İÇİNDEKİLER 3 Yabancı düşmanlığı Alman halkında fazlasıyla yaygın Aşırı sağın yerleşikliği endişe uyandırıyor Alman halkı ekonomik ve siyasal krizle birlikte yabancı düşmanı ve ırkçı anlayışlara daha bir yakınlaşıyor. 5 ATGB’nin tartışmalara yönelik yorumu: “Bu bir skandal!” NSU Davası’nda Türk gazeteciler sorunu büyüyor 6 NSU, “Döner Cinayetleri” ve Türk medyası Bir itiraf aslında bu 7 Eurostat rakamları ilginç tablolar ortaya çıkarıyor Avrupa ’da yoksullaşma yarışı
8 Jakob Arjouni ve Kemal Kayankaya erken veda etti Kısa ömrün uzun gölgesi Jakob Bothe, daha sonra Fas asıllı ilk karısının soyadını alarak oluşturduğu yazar adıyla Jakob Arjouni, yazarlığa geçince ve henüz çok gençken bir Türk kahraman yaratmış, ona Dr. İlter Kayankaya’nın soyadını vermişti: Kemal Kayankaya. OSMAN ÇUTSAY 12 Nereden geldiğimiz değil, nereye gittiğimiz önemli! “Tram’ Kadınları” UĞUR HÜKÜM
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
Yabancı düşmanlığı Alman halkında fazlasıyla yaygın
Aşırı sağın yerleşikliği endişe uyandırıyor
Alman halkı ekonomik ve siyasal krizle birlikte yabancı düşmanı ve ırkçı anlayışlara daha bir yakınlaşıyor. Ancak bunun sadece Alman toplumunda değil, krizdeki diğer Avrupa ülkelerinde, örneğin Güney Avrupa’daki kaos sürecinde de ortaya çıkmasından korkuluyor.
BERLİN - Federal Almanya’da yabancı düşmanlığının sanıldığından çok daha yaygın olduğu yeni bir araştırmada bir kez daha vurgulandı. Leipzig Üniversitesi bünyesinde 10 yıllık bir sürede 16 bin denekle yapılan görüşmeler sonunda belirginleşen sonuçlar, yabancı düşmanlığı ve aşırı sağ ideolojilerin Alman halkının önemli bir bölümünde yerleşiklik kazandığını gösterdi. Özellikle yabancılar ile bağlantı içinde bulunmayan Almanlardaki yüksek yabancı düşmanlığı, aşırı sağ ideolojilerin yabancılarla doğrudan bağlantı içinde olan kesimlerde yayılmasının güç olduğunu bir kez daha kanıtladı. AvrupaGüN
| 1 Nisan 2013 | 3
Leipzig Üniversitesi Tıp Psikolojisi ve Tıp Sosyolojisi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Elmar Brähler ve çalışma arkadaşlarının yürüttüğü uzun süreli araştırma, her iki yılda bir yenileniyor ve Almanya’daki aşırı sağ zihniyetin gelişim sürecini inceliyor. Son 10 yıldır sürdürülen yüz yüze görüşmelerin sonuçlarını bir kitap halinde bir araya getiren Brähler ve ekibi, “Sosyal Psikolojik Bir Şimdiki Zaman Teşhisi” başlıklı bu çalışmada, özellikle Doğu Almanya’daki sürece dikkat çekti. Burada da Doğu Almanların yabancılarla Batı Almanlara göre çok daha az ilişki içinde olduğu ortaya çıktı. Komşu olarak veya işyerinde göçmenlerle birebir ilişki içinde olan Doğu Almanların oranı yüzde 36’da kalırken, bu rakam Batı Almanlarda yüzde 75 oldu. Ayrıca aileler arası ve arkadaş çevresinde göçmenlerle ilişki içinde olan Doğu Almanların oranı yüzde 24 iken, bu oranın Batı Almanlar için yüzde 58’i bulduğu ortaya çıktı. Bu kitapta da, yabancılarla ilişki içinde olan Almanlarda yabancı düşmanlığının çok az gelişebildiğine dikkat çekildi ve son verilerin bu sonucu bir kez daha desteklediği vurgulandı.
Kendine yabancılaşan Almanya Ancak tüm Almanya’da yine de yabancılara karşı olumsuz bakış ve reddedici tutumun yaygınlığı umutları kırdı. “Almanya’nın çok sayıda yabancı nedeniyle tehlikeli boyutlarda kendine yabancılaştığı” saptamasına “büyük ölçüde” hak veren Almanların oranı yüzde 22.7 oldu. Yüzde 14.5’lik bir kesim de “bu saptamayı tamamen desteklediğini” belirtti. Yüzde 37’lik toplamın, yani yaklaşık her üç Alman’dan birinin bu yabancılaşma tehdidine hak veren bir görüş içinde olmasının kesinlikle marjinal sayılamayacağı belirlendi. Bu arada bu saptamaya kısmen katıldığını belirten yüzde 27.7’lik kesimin de toplama katılması halinde, Alman halkının yarıdan fazlasının yabancı düşmanı bir tutum içinde olduğu gözleniyor. Almanların özellikle, “Yabancılar buraya sosyal devletimizi sömürmek için geliyor” ve “Eğer çalışacak işyeri azalır iş bulmak zorlaşırsa, yabancıları kendi ülkelerine geri göndermek gerekir” gibi ifadelere bakışın da benzer bir yaygınlık içinde olduğu gözlendi.
