İÇİNDEKİLER 3 Avrupa Birliği’nin motorunda sevimsiz yıl beklentileri Berlin’in 2013 sahnesi ışıksız Avrupalı iktisatçılar, Angela Merkel’in eylül ayında tekrar başbakan olabileceğini belirterek, Alman tasarruf fetişizminin gündemde kalacağına kesin gözüyle bakıyorlar. Yeni bir Merkel hükümetinin Alman halkına Güney Avrupa’dakileri aratmayacak bir tasarruf politikası uygulayacağı, hatta bu doğrultuda bir gizli gündemin bulunduğu basına da yansıdı; artık biliniyor.
6 Avrupa ekonomisi depresyona doğru AVUSTURYALI İKTİSATÇI STEPHAN SCHULMEISTER’DEN “NEW DEAL“ ÖNERİSİ 8 Avrupa krizinde çıkmaz sokak manzaraları PROF. DR. GEORG FÜLBERTH’LE GÖRÜŞME 10 Prof. Piet Van Avermaet’in okullardaki anadil önerileri Belçika okullarında değişim kendini dayatıyor SERPİL AYGÜN 14 Avrupa’da on yıllardır her gün sanat yazmak Doğan Hızlan ve zamanı Almanca ve Fransızca konuşulan topraklarda on yıllardır en yaygın bir Türkçe gazetede ve son yıllarda da televizyonda, ısrarla, Türkçe kültür ve sanat dünyasındaki etkileme ve etkilenme süreçlerini işleyen bir yazı adamı göz ardı ediliyor. Bunu sadece, diyelim Alman yazı veya medya dünyasının cahilliği ya da körlüğü ile açıklamak mümkün olmaz. Burada bir bilinç, bir irade aramak zorundayız...
OSMAN ÇUTSAY
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Avrupa Birliği’nin motorunda sevimsiz yıl beklentileri
Berlin’in 2013 sahnesi ışıksız
Avrupalı iktisatçılar, Angela Merkel’in eylül ayında tekrar başbakan olabileceğini belirterek, Alman tasarruf fetişizminin gündemde kalacağına kesin gözüyle bakıyorlar. Yeni bir Merkel hükümetinin Alman halkına Güney Avrupa’dakileri aratmayacak bir tasarruf politikası uygulayacağı, hatta bu doğrultuda bir gizli gündemin bulunduğu basına da yansıdı; artık biliniyor. İşte bu, tüm Avrupa Birliği’nde büyüme hayallerinin sonu anlamına geliyor.
FRANKFURT (GÜN) - Ekonomideki gelişmeler, görünen o ki, yeni yılda da falcılık konusu olacak. Ekonomik araştırma kurum ve kuruluşları, Avrupa ve Almanya’daki iktisadi durumla ilgili birbirlerinden çok farklı ve sonuçta pek tutmayan tahminlerde bulunmayı sürdürüyorlar. Birleşmiş Milletler ekonomistleri dünya ekonomisinin önümüzdeki yıl bir resesyona gireceğini ileri sürerken, Almanya’nın önde gelen iktisadi araştırma kuruluşlarından Ifo’nun başkanı Prof. Dr. Hans Werner Sinn, yüzde 3.3’lük bir büyüme olacağı görüşünde. Ama yıllarca neoliberal tezlerin ısrarlı ve etkili savunucusu olmakla şöhrete kavuşan Prof. Sinn’e pek kulak veren kalmadı. Belirsizlik sürüyor. Eğer ekonomideki belirsizlik sürüyorsa, bunun mutlaka siyasi ve askeri sonuçları da olur; belirsizlik bu alanlarda özellikle yıkıcı bir rol üstlenir. Endişe de buradan kaynaklanıyor. AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 3
Çünkü tahmin yapılamıyor. Nitekim 20072008’de emlak sektöründeki şişkinliğin patlamasıyla açığa çıkan dünya ekonomisindeki krizi, aynı dünyanın en ünlü ve “seçkin” ekonomi enstitülerinden hiçbiri öngörememişti. Politik ve askeri sürtüşmelerin varacağı noktaları haber verebilecek bir kurum zaten yok. Ancak 2012 biter 2013 başlarken, genel eğilim, ne olursa olsun, dünya ekonomisinde konjonktürel bir gerileme yaşanacağı doğrultusunda. Ekonomik dinamizm gerileyecek. Hatta belli koşullarda küresel bir resesyon mümkün. Yani en az arka arkaya iki kez üçer aylık dönemler itibariyle gerileyen bir Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) ile karşı karşıya kalınabilir. 2013’te küresel ölçekte ekonomik büyüme 2012’den daha düşük gerçekleşecek. Ekonomideki cansızlığın küresel bir resesyona dönüşeceği açıkça ifade ediliyor, ama bunun ne zaman olacağını kimse bilmiyor. Çünkü hangi güçlerin konjonktür üzerinde belirleyici olacağı tam bir kesinlikle saptanamıyor.
Kabus borçlar Neoliberal ekonominin can damarı konumundaki uluslararası mali piyasalarda yeniden ve yeniden doğan borçlandırma dinamiğinin, kimsenin öngöremediği 2007-2008 krizinden sonra apar topar “devletleştirildiği” biliniyor. Serbest piyasanın en büyük savunucuları da bu devletleştirme pratiğine övgüler yağdırdılar. 4 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Dünyada sadece iktisatçıların değil politikacıların da kabusu halini alan borç dağları, yani borçlanmalarla finanse edilmiş bu patlamaya hazır çöp dağları, devletlerin müdahalesiyle konjonktür programlarının konusu halini aldı. Böylece 2009’dan itibaren konjonktürel çöküşün önüne geçilebildi, hatta kısa süreli konjonktürel canlanmalara bile tanık olundu. Ancak bu ekonomik önlemler 2011’den sonra bitip küresel büyüme dinamiği yavaş yavaş düşünce, 2012’den itibaren seçim kampanyası içindeki ABD en önemli “küresel konjonktür motoru” işlevini üstlendi. 2012’de ABD’nin bütçe açığı 1 trilyon doları aşacak. Bu açık, ABD iç pazarını desteklemek için harcanmıştı ve genelde de Almanya ile Çin’in dış ticaret fazlası vermesine yol açacak şekilde kullanılmıştı. İşte bu döneme “bitti” gözüyle bakılıyor. Ama Almanya’nın bir fren takozu halini alması sadece Avrupa’yı değil artık Çin’i de etkiler bir durumda. Berlin’de Angela Merkel hükümetinin tüm Avrupa’yı “Almanca konuşmaya” zorlaması, yani neoliberal tasarruf politikalarının kriz çözümünde araç olarak kullanılması için yaşlı kıtanın hasta üyelerini zorlaması, Avro Bölgesi’nin asıl resesyon gerekçesi kabul ediliyor. Alman tasarruf zoruyla birlikte Avro Bölgesi’nde kriz derinleşiyor, ancak bu kriz sadece kenardaki müflis küçükleri değil, AB’nin merkezini ve asıl önemlisi Çin’i de vurmaya başlıyor. Böylece dünya ekonomisinin önemli bir büyüme dinamiği daha saf dışı kalıyor. Çünkü
Avro Bölgesi’ne ihracatı çöken Çin ekonomisindeki büyüme hızı düşüyor, yıllarca iki haneli olan büyüme oranı büyük gerilemeler yaşıyor. Nitekim Çin Toplumsal Bilimler Akademisi, son açıklamalarında 2013’te Çin’den dünya ekonomisine olumlu bir büyüme etkisi çıkmayacağını yinelemek zorunda kaldı.
Hegemon ve motor Ama asıl sorun, Avrupa’da. Avrupa Birliği’nin kimi çevrelere göre “hegemonu” kimi çevrelere göre de “motoru” olan Almanya, çok zor bir yıla giriyor. 2013’te genel seçimlerin yapılacağı eylül ayına kadar borçla finanse edilmiş konjonktür programlarının bir etkisi hissedilmeyecek. Başbakan Angela Merkel’in krizdeki, daha doğrusu iflas sürecindeki Güney Avrupa ülkelerine Berlin’den nakit para transferi yapıldığı yolundaki tüm izlenimlere karşı çalışacağı, kamuoyundan tepki almamak için “taviz yok” mesajı vereceği biliniyor. Berlin, kriz ülkelerinde acımasız kemer sıkma politikalarının uygulanması için baskısını sürdürecek. Oysa iç talebin boğazını sıkan ve kriz ülkelerindeki ekonomilere nihai darbe anlamına gelen bu tasaruf politikalarının korkunç sonuçlar verdiğini her kesim görüyor. 1929 bunalımına doğru Almanya’da işlenen ekonomik cinayetin Nazi Almanyası gibi bir sonuç verdiğini hatırlatan iktisatçıların uyarıları kesilmek bilmiyor. Sonuçta, Avrupalıların yıllardır sadece acil para politikası önlemleri alabildiği, böylece avronun büyük çöküşünü geçici olarak engelleyebildiği gözleniyor.
