HAFTALIK AVRUPA HABER DERGİSİ 4 MART 2013 | SAYI: 19
M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyle
YILMAZ GÜNEY AVRUPA’DA
Stéphane Hessel
Öfkeli dünya yurttaşı Hessel’in ardından
Ercan Ağırbaş
Avrupa şehirciliğinde cami tedirginliği
Avrupa Türk Gazeteciler Birligi
Avrupa’daki Türk medyası zorda
İÇİNDEKİLER 3 Öfkeli dünya yurttaşı Stéphane Hessel veda etti Hep mutlu ve sosyalistti UĞUR HÜKÜM 9 M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyle Yılmaz Güney ve Avrupa karşılaşması Güney yurtdışında Ekim 1981’den vefat ettiği Eylül 1984’e kadar neresinden bakarsak bakalım üç yıldan daha az bir süre yaşadı. 1984’te vefatından üç-dört ay kadar önce, haziran 1984’ten itibaren diyebilirim, neredeyse her türlü faaliyetini de durdurduğunu göz önüne alırsak, bu kadar kısa zamanda yine de çok şey yaptı demek gerekiyor.
18 Ercan Ağırbaş’a göre, mimari, günlük yaşamın en önemli parçası Avrupa şehirciliğindeki cami tedirginliği OSMAN ÇUTSAY 22 Aşırı sağın cinayetlerine ve toplumun suskunluğuna protesto Münih’te sessiz bir gösteri 23 Avrupa’daki Türkçe medya çok ağır sorunlarla boğuşuyor Zor zamanda gazetecilik 24 Angela Merkel karşıtı kitap gündemdeki yerini koruyor “Vaftiz Annesi”: Mafya tipi politika? Gertrud Höhler’e göre, Başbakan Angela Merkel kamuoyunda kendisini partiler üstüymüş gibi göstermeyi seviyor. SPD ve Yeşiller Partisi seçmenlerinin de sempatisini kazanan Merkel, bu iki partiye ait çeşitli politikaları da kendince dönüştürebiliyor. Merkel’in amacı, Yeşiller ve SPD’nin politik silahlarını ellerinden almak.
İLHAN AYER
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
Öfkeli dünya yurttaşı Stéphane Hessel veda etti
Hep mutlu ve sosyalistti UĞUR HÜKÜM
“Direnmek, tam deyişiyle bir anlamda Tarih, insan topluluklarının kendini sürekli yeniden yaratması demektir... İnsanoğlu Tarih’in akışını değiştirmeye kadirdir. Tarih sorumlu yurttaşların eseridir...”
Bu sözler 26 Şubat’ı 27 Şubat’a bağlayan gece uykusunda insanlık görevini yapmanın huzuruyla dünyaya veda eden 95 yaşındaki bir bilge adamın sözleridir. 2011 Nobel Barış ödülüne aday gösterilen, “ebedi genç yürekli” bu dünya yurttaşı Stéphane Hessel’in (1) 2008’de yayınlanan anı-söyleşi kitabından aktarılmıştır. Hessel’in adaylığını destekleyen Collegium International (2) üyesi dört ünlü kişilik, Edgar Morin (Fransız filozof sosyolog), Michel Rocard (Fransa eski başbakanlarından / 1988-1991), Peter Sloterdijk (Alman filozof yazar) ve Richard von Weizsäcker (Almanya eski cumhurbaşkanlarından / 1984-1994) Alfred Nobel’in barış AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 3
ödülü tanımından esinlenerek adayları Hessel’i şöyle değerlendiriyorlar: “Stéphane Hessel yıllardır bilfiil insanlık uğruna mücadelesi ve cesaretiyle tartışmasız barış savaşı verenlerin en ön saflarındadır. Bu insanlar halkların yakınlaşmasına, düzenli orduların tümüyle veya kısmen ortadan kaldırılmasına, barış yolunda ilerleme ve toparlanma sağlanmasına sürekli katkıda bulunuyorlar... Hessel’in yaşamı işte böylesi bir savaşımın canlı tanıklığıdır. Üstüne üstlük sözleri, satırları bugün bir vicdanlar ayaklanmasının, şaşırtıcı bir genç dünyanın sesi oldu. Mesajı evrensel bir etki yarattı. Özgürlük ve kurtuluş bayrakları açan halkların metaformozlarını değişimlerin başarıyla tamamlayabilmeleri için aydınlatıcı sözlere ihtiyaçları var...” (3) Hessel ile Paris’teki evinde yaptığım uzun bir sohbette son zamanlarda hakkında yazılıp çizilenleri, söylenenleri hatırlatınca utangaç bir rahatsızlık içinde özetle şunları söyledi: “Mübalâğa ediyorlar. Ben çok talihli bir hayat yaşadım. Aldığım çok yönlü ve kültürlü terbiye ve eğitimden,edindiğim uluslararası tecrübelerden, insani ve cumhuriyetçi mücadeleden çıkartabildiğim derslerden başkalarının da yararlanmasını istiyorum. Evrensel değerler hiç kimsenin, hiçbir uygarlığın tekelinde değildir. Yerküre artık hepimizin yurdu, bilgi ve görgü hepimizin malıdır. En katı milliyetçilikleri, en kesin sınırları tanımış bir insanım. Artık ne mutlu ki, insanlık sınırların göreliği ve yapaylığının farkında. Ne var ki, dünyaya egemen iktidarlar bunu teslim etmekten henüz uzak. Tek bir dünya, sınır tanımayan bir yurttaşlığın yolu hâlâ uzun ve çileli, ama kesinlikle bir rüya değil...” (4)
4 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
“Indignez-Vous!/Öfkelenin!” ya da “İnsanlık Onuru için Manifesto” En yalın sıfatıyla “olağandışı” bu insan, cilt cilt romanlara sığmayacak yaşamının özünü, özlediği küresel bir topluma yönelik çağrısını, sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük çığlığını, ille de bir ad koymak gerekirse “İnsanlık Onuru için Manifesto” diyebileceğimiz davetini 15 sayfalık bir metinde toplamış. Bu kitapçık Fransızca özgün baskısında girişi, tanıtımı, notlarıyla toplam 30 sayfa bile tutmuyor. Ancak bu küçük kitap, bu bir cins risale, duygu tsunamisi misali dünya kitapçılarının vitrinleri, tezgâhlarından taştı; yürekleri, akılları bastı. 1944’te Ulusal Direniş Kurulu Programı, 1948’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni kaleme alanlar arasında olan Stéphane Hessel şimdilerde ne bir siyasi program öneriyor, ne de gökten vahiy yoluyla inen vecizeler aktarıyor. Yazdıkları benzersiz zenginliklere sahip şu yeryüzüne, bilgi ve iletişim çağı 21’inci yüzyıla yaraşır adil ve çevreci bir düzen için sivil, barışçıl başkaldırıya çağrı. 19’uncu yüzyılın devrimci Paris barikatlarının çulsuz çocuğu “Gavroche” (5) 150 yıl sonra, her daim takım elbiseli, kravatlı bilge dede “Hessel”in kılığına bürünüp bu kez “Sermayenin Diktatörlüğüne Hayır!” diyor. Stéphane Hessel ne Fransız ulusal marşı “La Marseillaise”de olduğu gibi “Yurttaşlar silahlara sarılın!” diye ajit-prop çekiyor, ne de uslu kılıflı, usta bir söylemli “Bilinçli yurttaşlar olun, dört yılda bir oy pusulanızı yerinde kullanın!” aklıyla yetiniyor. Sakin sakin “Yetti artık! Olup bitenlere duyarsız kalmayın, liberal masallara kanmayın! Sizlere dayatılan bir dünya bakışından
tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek, insana has en basit tepkileri verin! ÖFKELENİN!” diye sesleniyor. Başkaldırının en doğal ilk aşamasını anlatmak için kitaba başlık seçilen Fransızca fiil, “Indigner”nin Türkçe tam karşılığı yok. İlginç olan, Almanca ve İngilizcede de eş anlamlı bir sözcük bulunamamış olması. Latince kökte yatan “Dignitas/Asiller Sınıfı”ndan her ne kadar günümüz Fransızcasında “Dignité/İnsanlık Onuru” kavramına evrilip, farklıca bir anlam kazanmış olsa da, sonuçta sadece belli bir “asalet”e tercüman olabiliyor. Fakat kavrama “In-“ öneki katılıp da “Indigner” mastarıyla olumsuzlaşınca, “Kızdırmak, öfkelendirmek, tiksindirmek” ve de mecazi olarak “İnsanlık onuruna dokundurmak” diye bir fiil ortaya çıkıyor. “Indignez-Vous” ifadesiyle çift zamanlı dönüşen fiilin ikinci emir “siz” çoğulu olup, iki bitişik kelimede “İnsanlık onurunuza, haysiyetinize yapılan büyük haksızlık veya hakarete karşı tepki, infial duyun, öfkelenin” içerikli bir anlam kazanıyor. Doğrudan Latinceden kaynaklanan İspanyolca ve İtalyanca dilleri “Indigner” fiiliyle birinci elden mesajı yakalarken, Almancacılar “Empört Euch! / KızınDarılın!”, İngilizceciler “Time for Outrage!/ Zorbalık veya (Çok) Öfkelenme Zamanı!” gibi başlıkları yeğlemişler. Feleğin binbir çemberinden geçmiş Gavroche Dede, Fransızları öyle duyarlı noktalarından vurmuştu ki, yarım satte okunabilen risale boyutunda bu metin piyasaya çıktığı 21 Ekim 2010’dan 28 Şubat 2011’e kadar 2 milyon adetten fazla satacaktı. İnsanları, iktisadi ve toplumsal haksızlıkları haklı göstermeye çalışan tüm zihniyet, kural, yasalara karşı itaatsizliğe kışkırtan bu bilyeli el bombası 35 dile çevrildi.
STÉPHANE
HESSEL Henri-Pierre Roché’nin romanı ve François Truffaut’nun aynı ismi taşıyan başeseri “Jules ve Jim”inden Jules ve filmin kadın kahramanı Catherine’nin gerçek oğulları olan Stéphane Hessel 1917’de Berlin’de doğdu. Yarı YahudiProtestan Alman babası Franz Hessel yazar-çevirmen, zengin Protestan Alman bir aileden gelen annesi Helen Grund ise ressam ve yazardı. Aile 1924’te Paris’e yerleşmişti. 1935’te Fransız vatandaşlığına geçen genç Stéphane yüksek tahsili sırasında başlayan savaşta esir düşmüş, 1940’ta hapisten kaçmış ve Londra’da General De Gaulle’ün yanında direnişe katılmıştı. Ömürboyu sosyalist kimliğini gizlemeyen Hessel, General kadar komünistlerle de yakınlığını sürdürmüş, iki kez Nazilere yakalanmasına rağmen, her seferinde kaçmayı başarmıştı. Savaş sonrasında BM İnsan Hakları Bildirgesi’ni hazırlayan komisyonun 12 üyesinden biriydi. Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendini duygusal olarak komünistlerin başını çektiği Sol Cephe adayı Jean-Luc Mélenchon’a yakın hissettiğini, ancak gerçekçi olma adına oyunu François Hollande’a verdiğini söylemişti. Büyükelçilik dahil 40 yıllık diplomat hayatının yanı sıra, ölümüne kadar yorulmaksızın Filistin, kâğıtsız göçmenler gibi belli başlı uluslararası veya ulusal davaların takipçisi olan Hessel’in yayınlanmış 14 kitabı vardır.
AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 5
Dünyada 5 milyondan fazla satan kitap 2011’de piyasaya sürüldüğü 21 Şubat haftasında Almanya’da 75 bin satarken, 55 binlik İspanyolca ilk baskı bir haftada tükendi. Artı Baskça ve Galiçya, Kastilya ve Katalunya dillerinde de ayrı baskılar yapıldı. Arapçası ve İbranicesi aynı anda çıktı. İsveç’ten Avustralya’ya uzanan heyecan dalgaları yaratan Gavroche Dede’nin sırrı neydi?