4 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
Doğu ve Batı farkı Doğu Almanya’da halkın üçte biri yabancı düşmanı ifadelere katıldığını açıkça belirtti. Ancak 3 milyona yakın Türkiye kökenli göçmenin yaşadığı batı eyaletlerindeki durumun daha farklı bir resim verdiği gözlendi. 1981 sonrasında doğanlar arasında, yani 30-32 yaş grubunda, Doğu Almanların yüzde 31’i yabancı düşmanlığına eğilim gösterirken, bu oran Batı Almanlar arasında sadece yüzde 18 oldu. Bu arada, yaş ilerledikçe Almanya’nın iki kesimindeki insanların yabancı düşmanlığı konusunda benzer oranlara sahip olduğu saptandı. 80 yaş üzerindekilerde, Batı Almanların yüzde 32.8’i yabancı düşmanı görüşlere yakınlık gösterirken, bu oran aynı yaş grubundaki Doğu Almanlarda yüzde 31.5 oldu. Batı Almanların özellikle Yahudi düşmanlığına Doğu Almanlardan daha “yatkın” olduğu da bu uzun süreli araştırmanın sonuçları arasında yer aldı. Batı Almanya’da her 10 kişiden biri antisemitik görüş sahibi, Doğu Almanya’da ise bu oran her 16 kişiden biri şeklinde. Prof. Dr. Elmar Brähler, yabancı düşmanlığının insanları uyuşturucuya alıştıran bir tür “ara madde özelliği” taşıdığını ve bu bakıştan aşırı sağa doğrudan geçiş yapılabildiğini hatırlattı. Brähler, Doğu Almanyadaki görece genç kuşağın, Batı Almanya’da ise görece yaşlıların otoriter karakterle uyum içinde olduğunu, dolayısıyla aşırı sağa daha yakın olduğunu ileri sürdü. Son dönemde art arda yapılan araştırmalarda gözlendiği gibi, Elmar Brähler ve ekibinin bu kitabı da Doğu Alman eyaletlerinde aşırı sağın daha fazla şansı olduğu tezine ağırlık veriyor. 2011’de yayımlanan ve büyük yankı yaratan “Deutsche Zustände” (Alman Durumları) başlıklı araştırma da, toplumdaki güvencesizlik ve yarın korkusuyla artan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık arasındaki bağlantıya dikkat çekmişti. Toplumsal ve ekonomik kriz dönemlerinde yabancılara, azınlıklara ve yabancı kültürlerin ülke içinde “gereğinden fazla yer almasına” tepki gösterenlerin oranındaki artışın, sadece Almanya gibi AB’nin merkezi bir ülkesinde değil, Güney Avrupa’da da gündemi belirlemesinden korkuluyor. ■
ATGB’nin tartışmalara yönelik yorumu: “Bu bir skandal!”
NSU Davası’nda Türk gazeteciler sorunu büyüyor FRANKFURT -Almanya’da 2000-2007 yılları arasında 8 Türk, bir Yunan ve bir de kadın polis memurunu öldürdükleri ileri sürülen “NSU Çetesi”nin hayatta kalan son üyesi Beate Zschäpe ve destekçilerinin yargılanmasıyla ilgili ortaya çıkan gazeteci sorunu gündemdeki yerini koruyor. 17 Nisan’da başlayacak duruşmalara az bir zaman kala, mahkeme salonuna Türk gazeteci alınmaması sert tartışmalara neden oldu. Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi, zamanında başvuruda bulunan 50 gazetecinin akredite edildiğini belirtti. Ancak Türk basın mensuplarının bu listede yer almaması sert biçimde eleştirildi. Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) Başkanı Gürsel Köksal, gelişmelerle ilgili şu açıklamayı yaptı: “Çok sayıda Türk’ün, Türk oldukları için, Yunanistan kökenli bir göçmenin de büyük bir olasılıkla Türk zannedildiği için öldürüldükleri seri cinayetlerle ilgili davanın görüleceği Münih Yüksek Bölge Mahkemesi duruşma salonunda Türk medyasına yer ayrılmadığını öğrendik. Konuyla ilgili açıklamaya göre salonda medya için öngörülen 50 kişilik yer, davayı izlemek üzere başvuran medya kuruluşları ya da gazetecilere, başvuru sırasına göre dağıtıldı. Eğer gerçekten söylendiği gibiyse, söz konusu 50 kişilik liste, acele edip, diğerlerinden birkaç gün, birkaç saat ve hatta birkaç dakika önce başvuran medya organı temsilcisi ve gazeteciden oluşuyor. Ve bu listede tek bir Türk medya organı ya da gazeteci yer almıyor. Bu büyük bir haksızlık, büyük bir skandal. Hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın büyük bir skandal.