Avro istikrarsızlığı Avro Bölgesi, olağanüstü istikrarsız bir bünyeye dönüştü. Çünkü krizin üstesinden gelmek için Berlin’den dayatılan tasarruf önlemleri Güney Avrupa ülkelerindeki ekonomik gerilemeyi keskinleştirmek dışında bir sonuç vermedi. Tersine, Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin hiçbirinde bütçe konsolidasyonu sağlanamadı. Açıklar giderilemedi. Üstelik Avrupalı iktisatçılar, Angela Merkel’in eylül ayında tekrar başbakan olabileceğini belirterek, Alman tasarruf fetişizminin gündemde kalacağına kesin gözüyle bakıyorlar. Yeni bir Merkel hükümetinin Alman halkına Güney Avrupa’dakileri aratmayacak bir tasarruf politikası uygulayacağı, hatta bu doğrultuda bir gizli gündemin bulunduğu basına da yansıdı; artık biliniyor. İşte bu, tüm Avrupa Birliği’nde büyüme hayallerinin sonu anlamına geliyor.
Avrupa’nın motor ülkesi Almanya, ihracata olağanüstü bağımlı bünyesiyle, dünya sistemindeki belirsizlikler nedeniyle tam bir teşhise konu olamıyor. Ama 2007’den beri yaşanan kriz ve Berlin damgalı tasarruf politikaları sayesinde ucuzlayan avro, Alman ihracatçıları Avro Bölgesi dışında yeni pazarlar kazanmaya yönlendirdi. Dolayısıyla tasarruf önlemleri altında talepleri düşen Avro Bölgesi ülkelerindeki gelişmeler, Almanya’yı daha az ilgilendirmeye başladı. Bunun en önemli sonucu, Avro Bölgesi’nden kriz başlığı altında kısmen kopabilmek oldu... Bir başka deyişle, Avro Bölgesi resesyon altında inlerken, yani sorunlu ülkeler sürekli gerileyen ulusal gelirleri nedeniyle bellerini doğrultamazken, yeni bir Merkel hükümetinin, muhtemelen Peer Steinbrück veya onu aratmayacak şekilde Yeşiller Partisi destekli politikaları, en fazla durgunluk koşullarında ayakta kalacak. Bu ise çelik çekirdeğe dönüşen 3 milyon Hartz IV başlıklı devlet yardımına muhtaç insan, gelirleri korkunç bir hızla düşen 20 milyonun üzerindeki emekli ve sayıları milyonlarla ifade edilen umudunu yitirmiş “çalışan yoksullar” için hiç hoş bir beklenti değil. Ama bu bile sadece Avro Bölgesi varlığını korursa ve küresel bir resesyon gündeme gelmezse mümkün. Dünyada ekonomik konjonktür çökerse, ki bunun işaretleri yıl ortasına doğru alınabilecek gibi görünüyor, Almanya’nın ihracat şampiyonluğu da tarihe karışacak. İç pazardaki talebin on yıllardır izlenen reel ücret dampingi veya düşük “işgücü maliyetleri” politikası yüzünden, yani çalışanların hızla yoksullaşması nedeniyle zaten çöktüğü biliniyor. 2009’da Almanya’nın içerideki ulusal üretimi veya bir başka deyişle GSYİH’sı yüzde 5 gerilemişti. İşte 2013’ten itibaren o dönemde yaşananlardan çok daha acı sahnelere tanık olunacağı uyarıları geliyor.
AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 5
2013’te durum hiç iç açıcı görünmüyor
Avrupa ekonomisi depresyona doğru
Avro Krizi’nin, son aylarda hızla Avro Bölgesi’nin güneyindeki görece yoksul üyelerinden “merkeze” doğru hareketlenmesi, yeni yılda durumun daha iyi olmayacağı yolundaki yorumlara güç kazandırıyor. Özellikle Avro Bölgesi’nde işsizlik oranlarıyla borsa endekslerindeki paralel yükseliş, farklı değerlendirme ve çözüm arayışlarına yol açıyor. Krizin bir türlü önüne geçilememesi kapitalizm içi acil önlemler üzerine tartışmaları sertleştiriyor. Liderliğini Almanya’nın yaptığı güçlü ve şimdilik krizin ilk yıkıcı sonuçlarından bağışık kalmayı başarabil6 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
miş merkez ülkelerin izlediği “tasarruf politikalarının” 2013’ten sonra bütün bir kıta ekonomisini depresyona itebileceğine dikkat çekiliyor.
Durum vahim Derinleşen ve yayılan krizin 2013’te nereye akabileceğini bir analizle irdeleyen Avusturya’nın tanınmış iktisatçılarından Stephan Schulmeister, özellikle borsalardaki büyük sıçramanın “bir canlılık habercisi” olarak yorumlanmasına karşı çıktı. Viyana Ekonomik Araş-
kâr arayışının reel ekonomiye yatırımlardan finansal yatırımlara doğru kaydırıldığını ve bugün bu alanda son aşamaya gelindiğini belirtti.
FOTO: WIFO
Avrupa için “New Deal”
Dr. Stephan SchulmeiSter
tırmalar Enstitüsü (WIFO) uzmanlarından Schulmeister, gerekli önlemlerin alınmaması durumunda Avrupa ekonomisinin depresyona gireceğini savundu. Almanya’nın önde gelen günlük sosyalist gazetesi Neues Deutschland için bir değerlendirme kaleme alan Avusturyalı iktisatçı, Güney Avrupa’nın bir gerileme sarmalı içinde bulunduğunu, bunun da düşen ücretler ve emekli maaşlarından, dolayısıyla da tüketimden vazgeçme ve yatırım taleplerinde gerileme eğilimlerinden kaynaklandığını hatırlattı. Diğer AB ülkelerindeki konjonktürel zayıflamanın bütçe açıklarını yeniden kışkırttığını ve ek tasarruf önlemleri alınmasına yol açtığını savunan Schulmeister, “Bu da Alman ihracatını geriletiyor. Özellikle yılbaşından itibaren yürürlüğe girecek olan Mali Pakt, tasarruf poltikasının uzun vadede Avrupa iktisat politikalarının en önemli hattı olarak kalmasını sağlayacaktır” diye yazdı.
Stephan Schulmeister, “anaakım iktisatçıların” tüm önerilerinin bir kenara bırakılmasını isteyerek, bunun da tarihte daha önce ABD’de Roosevelt tarafından “New Deal” politikasıyla denendiğini ve başarılı olduğunu yazdı. Kâr arayışının tekrar reel ekonomiye kaydırılması gerektiğinin altını çizen Avusturyalı iktisatçıya göre, piyasanın sağlayamadığı sosyal ve ekolojik yaşam koşullarının mutlaka iyileştirilmesi gerekiyor. Schulmeister, bir Avrupa Para Fonu yaratılmasını, bunun devletlerin çıkardıkları tahvillerin fazitlerinin ekonomideki büyüme oranının altında kalmasını sağlayan finansman ajansı rolü üstlenmesini istedi. Ayrıca en önemli döviz kurlarının istikrarlı bir bant çerçevesinde kalması ve finans işlemlerine yeni bir vergi konulması da Schulmeister’in acil talepleri arasında yer aldı. Yeni enerji kaynaklarının açılması için fosil enerjinin pahalılaştırılmasını, altyapı ve eğitim sistemine yatırım yapılmasını, gençlerin barınma olanaklarının ucuzlatılmasını ve iş olanağı sağlanmasını, yoksulluk koşullarında çalışmanın adım adım geriletilmesini, toplumun alt katmanlarındaki yaşam fırsatlarının iyileştirilmesini talep eden Schulmeister, servet ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin yumuşatılması çağrısında bulundu. Bütün bunların servet sahiplerinden alınacak bir ön vergiyle finanse edilebileceğini savunan Avusturyalı iktisatçı, “Bu, servet sahiplerinin çıkarınadır: Bir depresyon halinde servetleri çok daha ağır kayıplara uğrayabilir” diye yazdı.
Gelişmelerin 1929’daki borsa çöküşünü hatırlattığını belirten WIFO uzmanına göre, Keynes’in tezleri üzerinde yükselen sosyal piyasa ekonomisi, reel ekonominin canlanması ve sosyal devletin geliştirilmesiyle yakından bağlantılıydı. Reel kapitalizmin kendi çöküşünü sosyal devlet dönemindeki başarılarıyla ve bizzat kendi elleriyle hazırladığını da ileri süren Schulmeister, “piyasa dinciliği” olarak da tanımladığı neoliberal yönelim sonucu 1970’lerden itibaren AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 7
Prof. Dr. Georg Fülberth’e göre krize yönelik açıklamalar yetersiz
WIKIPEDIA / SVEN TESCHKE
Avrupa krizinde çıkmaz sokak manzaraları
PROF. DR. GEORG FÜLBERTH
FRANKFURT - Almanya’daki sosyalist bilimadamları arasında emekliye ayrılmasına rağmen yüksek verimliliğiyle öne çıkan, bu arada kitapları Türkçede de art arda yayımlanan Marburg Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Prof. Dr. Georg Fülberth, Avrupa işçi sınıfındaki bölünmenin sonuçsuz kalmadığına dikkat çekti. Prof. Fülberth, kasım ayında özellikle krizdeki AB ülkelerinde gerçekleştirilen genel grevlerin ilk sonuçlarını, sektörel ağırlıkları ve 2013’e girilirken bulunulan yeri yorumladı. - Avrupa’daki krizin gerisinde ne var? Krize kasım ayında kitlesel bir yanıt verildiği ileri sürülüyor. Sizce sonuçları ne oldu?
