İÇİNDEKİLER 3 Çizme çoktandır kaos mevsiminde talya’da ‘kronik yoksullar’ dönemi İtalya’da hükümetlerin uzun süre halkı “geçici” diye avutmaya çalıştığı ekonomik kriz, toplumu kalıcı bir hızla yoksullaştırıyor. ASLI KAYABAL Her şeye rağmen tarihi unutmayanlar ve unutturmayanlar var
10
Mölln’ün 20’nci yılında ki Almanya’nın 1990 yılında birleşmesiyle göçmen ve mültecilere yönelik neredeyse her gün bir veya birkaç ırkçı saldırı ve kundaklama yaşandı. ORHAN ÇALIŞIR 14 Frankfurter Rundschau’nun ardından Financial Times Deutschland Almanya’da gazete ölümleri 15 Mely Kıyak’ın notlarını Marianne Salzmann ve Deniz Utlu oyunlaştırdı “Döner Cinayetleri” tiyatro sahnesinde 16 Felix Scheinberger, özgün stiliyle özgün bir dünya şehrini kağıda döktü “İstanbul, inanılmaz bir enerji!” ÖMER YAPRAKKIRAN
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran AvrupaGüN
|2
Çizme artık kaos mevsimine giriş yapmış durumda
İtalya’da ‘kronik yoksullar’ dönemi ASLI KAYABAL
FIRINLAR DA ARTIK PAZAR GÜNLERi AÇIK...
İtalya’da hükümetlerin uzun süre halkı “geçici” diye avutmaya çalıştığı ekonomik kriz, toplumu kalıcı bir hızla yoksullaştırıyor. Son on yılda temel giderlerini karşılayabilmek için Caritas’a başvuran İtalyanların sayısı dört kat arttı. Caritas Ambrosiana’nın son raporu umutları iyice kırdı.
MİLANO - İtalya’da tırmanan yoksulluğun fotoğrafını çekmek için Hıristiyan yardım kuruluşu Caritas’ın önünde uzayıp giden kuyruklara bakmak yeterli bugünlerde. 2002 yılında Milano’da, Caritas’tan destek alanların sayısı yüzde 16’yla ifade edilirken, krizin ağırlaştığı günümüzde bu rakam yüzde 40’larda seyrediyor.
2000’li yılların başında İtalya’ya yeni umutların peşi sıra gelen göçmen nüfus yardım talep ediyordu, şimdi artık küresel ekonomik krizin mağdurları arasında İtalyan vatandaşları çoğunlukta. Son on yılda elektrik, su ve gaz faturaları ile çocuklarının anaokulu taksidini ödeyebilmek ve ay sonunu getirmek için gerek duydukları yardımı almak amacıyla Caritas’a başvuran İtalyanların sayısı dört katına çıktı. 2010 yılında “Bu krizle baş edebilmek çok güç” diyerek Caritas’ın kapısını çalanlar, bir sonraki yıl geri dönmeyeceklerini düşünüyordu. Ama gitgide yoksullaşan, işini kaybeden ya da ücretsiz izne çıkarılan, part-time bir iş bile bulamayan birçok insan, yeniden kapısını çaldı Caritas’ın. Milano’da küresel krizin yeni yoksullarıyla ilgili 11’inci raporunu yayımlayan Caritas Am-
AvrupaGüN
|3
brosiana’nın verileri ne yazık ki umut verici değil. Rapor, Caritas’ın ofisleri önünde kuyruğa giren evsizler, mülteciler ve yüzlerce İtalyan’ın küresel krizin doğurduğu “kronik yoksullar” olduğuna vurgu yapıyor. Krizin ilk belirtilerinin duyulmaya başladığı 2008 yılıyla karşılaştırıldığında, yoksul nüfusun yüzde 6’lık bir artış gösterdiğine dikkat çekilse de, son on yılda ekonomik güçlükle yüz yüze gelenlerin dört kat arttığı belirtiliyor. Caritas, 2002 yılında yüzde 16’larla ifade edilen yoksulların, artık yüzde 40’lara ulaştığına vurgu yapıyor. Karanlık bir tünelin içinde yol alındığını anımsatan yardım kuruluşunun yöneticileri kuruma başvuranların yüzde 65’inin kadınlar olduğuna dikkat çekiyor. Bir ailenin yükümlülüğünü üstlenenlerin oranı ise yüzde 45’le ifade ediliyor. Bu tablo içinde eşlerinden ayrılanlar yüzde 23’lük bir yeni yoksullar kesimini temsil ediyor. Caritas’a gelenlerin yaş ortalaması 25-44 arasında değişirken, bu kişilerin yüzde 47’sinin lise mezunu olduğu belirtiliyor. Son üç yıl içinde işten çıkarılanların oranı ise yüzde 34. Kronik yoksullar tablosunda yirmi yıldır İtalya’da yaşayan ve birçok İtalyan vatandaşı gibi son dönemde işsiz kalan göçmenler yüzde 23’lük bir kesimi oluşturuyor. Küresel krizin sonuçları, İtalya’nın dümenindeki Mario Monti hükümetinin aldığı sert tedbirlerle gitgide eriyen orta gelir grubuna ait İtalyanlar, aylık ücretleriyle yaşamlarını sürdüremiyor. Bu nüfus içinde devlet memurları, part-time iş yapanlar, sigortasız çalıştırılanlar, çok düşük ücretleri ka-
AvrupaGüN
|4
bullenmek zorunda kalan gençler ve emekli maaşları 1000 avronun altında kalanlar yer alıyor. Son rakamlar göçmenlerin yüzde 74.2’sinin, İtalyanların ise 47’sinin aylık ücretleriyle ay sonunu getiremedikleri gerekçesiyle Caritas’tan maddi yardım talep ettiklerini gösteriyor. 27 bin başvuruyu değerlendiren kurum, her iki İtalyan vatandaşından birinin para yardımı istediğini ortaya koyuyor.
SÜPERMARKETLER DE...
Mario Monti hükümeti, çalışanların haklarını düzenleyen ve sendikal hakları içeren, iş yasası diye tanınan 18’inci maddeyi iptal etti, gazetecileri susturma tehlikesini beraberinde getiren ve basın özgürlüğüne aykırı düşen “Bavaglio Yasası” ise hâlâ tartışılıyor. Özetle İtalya’da demokratik sistem tehdit altında.
Çizme’de yüzdelerle ekonomik kriz %6 Yardım talepleri Milano’da ekonomik krizin ilk etkilerinin gözlenmeye başlandığı 2008 yılı ile karşılaştırıldığında 2012’de kentte üç Caritas merkezinde maddi yardım için başvuranlar yüzde 6 arttı.
