İÇİNDEKİLER 3 AB yoksulları merkeze yöneldi, dalgalanma tehlikeli boyutlarda Zengin mutfağında yeni alarm Başını Rumen ve Bulgar yurttaşlarının çektiği bu nüfus dalgalanması, özellikle Almanya’yı daha önce tanımadığı boyutlarda ve denetimsiz bir göç yığılmasıyla karşı karşıya bırakıyor.
OSMAN ÇUTSAY 6 Avrupa halkları savaş karşıtlığını kendine saklamakta kararlı Barış hareketinin kanı çekiliyor Arap dünyasında bitmek bilmeyen silahlı çatışmalara rağmen, savaşa karşı çıkan barış yanlısı gösteriler çok sönük, katılım tüm umutları kıracak kadar düşük.
8 Aşırı sağın cinayetlerini ve sessiz çoğunluğu susarak protesto edecekler
Münih’te 23 Şubat gösterisi 10 “Katakomben-Theater” ve Türkiye renkli bir direnç Kazım Çalışgan ve arkadaşlarının Essen’de bundan 8 yıl önce ünlü Girardet Haus’un işliklerinde kurdukları Katakomben-Theater, sokaklardan beslenen eklemlenmelerle yüreklere yürüyen bir hevesin izini sürüyor.
BELKIS ÖNAL PİŞMİŞLER 14 Dietrich Kittner, emekten yana bir hiciv için sahnedeydi Dördüncü piramidin vedası Aziz Nesin Türkiye’nin dördüncü piramididir. Tıpkı Dietrich Kittner’in Hannover’in, hatta temsil ettiği aydın duruşuyla tüm Almanya’nın dördüncü piramidi olması gibi...
TEVFİK TAŞ 16 Avrupa’da Türkçe, medya ve çöküşün sorumlusu ÖZDEN ÇİÇEK
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 18 Şubat 2013 | AvrupaGüN
AB yoksulları merkeze yöneldi, dalgalanma tehlikeli boyutlarda
Zengin mutfağında yeni alarm OSMAN ÇUTSAY
AB içinde tehlikeli bir boyutlarda bir göç hareketi başladı. Başını Rumen ve Bulgar yurttaşlarının çektiği bu nüfus dalgalanması, özellikle Almanya’yı daha önce tanımadığı boyutlarda ve denetimsiz bir göç yığılmasıyla karşı karşıya bırakıyor. Almanya, yüz binlerce Rumen ve Bulgar’ın gelişini AB’nin serbest yerleşim kuralları gereğince engelleyemediği için yerli halktaki tehlikeli tepkilerden çekiniyor.
FRANKFURT - Kriz, Avrupa Birliği (AB) içinde yeni dengesizliklerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Güney Avrupa ülkelerindeki iflas süreci, Birliği dağılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakırken, ülkeler arasındaki gelir dağılımının da acımasız biçimler aldığını gösteriyor. AB’nin Güney Avrupa dahil “kenar” ülkelerindeki ücretlerin merkezdeki zenginlere göre her geçen gün daha hızlı gerilemesi, hesapta olmayan bir göç dalgasının patlak vermesine ve kimi çevrelere göre işgal boyutları kazanmasına yol açtı. Gelir makasının ülkelerde geçerli asgari brüt ücretler üzerinden yeniden karşılaştırılması, AB’nin yakın bir gelecekte kavimler göçünü aratmayacak boyutlarda bir yoksullar göçü ile karşı karşıya kalacağını gösteriyor. Metropollerdeki tedirginliğin derinleştiği gözleniyor. Gerçekten de AB içindeki brüt asgari ücret karşılaştırmalarından hareketle yeni dengesizliklerin elinin kulağında olduğu söylenebiliyor. Eurostat rakamlarına göre, aylık ortalama asgari brüt ücretler açısından dünyanın bu en büyük pazarında inanılmaz bir eşitsizlik hüküm AvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 3
sürüyor. Almanya’da atıklar gibi bazı hizmet sektörlerinde gerçekleşen toplusözleşmelerle (gayriresmi) asgari brüt ücret 1350 avro civarında gerçekleşirken, bu rakam Fransa’da “resmi asgari ücret” adıyla 1398 avro. Hollanda 1446, Belçika da 1443 avro tutarında bir asgari ücrete sahip. Küçük Lüksemburg’da bu rakam 1801 avro. Bunlar, zengin mutfağındaki ücretler genel düzeyi hakkında bir fikir verebiliyor.
Bulgaristan ve Romanya’da durum korkunç Ancak aynı rakamlar AB’nin yoksullarında merkeze göre inanılmaz bir uçurumun yaşandığını gösteriyor. Örneğin Baltık ülkelerinden Litvanya’da asgari brüt ücret 231 avro olurken, bu rakam Letonya’da 285, Estonya’da ise 290 avro. Macaristan’da asgari ücret 295, Slovakya’da 327, Polonya’da 336, Hırvatistan’da 373 avro civarında. Bu arada, Türkiye’nin 362 avroluk brüt asgari ücretle ile hiç de öyle AB şirketlerinin üretimini kaydıracağı kadar cazip bir ülke olmadığı Eurostat verilerinde ortaya çıkıyor. Ancak AB içinde asıl gelir felaketi Romanya ve Bulgaristan’da yaşanıyor. Halen Romanya’da iş bulabilen insanlara 161, Bulgaristan’da ise sadece 138 avro brüt asgari ücret ödeniyor. İflasın eşiğindeki Yunanistan’da 876, İspanya’da 748 ve Portekiz’de de 565 avro olan asgari ücret, büyük dengesizliğin diğer yüzüne dikkat çekiyor. Gelir dağılımındaki bu makas açılması, sistemin yürümesi açısından olduğu kadar nüfus dengeleri ve işgücü göçleri açısından da tehlikeli bir mecra oluşturuyor. Bulgaristan ve Romanya’da, insanların bütün bir ay çalışıp Almanya, Fransa veya İngiltere’deki bir işçinin en fazla yüzde 10’u civarında bir para kazanabilen, üstelik bu parayı eğer iş bulursa alabilen milyonların, gözlerini merkezdeki ışıklı metropollere çevirmeleri AB’yi sarsacak bir potansiyele işaret ediyor. AB içinde tehlikeli boyutlarda bir göç hareketinin çoktan başladığı, bunun da başını Rumen ve Bulgar yurttaşlarının çektiği belirtiliyor. Özellikle Almanya’nın daha önce tanımadığı boyutlarda, denetimsiz bir göç yığılmasıyla karşı karşıya olduğu, yüz binlerce Rumen ve Bulgar’ın gelişini AB içinde serbest yerleşim kuralları gereğince engellemeyediği için de yerli halkta tepkiler oluştuğu gözleniyor.