“Talihli Bir Hayat” “Çok talihli ve mutlu bir insanım. Ömrümde Nazi işkenceleri dahil, epeyce acı çekip tehlike atlattım. 5 kez ölümden döndüm. Gördüm, geçirdim. Dünyanın dört bir bucağını dolaştım. Torunlarımın bile 5 çocuğu var. Şu anda yaşım için mükemmel bir 94. yıl sürüyorum. Ben şanslı olmayayım da kim olsun?” Kendini, en zorlu dönem ve anlar dahil içinde bulunduğu ortamların daima en talihlisi, hayattan en iyi yararlananı olarak görmüş. Aslında kısa bir süre de olsa onunla birlikte olabilmek bir şans, zira kişiliği biraz yakından tanıdığınız, izlediğiniz takdirde ortaya gerçekten olağanüstü bir insan çıkıyor. Umut pilleriniz tazeleniyor! Öncelikle sıcacık ve insancıl gülümsemesinin, yaşlılığın zenginleştirdiği kıvrımlarla dalga dalga kabarmasını sağladığı aydınlık yüzüyle karşılaşıyorsunuz. Sonra devamlı ürettiği pozitif enerjiyi bir dinamo disipliniyle hem etrafını ilerletmeye, hem de yeniden enerjiye çeviren bir iyimserlik aracı varlıkla aynı havayı teneffüs ettiğinizden ötürü içinizi bir mutluluk duygusu kaplıyor. Pilot, diplomat, arabulucu, danışman, eğitimci ve filozof Hessel. Dillere destan efendiliği, alçakgönüllüğü ve kibarlığının diplomatlık özrü olduğunu sananlar çok yanılır. Çünkü hazırcevaplığı ve mizahı kadar özel durumlarda 6 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
üç dilden ezbere okuyabildiği yüzlerce şiirle; fakat hepsinden önemlisi yeri geldiğinde acımasız bir gerçekçilik ve sıkı eleştirel bir yaklaşımla demir yumruk gibi kullandığı sözleri, savları, siyasi argümanlarıyla hasımlarını nakavt edebilecek, yandaşlarını coşturacak bir güce, karizmaya sahip. Aydın yapılanmasına yön verenleri, düşünce ve davranışlarını geniş çapta etkileyenleri, kişisel sentezini, “Felsefede Jean-Paul Sartre, siyasette Pierre Mendès France, cesarette general Charles de Gaulle tarafından eğitildim. Çoğu zaman Michel Rocard’ın (6) çizgisine duyarlı kaldım. Ama günümüzün sorunlarına en iyi cevabı verenin filozof-sosyolog Edgar Morin olduğuna inanıyorum” cümleleriyle anlatıyor. Hararetle herkesin Morin’in “La Voie/Yol” başlıklı son kitabını okumasını tavsiye ediyor. Bu insanlarla yakinen yaşamış, çalışmış olmasını bir başka talihlilik öğesi görüyor.
Doğru Zaman, Doğru Yer Hessel’e sorarsanız kitabın başarısında teknik ve tarihi nedenler var. Teknik, diyor. Çünkü 29 sayfalık, kolay dağıtılabilir boyutlarda ve çok ucuz bir kitapçık. Ve de son derece provokatif bir başlığı var. Hessel kitabın, yayıncısına (7) çok şey borçlu olduğuna inanıyor. Tarihi, diyor. Zira, “Bu kitapçık 5 yıl önce veya hatta 5 ay sonra çıksaydı kesinlikle bu kadar gürültü koparmazdı. Özellikle gelişkin toplumlar öyle bir devre girdiler ki, her şey sorgulanıyor. Öyle eskisi gibi kesin, sağlam, güvenilir öngörüler ve vizyonlar yok. Ortalıkta ne ideal bir Sovyetler Birliği, siyasi birlik düşlü bir Avrupa Birliği tasarısı kalmadı. Belki şimdilik sadece Çinliler kendilerine güveniyorlar. Berlin
Duvarı’nın yıkılışından sonra bazıları Bay Francis Fukuyama’ya kandılar. Tarih bitti, tek tipte bir dünya olacak sandılar. Yanıldılar” şeklinde konuşuyor 2001’den sonra ortaya çıkan terörizm dalgalarının bütün dünyayı şaşkına çevirdiğine dikkat çekiyor. Öylesine büyük umutlarla seçilen Barack Obama’nın dahi çaresiz kaldığını vurguluyor. Bilge Hessel’in, gerçekten de Fransa gibi bir ülkenin, Fransız toplumunun Nicolas Sarkozy gibi bir adamı cumhurbaşkanı seçmesi, sosyal ve politik açmazın derinliğini göstermesi açısından çok düşündürücü olduğu tespitine katılmamak mümkün mü? “Derinden derinden isyan kaynıyor, dalgaları kabarıyordu” diyor Hessel. “Megalomanyak olsam, Arap halkları kitabımdan esinlenip isyan ettiler derdim” deyip tatlı tatlı gülüyor ve ekliyor: “Bütün dünyada insanlar sosyal adalet, özgürlük, saygıya susadılar; haksızlığa, eşitsizliğe başkaldırıyorlar.” Tunuslular sokaklara döküldüğünde kitap çıkalı neredeyse 3 ay olmuştu, ama sadece Fransa’da biliniyordu. Bu el kitapçığı küresel bir kırılmanın yaşandığı, koflukların bilincine varılınan, şiddet ve baskılara karşı isyanın somutlandığı tarihi bir döneme denk geliyor. Bir başka ifadeyle “Öfkelenin!” doğru zaman ve doğru yerde yayınlanıyordu. Ve Gavroche Dede bu kitabın tüm gelirini uluslararası ölçeklerde mücadele veren Sivil Toplum Kuruluşlarına bırakıyordu. Örneğin 100 bin avro Filistin davasına bakmakta olan Russel Mahkemesi’ne. (8)
“Engagez-Vous!/Mücadeleye Katılın!” Stéphane Hessel düşünsel planda birey haklarından hiç taviz vermeden cumhuriyetçi değerlerin evrenselliğini savunurken, eylem planında kolektif ve insancıl bir enternasyonalist örgütçü olarak hareket edilmesi gerektiğine inanıyor. “Ya hep birlikte, ya da hep birlikte çıkacağız bu açmazdan. Bir koşulla!” “Öfkelenin”den 4 ay sonra, ilk çağrısının mantıki uzantısı, “Engagez-Vous! / Mücadeleye Katılın, Sarılın!” (9) başlıklı yeni bir kitap yayınladı. Hessel 92 sayfalık bu söyleşi kitabında insanları, toplumları bir davaya sahip çıkmaya, somut hedefler etrafında mücadeleye davet ediyor: “Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geçmektir.” İnsanları mahalle derneklerinden Attac, Amnesty International gibi uluslararası sivil toplum kuruluşlarına, sendikalardan siyasi partilere örgütlenmeye çağırıyor. Gavroche Dede tarihin hiçbir döneminde paranın, ser-
maye sahiplerinin bu denli egemen iktidar olmadıklarını söylüyor. İnsanlar, toplumlar arasındaki farklılıkların hiçbir devirde böylesine derin uçurumlara dönüşmediğini ve üstüne basa basa, “Çağımızın en baş düşmanının malileştirilmiş ekonomiler, yalnızca kâr ve verimlilik hırsıyla hareket eden sermayeler olduğunu” haykırıyor. Sohbetimizde sordum: “Geçtiğimiz 7 Şubat’ta Arap halklarıyla dayanışmaya dönüşen ‘Yaratmak Direnmek, Direnmek Yaratmaktır’ gecesinde yaptığınız konuşmada sahnede 94 yaşında ne kelime, 24 yaşında genç bir adam vardı. Sürekli hareket halinde, neşeli ve umutlusunuz... Nedir bunun sırrı?” İşte Stéphane Hessel’in cevabı: “Ben hayatım boyu sosyalist oldum. Öyle öleceğim. Ama öncelikle mutlu bir insanım. Bu mutluluğumu kadınlara, başta da anneme borçluyum. Annem, daima her koşulda mutlu olmayı bileceksin, mutluluk bulaşıcıdır, sen mutlu olursan etrafındakiler de mutlu olur, bu da yine senin mutluluğunu arttırır, derdi. Hep annemin sözünü tuttum.” ■
NOTLAR: (1) Stéphane Hessel - “Citoyen Sans Frontières – Conversations avec Jean-Michel Helvig” – Eds. Fayard, Paris - 2008 (2) http://www.collegium-international.org (3) 6 Nisan 2011 tarihli gündelik Le Monde gazetesi, Débats – “Le prix Nobel pour Stéphane Hessel”, s. 22. (4) 4 Nisan 2011’de Paris’teki evinde yaptığımız görüşme. (5) Victor Hugo’nun büyük klasiği “Sefiller”in çocuk kahramanı. (6) Pierre Mendès France (1907-1982) ve Michel Rocard (1930) ikisi de başbakanlık yapmış ılımlı sosyalist liderler. (7) “Editions Indigène” yayınları 68 ruhlu iki sıkı solcu bir çiftin Fransa güneyindeki Montpellier kentinde kurduğu minicik bir yayınevi. (8) Stéphane Hessel – “Engagez-vous! Entretiens avec Gilles Vanderpoten” – Eds. de ‘Aube, Paris – 2011. (9) 12 Nisan 2011 tarihli gündelik Libération gazetesi, Grand Angle – “Les éditeurs indignés”, s. 22-23.
(*) Bu yazıda büyük oranda Stéphane Hessel’in “Öfkelenin” başlıklı, Cumhuriyet Kitaplarından yayınlanan kitabına hazırladığımız “Önsöz”den yararlanılmıştır. (UH) AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 7
8 | 4 Mart 2013 | AvrupaG端N
M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyle
Yılmaz Güney ve Avrupa karşılaşması
1982 Cannes
- Yılmaz Güney gibi hamuru tamamen Türkiye insanıyla yoğrulmuş biri, Avrupa’ya çıkınca nasıl oldu? Kendisini nasıl hissetti, beklediği yakınlığı ve sıcaklığı buldu mu?
Uzun yıllardır Paris’te yaşayan ve çalışmalarını burada sürdüren bilimadamımız M. Şehmus Güzel, kendi “mesleğinin” ötesine de uzanıyor ve art arda sanatla, sanatçılarla ilgili kitaplar yayımlıyor. Bunlardan biri de kısa bir süre önce ikinci baskısı okur önüne çıkan “İnsan Yılmaz Güney” oldu. M. Şehmus Güzel, Türkiye’nin bu unutulmaz isminin Avrupa’yla karşılaşmasını Avrupa GÜN için değerlendirdi.