% 40
Matteo Longato: “Güney, İtalya’nın Yunanistan’ı olabilir” Lainate, Milano’ya 20 kilometre uzaklıkta 25 bin nüfuslu bir belediye. Sakız, bonbon ve nane şekeri üreten, yurtdışına yönelik satışlarında en önemli pazarı Türkiye olan çokuluslu Perfetti’nin yönetim ve üretim merkezinin yer aldığı bir yerleşim merkezi. Milano ile Como gölü arasındaki Lainate, İtalya’da hızla tırmanan ekonomik krizin etkilerinin gözlendiği bir mikro dünya. Lainate’de yaşayan patolojik anatomi teknisyeni Matteo Longato ile Farmacia dei Sani adlı şarap evinin işletmecisi Luca Scrabello, krizin Çizme’yi ve İtalyanları nasıl etkilediğini Avrupa GÜN’e anlattı. – İtalya’daki ekonomik kriz, gitgide tırmanıyor. Sizi en çok ne kaygılandırıyor?
MATTEO LONGATO - İtalya’da ekonomik durum, gerçekten de kaygı verici bir noktada. En çok demokratik sistemin içinin boşaltılıyor olması ürkütüyor beni. Ekonomik kriz gerekçe gösterilerek çıkarılan yeni yasalar, vatandaşların sosyal haklarını bütünüyle siliyor. İtalya’da iş başında olan teknokratlar hükümeti, ekonomik krizi bir tür şok gibi kullanarak, anayasaya aykırı bir dizi karar aldı. Bu gerçekten de kaygı verici. Tarihin yansıttığı gibi, kriz dönemlerinde ekonomik ve sosyal sistemlerde alınan şiddetli kararlar, demokrasiyi bütünüyle zayıflatıyor.
KroniK YoKsullar İki yıldır Caritas’tan sürekli yardım talebinde bulunanlar 2002’de yüzde 16’ydı, bugün yüzde 40’a tırmandı.
% 62 İş Caritas’a başvuranların yüzde 62’si iş sorunları nedeniyle yoksul. Sorun bir tek işsiz kalmak değil, vatandaşlar artık düşük ücretli, part-time ve sigortasız işlerle ay sonunu getiremiyor.
% 65 Kadınlar Caritas’tan yardım talep edenler listesinde kadınlar yüzde 65’lik bir kesim oluşturuyor. Kadın nüfusun yüzde 45’inin ailesi var, eşinden ayrı yaşayan ya da boşananların oranı yüzde 23.
% 75 Göçmenler Caritas’a yardım için başvuranların yüzde 75’i göçmenler. Bu göçmenlerin yüzde 23’ü 20 yıldır İtalya’da yaşıyor.
% 47 eğİtİm Caritas’ın Milano’daki ofislerine başvuranların yüzde 47’si lise ve ortaokul mezunu, kısa bir süre önce işsiz kalanların oranı yüzde 34.
AvrupaGüN
|5
Yoksulluk artık bir gerçek. İş bulmak çok güç. Önerilen işler ve ücretler, gündelik yaşamı sürdürebilmek için yeterli değil. Kapitalist sistem, bu noktaya getirdi. Bu sistem kendini hiç yenilemedi hep aynı kaldı. Çalışanların hakları son damlasına kadar gaspedildi. Bu, elbette kapitalizmin de sonunu hazırladı. Bir süreç noktalanıyor. İtalyanların, İspanya ve Portekiz’deki gibi dayatılan ekonomik reçeteler karşısında yaşamları konusunda kaygı duymaları beni üzüyor. – Yaklaşık on yıl önce Milano’daki bir devlet hastanesinde çalışırken hastanelerin şirket mantığıyla yönetilmesine karşı olduğunuz için “gönüllü işsiz” kalmaya karar vererek görevinizden ayrıldınız…
MATTEO LONGATO - Evet, on yıl önce iş dünyasında bazı küçük değişimler yaşanıyordu. 1991 yılında Milano’da bir devlet hastanesinde
çalışmaya başladım. İki yıl sonra görev yaptığım sağlık kuruluşu, “Hastane İşletmesi” diye isim değiştirdi. Bir devlet hastanesinin yönetiminde köklü değişimler söz konusuydu. İşletme, ekonomik boyutu olan bir sözcük. Bir devlet hastanesi, bir şirket mantığıyla yönetilemez. Hastanenin, vatandaşlara sağlık hizmeti verecek kaynakları en iyi şekilde kullanan bir mantıkla yönetilen bir sisteme sahip olması gerekir. Sağlık hizmeti, sosyal bir hak olarak korunmalıydı. Bu yönde vatandaşlara tanınan sosyal bir haktı. Artık İtalya’da birçok hastane şirket mantığıyla yönetildiği için, personel ve hasta yatağında kesintiye gidildi. 1990’ların başlarında uygulanmaya başlanan bu sistem içinde çalışmak istemedim. Birçok meslektaşım sağlık alanındaki özelleştirme girişimlerinin hizmetlerin içeriğini mükemmel-
Krize çözüm: “Kolektif yaşam” Çizme’de yoksulluğun boyutları orta sınıfı da içine almaya başlayınca güç ekonomik koşulları göğüsleyebilmek amacıyla yaşama tutunma modelleri üretilmeye başlandı. Milano’ya bağlı Cerro Maggiore ve San Vittore Olona belediyelerinde 40 aileyi ortaklaşa bir çatıda bir araya getiren “Casa per Pollicino Derneği“, akılcı ve dayanışmacı bir tüketim modelinin kolektif bir yaşam içinde uygulanmasıyla ekonomik krizin aşılabileceğini savunuyor. Derneğin kurucusu 44 yaşındaki Avukat Alberto Fedeli, bu deneyimi şöyle anlatıyor: – Derneğinizin ortaklaşa yaşam önerisi, ekonomik krizi aşmak için bir model olarak tanıtılıyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
ALBERTO FEDELİ - Ailelerle yola çıktık. İlgi alanımız zaman içinde bir aile çatısı altında çocukların eğitiminden ailelerin ekonomik bilançosuna kadar uzandı. – Nasıl işliyor kolektif yaşam?
ALBERTO FEDELİ - Kurulan model ailelerin karşılıklı yardımcı olmalarını
AvrupaGüN
|6
öngörüyor. Çocukların eğitimi ve çeşitli spor faaliyetlerinden yoksun kalmamalarına özen gösteriliyor. “Dayanışmacı Satın Alma” adı altında küçük bir grup oluşturduk. Bu grup 40 ailenin ortaklaşa gıda alışverişi yapmasını öngörüyor. Acil ekonomik güçlükler söz konusu olduğunda aileler birbirlerine yardımcı oluyor. Bir tür dayanışma ruhu söz konusu. Gerek olduğunda borçlarını ödemekte zorlanan ya da aniden işsiz kalan ailelere ortak bir kasadan mikro kredi aktarılıyor. – Peki bu model uygulanabiliyor mu?
