin düşük olması veya çalışılan saatlerin eksik ödenmesi, işçi yurtlarındaki kötü koşullardan kaynaklanan sorunlar, sosyal danışmanların gündeminden hiç düşmezdi. Türkiye’deki çocuklar için ödenen çocuk paraları formlarının ve vergi beyannamelerinin doldurulması ve gerekli belgelerin Almancaya çevirisi zamanımızın büyük bölümünü alıyordu. Evden atılan kadınların sığınabilecekleri bir kadınlar yurdu bile yoktu o zamanlar. - Konut sorunu var mıydı?

FUAT BULTAN - O zaman eşleri getirebilmek için sanıyorum 3 yıllık bir bekleme süresi

vardı ve yeterli büyüklükte bir konut göstermek gerekiyordu. O dönemde Türklerin ev bulabilmesi tahmin edemeyeceğiniz kadar zordu. İnsanlarımız çoğunlukla tek göz, banyosuz ve hatta tuvaleti evin dışında olan konutlarda oturmak zorunda kalıyordu. - Yabancı düşmanı saldırılar oluyor muydu?

FUAT BULTAN - Hayır, bugünkü anlamda yabancı düşmanlığı yoktu. Ancak Türklerin yüksek bir tempo ile çalışarak akort zamanlarını altüst etmeleri, işyerlerinde sürtüşmelere neden oluyordu. Zira Türkler, Almanya’daki çalışmalarını kısa süreli gördükleri için daha yüksek bir tempoyla çalışabiliyorlardı. Almanlarsa uzun süreli bir çalışma yaşamını dikkate alarak çalışıyorlardı. Yabancı düşmanlığı ve yabancıyı reddeden tavır, 1973’te “Petrol krizi” ile başladı. Yabancı işçi getirilmesine son verildi ve yabancıların ülkelerine dönmeleri istenmeye başlandı. “Almanlar işsiz, yabancılar çalışıyor” gibi açıklamaAvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 9


lar, kuyuların zehirlenmesine neden oldu. Doğal olarak, bu tür açıklamalar yabancı düşmanlığını körüklüyordu. 1983 yılında geri dönüşü teşvik amacıyla bir yasa çıkarılarak ülkesine geri dönmeyi kabul eden Türk işçilerine, emeklilik sigortasına ödemiş oldukları primleri hemen alabilme olanağı tanındı. Ayrıca, işsizlik parası hakkından yararlanmaktan vazgeçip hemen ülkesine dönen Türklere, 10 bin 500 Mark gibi bir ödeme yapıldı. Bu yasadan yararlanıp ülkesine dönen Türklerin sayısı eş ve çocuklarıyla birlikte 300 bin kadardı. - Sonra sorunlar ne yönde değişti?

FUAT BULTAN - 1960’lı yıllarda Almanya’ya genç yaşta gelen insanlarımız emekli olmaya başlayınca bu konuda sorunlar çıkmaya başladı. Alman yurttaşlığına geçiş de önemli bir konu haline geldi. Alman vatandaşı olursam yeniden Türk vatandaşlığını alabilir miyim? Alman vatandaşı olursam Türkiye’de ne kadar kalabilirim, cenazem Türkiye’ye gider mi gibi sorular soruluyor. Türkiye’den yeniden Almanya’ya nasıl gelebileceğini soranlar olduğu gibi, emeklilik sigortasına ödenen işveren paylarını nasıl alabileceklerini soranlar da oluyor. Türkiye’de yaşayan eşlerden bazen nafaka ile ilgili sorular da alıyoruz. Yeni göç yasası ile gelen ve aile bütünlüğünü büyük ölçüde engelleyen yenilikler gündemden

10 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

düşmüyor. Özellikle gelecek kişinin asgari düzeyde de olsa, Almanca bilmek zorunda oluşu büyük sorun yaratıyor. Aile bütünlüğü için Goethe Enstitüsü’nün 1A kursu düzeyinde bir Almanca aranıyor. Türkiye’de Antalya, İzmir, İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde Almanca kursları var. Başka yerlerde ikamet edenler Almancayı nerede öğrenecek? Yasa buna yanıt vermiyor ve bunu kişinin kendi sorunu olarak görüyor. Daha önce 2147, sonra da 3201 sayılı yasalarla yurt dışındaki sürelerin sigortalılık açısından değerlendirilmesine olanak tanındı. Ancak


uygulamada aranan kesin dönüş koşulu ve borçlanma için istenen prim miktarları, çok sayıda yurttaşımızın bu olanaklardan yararlanabilmesine olanak tanımıyor. - Ne kadar mektup ya da telefon geliyor sizin programınıza?

FUAT BULTAN - Ben Köln Radyosu’ndaki programlarıma 1972 yılında başladım. Ayda 90120 arası mektup gelirdi. İlginç bulduklarım programda soru ve yanıt biçiminde okunurdu. Daha sonra sorulara stüdyodan telefonla yanıt vermeye başladım. 25-30 kişi arayıp sorular soruyordu. Bu programlar daha ilginç oldu. - Gençlerden sorular geliyor mu?

FUAT BULTAN - Üçüncü kuşaktan az soru geliyor doğal olarak. Bu kuşak, Almanya’da mevcut sosyal hizmetlerden yararlanmasını biliyor. Dil sorunu da olmadığı için sorunlarını kendisi çözüyor çoğunlukla. Ama cezaevindeki gençler arıyor. Cezaevlerindeki koşullardan şikayet ediyorlar ve bir mübadele durumunda Türkiye’de de yeniden yargılanıp yargılanamayacaklarını soruyorlar. Türkiye’de yeniden yargılanmak, suçun bir bölümünün Türkiye’de işlenmiş olup olmadığına bağlı. Örneğin Türkiye’de uyuşturucu alıp Almanya’da bu uyuşturucu madde ile yakalananlar, Türkiye’ye iade edilirlerse yeniden yargılanabilirler. Eğer Türkiye’de bu suç için daha ağır bir ceza öngörülüyorsa, bu cezaya çarptırılabilirler. - İlk dönemlerle kıyaslama yaptığınızda Almanya’da Türkler için iyiye doğru bir gelişmeden söz edebilir miyiz?

FUAT BULTAN - İyiye doğru geliştiğini söyleyebileceğimiz yanlar var. Türk toplumunun kendisini artık burada yerleşik ve toplumun bir parçası olarak görmesi olumlu. Artık valizleri kapının arkasında beklemiyor ve geleceklerini daha uzun vadeli planlayabiliyorlar. Toplumun belli kesimlerinde söz sahibi olmaya başladılar. Ev ve işyeri sahibi olanların sayısı giderek artıyor. Ne var ki, toplumumuzun büyük bir kesimi de, etnik ve kültürel kimliği koruma gerekçesiyle, yaşamını burada noktalayacağını bildiği halde içinde yaşadığı bu topluma ayak uydurmakta direniyor. Yabancı düşmanlığının Türk düşmanlığına dönüşmesi ve Türklerin boy hedefi gösterilmesi ise endişe verici bir gelişme.

Saygıdeğer Ağabeyciğim Helmut Kohl! Bazı Türklerin şikâyetlerini Alman makamlarına hatta başbakana dahi yazdığını, bu mektupların başbakanlık kaleminden yanıtlanması için Türkdanış’a gönderildiğini belirten Fuat Bultan, bu dönemde çok ilginç mektuplar okuduğunu aktardı ve şunları söyledi: “Para, oturma izni, iş yeri sorunlarının çözümünü isteyenler olduğu gibi, Türkiye’deki sakat bir akrabasının Almanya’da tedavi edilmesini isteyenler bile vardı. Ama en ilginci hitap tarzlarıydı. Mesela o zaman başbakan Kohl’e yazılmış bir mektup “Çok sevimli Helmut ağabeyim”, bir başka mektup ise 'Saygıdeğer ağabeyciğim Helmut Kohl' diye başlıyordu. Başbakan Willy Brandt’a hitaben gönderilen bir mektubun başlığı ise 'Sevgili ve kıymetli Willy' idi. Türkiye’den Willy Brandt’a bir şikayet mektubu yazan bu kişi, Alman polislerin kendisini çok dövdüğünü ama hastanede kendisine iyi bakıldığını, şimdi Türkiye’ye gönderildiği için Almanya’daki çocuklarını göremediğini anlatıyor ve Almanya’ya geri gelebilmek için Brandt’tan yardım istiyordu.

AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 11


Ülkü Gürkan-Schneider ile Yılmaz Karahasan’ın gözünden Almanya, Türkler ve kültür

İleriye yürürken geriye düşmek OSMAN ÇUTSAY | ÖMeR YAPRAKKIRAN

ÜLKÜ GÜRKAN ve YILMAZ KARAHASAN

Ahmet Hamdi Tanpınar, 1958 yılında gittiği Paris’te, 230 yıl önce aynı yerden geçmiş Yirmisekiz Mehmet Çelebi’yi değil, aslında aydını anlatıyordu: “Onlar gittikleri yerlerden bir şey getirmesini bilen insanlardı.” Aydın, gerçekten de gittiği dünyaya geldiği dünyadan, içinden çıktığı topraklara ve halka da gittiği yerlerden mutlaka bir şeyler taşıyan, onları zenginleştiren, üstelik bunu bir görev, bir sorumluluk olarak yaşayan insandır. Ülkü GürkanSchneider ve Yılmaz Karahasan, Almanya’ya kitlesel göç başlamadan hemen önce ve bir kültürel açlığı dindirmek için gelen gençlerdendi.

12 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

Daha ileriyi ve daha zengini arıyorlar, kendilerinde olanı zenginleştirmek istiyorlardı. Aydınlanma düşüncesinin temel yapıtlarından haberdardılar. Ayrıca, dinin siyasetteki ve toplumsal yaşamdaki dolaysız etkisini önemli ölçüde kırmış genç ve aydınlanmacı bir cumhuriyetin çok genç çocuklarıydılar. Ülkü ve Yılmaz, geldikleri bu ülkenin birer parçası, ama eleştirel bir parçası oldular. Tıpkı Türkiye’nin de eleştirel bir parçası olmayı sürdürdükleri gibi. Türkiye’yi daha ileri taşımak istiyorlardı, ama Federal Almanya’yı da daha ileri taşımak istiyorlardı. Bunun bir maliyeti oldu.