Böylece bu alçakça cinayetlerle ilgili bir yılı aşkın bir süredir devam eden soruşturmalar sırasında gün be gün karşılaştığımız skandallara bir yenisi daha eklenmiş oluyor. Bu durumu protesto ediyoruz. Başvuran her Türk medya organının ve Türk gazetecinin duruşmaları mahkeme salonunda izleyebilmesi için, gereken önlemlerin en kısa zamanda alınmasını talep ediyoruz. Salonun kapasitesinin sınırlı olması mazeretini kabul etmiyoruz. Bu duruma mutlaka çözüm bulunmalıdır. Bulunabilir de. Örneğin duruşmalar önceki benzer davalarda olduğu gibi daha büyük bir salonda yapılabilir. Süddeutsche Zeitung’dan meslektaşımız Hans Holzhaider’in önerdiği (duruşmanın bir diğer mahkeme salonundan naklen izletilmesi) çözüm olarak düşünülebilir. Kuşkusuz, istenirse başka çözümler de bulunabilir. Elbette bu talebimiz, davayı izlemek üzere başvuran ve kendilerine ret yanıtı verilen tüm meslektaşlarımız için de geçerlidir. İlgili herkesi mahkemeyi izlemek üzere tekrar başvuruda bulunmaya, kendilerine verilecek red yanıtlarına itiraz etmeye davet ediyoruz. Avrupa’daki Türk gazetecilerin örgütü ATGB, üyelerini ve tüm meslektaşlarımızı, seri cinayetlerin sorumlusu ya da destekçisi olarak gösterilen kişilerin yargılanması sürecinde, Türkiye kamuoyunun ve Almanya’daki Türk toplumunun 'haber alma hakkının' gerçekleşmesi için bulunacak çözümün ya da yaşanacak çözümsüzlüğün tanığı olmak üzere, 17 Nisan’da Münih’te, mahkeme önünde buluşmaya çağırıyoruz.” ■
AvrupaGüN
| 1 Nisan 2013 | 5
NSU, Döner Cinayetleri ve Türk medyası
Bir itiraf aslında bu FRANKURT - Alman medyasını ve Berlin’i bir yana bırakalım ve şunu itiraf edelim: Gerek Ankara gerek Türkçe medya, istisnasız tüm Türkçe medya, baltayı nasıl taşa vurduğunu kamuoyunun gözünden saklamak istercesine bir feryat figan içinde. “Biz neden NSU duruşmalarında yokuz” diye ağlaşılıyor. Burada bir terslik var. NSU duruşmalarının başlamasına iki hafta kala Türk gazetecilerin mahkeme salona giremeyeceklerinin ortaya çıkması, zamanında başvuru yapılmadığının anlaşılmasıyla birlikte, bir bağrış çağrış içinde, asıl gerçeğin gözlerden kaçmasına yardımcı olunuyor sanki... Oysa burada iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmalıydık. Hatta tam tersi: Çuvaldızı kendimize iğneyi başkalarına batırmamız gerekiyordu. “Bu ülkede 9 tane Arap atı öldürülseydi, galiba 8 Türk, bir Yunan ve bir kadın polisin öldürülmesinden daha çok gürültü çıkardı” diyenleri anlamak zor değildi. Yıllarca bu cinayetleri gündeme taşımakta özel bir çaba ve herhangi bir araştırmacılık başarısı gösterememiş Türkçe medya, aslında iş bu noktaya geldiğinde de yanlış ayak üzerinde yakalanmıştı ve sesi çıkmıyordu. Şimdilerde, herkes “Biz neden o duruşmada yokuz?” diye feryat ediyor. Aslında elbette öncelikle Türkçe medyanın o salonda olması gerekirdi. Galiba da bazı kolaylıklar sağlanarak sonunda temsili nitelikte bir iki isim orada bulunacak. Ama biz tersinden giderek bir soru soralım: Olsalar ne olacak? Türkçe medya, bütün eğilimleriyle ana akım medya, hatta yerel ve küçük ölçekli gazeteler de, bu olaylara hakkını vererek yaklaşabildiler mi? Kendimizi dışarıda tutmayalım, geçen sayıdaki kapak konumuz ve onu işleme biçimimize rağmen, kendimizi ayrı saymayalım. Bizler, bütün Türkçe medya, ne olup bittiğini yeterince sorgulayabildik mi, yanıtlar bulup bazı sonuçlar çıkarabildik mi? Yoksa tüm medyamız, tıpkı ana akım Alman medyası gibi mi davrandı? Yani tek tük ajanslarda ve bazı “muteber” gazetelerde çıkan haberleri özetleyip Türk kamuoyuna, daha çok da Türkiye’deki kamuoyuna duyurmakla mı yetindik? İkincisi elbette. Türkçe medya, NSU Çetesi’nin ne olduğunu ciddi ciddi sorgulayan ana akım dışı arayışların yanından bile geçmedi. Bu olaylardaki düzen6 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