GEORG FÜLBERTH - 14 Kasım 2012, Avrupa Sendikaları Eylem Günü idi. Yunanistan, İtalya, Portekiz ve İspanya’da genel grevler yapıldı, Almanya’da ise mesai saatinden sonra toplantılar düzenlendi. Alman Sendikalar Birliği (DGB) bir bildiri yayımladı. Bununla da tabii 8 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
dalga geçildi (“DGB selamlarını gönderiyor!”) - Genel grev ülkeleriyle Almanya arasında sadece bu fark mı vardı?
GEORG FÜLBERTH - Bundan daha önemlisi, Almanya ile genel grev ülkeleri arasındaki sosyoekonomik farktır: Ancak burada önce bir yanlış anlamaya son verilmelidir. Bir süredir sendakalara yakın iktisatçılarca da, Almanya’daki ücretlerin üretim maliyeti içinde düşük payı üzerinden Güney Avrupa ekonomilerinin rekabetle baskısıyla geriletildiği iddia ediliyor. Bu, yetersiz bir gerekçedir. Avrupa’daki ekonomik dengesizliğin ücret dampingi ile ilgisi pek yoktur. Burada esas olan, verimlilikteki farklılıklar ve bu verimlilikle bağlantılı bir ücret politikasından vazgeçme halidir. Eğer emek verimliliği emek gelirinden daha hızlı büyürse, ulusal gelirdeki kâr payı da büyür. Peki, kapitalist sınıf, büyüyen artıdeğeri nasıl yatıracaktır?
- Tıkanma nerede sizce?
GEORG FÜLBERTH - Kapitalist sınıfın tüketimi, zenginliği oranında artmaz ki! İç pazardaki ek yatırımlar, ücretler kotasındaki gerilemeyle sınırlanmış olur. Dolayısıyla kârın önemli bir kesimini ihracata yatırmak gerekir. Alman ihracatının yüzde 60’ı Avro Bölgesi’ne gidiyor. Bu bölgenin de güney kanadı ödeme güçlüğü nedeniyle çökme tehditi karşısında. Bu boşluğu doldurabilecek krediler bankalardan geliyor. Artıdeğerin Alman alıcıları, verdikleri fazlaların önemli bir bölümünü bu bankalara yatırmaktadır. Yunanistan, İspanya ve Portekiz devlet bütçelerindeki güçlükler nedeniyle, bu güçlüklerin olmadığı durumlardan daha zayıf bir konuma düşen avro, başka paralar kullanan ülkelere yönelik ihracat için uygundur. Fakat oralardaki tasarruf politikası, siyasal nitelikli grevlerle bu politikaya karşı çıkan ücretlilerin çalışma ve yaşama koşulları üzerinde baskı uyguluyor. - Ya “Avrupa’nın motoru” denilen Almanya’daki durum?
GEORG FÜLBERTH - Biraz önce gösterdiğimiz gibi, Alman çalışanlar, yüksek verimlilikleri sayesinde yaratılmış olanaklarının çok altında yaşıyor. Öte yandan bu insanların durumu ve bilinci için Almanya’nın sanayideki özel konumunu ilgilendiren sonuçlar da ortaya çıkıyor. Bu özel durum, 19’uncu yüzılın ikinci yarısındaki İngiltere’nin özel durumuyla karşılaştırılabilir. Bu ülke üzerine Friedrich Engels 1885’te şunu yazmıştı: “İngiltere’nin sanayi tekeli sürdükçe,
İngiltere işçi sınıfı bir yere kadar bu tekelin avantajlarından pay aldı. Ancak bu avantajlar, çalışanlar arasında çok eşitsiz dağıtılmıştı; ayrıcalıklı bir azınlık en büyük bölümü cebe indiriyordu, ama büyük kitle de en azından arada sırada geçici olarak bir pay alıyordu. Bu, chartism ortadan kalktığından beri İngiltere’de sosyalizm olmamasının da nedenidir.” (MEW 21, s. 197) Engels, “ayrıcalıklı azınlığı”, “işçi sınıfı içindeki bir aristokrasi” diye tanımlamıştı. - Almanya’nın Avrupa’da bir sanayi tekeli oluşturduğu yolundaki saptamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
GEORG FÜLBERTH - Bugün gerçi Almanya’nın Avrupa’da bir sanayi tekeli oluşturduğundan söz edemeyiz, ama diğer Avrupa ülkeleriyle aradaki mesafeyi de hemen hemen kapatılamayacak ölçülerde açtığını söylemek mümkündür. Ayrıca belirleyici ülke işçi sınıfında Engels tarafından da vaktiyle gözlenmiş bir bölünme saptaması, bugün Almanya için yapılabilir: IG Metall ve IG Bergbau Chemie, Energie (metal, elektronik, kimya, enerji ve maden işkollarındaki) sendikalarının Birleşik Hizmetler Sendikası (“Ver.di”) ile ilişkisine bakılabilir. Ayrıca “Ver.di” içinde de bir yanda görece korunaklı işkolları var, öte yanda da kötü koşullarda çalıştırılanlar ve üretimin dışarıya verildiği işkolları. 14 Kasım 2012 ile ilgili bir açıklama bu olabilir.
AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 9
Prof. Piet Van Avermaet’in anadil önerileri
Belçika okullarında değişim kendini dayatıyor SERPİL AYGÜN
Okullarda iki tür anadil kullanımının söz konusu olduğunu kaydeden Prof. Avermaet, birincisinin Flaman Bölgesi’nde uygulama koşullarının olmadığını ancak ikinci yöntemle anadile yer vererek öğrenciye anadiline olumlu bakıldığı için artıdeğer duygusu verildiğini, bu pozitif algı ile öğrencinin kendine bakışının değiştiğini ve uzun vadede okul başarısının da olumlu etkilendiğini savunuyor.
10 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
BRÜKSEL - Belçika’nın Flaman Bölgesi eğitim sisteminin uluslarası başarısı ile tanınır. Ancak eğitimde eşitsizlik ve bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılması konusunda durumun hiç de iç açıcı olmadığı eğitimciler ve akademisyenler tarafından paylaşılan bir gerçek. Göçmen çocukların eğitim sorunlarını klasik yöntemlerle açıklama ve çözmenin artık mümkün olmadığını gören araştırmacılar, 2009-2012 yıllarını kapsayan, ortaöğrenim düzeyinde 11 bin öğrenci ve ayrıca okul müdürü, öğretmen ile ebeveyn üzerinde eğitimde çeşitlilik, kimlik ve çokdillilik üzerine bir araştırma yaptı. “Oprit 14” (Okul Yolu 14) olarak isimlendirilen araştırmanın sonuçları, ezberleri bozar nitelikte. Anvers Üniversitesi’ne bağlı Göç ve Kültürlerarası Çalışmalar Merkezi (CeMIS -Universiteit Antwerpen), Gent Üniversitesi’ne bağlı Çeşitlilik ve Öğrenme Merkezi (SDL – Universiteit Gent), Leuven Üniversitesi’ne bağlı İş ve Toplumsal Yaşam Araştırma Merkezi (HIVA – KU
Leuven) ve yine Leuven Üniversitesi’ne bağlı İnterkültüralizm, Göç ve Azınlıklar Araştırma Merkezi’nin (IMMRC – KU Leuven) Flaman Bölgesi’nde yaptığı araştırmada Flamanca dışında başka bir dil konuşan öğrencilerin yüzde 65’inin sınıfta ya da okul bahçesinde anadilini kullanmasına izin verilmediği belirtildi. Türk ve Fas kökenli öğrencilerde bu oran yüzde 80’i buluyor. Okulların çoğunda Flamanca dışında başka bir dil kullanılması cezalandırılıyor. Araştırmada ilginç bir bulgu ise, bir öğretmenin göçmen genç-
kısmını çözdüğüne dikkat çeken araştırmacılar, eğitim sürecindeki tüm aktörlerin (okul yönetimi ve öğretmenler, aileler ve çocuklar) göz önünde tutularak bir reform yapılması gerektiğinin altını çizdiler. Uzmanlar, çeşitliliğe daha çok yer verilmesi gerektiğini de bildirdiler. Araştırma, anadile ceza ve yasak penceresinden çıkılıp “öteki”nin farkına varılması o “öteki”nin anadiline okullarda pozitif yaklaşılması gerektiğini söylüyor.
ler sınıfta ya da okul bahçesinde anadilinde konuştuklarında onlara kumbaraya para atma cezası verirken, aynı şekilde Flaman öğrencinin de ırkçı söylemde bulunduğunda kumbaraya para atma cezası vermesi... Bu tutum, okullarda anadile yaklaşımın hangi boyutlara ulaştığının göstergesi oluyor. Irkçılıkla aynı kategoriye konulan anadil, otomatik olarak değersizleştirilip, küçük düşürülüyor. Araştırmacılar “cezalandırmanın iyi bir fikir olmadığını” kaydederken, bu cezanın çocuğun kendi dili ve kültürüne okulda değer verilmediği duygusunu yaratarak, ilerideki okul başarısını etkilediğini söylüyorlar. Araştırmacılar, şu ana kadar varolan anlayışın tersine okullarda anadiline daha fazla yer ve önem verilmesini istiyor.