Çok genç iki insan, Ülkü ile Yılmaz, Almanya’da dili yaşam mücadelelerinin ilk büyük adımlarını atmaya hazırlanırken, aynı anda, ömür macerasının sonunda, Paris’te bir tür uzatma yaşadığını kendi kendine itiraf etmeye hazırlanan Ahmet Hamdi Tanpınar, geç geldiği ama hep hayranı olduğu bu kültür başkentiyle ilgili izlenimlerini Cumhuriyet gazetesinde yayımlıyordu. Gazetenin 20 Nisan 1958 tarihli sayısındaki “Paris Tesadüfleri II / Meşhurların Evleri” başlıklı yazısında, artık Almancaya da girmiş Türk edebiyatının bu gerçekten çok zengin kalemi, bir insan tipine dikkat çekiyordu: “Dün otelimin bana temin ettiği büsbütün başka cinsten bir eski zaman konuştuğunu öğrendim. Paris’te uzun müddet yaşayan ve şehri iyi bilen bir dost, onunla yanı başındaki otelin (Verlaine’in kaldığı otel) yerinde bulunan büyük konakta, vaktiyle Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin misafir olduğunu söyledi. Şimdi uykusuz gecelerimde binayı bütün etrafla beraber sarsan tren ve kamyon gürültülerine benim için bu sefaret heyetiyle İstanbul’dan gelen atların kişnemeleri karışıyor. Kimbilir, Yirmisekiz Çelebi, benim şimdi yattığım odanın yerinde bulunan bir odada yatıyordu ve yanı başındaki odada kendisini o kadar rahatsız eden ziyaretçi kalabalığının karşısında yemeklerini yiyordu. Paris içindeki uzun ve yavaş yavaş bir takım hakikatlere uyanan dolaşmalarında etraftakilerden güçlükle sakladığı hayret ve ümitsizliklerini yakınlarına ve bilhassa oğlu Mehmed Said Galib Paşa’ya gene bu odalardan birinde anlatıyordu. Tarihimizde hiçbir şey, bu baba ve oğulun Av-

rupa ile şahsi temasları kadar faydalı ve mühim olmadı. İlk Türk matbaası bu sayede açıldı. Onlar gittikleri yerlerden bir şey getirmesini bilen insanlardı.” Aydını herhalde biraz da bu ısrar ve inatla, bu bağlılıkla tanımlamak gerekecektir: Gittiği dünyaya geldiği dünyadan, içinden çıktığı topraklara ve halka da gittiği yerlerden mutlaka bir şeyler taşıyan, onları zenginleştiren, üstelik bunu bir görev, bir sorumluluk olarak yaşayan insan. Ülkü Gürkan-Schneider ve Yılmaz Karahasan, Almanya’ya kitlesel göç başlamadan hemen önce ve bir kültürel açlığı dindirmek için gelenlerdendi. Daha ileriyi ve daha zengini arıyorlar, kendilerinde olanı zenginleştirmek istiyorlardı. Elbette boş değillerdi, aydınlanma düşüncesinin temel yapıtlarından haberdardılar. Ayrıca, dinin siyasetteki ve toplumsal yaşamdaki dolaysız etkisini önemli ölçüde kırmış genç ve aydınlanmacı bir cumhuriyetin çok genç çocuklarıydılar. Doluydular ve bu anlamda kültüre aç geldiler. Sadece “muasır medeniyetin” kendi dilinden ve içinden beslenmek, hem Almanya’ya ve Alman halkına, hem de Türkiye’ye ve Türk halkına bir şeyler taşımak, yeni ufuklara da yelken açmak istiyorlardı. Ülkü ve Yılmaz, çok gençken geldikleri bu ülkenin birer parçası, ama eleştirel bir parçası oldular. Tıpkı Türkiye’nin de eleştirel bir parçası olmayı sürdürdükleri gibi. Türkiye’yi daha ileri taşımak istiyorlardı, ama Federal Almanya’yı da daha ileri taşımak istiyorlardı. Bunun bir maliyeti oldu. AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 13


Bazı yollardan geçtiler. Almanya’ya işgücü göçünün ortaya çıkardığı tablonun en temiz yüzlerini temsil ettiler. Kendi seçtikleri yollarda, hep daha ileri ve barış dolu bir dünya için uğraş verdiler. Hâlâ da veriyorlar. Türkçenin ve tüm Türkçelilerin yüz akı bir kuşağın temsilcisidirler. Ülkü Gürkan-Schneider ve Yılmaz Karahasan, Türklerin Almanya’ya kitlesel göçünü ana hatlarıyla yeniden değerlendirdi. - Tunç Okan’ın ünlü “Otobüs” filmini eleştirirken Aziz Nesin, 1975 falan olmalı, Türkiye insanının gelişmiş bir sanayi ülkesinde de hiç öyle filmde sergilendiği gibi davranmayacağı uyarısında bulunmuştu... Siz, Türkiye’den gelen işgücünün tüm davranış biçimlerine yakından, hatta neredeyse ilk saatlerinden itibaren tanık oldunuz. Türkiye kökenli bu insanlar, nasıl bir kültürel sıkışmışlık içinde oldular? Nasıl bir kültürel çaba içine girdiler?

ÜLKÜ GÜRKAN – Şu anda Almanların kafasında bir Türk resmi var, ama o Türk resmi 60’lardaki Türk resmi değil bence. Bilindiği gibi, iki ülke arasındaki işgücü anlaşması 1961’de yapılıyor ve “göç” başlıyor. Bense Almanya’ya 1956’da geldim. Geldiğimde savaşın sonuçlarını gördüm. Almanya dökülüyordu, opera binası falan yıkıktı. Ayrıca insanların kılık kıyafetleri de dökülüyordu. Oya Baydar’ın yeni kitabında var, benden bahsediyor ve “Ülkü biraz eliterdir” diyor, hakikaten de eliterdim. Frankfurt Üniversitesi’nde insanlar benim üstüme başıma hayranlıkla bakarlardı. 1961’den 1967’ye kadar 14 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

Almanya’ya Türkiye’den gelenler, daha çok İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerden gelen insanlardı. Büyük çoğunluğu sanat okulu mezunu veya kalifiye işçilerdi. Ayrıca Türkiye’den gelmiş çok doktor, mühendis arkadaşlarımız da vardı. Yani bu insanların Türkiye’den getirdikleri bir kültür vardı. Nitekim biz Türk Halkevi’ni kurarken de, bizi etkileyen, o Türkiye’den getirdiğimiz Halkevleri kültürüdür. Ama 1967’den sonra 1970’e doğru bu kaynaklar tükendi. Türkiye’nin görece sanayileşmiş bölgelerindeki insan malzemesi bittiği için de “içe doğru” bir kayış oldu. Orta ve Doğu Anadolu’dan insanlar gelmeye başladı. İnsanlar, önce sağlık ve meslek açısından elenerek seçiliyordu. Ama Almanya’da ekonomik durum bir ekonomik patlamaya dönüşünce ve bizdeki, yani Türkiye’deki kaynaklar da tükenmeye başlayınca, iş Anadolu’nun doğu ve güneydoğusuna kaydı. Kalifiye işgücü olayı da yavaş yavaş bitti... - Kültür de mi?

ÜLKÜ GÜRKAN - Kültür de bitti tabii. Ama beni ilgilendiren kültür, bizim burada 1970’lere kadar işçilerle birlikte yaratmaya çalıştığımız kültürdü. Berlin’de mesela, Vasıf Öngören, daha o zamanlarda, 1963 olmalı, bir işçi tiyatrosu kurmuştu. Frankfurt’ta, Köln’de müzik, tiyatro, folklor, kütüphane... Seminerler de yapıyorduk. Bunları da sadece Türklere yapmıyorduk Almanlarla birlikte yapıyorduk. AWO’lar (Arbeiterwohlfahrt-İşçi Sosyal Yardım Kurumu) ve sendikalarla birlikte... Dinliyorlardı bizi insanlar. Demek ki kendimizi dinletmeyi de beceri-


yormuşuz. Berlin’de Tahsin İncirci’lerin öncülüğünde bir işçi korosu kurulmuştu, yıllarca sürdü o koronun etkinlikleri. Yani bir “kalite” vardı; bu kalite 70’lerin ortası ve 1980’e kadar sürdü. - Şöyle diyebilir miyiz? Atatürkçü bir ailenin yetiştirdiği bir genç kız olarak yüksek öğrenim için geldiğiniz bu ülkede önce bir şaşkınlık yaşadınız. Toplumsal ve hatta kültürel düzeyi, tabii genel gelir düzeyini de geri bulduğunuz için yaşanan bir şaşkınlıktı bu...

ÜLKÜ GÜRKAN – Yaşadım tabii. O zamanlar, 1950’lerin ikinci yarısı, 1 DM galiba 68 kuruş falandı. Benim ailem bana 260 TL gönderirdi ve bir burada 385 DM alırdık. 1957-58’ten söz ediyoruz. Bu, büyük paraydı. Alman işçisi o zamanlar 200-300 DM falan aylık ücret alıyordu. Aradaki fark büyüktü gerçekten. - Peki, Yılmaz Karahasan nasıl bir şaşkınlık yaşadı?