Berlin ve Brüksel’e acil çağrı Almanya’daki 3400 il ve ilçenin belediye hizmetleriyle ilgili çatı örgütü konumundaki 4 | 18 Şubat 2013 | AvrupaGüN
Alman Şehirler Birliği (“Der Deutsche Städtetag”), son bir raporunda, AB yoksullarının, özellikle de en yoksullarının, merkezdeki zengin şehirlerin çevresine altından kalkılması zor sorunlar yaratarak yerleşmeye başladığına dikkat çekti. Raporunda, federal hükümeti, eyalet hükümetlerini ve AB merkezini uyaran Birlik, Romanya ve Bulgaristan’dan Alman şehirlerine 2007’de 64 bin kişinin göç ettiğini, bu rakamın 2011’de 147 bini geçtiğini vurguladı. Uzmanlar, raporda, 2012’nin ilk yarısında bu göçün 2011’in aynı dönemine göre yüzde 24’lük bir büyüme daha gösterdiğini hatırlatarak, artık bir alarm verilmesi gerektiğini savundular. Alman Şehirler Birliği’nin SPD’li Başkanı Christian Ude, “Bu yoksullar göçünün belediyeler düzeyinde çözülmesinin mümkün olmayacağı ortaya çıkmış bulunuyor” diyerek merkezi düzeyde ve köklü bir siyasal çözümün kendini dayattığına dikkat çekti. Avrupa Merkez Bankası’na ev sahipliği eden Frankfurt başta olmak üzere, Dortmund, Mannhehim, Münih, Hamburg, Hannover ve Duisburg gibi şehirlerin kenar mahallelerindeki Rumen ve Bulgar yurttaşlarının örgütlü bir biçimde çocuk parası, sağlık sigortası, muhtaçlık yardımı türünden sosyal güvenlik sistemine yük olacak başvurularda bulunması, yeni tehlikelerin habercisi olarak yorumlanıyor. Hem bu kentlerin yoksulluğun ve suçun yayıldığı kenar mahallelere sahip olmaya başlaması hem de taleplerin altında kalkacak bir maddi gücü bulunmaması nedeniyle, “duruma el konulması” isteniyor. Rapora göre, yoksulların zengin kentlerin kenar mahallelerine bu göçünü, eğitimsiz, kendi ülkelerinde bir gelecek görmeyen yüz binler gerçekleştiriyor. Nitekim, Avrupa’nın kendi içinde olağanüstü boyutlarda ekonomik ve toplumsal uçurumlar ortaya çıkardığını belirten BadenWürttemberg Eyalet İçişleri Bakanı Reinhold Gall, “Bu uçurum, Avrupa göç hareketinin de nedenidir” dedi. Gall, Brüksel’in bu tehlikenin pek farkında olmadığını savunarak, AB üyeleri arasında dengeli ekonomik ve sosyal koşullar yaratılması için önlemler alınmasını istedi. Bir dönemin zengin şehirlerinin kenar mahallerinde bu yoksul yığışmasının kısa sürede büyük sosyal patlamaları beraberinde getireceğine kesin gözüyle bakılıyor. Özellikle de yerli halkın milliyetçi-ırkçı tepkilerle sorunları göğüslemeye kalkması halinde toplumsal barışın bozulacağı ileri sürülüyor. ■
İhracat flampiyonlu¤unun a¤ır maliyeti Federal almanya’nın 2012’de de 1 trilyon avroluk ihracat sınırını aşmayı başarması, bu dev başarının arka planı üzerine yapılan araştırmalara hız kazandırdı. Almanya’da, sendikalara yakın Böckler Vakfı bünyesinde yapılan yeni bir karşılaştırma, Alman ürünlerindeki “maliyet ferahlığının”, ülkedeki reel ücretler düzeyindeki sürekli düşüşle bağlantılı olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Son iki yılda toplusözleşmelerle bunlardan yararlanabilecek işçiler için kısmi bir reel ücret artışı sağlanırken, bunun genel eğilimi bozmadığı saptandı. Almanya’da enflasyondan arındırılmış ücretler genel düzeyinin 2000 yılındaki ücretlerin hâlâ çok altında olduğu belirtildi. Bu, Almanya’daki insanların satın alma gücünün de 13 yıl öncekinden daha düşük olduğunu gösteriyor. almanya’daki ortalama reel brüt ücretler düzeyinin 2012 itibariyle, 2000 yılındaki düzeyden yüzde 1.8 daha düşük olduğuna dikkat çekilen araştırmada, son üç yılda art arda sağlanan yüzde 1.6, yüzde 1 ve yüzde 0.6’lık reel ücret artışlarının 2000’lerdeki eğilimi geriye çeviremediği de vurgulandı. 2009 yılında reel brüt ücretler 2000 yılındaki düzeyden yüzde 4.6 daha geriydi. Uzmanlar, Alman işçi sınıfının, özellikle SPD-Yeşiller iktidarından başlayarak hızla gerileyen reel ücretlerin altında ezildiğini, “maliyet üstünlüğü nedeniyle” ihracatçı sektörlerde bir patlama yaşandığını, servet sahiplerinin getirileriyle ve şirket gelirlerinin tavan yaptığını bildirdiler. Buna göre, özellikle 2005 sonrasında SPD ile ortaklık yapan Angela Merkel hükümetleri döneminde, çalışanlar üzerindeki ücret baskısı arttı. 2007’de patlak veren krizin sıkıştırmasıyla birlikte, işsizlik sarmalından kurtul-