ALBERTO FEDELİ - Çok iyi işliyor. Bu kolektif yaşamın parçası olan ailelerin her biri kendine ait bir konutta yaşıyor. Ama bir zamanlar olduğu gibi komşuluk ilişkileri yaratılmaya çalışılıyor. Bu modele yabancı uyruklu aileler de katıldı. Anneler de birbirlerine yardımcı oluyor, bir arada ve uyumlu yaşamanın koşulları yaratılıyor. Bu modeli kurumlar da örnek alabilir. Biz dernek olarak akılcı bir tüketim modeli öneriyor, dayanışmacı ve kolektif bir yaşamın ailelerin bütçelerini koruyarak hayata geçirilebileceğini göstermek istiyoruz.
leştireceği inancındaydı. Bu gerçekleşmedi. O dönemde bunu öngörmüştüm. Hatta bugün İtalya’da vatandaşa verilen sağlık hizmetlerinin niteliğinin gerilediğini söyleyebilirim. Umut edilen kalite sağlanamayınca özelleştirme operasyonlarına hız verildi. En son Milano San Raffaele Hastanesi’nin de içinde yer aldığı onlarca hastanenin borç batağına saplandığına, sağlık ve teknik personelde kesintiye gittiklerine tanık olduk. İtalya’daki devlet hastanelerinin yönetimi ekonomistlere terk edildi. Ama ekonomistlerin sağlık sistemi ve hastaların gereksinimleri konusunda en ufak bir bilgisi yok. Onlar teknik personel; bir tek hesap kitap işine, işletme mantığıyla yönetilen sağlık kuruluşlarının kâr getirip getirmediğine bakıyor. İşin sağlık boyutu, vatandaşa hizmet ise göz ardı ediliyor.
MATTEO LONGATO - Vatandaşlar tüketememeye başladıkları zaman, bireysel bir kriz de ortaya çıkıyor. Satın alma gücünü yitiren birçok kişinin dayatılan ağır reçeteleri güçlükle göğüsleyebileceği, acı çekeceği düşüncesindeyim. Birkaç yıl önce vatandaşın cebinde üç-beş kuruş da olsa vardı ya da geçmiş birikimler kullanılıyordu. Seçimle iş başına getirilen Berlusconi, krizin varlığını reddetti. Teknokrat hükümetin başbakanı Mario Monti ise, patronlara çalışan, “patron” bir hükümet. İtalya’da geniş çaplı bir özelleştirme siyaseti uygulanıyor, devletin tüm mal varlıkları özel şahıslara satılıyor. Gerçekte hiçbir şey değişmedi. Böyle giderse İtalya’da devlet, bir tek kağıt üzerinde kayıtlı kalacak.
– Ekonomik kriz, 25 bin nüfuslu Lainate’ye nasıl yansıyor?
MATTEO LONGATO - İtalya’nın birçok bölgesinde tanık olunduğu üzere Lainate’de de vatandaşlar ekonomik durumdan kaygılı. Kimi ailelerin elektrik, gaz, su faturalarını ödemekte zorlandığını biliyorum. Ya da şofbenin aniden arızalanması durumunda, yeni bir şofben satın alamayacak durumda olan aileler var. Birkaç yüz avroluk harcamalar bile sorun yaratabiliyor bugünlerde. Hiç kimse, vatandaş olarak, sosyal hakları konusunda kaygı duymuyor, bu hep ikinci plana atılıyor. Mevcut koşullarda ekonomik güçlükler doğal olarak ön planda ve bu da gerginlik yaratıyor. Ama vatandaşın sahip olması gereken hakların yitirilmesi de çok tehlikeli, çünkü bu bir anlamda ifade özgürlüğünü de engelliyor. Vatandaşı baskılayan bir ekonomik model yürürlükte, iş sözleşmeleri mevcut, ama bu sözleşmelerde hakların yerinde yeller esiyor. – İtalya, Yunanistan’ın durumuna gelebilir mi?
MATTEO LONGATO - İtalya’nın Yunanistan’ın durumuna düşebileceğini düşünmüyorum. İtalya, yaşanan büyük krize karşın üreten, daha sağlam ve büyük bir ülke. Yunanistan’a oranla İtalya’da daha büyük bir tüketici kesim var. Ancak güney bölgemiz, İtalya’nın Yunanistan’ı olabilir. Güney İtalya’daki yoksulluğun boyutları son birkaç yıldır yaşanan krizle ilişkili değil. Elbette bu küresel kriz, güneydeki bölgeleri etkiledi ama burada geleneksel anlamda bir yoksulluk hep vardı, var olmaya da devam ediyor. – İki üç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında neler değişti?
AvrupaGüN
|7
kayıp yaşadım ve unutmayın ki şarap evi işletmeciliği, krizden, başka sektörlere oranla daha az etkilendi. – Meslek gereği çok farklı kesimden bir müşteri profiliyle yüzyüze geliyorsunuz. Krize dair ne tür öyküler aktarılıyor?
LUCA SCRABELLO- Bir müşterim Milano Malpensa havalimanında sivil ve ticari uçuşlarda bagaj yüklenmesi ve boşaltılması bölümünde çalışıyor. Son beş yıldır aynı işi yapan personele yeni iş sözleşmeleri gereği farklı miktarda ücret ödeniyor. Örneğin eski kontratla çalışan personel, 1700 avro aylık ücret alırken
Luca Scrabello: “İtalya’da kâr etmeden çalışılıyor” – Ekonomik kriz, sizin ticari faaliyetinizi nasıl etkiledi?
LUCA SCRABELLO - Şu aşamada İtalya’da gelecekle ilgili tahminde bulunmak çok güç. Bu açıdan ticari faaliyetlerde de belirsizlik hakim. Elbette daha önce sahip oldukları gelir kaynakları ya da birikimlerini kullananları ayırmak gerekir. Bugünlerde İtalya’da hiçbir biçimde kâr edilmeden çalışılıyor. Bir ticari işletme kâr elde etmese de vergi yasası önünde gerçeği yansıtmayan bir gelir bildiriminde bulunmak zorunda. Vergileri ödemekle yükümlü. Tersi durumda devlet tehdit ediyor ve “Seni denetleyeceğim” diyor. Kısacası bir gelir elde etmesen de, vergi ödemekle yükümlüsün İtalya’da. – Krizin ilk belirtilerinin hissedilmeye başladığı iki-üç yıl öncesine oranla temel değişimler neler?