YILMAZ KARAHASAN – Ben Almanya’ya ilk kez 1958’de gelmiştim. İlk şaşkınlığım bisiklet oldu. Bu ülkeye indiğimde yüzlerce binlerce bisiklet gördüm. Türkiye’de çok azdı ve bir ayrıcalıktı. Ama Almanya’da ilk gördüğüm şey, binlerce bisiklet oldu. Belirli bir ilerleme olduğunu ilk orada gördüm. Geldiğimde hiç Almanca bilmiyordum. Çalıştığım firma uğraştı ve beni Goethe Enstitüsü’ne gönderdiler, öğrenim parasını üstlenerek. Tabii geriye de gönderebilirlerdi, “Almanca bilmiyorsun, geri git” diyebilirlerdi; demediler. İnsancıl bir davranıştı. Orada dikkatimi çeken bir başka şey de, hafta sonlarında kurulan dev çadırlar ve bu dev çadırlarda yüzlerce kişinin müzikle kol kola şarkı söyleyip iki yana sallanarak eğlenmesi oldu. Beni şaşırtan şey şuydu: Bizim orada, Türkiye’de, üç beş kişi meyhanede içki içse mutlaka sonunda bir kavga çıkardı; burada yüzlerce kişi birlikte içiyor, ama kavga falan yok. Üçüncü dikkatimi çeken şey: Kadınlar sokaklarda şu geleneksel önlükle dolaşıyor. Ben de bunlara “Yahu bunlar ne evcil kadınlar” falan diyordum. Çok sonra öğrendim bunun yerel ve geleneksel bir giysi olduğunu. Dördüncüsü de şuydu: İşyerinde işe başladım, o zaman da sigara içiyorum. O sıralarda 5-6 sigaralık paketler vardı. Bir arkadaş sigara istediğinde 10 fenik verirdi. Para karşılığı arkadaştan sigara alınmasına çok şaşırmıştım. “Alman usülü” derdik, herkes kendi masraflarını karşılardı. Ama beni şaşırtmıştı bu usül. ÜLKÜ GÜRKAN – Bak işte 50 yıllık göçte “Alman usülünün” dışında bir şey olduğunu da Almanlara öğretebildik...

1989 BeRLiN

YILMAZ KARAHASAN – Evet, doğru. Bu dört şaşkınlığım, aslında kültürel farklılıkları da koyuyor ortaya. Ülkü, burada kurulan müzik gruplarından, işçi tiyatrolarından falan söz etti. 1962 veya 1963’te ilk kez Köln ve Çevresi Türk İşçileri Derneği kurulmuştu. O dernekte 19631964 yıllarında müzik grubu vardı. Klasik Türk sanat müziği vesaire yapılıyordu. 1964 yılında biz Köln’de belki Almanya düzeyinde ilk sol dernek diyebileceğim bir dernek oluşturduk. Benim girişimimle oldu bu: “Türk Gençliği Kültür Kulübü”. Tüzükte de amacın kültürel faaliyetlerde bulunmak olduğunu belirtmiştik. Bilgilendirme toplantıları yapmak, geziler düzenlemek, müzeleri ziyaret etmek vesaire... Ülkü, orada çok haklı: 1961’den sonra işçi getirimi başlayınca gelenlerin kültürel seviyesi daha yüksekti. Çünkü kalifiye işçiler, şehirlerden işçiler, sanayi merkezlerinden işçiler geliyordu... ÜLKÜ GÜRKAN – Sendikalara da bulaşmışlardı Türkiye’de bazıları... YILMAZ KARAHASAN - ... 1962’de tekrar Almanya’ya gelince, ilk işim sendikaya girmek oldu. Ben sendikacı bir aileden geliyorum. Babam Ömer Karahasan Zonguldak Maden İşçileri Sendikası kurucularındandı ve yıllarca da AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 15


genel başkanlığını yapmıştı. Dolayısıyla çocukluk ve gençlik dönemimde Zonguldak-Kilimli’de sosyal, ekonomik, siyasal konularla biraz haşır neşir olmuştum. 1961’de Türkiye ile Federal Almanya arasında İşçi Mübadelesi Anlaşması yapıldıktan sonra, 1962’de Almanya’ya yeniden bu kez trenle gelirken, amacım, Almanya’daki Türkiyeli işçileri sendikalarda örgütlemekti. Gerçekten amacım buydu. Ama gelip tekrar işbaşı yaptığım eski işyerimde de benden başka Türk yoktu. Dolayısıyla Türkleri sendikalaştırma olanağım yoktu. Yani bir sendikal kültür ve bilinç bende var, ama bunu nasıl yaygınlaştırabilirim? Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde çalışan çok Türk olduğunu öğrendim. 1963’ün nisan ayı olmalı, Köln’deki Ford fabrikasında 2 bin 500 Türk işçisinin çalıştığını duydum. Oraya başvurdum elektrikçi olarak, derhal işe aldılar. İlk gün işe girmeden personel kısmından biri gelir ve açıklamalar yapar; bu adettir. So-

16 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

nuçta işçi temsilciliğinden biri geldi, işçilerin hakları, sendika falan nedir anlattılar. O gün biz 5 kişiydik işe alınacak olan. “Kim sendikalı?” diye soruldu. Ben IG Metall üyesiydim, diğerleri değildi. O görüşmeden hemen sonra, bizimle konuşan adama burada çalışan 2 bin 500 Türk işçisini örgütlemek ve sendikaya, IG Metall’e üye yapmak istediğimi söyledim. “O zaman sen bizim temsilcimiz ol!” dedi. Yani işe başlamadan daha, sendika temsilcisi oldum. İşe başlar başlamaz da Türk işçilerine sendikal örgütlenmenin önemini anlatmaya başladım. İlk dört hafta içinde 1000 Türk işçisini sendikalı yaptım. Yalnız üye değil, o insanlardan sendika temsilcileri de çıkardık. Onunla da yetinmedik, seminerler, hafta sonu seminerleri düzenlemeye başladık. - Talep nasıldı?

YILMAZ KARAHASAN - Talep çoktu. “Bu kadar kolay mıydı?” diye sorulabilir. Gerçekten de bugün bir işçiyi sendikalı yapmak için insanın ağzıyla kuş tutması gerekiyor neredeyse. Ama o zamanlar gayet kolaydı. Türkler arasında özellikle. Onun da nedeni, çalışma koşulları, ücret durumu, iş amirlerinin tutumu... Ford’dan örnek verebilirim: Burada 1960’larda haftalık çalışma süresi 40 saatti. Diğer işyerlerinde 45 saat çalışılırdı. Ford en yüksek ücret ödeyen işyeriydi, fakat yoğun bir çalışma temposu vardı, öldürücü bir tempo... Vardiya sistemi ve bantta seri üretim vardı. Üretimin yapıldığı bölümlerde çalışma değil, neredeyse bir muharebe söz konusuydu. Gürültü vesaire... İlk 4 hafta orada çalıştım, ama iki vida ya sıkıştırdım ya sıkıştırmadım. Çünkü bütün günüm üretim bölümlerinde dolaşmakla geçiyordu. 4 hafta sonra bir teklif geldi. “Tercümanlık yapar mısın?” dediler. Neredeyse tek Almanca bilendim. 4 hafta sonra tercümanlığa başladım. Pres bölümündeyiz, orada iş amirleri, ustabaşılar, işçilere işaretle bana “Söyle şuna, daha hızlı çalışsın!” diyorlar...


Ama bakıyorum, insanlar kan ter içerisinde. “Daha hızlı çalışılır mı?” diye cevap verince, ustabaşılarla aram açılmaya başladı. Tabii hep işçilerden yana tavır aldığım için de işçilerin bana güveni yoğun biçimde arttı. Onlara sendikalı olmanın yararlarını anlatıyordum. “Çıkarlarımızı ortak koruyalım” dedikçe, IG Metall’e yığınsal olarak girmeye başladılar. Sadece sıradan sendika üyeliğini anlatmadık; biz, işçilere, ancak örgütlenerek kendi çıkarlarını koruyabilecekleri fikrini vermeye çalıştık. 1964’te de seminerler düzenlemeye başladık. Belli, kalifiye bir işçi kültüründen geldikleri için, bu işçi kültürü, sendikal kültür gelişmeye başladı. Sendikaların bu sürece gerçekten olumlu katkısı olmuştur. Dernekleşmeler de aynı dönemde başladı. 1960’larda tüm Almanya’nın çeşitli bölgelerinde işçi dernekleri kuruldu. Köln ve Çevresi Türk İşçileri Derneği gibi... Solculuk, sağcılık, Müslümanlık, Hıristiyanlık falan konu değildi. Önemli olan, işçilerin haklarıydı. 1963 veya 1964’te Türk Halkevi kuruldu. Başlarda, yukarıda sözünü ettiğim ayrımlar yoktu. Keskin hatlarıyla 70’li yılların başlarında Türkiye’den gelen işçiler arasında siyasal ayrılmalar başladı. Tabii 1967 veya 1968’lerde falan, Türk Gençliği Kültür Kulübü gibi ilk sol dernekler kurulduğuna tanık da olduk. Stuttgart’ta “Yaprak” ilk sol dernek oldu. Münih’te “Münih Türk Birliği”, Berlin’de “Türk Toplumcular Ocağı” falan kuruldu. Hatta Hollanda, Londra ve Fransa’da da dernekler kuruldu. Biz de “Avrupa düzeyinde Türk işçileri var, sol dernekler var, bir birleşmeye gidelim” dedik. 1967’de Köln’de “Avrupa Türk Toplumcular Federasyonu”nu oluşturduk. Tüzüğünü A’dan Z’ye ben yazmıştım. 1970’lerde de sağ, faşistler başladı tabii..

YILMAZ KARAHASAN – Yani önce bir siyasal ayrım yok, sınıfsal bir bütünlük söz konusu. Türkiyeli işçi olmak yeterli. Toplumsal yaşamda karşılaşılan sorunlara ve kültürel çalışmalara ağırlık verilen bir dönemdir. Demek ki, 60’ların sonuna doğru siyasal bölünmeler, dini kuruluşlar, 70’li yılların ortalarına doğru dinsel bölünmeler, dinsel kuruluşlar ortaya çıktı... - O halde, işin içine milliyetçiliğin ve dinciliğin girmesi için Türkiye’deki 12 Mart 1971 askeri darbesini beklemek gerekti. Şöyle diyebilir miyiz? Türkiye dışında yaşayan, ama kökleri Türkiye’de olan, Türkçe konuşan insanların üzerine ilk bir müdahale 12 Mart darbesiyle başlamış oluyor. İnsanların sınıfsal temelde bir araya gelmelerinin önüne, milliyetçi vurgularla geçiliyor. 12 Eylül 1980’de de dinin gündeme iyice yerleştirildiğini görüyoruz. Demek ki darbelerle Avrupa’daki insanlarımızın dinsel-milliyetçi cendereye alınması, zehirlenmesi sağlanmış oluyor. Böyle bir ilişki

- Galiba Türkiye’deki askeri darbelerle, 12 Mart ve 12 Eylül ile bağlantılı bir gelişme bu... AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 17


IG MeTALL BeRLiN 1995

gözlemleyebiliyoruz. 1971’den sonra Avrupa’daki Türkiye kökenli işçi sınıfına milliyetçilik, 80’den itibaren de buna ek olarak yoğun bir İslamcılık aşılanıyor...