mak için çok düşük ücretlerle çalışmayı kabullenen emekçi kitleler, büyük bir yoksullaşma sürecine girdiler. Bazı çevrelerde “proletarya yerini prekaryaya bıraktı” yorumları dikkat çekti. Bu arada, hızla örgütsüzleşen işçilerin, bu eğilimin bilinçsiz destekçileri olduğu, sendikalılar için toplu- sözleşmelerle sağlanan zamların genel eğilimi değiştiremediği de anlaşıldı. Sendikalar, toplusözleşmeler sonucu üyelelerinin reel gelirlerinde 2000 yılına göre yüzde 6.9 daha yüksek bir standart sağladılar, ama bunun genel çizgiye bir etkisi olmadı. Çünkü toplusözleşmeler sonucu ücretlendirilmeyen işçilerin gelirlerinde büyük bir düşüş yaşandı. Yni bazı kazanımlar, ülke düzeyindeki genel gerilemeyi durdurmaya yetmedi. Böckler Vakfı’nın toplusözleşmelerle ilgili bölümünü yöneten Reinhard Bispinck, “Toplusözleşme sistemi son on yılda ülkedeki ücret gelişiminin herzamankinden daha çok omurgasını oluşturdu. Toplusözleşme bağlarının zayıflaması ve şirketlerin bu sistemin dışına çıkacak yollar bulması nedeniyle, zamların etkisi düşük oldu” diye konuştu. yeni veriler, 2000-2012 döneminde, servet getirileriyle işletme gelirlerindeki artışın, emek gelirlerini çok geride bıraktığını, üst ve alt gelir grupları arasında makasın iyice açıldığını bir kez daha vurguladı. Söz konusu dönemde servet ve şirket gelirleri nominal olarak yüzde 50 büyürken, işgücü gelirlerinin nominal artışı yüzde 24’te kaldı. Reinhard Bispinck, krizden çıkmak için, iç talebi kışkırtmak ve kitlelerin alım gücünün artırılması dışında bir şans olmadığını da belirtti.
AvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 5
Avrupa halkları savaş karşıtlığını kendine saklamakta kararlı
Barış hareketinin kanı çekiliyor
Avrupa’daki büyük ekonomik krize ve yaşlı kıtanın kapısının önünde, yani Arap dünyasında bitmek bilmeyen silahlı çatışmalara rağmen, savaşa karşı çıkan barış yanlısı gösteriler çok sönük, katılım tüm umutları kıracak kadar düşük. Oysa kamuoyu yoklamaları halkın savaş istemediğini ve çok endişeli olduğunu gösteriyor. Tepkisizlik, egemen.
6 | 18 Şubat 2013 |
AvrupaGüN
FRANKFURT - Avrupa gündemine yerleşen savaş zihniyeti (“Savaş siyasetin bir parçasıdır”), barış hareketini kemirmeyi sürdürüyor. Son dönemde giderek derinleşen, hatta bazı AB üyelerinin devlet örgütlenmesini bile ölümle tehdit eden “Avro Krizi” ve Avrupa’nın kapısının önündeki savaşlar, demokrasinin beşiğinde işlerin tuhaf yürüdüğünü gösteriyor. Nitekim art arda yapılan değerlendirmeler kanlı denklemin yeni boyutlar kazanma yolunda olduğunu gösterdi. Özellikle silahlı çatışmalar Arap dünyasında hızla yayılırken, “sivil toplumun tepkisizliği”, barış hareketinin yolun sonuna gelip gelmediği sorusunun daha sık sorulmasına neden oldu. Son 10 yılda tüm çabalara ve en kitlesel protesto gösterilerine rağmen “hiçbir savaşın engellenememiş olması”, barış hareketinin kitleler nezdindeki itibarını adeta sıfırladı. Alman barış hareketinin önde gelen sözcülerine göre, bu başarısızlık, metropollerde yaşayan halkların, savaşa karşı bile olsalar, barış gösterilerine uzak durmasını kolaylaştırdı.
ABD’nin Irak’a müdahalesinden hemen önce, 15 Şubat 2003 tarihindeki etkinliklerde, kötümserlere göre 17 milyon iyimserlere göre de 30 milyon gösterici dünya çapındaki bu protesto eylemlerinde yer almıştı. “Uluslararası sivil toplumun büyük başarısı” olarak sunulan bu etkinlikler Guiness Rekorlar Kitabı’na da girmiş, benzer kitlesellikte bir protesto eylemine tarihin daha önce ve daha sonra tanık olmadığı ileri sürülmüştü. Özellikle Almanya’da, 1980’lerde yaşanan kitlesel barış hareketi, 1991’deki İkinci Körfez Savaşı sırasında da etkisini sürdürmüş, New York Times’ın o dönemde “tek süper güç” ABD’nin karşısına “ikinci bir süper güç” çıktığını ve bunun da barış hareketi olduğunu belirten yazıları kayıtlara girmişti.