sizliklere, arkalarında neler olduğunu sorgulayanlara ilgi göstermedi. Onlardan belki de haberi bile yoktu. Ama haber verenleri de dikkate almadı. Şimdi ille o salonda yer almak için bağırıyor. Belki de görevini gereğince yapmamış olmanın gizli suçluluk kompleksi içinde bir şeylerin üzerini örtmeye çalışıyor. Türkçe medyaya, ana akım dışında olanlara özellikle, başka bir görev düşüyordu oysa. Bize, çok kolay sunulan gerçeklerden kuşkulanmak ve olan bitenlerin arkasında çok başka bir cürüm silsilesi yaşanıp yaşanmadığını araştırmak düşüyordu. Bunu yapamadık. Hadi ana akım medyayı ve endişelerini anlıyoruz, yapmaları zor, ama bu ana akımı beğenmeyenlere, yerel yayıncılık yapanlara ne oluyor? Onlar neden suskun kalıyor? Yerel Türkçe gazeteler, 3 milyon Türkiye kökenlinin yaşadığı Almanya’da özel bir ağırlığa sahip. Aralarında bir haber ağı oluşturmadıkları, bir ikinci medya odağı olarak sahneye çıkmadıkları sürece, “Hık deyici” olmanın dışında bir rol üstlenemezler. Oysa NSU Çetesi ve “Döner Cinayetleri”nde ne gibi tersliklerin ortaya çıktığını gösterebilirlerdi. En azından Avrupa GÜN’de bir bölümü çıkan, olaylarla ilgili kuşkuların altını üstüne getirebilir, olaylara başka açılardan ışık tutulmasını sağlayabilirlerdi. Yapmadılar. Yapamadılar. Yapmadık. Şimdi de mahkeme salonunda bizden niye kimse yok diye ortalığı velveleye veriyoruz. Bunu hak etmiş miydik? Bu soruyu hiç sorduk mu? 17 Nisan’da Almanya tarihinin en büyük devlet skandallarından biri patlak verebilir. İnanılmaz gerçekler ortaya çıkabilir veya her şey inanılmaz bir bayağılıkla saklanabilir. İyi de, bunu anlayabildik mi? Avrupa GÜN’ün geçen kapak sayısını Türkçe medyanın Türkiye ve Avrupa’daki birçok ismi gördü. Kendilerince bu dosyayı ihbar kabul edip olayın arka planını incelemek üzere harekete geçtiler mi? Almanya’da eşi görülmemiş bir devlet skandalını da ortaya çıkarabilecek olan bu cinayetlerin gerisinde nelerin yattığının sorgulanması gerektiğini düşünen oldu mu? Daha doğrusu Alman Basın Ajansı DPA’nın ve birkaç büyük gazetenin haberlerini özetlemek dışında bir “habercilik“ yapıldığını gören var mı? OSMAN ÇUTSAY
Eurostat rakamları ilginç tablolar ortaya çıkarıyor
Avrupa ’da yoksullaşma yarışı FRANKFURT - Son rakamlar “Yoksulluk Tehdidi Oranı” ile ilgili şaşırtıcı sonuçlara yol açıyor. Eurostat verilerine göre Avrupa ülkeleri arasında yoksulluk tehdidi oranı en yüksek ülke Türkiye’nin komşusu Bulgaristan. 2010 rakamlarına göre 2011’da tamamlanan bir tablo, Bulgaristan’da bu oranın yüzde 22,3 olduğunu gösteriyor. Yoksulluk Tehdidi Oranı, yoksulluk tehlikesiyle ilgili eşik değerinin altında bir gelire sahip olan insanların nüfus içindeki payını ifade ediyor. Konut yardımı, çocuk parası gibi devletten alınan sosyal yardımların da içerildiği bu gelir, ülkedeki ortalama gelirin yüzde 60’ını buluyorsa, sözü geçen eşik değeri de saptanmış kabul ediliyor. Bir başka deyişle, eğer bir Avrupa ülkesinde herhangi bir yurttaş devletin tranfer yardımları dahil olmak üzere halkın ortalama gelirinin yüzde 60’ından daha düşük bir gelire sahipse yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıyadır. “Yoksulluk Tehdidi”, bir ülke halkının yüzde kaçının yoksulluk sınırında yaşadığını gösteriyor. Sonuçlar EU-SILC (European Union Statistics on Income and Living Conditions) tarafından 2011’de Avrupa’daki gelirler, yoksulluk ve yaşam koşulları üzerine yapılan kamuoyu araştırmalarına dayanıyor. Buna göre Avrupa Birliği ve Avro Bölgesi’nde yoksulluk tehdidi altındaki halkın toplam nüfus içindeki payı yüzde 16,9. Tablolar, Bulgaristan’ın yoksullukla en haşır neşir ülke olduğunu gösteriyor. Bu ülkede halkın yüzde 22,3’ü, Romanya’da yüzde 22,2’si kendi ölçüleri içinde bile yoksulluk koşullarında yaşamaya çalışıyor. Yani ortalama gelirin yüzde 60’ını kazanamayan insanların toplam nüfus içindeki payı böyle. Bulgaristan ve Romanya’yı, İspanya yüzde 21,8, Yunanistan da yüzde 21.4 ile izliyor. İtalya, Letonya, Portekiz, Polonya ve Estonya da AB ortalamasının üzerinde kalan, yani yoksulluğun AB ortalamasının üzerinde seyrettiği ülkeler. Yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya olan halk kesiminin toplam nüfus içindeki payı görece