YILMAZ KARAHASAN – Bu paralellikler var. Ama bu da kendiliğinden olan bir şey değil. Türkiye’deki askeri iktidarlar, buradaki konsolosluklar falan üzerinden halkı sürekli etkilemeye çalıştılar. Ben 1974’te Türkiye’de bir sendika toplantısına gitmiştim. Maden İş toplantısıydı. Alman sendikacılarla birlikte gitmiştik. O gidişimde gözaltına alındım ve hatta kurtarılmamı Bülent Ecevit sağlamıştı. Tutuklama emri 1971 döneminde verilmişti. Ecevit babamın arkadaşı zaten. Çalışma Bakanı iken Almanya’ya geldiğinde de benim hanımla birlikte kendisini karşıladık, çiçek verdik. İşte Ecevit 1973’ten sonra başbakan olunca, o eski tutuklama emri geçersizdir diye düşünüp gitmiştim Türkiye’ye, ama hiç öyle değilmiş. Maden İş Başkanı Kemal Türkler’in Bülent Ecevit’e ulaşmasıyla ve onun aracılığıyla birkaç gün gözaltında kaldıktan sonra kurtulabildim. ÜLKÜ GÜRKAN – Aslında 1971-1974 döneminde şöyle bir kültürel çerçeve var: O dönemde sol harekete, sendikalar, işçi hareaketine bulaşmış insanlar, belli bir kültürel düzeyin, buradaki Türkiyeli işçiler arasında gelişmesini sağladı. Onların kendilerini bu ülkede güvende hissetmelerini, bu ülkeyi tanımalarını, bu ülkedeki taleplerini dile getirip gerçekleştirmek için çalışmalar yaptık. Bunda da oldukça başarılı olduğumuzu sanıyorum. YILMAZ KARAHASAN – Tabii biz bu çalışmaları yaparken “istihbaratlar” da boş durmadı. Baştan beri izleniyorduk. 1974’te gözaltına alındığımda bizim 1964’lerde Türk Gençliği Kültür 18 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

Kulübü’nün yönetim kurulu toplantısının tutanaklarını çıkarıp önüme koyuverdiler. Metal Haberler gazetesindeki yazılarımı, kardeşim ressam Aydın Karahasan’ın çizgilerini de öyle... ÜLKÜ GÜRKAN - Bunlar boş durmadılar. Biz 1960’tan sonra Türkiye’de daha demokratik bir ortam oluştu diyorsak da, Almanya’da belli çevreler, üstelik sadece konsolosluklar falan değil, sağcı işçiler de faaldi. YILMAZ KARAHASAN – İşçi dernekleri arasında sağcılar vardı tabii. Özellikle Demokrat Partililer, işte parti kapanmış, biraz sola hınçlılar... 1964’te Köln Türk İşçileri Derneği’nde, otoriter tutumlu Selahattin Sözeri’ye karşı yönetimi almıştık. Başkan Sümer Akat’tı, ben de genel sekreterdim. Ama sağ grup, dernek içerisinde örgütlendi, öyle ki, o dernekle kültürel, sosyal, demokrat çalışmalar yapmak olanaksızlaştı. O zaman dernekten ayrılarak Türk Gençliği Fikir Kulübü’nü kurduk. Kurar kurmaz da yoğun hücumlar başladı bize karşı... “Bunlar komünist, Moskova’dan para alıyorlar” falan diye... ÜLKÜ GÜRKAN – Yılmaz, ama biz de gençtik. Genç olduğumuz için de çenemizi tutamıyorduk. Açıkça “solcuyuz, devrimciyiz” diyorduk. IG Metall’in Türk işçileriyle yaptığı seminerlerde antifaşist İtalyan, İspanyol marşları, şarkıları, bizim türkülerimiz söyleniyor falan... O toplantılarda tabii sağcı işçiler de vardı. YILMAZ KARAHASAN – Türk Gençliği Kültür Kulübü olarak “Köln Postası” diye bir gazete çıkarmaya başladık.. İlk yazılarımdan biri, başmakale, “Ekonomik Demokrasi” başlığını taşıyor. Neden işçilerin şirket yönetimine katılmasının önemli olduğunu, emekle sermayenin


ABidiN diNO iLe...

aynı olamayacağını, hatta emeğin daha üstün bir değer olduğunu, o nedenle söz sahibinin de emek olması gerektiğini falan yazmıştım. Burada AWO-Türk Danış yöneticilerine şikayet olmuş. Yazdığım yazının tercümesini istediler. Almanlar o tercümeye baktılar ve “Burada sendikal istemler var” dediler. Ama sağcı Türkler bizi “komünizm propagandası yapılıyor” diye şikayet etmişlerdi. Oysa biz “Statik Atatürkçülük yoktur, dinamik Atatürkçülük vardır” gibi başlıklar altında konferanslar da veriyoruz. Sendikal örgütlenmenin gerektiği, emeğin üstünlüğü, ekonomide demokrasinin kaçınılmazlığı falan gibi konular, kültürel çalışmalar yapıyoruz. Bunlarla ilgili olarak da, Türk gazetelerinde “komünizm propagandası yapıyorlar, Moskova’dan yönlendiriliyorlar” diye çarşaf çarşaf yazılar çıkıyordu. Ben konferanslarımdan birinde teşekkür ettim bu çevrelere ve “Saldırılarınız daha da yaygınlaşmamıza, tanınmamıza katkıda bulunuyor” dedim. - Sonuçta, işçilerde bir talep var, daha geniş bir kültüre talep... Kendini aşma doğrultusunda bir kültürel talep bu... Öyle mi?

YILMAZ KARAHASAN – O kültürel çalışmalar yalnız folklor çalışmaları değildi. Tiyatro, klasik müzik gruplarıyla, konferanslarıyla, hafta sonu seminerleriyle falan yoğun bir kültürel çalışma ve gelişme yaşadık. 1968’de IG Metall’de profesyonel sendikacı olarak çalışmaya başlayınca “Metal Haberler” gazetesi de genişletildi. Okur sayfalarımıza adeta şiir yağıyordu. Türkler arasında şiir çok yaygındı. Sadece yakınma falan da değil, işte insanlarımızın hislerini, yaşam sevincini, umutlarını, beklentilerini dile getiren, yoğun eleştiriler de içeren şiirlerdi bun-

lar. Karikatürler de vardı. Hele okur mektupları... Çok yoğun bir katılım vardı. ÜLKÜ GÜRKAN – 1960’ların sonu, 1970’lerin ilk yarısında, İspanya’da, Portekiz’de, Yunanistan’da faşist rejimler vardı. Biz, burada, o ülkelerin ilerici gruplarıyla birlikte çalışıyorduk. Almanya’da sol hareketin kültürü, enternasyonal bir kültürdür. Milliyetçi falan değildir. Biz her şeyi ilerici Almanlar ve diğer ülkelerden işçilerle beraber yaptık. Çocuk parası için yürüyüşler, işçi hakları, yerel seçim hakları... YILMAZ KARAHASAN – 1974’te Portekiz’deki Karanfil Devrimi’nin ilginç bir etkisi oldu. Ama o dönemde doğrusu SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı’nın tutumları felaketti. Bizim o zamanlar, SPD içinde Genç Sosyalistler (Jungssozialisten-JUSOS) içinde istifa etmemiz gündeme geldi. İşte o zaman ünlü Wolfgang Abendroth buraya gelmişti, biz gençler etrafını çevirmişiz, oturuyoruz, söyleniyoruz “SPD, felaket” falan diye... Biz öyle söyleyince, Abendroth hiç unutmayacağım o sözü söyledi: “Partiden istifa edilmez, partiden en fazla kovulunur.” Ben neredeyse 50 yıla yakın bir süredir SPD üyesiyim, istifa etmem için de en 50 kez neden ortaya çıkmıştı. Ama hep Prof. Abendroth’un o akşamki sözünü hatırladım ve ayrılmadım. - Ülkü Hanım’ın doğrudan sosyal demokrat harekete angaje olmadığını biliyoruz. O daha soldaydı...

ÜLKÜ GÜRKAN – Ben 1950’lerin sonunda geldiğimde, Hessen eyaleti kızıl bir eyalet olarak tanınırdı. Burası SPD içinde de “sol sosyal demokrasinin” vatanıydı. Ben öğrenci hareketi içinde SDS’deydim. SPD, o dönemde SDS’i atAvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 19


olduğu yerlerdi. Bu insanlar bize her zaman olanak sağladılar. Tabii istemeyi de bilmek gerekiyordu, ama istediklerimize hiçbir zaman “Hayır” demediler. Türk sağ çevrelerini rahatsız eden şuydu: Bizim, sendikaları, sosyal demokratları, Türkiye aleyhine etkilediğimizi düşünüyorlardı.