AvrupaGüN
|8
LUCA SCRABELLO - Ben dört yıldır Farmacia dei Sani’nin başındayım . Başlangıçta doğal olarak büyüyen bir grafik vardı. Küresel krizin ilk etkisi 2008 ve 2009’da görülmeye başladı ve o dönemde sürekli tırmanan bir düşüş yaşandı. Bu düşüş şimdi sabitlendi. Ama mevcut standart, geleceğe yönelik projeler geliştirmeye engel. Bu süreçte yüzde 10 düzeyinde bir düşüş daha yaşanacak olursa, bu ticari faaliyete devam etmenin bir anlamı yok, Ben yüzde 20’lik bir
Kuyruk yerine dayanışma marketleri Milano’da Caritas’ın üç noktadaki ofislerinde yiyecek yardımı almak için sıraya giren vatandaşların onurlarının zedelenmemesi amacıyla Güney Milano Caritas sorumlusu Rahip Massimo Mapelli, “Dayanışma Marketleri” kurulmasını önerdi. Bu yöntemle Caritas’ın önünde uzayıp giden kuyruklara bir nokta konulacağını savunan Mapellli, güç durumdaki vatandaşların Caritas’tan alacakları bir kartla bu marketlerde alışveriş yapabileceklerini söyledi. Milano’da şehrin güney kesiminde yer alan Rozzano, Corsico, Trezzano ve Buccinasco ve çevresinde krizin etkisinin çok yoğun izlendiğine dikkat çeken Mapelli, Corsico’daki kilisede ayda 800 adet yiyecek paketi, çevre beldelerde de ortalama 350 paket dağıtıldığını söyledi. Bu paketler için gelen kesimin orta gelir grubunda ve işsiz kalanlarla aileleri oldukları gözleniyor
yeni iş sözleşmesi yapanlara 1100 avro ödeniyor. Dün genç bir müşterim bir ajans aracılığıyla iş bulduğunu söyledi. Haftada beş gün çalışacağı bu iş için 500 avro odediklerini, gerçekte brüt maaşın 900 avro olduğunu, ancak 400 avronun iş için aracılık yapan ajansa verildiğini anlattı. – Bu karanlık tablo içinde nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
LUCA SCRABELLO- Şimdi alternatif bir
seçim, şarap evini satışa çıkarmak ama bu pek de kolay değil, İtalya’da ticari bir faaliyete son vermenin de bir maliyeti var. Herkes istediği anda nokta koyamaz çünkü bunun için de gelir kaynağı gerekli. Bu da İtalya’nın bir başka sorunu, ben bu ticari işletmeye bir nokta koymak zorunda kalıyorsam baş etken elbette ekonomik kriz. Hiçbir kazanç elde etmeden çalışmanın bir anlamı var mı? Bu durumda her şeyi bırakıp gitmek gerek. Ne yazık ki İtalya bu noktada.
Pane Quotidiano ve Milano’daki 100 bin yoksul Pane Quotidiano, yüz yıldır Milano’da yoksullara yardım eden laik bir dernek, 1898’de kurulan bu derneğin Milano’da tarihi iki şubesi var. Biri Via Toscana 28’de, öteki Viale Monza 325’de. Otuz yıl önce Pane Quotidiano günde 2.500-3000 dolayında yoksul vatandaşa yardım ediyordu. Bugün Arezzo ve Udine’nin nüfusuna eş değer 100 bin yoksulu barındıran Milano’da, bu dernek, her gün 5 bin kişiye destek olmaya devam ediyor. Milano’daki yoksullar tablosu, emekliler, işsizler, yaşlılar ve göçmenlerden oluşuyor. Otuz yıl önce Pane Quotidiano’nun önünde kuyruğa girenler arasında İtalyanların sayısı birkaç kişiyle sınırlıyken, bugün derneğin önünde sabah erken saatlerde uzayıp giden kuyruklarda İtalyanlar çoğunlukta. Pane Quotidiano’nun yöneticisi Pier Maria Ferrario, rakamlar karşısında bir hayli kaygılı, “Nereye doğru gidiyoruz bilmiyorum!” diyor. Sabah erken saatlerde, 07.30’da derneğin önünde iki kuyruk dikkat çekiyor. Sağ kanatta emekliler ve 60 yaş üzeri yaşlılar, sol kanatta öteki yoksullar. Yaşlılara ve ayakta duramayacak kadar güçsüz olanlara öncelik tanınıyor. Erkenden gelip de ön sıralarda yer tutanlar, 09.00-11.00 arasındaki erzak dağıtımını kaçırmak istemiyor. Pane Quotidiano, ekmeğin yanı sıra Milano’nun yeni yoksullarına süt, yoğurt, yumurta, meyve- sebze, makarna, pirinç, bakliyat, çikolata ve bisküviden oluşan paketler dağıtıyor. Haftada bir gün ise giyecek yardımında bulunuluyor.
Bu dağıtım çok kez kadınlar arasında tartışmalara ve gerginliklere neden olduğundan, gönüllülerin desteği düzen sağlama açısından önem taşıyor. Pane Quotidiano’da ekonomik krizin etkisiyle sayıları son bir yılda hızla tırmanan yoksullara destek olan gönüllülerden biri gençlik yıllarında boksörlük yapan Angelo Quirci. Bir spor salonunda Luchino Visconti’nin tesadüfen keşfettiği, “Sende aktör yüzü” var diyerek 1960 yapımı “Rocco e i fratelli” filminde rol verdiği Quirci, İtalyan yoksulların ilk kez yabancı kültürlerden gelen yoksulları aştığını anlatıyor. Bir başka gönüllü Arnavut belgeselci Edison Duraj ise ekim ayında yağışlı ve kötü havaya karşın derneğe günde ortalama 2 bin 200 kişinin erzak almak için geldiğini aktarıyor. 2013 yılında krizin ağırlığını daha da hissettireceği öngörülen ekonomi ve moda başkenti Milano’da 18 yardım kuruluşu şehrin yeni yoksullarına destek olmaya çalışıyor. Arezzo şehrinin nüfusuna eş değer boyuttaki yoksullar arasında İtalyanların baş sıraya oturması bir yana, yüzlerce İtalyan ailenin belediyeden yardım talep etmesi dikkat çekiyor. Gazetelerin ekonomi sayfalarında yoksul vatandaşların bir kahve ve kapuçinodan bile vazgeçtikleri vurgulanırken, hükümetin “Kasalarımız bomboş” diye seslenen okul yöneticilerine, “Yakıt alacak paranız yoksa kaloriferleri yakmayın!” diye öneride bulunması, İtalya nereye doğru gidiyor diye düşündürüyor. AvrupaGüN
|9