M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney, pek az insanın bildiği bir biçimde, Ekim 1981’de canından çok sevdiği ülkesini, insanlarını, yakınlarını ve yol arkadaşlarını terketmek zorunda kaldıktan sonra, önce Yunanistan’a geçti. Orada o günlerdeki Yunanistan Kültür Bakanı Melina Merkuri ve yüksek düzeydeki yöneticiler ve sorumlular tarafından karşılandı. Yunanistan’da fazla oyalanmadı. Acelesi vardı Yılmaz’ın. Oradan Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki en renkli kenti Marsilya’ya geldi. Kendisini Fransa Cumhuriyeti Kültür Bakanı Jack Lang ve yine üst düzey yöneticileri, önemli şahsiyetler ve birkaç tanıdık dost karşıladı. Bu konuda bana anlatılanları önümüzdeki zaman diliminde yazmayı düşünüyorum, şimdilik bu kadarını ve aramızda kalması şartıyla “çıtlatmış” olayım. Burada hemen şunu söylememiz mümkün: Yılmaz Güney Yunanistan’da ve Fransa’da ilgi ve merakla bekleniyordu. Bekleniyordu kelimesiAvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 9
Paris Kürt Enstitüsü arşivi
nin altını çizmek şart. Varır varmaz bir sinema dehasına yakışır biçimde ve her iki ülkenin sinema alanındaki en üst ve temsil niteliği en yüksek kişilerince karşılandı. Bu sadece resmî nitelikteki bir karşılama da değildi. Hem Jack Lang hem de Melina Merkuri, daha öncesini saymasak bile, Yılmaz’ı 1970’lerin başından beri tanıyorlardı. Ve 1972’de özgürlüğüne kavuşması için yapılan ortak af çağrısı için imzalarını esirgemeyenler arasındaydılar. Melina Merkuri Albaylar Cuntası’ndan sonra Fransa’ya sığınmış, bir süre kalmıştı ve sürgünün ne zor bir meslek olduğunu biliyordu. Merkuri’nin eşi Jules Dassin de Yılmaz’ı destekleyenlerden biriydi. O da ABD’deki McCarthy belasından yakasını kurtarıp Fransa’ya sığınmış ve orada bir süre yaşamıştı. Burada isimlerini andıklarım ve diğerleri Güney’le aynı zamanda sürgün belasının acısını çekmiş sinema ustaları ve kültür insanları olarak dayanışmalarını sergiliyorlardı. Nasıl bir beladan paçasını kurtarıp geldiğini biliyorlardı ayrıca. Marsilya’da Yılmaz’ı karşılayanlar arasında o günlerin İçişleri ve Yerinden Yönetim Bakanı Gaston Deffere’in özel kalem müdürü Maurice Grimaud var mıydı, yok muydu? Bunu henüz doğrulatamadım ama Maurice Grimaud, Yılmaz, Fatoş ile bütün aile üyelerinin ve Yılmaz’ın yol arkadaşlarının Fransa’ya girmeleri, Fransa’da kalabilmeleri ve gerekli oturma ve çalışma kartlarını elde edebilmeleri için belirleyici oldu. Her zaman elinden gelen yardımı gösterdi. Maurice Grimaud hakkında “Fransa:Mayıs 68” isimli kitabımda (Kibele Yayınları, İstanbul, 10 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
2010, s.29-32 ve değişik yerlerde) geniş bilgi veriyorum. Yılmaz Güney’in Fransa’lı yılları için önemi ortada. Grimaud da çünkü bu meseleleri çok iyi bilen, anlayan, gereken desteği vermekten çekinmeyen bir kuşaktan, bir gelenekten geliyordu: İlk gençlik yıllarında sol takımlarda sol açık oynamış olmasını ve Mayıs 68’de Emniyet Genel Müdürü olarak öğrencilerle çatışmalarda ateşli silah kullanılmasını yasaklamasını burada geçerken vurgulamış olayım. “Yere düşmüş bir göstericiyi dövmek kendi kendini dövmektir” ve benzeri veciz lafları söyleyen bir Emniyet Genel Müdürü’ydü. Nihayet Mayıs 68’in vurdulu kırdılı günlerinde Paris’teki kimi polis birimlerinde ırkçı ve nazi hayranı başa belaların bulunduğunu bildiği için gösteri anlarında “bu heriflerin hakiki mermiler taşımasını” da yasakladı ... Neyse, Maurice Grimaud işini fazla uzatmayalım. Çünkü Yılmaz bizi Marsilya Limanı’nda bekliyor. Aslında Yılmaz’ın bu tür şirin ve yine de resmî karşılamalarla yitirecek zamanı yoktu. Onun aklı fikri “Yol”daydı. Bir an önce İsviçre’ye ulaşmak ve gözü gibi sevdiği ve daha önce Yılmazvari yollardan “çıkarılmış” filminin montajını bitirmesi lazımdı. Yılmaz böylece Yunanistan ve Fransa’dan hızla geçmiş ve kısa zamanda İsviçre Konfederasyonu’na ulaşmıştı. Burada ve hemen sonrasında Paris’te filmin montajını ve seslendirmesini bizzat yönetti. İsviçre’de kendisine Cactüs Film’in Donat E. Keusch gibi yöneticileri ve emekçileri yardımcı oldu. Paris’te ise o günlerde ve sonrasında orada yaşayan Kendal Nezan, Gaye Petek ve anası Ne-
riman Petek ile babası Fahri Petek, Uğur Hüküm, tiyatro ustası Mehmet Ulusoy, eşi Keriman Ulusoy ve daha pek çok dost, arkadaş ve iyi insan yardımcı oldular. Ağzı, kulağı ve gözü de. Onlar ve o sıralarda Paris ve çevresinde yaşayan az sayıdaki yurttaşımız, ailecek, anası, babası, çocuğu, artık kim varsa herkes seslendirme işine katıldı. Film böylesine bir coşkuyla ve imece yöntemiyle Cannes Film Festivali’ne yetiştirildi. Hesabı kolay: Yılmaz’ın Ekim 1981’de ülkesinden ayrılmasından Yol’un Mayıs 1982’de Cannes’da Atın Palmiye ödülünü almasına kadar geçen zaman en geniş biçimde ve en çok sekiz ay. Bu sekiz ayın sonunda Fransa’dan yayılan ses dalgaları sonucunda Yılmaz Güney ismini ve Yol’u dünyada duymayan kalmadı. Yılmaz Fransızcaya bir sözcük armağan etti böylece : Evet yol kelimesi Fransızcaya geçti. Şaka değil: Kanada Konfederasyonu’ndan bilim kadını bir arkadaşım mektup yazıp bana bozuk bile attı: “Böyle bir yönetmeniniz var da daha önce niye söz etmedin!” Etmedim mi ? Evet, bu ilk aylar yoğun bir çalışma temposu içinde geçti. O süreç içinde tanıştığı herkesten yakın ilgi ve destek gördü. Kimi zaman 24 saat üzerinden 24 saat çalıştı Yılmaz ve yol arkadaşları. Ama amaçlarına ulaştılar çünkü artık herkes biliyordu: Türkiye’de sinema var, çok çok iyi de bir yönetmen. 1982’de Cannes Film Festivali vesilesiyle Chambre 666 (“666 Numaralı Oda” diye çevirelim) başlıklı belgeselinde o sırada Cannes’da bulunan önemli yönetmenlerle konuşmalarını aktaran Wim Wenders, Michelangelo Antonioni, Jean-Luc Godard, Steven Spielberg, Werner Herzog ve daha birçok yönetmen yanında Yılmaz Güney’le konuşmasını da yansıttı. Böylece Güney ismi en ünlü yönetmenlerle birlikte anılır oldu. Yılmaz’ı başından beri, en azından “Umut”u Paris’te izlemesinden itibaren “tutan” Elia Kazan da bu işe çok sevindi. Kazan Yılmaz Güney’i bir süre sonra çevirmeye başlayacağı “Duvar” filminin setinde ziyaret edecek
ve iki Anadolu çocuğu hasret giderecekler. Yol, Yılmaz’ı bütün sinema eleştirmelerine de sevdirdi. Yol’u izleyen herkes filme hayran oldu. Yeri gelmişken şu noktanın altını çizmek gerekli: Fransa’da ve giderek Avrupa’da ve daha ötelerde eleştirmenler ve izleyiciler Yılmaz Güney’i aktör olarak tanımıyorlardı, daha önce oynadığı filmleri görmemişlerdi ve onu sadece yönetmen, iyi bir yönetmen olarak biliyorlardı. Evet, Umut 1970’lerin başında Paris’in öğrenci mahallesinde şirin ve küçük bir sinemada gösterilmiş, sinemaseverler tarafından alkışlanmıştı, ama 1970’ler çok eskilerde kalmıştı ve o günlerde bu filmi izleyenler çok az sayıdaydılar. Yılmaz Güney Fransa’da ve bilhassa Paris’te “Sürü” ile biraz daha iyi tanındı. Sürü, şaka maka değil Champs-Elysées isimli o pek ünlü caddedeki bir sinemada yıllarca afişte kaldı. 1982’de Yol gösterime girince yer yerinden oynadı. Böylece sinemaseverlerin tamamı Yılmaz Güney ismini ve onun neye tekabül ettiğini, nereyi, kimleri anlattığnı, nasıl yansıttığını biliyorlardı. Yılmaz amacına ulaşmıştı. Birçok alanda “ilk”lere imzasını atmıştı. Yılmaz Güney, filmlerinde, bilhassa burada andığım üç filmde, Umut, Sürü, Yol’da, gelenek ve göreneklerin herkesi, ezenler de dahil herkesi, ve toplumu, aşk başta bütün iyilik ve güzellikleri nasıl yok ettiğini, paramparça savurduğunu anlatıyordu. Sürü’de Tuncel Kurtiz’in oynadığı “Baba” ezen olmasına rağmen bitikti, filmin sonunda da nitekim Ankara’nın o kıyamet günü kalabalığı içinde “boğulup” yitip AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 11
duğu veya bizzat yaşadığı olayları, insanları, durum ve konumları anlatıyordu ve evrensel olana ulaşıyordu. Alkışlanan buydu. Yol’da karla kaplı dağ yamacında bir baba ve “ölüme mahkum edilmiş” bir ana ve çocuğu ile bir atın yaşadığı trajedi değilse, trajedi ne ola kardeşlerim? Söyler misiniz? Yılmaz’ın konuştuğu evrensel bir dildi. Avrupalı ve dünyalı seyircileri sarsan, allak bullak eden buydu. Başka şey değil. - Ünlü yönetmen Paris’e yerleştikten sonra Yılmaz Güney sineması Avrupa’da nasıl algılanmaya başladı? Yüzeydeki görüntüleri değil, en derindeki (genelde gösterilmeyen) hesap ve değerlendirmeleri siz nasıl yorumluyorsunuz?