Araştırmacılardan özellikle dil üzerinde uzmanlaşmış Gent Üniversitesi profesörlerinden ve aynı üniversiteye bağlı Çeşitlilik ve Öğrenme Merkezi (SDL – Universiteit Gent) Müdürü Piet Van Avermaet ile araştırmanın sonuçlarını konuştuk. Prof. Avermaet, anadile okullarda daha çok yer vermenin, anadili öğretimde anlamaya destek unsur olarak kullanmasını sağlamasının yanında öğretmenin de bu süreci yönetmesine vesile olacağını ve öğretmen açısından da olumlu olacağını söylüyor. Okullarda iki tür anadil kullanımının söz konusu olduğunu kaydeden Prof. Avermaet, birincisinin Flaman Bölgesi’nde uygulama koşullarının olmadığını ancak ikinci yöntemle anadile yer vererek öğrenciye anadiline olumlu bakıldığı için artıdeğer duygusu verildiğini, bu pozitif algı ile öğrencinin kendine bakışının değiştiğini ve uzun vadede okul başarısının da olumlu etkilendiğini savunuyor. Okullarda anadil kullanımının birinci yöntemi ise uluslarası
Eğitimde çeşitlilik dikkate alınmalı Şu sıralar Flaman Eğitim Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı eğitim reformunun sorunun bir
AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 11
düzeydeki araştırmalarda başarısı kanıtlanmış ancak çok farklı anadillere sahip öğrencilerin bulunduğu okullarda uygulaması zor bir yöntem. Bu yöntemi, anasınıfı ve ilkokul birinci sınıfa kadar yüz de yüz anadilde eğitim verilip bunun ilkokul ikinci sınıftan itibaren Flamanca ile birleştirilmesinin mümkün olduğunu, bu noktadan sonra anadilin azaltılıp Flamancanın artırıldığını belirten Prof. Avermaet, bu yöntemin Flaman Bölgesinde uygulama şansının lojistik gerekçelerle olmadığını vurguluyor. Avermaet, şunları söylüyor: “Çünkü bugün günümüzde hemen hemen tüm okullarda 10-15 farklı anadile sahip öğrenci var ve tüm bu dillerde eğitim vermek imkansız. Eğer bir okulda yüzde 100 Türk çocukları varsa o zaman bu yöntem uygulanabilir ya da iki ayrı ana dile sahip çocuklar geliyorsa sadece olabilir. Çünkü bu durumda sadece 2 farklı dilde öğretmen ihtiyacınız olacak ama 10-15 farklı anadile sahip çocukların geldiği bir okulda, bu kadar farklı dilde ekstra öğretmen bulmak ve bunu organize etmek neredeyse imkansız. O yüzden ben olaya pragmatik bakıyorum. Teorik olarak çocukların anasınıfından itibaren ilkokula kadar kendi anadilinde eğitim almasının okul başarılarında olumlu sonuçlar doğurduğunu biliyoruz. Ama bu yöntem çok masraflı ve bu dillerde konuşan yeterli öğretmen bulmak mümkün değil. Ancak sırf bu yüzden eğitimde anadilin kullanılmasını bastıran politikalar da uygulamamalıyız. Çünkü eğitimde anadilin kullanılmasına izin vermek, o dili bilmeyen öğretmenin anadil kullanılma sürecini yönetebil- mesini sağlıyor, hiçbir ekstra masraf yaratmıyor, çocuğun kendini algılamasında ve kendini iyi hissetmesinde pozitif sonuçlar doğuruyor ve uzun vadede okul başarısını etkiliyor. Ayrıca Flamanca öğrenme üzerinde de hiçbir negatif etkisi yok.”
Anadil ve ırkçılık aynı kefeye konuyor Araştırmanın içinde geçen önemli bir unsur da bazı öğretmenlerin ırkçı söylemde bulunan bir yerli çocukla anadilini konuşan bir yabancı çocuğa aynı cezayı vermesi idi. Bu son derece şaşırtıcı ve tuhaf bir yaklaşım hakkında ise Prof. Avermaet şunları kaydediyor: “Evet son derece tuhaf. Okullarda dil ırkçılığı denilen böyle bir yaklaşım içinde olan bazı öğretmenler vardır tabii, ama genel çoğunluk farkında olmadan böyle bir davranış içine giriyor. Yabancı öğrencilerin eğitim başarısızlıklarının arkasında yatan nedenin Flamancalarının yetersiz olduğunu düşünen öğretmen daha çok 12 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Flamanca konuşmayı sağlamak için böyle bir cezalandırma yoluna gidiyor. Ama bu defa anadili farklı olmayan yerli çocuk için ne yapacak? Onlar Flamanca konuşunca cezalandırması söz konusu değil. O yüzden onlara da ırkçı sözler söylediklerinde benzer cezayı veriyor. Tabii ki sonuç olarak anadilini konuşan çocuk ile ırkçı söz söyleyen çocuk aynı kefeye konmuş oluyor. Ama, dediğim gibi, öğretmenlerin aralarında mutlaka ırkçı olanlar vardır, ama ben genel olarak bu davranışı ne anlama geldiğini fark etmeden, bilinçsizce yaptıklarını düşünüyorum. Tabii bu durumdaki çocuk kendi diline okulda ceza verildiği, ona önem verilmediği duygularına kapılıyor. İşte biz tam da burada anadile olan bu yaklaşımın değişmesi gerektiğini söylüyoruz.” Araştırmada bir ilginç durum ise Türk ve Faslı öğrencilerin dillerine bir Polonyalı ya da Çinli öğrenciden daha önyargılı bakılıyor olması. Türk ve Faslı öğrenci okulda anadilinde konuştuğunda diğerlerinden daha fazla cezalandırılıyor. Bu durumu ise Prof. Avermaet, bazı dillere örneğin Çince gibi, yaşadıkları ekonomik gelişme ve Çince’nin artık dünyada önemli bir dil haline gelmesi gibi nedenlerle olumlu bakılırken, özellikle Türk ve Faslılara olan bu olumsuz yaklaşımın farklı kültür ve din ile de ilgisi olabileceğini söylüyor. Türk ailelere “Hangi dilde olursa olsun çocuğunuzla daha çok konuşun!” altın öğüdünü veren Prof. Avermaet, şu görüşleri savunuyor: “Hangi dilde olduğu önemli değil, yeter ki çocukları ile konuşşunlar. Neden bunu söylüyorum? Çünkü Türk ya da Faslı aileler bana 'Okul yöneticisi ya da öğretmenler çocuğumla Flamanca konuşmam gerektiğini söylüyor, ama ben Flamanca konuşamıyorum, konuşmaya cesaret edemiyorum, ama Türkçe de konuşmak istemiyorum. Çünkü bu defa da çocuğumun Flamancası üzerinde negatif etkisi olacağını düşünüyorum ve artık çocuğumla bir şey konuşmaya korkuyorum' diyor. Bu durum, bence en kötüsü. Bu yüzden ailelere, 'Çocuğunuzla konuşabildiğiniz kadar çok konuşun!' diyorum. Evde sessizlik varsa, bu iyi bir işaret değil! Her şey hakkında konuşulması gerekiyor: Sevdikleri şeyler, sevmedikleri şeyler, karneleri ... Ne kadar çok konuşulursa bir evde –hangi dilde olursa olsun– o kadar faydalı olur. Bu benim ailelere verdiğim altın öğüt. “
-
Eğitim sorunları etnik kökenle değil sosyoekonomik altyapıyla ilgili Prof. Piet Van Avermaet’ın altını çizdiği önemli bir konu da eğitim sorunlarının etnik kökenle değil sosyoekonomik altyapı ile ilgisi olduğu yolunda. Şunları şöylüyor: “Bence en büyük sorun –bu bizim Gent’te yaptığımız araştırmalarda da tespit ettiğimiz bir durum– göçmen Türk ve Faslı ailelerin, genelde az eğitimli ve sosyoekonomik düzeyi düşük aileler oluşu. Bu ailelerin çocukları da tam da bu koşullar nedeniyle eğitimlerini ilerletemiyorlar. Sonuç olarak bu sorunun etnik bir sorun değil sosyoekonomik bir sorun olduğunu düşünüyorum. Örneğin bir orta sınıf Türk ailesinin çocuğu eğitimde son derece başarılı oluyor. Flaman Bölgesi’nde okulda başarı sağlayan öğrencilerin başarılarının nedenlerini incelediğimiz bir araştırmada, ilk sırada yüzde 40 ile çocukların içinde bulundukları sosyoekonomik altyapı geliyor. Burada etnik yapı, dil, kız erkek ayrımı vs gibi pek çok faktör de düşük düzeylerde rol oynuyor ama en büyük rolü sosyoekonomik durumları oynuyor. Eğitimde tartışmalar ağırlıklı olarak etnik yapı üzerinden yapıldığı içindir ki bugün eğitimde dikkatler çok fazla etnik durum, kimlik ve dil konuları üzerinde yoğunlaşıyor. Daha temel sorun, Türk ya da Faslı çocuklar için politika üretmek. Çünkü eğer biz sadece devletin Türk ve Faslı çocuklar için bir eğitim politikası gerçekleştirmesi gerektiğinden bahsedersek, 'Nasıl bir eğitim politikası olacak?' derken hemen çocuklarının eğitimleri ile ilgi-
lenmeyen, onlarla sadece Türkçe konuşan, eşini Türkiye’den seçen vs Türk aileleri suçlayan parmakları göreceğiz. Sonuçta suçu hep başkasına yüklüyoruz. Ama biz aynı zamanda 'Bu problem etnik bir problem değil, bu sosyoekonomik düzeyi düşük ailelerin sorunu' dediğimizde 'Toplum ve eğitim kurumları birlikte bu sosyoekonomik düzeyi düşük ailelerin çocuklarının eğitimde başarılı olmaları için eğitim sis- teminde neleri değiştirebiliriz?' diye dü- şünmeye başlıyoruz. Eğitim kalitesi hakkında bir tartışma yapıldığında her zaman bu tartışmanın etnik yapı ile ilgili değil sosyoekonomik düzey ile ilgili bir tartışma olması gerektiğini söylüyorum.” Prof. Piet van Avermaet’ın Flaman Eğitim Bakanlığı’na önerisi ise çok net: “Genel olarak öğretmenlerin ve okulların çeşitliliği nasıl ele almaları gerektiği konusunda profesyonelleştirilmesi gerekir. Hâlâ okulların dil çeşitliliğini, sosyal çeşitliliği, kültürel çeşitliliği vs çok az öğrendiği ve çeşitliliği nasıl ele alacağını bilmediğini tespit ediyorum. Bu yüzden devletin de okullarda öğretmenlerin daha güçlü bir çeşitlilik politikası uygulayabilmeleri için profesyonelleşmelerine yatırım yapması gerektiğini düşünüyorum.”
AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 13
Avrupa’da on yıllardır her gün sanat yazmak
Doğan Hızlan ve zamanı OSMAN ÇUTSAY
Almanca ve Fransızca konuşulan topraklarda on yıllardır en yaygın bir Türkçe gazetede ve son yıllarda da televizyonda, ısrarla, Türkçe kültür ve sanat dünyasındaki etkileme ve etkilenme süreçlerini işleyen bir yazı adamı göz ardı ediliyor. Bunu sadece, diyelim Alman yazı veya medya dünyasının cahilliği ya da körlüğü ile açıklamak mümkün olmaz. Burada bir bilinç, bir irade aramak zorundayız: Türk aydınlanmasının, Türkiye ve Türkçenin cumhuriyetçi-kurucu zihniyetinin tüm devamcıları, belki de bu kemalist kuruculuğu solla buluşturan değerler nedeniyle, Batı’nın gözünde kuşkuludur.
14 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Türkçe edebiyatın son 50 yılını, hatta daha fazlasını, neredeyse noktasına virgülüne varıncaya kadar yakından izlemiş, müdahale etmiş bir yazar, on yıllardır Avrupa’nın önde gelen bir gazetesinde her gün okur karşısına çıkıyor. Her gün, Türkçe kültür ve sanat dünyasında neler olup bittiğini anlatıyor. Israrla. Bu yazar, hem Türk şiirinin doruklarından biri hem de Yusuf Ziya Ortaç sonrası Türk edebiyatına girmiş en güçlü bir portre yazarı olan Cemal Süreya’nın deyişiyle, “büyük hatalar yapmaksızın” Türkçenin denizlerini harmanlıyor. Eskiyi ve yeniyi değerlendiriyor. Doğan Hızlan... Türkiye’nin yanı sıra, Avrupa’da ve özellikle de bu yaşlı kıtanın epey bir zamandır motoru konumuna yeniden yükselmiş Almanya’da da. En yaygın Türkçe gazetede, her gün, sanat dünyasındaki gelişmeleri, yenilikleri, ileri adımları, tartışmaları işliyor. 5 milyonu aşkın Türkçeli insanın yaşadığı Batı Avrupa’dan söz ediyoruz. Nobel Ödülü verilmiş bir edebiyat ve temsilcisinden... Doğan Hızlan’dan...
“Yaralısın”, “Gülünün Solduğu Akşam” gibi geniş kesimlere ulaşmış kitapların yazarı ve yayıncısı Erdal Öz’ün değil sadece, muvafık veya muhalif her çevrenin gözünde bugün, Türkçedeki kültür ve sanat hareketlerinin 1 numaralı temsilcisi Doğan Hızlan’dır. Bu yazarı, Türklerle ilgili yaprak kımıldasa haber yapan Alman medyası ve kültür dünyası dikkate almıyor. Hiçbirimiz dikkate alınmıyoruz. Neden? Buna hemen verilecek yanıtlar doyurucu olmayacaktır. Dolayısıyla bizim analitik bir ısrarla doğru yanıtları ortaya çıkarmamız gerekiyor. Sonuçta böyle bir “tecahüle”, bu bilinçli bir ısrarla görmezlikten gelmeye, bu yok saymaya bir gerekçe bulmamız şart ve bunun kişiliklere bağlanacak açıklamaların dışında kalacağı da kesin. Kişisel gerekçeler? Yok. İki “mesele” var. Birincisi, Türkçe kültür dünyasının nabzını Türkiye’nin en etkili medya grubunun üst düzey yöneticisi ve yazarı olarak tutan Hızlan’ın, acaba Alman medyasının karar vericilerince tanınmadığını kabullenmek mümkün müdür? Doğan Hızlan ve savunduğu değerlerle ilgili bilginin, dolaşımda olduğunu tahmin etmek zor değil. O zaman, arada başka temassızlıklar olması, hatta yaratılmış olması gerekir. Aslında sorun, bu temassızlığın varlığı değil, neden ve hangi yolla yaratıldığıdır. Bu, bir. İkinci bir konu da, bu “yok sayma” siyasetinin, Avrupa’da Türkçe kullanan geniş bir toplumun aydınlarınca veya aydın adaylarınca püskürtülememiş olmasıdır. Türkçeli aydınların bu tür kuşatmaları yaracak bir gücü yok demek ki. Hatta belki bu çevrenin böyle kuşatmaların olup olmadığından bile haberi yok. Oysa, gücü ve ağırlığı, Doğan Hızlan’ın yakından izlenmesini ve Avrupa’daki Türkçenin kaderi açısından öneminin irdelenmesini kaçınılmaz kılıyor. Bu tür dışlanmaları Hızlan’ın pek önemsemediğini, hatta hiç önemsemediğini görmek zor değil. Ama gerek onu gerekse tek tek Türk yazar veya aydın adaylarını aşan bir çerçeve içinde bulunduğumuz ortada. Örnek: Almanca konuşulan topraklarda on yıllardır en yaygın bir Türkçe gazetede ve son yıllarda da televizyonda ısrarla Türk kültür ve sanat dünyasındaki etkileme ve etkilenme süreçlerini işleyen bir yazı adamı göz ardı edilmektedir, dedik. Bunun sadece, diyelim Alman yazı veya medya dünyasının cahilliği ya da körlüğü ile açıklamak mümkün olmaz. Burada bir bilinç, bir irade aramak zorundayız: Türk aydınlanmasının, Türkiye ve Türkçenin cumhuriyetçi-kurucu zihniyetinin tüm devamcıları, AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 15
belki de bu kemalist kuruculuğu solla buluşturan değerler nedeniyle, Batı’nın gözünde kuşkuludur. Başka türlü de söyleyebiliriz: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babalarının kültürel çaba çağrışımlarını 21’inci yüzyıla taşıyan, ısrarla nostaljiye değil, yeni olana, yenilenmeye işaret eden, onu propaganda eden bir yazarın, Türkiyeli kimliğiyle bir huzursuzluk kaynağı olduğu anlaşılıyor. En azından biz öyle anlıyoruz. Almanya’da Türklerin Araplarla birlikte Almanya’nın zeka ortalamasını düşürdüğü türünden açıklamalarda bulunan ilo Sarrazin ve kitabı yeni tartışmaları tetiklerken, Nadi Nadi ve İlhan Selçuk’un yakın dostu Doğan Hızlan’a başka türlü bir muamele şaşkınlık nedeni olurdu. Bu paralelliğe döneceğiz. 16 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Özellikle Nadi Nadi’nin aydınlanmacı çizgisine yakınlığını ve bu çizginin sürdürücüsü olduğunu yapıtlarından görebildiğimiz Hızlan, demek ki bir başka büyük senaryonun içinde farklı hesapların bir kurbanıdır. Biz başka bir noktadan el alarak ilerleyebiliriz. Görülmeyeni, görmek istemediklerini ve buna karşı direnen iradenin anlamını, kapsama alanını, Enis Batur, Temmuz 2000’de “Dil Dergisi”nde sanki önceden haber vermişti: “Konumlayacak olursak, Doğan Hızlan tam, bütün bir ’merkez’ valisi. Hiçbir vakit muhalifliği hedef tutmamış, marjinal boyutu simgelememiş bir yönlendirici. Yaptıklarını, yapmayı sürdürdüklerini görmezlikten gelmedikçe, kültür ortamında üstlendiği rol küçümsenecek gibi
değildir. Yazıları ve söyleyişleriyle bir pusula işlevi görür Hızlan: Okurla, izleyiciyle, dinleyiciyle yapıtların, olayların, sorunların arasında köprüler kurar: Çağırır, sevkeder, buluşturur. Bunları gerçekleştirirken, olabildiğince tarafsız kalmayı yeğlemiştir, sözgelimi ben, enikonu taraflıyımdır. Hızlan’ı Türkiye’nin Bernard Pivot’su olarak değerlendirebiliriz: Bir ’denge uzmanı’.” Batur’un bu yazısından 4 yıl sonra Erdal Öz, Doğan Hızlan’ın Türk edebiyatının cumhurbaşkanı olduğunu ilan edecektir ve bu, hiç de öyle üzerinden atlanacak bir ölçü değildir. Her zaman etkili ve duyargaları çok gelişmiş bir kurgu ustası Erdal Öz’ün böyle bir tanımı dillendirmesi nedeniyle değil sadece, Hızlan’ın biraz da bugün kazandığı ağırlık nedeniyle böyle bu. Türkiye Türkçesinin kültür ve sanat dünyasına yönelik bu saptama, 21’inci yüzyılın ikinci on yılına girmeye hazırlanırken, bir genel geçerlilik kazanmış görünüyor. Bu, bu... Ama Almanya, Avusturya, Fransa, Hollanda ve Belçika’daki kültür çevrelerinin bu tür bir pusulayı algılamama konusunda aralarında bir görüş birliği sağladıkları da anlaşılıyor. Özellikle 1990’ların sonundan itibaren Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’a neredeyse art arda verilen Barış Ödülü, sonra da Pamuk’un layık görüldüğü Nobel’e rağmen, anlamlı bir iradeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmek zorundayız: Türkiye’nin kuruluşuna egemen ilkeler, modernizm ısrarı ve cumhuriyetin tüm çarpıklıklarına rağmen bir gereklilik, bir olağan sonuç olduğuna, yani bir “anomali” karşısında bulunmadığımız yolundaki sinyaller, Batı dünyasını, hatta Hız-