düşük olan arasında ise ilk iki sırayı yüzde 9,2 ve 9,8 ile İzlanda ve Çek Cumhuriyeti alıyor. Bu arada iflasın eşiğindeki Kıbrıs Rum Kesimi’nin de, 2010 yılı verileriyle AB ortalamasından daha iyi, yani yoksulluk oranı daha düşük ülkeler arasında bulunması, yeni yorumlara yol açıyor. Ülkelerin bir yıldan daha kısa bir zaman içinde köklü dönüşümlerle karşı karşıya kalabileceğine dikkat çekiliyor. ■
AvrupaGüN
| 1 Nisan 2013 | 7
Saat 20:00
Ön satış : 10.- € Kapıda : 12.- €
4 Küçük çocuklar oyuna alınmaz
www.tiyatroistasyon.de
8 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
tiyatroistasyon hamburg
AvrupaG端N
| 1 Nisan 2013 | 9
Jakob Arjouni ve Kemal Kayankaya erken veda etti
Kısa ömrün uzun gölgesi
FOTO: MIRANDA JUNOWICZ
OSMAN ÇUTSAY
Küçük Jakob annesiyle birlikte yaşıyordu ve oturdukları apartmandaki komşularından biri de Ülkü Gürkan-Schneider ve ailesiydi. Dolayısıyla biraz da Ülkü ile kız kardeşi Dr. İlter Kayankaya’nın elinde büyüdü. Ülkü Gürkan, “Daha küçük bir çocukken bize de gelirdi tabii sık sık ve biz İlter’le aramızda Türkçe konuşurken pür dikkat kesilirdi, o yıllardan bir şeyler almış olması gerekir” diyor. Bir şey kesin: Jakob Bothe, daha sonra Fas asıllı ilk karısının soyadını alarak oluşturduğu yazar adıyla Jakob Arjouni, yazarlığa geçince ve henüz çok gençken bir Türk kahraman yaratmış, ona Dr. İlter Kayankaya’nın soyadını vermişti: Kemal Kayankaya.
10 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
FRANKFURT - Yılın ilk günlerine ağır hasta olarak girmiş olmalı. Almanca konuşulan dünyada Türkler üzerinden yapılan ve son derece yaygın ilk “polisiye” kariyerin sahibiydi. Gerçekten de gençti. 1964 doğumlu Jakob Arjouni, 17 Ocak 2013’te bir süredir tedavi gördüğü kansere yenildi. İnsanlar bu genç adamın ölümüne üzülme fırsatı bile bulamadılar. Her şey bir anda oldu. Tıpkı romanlarında ve başkahramanı Kemal Kayankaya’nın hayatında olduğu gibi. Özel dedektif, çenesi işlek, hiç laf altında kalmayan ama hep bir yanı hep hüzünlü Kemal Kayankaya, beşinci kitabı okur önüne çıktıktan kısa bir süre sonra öksüz kaldı.
Frankfurtlu ve kocaman gözlü bu sevimli küçüğün zekasıyla bir yerlere geleceğini ilk sezenler arasında Almanya’daki sol çevrelerin “Ülkü Abla”sı, Ülkü Gürkan- Schneider de vardı. Zaten özel dedektif Kayankaya’nın “isim anneliğini” de Ülkü Gürkan-Schneider ve Frankfurt çevresindeki Türk kadınlarının geçen yüzyılın son çeyreğinde doktorluğunu yapan kız kardeşi İlter Kayankaya üstlenmişti. Jakob, 22 yaşındayken kitap sahibi olmasını ve bir anda üne kavuşmasını gerçekten Türklere de borçluydu. Babası, tiyatro dünyasından, hatta bir ara isim de yapmış bir oyun yazarı Hans Günter Michelsen’di ve annesiyle evli değildi. Küçük Jakob annesiyle birlikte yaşıyordu ve oturdukları apartmandaki komşularından biri de Ülkü Gürkan-Schneider ve ailesiydi. Dolayısıyla biraz da Ülkü ile kız kardeşi Dr. İlter Kayankaya’nın elinde büyüdü. Ülkü Gürkan, “Daha küçük bir çocukken bize de gelirdi tabii sık sık ve biz İlter’le aramızda Türkçe konuşurken pür dikkat kesilirdi, o yıllardan bir şeyler almış olması gerekir” diyor. Bir şey kesin: Jakob Bothe, daha sonra Fas asıllı ilk karısının soyadını alarak oluşturduğu yazar adıyla Jakob Arjouni, yazarlığa geçince ve henüz çok gençken bir Türk kahraman yaratmış, ona Dr. İlter Kayankaya’nın soyadını vermişti: Kemal Kayankaya.