Barışçıların çekingenliği Almanya, en büyük barış gösterisine bundan 10 yıl önce Berlin’de tanık oldu. Yarım milyonu aşkın insanın Irak’a Amerikan müdahalesine karşı çıkışı, Başbakan Gerhard Schröder’in Irak’a asker göndermeme kararını kolaylaştırdı. Ancak barış hareketinin geçen 10 yıl içinde tüm etkisini yitirdiği, artık barış hareketi sözcülerince de kabul ediliyor. Özellikle Fransa’da “sosyalist” Başbakan François Hollande’ın Mali’ye askeri müdahale kararının Yugoslavya’daki hikayenin bir biçimde yinelenmesi olduğu hatırlatılıyor. Almanya’daki barış hareketinin önemli bir kesimini oluşturan “Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal Silahlara Karşı Hukukçular” (IALANA) kısa bir süre önce, Yugoslavya’nın bombalanmasından bu yana gelişen olaylara ve en son Mali operasyonuna bakarak yaptığı bir değerlendirmede, SPD-Yeşiller koalisyonunun savaş yanlılarının baskısına daha kolay boyun eğebileceğine dikkat çekti. IALANA yöneticilerinden Reiner Braun, eylül ayı sonundaki genel seçimlerden “sol bir hükümet” çıkmasının barış için umut vermediği kuşkusunu dile getirdi. “Barış Önerisi Federal Komisyonu” Sözcüsü Peter Strutynski de “Almanya’daki barış hareketi daha hiçbir savaşı engelleyebilmiş değildir. Bu hareket hükümette değil, NATO’da değil, yani bu konuda karar verecek bir kurumsal araca sahip değil” görüşünü savundu. Her iki barış savaşçısı da, açıklamalarında, bu olumsuz tablodan gelecekte daha çok savaş çıkacağına dikkat çekti. Şu andaki genç kuşağın, 80’lerdeki eleştirel barış hareketinin karakterini bugünkü ortamda sokağa taşıması gerektiği, yoksa herkesi zor zamanların beklediği de vurgulandı. 2003’ten bu yana kitlesel barış gösterilerine
sahne olmayan Almanya’da rüzgarın farklı esmeye başladığı gözleniyor. Peter Strutynski, hafta içinde yayımlanan ayrıntılı bir incelemesinde Afganistan ve Libya’da NATO müdahalesinden sonra, Berlin’in de desteklediği Mali operasyonuyla birlikte tuhaf bir durumun ortaya çıktığını hatırlattı. Halkın, hükümetlerce izlenen savaşçı müdahalelere karşı olduğunu, ancak barış için kitlesel protestolara da katılmadığını belirten Strutynski, Alman silah ihracatına karşı düzenlenen etkinlikleri örnek verdi. Bu tür gösterilere çok az sayıda barışçının katıldığını, oysa bu savaş ve silah karşıtı eğilime halkın içten içe geniş destek verdiğinin de bilindiğini kaydeden Strutynski, kamuoyu araştırmalarının sonuçlarına dikkat çekti. Anketler halkın savaş macerasına uzak durduğunu gösteriyor.
Başarısızlık intikam alır Peter Strutynski ve birçok barışçının ortak görüşü, 10 yıl önce yaşanan tarihin en kitlesel barış gösterilerine rağmen savaşların engellenememesinin geniş katılımlı barış gösterilerini vurduğu yönünde. Halkta, “Ne yaparsak yapalım, yukarıdakiler zaten kendi bildiğini okuyor, engelleyemiyoruz” anlayışının giderek yerleştiğini belirten Strutynski, “Hükümet, ordu ve medya, savaşın tekrar siyasetin normal bir aracı olarak görülmesi için büyük çaba harcıyor” görüşünü savundu. Alman barışçılara göre, güncel görev, halkta potansiyel olarak hâlâ bulunan barış yanlılığının tekrar sahneye çıkmasını sağlamak. ■
AvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 7
Aşırı sağın cinayetlerini ve sessiz çoğunluğu susarak protesto edecekler
Münih’teki anlamlı gösteri 23 Şubat’ta
MÜNİH - Almanya’daki sessiz ve kayıtsız çoğunluğa karşı Münih’te sessiz bir protesto düzenleniyor. 23 Şubat’ta kentin GeschwisterScholl Meydanı’nda, saat 13’te yapılacak olan bu gösteride “susulacak”. Saygılı, dayanışmacı ve demokrasiden yana, ama Almanya’nın da sessiz çoğunluğu ve onun kayıtsızlığına karşı “Silentmob” başlığı altında açık havada düzenlenecek olan bu protesto eylemi, üzeri örtülmeye ve sonuçları tartışılmamaya çalışılan seri cinayetleri hedef alıyor. 2000-2007 arasında 8 Türk, bir Yunan ve bir de 8 | 18 Şubat 2013 |
AvrupaGüN
kadın polis memurunu öldürdükleri bildirilen neonazi NSU çetesinin korkunç şiddetinin medyada “insansızlaştırılan” bir dille haberleştirilmesine tepki gösteren protestocular, yayımladıkları bildiride, “Böylece kurbanların son saygınlığı da ellerinden alınıyor. Bizim, suskunluğa karşı suskunluk eylemimiz ise kurbanların yakınlarına destek vermekle yükümlü olduğunu ilan ediyor“ görüşünü dile getirdiler. Aşırı sağın cinayetlerine gereken dikkatle eğilinmediğinin altını çizen suskun protestocular, sadece densiz “Döner Cinayetleri” kavramı-