lan’ın çok yakın durduğunu hiç gizlemediği Avrupa Birliği zihniyetini çok rahatsız ediyor. Türkiye edebiyatının, galiba solun fazla etkisinde, ele avuca gelmez, başına buyruk, denetimi zor bir iradeyi temsil ettiği düşünülmek- tedir. Tarih, böyle: Biz ona hep bir iradeler bütünü olarak bakarız. O halde Cemal Süreya’nın, “editör ve eleştirmen olarak hiçbir zaman büyük yanlışa düşmez” dediği bir pusulanın “mevcudiyeti inkar edilmekte” veya, aynı anlama gelmek üzere, “önemli değil” damgasıyla geçiştirilmekte ise, bizim bu iradeyi veya iradeler bütününü çözümlemek gibi bir görevimiz de var demektir. Gerçekten de Fransa, Avusturya, İtalya, Hollanda ve Belçika gibi emperyal güçlerin motoru sayılan Almanya için durum çok vahim ve bir o kadar da anlamlıdır. Sonuçta, bu ülkede, 3 milyona yakın Türkçeli insan yaşıyor ve onlara Türkçe olarak şu ya da bu ölçüde hitap eden bir günlük gazetenin kültür-sanat yönlendiricisi, eleştirmeni, “muhatap” alınmıyor. Neden? Çünkü Türkçenin kendisine bir muhatap olarak bakılmıyor. Biz, bunu çeşitli açılardan yaklaşarak yanıtlanması gereken bir soru olarak görürüz. Genel yaklaşımın ne olduğunu, “Deutschland schafft sich ab” (Almanya Kendini Ortadan Kaldırıyor) kitabı çerçevesinde art arda yinelediği dramatik tezleriyle ortalığı karıştıran ilo Sarrazin sayesinde gördük. Berlin eyaletinin bu eski maliye bakanı ve sonrasında da Federal Merkez Bankası Yönetim Kurulu üyesinin, Türkler başta olmak üzere belli bir kültür çevAvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 17
YAȘAr KeMAl’le
resinin insanlarını açıkça aşağılayan saptamaları, tersinden, Türkçeye ve bu çerçevede elbette Doğan Hızlan’a yönelik umursamaz iradeyi de açıklamaktadır. Türkler ve Araplar bir paralel toplum oluşturma eğilimi içindedir Sarrazin’e göre ve eğer öyleyse, bunlar toplumun en yoksul katmanlarına dahil olmaktan adeta memnundurlar. Bu yoksulluk anaforundan sıyrılmak istedikleri söylenemez. Sıyrılamazlar da... Çünkü, sosyal demokrat Sarrazin’e göre, Müslüman dünyasına egemen kültürel değerler, bu kaderi değiştirecek her şeye, bu arada bir eğitim atağına da engel olmaktadır. Tabii, işin içine genler ve ahmaklığın “ırsi” olduğu yolundaki “bilimsel bulgular” da karıştırılmaktadır. Öyleyse, böyle. Gelmek istediğimiz noktadayız: Yoksulluk müthiş bir kısır döngüdür ve zenginlerin bu oluşuma, yani yoksul göçmenlerin paralel toplum girişimlerine, daha doğrusu kültürlerine, daha fazla hoşgörü göstermesinden “maraza çıkacağı” kesindir. Sürtüşmelerden kaçılamayacaktır. Toplum ahmaklaşıyor çünkü. Bu kısır döngünün en önemli nedeni ise Türkçe ağırlıklı olarak Almanya’da, Arapça ağırlıklı olarak da Fransa’da, İslam damgalı kültür çevresidir. Anlaşılan, çağdaş bir Türkiye, aydınlanmacı duruş, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları ve onların ısrarlı mirasçıları bu çerçeveye sığmıyor. Çelişki orada: Dinin kamu yönetiminden uzaklaştırılması olarak da özetleyebileceğimiz modern Türkiye’nin kuruluş yılları ve kurucu babalarını (“Kemalizm”), Avrupa’ya bırakın kabul ettirmeyi, anlatmak bile zordur. Ekim Devrimi’nin tüm sonuçlarıyla ve faşizmin ezildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslararası rejimin de bire kadar kırıldığı bir dünyada veya Avrupa’da, Türkiye varlık nedenini tümüyle yitirmiş gibidir. Bunun sanat ve kültür ortamımızda etkisiz kalması mümkün ola18 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
mazdı. O zaman Türkçenin ciddi ve Batı’nın parçası bir edebiyata sahip olduğunu, bunun temellerinde de aydınlanmanın evrensel ilkelerine sahip çıkmanın yattığını söyleyip savunmak, belki bir iç tutarlılık taşıyor, ama değişen koşullar nedeniyle akıntıya kürek çekmek dışında bir anlamı bulunmuyor. Batı’nın, beğendiklerini, yakınlıklarnı nasıl bir “nesnel soğuklukla” değerlendirdiği ilginç bir ders olmalıdır. Sadece kendisine yakınlık duyanlara ve bizzat yetiştirdiği öğrencilerine değil, Doğan Hızlan markasına bakışı da böyledir. Ne demek mi istiyoruz? Şunu: Hızlan’daki “akılcı uzaklığı” veya “soğukkanlı yakınlığı”, yazar Kürşat Başar’ın sorularına yanıtlarla oluşturulan nehir söyleşideki (“Sanki Bir Roman Kahramanı”) bir yanıtından hareketle görebiliriz. Konu, Kürşat Başar ve kuşağının, 80 sonrasındaki genç edebiyatçılar kuşağının, neredeyse sorgusuz sualsiz Bilge Karasu hayranlığı ve Hızlan’ın ister istemez ihtiyaç duyduğu dikkat notlarıdır: “Dışarıda beğenilmek isteyen yazarlarımız var. Ben sana bir şey söyleyeyim, sen Bilge Karasu’yu seversin, Bilge Karasu iyi bir yazar. Ama dışarıda o kadar ilgi görmedi. Çünkü onu okumak, anlamak biraz çaba ister, bir de o kalitede yazarlar onlarda da var. Bilge Karasu bence Batılı bir yazar.” Tüm tercihlerinin Batı’dan yana olduğu bilinen ve iyi okuyan bir eleştirmen, neden böyle bir uyarıya gerek duymuş olabilir? Buna kolay bir yanıt bulmak mümkün değil. Ama Karasu’yu yakından izlemiş ve onun Türkçedeki önemine hep dikkat çekmiş bir hocanın, öğrencisine, “Abartırsanız, hata yaparsınız!” diye tercüme edebileceğimiz küçük dokundurması, onun kuruculuğa ve sonrasına bakışla yakından ilgilidir. Türkçenin içinden iyi ve Batılı yazarlar çıkmasına, Hızlan’ın pek bir itirazı yoktur, ama bu ya-
OĞUz ArAl’lA
zarların Batı’nın aradığı insanlar olmadığını, galiba Latin Amerika rüzgarından önce fark etmiştir. Türkçenin sınırları içinde “Batılı bir iyi yazar” olmanın Batı için pek bir önemi bulunmamaktadır. Dikkatle ihsas ettiği şey, aslında da ana mesajı, “Batı’da bunlardan çok var. Neden ilgilensinler?” şeklinde özetlenebilir. Bir başka noktaya geldik: Bilge Karasu’nun, okurdan yoğun çaba isteyen kurmaca metinlerinden çok farklı bir noktadadır Doğan Hızlan’ın dili. Türkiye’nin en yaygın sanat-kültür eleştirmeni olarak kolay anlaşılırlığı önemsediğini hep söyler. Ama kolaylık bahsinde çok titiz ve tuzaklara düşmeyecek kadar da dikkatli olduğunu da göstermek ister. Buradan nereye varıyoruz? Galiba, şuraya: Doğan Hızlan, ilk Orhan Pamuk patırtısı koptuğu zamandan beri, onunla ilgili olumsuz bir şey hiç yazmamış ve hep desteklemişti. Bu, kendisine atfedilen “uçan kuşun kanadı kırılmaz” ilkesiyle de örtüşen bir tutarlılıktır. Ama gelinen noktada, hiç öyle kayıtsız şartsız bir Orhan Pamuk hayranı gibi davranmadığını da görüyoruz. İncelikli yön değiştirmelerine ve dikkatli üslubuna bakınca, sahneye neredeyse bir “Pamuk çılgınlığının” egemen kılınmasını fazla anlamlı bulmadığını anlıyoruz. Bunu bu şekilde hiç yazmadığı halde ve aslında galiba tam da yazmadığı için, böyle görebiliyoruz. Dolayısıyla Bilge Karasu’nun gereğinden fazla önemsenmesine karşı bazı sinyaller vermesi, hem modern Türk edebiyatının kuruluşu hem de bu edebiyatın gideceği noktalar açısından uyarıcıdır. Hızlan’ın, edebiyat-sanat dışındaki gerekçe arayışlarına hep kuşkuyla baktığını aklımızda tutarak, söylemiş olalım: “1923 Projesi”ne yakınlığı ve bu projeye solcu yazarlar ve sanatçıların kuşaklar boyu ısrarla ve her koşulda sahip çıkıp geliştirmesi, “sağın hakkını yemeyin” uyarıları eşliğinde Doğan Hızlan’ı birçok