ÜLKÜ GÜRKAN-SCHNEIDER 2 ArAlık 1935’te Çorum’da doğdu. Genç cumhuriyetin iki öğretmeninin iki kızından büyüğüdür. Bursa Kız Lisesi’ni bitirdi. Aile, kızlarından birini Almanya’da diğerini Türkiye’de okutmaya karar verdi ve Ülkü 1956 sonunda Almanya’ya geldi. Bavyera’da Goethe Enstitüsü ve rahibelerin yönettiği bir kız lisesinde Almanca öğrendikten sonra Frankfurt Üniversitesi ile Marburg Üniversitesi’nde siyasal bilimler okudu. 1964’ten 1998’e kadar Türkiye’den gelen işçilerle ilgili Türk Danış, Halk Eğitim Merkezi, Frankfurt Üniversitesi’nde projelerde ve IG Metall sendikası genel merkezinde de yabancı işçilerle ilgili birimlerde bilimsel araştırmalarda bulundu. 1965’te bazı arkadaşlarıyla birlikte Frankfurt Türk Halkevi’ni kurdu. Politik çalışmaları nedeniyle 1971’deki askeri cuntadan sonra “siyasi takibata” uğradı ve pasaportu elinden alındı. 1972’den 1993’e kadar Türkiye’ye gidemedi. Pasaportuna el konulduktan sonra bu uygulamaya karşı Danıştay’da dava açtı ve 10 yıldan fazla süren bir dava sonucunda pasaportunu geri aldı. Alman vatandaşlığını, “çifte vatandaşlık kabul edilinceye kadar” almayacağını bildirdi. 1992 yılında Frankfurt kentinin Onur Madalyası’na layık görülen Ülkü Gürkan’a, 1997 yılında da Federal Liyakat Nişanı verildi.

masa, belki ben de sosyal demokrat hareketin içinde kalırdım 1963’te AWO’da, 1964’te de VHS (Volkshochschule- Halk Eğitim Merkezi) çalışmaya başladım. VHS ile ilişkilerim sayesinde etkinliklerimize katkı alabiliyordum. Salon verdiler. Seminerler yapabildik, benim sosyal demokrasiyle her zaman iyi ilişkilerim oldu. Aslında biz Almanya’nın iyi bir döneminde geldik. Sadece ekonomik refahtan söz etmiyorum. Faşizmi arkasında yeni bırakmış bir ülkeydi, sendikalar falan da antifaşist insanların 20 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

- Türkiye’den gelen insanların bir özgüveni olduğu konusunda anlaştık. 12 Mart 1971’den sonra bu özgüvenin Türkiye merkezli olarak bir biçimde kırılmaya çalışıldığını görüyoruz. 12 Eylül 1980’den sonra da tamamen ortadan kaldırılıyor. Bugün 60’ların uyanık bir Türk işçisiyle, kökleri Türkiye’de ama bugün burada yaşayan, burada doğup büyümüş bir işçi arasında nasıl farklar var? Özellikle kadınlar açısından...

YILMAZ KARAHASAN – 60’larda Türk işçileri, daha önce de işte İtalyanlar, İspanyollar. İrlandalılar falan gelmeye başladığında, ben de 1963’te Ford’da işe başladığımda bayağı bir çevrem oluşmuştu. 1963 ekiminde veya kasımında bir işyeri toplantısına katıldım. O zamanlar Almanca dışındaki dillerde toplantılar falan yapılmıyor. Orada Türkçe ve Almanca olarak üç konuyu ele almıştım. Bir: Bize “Gastarbeiter” (misafir işçi) deniyor, ama biz misafir falan değil işçiyiz. Hem bizde, Türkiye’de misafir çalıştırılmaz. İki: Biz kendi dilimizde, yani Türkçe ve İtalyanca işyeri toplantıları da istiyoruz. Bilgilendirilme hakkımız var. Üç: O zaman Avrupa Ekonomik Topluluğu dışında kalan Türkiye gibi ülkelerden gelen işçilerin işçi temsilciliklerine seçilme hakkı yoktu. Seçebiliyorlardı, ama seçilemiyorlardı. Biz aynı haklara, işçi temsilciliklerine seçilme haklarını istedik. Bu Türkçe ve Almanca konuşmam, Ford içerisinde bayağı bir yankı yarattı. 1964 yılının ilk işyeri toplantısını biz Türkçe ve İtalyanca simultan çeviriyle gerçekleştirdik. İstem, 1963 sonu, gerçekleştirilmesi ise 1964’ün başıdır. 1965’te IG Metall Genel Kurulu’na katılımcı olarak biz 20 kişi çağrıldık. Orada da aynı istemleri dile getirdim. Bize yönelik olarak “Betreuung” (bakım) falan deniyordu, biz buna itiraz ettik. “Biz ne yaşlıyız, ne hastayız, ne de engelliyiz. Bakıma ihtiyacımız yok. Biz genç dinamik insanlarız, eşitlik istiyoruz, toplumsal entegrasyon istiyoruz” dedik. “Biz misafir değil, işçiyiz, işçi sınıfının bir parçasıyız. İşyeri işçi temsilciliklerine seçilme hakkı istiyoruz” dedik. O istemler doğrultusunda IG Metall de bir sürü kararlar aldı. Başından beri sendikalar yabancı eşitliği yönünde davrandı. 1972’de işyeri işçi temsilciliklerine yabancıların seçilmesi gerçekleşti. IG Metall hep destek verdi.


- Yani resmi görüş size ısrarla misafir olduğunuzu söylüyor, siz de “Hayır, biz işçi sınıfının ve toplumun bir parçayısız” diyorsunuz. Resmi makamlardan değil ama sendikalardan destek görüyorsunuz...

ÜLKÜ GÜRKAN – Burada o dönemde özellikle IG Metall’in genel merkez ve yönetim kadrolarının nazizmle mücadeleden, antifaşist gelenekten gelmiş olması büyük rol oynuyor. IG Metall gerçekten de kilit kurumdur. YILMAZ KARAHASAN – 1970’lerin ortasına doğru, 1974’ten itibaren yabancı işçilerin Türklerin de sendikal harekete katkısı oldu. Hatta katkıları, etkileri sayısal güçlerinden daha yüksek oldu. Bir coşku, bir sarılma söz konusu o zaman. Bir enerji yani... ÜLKÜ GÜRKAN – Alman sendikalarında, sosyal demokratlarla birlikte falan çalışırken, tabii, onlardan bir direniş kültürü de öğrendik. Onlar bize birçok olanak sağladılar. Ama buna karşılık da biz onlara çok şey verdik. Ne verdik? Diyelim, bir grev var... Bu grevde sabahın kör ayazında, kadınıyla erkeğiyle derneklerimiz, giderler, oralarda da davul çalarlar, çay kahve pişirirler, yemek pişirirler, sokaklara dökülürler... Bunu da biz yaptık. Alman, bizim gibi sokağa dökülmüyordu... YILMAZ KARAHASAN – Bir örnek vereyim. Yıl 1984. Biz 35 saatlik iş haftası kavgası veriyoruz. Stuttgart bu 35 saat mücadelesinde merkez gibi. Orada işte grevleri konuşuyoruz. Ne yapalım falan diye... Ben söz aldım ve “Grev, ulusal felaket falan değil, aslında bir bayram, bir coşkudur. İlk yapılan iş çadır kurma, davul zurna getirme, halay çekmedir. Yani mücadeleden duyulan mutluluğun ifade edilmesi lazım” dedim. Bana “Haklısın” dediler. ÜLKÜ GÜRKAN – İşte, bunu da bizden öğrendiler. YILMAZ KARAHASAN – Sonrası da var: Sindelfingen Mercedes’te çok sayıda Türk çalışıyor. Sendikadan “Orada miting gibi bir kapalı salon toplantısı yapalım folkloruyla, müziğiyle falan” dediler. 3 binden fazla insan geldi. Bunların da en az 2 bini Türk. İspanyol, İtalyan ve biraz da Alman işçiler var. Sendika başkanı ve grev komitesi sözcüsü başladı saatlerce Almanca konuşmaya. Ona gidip “Yahu buraya gelenlerin çoğu bu konuşmayı anlamaz” dedim. Türkler çekip gitti tabii. Salon boşaldı. Yani Alman sendikacılar bir yandan kabulleniyorlar söylediklerimizi, diğer yandan da alışkanlıklarından vazgeçmiyorlar. - Peki, Türklerin getirdiği mücadele kültürüyle, Almanların mücadele kültürü birbirine çarpmış mı oldu?

YILMAZ KARAHASAN 1938’de sendikAcı bir ailenin ikinci oğlu olarak Zonguldak/Kilimli’de dünyaya geldi. 1957’de İstanbul Tophane Sanat Enstitüsü Elektrik Bölümü’nü bitirdi. İlk kez 1958’de geldiği Almanya’da kendi mesleğinde iki yıl çalıştı. Türkiye’ye döndü ve askerliğini yedeksubay olarak 1962’de bitirdi. Aynı yıl tekrar Almanya’ya gelerek çalışma hayatına atıldı. Önce Ford fabrikasında elektrikçi ve tercüman olarak çalıştıktan sonra, 1964-1968’de Köln’de Arbeiterwohlfahrt’ta sosyal danışman (Türk Danış) görevini üstlendi. 1968’de IG Metall sendikasında genel merkez sekreteri olarak çalışmaya başladı. 1992’de IG Metall’in 17. Olağan Genel Kurulunda, Almanya’nın yüz yılı aşkın işçi ve sendikal hareketi tarihinde ilk kez bir “yabancı” olarak IG Metall Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi. 1996’da emekliye ayrıldı.Yılmaz Karahasan, 1963’den bu yana SPD üyesi. Kendisini SPD’nin sol kanadında gören deneyimli sendikacı, Türkiye’deki askeri darbeler döneminde siyasal baskılara maruz kaldı, hakkında tutuklama kararları çıkarıldı. İki kez (1974 ve 1978) Türkiye’de tutuklandı. 1978 yılı aralık ayında gıyabında 5 yıl hapse mahkum edildi, ancak bu ceza siyasal af yasası kapsamına girdiği için düştü. 1978-1993 yılları arasında Türkiye kapıları ona kapalı kaldı.