nın bile günlük yaşama ve beyinlere ırkçılığın nasıl sızdığına bir örnek kabul edilebileceğini belirttiler. Sosyal medya üzerinden örgütlenen gösteriye Almanya’da yaşayan ve bu sorunları önemseyen herkes davet edilirken, ilgilenenlerin "http://www.facebook.com/SchweigenGegenDasSchweigen" adresi üzerinden gereken bağlantıyı kurabileceği hatırlatıldı. Seri cinayetlerde yaşamını yitiren Enver Şimşek, Abdurrahim Özüdoğru, Süleyman Taş-
köprü, Habil Kılıç, Yunus Turgut, İsmail Yaşgar, eodoros Boulgarides, Mehmet Kubaşık, Halit Yozgat ve Michéle Kiesewetter ile Norveç’teki aşırı sağcı kitle katliamını topluma bir kez daha hatırlatmayı amaçlayan protestoda, katılımcılar beyaz ve kırmızı güller taşıyacak. Çağrıda “Susuyoruz, çünkü sağ terörün kurbanlarını düşünüyoruz. Eğer susmaktan vazgeçmezsek, bir sonraki kurban belki de biz oluruz” ifadeleri de dikkat çekti. ■
AvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 9
Almanya’da, emeğin tarihindeki yeriyle ünlü Essen kentindeyiz
“Katakomben-Theater” ve Türkiye renkli bir direnç BELKIS ÖNAL PİŞMİŞLER
Kazım Çalışgan ve arkadaşlarının Essen’de bundan 8 yıl önce ünlü Girardet Haus’un işliklerinde kurdukları Katakomben Theater, sokaklardan beslenip oralardan eklemlenmelerle yüreklere yürüyen bir hevesin izini sürüyor. 10 | 18 Şubat 2013 | AvrupaGüN
Adını antik yeraltı tapınaklarından, gizli siniklerinden alıyor “Katakomben-eater”, ama Kazım Çalışgan ve arkadaşları doğrudan gün ışığından sesleniyorlar. Biraz değil, basbayağı gözü kapalı bir kavga yaptıkları. Birazı tereddütlerle bezeli üşengeçliklere sesleniş, diğer yanı kategorik üleştirmeye direniş.
Hem de her yanı umut işi yaptıkları. Düpedüz bir cebelleşme. Önyargıların nesnesi bir toplumsal gücün, hegemonik tutum karşısında kendini boşluğa bırakmasına engel olmayı hedefleyen, onu öngören bir gayret. Söz konusu toplumsal güç, göçün buraya taşıdıkları, yani insanlar, “bizim oralılar”, önyargıların öznesi ve hatta tepeden tırnağa nesnesi. Öyle ki, artık en büyük parça olmaktan gayrı, hem günahkârı, hem bağışlayanı. Kazım Çalışgan ve arkadaşlarının Essen’de 8 yıl önce ünlü Girardet Haus’un işliklerinde kurdukları Katakomben-eater, hem sokaklardan beslenip hem de oralardan eklemlenmelerle yü-
ihtiyacımız yoktur” demekteler. Tiyatronun sanat yönetmeni Kazım Çalışgan, “Biz” diyor, “yapılması gerekeni zaten yapıyoruz.” Asya, Karadeniz gibi albümleri olan, saz, cura, tambur, cümbüş, darbuka, davul, bendir çalmayı bilen, sayısız konserlerle sahne almış 1963 Malatya doğumlu müzisyen, Türkiye’deki lise eğitiminin ardından, ailesinin bulunduğu Almanya’ya gelip Ruhr Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü’nü bitirir ve kültür sanat etkinliklerinin edinim süreçlerinde deneyim sahibi olur. Bu süreç, kendisi açısından kültürel etkinlik içerik ve bütçelerinin yabancılara yönelik veya yabancıların hedef kitlede büyük rol oynadığı
reklere, elbet gönüllere yürüyen bir hevesin izini sürüyor. Yalnızca bir imaj oluşturma değil tutumları. Asla. Aksine, destek olanaklarının, hizmet ve kültürel etki alanlarında karar alıcılarının, ödevleri liyakata göre üleştirme havasına, otoriteyi anımsatan gülümseme rollerine ve hatta ortayı bulma savsaklığına karşı “Bir rahat bırakın, bir bırakın” ya da tam tamına “Bizim bir vekalete
programlarda kararların hegemonik ve kategorik olarak katı bir tutumla yalnızca Almanlarca alındığını gözlemlediği bir dönem olmuş. Bu nedenle gündemdeki Kuzey Ren Vestfalya’daki “Zukunftsakademie”nin kuruluş ve biçimlenme aşamasında karar verici olarak, irade bildiriminde bulunma etkinlik ve sorumluluğunu taşımak için ciddi bir gayret, görüşme ve hatta tartışma yaşandığını dile getiriyor. ÇalışAvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 11
KAzIM ÇALIŞgAN
gan, Kuzey Ren Vestfalya düzeyinde tasarlanan geleceğe yönelik kültürel eğilimlerin toplumsal ve bireyler düzeyindeki varsayımlarının rol oynayacağı projeksiyonlarında, burada yaşayan yabancılar adına yalnızca Alman öncelikli karar mantalitesinin belirleyici olmasının yanlış ve sığ bir tutum olduğunu vurguluyor: “Bu konuda mutlak gereklilik bir kolektif anlayıştır, bundan ayrı olarak bir danışma kurulu gibi, eşitler arası bir ilişki eşliğinde yeniden düşünülmesi gerekir” derken, “Almanya’nın kendini rahatlatması için bu kontrolden vazgeçip yabancıları bu hayata ortak etmeleri gerekiyor” vurgusunu da esirgemiyor. Temel problem, Almanların yabancısız yabancılar politikasının yansıması. Kültür de tü12 | 18 Şubat 2013 | AvrupaGüN