kolaycılığa ve bohem inkarcılığa karşı sağlam kılmıştır. Şöyle de ifade etmek mümkün: 1923 ve 1960 “müdahaleleri” Türkiye toprağındaki en ileri iki siyasi başarı ve bunların hemen ardından 1960’larda Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yükselen Türkiye aydınlanmasının altın yılları, Hızlan’ın toprağa gerçekten sağlam bastığını gösteriyor. Doğan Hızlan, 1950’lerde hareketlenen aydın tartışmalarının yaratıcı haznesine düşmüş, buradan da 60’lar ve 70’lerdeki sol yükselişin toplumsal rüzgarını paylaşmıştı. O halde, Bilge Karasu’nun iyi bir Batılı yazar olduğu vurgusundan biz çok başka sonuçlar çıkarabiliriz: Sanki, “Bu çizgiyi fazla abartırsanız, en fazla milyonlarca iyiden, ama önemsiz iyiden biri olursunuz” demektedir. Tanpınar, insana hiçbir şey katmayan doğrulardan yakınırdı, Hızlan, insana hiçbir şey ilave etmeyen iyilere karşı uyarıyor: Türkçe, kendisini başka aşkınlıklarla hatta aşırılıklarla duyumsatmak, hatta kabul ettirmek zorundadır. Çünkü edebiyat, bir eğilim olarak, terbiyeli çocukların değil, yaramaz çocukların oyun alanıdır. Doğan Hızlan için, kısmen Ahmet Hamdi Tanpınar ve özellikle de Yaşar Kemal böyle bir duruşu simgelemektedir. O noktadayız işte: İkinci ve derinleşen, daha doğrusu beslendiği yeraltı kaynaklarını görmek isteyen bir okumayla, Hızlan’ı, belki kendisinin bile görmek istemeyeceği bir direncin kolunda yakalıyoruz. Ne yazarsa yazsın, ne söylerse söylesin, kişisel renklerine kıskançlıkla sahip çıkan ve bu renklerini son 50 yılda herkese, hepimize kabul ettirmiş bir yazı adamı, böyle bakınca, yeni, herkese göstermekten kaçındığı bir tutarlılık, hatta direniş çemberinde varlığını kanıtlamaktadır. Böyle bir Doğan Hızlan, sanılandan ve hatta kendi düşündüğünden bile çok daha cumhuriyetçi, çok daha yerli ve çok daha soldadır. Nesnel olarak adresi oradadır. Bu çevre koşulları, Türkiye ve Türkçenin bitirilişin eşiğine AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 19
getirilmesi, Hızlan’ı böyle görmeyi kolaylaştırıyor. Kaderi Yugoslavya veya Irak’ı ya da Suriye’yi andıracak bir ülke veya dilin kuruluş ilkelerini özümseyen/önemseyen hiçbir yazarın, böyle bir parkurun dışına çıkması düşünülemez: Yazarlar, genelde, kendilerine biçtikleri adresin çok dışında konuşlanmış sahra topları gibidir. Adresini yitirmeye başlayan bir Türkiye’nin, o adresi çok önemseyen Doğan Hızlan’ı etkilememesi mümkün olamazdı. Doğan Hızlan’a göre, eğer modern bir Türk edebiyatından söz edebiliyorsak, bunu solun büyük çıkışlarına, çabasına borçluyuzdur. O bunu, böyle bir açıklıkla elbette ifade etmez, ama yazılarını okuyunca çıkaracağımız sonuç, şudur: Solun bu kadar etkili olmadığı bir Türkçe edebiyatın pek öyle önemsenecek bir anlamı olmazdı. Nitekim Doğan Hızlan, çalışkan, ama Türkçe edebiyatta bir deprem yaratmadığı kesin, bazı solcu yazarlar hakkında bile “ileriye doğru” dikkatlidir. Örnek, çok... Dursun Akçam için ve şöyle: “O da çile çeken sbir kuşağın simgelerinden biridir, tanıklığıyla da önemlidir. (...) Tanıdığım Dursun Akçam, güler yüzlü, doğrucu –dürüst sözü yeterli değil burada- çektiği çileyi de olağanmış gibi gören, bundan yüksünmeyen ama bizim siyasal, toplumsal, edebî tarihimize de bütün ustalığıyla iz bırakan, dirençli bir yazardı. Sinmeyen, sindirilemeyen kuşaktandı.” Bu bağlantı yollarını elbette yoktan var etmiyoruz. Hızlan’ın kişisel beslenme ve ilgi kanallarını da ihmal etmiyoruz. Ama Nadir Nadi ve İlhan Selçuk’un bu yakın dostunu, o dostluğun anlamına bağlamak, bir anlam yaratmak zorundayız. Kendini hâlâ parçası saydığı Cumhuriyet gazetesiyle ilişkisini de 1923’e ve modern Türkiye’nin kuruluş ilkelerine bağlamak, keyfi bir tercih değildir. Neden? Bir akrabalık mı uyduruyoruz? Hayır, ama birçok gerekçeyi birleştiriyoruz. Toplumsalı ve tarihseli öne çıkarıyoruz. Biliyoruz ki, birey, toplumun ve tarihin dışında kalamaz. İnsanlar yaşadıkları zamanın çocuklarıdır ve, eğer çok bilinen bir Hegel formülasyonundan hareket edersek, o zamanın ruhunu (Zeitgeist) bir biçimde taşırlar. Bireyleri elbette tek 20 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
tek bu Zeitgeist’a indirgemek, daha doğrusu “sıkıştırmak”, mümkün değildir. Doğru da değildir. Fakat bu modülleri ancak birbirleriyle ilişkilendirerek anlaşılır kılabiliyoruz. O zaman, Avrupa ülkelerinde her gün, Türkçenin en yaygın bir yayın organında, hem de üst düzey yönetici olarak yazan bir kültür adamına, Alman ve Fransız medyasınca hak ettiği ilginin gösterilmemesine bu tür bir ilişkiler ağından bakarak gerekçeler bulduğumuzu düşünebiliriz. Demek ki Türkiye ile Türkçenin modern ve bağımsız anlamını bu denli vurgulamak, böyle bir yakınlık, “cezasız” bırakılamıyor. Sonuçta, kültür dünyasında ilgisizlikten daha büyük ceza yoktur. Nitekim Hızlan’ın da en ağır eleştirilerini bazı yapıtlar ve sahiplerini “görmeyerek” yaptığını, onları, eleştirmeyerek adeta cezalandırdığını söyleyebiliriz. Haksızlık etmeyelim: Doğan Hızlan, kuruluş ölçütlerine aşırı titiz her “kurucu kuşak” üyesi gibi, örneğin bir Marcel Reich-Ranicki’nin tam tersi yoldan gitmiştir. Enis Batur’un Fransızcadaki Bernhard Pivot örneğinin Almanya’daki karşılığı, Polonya asıllı Reich-Ranicki, övgü ve yergilerinde çok rahat, hatta pervasızdır. Ama Almanca yazıp yayımlamaya Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde başlayan, bugünün 92’lik eleştirmeni için, Alman edebiyatına zaten bir kurucular çağı veya kuruluş dönemi hassasiyeti, kırılganlığı gerekmiyordu. Marcel Reich-Ranicki, eleştirinin yapıcılığını, yıkarken fazla itina göstermemesinde görür. Doğan Hızlan için ise son 50 yıllık Türkçe edebiyat, hâlâ bir kurucu dönem uğrağındadır. O nedenle “uçan kuşun kanadı kırılmaz” derken, asıl amacının 500 satan kitapları 2500 sattırmak olduğunu da söyler. Demek ki, etkisi ve yaygınlığı açısından Marcel Reich-Ranicki ile karşılaştırabileceğimiz Doğan Hızlan, temelden farklı bir zihniyetle hareket etmek zorunda olduğunu düşünüyor. Bugünü ve geçmişi yüklü bir Alman edebiyatında, bir eleştirmenin veya yazarın, sahneye “mevcut yapıyı ve yazıyı korumak için şefkat dağıtmak üzere” çıkması gerekmiyordu. Kuruluş yıllarının koruyucu kollarını geride bırakmak şarttı. Alman edebiyatına, bir başka alandan, iktisat, ama yine aynı dilde ortaya atıl-