M. ŞeHMUs GÜZeL
gidecektir. O son sahnenin müthişliği öyle kolay kolay da unutulamaz. Yol’da herkes bozguna uğruyor(du). Gelenekler, önüne ne çıkarsa silip süpürüyordu. Hiç kimse mutlu değildi, mutlu olmanın çaresi de yoktu. Ölüm bir köşede sinmiş anını bekliyordu can almak için. Yaşamak başlı başına bir yük halindeydi sanki. Güney böylece daha önce Bunuel’in İspanya ve Meksika’da gösterdikleriyle, Tavianni kardeşlerin İtalya ve Sicilya’da sergilediklerinin ve nihayet Zorba Le Grec ile 1960’ların başında Yunanistan’dakileri bir Yunan trajedisi olarak yansıtan Kakoyannis’in anlattıklarıyla buluşuyordu. Umut, Sürü ve Yol birer Yunan trajedisi olarak da izlenebilir mutlaka. Yılmaz Güney kendisinden önceki ustaların filmlerini izlememiş de olabilir, önemli olan bu değil elbette. Birçok sanat dalında benzer ve hatta aynı şeyler dünyanın dört ayrı köşesinde birbirlerinden habersiz sanatçılar tarafından yaratıldı ve uygulandı, yine de uygulanabilir, şu sıralarda uygulanıyor da olabilir. Bu konuda “dada” akımından, “sürrealizm”den, “kübizm”den ve daha başkalarından örnekler vermek mümkün. Sonuç itibariyle Yılmaz sinemanın ustalarıyla, onların bizzat yarattıklarıyla buluşuyordu ama onların taklitçisi değildi. Belki onlardan veya burada andığım konulardaki filmlerinden haberdar bile değildi. Belki. Avrupalı sinema çocuklarını, sinemaseverleri ve seyircileri hipnotize eden, akıllarını başlarından alan, Güney sinemasına hayran bırakan nokta buydu işte. Güney çok iyi bildiği, bizzat tanık ol12 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney’in şansı o yıllarda kendini yeni yeni duyuran prodüktör Marin Karmitz’le çalışmaya başlamasıdır. Gençliğinde troçkist sıkı örgütlerde militanlık yapmış olan Karmitz, Yılmaz Güney ve benzeri (örneğin Abbas Kiarostami gibi) bizim oraların iyi yönetmenleri sayesinde zengin oldu desem kimsenin hakkını yemiş olacağımı sanmıyorum. Karmitz bugün Fransa’nın en etkili üç veya dört yapımcısından biridir ve birçok sinema salonunun da sahibidir. Sosyalist hükümetlerle arası çok iyiydi. Sarkozy döneminde de Sarkozy ve takımı ile maçlara çıktı, arada yaptığı faulleri ise hakemler görmezlikten gelmeyi tercih ettiler. Uyanık bir adam kısacası. Ancak 1980’lerin başında Karmitz eli açık ve vefalı bir adamdı ve Yılmaz Güney’in her istediğini de ıkınmadan sıkınmadan yerine getiriyordu. Duvar’ın çekimi için hazırlıklara başladığı sırada ve sonrasında Yılmaz’ı ilgilendiren de buydu. Yoksa prodüktörünün biraz daha kazanması değil. Yılmaz film çekmek, iyi sinema yapmak, gönlünde ve kafasında taşıdıklarını seyircileriyle paylaşmak istiyordu, ille para kazanmak değil. Karmitz’in Yılmaz’la yakınlık kurması elbette sadece maddi çıkarla açıklanamaz. Bükreş’te doğan ve neredeyse Yılmaz’la yaşıt Karmitz çocukluğunda ailesiyle Paris’e sığınmıştı, sürgünü ve yeni gelinen bir ülkedeki zorlukları o da çok iyi biliyordu. Sinemayı okulunda öğrendikten sonra birkaç kısa ve Camarades (Yoldaşlar, 1970’de) gibi uzun filmler çekmiş, dağıtım şirketleri filmlerini dağıtmayı reddedince, kalkıp bizzat kendisi MK2 isimli dağıtım şirketini kurmuş, sonra yürü ya kulum demiş kendi kendine ve yürümüş gelmişti ve durmaya da niyeti yoktu. Duvar’da o sırada evli olduğu, Caroline Eliacheff’in önceki kocası ve Anjelik isimli bir dizi palavra ve güya tarihi filmlerin ünlü aktörü Ro-
bert Hossein’den olan oğlu Nicolas Hossein, “Uzun” ismiyle, başrollerden birini aldı. Babası yapımcı olunca niçin almasın? Duvar filminin afişinde başrol oyuncusunun hemen sağındaki genç. O sırada 19 yaşındaki bu çocuk bir süre sonra “yolunu” değiştirdi ve bizzat kendisinin anlattığına göre, “üvey babası Karmitz’in tavsiyelerini dinleyerek” Yahudilik dinini okumaya başladı. Bu çocuk günümüzde hahamdır, adını da bir parça değiştirdi ve artık Aaron Eliacheff’dır. Güney’den uzaklaşıyoruz ama sinemanın nasıl bir “aile işi” olduğunu göstermek için izninizle bir noktayı daha vurgulamak niyetindeyim : Caroline Eliacheff, Fransa’nın ünlü gazetecilerinden ve bir ara bakanlık da yapan Françoise Giroud’nun kızıdır. Françoise Giroud’nun babası İstanbul’u terk edip Paris’e sığınmıştır fî tarihinde. Kökenlerinde bir parça İstanbul da vardır demek istiyorum. Françoise Giroud’nun eşi ve Caroline Eliacheff’in babası Anatole Eliacheff, film yapımcısıydı. Françoise Giroud da gençliğinde sinemada çalışmıştı. Caroline, Hossein’le 15 yaşında evlenmiştir. Mesleği psikanalistliktir. Ancak Karmitz’in maaşlı yönetmeni Claude Chabrol’un birkaç senaryosunu yönetmenle birlikte yazmıştır. Örneğin La Cérémonie isimli olanı: Hani küçük bir kasada hizmetçi okuması yazması olmayan bir kadının postahanede çalışan başka bir kadınla arkadaşlık kurmasından sonra birlikte karar alarak, tasarlayarak evlerinde çalıştığı ve yatıp kalktığı burjuva aileyi silahla öldürerek yok ettiği zorlu film. Chabrol’un küçük ve büyük kent burjuvalarına nasıl bir nefret beslediğini birçok filminde gördük, ancak bu filmdeki nefret cinayete kadar gitti. Neyse, asıl vurgulamak istediğim sinemanın aynı zamanda bir aile şirketi biçiminde yürütülebildiğini göstermek. Karmitz bu konuda tek örnek de değil. Nitekim Chabrol’un filmlerinde eşi, çocukları da oyuncu, senarist, müzik yapımcısı ve benzeri işleri üstlendiler. Duvar’ın çekiminde Yılmaz siyasi liderlikle yönetmenliği bir parça birbirine eklemledi. Yapımcısını da, Fransız basın danışmanını da, birçok insanı da çok şaşırttı. Yol’un Cannes’daki ilk gösterimi/galası öncesi Cannes Fim Festivali tarihinde ilk kez beş yüz kadar Türkiyeli devrimci Festival Sarayı önünde gösteri yaptı ve ülkedeki askeri cuntayı kınayan sloganlar attı. Bu beş yüz devrimci daha sonra smokinsiz girilmez sinema salonunda filmi de izledi. Böylece sinema ve siyaset el ele yürümeye de başladı en somut biçimiyle. Güney Cannes başarısından sonra en iyi kameraman, en becerikli idare amiri, en iyi aktör ve aktrisle film çekebilecekken, “Her şey bizden olsun, devrimciler gelip çalışsınlar ve üç
beş kuruş ekmek parası kazansınlar” yaklaşımı ile hayatında film setine gitmemiş, kamera görmemiş kadın ve erkeklerle, çocuklarla ve gençlerle film çekmeye koyuldu. Bunun ayrıntısını kitapta anlatıyorum. Sonuç olarak Yılmaz kendini yedi bitirdi bu film çekimi sırasında. En sonunda “Devrimci mi? İstemem Abi” diyecek kerteye geldiğini yol arkadaşları anlattılar. Kitapta okunabilir. Film seti kısa süre içinde aynı zamanda Yılmaz Güney’in merkezi bürosu haline de dönüştü. Gelenler, gidenler, resmî ve gayri resmî ziyaretler, söyleşi yapmak için koşturanlar, gazeteciler, meraklılar, derdine çare arayanlar, Paris’e kadar gelmiş ama havaalanında göz altına alınanların dertlerini çözmek ve daha binbir sorun hepsi aynı mekanda toplanıyor, aynı mekanda çözüm yolları aranıyordu. Yılmaz bütün işlerle bizzat ilgilenmek zorunda kalıyordu. O yıllarda bizimkilerden buralara kadar ulaşmış ve iş bilenlerin sayısı çok ama çok azdı. Giriş, oturma ve çalışma kartları gibi kimi sorunların çözümünde Maurice Grimaud yardımcı oluyordu. Kültür Bakanlığı’nın yetkili birimleri de başka konularda. Karmitz’in de kolları epey uzundu ve o da birçok işi tanıdıkları aracılığıyla hallediyordu. Yılmaz Güney treni ancak böyle yürüyebiliyordu. Yılmaz lokomotif olarak hep en öndeydi. Yükün tümünü de o çekiyordu. Güney daha önce olduğu gibi yine 24 saat üzerinden 24 saat ve kimi kez günlerce bu ritmle çalıştı. Çok yoruldu. Her şeyi kendisi yapmak zorunda kaldı. Aktörü rol icabı tekme atmayı beceremeyince aktörünün giysilerini sırtına geçirip tekme bile attı. İspatı çok kolay: O filmde oynayanların neredeyse tümüne yakını (birkaç istisna var onları saymıyorum elbette, onlar çünkü tanınan ve bilinen oyuncular) bir daha başka bir filmde oynamadı. Çünkü aktör veya aktris değildiler ve neyseler öyle kaldılar. Bunun ayıbı yok, her mesleğin kendine göre özelliği var, vurgulamak istediğim şudur: Güney, kamerayı bilmeyen insanlarla film çekmeye kalkınca faturayı bizzat ödemek zorunda kaldı ve daha kötüsü kendini kimseye de sevdiremedi. Dahası Yılmaz’ın filminde oynuyorum diye iki gün sonra “ücretinin” artırılmasını yoksa rolünün devamını oynamayacağını ileri sürüp tehdit edenler bile oldu... Oysa Yılmaz, filminin en iyi biçimde çekilmesi amacıyla sağlığı için kaçınılmaz doktor randevularını bile ihmal etti. Eylül 1982’de başladığı Duvar’ı bitirdi ve Mayıs 1983’te Cannes Festivali’nde sundu. Cannes Film Şenliği yönetmeliğine göre, ödül alan bir yönetmen yeni filmini ön eleme olmadan AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 13
festivale sunmak hakkına sahip. Kanımca Duvar’ı Festival’e sunması çok yerinde değildi. Hiçbir yönetmen iki kez üst üste ödül almadı. Elbette Güney ödül almak için değil filmde anlattığı dört duvar arasındaki rezaleti, vahşeti, baskıyı teşhir etmek ve o günlerde, 1983’teyiz, gündemden düşmeyen işkence belasını ve hapishanelerde sürdürülen çağdışı koşulları gözler önüne sermek istiyordu denebilir. Ancak bir de o güne kadar Güney’i kayıtsız şartsız tutan ve aydın takımıyla öğrencilerin okuduğu Libération gibi bir gazetede Yılmaz’ın basın ataşelerinin tahmin etmediği/edemediği ve hatta yüz bile vermediği bir bayan (ismini anmayalım burada) filmin Cannes gösteriminden sonra eleştirisini yapıp filmi karalayınca Yılmaz Güney’in “Yol” ile gelen şöhreti sıkı bir darbe yedi. Adı neredeyse “filminin başarısı için çocukları dövmekten çekinmeyen yönetmen”e çıkarıldı. Ayıp ettiler, ama olanlar oldu, Duvar filmi iyi iş yapamadı. Şunu da eklemek zorundayım: Fransa’daki seyirci öyle her on dakikada bir, filmde bile olsa, dayak atılmalara, işkence görüntülerine filan hazırlıklı değildi. Hele bir de çocuklar söz konusu olunca. Yılmaz burada bir parça “oyun dışı” kaldı. Fransa’da bu konuda beklediği yakınlığı, ilgiyi bulamadı. Kimi söyleşisinde, siyası açıdan, Maocu değil Arnavutluk Emek Partisi’ne yakın olduğunu da söyleyince biraz daha garipsendi. TF1 gibi Fransa’nın en çok izlenen birinci televizyon kanalında milyonlarca kişinin izlediği 20 haberlerinin sonundaki kültür dakikalarında davetliyken de benzer bir girişim yapınca haberleri sunan Patrick Poivre d’Arvor az daha küçük dilini yutuyordu. Koskocaman TF1’in “vitrininde” böyle laf edilir miydi ? Arnavutluk Emek Partisi, Enver Hoca ve takipçileri Fransa’da benim diyen aydının bile bilmediği veya bilenlerin hiç de tutmadığı isimler ve konulardı. Bu da iyi olmadı. Burada anlattıklarım Yılmaz Güney’in 1982 ve 1983’te bizzat yaşadığı konulardır. Herhangi bir yorum yok ve gerçeği olduğu gibi aktarıyorum. Şimdi bir saniye duralım: “Ekim 1981’de yurtdışına çıkan Güney Mayıs 1983’e kadar başını kaşıyacak zamanı bulamadı ve günlerinin tümünü sinemaya verdi” desem yeridir. Nitekim burada kısaca özetlediğim biçimiyle yaptıklarına bakınca bu ortaya çıkıyor. O arada kendisine yakınlık gösteren sinema dünyasından birkaç isim, birkaç gazeteci (kendisiyle yapılan söyleşiler ve filmlerine ilişkin eleştirilerin dökümü kitapta kaynakçadan okunabilir) dışında, bizzat kendisi Fransa’daki aydın çevreyle ilişki kuramadı. Bu büyük eksiklik oldu mu? Pek emin 14 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
değilim. Yılmaz Güney’in bu konuda öyle ille Fransız aydınlarla ilişki kurayım gibi bir derdi de olmadı. Öte yandan böyle bir iş için ayıracak zamanı da yoktu. Onca sanatsal koşturmalar içinde ailesiyle ilgilenmesi de gerekiyordu. Unutulmasın sakın, Yılmaz Fatoş’la evlendikten kısa bir süre sonra hapsedildi. Eşiyle ve Küçük Yılmaz’la yeterince zaman geçiremedi. Kızı Elif için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ailesine yeterince zaman ayıramayan Yılmaz aydınlarla bir araya gelmek için zaman bulamazdı. Bu kadar işin arasına o günlerde artık bilinen hastalığı için sık sık doktora gitmeleri, bizzat kendi çevresinde toplanan belli sayıdaki devrimci kadrolarla yaptığı siyasi faaliyetleri de eklersek geriye fazla bir zaman kalmadığı görülecektir. Bütün bunları o günlerde “Kırmızı bültenle aranıyor!”, “İadesi istendi!” ve benzeri dertlerle ve bunun sonucu gerekli belli bir gizlilik içinde yapıyor olması da hareketlerinde dikkatli olmasını gerektiriyordu. Avrupa’da Yılmaz Güney olmak kolay değildi. Hiç kolay değildi. Türkiye’de başı derde düşen, geçim sıkıntısı çeken delikanlı dostlara, devrimcilere, yakınlarına yardım gerekince yardım yaptığını da anımsatmalıyım. Paris’e kadar gelme başarısını gösterenleri ağırlamalarını da. Evet Paris’te veya Avrupa’da Yılmaz olmak zordu Güney için. Şunu da eklemeliyim: Güney yurtdışında Ekim 1981’den vefat ettiği Eylül 1984’e kadar neresinden bakarsak bakalım üç yıldan daha az bir süre yaşadı. 1984’te vefatından üç-dört ay kadar önce, haziran 1984’ten itibaren diyebilirim, neredeyse her türlü faaliyetini de durdurduğunu göz önüne alırsak, bu kadar kısa zamanda yine de çok şey yaptı demek gerekiyor. Ancak zamanı olsaydı büyük olasılıkla hem aydın çevrelerle ilişkisini daha geliştirmek olanağı bulabilirdi hem de bilhassa tasarılarını (kitapta anlatılan) gerçekleştirebilirdi. Olmadı. Her şeye rağmen Fransa’daki aydın çevrelerle, sadece Fransızlarla değil “ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış bütün devrimcilerin buluştuğu tavan arası” nam Paris’te dünyanın dört köşesinden ve özellikle Güney Amerika’dan gelmiş aydınlarla, sanatçılarla ilişki kurmasında kendisine bir isim ve bir kurum yardımcı oldu. Kendal Nezan ve Paris Kürt Enstitüsü. İşin ilginç tarafı şurada geçen cumartesi günü, 23 Şubat 2013’te, neredeyse günü gününe Paris Kürt Enstitüsü’nün kuruluşunun 30’uncu yıldönümü vesilesiyle Fransa Cumhuriyeti Millet Meclisi binasının “Victor Hugo Salonu”nda düzenlenen kolokyumda Yılmaz Güney de anıldı.