ketilen bir güç. Gelecekteki on yıllarda gençlerin yarısı yabancı olacak ve bu kitlenin neyi nasıl tüketmesi gerektiği, bu anlamdaki yönlendirmenin tek yanlı, bencilce bir hevesle tasarlanması, kaçınılmaz olarak çokkültürlülüğün reddi anlamına gelir. Bu, özellikle kültür ve sanat alanında son derece sakıncalı ve bu alanın yaratıcı gücünün, ruhunun kabul etmeyeceği bir durumdur. İşte Katakomben-eater’in sanat yönetmeni Çalışgan, bu anlayışla bulundukları alanı dünya müzik merkezi yapmak istediklerini, Latin, Rus, Polonyalı, Portekiz, Kürt, Türk, Şarklı ve Afrikalı grupları destekleyen sunumlarından, iki dilli tiyatro gruplarından, çocuk-
lara tiyatro ve müzik programlarından söz ederken, kurum olarak iki dilli kültür dergisini de belirli aralıklarla yayınladıklarını da ekliyor. Ses ve sihir, flüt, Küba, Yunan, Portekiz, Nefes, Döngü, Doğu ve Batı’nın birbirinde “hiçleşmesi”, Sufi Jazz, Alman dilli Türk komedyenler, Liberyalı gitarist, Ruhr tiyatrocuları, salsa, resim sergileri, genç saz ve klarnet ustaları... Değil bir iki ve hatta üç, sayısız dilde insan ve yaratının güne, gün ışığına çıkışına tanık olmak isteyeceklere sürekli ve derinleşme arzusu taşıyan yeraltı işliğinin canlı ruhundan bir küçük ayrıntı... Bir ara vakit bulun, o ara bu sıralarda olsun mesela ve Andreas Heuser ile Kazım Çalışgan’ı bir Karadeniz türküsünde dinleyin deriz... Aslında Katakomben’in salsa ya da dans programlarından birine giderken Kurt Joos’tan Victor Jara’ya esrikli anımsamalar bile yapılabilir. Kurt Joos, İkinci Dünya Savaşı bittikten
sonra Nazilerin mahvetttiği Essen’in kültürel ve sanatsal yaşamını yeniden kurmak için dönen bir sanatçı. Alman bale sanatının zirve isimlerinden olduğu kadar Folkwang Tiyatrosu’nun da kurucusu. İşte tam bu sırada Joan Jara girebilir devreye. Gepegenç dans meraklısı bir kızken eğitim alıp Kurt Joos’un onayıyla Ballett Joos’a katılıyor ve Essen’de sahneye çıkıyor Joan. Sonra bu bale topluluğunun yolundan hareketle pek çok neden içinden onu Şili’de buluyoruz. Ardından Şili’nin şarkılarını ve And Dağlarının böğürtlenli ekmekleri gibi bütün ezgileri dünyaya yayan Viktor Jara’nın bitmeyen şarkısını, eşi olarak ve Türkçeye de “Yarım Kalan Şarkı” başlığıyla giren kitabında okuyabiliriz. Yeniden belki de, bir şeyi hatırlayıp “Neler geçmiş bu sokaklardan ve günlerden?” deyip, tiyatronun, sesin tükenmeyen sonsuzluğuna dönebiliriz… ■ AvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 13
Dietrich Kittner, emekten yana bir hiciv için sahnedeydi
Dördüncü piramidin vedası TEVFİK TAŞ
Her ülkenin, Her toplumun, Hatta Her kentin bir “dördüncü piramidi” olur. aziz nesin türkiye’nin dördüncü piramididir. tıpkı dietricH kittner’in Hannover’in, Hatta temsil ettiği aydın duruşuyla tüm almanya’nın dördüncü piramidi olması gibi...
HANNOVER - 1952’de Mısır’ın ilerici subayları Kral Faruk’un krallığına son verdikten sonra Mısır Devlet Radyosu’nda halkın severek dinlediği bir güzel ses de artık duyulmaz olmuştu. Eski düzenin radyosunda şarkılar söyleyen Ümmü Gülsüm’e yeni rejim artık müsaade etmiyordu. Bu durumu geç de olsa öğrenen Nasır, enformasyon bakanını yanına çağırtarak sordu: “Niçin Ümmü Gülsüm’ün sesi radyoda duyulmuyor?” Yanıt, Ümmü Gülsüm’ün eski rejimin adamı olduğu iddiasıydı. Nasır şu yanıtı verdi: “Ümmü Gülsüm, Mısır’ın dördüncü piramididir, yasaklanamaz!” Her ülkenin, her toplumun, hatta her kentin bir dördüncü piramidi vardır. Aziz Nesin Türkiye’nin dördüncü piramididir. Tıpkı Dietrich Kittner’in Hannover’in, hatta temsil ettiği aydın duruşuyla tüm Almanya’nın dördüncü piramidi olması gibi... Dietrich Kittner, 15 Şubat 2013’de hayata gözlerini yumdu. Aziz Nesin’den 20 yıl sonra dünyaya gelmişti. 18 yıl sonra da gözlerini kapattı... Tıpkı, Aziz Ağabey gibi, hicviyle savaştı. Hep tek başına savaştı. Güldürerek savaştı. Aydınlanmayı, eşitliği ve özgürlüğü kendine cetvel belledi. Her bir şeyi bu cetvele göre ölçüp biçti. Hakaretlere uğradı, itildi kakıldı; tıpkı Aziz Nesin gibi. Dietrich Kittner, görece kısa sayılamayacak ömrünü uzun uzun yaşadı. 1960’da Bielefeld’de hukuk öğrencisiyken başladığı kabare sanatçılı14 | 18 Şubat 2013 | avrupaGüN