Her şeye rağmen tarihi unutmayanlar ve unutturmayanlar var
Mölln'ün 20'nci yılında OrHAN ÇALIŞIr
İki Almanya’nın 1990 yılında birleşmesiyle göçmen ve mültecilere yönelik neredeyse her gün bir veya birkaç ırkçı saldırı ve kundaklama yaşandı. Can kayıplarına yol açan Mölln saldırısı ve bu dönemdeki diğer saldırılar, kuşkusuz ileride Berlin Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir parçası olarak değerlendirilecek. MÖLLN - 18 bin nüfuslu Mölln kasabasında çoğu Hamburg, Bremen gibi büyük kentlerden yaklaşık 800 kişi, 20 yıl önce burada işlenen cinayetleri protesto etmek için bir araya geldi. Şehir meydanında toplanan kalabalık, daha çok genç Alman antifaşistlerinden oluşuyor. Sayıları çok olmasa da farklı yerlerden uzun yıllardır göçmen hareketinde yer alan Türkler de anma yürüyüşündeler. Gamalı haçı parçalayan Avni resimli pankartları hemen dikkat çekiyor. Ars-
AvrupaGüN
| 10
lan ailesi topluca Mölln’e gelmiş. “Gelmiş” diyoruz, çünkü ailenin neredeyse hepsi geçtiğimiz yıllarda Mölln’ü terk etti. Kundaklamada annesi Bahide Arslan ve kızı Yeliz Arslan ile yeğeni Ayşe Yılmaz’ı kaybeden Faruk Arslan, “Burada iş bulamadık, bize güya kasabanın adını kötüye çıkardık diye kötü davrandılar” diyor. Yürüyüş korteji sloganlar atarak sokaklardan geçerken Mölln’ün Alman sakinleri bu siyahlar giymiş genç topluluğu kayıtsızca kaldırımdan izliyor. Faruk Arslan ise hâlâ 20 yıl önceki saldırının acılarını çekiyor: “Ben 1992’den beri kendinde olmayan bir insanım. Sinir haplarıyla yaşayan, kızımın resmiyle annemin resmiyle her gün aynı odada yatıp kalkan bir insanım.” Ancak Mölln’den ayrıldıktan ve iyi psikologlarla tedaviye başladıktan sonra hayatın tadına varabildiğini söyleyen Faruk Arslan, kundaklamaların ardından Bild, Der Spiegel gibi büyük Alman medyasının saldırısına da uğramıştı. Hatta ünlü Bild gazetesi, Neonazilerin olayı itiraf etmelerine rağmen, kundaklamaların Türkler arasındaki bir hesaplaşmanın so-
“BEHiDE ArSLAN HAUS”
nucu olduğu gibi yazılar yayımlamıştı. Bunda Faruk Arslan’ın kendini resmi kurum ve kişilere kullandırtmamasının, politikacılarla törenlere çıkıp hiçbir anlamı olamayan uyum mesajları vermemesinin rolü vardı mutlaka. Tabii, 1992 kasımında cenazeler Hamburg havaalanından yolcu edilirken cenazeleri ve kendisini yolcu etmek için gelen Türk göçmenleri için aldığı “delikanlı tavrın” da bu reddedilmede rolü var. Polis o gece 150 kadar göçmen protestocuyu havaalanı terminal binasına almamış ve coplamıştı. Protestocular direnince polis yöneticileri Faruk Arslan’ı çağırmışlar, dışarıdaki polisler önce cenaze yakını olduğunu bilmeyerek onu da coplamışlardı. Polis müdürünün, topluluğu göstererek “Bunlar kim?” diye sorması üzerine Faruk Arslan, “Bunların hepsi benim arkadaşım” demiş ve topluluk böylece içeri girebilmişti. Mölln’deki yetkililer kundaklamadan sonra Arslan ailesine oturmaları için bir konteyner tahsis etmiş. Güvenli bulmadıklarından burada oturmayı reddeden aileye onarıldıktan sonra kundaklanan eve taşınmaları önerilmiş. “Bu kadarı da olmaz!” diyen Arslan ailesi bunu reddetmiş. Faruk Arslan ve ailesi, Mölln’de çok sıkıntılı bir dönem geçirdikten sonra memleket edindikleri bu şehri terk etmiş. Şimdi Mölln’e, sadece tanıdıklarını ziyarete ve kundaklamaları unutturmamak için yapılan bu gibi etkinlikler nedeniyle geliyor. 17 Kasım’da yapılan protesto yürüyüşünü düzenleyen “Arslan Ailesinin Dostları” adlı girişimden Erkan Kurukavak, “Biz 20
yıl önce de buradaydık, olayın hemen akabinde. 10’uncu yıl, 20’nci yıl, bunlar çok önemlidir. Bunu unutturmamak için ve unutulmasına müsaade etmeyeceğimizi göstermek için buradayız” diyerek, hâlâ kararlı bir göçmen politik bilincinin olduğunu gösteriyor. 22 Kasım 1992 gecesi saat 24.00’den sonra iki Neonazi, önce Mölln’ün biraz dışında kalan Ratzeburger Straße 13 adresindeki altı Türk ailesinin oturduğu evi kundaklamışlardı. O zaman olaydan birkaç gün sonra Mölln’e gittiğimizde, çatısının ahşap kısmı iskelet gibi ortaya çıkmış, duvarları, pencere pervazları isten kapkara olmuş, camları kırık pencereleri kocaman kara delikler gibi duran binayı görmüştüm. En tüyler ürperten de, pencerelerden sarkan, rüzgar vurdukça sallanan, birbirine bağlanmış perde ve çarşaflardı. Bunlara tutunarak kendini aşağı bırakan 40’dan fazla Türk göçmen, yanarak ölmekten son anda kurtulmuştu. Anma yürüyüşünde Möllnlü bir grup Türk genci dikkat çekiyor. Bu çocukların anne ve babaları, Ratzeburger Straße 13 adresindeki kundaklamadan kurtulanlar. Yangından bir yıl sonra dünyaya gelen Selime Aygün, olayı büyüklerinin anlatmasından biliyor: ”O gece annemler, babamlar hepsi yattıktan sonra birden yangın çıkmış. Herkes pencerelerden atlamış.” Selime’nin 15 yaşındaki amcaoğlu Alibey Aygün’e neden yürüyüşe geldiğini soruyorum. “Nazilere karşı, yani Faruk Amcagilin ve bizim evimizi yaktılar, dazlaklar evimizi yaktı diye buradayım” diyor, saçlarını modaya uygun olarak
AvrupaGüN
| 11
hafif jölelemiş delikanlı. Anne ve babaları olumsuz etkilenmesinler diye yıllarca bu çocuklara olayı anlatmamışlar. 1992 kasımındaki korkunç geceyi daha sonra büyüyünce yavaş yavaş öğrenmişler.