Açılış ve Enstitü faaliyetleri Yılmaz’ın o zamana kadar pek iyi tanımak olanağı bulamadığı Kürt sanatçı, şair ve yazarlarıyla, siyasetci ve devlet adamlarıyla daha yakından ilişki kurmasına da yol açtı. Abdurrahman Kasımlo, Ceğerxwîn (Cigerhun), İsmet Şerif Vanlı, Mahmud Baksi, Mehmet Uzun, Remzi Raşa hemen ilk akla gelen isimler. Bu isimlerin tümü Yılmaz’ı çok sevdiler. Bağırlarına bastılar. İtiraf etmek lazım ki, Adanalı delikanlı da insanlarla nasıl bağ kurulacağını çok iyi biliyordu. Hapishaneler, sürgün, beş parasız film çevirmek için akıl almaz yerlerden ve kaynaklardan film parası bulmak sonucu Yılmaz Güney bir yerde insan sarrafı olmuştu ve bunu çok iyi değerlendiriyordu. Nerede susulacağını, nerede konuşulacağını çok ama hakikaten çok iyi biliyordu. Ve bilhassa susmasını çok iyi biliyordu. Hayran olmamak elde değil(di). Bu bakımlardan gerçek bir Anadolu bilgesiydi. - Avrupa’nın insan ve sinema malzemesiyle Yılmaz Güney’in insan ve sinema malzemesi, “hayata bakışlar” da diyebiliriz, nasıl karşılaştırılabilir?
Çok doğal, çünkü Enstitü’nün kurucularında biriydi ve Kendal’in tebliğinde belirttiği gibi, “Fransa hükümetinden alınan sübvansiyon ve kendi olanaklarımızla Enstitü 3 yıl dayanırsa ne iyi, olanaklarımız yetmezse üç yıl sonra kapatabiliriz” düşüncesi gündeme gelince Yılmaz, B Planı’nı öneriyor ve “Hayır Enstitü kapatılmamalı, filmlerimden geleceklerin yüzde ellisini Enstitü’ye bırakmaya hazırım” diyor. Neyse ki bir süre sonra İsveç hükümeti devreye giriyor ve Enstitü’nün yardımsızlıktan kapanması önleniyor. Ancak Yılmaz Güney’in Enstitü’nün tanıtılmasında ve tıkır tıkır çalışmasında kesin ve belirleyici etkisi olduğunu söylemek de gerek. Enstitü’nün yönetim kurulunda ve değişik etkinliklerinde en birincil rolü oynayanlardan biriydi. Bunların ötesinde Enstitü faaliyetleri arasında değişik halklardan birçok şahsiyetle tanıştı. Jack Lang örneğin Enstitü’nün 24 Şubat 1983’teki açılışında bulunanlardandı. Sosyalist Parti’nin önemli yöneticilerinden ve Mart 1983’te Çevre Bakanlığına getirilecek olan Huguette Bouchardeau da açılıştaydı. Yılmaz ve Kendal’le birlikte Boucherdeau’yu o gün çekilen bir fotoğrafta birarada görüyoruz. Güney, Gérard Chaliand ile eşi Juliette Mince, Danielle Mitterrand ve dünyanın değişik köşelerinden insanlarla da tanıştı.
M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney iki ip, bir firkete ve bir kamerayla film çekmeyi başarmış bir adamdır. Örnek olarak Umut’taki cepçinin Yılmaz’ın oynadığı Cabbar’ın şalvar cebinden parasını çalması ve sonrasındaki sahneyi verebilirim: Kamerayı bizzat kullanan Yılmaz, kendisini ve hırsız rolünü oynayanı bir iple, sağlam bir iple bağlayıp o vurucu sahneyi çekmiştir. Vaktiniz olursa bir göz atın, göreceksiniz son derece etkileyicidir o anlar. Veya bir filminde bir sahneyi ille bir mağaranın içinde çevirmeye karar veriyor ve bunun üzerine görüntü yönetmeni aynalarla şuyla buyla bir delikten gelen güneş ışığını mağaranın içine kadar yansıtıp o sahneyi çekiyor. Devrimci Güney bir konuda sorunu ortaya sermekle kalmaz çaresini de önerirdi, sinemasında da aynı şeyi yapıyordu demek doğru olur. Yokluklar içinde film çekince kendi yağında kavrulmayı öğrendi. Fransa’daki film çekimlerinde kendisine geniş olanaklar verilebilirdi. O yine bildiği gibi yaptı. Buna en başta yapımcısı ve kendisiyle çalışan Fransızlar şaşırdılar. Yılmaz oyuncularıyla, hele çocuk oyuncularıyla hapishane koşullarını eski bir manastırdan oluşturduğu/yarattığı sette 24 saat üzerinden 24 saat birlikte çalışmak isteyince, Fransız kameramanlar “Günde sekiz saatten fazla çalışmayız, sonrası için ısrar edilirse fazla mesai isteriz” diyerek greve gittiler. Araya Karmitz girdi ve görüşmelerden, karşılıklı tartışmalardan sonra çıkar yol bulundu. Yılmaz bir kamera istiyordu ve o kamerayla hapishane AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 15
koşullarında yaşayan çocukların film çekimi dışındaki doğal hallerini de çekmek ve gerekirse bunları filminde değerlendirmek istiyordu. Fransız kameramanlar bunu anla(ya)mıyorlardı. Sonuçta sendikalı ve çoğu, belki tümü, solcu kameramanlarla, tümüne yakını devrimci genç ve orta yaşlardaki “oyuncu”larla ve bir kısmı iyi aile çocuğu, birkaçı bitirim, Almanya, Belçika, Fransa gibi ülkelerdeki yurttaşlarımızın çocuklarından oluşan ve mahkum çocukları oynayanlarla Yılmaz her zaman yüzde yüz anlaşamadı. Hepsi Yılmazcı’ydılar mutlaka, ama her birinin Yılmazcılık’tan anladığı da farklıydı. Çocukların kimi vurdulu kırdılı filmlerdeki Yılmaz gibi olmak/oynamak istiyordu örneğin ... Bu nokta Patrick Blossier’nin filmin çekimi sırasında oluşturduğu “Autour du Mur ” (Duvar’ın Etrafında) isimli belgeselde çok açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Yılmaz Güney çevirmenlerinden birini dövmek durumunda kalıyor ve asıl önemlisi ona elindeki megafonla saldırırken söylediği “Provokatör” sözü ve benzer küfürleri. Öyle tatsız bir anda siyasi bir küfürün kullanılması Güney’de sanatla siyasetin iç içeliğini gösteriyor aynı zamanda. Çevirmen işini iyi yapmadığı için değil, “provokatör” olduğu için saldırıya uğruyor... Filmin çekimi zorlu geçti ve bunun en büyük faturasını da maalesef bizzat Güney’in kendisi ödedi. Yazık oldu. Filmin çekimindeYılmaz Güney’e yardımcı 16 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN
olan ve kitapta “Duvar’ın Çocukları” ismini verdiğim birkaç kişi sinemadaki çalışmalarını Güney’den öğrendikleriyle zenginleştirerek sürdürüyorlar: Patrick Blossier, Partricia Mazuy, Sabine Mamou gibilerini burada da anmış olayım ... “Gardiyan Cafer” rolünü oynayan Ahmet Ziyrek de unutulmamalı. - Kanıyla ve canıyla, her şeyiyle Türkiye’nin ve Anadolu halkının çocuğu ve bir aydın olan Yılmaz Güney, acaba Avrupa’yı anlayabilir miydi? Nasıl bir anlama olurdu bu? Anlayabildi mi sizce? Neler aksadı?
M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney Adanalı bir delikanlı, Anadolulu bir bilge, söyledikleriyle yaptıklarının birbirine uymasını isteyen, arzulayan, bunun için elinden geleni arkasına koymayan ve koşturan iyi bir sanatçı ve dürüst bir insandı. Yıllardan beri oluşturduğu ve kendine özgü bir insan ölçmek, tartmak yöntemi vardı. Birini bir süre dinledikten veya izledikten sonra notunu verirdi. Bunu kalkıp açık açık söylemezdi ama notunu verirdi. Onunla aynı yolda yürünüp yürünemeyeceğine böyle karar verirdi. Bu her zaman ve herkes için çok iyi, çok yerinde karar verirdi anlamında algılanmamalı. Çok yanıldığı da oldu. Önce alıp baş taçı ettiği sonra tekme tokat dövüp kovaladıkları da var. Çünkü kimi zaman karşısında epey sıkı cambazlar da buldu. Kimi örneklerini kitapta anlatıyorum.
Avrupa ve Avrupalı hakkında sağlam bir analiz sahibiydi, kibarlık sonucu belli etmek istemediği ancak duyumsanabilen duygulara, değerlendirmelere sahipti. Bu duygular ve değerlendirmeler o kadar iyimser ve iyi değildi. Avrupalının, kapitalizmin yaratığı, bencil, bireysel, benmerkezci, parayatapar olduğunu biliyordu. Bu nedenle onlardan kimini küçümsediğini söylemek abartma olmaz. Bunu asla kimsenin yüzüne karşı veya arkasından söylemiş de değil. En azından ben böyle bir şeyi asla duymadım. Yılmaz böyle şeyi yapmazdı da. Ama bunların içinde son derece beğendiği ve arkadaş olduğu veya olabileceği isimler de vardı. Ancak Güney’in ciddi bir dil sorunu vardı. Ne Fransızca konuşuyordu ne de İngilizce. Kimi zaman İngilizce bildiği izlenimi vermek için bir iki kelime patlatıyordu, ben bu hallerine bayılıyordum. İngilizcesinin hiç de iyi olmadığı anlaşılmasın diye bir iki beylik kelimeyi çok çok alçak sesle telafuz ediyordu, çat pat konuşuyormuş gibi, karşısındaki kulak kabartıyordu, duyabildiği kadarını, anlayabildiği kadarını anlıyordu. Oysa Türkçe konuşsa ve birileri çevirse daha iyi olacaktı. Genellikle böyle yapıyordu. Yok ille İngilizce bildiğini göstermek isteyince bildiğini okuyordu. Tamam, bir veya iki gazeteciyi veya rastlantısal bir biçimde karşılaşılan bir hayranı savmak için bu yol yeterli olabilirdi, ama bu İngilizce ile aydın takımlarıyla anlaşmak, söyleşmek mümkün değildi. Bu, kanımca çok önemli bir engel oldu. Avrupalı aydınlara ise Türkçe veya Kürtçe öğretecek kadar zamanımız olmadı. Bu ilerde olmayacak anlamına gelmez. Bugün Türkçe ve/ veya Kürtçeyi çatır çatır konuşan Alman, Amerikalı, Fransız bilim kadın ve adamlarını, diplomatları görünce bu iki dilin geleceğinin açık olduğunu anlıyorum. Ama biz de onların dillerini öğrenmekten vazgeçmeyelim. İlle akıl ve bilgi için değil, yöntem ve yol için işimize yarıyorlar ve yarayacaklar mutlaka. Yılmaz Güney bunların farkındaydı ama dil öğrenmek için de zamanı yetmedi. - Avrupa aydını, hadi “sol aydını” diyelim, Yılmaz Güney’i ve sinemasını, ondaki o tutkuyu anlayabilir miydi? Anladı mı? Nasıl bir anlama veya “anlayamama” oldu bu?