ğını ömrünün sonuna dek sürdürdü. Ama eğlendirici olarak değil, öğretici olarak. O da Aziz Nesin gibi yürekliliğini “Biz ödlek aydınlar!” diyerek icra edegeldi. 1978’de Günter Wallraff onun için şu sözleri etmekten kendini alamadı: “O yalnız bir partizandır. En korkulan alanlara girmekten geri kalmadı.” İlk eylemini, 1965’de Hannover’de dönemin en antidemokratik yasası olan “Olağanüstü Durum Yasası”nı karşı Café am Kröpke’de NS gaz maskeleriyle yaptı. 1968’de “Club Voltaire”i kurdu. 1971’de üyesi olduğu SPD’den atıldı. 1973’de televizyon yasağına takıldı. Devlet me muru olmadığı için, meşhur meslek yasağından “yırttı”. 1975’de eater an Bult’u (TAB), ardından da 2006’ya kadar neredeyse içinde günübirlik kabare yaptığı eater am Küchengarten’i (TAK) yarattı. Yılda ortalama 200 civarında tek kişilik kabare yaptı. Keskin bir eleştirel zeka, üretken bir kişilikti. Yaygın ve egemen medyanın hoşuna gitmeyecek Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) turneleri de düzenledi. Ve hep görmezlikten gelindi... Tutarlı bir ırkçılık karşıtıydı. “Çalışan yabancıya karşı değilim, tembele karşıyım” tarzındaki yaygın ama gizli ırkçılığı hem deşifre etti, hem de ısrarlı bir şekilde taşladı. Nazi mağdurlarıyla dayanışan derneğine (DFG-VK) üye oldu ve aktif destek verdi. “Tucholsky Topluluğu”na ve “Erich Mühsam Topluluğu”na da
FOTO: WIKIPEDIA / MANFRED WERNER-TSUI
üyeydi. Hannover kökenli iki haftalık siyaset ve kültür dergisi “Ossietzky”nin hem kurucusu hem de yazarıydı. DKP’nin haftalık yayın organı olan UZ için de yazarlık yaptı. 12 kitabı, 8 ödülü, 10 DVD’si, 22 CD’si vardı. Bir de sözünü asla esirgemediği keskin bir dili ve içi insan sevgisiyle dolu kocaman bir yüreği.Tıpkı Türkiye’nin Aziz Ağabeyi gibi... Muhalif aydına yaklaşımda Almanya ve Türkiye’de devletlerin galiba bir tek farkı var: Almanya’da önce görmezden geliniyor, sonra ceza kesiliyor. Türkiye’de ise önce ceza kesiliyor,
sonra görmezlikten gelinmeye çalışılıyor. Kittner’in ölüm haberine egemen medyanın gösterdiği teveccühü de hesaba katarsak, bu görmezlikten gelme kampanyası devlet-millet kucaklaşmasını fevkalade tamamlamış gibidir. Silahı hiciv olan bu adamın bir de masalcılığı vardı. Okuyalım: “Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kendi elleri ve emeğiyle zengin olan bir yurttaş varmış... Evet, yarın size bir başka masal daha anlatacağım!” Hannover’in ve Alman sol aydın geleneğinin bu değerli evladı önünde saygıyla eğilerek... ■
avrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 15
Avrupa’da Türkçe, medya ve çöküşün sorumlusu kim? ÖZDEN ÇİÇEK
HANNOVER - Konu “okumak” olunca söyleyecek ve tartışacak pek çok kavram yan yana geliyor. Bir de buna Avrupa’da yaşayan Türkçeli insan topluluğunun okuma eylemindeki tutumu eklenince, oldukça karmaşık bir hal alıyor. Osman Çutsay, Avrupa GÜN’de önceki hafta (Sayı: 15) yayımlanan “'Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı' oysa...” başlıklı yazısında, okuma alışkanlığı, basının sorumluluğu ve “aydınlanma hareketi“ gibi kavramlar vasıtasıyla değerlendirmelerde bulunmuş. Almanya’da yaşayan Türkçeli insan topluluğundan bahsederken ister istemez, Türkiyelilerin okuma alışkanlıkları bağlamında istatistiki verilere bakmamız gerekiyor. Bu konuda en son söyleyeceğimizi 16 | 18 Şubat 2013 | AvrupaGüN
baştan söylemek gerekirse, o-ku-mu-yoruz! Neden mi? Yılda okunan kitap sayısından, kitaba harcadığımız para ve de ihtiyaçlar hiyerarşisinde kitap –neredeyse- hayatımıza dokunmasa da yaşamı sürdürebileceğimiz düşüncesinden dolayı. Okuma alışkanlığımıza dair görüşlere geçmeden önce yazıda “aydınlanma hareketi” olarak görülen üniversiteli öğrencilerden başlamak gerekiyor. Basit bir soru soralım, her üniversite okuyan aydın mıdır? Eğer öyle olmuş olsaydı, üniversite okuyanlar sayesinde, değil Avrupa, dünyayı bir “aydın” kütlesi sarar sarmalardı. Ancak yaşadığımız yüzyıl bize bu işin bu kadar da kolay olmadığını gösteriyor; aksine, üniver-