Yürüyüş bitiyor. Şehirden tren istasyonuna doğru yürürken bir bankın üzerine yarım yatmış, yersiz yurtsuz bir adam bize sempatiyle bakarak “Das habt ihr heute gut gemacht” (Bugün bu işi iyi yaptınız) diyor. Mölln’de yaptığımız yürüyüşe sempatiyle bakan az sayıda insandan biri herhalde... Mölln cinayetleri unutulmasın diye yapılan yürüyüşe Hamburg’da 1985 aralığında dazlaklarca öldürülen Ramazan Avcı’nın eşi Gülistan Avcı da katıldı. Ramazan Avcı cinayeti, Almanya’da göçmenleri kitlesel olarak sokağa döken ilk ırkçı cinayetti. Gülistan Avcı, “Mölln’e gelmek benim için bir görev” diyor ve ekliyor: “Bugün aynı acıyı yaşadığım için buradayım. Yaşayan bilir bunu, yaşamayan bilmez.” İki dazlak Ratzeburger Straße 13 adresindeki evi kundakladıktan sonra şehrin tam merkezindeki Mühlenstraße 9 adresinde Arslan ailesinin oturduğu evin önüne gelmişler. Ve benzin dökerek binayı ateşe vermişler. Hemen tutuşan binadaki Arslan ailesi üyeleri, yangını
AvrupaGüN
| 12
fark eder etmez hemen binadan çıkmaya çalışmışlar fakat merdivenler alev alev yandığından pencerelerden atlamaktan başka çare bulamamışlar. Torunlarını kurtarmak için çırpınan Bahide Arslan, dışarı çıkamayacağını anlayınca o zamanlar yedi yaşında olan torunu İbrahim’i ıslak bir battaniyeye sarmış. Yangından saatler sonra bir mucize eseri dumandan boğulmayan İbrahim’i yanan binadan çıkarmışlar. Büyükannenin sardığı ıslak battaniye, İbrahim’in hayatını kurtarmış. Bahide Arslan’ın eşi Nazım Arslan yaralı olarak kurtuldu. Nazım Arslan, eşinin ve torunlarının öldürülmesinin kabusunu hiç atlatamadı, Almanya’ya küsüp memleketi Samsun’a döndü ve orada 2008 yılında vefat etti. Arslan ailesinin diğer üyeleri Almanya’da kaldılar. Faruk Arslan, bir daha baba oldu ve yeni doğan kızına kundaklamada öldürülen kızının adını vermiş. Faruk Arslan, şimdi 3 çocuğu ve 2 torunuyla Hamburg’da yaşıyor. “Beni çocuklarım ve torunlarım ayakta tutuyor” diyen 48 yaşındaki Arslan, “Bu tür cinayetlere sessiz kalırsak başkaları da işlenir” diyor ve özellikle göçmenlere sesleniyor: “Biz buraya ne yanmaya ne yakılmaya geldik. Biz Almanya’yı kuranlardanız. Bizim insanlarımız hiçbir kötülüğü hak etmedi. En büyük kötülüğü ben gördüm, benden başkasının da görmesini istemiyorum.” İki Almanya’nın 1990 yılında birleşmesiyle göçmen ve mültecilere yönelik neredeyse her gün bir veya birkaç ırkçı saldırı ve kundaklama yaşandı. Can kayıplarına yol açan Mölln saldı-
rısı ve bu dönemdeki diğer saldırılar, kuşkusuz ileride Berlin Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir parçası olarak değerlendirilecek. Saldırılar duyulur duyulmaz Almanya’nın hemen her şehrinde binlerce göçmen sokaklara döküldü. Özellikle gençler, kendiliklerinden eylemler yaptılar. Ramazan Avcı öldürüldüğünde sadece Hamburg ve çevresinde göçmenlerden kitlesel bir tepki gelmişti, fakat bu defa ırkçı saldırılara karşı Almanya çapında bir başkaldırı söz konusuydu. Bunun bir sonucu olarak Mölln’de yapılan protesto yürüyüşüne ezici çoğunluğu Türkiyeli göçmenler olmak üzere on binden fazla insan katıldı. Yürüyüşe her siyasi akımdan insanlar gelmişti. Gerçi bazı aklı evvel Türk solcuları Türk bayrağı taşıyorlar diye yürüyüşe katılan bazı gençlere karşı kaba kuvvet kullanmış ve bu yüzden kitle daha Mölln’de bölünmüştü, fakat buna rağmen, o günkü yürüyüş ve diğer kentlerde göçmenlerin kendi kendilerine düzenledikleri ani eylemler, öz örgütlenmenin potansiyelini ve mümkün olduğunu göstermesi bakımından çok önemli bir gelişmeydi. Tam da bunu gören Alman devleti, başta dönemin devlet başkanı Richard von Weizsäcker olmak üzere “Lichterkette” tabir edilen, katılanların ellerinde mum taşıdığı, Almanya’nın ihracatını ve imajını savunma gösterileri düzenlediler. Bu gösterilere göçmenler ilgi göstermedi. Bugün unutulduğundan hatırlamak önemli: Mölln’den hemen sonra Hamburg’da göçmenlerin girişimiyle bir günlük kepenk kapatma eylemi düzenlendi. Bu eyleme Hamburg’daki Türkiyeli esnafın büyük çoğunluğu ve az sayıda da olsa bazı Alman esnaf da katıldı. Şimdi artık ırkçı saldırılardan sonra ne kitlesel yürüyüşler ne de kepenk kapatma eylemleri düzenleniyor. Zaten genellikle olayların üstü daha baştan devlet organları tarafından “olayda siyasi bir motif yok” diyerek kapatılıyor. 17 Kasım’daki yürüyüşün son durağı, bir zamanlar Arslan ailesinin oturduğu Mühlenstraße 9 adresiydi. Bina tadilattan geçmiş ve yeni kiracılar yerleşmiş. 1992’de 22 Kasım gecesi benzin dökülerek ateşe verildiğinden Arslan ailesinin canını kurtarmak için kullanamadığı ana giriş kapısının sağına, üzerinde “Bahide-ArslanHaus” yazan bir plaket asılmış. Plakette “Mölln şehir idaresinin kararıyla” yazıyor. Faruk Arslan, “Biz bu sokağa annemin adının verilmesini istiyoruz” diyerek Arslan ailesinin talebini dile getiriyor. Yürüyüş bitiyor. Şehirden tren istasyonuna doğru yürürken bir bankın üzerine yarım yatmış, yersiz yurtsuz bir adam bize sempatiyle bakarak “Das habt ihr heute gut gemacht” (Bugün
bu işi iyi yaptınız) diyor. Herhalde bu adam Mölln’de yaptığımız yürüyüşe sempatiyle bakan az sayıda insandan biri. Bu da unutuldu artık. O zamanlar, yani 1990’larda düzene uymayıp, uyamayıp sokaklarda yaşayan bu yersiz yurtsuz insanlar da, Neonazilerin çok saldırısına maruz kalıyordu. Kimseye zararı olmayan bu adamların kaçı öldürüldü? Bir yerlerde kaydı var mıdır acaba? Hakir görülerek “Penner” denilen bu insanlar Türk gençleri ve göçmen gençlik çetelerinin kendilerine sahip çıktığını bildikleri için onların yaptıkları işlere hep yakınlık duydular.
20 yıl önce 20 yıl sonra BUNDAN 20 YIL ÖNCE 22 Kasım’ı 23 Kasım’a bağlayan gece Schleswig-Holstein’daki Mölln kasabasında Türk ailelerinin oturduğu iki bina yakıldı. Binaları molotof kokteylleriyle ateşe veren Neonaziler daha sonra polise telefon edip kundaklamayı üstlendiler ve “Heil Hitler!” selamıyla telefonu kapattılar. Rostock-Lichtenhagen ve diğer şehirlerdeki bir dizi kundakla- madan sonra ilk defa gece yarısı gelen böyle bir saldırıda insanlar hayatını kaybetti. Mölln’ün merkezinde bir binada oturan Arslan ailesinden büyükanne Bahide Arslan ile 10 ve 14 yaşındaki torunları Yeliz Arslan ile Ayşe Yılmaz hayatlarını kaybetti. 20 yıl sonra, 17 Kasım cumartesi günü “Arslan Ailesinin Arkadaşları” girişimi, Mölln’de bir anma yürüyüşü düzenledi.oldu. Bu süreçten kaçmak zordur.