YILMAZ KARAHASAN – Güney Avrupa ülkelerinde, mesela Fransa, İspanya, İtalya’da faşizm döneminde kitlesel bir mücadele vardı. Türkiye’de de öyle, yüz binler yürüyordu. Almanya’da böyle bir kültür yok... ÜLKÜ GÜRKAN – Benim içinde bulunduğum entelektüel çevrelerde böyle çıkışlar, “Biz de konuşalım” falan diyenler yoktu. Farklılıkların olması normal. Ben AWO’da çalışmaya başlayınca kendi vatandaşlarımızı tanımaya başladım. Ama doğrusu farklılıkların da bu kadar AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 21


1984 FRANZ STeINKÜHLeR iLe OPeL’de...

farkında değildim. Ben nereye gitsem “Küçük Türk kızı” diye nereye oturtacaklarını bilemezlerdi. Bir ilgi odağıydım. Genç arkadaşlarım bana “Ülkü Abla, sen bizim yaşadıklarımızı yaşamadın” diyorlar. Ben geldiğimde, 1950’lerin sonunda 1960’ların başında, Frankfurt Üniversitesi ve çevresinde 7-8 Türk vardı. Hiç dışlanmayı yaşamadım. Ama, arkadaşlar “Bugün üniversitelerde yine kendi aramızdayız, Almanlarla falan ilişkimiz yok” diyor. Alman sol hareketi sayesinde Türkiye’nin birçok sorununu öğrendim. 50’lerin sonunda Irak meselesinde tartışılırken, Türkiye’de Kürtlerin olduğunu öğrenmiştim. Farkında değildim gerçekten. Türkiye’deki sorunlar, Kürt sorununa falan eğilmemde, Alman solunun, öğrenci hareketinin büyük etkisi olmuştur. YILMAZ KARAHASAN – Aslında 1960’lı ve 1970’li yılların sendikalarıyla 1990’lı ve 2000’li yılların sendikaları arasında büyük fark var. Son 20 yılda yoğun bir yapısal değişiklik ortaya çıktı. Çalışma yaşamı, iş ilişkileri değişti... Hep süreli işler, kiralık işçi, işsizlik nedeniyle güvence ortadan kalktı. Çalışanların yapısında yapısında değişim oldu. Klasik sanayi işçisinin sayısı sürekli azalırken, hizmetler sektöründe çalışanların sayısında büyük artma söz konusu. Dolayısıyla işçi sınıfının bilinç düzeyinde de son 20 yılda yoğun bir farklılaşma oldu. 20 yıldır yoğun bir biçimde liberal ekonomi ideolojisi yaygınlaştırılıyor. Devlet her türlü yaptırım ve yatırımdan elini ayağını çekti, “Ekonomi ekonomiye aittir!” veya “Pazar her şeyi düzenler!” ideolojisi çıktı. Sendika üyeleri toplumun içinde olduğu için, ideolojik şartlandırmalar üyeler üzerinde de yaygınlaşıyor. 1989-90’da iki Almanya’nın birleşmesiyle ortaya çıkan sorunlarla birlikte bir kayma da ortaya çıktı. Bir eksen kayması oldu. Dolayısıyla, hangi sorunlara öncelik verilecek? 22 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

IG Metall, 2.3 milyon üyeliydi, üye sayısı birleşmeyle 3.3 milyon oldu. Sonra yine düştü. Son 10 yılda ise 1 milyon üye kaybetti IG Metall. Sendikalardaki yabancı emekçiler arasında ise şu görüş yayıldı: Yalnız bırakıldık! Almanlar sözde dayanışma gösteriyor, ama pratikte kendi çıkarları yönünde hareket ediyorlar. Giderek yabancı emekçiler arasında sendikal örgütlere karşı bir güven azalması ortaya çıktı. Eski coşku, aktif katılım yavaşlamaya başladı. 50 yılda böyle bir düşüş yaşandı, evet... IG Metall de yabancı emekçiler arasındaki çalışmalarını neredeyse sıfıra indirdi. Önce yabancı dillerde yayımlanan gazeteler kesildi, seminerler azaltıldı, yabancılar servisi kısıtlandı... ÜLKÜ GÜRKAN - Biz 1980’lere kadar, belli bir politik kültürü, zaten belli bir kültür getirmiş olan insanlar arasında yaymayı başardık. Hem sendikal hem de diğer alanlarda. Yalnız bir şeyi başaramadık: Biz sandık ki, bu hep böyle gidecek. Ötekilerin, yani bizim dışımızdaki insanların, çalışma biçimlerine asla kafa yormadık, onların çalışma biçimleri bizi asla ilgilendirmedi. Biz 1980’li yıllara kadar yabancı işçiler olarak sendika yönetimlerine etkide bulunmayı becerdik. Hatamız ise, birbirimizi yememizin dışında, gelen hareketin tarzını ve ciddiyetini kavramamış olmamız. Yani Türkiye merkezli sağcı, dinci hareketin gelişini göremedik. Türkiye’deki yenilgiyi burada da yaşadık. Biz, şunu da göz ardı ettik: Birinci kuşak tamam, 1980’den sonraki kuşaklar ise bu ülkede büyümüş... Ama sonunda sorunlarına çözüm yollarını camide arayıp bulmaya başladı. Kültür olayında, 1970’lerde ciddi bir fırsat kaçtı. Biz de çok deneyimli değildik. Bir örnek vereyim: Deniz Gezmiş’in asıldığı günün ertesinde bir protesto yürüyüşü düzenledik. Bir cumartesi günüydü, davul zurnayla


1983 FRAUeNFAcHTAGUNG dUISBURG

yürüyoruz. 3 bin kişi falanız. Ben de eşimle birlikte birlikte katıldım. Çevredeki Türkler, davul zurnayı, Türkçe bağıran insanları görünce kurulan barikatları aşıp bize katılmışlar. Eşim gibi Almanlar da var, onlar “Biraz da Almanca slogan atalım” dediler. Biz “Tamam” dedik. “Freiheit für die Türkei!” (Türkiye’ye özgürlük!) diye slogan atmaya başladık. Eşim bir ara arkadaki Türkleri işaretle “Bak sizinkiler ne diye bağırıyor” dedi. “Ne diyorlar?” dedim. “Freitag für die Türkei” (Türkiye için cuma!) diye bağırıyorlarmış. Neyse, ben mutluyum tabii, yürüyüş büyük olmuş falan, akşam evde konuşuyoruz, eşim bana dedi ki: “Bak sen akıllı bir kadınsın. Olan bitenin farkında değil misin? Bunlar bugün sizin peşinize takılmış ‘Freitag für die Türkei’ diyor, yarın başkasının peşine takılacak, onların istediğini söyleyecek.” Tabii sonra kavga çıktı evde. Söylemek istediğim şu: Doğrusu, kendi malzememizi de pek bilemiyorduk. - Bir büyük boşluk var... Neden var sizce?

ÜLKÜ GÜRKAN – Burada, insanlara bir şey verememişiz. İnsanımız, rahatsız olunca da, eski hayatında gördüklerine benzer şeyleri bulduğu camilere sığınıyor. Bence değişen olay şu: 1960’larda ve 1970’lerin ortasına kadar Almanya’ya gelenler, farklı bir kültür getirdiler Türkiye’den. Aydınlanmacı, cumhuriyetçi kültürün örneklerini getirdiler. Okumuş, yazmış, belli bir düzeydeki insanlardı onlar. Daha sonra gelen kesim ise çoğunlukla köylerden gelenlerdi. İşte biz bunu fark edemedik. Bir kesinti oldu. Aydınlanmadan kaynaklanan, solcu, ilerici kesimler, yani bizler, bu ülkede yaşanan dışlanmanın bu insanları geleneksel, din kaynaklı görüşlere yönelttiğini zamanında göremedik. Dinin etkisi öyle on yıllarla falan halledilemiyor. Biz, “aydınlanmacı kesim”, bizim için bitmiş olan olgu

ve kurumların insanlar üzerindeki etkisini sürdüreceğini, insanlarla devam edeceğini göremedik. İleri yürüyüşün, ilericiliğin kesintisiz devam edeceğini sandık. Olmadı. Şimdi, uzun bir süredir, bunun sonuçlarını yaşıyoruz. YILMAZ KARAHASAN – Gerçekten de, köy kökenli Türkiyeli göçmen emekçi arkadaşlarımız konusunda yanlış anlaşılmamak lazım. İnsan etkilenmelere açık bir yaratıktır. Almanya’nın resmi politikası, “Almanya bir göç ülkesi değildir” ideolojisinden hareketle genelde tüm “yabancıları”, özelde ama yoğunlukla Türkiye kökenli toplum bireylerini sürekli dışlarken, gerici-faşist güçler 1980’li yılların ortalarında kaba saldırılarını yoğunlaştırmaya başladılar. Bu saldırılar 1990’lı yılların başlarında kaba kuvvetin ötesinde katliamlara dönüştü. Evler, yurtlar ateşe verildi, insanlar yakılmaya başlandı. Mölln, Solingen ve faşist saldırılara sahne olan diğer başka kentleri unutmamak gerekir. Buna karşın Türkiye’nin siyasal yönetimleri, çeşitli kurum ve kurulları onları sürekli kendilerine “bağlama ve ideolojik şartlandırma” yöntemleri uyguladılar. İşte , bu “itme-çekme” olgusu, doğal olarak Türkiye kökenli insanların siyasal, kültürel, özellikle dinsel açıdan yoğunlukla Türkiye’ye yönlenmelerine, “gerçek dostlarını” dinci, milliyetçi, sağ radikal örgütlerde aramaya başlamalarına yol açtı. İnsanların tutum, davranış ve yönlenişlerinin değerlendirmesini yaparken kuşkusuz içinde bulundukları ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve giderek genel toplumsal koşulları da dikkate almak gerekir. ■

AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 23


Avrupa’daki Türkçe medyanın değerlendirmek istemediği büyük fırsat

“Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı” oysa... OSMAN ÇUTSAY

Gaz

Almanya merkezli Türkçe medya, Avrupa’da, entelektüel seviyeyi hızla düşürerek, bir aydın arayışının çok uzağında kalmayı denedi. Talebin böyle olduğuna inanılıyor, insanlarımızın okumakla arasının zaten Türkiye’de de pek bulunmadığı ileri sürülüyor, bu nedenle bol resimli, daha doğrusu “boyalı” kağıtlara, gazete adı veriliyordu. İlhan Selçuk’un “boyalı basın” dediği bu ürün ve içerdiği anlayış, her türlü aydınca arayışı Türkçe gazeteciliğin

24 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

dışında bırakmaktan kaçamadı. “Talep buysa, arz da budur” deniyordu ve gereği yapılıyordu. Avrupa’daki Türk medyasının Türkiye’dekinden çok daha ucuz, niteliksiz bir kopya kağıdına dönüşmesi zaman içinde sonuçlarını verdi. Bugün Türkçe konuşan bir topluluk, bu dilde okuma ısrarını yitirmek üzeredir. Okumayı gerçekten hakkını vererek sevenler ise bunu, içinde bulundukları Avrupa dillerinde yapmaktadır.