Bir kırgın 57’li “Happy Birthday, Türke!” romanıyla dünyaya merhaba diyen Kemal Kayankaya da Frankfurt’un bir çocuğuydu. Bir 57’liydi. Jakob Arjouni, Kemal Kayankaya’nın 11 Ağustos 1957’de Türkiye’de doğmasını sağlamış, hatta annesi “Ülkü”yü de doğum sırasında “öldürüvermişti”. Babası Tarık bunun üzerine Almanya’ya gitmiş ve Frankfurt belediyesinde çöpçü olarak çalışmaya başlamıştı. Hemen ardından oğlu Kemal’i de getirtmiş, ama aradan üç yıl geçmeden bir posta arabasının altında kalınca küçük Kemal, Alman bir pedagog çift tarafından evlat edinilmişti. Jakob Arjouni’nin Kemal’i, burada Türkçeyi tamamen unutmuş, ama lise diploması ve hemen ardından 1980’de de özel dedektif lisansı almayı başarmıştı. Yaptığı işi sevmiyor değildi, hatta zaman zaman fazlasıyla zevk aldığını itiraf ettiği bile oluyordu. “Happy Birthday Türke” (İyi ki Doğdun Türk) romanında uyuşturucu çevrelerinde araştırmalarını sürdüren Kayankaya, “Mehr Bier” (Daha Çok Bira) ve “Ein Mann, ein Mord” (Bir Adam, Bir Cinayet) ile öfkeli çevre korumacılarına, sığınmacıların paralel dünyasına bulaş-
mıştı. Sonra neonaziler geliyordu sahneye. En sonunda da şeriatçı çevrelerin şaka gibi her türlü yolsuzlukla iç içe ucuz ve acımasız oyunbazlıkları... Huzursuz çağdaşlarıyla maceralara atılıyor, dayaklar yiyor dayaklar atıyor ve okurdan da ilgi görüyordu. İşin bir tarafı gerçekten komikti. Tipik bir Türk görünümdeki Kemal Kayankaya, Frankfurt ve çevresinde başı belaya her girdiğinde, özellikle Türklerden sürekli fırça yiyordu. Tabii Almanlardan ve Alman polisinden de. Bir Türk kadın kendisine Türkçe bir şeyler söylediğinde, Türk olduğunu kabul ediyor, “ama çok özel durumlar nedeniyle Türkçeyi anlama ve konuşma şansı bulamadığını” itiraf ediyordu. Adeta özür diliyordu.
AvrupaGüN
| 1 Nisan 2013 | 11
İlginç bir adamdı Kemal Kayankaya. Pezevenkler, insan tacirleri, iğneciler, küçük suçlar işleyerek hayatta kalmaya çalışan mafya döküntüleri, gündelik ırkçılar, kafayı toptan yemiş bir sürü insan, nedense gelip gelip hep Türkçe bilmeyen bu Türk’e çarpıyorlardı. Özel dedektifin, bu insanlara karşı özel bir antipatisi veya sempatisi yoktu. Bu insanların nereden geldikleri, kökenleri, neden böyle pis işlere bulaştıkları da umurunda değildi. Ama onların, sefaletin sıradan ve acınası bir kurbanı mı yoksa ruhen satılık biri mi olduğunu çok çabuk anlayabiliyordu.
Adalet ve enerji Düzgün olduğunu düşündükleriyle dostluk kurabiliyor, hatta iki tek de atıyordu. Üstelik bunu, bu insanları içeriye göndermeye hazırlanırken yaptığı da oluyordu. Zavallılara, ezilmişlere, hayatın sillesini yemiş ve yanlış yola düşmüşlere bir yakınlığı vardı, ama ruhu bozuk ve insana kolayca kötülük yapanları affedemiyordu. Bu tiplerden sıkı dayaklar yediği ve ölümlerden döndüğü bile oluyordu, fakat bazılarının ölümü de onun elinden oluyordu. Kemal Ka12 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
yankaya biraz da buydu: Gizli, hatta genlerine yapışmış bir adalet duygusuna sahipti; yoldan çıkmış ve insanlara kötülük yapanlarla, bunlar polis veya sıradan gangster de olsa, didişmekten kaçınmıyordu. Kendince sonuç alıyordu... Adalet duygusu, özel bir enerji merkezi gibi işliyordu bu adamın içinde. Kemal Kayankaya’nın bir yanı tilkiydi ve doğrusu pek o kadar temiz sayılmazdı; küçük ve pek de düzgün olmayan işlere bulaştığı oluyordu, ama derinlerde bir yerde inanılmaz bir adalet duygusu, bir jeneratör gibi işleyip duruyordu. Gençken, “Happy Birthday Türke”de mesela, kötü gençlerle hemen dövüşmeye hazırdı, gereğinden çok sopa yiyor ve sopa atıyordu, bu arada fırsat buldukça da içiyordu. Üstelik yalnızdı... Türkçeye henüz çevrilmeyen dördüncü kitap “Kismet”teki Kayankaya, artık bir dönüşümü imlemektedir. Kemal artık yaşını başını almıştır, refleksleri yavaşlamış, kilolanmış, fakat yine de parlamaya hazırdır. Arjouni’nin ölümünden önceki son kitabı “Bruder Kemal” (Kemal Kardeş), Türkçe bilmeyen bu Türk-Alman dedektifin son macerası oldu. Roman, artık 50’sini geçmiş, epey bir kilo