AvrupaGüN
| 13
Frankfurter Rundschau’nun ardından Financial Times Deutschland
Almanya’da gazete ölümleri
AvrupaGüN
| 14
Dünyanın günlük gazete cennetleri arasında yer alan Almanya’da art arda gelen ölüm haberleri, kağıda basılı medyanın ağır bir krizden geçmek olduğunu bir kez daha hatırlatmış oldu. Özellikle de Frankfurter Rundschau’nun ödeme güçlüğünü itiraf etmesiyle, kriz nitel bir sıçrama gösterdi. Almanya’nın ülke çapında dağıtımı yapılan merkez sağdaki Frankfurter Allgemeine Zeitung ve merkez soldaki Süddeutsche Zeitung’dan sonra uzun yıllar liberal solun temsilcisi olarak yayın yapan üçüncü büyük “nitelikli gazetesi” Frankfurter Rundschau’nun günleri sayılı. Eğilimleri ve vakıf yapısıyla bir dönem Türkiye’deki Cumhuriyet’i andıran, özellikle 68 kuşağının günlük gıdası kabul edilen bu gazetenin, ocak ayında yayınına son verme kararı alabileceği, zaten daha şimdiden ilgili iflas masasına gerekli başvuruda bulunduğu bildirildi. Hemen ardından da Financial Times Deutschland’ın aralık ayı başında yayın hayatına son vereceği açıklandı. Almanya’da art arda gelen gazete ölümleri yeni ve oldukça karanlık bir dönemin sektörde çoktan başladığını gösteriyor. Yerel gazeteciliğin makine parkı ve ulaşım kolaylıkları nedeniyle yaygın olduğu Almanya’da 1992 yılında pazar günleri hariç her gün basılan 426 adet günlük gazete vardı. Bunlardan geriye 2012’de sadece 333 gazete kaldı. Satış rakamları ise çok daha vahim: 1991 yılında günlük satılan gazete sayısı “Statista“ rakamlarına göre 27 milyon 300 bin idi. 2012 sonu itibariyle her gün satılan gazete sayısı 18 milyon 400 bin civarında. Geçmişten gelen eğilimlerin devam etmesi halinde 10 yıl içinde Almanya’da günde en fazla 11 milyon adet gazete satılabileceği, hatta 2034’te kağıda basılı günlük gazete yayıncılığının bir meslek olarak da ortadan kalkacağı ileri sürülebiliyor. Kimse, bunun tümüyle temelsiz bir düşünce olduğunu iddia edemiyor. Asıl önemlisi, Almanya’da sessiz sedasız bir başka günlük “kağıda basılı gazete” yayıncılığı daha sahneden çekiliyor. Türkçe gazetelerin
günlük satış rakamları, eğer cemaat ilişkileriyle yaşatılanlar bir kenara bırakılırsa, artık ayakta duramayacaklarını gösteriyor. Fakat, görünen o ki, Avrupa dillerindeki gazetecilik ile Türkçe gazetecilik birbirine paralel yapısal özelliklere de sahip. Hep birlikte gerileniyor. Batı Avrupa dillerinde durum neyse, bir büyük Avrupa dili olarak Türkçe de o. Kaderler birbirinden farklı değil. Yüksek nitelikli ve “iyi” haberleri artık internette bulmak mümkün. Dolayısıyla, orta büyüklükte olup da belli alanlarda uzmanlığını kanıtlayamamış gazetelerin yaşaması bundan sonra mucize. Hele hele redaksiyona kaynak ayırıp uzmanlığının hakkını veremeyen gazetelerin varlıklarını sürdürmesi imkansız. Pazar, bunları taşıyamadığını her fırsatta ilan ediyor. Avrupa’daki en büyük Türkçe gazetenin günlük satış rakamları, bütün bir sektörün alışılmış refleksleri ve geleneksel yapısıyla ayakta kalmasının mümkün olamayacağını gösteriyor. Yeni bir zamana giriliyor.
Mely Kıyak’ın notlarını Marianne Salzmann ve Deniz Utlu oyunlaştırdı
©LUTZ KNOSPE
NSU cinayetleri tiyatro sahnesinde
Federal Almanya’da 2000-2006 arasında 8 Türk, bir Yunan esnafı öldürdüğü ileri sürülen ve NSU adı verilen neonazi grubun faaliyetleri, toplum ve devlet içindeki yerleri, tiyatro oyunu oldu. “Fahrräder könnten eine Rolle spielen” (Bisikletlerin de Bir Rolü Olabilir) adlı oyun, Berlin’in giderek büyük ilgi toplayan tiyatrolarından Ballhaus Naunynstrasse’de cuma gecesi ilk kez seyirci önüne çıktı. Oyunu “göç arka planına sahip” iki genç yazar, Marianna Salzmann ile Deniz Utlu kaleme aldı. Oyunun adı, tam bir komediye dönüşen Meclis Araştırma Komisyonu soruşturmalarındaki bulgulardan kaynaklanıyor ve güvenlik güçlerinin seri cinayetleri araştırırken başvurdukları yöntemleri, özellikle de “naifliği” hicvediyor. Bazı güvenlik görevlilerinin olayları soruştururken “bisikletlerden yararlanılmış olabileceği” yolundaki soruları oyun çerçevesinde “alaya alınıyor.” 25-30 Kasım 2012 tarihleri arasında sahnelenecek olan oyun, son bir yıldır her toplantısında bir öncekinden daha acı ve komik gerçekleri, örneğin Alman güvenlik birimlerinin aşırı sağla nasıl iç içe yaşadığını ortaya çıkaran Meclis Araştırma Komisyonu’ndaki tartışmalar üzerinde yükseliyor. Komisyon toplantılarını bir yıldır adım adım izleyen Türk-Alman kadın yazar Mely Kiyak’ın
notlarına dayanarak kaleme alınan ve çağdaş Alman tiyatrosunun önde gelen isimlerinden Lukas Langhoff tarafından yönetilen oyun, medyada büyük ilgiyle karşılandı. Daha galası yapılmadan birçok gazete, radyo ve televizyon kanalında geniş haberlere konu olan oyun, olayları soruşturmakla görevli “NSU Komisyonu”nda açığa çıkan acı gerçekleri yeni sorular ve yanıtlarla toplumun tartışma gündemine oturtmayı hedefliyor. Neden? Oyunun kadın yazarı Marianna Salzmann, “Mely Kiyak’ın sorusu sürekli kafamda: Neden vurularak öldürülen bir Türk hiç kurban olamıyor? Vurulduğunda bile, neden o hep bir fail?” diye sorarken, genç oyun yazarı Deniz Utlu da, basına yaptığı açıklamalarda sistemdeki zaafa dikkat çekti: “Yani bu olayların gerçekten bir devlet krizine yol açmasını beklerdim. Ama olmadı. Hiçbir şey olmadı. Önemli sorular sorulmalıdır. Bütün bunların bizimle ne ilgisi var? Bunların toplumla ne ilgisi var? Bunlar nasıl mümkün oldu? Kim istiyordu bunları? Kim istemiyordu? Bununla şimdi nasıl bir ilişki kurulması gerekir? Bütün bunlar nereye açılıyor? Bu sorulara Komisyon tek başına açıklık getiremez.” AvrupaGüN
| 15
Felix Scheinberger, özgün stiliyle özgün bir dünya şehrini kağıda döktü
“İstanbul, inanılmaz bir enerji!” ÖMER YAPRAKKIRAN
Yeni dönem Alman illüstrasyon dünyasının parlak isimlerinden Felix Scheinberger, dünyanın her köşesinden topladığı ve anında eskiz defterine kaydettiği izlenimlerini, çizgi ve renklerle yeniden değerlendirmeye açıyor.