sunda “aşağılık kompleksi” duyanların, bu “kitap cenneti” ülkede koşulları ne denli değerlendirdikleri de tartışma konusudur. Üstelik pek çok kütüphanede kıyamet kadar Türkçe kitaba rastlıyorken, okumama ya da okuyamama gerekçesi neredeyse ortadan kalkıyor. Bu konuda Almanya’da yapılan bir araştırma, Türkiyelilerin üçte birinden daha azının çocuklarına hikaye kitapları okuduğunu ortaya çıkardı. Biliyoruz ki, Türkçe yayın yapan televizyon kanalları Avrupalı Türkiyelileri/Türkçelileri fazlasıyla meşgul ediyor. Türkiye’de bu konuda yapılan araştırmalarda günde ortalama en az beş saat televizyon izleniyor. Türkiye birçok konuda Avrupa’da yaşayan Türkiyelilere kaynaklık ediyorsa ve de izdüşümüyse, verilen oranın yaklaşık olarak aynı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak her olumsuzluk içinden ille de bir olumluluk bulup çıkarmak gerekiyorsa, Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin, bu sayedeTürkçeyi “geliştirebildiklerini” söyleyebiliriz. Diğer bir başka değerlendirme de (“... çıkarları için Almanya’da sosyal demokratlara, yeşillere, hatta sosyalistlere yakın duran sıradan Türk, kendi dilinde ve ülkesinde sağa, hatta aşırı sağa yapışıp kalıyordu”), basının sorumluluğunda gelişen bir durum olarak ele alınıyor. Oysa Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler için Türkiye bir eksen ise, Türkiye’nin oluşturduğu siyasal iklim ve kültür de birer yansımadır. Burada da tek başına basının tutumu belirleyici değildir. Türkiye’nin son on yılda muhafazakârlaştığı gözle görülür bir tespit madem, o zaman, çıkar ve faydacılığın oluşturduğu siyasi toplumsal kültür, Avrupa’da yaşayan Türkiyelileri de yörüngesi altına çoktan almıştır. Son söz olarak “aydın çıkışı” yaratabilmek tek başına basının/medyanın görevi değildir. Aksine aydınlanma ya da “aydın çıkışı”, özgür ve sorgulayıcı eğitim sayesinde, özgür bireylerin oluşturduğu ve yüzünü toplumsal gerçekliğe dönmüş bir toplum tasarısıdır. ■
FOTO: WIKIMEDIA COMMONS / 4028MDK09
site eğitimi meslek edinmek için oluşturulmuş teknik bilgiler yığınıdır! Üstelik her üniversite okuyan kişiye “aydın” ya da “aydın adayı” tahlili günümüz açısından geçerliliğini yitiren bir görüştür. Aydın tahlilinde bu denli basite indirgenmiş bir tarife ne Jean-Paul Sartre’de ne de Antonio Gramsci’de rastlıyoruz. Aksine, aydın, üniversite eğitimini de aşan bilgiye sahip olması gerektiği gibi, toplumsal gerçeklikle yaşamını idame eden kişidir. Diğer yandan belki de aydın olmanın en önemli kriteri, toplumun somut koşulları içersinde tavır alabilen ve tanık olandır. Tarih bilgimizden hatırlayacak olursak, toplumsal koşul tanıklığının ötesinde, sanığı olan birçok aydının var olduğunu biliyoruz. Osman Çutsay’ın sözünü ettiği üniversite öğrenci nüfusu, geldiğimiz ülke Türkiye’de azımsanmayacak oranda yer tutar. Tarif edildiği gibi, Türkiye’de bu anlamda bir aydınlanma hareketi çoktan gerçekleşmiş olmalıydı, ama olmadı. Gelinen aşamada Türkiye’nin görece muhafazakarlaşma sürecinde üniversitelilerin önemli bir kesimi muhafazakarlığın temsilcileri oldukları gibi “direnişçileri” haline gelmişlerdir. Yazıda vurgulanmaya çalışılan bir başka konu da, Türkçe yayın yapan basının tutumu. Gerek Türkiye’de gerekse Almanya’da yayın hayatını sürdüren Türkçe basın, toplumun aydınlatılması konusunda gerçek manada görev ve de ödeve sahip olmadı. Neden mi? 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasının öncesi ve özellikle sonrasında basının takındığı tavır “iktidar ve medya” bağlamında oldukça öğreticidir. Son dönemlerin moda deyimiyle “ana akım medya” bu konuda bırakın aydınlatma görevini, objektif haber ve değerlendirme yapmaktan bile epeyce uzaktır. Bu nedenle basından, yani medyadan beklenti yüksek tutulmuşa benziyor. Avrupa’da yaşayan Türkçeli insan topluluğunun her geçen gün nüfusu artarken, buna karşın gazete, dergi ve kitap okuma ihtiyacı açısından ciddi bir düşüşten bahsediliyor. Hatta yazıda “...Avrupa’daki Türk medyasının Türkiye’dekinden çok daha ucuz, niteliksiz bir kopya kağıdına dönüşmesi zaman içinde sonuçlarını verdi” değerlendirmesiyle, okuma oranındaki düşüklüğün yegane sebebi gene Türkçe yayın yapan basın gösteriliyor. Burada da anlatılmaya çalışıldığı gibi basından gereğinden fazla medet umma yaklaşımı var. Oysa okuma eylemi, bir süreçtir, alışkanlıktır, kültürdür ve toplumsal bir olgudur. Verilen bilgilere göre Almanya’da 10 bin 530 civarında kütüphane var. Bir de buna Almanya’nın caddelerini mesken tutmuş küçük sokak kitaplıkları (“öffentlicher Bücherschrank”) da eklenince okumakla yoksulluk arasındaki ilişki zayıflıyor. Türkçe konuşma konu-
AvrupaGüN
| 18 Şubat 2013 | 17
18 | 18 Şubat 2013 | AvrupaGüN