M. ŞEHMUS GÜZEL - Anlayanlar oldu elbette, ama anlamayanların sayısı daha çok. Fransa’da sinema çevresinde Yılmaz Güney sinemasına ilgi yüksekti. Yılmaz Güney sinemasını beğenenler arasında önemli yönetmenlerden Costa-Gavras, Patrick Chéreau aklıma ilk gelenler.
Ancak bu ilgi biraz önce vurgulamak olanağı bulduğum gibi, değişik nedenlerden beklenen, arzulanan sonucu veremedi. Bunda herkesin kendine özgü kusuru ve eksiği olabilir ama asıl önemlisi Yılmaz’a ayrılan zaman diliminin yetmemesidir. Zamanın önemi bu tür konumlarda daha yakıcı oluyor. Bu burada her şeyden daha belirleyici. Sinema dünyası ve aydın takımları Yılmaz Güney’in sinemayla yatıp kalktığını çok açık bir biçimde gördüler. Onun gibi film çekenin çok az olduğunu da. Bu iki niteliğin sadece büyük sinema ustalarına özgü olduğunu da. Bugün açıp bakalım bütün sinema sözlüklerinde Yılmaz Güney ismini bulacağız. “Yol” ise en iyi filmler arasında en ön sıralarda yer alıyor. Bunlar görünen, elle tutulabilen, ölçülebilen şeyler. Güney kendisinden sonra gelenlere yolları açan yönetmendir aynı zamanda. Bu niteliği de unutulmamalı. Açık konuşalım, Fransa’da bizzat defalarca tanık oldum, başka ülkelerde de, Türkiye denilince üç isim akla geliyor hemen: Bir Mustafa Kemal Atatürk, iki Nâzım Hikmet, üç Yılmaz Güney. Yılmaz’ın önemini, ülkemiz ve yurtaşlarımız ve giderek insanlık için yaptıklarını bundan daha güzel ne anlatabilir? Aydınlarla daha yakın ilişki kurabilirdi, onlarla birlikte ortak yapıtlara imza atabilirdi. Ama biraz önce söylediğim gibi, değişik nedenlerle Yılmaz Güney ve öbürleri arasında gereken “köprüler” maalesef kurulamadı. Kurulmaları için de ne yeterli zaman oldu ne de yeterince arzu. Bizim aydınlarımızla kalıcı ve sonuç getirici ilişkiler kurması açısından da zamanı yeterli olmadı. Sadece bir örnek vereceğim : Yılmaz Güney Abidin Dino’nun “Kel” isimli oyununu sinemaya uyarlamak istiyordu. Abidin’le 1970’in bir Ankara akşamının kalender sofrasında, ortak bir arkadaş evinde tanışmışlardı ama Paris’te aynı mahallede oturmalarına rağmen ortak çalışmak için zaman bulamadılar. Çünkü zaman yoktu. Bütün mesele burada. Yılmaz Güney yurtdışında sadece üç yıldan az bir zaman kaldı. Bu nokta hayatî önemde. Unutmayalım. Bütün bunlar Yılmaz’ın aramızdan çok erken ayrıldığını da gösteriyor. Evet Yılmaz Güney 1 Nisan 1937’den 9 Eylül 1984’e kadar ancak 47 yıl kaldı aramızda. Bu en büyük haksızlıktır. En önce Yılmaz Güney’e. Sonra bizlere. Hepimize. (Sorular: OSMAN ÇUTSAY)
AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 17
Mimar Ercan Ağırbaş’a göre, mimari, günlük yaşamın en önemli parçası
Avrupa şehirciliğindeki cami tedirginliği sürüyor OSMAN ÇUTSAY
ERCAN AĞIRBAȘ
“Ama Duisburg Marxloh’daki cami için aynı şeyleri söylemeyiz; o, İstanbul’daki Şehzade Camii’nin bir kopyası sanki. Oysa çevreyle uyum çok önemli. Ortaçağ mimarisini bugün artık ne Avrupa’nın bir köşesinde ne de Çamlıca’da görmek istiyorum. Bence Köln’deki iyi bir seçim oldu. Ama her yerde bu duyarlılık gösterilmiyor. Almanların korkusunu anlıyorum, fakat bunları, çevreyle uyumlu bir politika üzerinden devre dışı bırakmak mümkün.”
18 | 4 Mart 2013 |
AvrupaGüN
NEUSS - 2010’da halkoylamasından geçen İsviçre’deki minare yasağı, sadece halktan değil dönemin Fransa Devlet Başkanı Sarkozy başta olmak üzere Avrupa siyaset sınıfından da destek görmüştü. Daha sonra birçok Avrupa kentinde, özellikle de Almanya’daki cami inşaatları, çağdaş Müslümanların hedef alınmasını kolaylaştırdı. Bu tartışma bazen alevlenerek, ama genelde için için yanarak sürüyor ve bir Avrupa-İslam cepheleşmesine kadar gidecek gibi görünüyor. Ancak Avrupa yönetimlerinin, yaşlı kıtanın kapısındaki ılımlı İslam özellikleri taşıyan rejimlere, hatta radikal Selefilere yoğun desteğiyle bilinen Suudi türü iktidarlara yakınlık gösterdiği gözleniyor. Yeni cami inşaatları bahane edilerek İslam mimarisine yönelik tepkiler, bütün bu tartışmaları daha da sertleştiriyor. İşte hem 2009’da hem de 2011’de Almanya’nın önde gelen mimarlık ödüllerinden “Alman İnşaat Sahipleri Ödülü”ne (Deutsche Bauherrenpreis) peş peşe layık görülen mimar Ercan Ağırbaş, İslam tartışmalarında mimarinin
özellikle öne çıkmasının bir tesadüf olmadığına dikkat çekiyor. Çeşitli ödüller alan ve üniversitede ders de veren mimarımıza göre, böyle gerilimler çağdaşlığı ve ortak yaşamı zora sokuyor. Sadece Türkiye’nin değil, Batı Avrupa’da yaşayan 5 milyonu aşkın Türkçe konuşan insanın da sıkıntılı bir dönemden geçtiğine işaret eden Ercan Ağırbaş, özellikle İsviçre’deki halkoylamasından minare yasağının çıkmasıyla, “bir süre şaşkın şaşkın dolaştığını”, hatta Zürih’ten aldığı mimarlık diplomasından bile “neredeyse utanmaya başladığını” belirtiyor. Neuss’taki bürosunda sorularımızı yanıtlayan Ağırbaş, “Dünyanın örnek alınan en demokratik bir ülkesinden böyle bir karar çıkabiliyor. Demek, bu demokratlara da öğreteceğimiz şeyler varmış” diye konuşuyor. Ercan Ağırbaş’a göre, mimari yapılaşmanın birçok sürtüşmede bahane olarak öne çıkarılması, mimarlığın toplumun günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren kilit bir sanat olmasıyla doğrudan bağlantılı.
Cami kavgasının ardında yatan Köln’de kamuoyunu meşgul etmeyi sürdüren cami inşaatı tartışmasını örnek olarak gösteren Ercan Ağırbaş, bir mimari yarışmayla başlayan bu projenin jürisinde çok değerli insanların olduğunu ve onların da en iyi projeyi seçtiğini belirtiyor. Böyle bir caminin, yani şehrin siluetini dikkate alan bir yapının, Türk ve Alman toplumu için çok önemli ve güzel bir olanak olduğunu savunan Ağırbaş’a göre, tepkiler
henüz küçük bir kesimle sınırlı, ancak zamanla yeni boyutlar ortaya çıkabilir: “Tepkiler saçma gerekçelerden kaynaklanıyor. Minarelerin büyüklüğü tartışma konusu edildi, ama çevrede bunlardan çok daha yüksek binalar, kilise falan var. Biliyoruz. DİTİB, kubbeli cami istediği için, biz mimari gerekçelerle buna katılmadık. Kubbesiz cami, cami değil sanki. Suudi Arabistan’daki camilerin bile yüzde 80’i kubbesiz oysa. Elbette şehir planlarına uygun bir yapılaşma gerekir. Kubbelerin durumu şehir planına uymalıdır. Ama Duisburg Marxloh’daki cami için aynı şeyleri söylemeyiz; o, İstanbul’daki Şehzade Camii’nin bir kopyası sanki. Oysa çevreyle uyum çok önemli. Ortaçağ mimarisinin bugün uygulanmasını artık ne Avrupa’nın bir köşesinde ne de Çamlıca’da görmek istiyorum. Bence Köln’deki iyi bir seçim oldu. Ama her yerde bu duyarlılık gösterilmiyor. Almanların korkusunu anlıyorum, fakat bunları, çevreyle uyumlu bir politika üzerinden devre dışı bırakmak mümkün.”
Neuss-İstanbul hattı Kendisi gibi mimar ve şehirci Eckhard Wienstroer ile 1 milyona yakın Türk’ün yaşadığı Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin büyük kentlerinden Neuss’ta bir büro açan ve burada çalışmalarını sürdüren Ercan Ağırbaş, İstanbul’da da bir büroları olduğunu belirtiyor. Deneyimli mimarımıza göre, çağdaş Türk mimarisinin Avru-
AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 19
D
pa’da henüz bir etkisi yok. Ama yapılması gereken çok şey var. Berlin, Milano ve Zürih’te mimarlık öğrenimini tamamlayan Ağırbaş, 4 yaşında geldiği Almanya’da bugün 3 milyona yakın Türkiye kökenli insanın yaşadığını, nüfusun çok genç olduğunu, buna rağmen kendisinin yolunu izleyen pek fazla genç insan bulunmadığını hatırlatıyor. Birçok yüksek-
okulda dersler veren, son dönemde ise daha çok Düsseldorf’taki “Peter Behrens School of Architectur”da öğrenci yetiştiren Ercan Ağırbaş, Avrupa’da ön plana çıkmaya başlayan gerginlikten tedirgin: “Mimarlık hem 'ratio' hem de 'emotio' kapsamındadır. Yani hem mantık ve aklı, hem de duyguyu içerir. Bunları birbirinden ayıramayız.