AvrupaGüN
| 16
Günümüz Alman illüstratörleri içinde özgün tarzı ve verimliliğiyle dikkatleri üzerinde toplayan bir sanatçı, Türk dünyasının, özellikle de İstanbul’un inanılmaz bir enerjiye kaynaklık ettiğini savunuyor. Bir süre önce Mainz şehrindeki bir galeride son dönem ürünlerini “Unterwegs” (Yolda) başlığı altında sergileyen Felix Scheinberger, dünyanın birçok köşesinden topladığı ve kağıda döktüğü izlenimler içinde İstanbul’un özel bir yeri olduğuna inanıyor. Dinamik sanatçı, kısa bir süre önce yayımlanan ve suluboya tekniğinin incelikleriyle ilgili kitabı “Wasserfarbe für Gestalter” (Biçim Verenler için
lıkla sergilenen dekorlara rağmen, çok özel bir duruma karşılık geliyor. Halen Münster Yüksekokulu’nda yardımcı profesör olarak öğrenci yetiştiren Scheinberger, son yıllarda Le Monde Diplomatique, Neue Zürcher Zeitung, Psychologie Heute, Mare Magazin gibi gazete ve dergiler üzerinden geniş kesimlere ulaşmayı başardı. Hamburg, Mainz ve Kudüs’teki yüksekokullarda da illüstrasyon dersleri veren, 2010’dan bu yana Alman İllüstratörler Mesleki Birliği Başkan Yardımcısı olan Felix Scheinberger, İstanbul sokaklarının içer-
Suluboya) içinde bazı İstanbul desenlerine de yer verdiğini kaydediyor. Yaz aylarında Rhein-Main bölgesinin tanınmış galerilerinden “Mainz Kunst”ta kitap illüstrasyonları, çizgiler ve baskı grafiklerinden oluşan 60 orijinal çalışmasını sergileyen Scheinberger, değişik stiliyle son dönem Alman illüstrasyon dünyası içinde öne çıkan adlar arasında ilk sırada yer alıyor. Eskiz defterine “renkli desenler halinde aldığı notlardan” bazılarını kitaplaştıran ve bazılarını da gazete ve dergiler için geliştiren çalışkan sanatçı, çalışmalarında insanın hep “en özel yeri” işgal ettiği görüşünde. Scheinberger’in işlerinde insan, büyük bir usta-
diği enerjiye hayranlığını gizlemiyor. Bu dünya şehrinin dinamizmi içinde bazı olumsuzlukların da yaşanmasının normal karşılanmasını isteyen Scheinberger, üç yıl önceki bir deneyimine, illüstrasyonun incelikleri üzerine kaleme aldığı ve üçüncü baskısı geçen yıl yapılan “Mut zum Skizzenbuch” (Eskiz Defterinden korkmayın) kitabında da yer verdiğini belirtiyor. İllüstrasyon yoluna girenler veya girmeyi düşünenler için hazırladığı bu kitabıyla, yaptığı gezilerde anında defterine aldığı “çizgi ve renk eskizlerinden” örnekler vererek bu sanatı sevdirmeye çalışan Scheinberger, İstanbul’daki kötü deneyimi kitabında şöyle işlemişti:
AvrupaGüN
| 17
“Birkaç yıl önce İstanbul’un Fatih semtinde caddenin öte yanındaki dinsel görünümlü Müslümanlardan bir grubu çiziyordum. Ne yaptığımı görünce öfkeyle bana doğru bağırdılar ve işaretparmaklarını gırtlakları üzerinden çekerek beni seve seve boğazlayacaklarını belirttiler. Bunun üzerine onların tarafına doğru yürüdüm ve ülkelerine gelmiş bir konuğu tehdit etmek nereden çıktı diye sordum. Bir süre tartıştık ve bu tartışma çerçevesinde hayatımda ilk ve son kez eskiz defterimden bir sayfayı yitirmiş oldum.
AvrupaGüN
| 18
Anlaşılan, bazı durumlarda kaderi fazla zorlamamak gerekiyor. Ama çizmemek de çizim üzerine böyle bir kitabın tavsiyesi olamaz. O halde. Ele geçmemeye bakın. Eskiz defterinin, fazla tehlikeli durumlarda kapağını kapatabilmek gibi bir avantajı da var.” İstanbul’daki mahalle baskısıyla ilgili soruları yanıtlarken, somut bir saptama için elinde “zamansal bir ufuk” olmadığını hatırlatan Scheinberger, “Ama yine de bu dünya şehrinin ve şehirlilerin eski fotoğraflarına bakınca böyle bir duyguya kapılıyorum” sözleriyle geldiği noktayı
özetliyor. Ama sonuçta İstanbul’un modern bir dünyanın karmaşıklığını simgelediğini hatırlatarak bazı olumsuzlukların abartılmamasını istiyor. Ders verdiği yüksekokullardan öğrencileriyle birlikte iki kez İstanbul yolculuğu yaptığını ve
burada birçok çizer, karikatürist ve mizah sanatçısıyla sanatsal yaratıcılık dolu günler geçirdiğini vurgulayan Felix Scheinberger, Türklerin özellikle Türkiye’de müthiş bir çizgi ve renk dünyası yaratmayı başardığını kabul ediyor. Almanya’da kendi öğrencileri arasında da müthiş
AvrupaGüN
| 19
AvrupaGüN
| 20
yetenekler bulunduğunu kaydeden Scheinberger’e göre, bu ülkedeki Türk kökenli illüstratörlerin henüz beklenen çıkışı gösterememiş olması, bir umutsuzluk nedeni sayılmamalıdır. “Freistil” adlı Almanya’nın en büyük internet illüstrasyon dergisince 2011’de “Yılın İllüstratörü” unvanına layık görülen Scheinberger’in
bir üzüntüsü de, Türkiye ve Türklerin illüstrasyon ve mizahtaki müthiş üretimlerinin henüz bu ülkeye yansımamış olması. Almanya adına bir üzüntü bu.