almış, eski bir fahişe olan uzatmalı sevgilisiyle evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya hazır bir Kemal Kayankaya’yı anlatmaktadır. Gerçi hayata alaycı takılmaya yine devam etmektedir. Hazırcevaplığı yerindedir. Üstelik yine olur olmaz yerde espri patlatmaya hazırdır. Ama yalnızlığı bitmiştir. Kemal Kayankaya, “Kemal Kardeş”, babası Jakob Arjouni’yi kaybetmeden önce, yalnızlığını da vestiyere asmış görünmektedir. Dinci çevrelerle takışmakta ve bunların kirli işlerini ortaya çıkarmaktadır. Pislik ve çürüme her yerdedir. Poliste, camide, zengin evlerinde, gencecik ama daha şimdiden “anasının gözü” bir kızda, sokaklarda, ressam bir babada... Kemal Kayankaya, son macerasında sıcak bir yuvanın eşiğindedir. Jakob Arjouni, beş kitaplık bir ömrü kapatmış oldu 17 Ocak’ta. Geçen yılın sonbaharında son kitabı piyasa çıktığında, 10 yıldır Kayankaya romanı yayımlamadığını hatırlatanlara, “Evi özledim, canım çekti” diyordu. Yıllardır ta-
nıdığı biriyle bildiği bir yolda yürümeyi özlemişti. “Bruder Kemal”i yazarken, yaklaşık 30 yıl önceki ilk Kemal Kayankaya romanını bir kez daha okumuş ve “Çocuklukta yaptığım resimleri bir daha görmüş gibi oldum” demişti. İlk romanını 19 yaşındayken yazmıştı. Ama 40’larını kapatırken o romandaki ana izlek, hâlâ varlığını korumaktaydı; bunu da görüyordu. Demek ki bir devamlılık vardı. Jakob Arjouni, ilginç bir çocuğu, ama artık yalnız olmayan bir kırgını, bir “tutunamayan”ı, bir kadına bağlayarak, onu yalnızlıktan kurtararak aramızdan ayrıldı. Kemal Kayankaya’yı sağlam bir limana, kendisi gibi kırgın ama yine de güçlü kırgın bir kadının sevgisine emanet bıraktı. Beş kitaplık uzun ve temiz bir gölge kaldı bu acımasız güneşin altındaki ölümlülere... ■
AvrupaGüN
| 1 Nisan 2013 | 13
Nereden geldiğimiz değil, nereye gittiğimiz önemli!
“Tram’ Kadınları” UĞUR hÜKÜM
DElPhINE SEYRIG
ROSA PARKS
SÉVERINE
PARİS - Paris’te bu kış güneş yüzü görememe rekoru kırıldı. Geçen pazar günü iki aydan beri ilk kez pırıl pırıl aydınlığı fark edince onbinlerce Parisli gibi attım kendimi sokağa. Bizim eve 15 dakika yürüyüş mesafesindeki dev Müzik Sitesi’ni de çevreleyen La Villette parkının bir kısmına Fransa’nın en büyük senfonik müzik konser salonu, 2 bin 400 kişilik “Philarmonie de Paris” inşa ediliyor. Klasik, Jazz ve dünya müziği gösterilerine evsahipliği yapacak yapının son halini merak ediyordum. İnşaatın hemen arkasından 36 kilometrelik oval fizikli Paris’i çevreleyen yol geçer. Bu oval çemberin içinde örümcek ağı gibi yoğunlaşan metro, otobüs, şehir dışı hızlı metro (ki hepsi kent merkezinin ana noktalarında kesişir) ve tren ağlarının dışında Paris belediyesi kamu hizmetlerine bir yenisini ekledi: Tramvay. İnşaatın nasıl ilerlediğini izlerken arkadaki yeşilliklerin arkasından sülün gibi süzüle süzüle bir tramvay çıkageldi. Tramvay oval çevre yoluna paralel, kentin içine dönük bir hatta kuruldu. Ulaştırma ağı bazı 14 | 1 Nisan 2013 |
AvrupaGüN
noktalarda dışa doğru, banliyö uzantıları biçiminde, belli bir kentleşme planı denetiminde sürekli genişliyor. Merkezi Paris’in içine yönelik 2006’da başlayan çemberin üçüncü çeyreği geçtiğimiz aralık ayında tamamlandı. Paris tramvaylarında şu anda toplam 103 durak var. Büyük çoğunluğu kentin eski kapıları (ki şimdilerde banliyöler buralarda başlar), stadyum, park, kilise, tiyatro, hastahane isimleri taşır. Bu durakların 18’inin ismi de tanınmış erkeklere aittir. Son “T3b” hattı açılıncaya kadar topu topu iki Fransız kadın ismi verilmiş durak mevcuttu. Belediye son açılan dilimdeki 26 yeni duraktan 9’una kadın “kahraman” adı vermeyi kararlaştırdı. Genelde dünyada, özelde Türkiye’de “kahraman” kadın deyince akla ilk Erzurumlu Nene Hatun, biraz zorlarsanız Şerife Bacı, Halide Onbaşı, Halime Çavuş gibi Kurtuluş Savaşı çıkışlı isimler gelir. Halbuki Cumhuriyet -için savaş- tarihinde nice değerli ve yiğit kadınımız geçmiştir ki, adları ne durakları, istasyonları onurlandırmaya lâyıktır. Söyle kadını ne