Dikkat edilmesi gereken şeyler Ercan Ağırbaş, camilerin Avrupa şehirciliğindeki mimari geçmişiyle ilgili olarak açıklamalar yaparken, bazı “tehlikeli hezeyanlara” karşı da toplumsal barış ve mimari tarihi açısından uyarılarda bulunuyor: “18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda Avrupa’da cami tipolojisi mimarların ilgi alanı olmaya başlamıştır. Kralın mimarı olarak tanınan Ludwig Persius, Kral Friedrich Wilhelm IV tarafından bir projeyle görevlendirilir ve eskiz defterine onun istediklerini not alır: Yapılacak enerji santralinin (Dampfmaschinenhaus) Türk camisine benzemesini, bacasının da minare gibi olmasını istiyor… 19’uncu yüzyılda bir teknik binanın dekoratif cephelerle yapılması istisna değildir. Göldeki su fıskiyelerini çalıştıracak olan bu santralın göl kıyısında oluşu ve Sanssouci Sarayı’ndan o zaman görülebilir olması, bu projeye önem verilmesinin nedenlerinden biridir. Kral tarafından camiye benzetilmesi isteği de bu arada dikkat çekici. 1779-1792 arası Nicolas de Pigage tarafından yapılan bir cami projesine de değinmek isterim. Schwetzingen’deki saray bahçesindeki yapılmış olan bu bina bize cami mimarisinin ikinci bir boyutunu gösteriyor. Osmanlı, Avrupa için bir tehlike olmaktan çıkınca, 1001 Gece Masalları’nın güzellikleri ön plana çıkmaya başlıyor. 'Schwetzinger Schlossgarten'deki (Schwetzing Şatosu Bahçesi) binanın minareleri cami kubbesi kilise
20 | 4 Mart 2013 |
AvrupaGüN
tipolojisinden esinlerek bir sentez oluşturulmuş. Demek istediğim şu: Avrupa’da öyle bir zaman varmış ki, cami denildiğinde insanlar hiç de öyle korkmuyormuş. Güzel mimariden konuşulduğunda cami mimarisi de varmış aralarında. Bu böyleyken ne değişmiş olabilir? Bence Avrupalılar, binalarımızın şekillerinden falan değil, buna minare diyelim, bizden korkuyorlar, yani dinimizden korkuyorlar. Almanya’nın üst düzey politikacıları artık çekinmeden 'Vatandaşlarımızın korkularını anlamamız lazım' diyebiliyor. Hatta ekliyorlar: 'Biz yasaklara karşıyız, ama Türkiye’de de kilise yapılmasına müsaade etsinler o zaman... ' Gelsinler onlarla birlikte bir İstanbul gezisine çıkalım, o sayısız ve birbirinden güzel kiliselerini göstereyim saatlerce İstanbul’un. Üstelik istenirse bu geziyi bir caminin önünden geçmeden de yapabiliriz. Gelsinler bir caminin ve bir kilisenin barış içinde bir duvarı paylaştığını göstereyim onlara. Görmek isteyen herkesi davet ediyorum; sadece istek lazım. Biz mimarların suçu yok mu bu durumda? Var, tabii ki var. Gelin Persius ve Pigage’den 200 yıl sonra yine güzel camiler tasarlayalım Avrupa’da. Kubbeli, kubbesiz, minareli, minaresiz, renkli, renksiz... Ufkumuzu genişletip mimarimizle öncü olalım. Yine örnek olmak için ilk adımları da atalım. Gerisi kolay.”
Leonardo da Vinci veya Johann Sebastian Bach’ın, daha birçokları gibi matematik kurallarla üretimde bulunduklarını biliyoruz. Mimarlıkta bu iki alandan birini diğerine tercih edemezsiniz. Evler örneğin statik bir olaydır, yani ayakta durmaları gerekir, bir 'yapı'nın olması gerekir. Zaten yapı (strüktür) deyince de doğrudan matematiğe, bilime dahil oluyoruz. Sanatsal ve duygusal yanı ise projelerin içinde, evlerin, köprülerin, yolların içindeki insanlardan kaynaklanıyor. İnsan varsa, duygu da var. Biz, insanların duygularına yaptığımız işlerle aracı ve ortak oluyoruz. Konut, iyi bir örnektir. O nedenle mimarinin özel bir ağırlığı var yaşamımızda.” Eckhard Wienstroer ile birlikte geliştirdiği projelerle layık görüldükleri çok sayıda ödülün yanında, “2009 ve 2011 Alman İnşaat Sahipleri Ödülü”nün özel bir anlamı olduğunu kaydeden Ağırbaş, çalışmalarının artık mimarlığın sınırları dışına çıktığı savunuyor. Ercan Ağırbaş, “Burada devlet inşaat sahipleriyle mimarın işbirliğini içeren projeleri ödüllendiriyor. Kamu da bu sahiplerden biridir ve çok önemlidir. Burada inşaat sahiplerine mimarla işbirliğinin, aradaki uyumun önemi hatırlatılıyor. Bu uyum, inşaat sahiplerinin toplumdaki çevre güzelliğine, konut, semt, köprü gibi yapılaşmalar üzerinden katkıda bulunacağını gösteriyor. Katkı arıyor. Biz, bu ödülleri alarak, aslında kendi kabuğumuzdan da çıkmış olduk” diye konuşuyor. Türkiye’de şehirciliğin ağır bir sorun olduğunu ve ülkenin bu alanda bir çıkmaza girdiğini kaydeden Ercan Ağırbaş, çok değerli mimarlar olmasına rağmen rant ve rantçılıkla baş edilemediğini belirtiyor. Ağırbaş, şu saptamaları dikkat çekiyor: “Rantçılar mimarlarımızdan daha güçlü maalesef. Aslında TOKİ, tipik bir örnek sayılabilir. Almanya’dan hareketle konuşayım: Bu ülkede de kamu yatırımları var. Ama bu yatırımlar ihaleye çıkarken, ona temel olan şartnameler ciddiye alınır. Şartnameler insanların yaşam kalitesini yükseltmeye yönelik oluşturulur. Bir rant hesabına, 'bir vurup köşeyi dönme' anlayışına kurban edilmez. Bu mantığa prim verilmez. Bir ranta, hak edilmemiş fahiş kazanca kapı açılmaz. Geçenlerde bir mimarlar grubu gelmişti Türkiye’den, devlet teşvikli projelerden konuşuyorduk. Yüklenicinin kârından falan söz açıl- dı. Almanya’daki kamu yönetiminin ihaleyi yüklenen işverene tanıdığı kazanç payı bizimkileri şaşırttı. Yatırımcının yüzde 3-4’lük paylarla çalıştığını duyunca inanamadılar. Bunu mantıksız buldular. Oysa bu kazanç oranına bir de toplumsal yarar oranını eklemek gerekiiyor. Bu
da maddi kazanç kadar önemlidir. Ne yazık ki bu konuda arada büyük anlayış farkları var.”
Rantla mücadele Rantla mücadelede kamu denetiminin en önemli unsur olduğuna dikkat çeken Ercan Ağırbaş, bunun siyasal bir denetim olarak görülmesine itirazı olmadığını belirtiyor. Halkın, siyaset üzerinden süreci, inşaatları vs denetleme olanağı bulduğunu hatırlatan Ercan Ağırbaş’a göre, kamusal alanların dizginsiz bir biçimde özelleştirilmesinin son derece olumsuz sonuçları var: “Bu özelleştirmelerde de Türkiye’de sadece para konuşuyor. Oysa Türkiye’de neredeyse meydan, yeşil alan falan kalmadı. Şehir planlaması bir felaket. Yeşil alan, açık alan yok. Bunlar alışveriş merkezlerine veya otomobil yollarına dönüştürülüyor. Kamusal alan hızla küçülüyor. Bizim Avrupa’da gördüğümüz şey ise farklıdır. Burada imar planları, nazım planları belirleyicidir. Gerçi bu tür planların Türkiye’de de olduğunu biliyoruz, ama uygulanmıyorlar. Özelleştirilenler de denetlenmiyor. Kamu denetimi hızla günlük yaşamdan çekiliyor. Yerini de bir kargaşa alıyor. Özelleştirmelerin denetimsizliği şehirciliği can evinden vuruyor. Ağır bir betonlaşma yaşanıyor.” Betonun bir malzeme olarak çok masum ve iyimser olduğunu vurgulayan Ercan Ağırbaş, bunun kötüye kullanılabileceğini de kaydediyor: “Aslında betonun tek başına suçu yok bu taşlaşmada. Beton çok kullanılır, çünkü beton hata kapatır ve çok dayanıklıdır. Dolayısıyla betonun yayılması, dengesizce çoğalması, biraz da bilgisizlerin, rantçıların elinde kalmasındandır. Sonuçta bu yararlı malzeme rantçıların elinde yan etkileriyle tam bir olumsuzluk anıtına dönüşüyor. TOKİ için de söylemek istediğim bir şey var. Kendisini Türkiye’nin bir parçası sayan ve Türkiye’de yatırım yapan, İstanbul’da bürosu olan bir mimar olarak şunu söyleyebilirim: TOKİ projelerenden hiçbirinin bir mimarın masasından, gerçekten düşünen bir mimarın elinden geçtiğine inanamıyorum. Böyle projelerin bir mimardan onay almasının çok zor olduğunu düşünüyorum.” ■
AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 21
Aşırı sağın cinayetlerine ve toplumun suskunluğuna protesto
Münih’te sessiz bir gösteri
MÜNİH - Alman aşırı sağının işlediği cinayetler Münih’teki suskun bir gösteride yeniden protesto edildi. Beyaz ve kırmızı güllerin taşındığı anlamlı sokak gösterisinde, katılımcılar Münih’in ünlü Geschwister-Scholl Meydanı’nda, Hitler zorbalığına karşı mücadelede can veren Scholl kardeşlerin anısından güç aldı. 23 Şubat’ta bir araya gelen suskun topluluğun bir dakikalık saygı duruşunda, Almanya'dan tüm dünyaya “Saygı, Demokrasi ve Dayanışma” mesajı verildi. BIM (Bayerisches Institut für Migration) Başkanı Zeki Genç, “Beyaz güller, Nazi Almanyası'ndaki direniş hareketini hatırlatıyor ve barışı simgeliyor. Norveç'teki terör kurbanlarına yönelik olarak da kırmızı gülleri düşündük” dedi. Alman toplumunun önüne ve sokakta bu tür etkinliklerle çıkmanın önemine dikkat çeken Genç, şunları söyledi: “Topluma bazı mesajlar veriyoruz aslında susarak. Ona, konuşması için sustuğumuzu bildiriyoruz. Bu toplumun bir parçası olduğumuzu, ırkçılığa karşı bir şeyler yapılması gerektiğini, şiddetin kurbanlarını aklımızdan çıkaramayacağımızı, bazen susmanın binlerce sözcükten daha çok şey söylediğini haykırıyoruz. Söylenmesi gereken her şey söylendi as22 | 4 Mart 2013 |
AvrupaGüN
lında gerçekten de. Irkçı teröre fırsat tanıyamayız, bunun için susuyoruz, toplumumuzda neler olup bittiğine karşı kayıtsız değiliz, şiddeti karşı şiddetle değil sevgiyle karşılamamız gerektiğini vurguluyoruz. Yani eğer susmayı bırakmazsak, sıradaki kurbanlar bizler olabiliriz, bunları sessizce haykırıyoruz.” Sokağın suskunluğu eyleminde, NSU cinayetlerinde yaşamını yitiren her bir kurbanın adı yazılı boş kağıtları beraberlerinde getirdikleri beyaz ve kırmızı güllerle birlikte havaya kaldıran katılımcılar, saygı duruşu ertesinde bunları orada bıraktılar. Zeki Genç bu tür etkinliklerin devam etmesi gerektiğini bildirdi.