FRANKFURT - Kitleselliğin başlaması anlamında yarım asrı geride bırakan bir tarih şu içinden geçtiğimiz. Avrupa’nın merkezinde, daha doğrusu Avrupa’nın sanayi merkezinde, Türkçeli bir insan topluluğu, milyonları aşan gücüyle ilginç bir öykünün kahramanı. Ama “Ol mahiler ki derya içredirler deryayı bilmezler!” deyişinde olduğu gibi, kendilerinin ne kadar farkında oldukları, varlıklarının bilgisini ve felsefesini ne kadar geliştirebildikleri acı bir soru. Acı, çünkü bu “farkındalık” ile “aydınlanma şiddeti” ve “aydın olma” arasında bir doğru orantı, bunun da medya veya gazetecilik ile birebir bağlantılı olduğunu biliyoruz. 3 milyona yakını Almanya’da olmak üzere yaşlı kıtada bugün 5.5 milyon Türkçeli insan yaşıyor. Türkçe bu büyük topluluğun ortak zeminidir. Etnik, dinsel, kültürel vs farkları göz ardı edebiliriz; ama Türkçeli olmak gibi ortak paydayı göz ardı edemeyiz. Bu kitleselliğin ve kitleselle sürecinin elbette bir tarihi var. İyi ki var. Tarihi olmayanın tarihi de olmuyor çünkü. Ama, böyle bir tarihe ve bu tarihin irdelenmesine Türk basınının ne kadar katkısı olduğu tartışmalıdır. Ne yazık kı tartışılması gerektiği halde pek tartışılmayan, irdelenmeyen, sonuçları ve nedenleri ilişkilendirilmeyen bir topluluk ve ortak dili Türkçeden söz ediyoruz. Sorularımız var.

İhbarcılığa “davet” tepki topladı Flaman Yeşiller Partisi Groen Başkanı Wouter Van Besien, Anvers Yüksek Adalet Konseyi’ne Anvers Savcısı Herman Dams’ı “ayrımcılık suçlamasıyla” şikayet etti. Dams geçtiğimiz günlerde De Standaard gazetesine verdiği mülakatta Anverslileri “sokakta ya da mahallelerinde şüpheli bir şey gördüklerinde polise bildirmelerini” istemişti.

Bir kere şu var: Türkiye’den yola çıkıp Avrupa ekonomisinin motoru Federal Almanya’ya gelen işgücünden önce, bu ülkede öğrenciler vardı. Yani aydınlar veya aydın adayları. Sonra özellikle sanayi için nitelikli işgücü bu ülkede şansını denedi. Yani aydınların ve aydınlanmanın en kolay ilişki kurabileceği bir toplumsal katman. Zaman içinde ise vasıfsız işçiler ağırlık kazandı. Çünkü talep o yöndeydi. Almanların yapmayacağı işleri üstlenmeye hazır, doğup büyüdüğü topraklarda pek bir geleceği olmayan insanları getirdiler Alman işverenler. Böylece her durumda ülkedeki ücretler genel düzeyi baskı altında tutulabildi. Maliyetler düşük, Alman ihracat mucizesi de gerçek oldu. Her neyse, sonuçta, Türkiye’den gelen o insanlar geri dönmediler. Burada kaldılar. Bugün Federal Almanya’da, bu insanların çocuklarının 3 milyona yakın bir nüfus oluşturduğunu biliyoruz.

Aydınsızlık tuzağı Demek ki, görece “saf” bir entelektüel güçten nitelikli işgücüne, ondan da niteliksiz işgücüne geçiş yapılmış. Ama bu niteliksiz işgücü, iki ülke arasındaki 1961’de imzalanan anlaşma 1973’te durdurulmasına rağmen, hızlı büyümesini sürdürmüş. Açıkça bir yük olarak tanım-

Avrupa Türk gençleri için artık çekici değil Artan ırkçılık, İslamofobik yaklaşımlar ve ekonomik kriz, Avrupa’nın Türkiye’de de çekiciliğini yitirmesine neden oluyor. Bu gelişmede, son yıllarda göçmenlere dönük sıkı uygulamalar ve zorlaştırmalar da etkili. Göç veren 4 ülkede yapılan Eumagine araştırmasına göre, Türk gençlerin çoğunluğu Avrupa’daki Türklere iyi davranılmadığını düşünüyor.

www.binfikir.be AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 25


landığı 80’li yıllara kadar... Sonra o büyüme, yavaşlayarak da olsa devam etmiş. Bugün “niteliksiz işgücü düşmanlığı” ve “nitelikli işgücü avcılığı” sahnededir. El ele... Gerçekten de, önce entelektüel güçleriyle bir yerlere gelmiş Türkiye kökenli insanları konuk etti Almanya, sonra da kol güçlerinden fazla bir şey olmayan insanları. İnsanlarımızı... Aydından vasıfsız işgücüne çok hızlı bir geçiş yaşandı. Almanya merkezli ve Avrupa’da yerleşik Türk medyası da işte böyle bir sürece eşlik etti. Eğer arz ve talep birbirini belirliyorsa, ilk gelenlerin, 60’lı yılların sonunda dönemin aydın gazetesi Akşam ile bu ülkede buluşmaları tesadüf olamaz. 70’lerin sonunda bir ara Cumhuriyet’in de Almanya’da basılıp dağıtıldığını biliyoruz. Ama zaman içinde mevcut okur talebinin bu gazeteleri yaşatmayacağı ortaya çıktı. Onlar da piyasadan çekildiler. Renkli gazeteler rafları doldurdu. Onları da 90’ların ortasından itibaren televizyonlar izledi. Bugün Avrupa’da günlük Türkçe basın can çekişiyor. Sadece Almanya’da 3 milyona yakın Türkçeli insan yaşamasına, hatta insanlarımızın sayısının Batı 26 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

Avrupa ülkelerinde kimi kaynaklara göre 5 milyonu çok geride bıraktığı bilinmesine rağmen, Türk medyası ağır bir kriz içinde.

Neden? Tersinden bakarak doğru yanıtları aramak da bir yoldur. Mevcut kolaylıkların dışında kalarak bazı sonuçlara ulaşabiliriz. Almanya merkezli Türkçe medya, Avrupa’da, entelektüel seviyeyi hızla düşürerek, bir aydın arayışının çok uzağında kalmayı denedi. Talebin böyle olduğuna inanılıyor, insanlarımızın okumakla arasının zaten Türkiye’de de pek bulunmadığı ileri sürülüyor, bu nedenle bol resimli, daha doğrusu “boyalı” kağıtlara, gazete adı veriliyordu. İlhan Selçuk’un “boyalı basın” dediği bu ürün ve içerdiği anlayış, her türlü aydınca arayışı Türkçe gazeteciliğin dışında bırakmaktan kaçamadı. “Talep buysa, arz da budur” deniyordu ve gereği yapılıyordu. Avrupa’daki Türk medyasının Türkiye’dekinden çok daha ucuz, niteliksiz bir kopya kağıdına dönüşmesi zaman içinde sonuçlarını verdi. Bugün Türkçe konuşan


bir topluluk, okuma meşgalesini yitirmenin eşiğindedir. Okumayı gerçekten hakkını vererek sevenler ise bunu, içinde bulundukları Avrupa dillerinde yapmaktadır. Almanca, Fransızca... Diğer daha küçük diller de var, ama özellikle Almanca... Bir şey, doğru: Yoksullaştıkça okumaktan uzaklaşan bir toplumdur bugün kökleri Türkiye’de bulunan “Yeni Avrupalılar”... Aslında Türk medyası, kendisine ciddi kârlar, dolayısıyla yoğun bir sermaye birikimi sağlayan bu ilgiyi daha iyi değerlendirebilse ve Türkçe okuma pratiğini geliştirebilseydi, bir kalıcılık sağlayabilirdi. Günü kurtarma hedefiyle, yerleşik Türk basını kendi kendini ayağından vurmuş oldu. Örneğin, 2013 yılının ilk ayı itibariyle, Avrupa’daki bayilerde Türkçe 6 adet günlük gazete var. Hürriyet, Sabah, Türkiye, Aydınlık, Yeni Özgür Politika ve 120 adet ortalama bayi satışı ama eşsiz abone rakamlarıyla Zaman... Haftalık veya etkili bir aylık yayın zaten yok. Sadece iki haftada bir yayımlanan ve bir aydın girişimi olduğu açık “Yeni Hayat” gazetesini ekleyebiliriz bu listeye. Önemli olan şu: En büyük gazetedeki bazı isimler ve Aydınlık gazetesi dışında, günlük Türk basınında bugün solun bire kadar kırıldığını söyleyebiliriz. Avrupa’daki günlük Türkçe basından, bazı istisnalar hariç, sol resmen ka-

ssisc nal, He Regio eitung.

ations-Z

rm e Info

ch Monatli

h!

Türkisc h, aber

Kostenlos

Feb rua

zınmış bulunuyordu. Aydınlık bu süreçte devreye girdi, ama bir habercilik ve satış başarısı gösteremedi. Bu, neresinden bakılırsa bakılsın, aydının kazınması anlamına gelir. Yoksullaştıkça okumaktan uzaklaşan Türkçeli bir toplum, belki de bu sürece paralel bir kaderle, aydın taleplerine karşı da bağışıklık kazanıyor. Yaşadığı zamana aydınca ve Türkçe bakma şansını yitirmiş oluyor. Başka şeylerle değil, sadece yoksullardan nefretiyle tanımlanabilecek ilo Sarrazin olayının bir özeti de bu değil midir? Öyledir.