kadar onurlandırdığını, söyleyeyim ne kadar “ileri demokrat” olduğunu! Havanın güzelliğinden istifade ilk durağa kadar yürüdüm. La Chapelle Kapısı’ndan binip yeni açılan hattın öteki ucu, Ivry Kapısı’na kadar gittim. Paris Belediyesi, ocakta sona eren “Les Femmes du Tram’/Tram(vay) Kadınları” 5 aylık gezici pedagojik bir sergi açıp, duraklara ismi verilen kadınları tanıtmış veya hatırlatmıştı. Denk getiremiştim. Ünlü iki Amerikalı ve bir Fransız ismin dışında olanları hiç tanımıyordum. En azından 8 Mart vesilesiyle azıcık cehaletimi azaltırım diye durak durak bu kadınlarla tanıştım. Maryse Bastié (1898-1952) sadece 3000 saat uçarak rekor kıran veya 38 yaşında And Dağlarını 12 saat 5 dakikada geçen ilk kadın pilot değildi. Sıkı bir feminist ve 30’lu yıllarda kadın haklarının ayrılmaz parçası gördüğü oy hakkını savunmuş bir kadındı. Alexandra David-Néel (1868-1969) 1848 Devrimi’nin sıkı Cumhuriyetçi militanlarından Louis David’in kızı, ünlü anarşist coğrafyacı ve düşünür Elisée Reclus’nün yakın yoldaşıydı. 1924’te Lhasa’ya giren ilk Avrupalı kadın, ülkenin tarihinde rol oynayacak kadar Tibet uzmanı oryantalist, Budist farmason, opera şarkıcısı, kâşif, 40’a yakın kitabın ve 19’uncu yüzyılın en önemli feminist dergilerinden La Fronde’un da yazarıydı. Marie de Miribel (1872-1959) adını taşıyan durak aynı adlı meydandadır. Bu meydana çıkan sokaklardan La Croix St. Simon’da Paris’in en önemli hastanelerinden La Croix St. Simon yer alır. Hastanenin kurucusu, hayırsever Rahibe ve Başhemşire Marie de Miribel, Fransa’da sosyal hizmet kavramını hayata geçiren bir kişilik. Aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın önde gelen direnişçilerindendir. Caroline Rèmy ya da yaygın bilinen adıyla Séverine (1855-1929) “Hayatım boyu barış, adalet ve kardeşlik için mücadele ettim” diyecek bilinçte liberter-komünist ve feminist bir yazar-gazeteci (La Fronde dergisi ve L’Humanité gazetesi) ve İnsan Hakları Ligi’nin
kurucularından. Adrienne Bolland (1895-1975) da Bastié gibi ilk rekorcu kadın pilotlardan. Onunla birlikte 1934’den itibaren sıkı bir kadın hakları aktivisti, ünlü yazar, İspanyol Cumhuriyetçilerinin yanında vuruşan, savaş sonrası dönemlerin efsanevi Kültür Bakanı André Malraux’nun İspanyol direnişçiler için oluşturduğu güçlere ait uçak filosunun hazırlayıcısı. 1940’tan itibaren kocasıyla Fransa direniş hareketinin içinde yer alan kişilik, daha sonra yıllarca Ulusal Hava Direnişçileri Örgütü’nün de ikinci başkanlığını üstlenmiş. Tramvay yepyeni bir üniversite yurdunun önünde durdu. Durakla yurt aynı ismi taşıyordu: Delphine Seyrig (1932-1990). Unutulmaz oyuncu, güzel aktris (Muriel, Vera Baxter, India Song, Geçen Yıl Marienbad’da, Çalınan Buseler, vs. vs.), büyüleyici sesli tiyatrocu, 68 Mayısı’nın diş(l)i bayraktarlarından, kadın haklarının şiddetli savunucusuydu. Bir sonraki durak La Villette parkındaki sanatçı konukevinin kapısındaydı. Paris Belediyesi dünyanın en ünlü kadın Jazz yorumcusu Ella Fitzgerald’a (1917-1996) saygı borcunu ödüyordu. Ardından ABD Başkan adayı Rahip Jesse Jackson’ın “Bizim kalkışabilmemiz için o oturmuştu” dediği Amerikalı, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele simgesi Rosa Parks (1913-2005) durağı ve son olarak Colette Besson (1946-2005). Dünya rekoru ve şampiyonluğu dahil çok sayıda kupa ve zaferin sahibi atlet. Dopingle mücadelenin simgesi olmuş bir isim. Kadını kümeste kuluçka makinası gibi gören zihniyetlerin asla erişemeyeceği bir onur kolyesidir bu duraklar. Ella Fitzgerald’in dediği gibi, “Nereden geldiğimiz değil, nereye gittiğimiz önemli!” ■
AvrupaGüN
| 1 Nisan 2013 | 15