Avrupa’daki Türkçe medya çok ağır sorunlarla boğuşuyor
Zor zamanda gazetecilik FRANKFURT - Kendilerini yaşatacak kadar yoğun bir nüfusa sahip olmalarına rağmen zorlu sorunlarla karşı karşıya bulunan Türkçe günlük gazeteler, bir çıkış yolu arıyor. Bunun için de çeşitli önlemler alıyor. Nitekim Türkçe gazete dünyasının en büyük markası Hürriyet’in bir süre önce Avrupa’daki haber merkezini kapattığı bildirildi. Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB), son gelişmelerle ilgili bir basın açıklaması yaparak, sektördeki gelişmelerin bir dökümünü verdi ve çözümler önerdi. ATGB Yönetim Kurulu’nun 28 Şubat tarihli basın açıklaması şöyle: “Batı Avrupa’da günlük Türkçe gazete sektörü çok zor günlerden geçiyor. Hürriyet gazetesinin Frankfurt yakınlarındaki Mörfelden Walldorf’ta bulunan Avrupa Haber Merkezi’ni 1 Mart 2013 tarihi itibarıyla kapatma ve Avrupa bünyesinde küçülmeye gitme kararı, yaşadığımız sıkıntılı dönemin çok uzun süreceğini gösteriyor. Gazetenin satış ve reklam gelirlerinin maliyetleri karşılamaması, çeşitli tasarruf önlemlerinin yıllardır devam eden zararı gidermemesi gerekçeleriyle alınan bu karar, her şeyden önce çok sayıda gazete çalışanının işsizler ordusuna katılması anlamına geliyor. Çok sayıda arkadaşımız ve aileleri çok zor bir gelecekle karşı karşıya. Bu üzücü durumla karşı karşıya olan tüm arkadaşlarımıza sabır ve direnç diliyoruz. Bu dönemin kısa sürmesini umuyoruz. Dileriz, mesleklerini icra ederek, çağdaş ve üretken bir yaşam sürdürebilecekleri yeni fırsatlar en kısa zamanda ortaya çıkar. Elbette aynı dilekler kısa bir süre önce iflas eden Frankfurter Rundschau gazetesinde işlerini kaybeden yüzlerce meslektaşımız ve medya krizinden etkilenerek işsiz kalan bütün medya emekçileri için de geçerli. Öte yandan edindiğimiz bilgiye göre Hürriyet gazetesinin Avrupa baskısı, Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki büro ve muhabirlerinin faaliyetleri devam edecek. Demek ki karşı karşıya olunan krize rağmen Türkçe konuşan 5,5 milyon insanın yaşadığı
Batı Avrupa’da Türkçeye, Türkçe haberciliğe ihtiyacın devam ettiği kabul ediliyor. Zaten Avrupa’da yaşayan, buradaki gelişmeleri yakından gözleyen herkes, Türkçeye ve Türkçe haberciliğe aslında her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğunu kabul ediyor. Haberciliğin, haberlerin ortaya çıktığı bölgenin gazetecileri tarafından yapılması ve takip edilmesi de çağdaş gazeteciliğin temel ilkesidir. Bu nedenle alınan bu karar, karşı karşıya olunan sorunlara çözüm olamaz. Elbette Avrupa’daki insanlarımızın günlük gazete ve Türkçe haber anlayışı çağdaş talepler doğrultusunda yeniden ele alınmalı, Türkçe habercilik ve gazetecilik, mutlaka yeni ve daha ileri noktalara taşınmalıdır. Elbette bu yapılırken, teknolojinin geldiği düzeye uygun davranılmalıdır. Ancak bütün bunlar halen çalışan gazeteci kuşağı mağdur etmeden yapılmalıdır. Avrupa’daki en büyük Türk gazetesinin yeni adımlarla ve yeni olanaklarla yeniden yerinden habercilik ilkesine daha ileriden bir dönüş yapacağı umudunu yitirmek istemiyoruz. Avrupa’daki Türkçe medyanın kan kaybı devam ediyor. Önce başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerindeki kamu radyo ve televizyon kurumlarındaki Türkçe yayınlar kaldırıldı ya da büyük ölçüde küçültüldü. Ardından çok sayıda Türkçe gazete ve derginin Avrupa baskılarına son verildi. Bu gelişmeler çok sayıda medya çalışanının işsiz kalmasına yol açtı. Bunun bir diğer sonucu da ATGB’nin büyük ölçüde güç kaybetmesi, faaliyetsiz kalması oldu. Halbuki yaşanan gelişmeler en azından dayanışma adına Avrupa’daki medya emekçilerinin örgütlenmeye ne denli ihtiyaçları olduğunu gösteriyor. ATGB’nin en kısa zamanda geniş katılımlı bir olağanüstü genel kurul toplayıp, onu Avrupa’daki gazetecilerin kurumsallaşmış örgütlenmesine dönüştürmek için çalışmaya, emek sarfetmeye hazır üyeleriyle ileri adımları atması gerekmektedir.” ATGB Yönetim Kurulu
AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 23
Angela Merkel karşıtı kitap gündemdeki yerini koruyor
“Vaftiz Annesi”: Mafya tipi politika? İLHAN AYER
Gertrud Höhler’e göre, Başbakan Angela Merkel kamuoyunda kendisini partiler üstüymüş gibi göstermeyi seviyor. SPD ve Yeşiller Partisi seçmenlerinin de sempatisini kazanan Merkel, bu iki partiye ait çeşitli politikaları da kendince dönüştürebiliyor. Merkel’in amacı, Yeşiller ve SPD’nin politik silahlarını ellerinden almak.
24 | 4 Mart 2013 |
AvrupaGüN
HAGEN - Almanya’da, Prof. Dr. Gertrud Höhler’in, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve politikaları üzerine yazdığı “Vaftiz Annesi” (Die Patin) başlıklı kitabı yayımlandığı andan itibaren geniş kitlelerin ilgisini çekmeyi başardı. Ede- biyat bilimcisi olan Höhler, aynı zamanda çeşitli şirketlerde politika ve ekonomi danışmanlığı da yaptı. Toplum, ekonomi ve politika üzerine eserleri bulunan Höhler’e başarılı çalışmalarından dolayı da pek çok ödül verildi. Kimdir Merkel? Bugünlerde 50’nci yıldönümü kutlanan Fransa-Almanya ortaklığından uzaklaşan bir Prusyalı mı? Avrupa kraliçesi unvanıyla Asya ülkeleriyle iyi ilişkiler geliştiren bir pragmatist mi?
Kadınlık avantajı Merkel’in kadınlığından gelen bazı avantajları olduğunu söyleyen Gertrud Höhler, erkek politikacıları gözden düşürebildiğini, rakiplerinden bir bir kurtulduğunu belirtiyor. Rakiplerinden kurtulma yolları şöyle olmuş: Friedrich Merz (güçsüzleştirme), Karl-eodor zu Guttenberg (sessiz kalma), Christian Wullf (atamalar ), Joachim Gauck (engellemeler). (s. 173) Gertrud Höhler’e göre, Merkel kamuoyunda kendisini partiler üstüymüş gibi göstermeyi seviyor. SPD ve Yeşiller Partisi seçmenlerinin de sempatisini kazanan Merkel, SPD ve Yeşillere ait çeşitli politikaları da kendince dönüştürebiliyor. Merkel’in amacı: Yeşillerin ve SPD’nin po-
WIKIMEDIA COMMONS/ UDO GRIMBERG
Gertrud Höhler, Merkel’in politikalarını, başbakana özgü yöntemlerini açıklığa kavuşturarak anlatıyor: Başbakanın kimi zaman muhafazakâr, kimi zaman Hıristiyan-sosyal, kimi zaman da liberal olduğunu belirtiyor. Höhler, Merkel’in demokratik rekabeti sakatladığını, politikalarının Almanya ve Avrupa için tehlike oluşturduğunu savunuyor. Gertrud Höhler’e göre, Angela Merkel her gün, her saat, pozisyon değiştiriyor. Başbakan için her şey olanaklıdır. Angela Merkel’in yola çıkarken tek bir hedefi vardı, CDU’yu Avrupa’nın en modern partisi yapmak. Merkel’in gizli reçetesi, geleneksel CDU’nun çözülüşünde: Merkel, yeni bir CDU yaratmak istiyor; Kohl CDU’sundan bir kopuşun peşinde. Angela Merkel, bir doğa bilimcisi olarak öğrendiği “görelilik” kavramını politikada kullanıyor: Her şey görelidir; her şey geçicidir, her şey tersine çevrilebilir. Değerler de görelidir. (s. 20) Kim kendini değerlere bağlarsa, o kişi kendini, sallantıda bulur. Başbakan Merkel’in politik ilkeleri, bağlantısızlık ve tarafsızlık. Merkel’in başarı ilkesi ise “güç, acizlikten iyidir” diye özetlenebilir. Bağlantısızlık, yükümlülük taşımama... Merkel, partiler üstü ve gözlemci statüsünde. Merkel’e göre bütün politik hedefler güç için birer araç; her şey kendi kariyeri için kurban edilebilir. Merkel’in güç için olmazsa olmazı: Bütün parti politikaları, CDU’nun parti için bütün ürettikleri, Merkel’in olmalı. Güç, Angela Merkel’de; diğerleri bu yarışta geride kaldı. Merkel, bir yandan kendi partisinde yükselip başarılı gözükmek istiyor, diğer yandan da kendine ait olmayan fikirleri, kendisininmiş gibi göstermek istiyor. Her zaman sessiz kalmayı tercih ediyor; hiçbir zaman kurban olmak istemiyor. Sessizlik, daha fazla güç demek.
GERtRud HöHLER
litik silahlarını elinden almak. (“Compact” dergisi, 11/2012, s. 19.) Merkel, sivil darbe mi yapıyor, anayasa ve kanunlara aykırı mı davranıyor? Merkel demokratik yolları terk mi ediyor? Merkel yönetimindeki Almanya’da normlar geçersiz kılınıyor, yasalar deliniyor. Yeşiller Partisi, 2011 yılında, Federal Anayasa Mahkeme’sine, Avrupa İstikrar Mekanizması ve Euro Plus Paktı üzerine bilgilendirilmedikleri gerekçesiyle hükümete karşı dava açıyor.(s. 124) Merkel’in mesajı açık: Devlet benim. Höhler’in Merkel’e en sert eleştirilerinden biri de hükümetin enerji politikaları ile ilgili. Höhler, atom santralleri kapatıldığında Alman endüstrisinin elektrik giderlerinin artacağını belirtiyor. Atom enerjisinden yenilenebilir enerjiye geçilebilmesi için, bu enerji alanının sübvanse edilmesi gerekiyor. Sübvansiyonun olanaklı olması için de yüksek vergilendirmeler kaçınılmaz. Ayrıca, aileler de bu değişimden etkilenecek: Elektrik fiyatları artacak. Kuzey Buz Denizi’ndeki rüzgar parkları ve yerel hatlarla bağlantı kurabilmek için 3800 km’lik elektrik hattı inşa edilmek zorunda. Bunun için 60 milyar avronun üzerinde bir maliyet hesabı öngörülüyor. (s. 266) Gertrud Höhler, yeni enerji sektörlerindeki yüksek maliyetlerden dolayı, enerji şirketlerinin yurtdışına kaçmaya başladıklarını; Merkel’in gizli-kapaklı, ince politik girişimleriyle de enerji sektörünü devletleştirmek istediğini vurguluyor.
AvrupaGüN
| 4 Mart 2013 | 25
Önemli bir nokta şu: Höhler’in bu vurgusu sadece Merkel’e özgü değil. Alman devletinin en büyük özelliklerinden biri de “devlete açılan alan”dır: Devlet, hiçbir girişimi yasaklamaz; sadece engeller koyarak, “küçük” alanı “öteki”ne, “büyük” alanı da kendine ayırır.
“Devletçi” Merkel Gertrud Höhler’in eleştirilerinden Angela Merkel’in bazı önemli sektörleri devletin tekeline almak istediğini öğreniyoruz. Höhler, banka kurtarma operasyonlarının da bankaları devletleştirmek için bir araç olduğunu belirtiyor. Höhler, düşüncesini şöyle temellendiriyor: “İflas eden yatırım şirketi Hypo Real Estate ve Commerzbank şimdi devletin elinde. Bizim saptamamız, bu girişimin, devletin finans sektörüne bir 'güç' saldırısı olduğu yönünde. Biz sadece işletmelerin rekabet gücünün artırılmasını savunuyoruz, devletin olağanüstü düzenlemeler yapmasını değil.” (Compact, Nr. 11/2012, s. 21) Avrupa ve Almanya’da finans piyasasında neler oluyor? Avro krizi ve borçlu ülkelerin durumu Avrupa ekonomisinin motoru olan Al-
26 | 4 Mart 2013 |
AvrupaGüN
manya için bir fırsat mı? Merkel, Avrupa’yı kontrol etmek mi istiyor? Merkel’in düşüncesi, açık: Avro başarısız olursa, Avrupa başarısız olur. Avrupa’daki tasarruf, kemer sıkma politikalarının, piyasaları depresyona sokmasından korkuluyor. Höhler’e göre, Angela Merkel ve Alman Merkez Bankası bilmeli ki, Avrupa’nın geleceği için uygulamaya konulan para politikaları kötü sonuçlar verdiği anda, avro ve Avrupa Birliği’ne büyük zararlar verebilir. Avronun korunması, devletlerin koruma ölçüleri, avro para politikası çıkmaz sokakta. Gertrud Höhler, eleştirilerini desteklemek için dünyaca ünlü yatırımcı ve spekülatör George Soros’un sözlerini dayanak alıyor: Soros, ekonomik krizin henüz geçmediğini, devletlerin kasalarından para ödemelerinin devam edeceğini, hataların tekrarı halinde, 1929 Amerika ekonomik krizi gibi bir krizin yeniden yaşanabileceğini belirtiyor. (s. 97) Soros’un korkusu nedir, “bilinmez”. Gertrud Höhler Die Patin Orell Füssli Verlag, Zürich, 2012