Türk gazetelerinin kestiği damar Gerçekten de bir aydın çıkışı gerçekleştirmek mümkün olabilirdi Avrupa’nın göbeğinde şu son 50 yıllık tarihte. Türk medyası, bilerek veya bilmeyerek, kendi yaşam damarlarını kendi eliyle koparmak anlamına gelen bir kolaycılıkla, bu çıkışın önünü kesti. Doğru dürüst okuma alışkanlığı olmayan bir topluma en fazla bu kadar Türkçe gazete satılabileceğini düşünen bazı insanlar, günü kurtarmayi kâr sayınca, meydan Türkiye’yi bir anormallik, bir tarihsel sapma, Türkçeyi de bir şanssızlık, gereksiz bir yük sayan geriliğe-gericiliğe kaldı. Türk basınına egemen ruh hali “Bu halk okumaz, okusa da

siz

/ Ücret

. Nr. 224 at 201 3 r / Şub

T Alman Kızılhaçı 150 yaflında T Frankfurt do¤umlu ünlü komedyen Kaya Yanar'la söylefli

a

Yaşınd 0 5 1 aç Kızılh

ww w. to

pl um 24

.d e

E-p ost

lum a: rm top

@a

. top lum ol. com

yon 3,5 mil ve halen eyi ve üm tı olan dım teşkila da büy yardım yılında daha daha fazla yar sosyal 3 büyük ç-DRK, 201 her köşesine nın en Dünya unan Kızılha ek dünyanın üyesi bul anya’ya ger r. Alm açlıyo gerek eyi am götürm

Ayrıntıla

@t op

.de lum 24

/H. La ng en 632 01 929 225 11 33, 061 03Po stf ach 60 , Fa x: 03- 525 Tel : 061

ç n Kızılhaı tarihi buluna metlisi urgertor” adl şturdu üllü hiz olu enb bin gön “Brand ılımıyla simge nı ve 400 Berlin’in kat 0 çalışa kutlarken, sonelin ünü a’da 180 Almany 150. yaşgün tişörtlü tüm per tı, kırmızı teşkila nında, meyda

Sayfa r için

27

essen DRK-H Prof. Dr. ı sch Başkan ore Rön Hannel ızı rım sorula dı: yanıtla

ati Kum Ssyaonu

mi AB Ko Kesecek zu Suyunu aki musluktan

ANAR: KAYA Yedi yapmam.

t! anya’d k. Eve ün unda Alm özelleşece bug ... Ve son umuz da nız. Çünkü anın suy gelen amakta haklısıan”, ne de şak in Anlam en ne “1 Nis er oluyor. Gellar bir günlerd. Ama birşeyl yonu, şu sıramizdeki zamanı . AB Komis bununla evi lım anlata ırlığında ve hedefliyor. ebilir yasa haz lleştirmeyi dağıtım, içil rı, öze me, suyu, i konula teslim un işle ite gib Yani, suymesi ve kal maye gücüne u bun hale geltekellerin ser er deyişle, un . Bir diğ dığımız suyuz büyük lan istiyor etmek k olursa, kul k oturduğum yeye yapaca rasını, artı i veya beledi değil fatu idares kuruluştan şehrin bir , belki bağlı yanki Berlin’den eki bir is’t bel Par a de, ız.... caksın urg vey Hamb dingden ala ı Sayfa 25) hol (Devam

om “Dini, k yınlı alandır” a urt k Çünkü m 197um3luFraolankfn Tür ar,

et Me hm AT CA NB OL

Haberi

Sayfa

IL? n KIZ Nede AÇ? H n e r Ned Gençle dı aşlıkta şla Vatand ri Sayım Bk müayoksa Alman an Tür e G örneğin meyenler, Alm , in dek İç ına gelip, bugünein kesin kararı ılac ver ak. 23 yaş istediğine ilişk an yitirmiş say mı olmak u otomatikm rtun pasapo

doğ Yan ı Kaya a’da sanatç Almany bugün yetmişe n yedide tanıyıp, in dığı herkes den say edyen. kendin bir kom gerçek işçi alı bir n Antaky oğlu ola Hintli ailenin şimdi de, Yanar, njid karakteri . Ajan Ra ı kurtarıyor yay ile dün

14.

Sayfa

a mızd

T Tercihli vatandafllıkta karar yılı 2013

T “Sihirli Ülke Almanya” T Fuat Bultan yaflamını yitirdi T Türkiye'deki hayat kadınlarının yazgıları

8

www.toplum24.de AvrupaGüN

| 4 Şubat 2013 | 27


bunları okur” anlayışıyla, Avrupa’daki 5 milyonu aşkın Türkçeli insanımızı magazinci, dinci ve etnikçi eğilimlerin eline teslim etmiş oldu. Şimdi bunun acısını çekiyoruz. Bir aydın çıkışı yaratamamanın acısını çekiyoruz. İnsanlarımız, Türkçenin kendilerine bir yük olduğunu, önlerinin bu dil yüzünden kapandığına inanabiliyorlar. Avrupa’nın yerleşik dillerini daha iyi öğrenmenin, Türkçe olmaksızın kolaylaşacağını düşünenler, korkunç bir aşağılık kompleksinin ve uşaklık zihniyetinin temsilcileridir. Bunu yerleştirmeye ve böylece yaşlı kıtada yerleşiklik kazanmaya çalışıyorlar. Türkiye kökenli bir gencin Türkçesiz sıradan bir Alman yaşıtı karşısında, gerçekten de çok geriden başlayacağı açıktır. Sadece bu zihniyet bile, Türkiye kökenli insanlarımızın nasıl bir tuzağa kapıldığını göstermeye yeter. Aydın olmak, aydınca çıkışlar yaparak insanlık ailesine katkıda bulunmak, başka durumlarda mümkündü. Neden mi? Çünkü ilk gelen kuşaklar böyle değildi. Türkçe edebiyatta küçük öykücülüğün başarılı ismi ve Almanya’da uzun yıllar çalışmış Bekir Yıldız’ın bir özel sohbetteki sözlerini aktararak ne demek istediğimizi daha rahat anlatabiliriz. Olay şu: 60’larda, bir fabrikada bir Türk işçisi Alman ustasını dövüyor. Olay mahkemelik olacak. Fabrika yönetimi arayı bulmaya çalışıyor ve Türk’e neden böyle davrandığını soruyor. Türk işçi, aşağı yukarı, şunu anlatıyor. “Bu usta kafamı çok kızdırdı ben de küfrettim. Anasına küfrettim hem de. Zaten hırsım da hemen geçti. Ama o bana 'Yaşlı anamla ne istersen yap, valla memnun olur' dedi. İşte o zaman kanım tepeme sıçradı ve yumruğu indirdim. İnsan anasına nasıl küfrettirir, nasıl böyle şeyler söyler? Bu yumrukla da onu yeniden insanlık safına sokmuş oldum.” Gelenlerin böyle bir insanlık anlayışı, hatta özgüveni vardı. Gerekirse insanları döverek insan sınıfına dahil edebileceklerini bile düşünebiliyorlardı demek ki. Bu, bir gerilik değil, önemli bir yanıyla aydınca bir güvendir.

www.merhaba.info

28 | 4 Şubat 2013 | AvrupaGüN

Ama Türk gazeteciliği maalesef her türlü aydınca çıkışa karşı sert önlemler almış ve toplumun Türkçe içinde sağ akımlara, Almanya ve diğer ülkelerde de görece ilerici akımlara yönelmesinde, bilmeden, etkili olmuştur. Bir kişilik bölünmesini tetiklemiştir. Bu şizofren bir tutumdur gerçekten de. Aydın nitelikleri dumura uğratılmış, çıkarları için Almanya’da sosyal demokratlara, yeşillere, hatta sosyalistlere yakın duran sıradan Türk, kendi dilinde ve ülkesinde sağa, hatta aşırı sağa yapışıp kalıyordu. Bu, Türk medyasının da 50 yıllık tarihinde geldiği noktadır.

Solsuz Türkçe, uşak üretir! Türk medyası, Türkçe gazeteler, kendilerine solu kazıma görevi vermişlerdi. Ama Türkçeden solu çekip alınca geriye bir şey kalmayacağını, hatta basındaki sermaye birikiminin de anlamsız kalacağını hesap edememişlerdi. Türkçeden solu çekip alırsanız, aydın olmayı da çekip alırsınız. Geriye hiçbir şey kalmaz. Dolayısıyla Türk yayıncılığından, hele hele Avrupa’daki Türk gazeteciliğinden solu çekip alırsanız, hatta kazırsanız, geriye her türlü aşağılanmayı kabul edebilen, kendini korumak için ortaçağ dinciliğine ve etnikçiliğe-kabileciliğe kadar düşmüş bir toplum kalır. Böyle bir halka, böyle bir insan tipine de en pis işleri en ucuz biçimde yaptırabilirsiniz. Ama sonuçta, büyük toplumsal mayınlar da yerleştirmiş olursunuz. Aslolan bir aydın çıkışı yaratabilmekti. Bu yapılmadı. Çift ve hatta üç dilli bir kuşak, kökleri Türkiye’de yeni bir aydın, Türkiye’nin tarihsel haklılığını kabul ettirebilecek kadar yüklü ve inatçı, kendisini modern çağın bilgisiyle donatabilmiş, bir "anomali" olmadığını kabul ettirebilen bir yeni halk yaratılamadı. Şimdi Türkçeli insanlar, bu dilden nasıl kurtulabileceği hesapları yapıyor. Türk gazetelerinin baskı sayıları inanılmaz oranda düştü. Gazeteciliği Türkiye’deki mahalle haberlerini basmak ve satmaya çalışılmak, bu arada birkaç ilanla durumu kurtarmak olarak anlıyorlar. Türkçe gazetelerin bir çıkmaza saplandığı ortada. Televizyonla ve internetle bilgi bombardımanına uğrayan Türkçeli insanlar, kendi dillerindeki gazetelerin bu halini görünce de kolayca vazgeçebiliyorlar. Oysa dedeleri ve babaları, bu ülkeye ilk gelenler, Attilâ İlhan’ın unutulmaz dizeleriyle, “Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı”... Demek ki, bir halk ve bir dil, göz göre göre Avrupa’ya gömülüyor. ■


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.