mış “Yeni sanayileri korumalıyız!” tezine uzanabiliyoruz. Türkiye’deki iktisat ideolojisinde 1908 sonrasında ve “milli iktisat” kapsamında etkili olduğu bilinen Friedrich List, yeni kurulmuş “bebek” veya “yavru” sanayilerin, daha gelişmişlerin rekabetine terk edilemeyeceğini yazıyordu. Bu doğrultuda 1923 zihniyetinin özellikle 1960’lardaki ithal ikamesi açılımıyla nasıl geliştiğini veya geliştirildiğini biliyoruz. Dışa kapanmak değil, dışarının ezici, yok edici rekabetine karşı içerideki bebek sektörlerin, sanayilerin korunmasıydı istenen. Bu tutumun sadece ekonomiyle sınırlı kalacağını elbette düşünemeyiz. Zaten kalmadı da... Düşünceyi besleyen kültür ve sanat dünyası da her kuruluş sonrasında korunmaya muhtaçtır. Bu nokta, tartışmaya çok açık bir alanın sınırlarına giriyor. Ama kurucu zihniyetin, kuruluş görevleri konusunda tavizsizliğe en güzel örneklerden biri Doğan Hızlan’ın tutumu alınabilir. Ferit Edgü’nün, Dil Dergisi’nin Temmuz 2000 sayısındaki sözleriyle: “O okuyan ve yazandır. Bir kitabın başarısız yanlarıyla değil en başarılı yanlarıyla ilgilenir. En başarısız kitapları okuyup yazdığında bile.” Demek ki Hızlan’ın, Nadir Nadi-İlhan Selçuk çizgisiyle yakınlığını bir tesadüf olmanın çok ötesine çekmemiz gerekiyor. Doğan Hızlan, bir kuruluşun anlamını ve taşınacak tüm iddiasını, kişisel bir “iyi adam” portresinin ötesinde düşünmüş olmalıdır. Kişisel tutumla açıklayamayacağımız bir şey var ortada. Neden? Bir ihtiyaçtan hareket ediyoruz. Son yıllarda art arda kitaplarını yayımlayan Hızlan’ın birikimi, değerli ve ileri olanın listesini yoğun biçimde içermesiyle de çok önemlidir. Aydınlanmacı, cumhuriyetçi her kuruluş, insanları, yazarları böyle bir seçimle yüz yüze bırakıyor:
Ya mevcudu ileriden gelene karşı koruyacaksınız ya solun simgelediği o ileri düşünceyi ve yapıtları mevcudun içinde göreceksiniz ya da mevcudu ve o mevcuttan çok memnun her yapıtı/yazarı hazır sınırlar içinde nefes alamaz hale getireceksiniz. Doğan Hızlan’ın Nadir Nadi-İlhan Selçuk çizgisinden bakarak Türkçe edebiyatın iyi ve sol örneklerine açık tutumunda, bir tür gericilikle hesaplaşma kararlılığı vardır. Bu, kendisine hiçbir zaman komünist veya sosyalist bir etiket yapıştırmamış bir yazı adamı için çok anlamlıdır. Belki sadece bu açıdan, Enis Batur ile bir paralellik taşıdğını düyünebiliriz. Doğan Hızlan’ın kendi gazetesi dışında Cumhuriyet’in de yayıncılığına katkısı ile Enis Batur’un başka her yerde yazabilecekken bir çağ yangını içinde ve büyük gericilik yıllarımızda ısrarla Cumhuriyet gazetesini seçmesi, verilen mesaj, son derece anlamlıdır. Buradan bir “ara sonuç” çıkarabiliriz. 1930’lar ve 40’ların Türk edebiyatını 50’lerin büyük ve Doğan Hızlan’ın da zaten içine doğacağı ilerici entelektüel ummana taşıyan Nurullah Ataç-Ahmet Hamdi Tanpınar tutumunu, çok başka zaman ve bugünkü yıkılış dönemeçlerimizde, Doğan Hızlan-Enis Batur çizgisiyle karşılaştırabiliriz. Ataç ile Tanpınar, cumhuriyetin ve Türkçe edebiyatın kuruluş döneminde birbirini tamamlayan birer cumhuriyetçi aydın kimliğiydiler. Geçmişle geleceği birbirine bağlıyorlardı. Birbirlerinin varlık nedeniydiler. Bu dört isim de Türkiyecidir, Türkiyelidir ve Türkiye’nin tutkulu çocuklarıdır. Dördü de, aydınlanmanın Türkiye’ye, Türkçe ve Türkiyeli’ye ne kadar büyük olanaklar taşıdığını bilmektedir. Çalışkanlıkları ve kişisel tercihlerinin dışında, solculuk iddiası taşımadan sola açık olmalarında, aydınlanmacı şiddetin gereklerine kayıtsız kalamamaları yatmaktadır. Kabul edil-
OrhAN PAMUK’lA
AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 21
ÇiZiM: ÖMer Yaprakkiran
melidir ki, bu dört isim, etki alanları ve yarattıkları sonuçlarla, Türkçeyi damgalamış bulunuyorlar. Ataç-Tanpınar ve Hızlan-Batur çizgileri, temsil ettikleri değerlerle, birikimleriyle ve seslenme güçleriyle çok önemlidir ve öndedirler. Bu, onların dışında akan nehirlerin, yeraltı ırmaklarının olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ama bu iki paralel çizgiyi ihmal ederek genel bir sonuç çıkarmanın anlamsız olduğunu da görmeliyiz. O halde bu insanların yapıtlarında billurlaşan yazarlar ve yapıtlardan, bir okuma tablosu çıkarabiliriz. Yeni dönemin aydın adaylarının önünde böyle bir hazır malzeme var. Örneğin Doğan Hızlan’ın her gün yenilediği bir büyük okuma listesi... En büyükleri ve onları besleyen veya onların beslendiği yazarları, yapıtları, Hız22 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN
lan’dan yola çıkarak “tahsil etmek” yeni bir dönem açmak isteyenler için büyük kolaylıktır. Hızlan, bugün itibariyle, önemli bir toparlayıcı, eleyici ve biriktirici haznedir. Bir temsilci... Bir meşruiyet karşısındayız. Doğan Hızlan’ın nasıl bir meşruiyet taşıyıcısı olduğunu en iyi anlatan yazarlardan biri Özdemir İnce’dir. Hızlan’ı bir “hâdim”, yani “hizmet gören” olarak tanımlayan İnce için, Doğan Hızlan, sanatçının, yazarın, yapıtın hizmetinde bir “Hakem Bey”dir. Burada bizim eklememiz gereken nokta, kendi böyle bir şeyi hiç vurgulamamış bile olsa, “toplum”dur. Öyle ya, bu hizmet, bir toplum ütopyasında, iyiyi ve güzeli, kötüden ve çirkinden ayıran insanlar toplumuna yönelik olmayacaktır da, tek bir insanın “ben”cil duygularına mı hizmet edecektir?
Doğan Hızlan’ın, kuşağındaki ve yerleşik medyadaki sol iddialı dostlarından daha toplumcu olduğunu, kendisi çevreye yoğun sis bombaları yağdırırken bile söylemek durumundayız. Ama bunu daha önce yazanlar olduğunu biliyoruz. En doğruyu, ömür kapısını bir komünist olarak kapatmış şair Kemal Özer’in yazdığını biliyoruz. Kemal Özer, 50’lerde yola birlikte çıktığı, ilk kanat alıştırmalarını paylaştığı dostunun ömür bilançosunu toplumsal bir çizgide toparlarken, haklıdır: “Hepimiz, yola çıktığımızda birer olanaktık. Bu olanağı nasıl kullandık, nereye kadar ulaştık? Doğan Hızlan’ın yaptığı, birbiri içinde iki seçimdi aslında. Ürünle sanatı, ürünle sanatçı arasında kuramsal ya da eleştirel bağlantı kurmayı değil, ürünle kamuoyu arasında iletişimi sağlamayı yeğledi. Hem o ilk çıkış noktasına, hem de sanata karşı kendince belirlediği bu hizmet anlayışına sürekli bağlı kalarak.” İnsanları, yazarları, içine doğdukları toplumun kan basıncıyla, hatta Schiller’in sözünü kullanacak olursak, “zamanın zevkiyle” ilişkilendirmeden tanımak veya tanımlamak gerçekten de mümkün değil. Nitekim, Doğan Hızlan’ı yerleşme ve yıkılma dönemi Türkiye Cumhuriyeti’nın toplumsal malzemesi dışında anlamaya çalışmak cahil cüretine girer. Şaşırtıcı olan, Hız-
lan’ın, solun belirlediği bu zevki ileriye çekme ısrarı ve kendi çizgisine sadakatidir. Gerçekten de, solun getirdiklerini ve etki alanlarını çekip almaya kalksak, Doğan Hızlan’dan geriye çok fazla bir şey kalmıyor. Belki inanılması zor olan, Hızlan’ın da bu müktesebattan hiç rahatsız olmadığı, kurtulmak istemediğidir. Sağdan kendisine pek bir şey kalmadığını bildiği için olmalı. Aydınlanma, son tahlilde sol bir şeydir, dolayısıyla, bir aydınlanma çağrıcısı Doğan Hızlan’ı solsuz anlamak mümkün değildir. Bu ise Avrupa’daki Türkçeli milyonlar ve yeni aydın kuşakları için herhalde özellikle önemlidir.
AvrupaGüN
| 31 Aralık 2012 | 23