İÇİNDEKİLER 3 “Döner Cinayetleri”nin tek bileni mahkeme önünde
NSU mu, başka bir şey mi? NSU denilen şebekeyle ilgili Kai Voss ve Jürgen Elsässer’in tezleri, tüm kalıpları kıracak cinsten. İki araştırmacı, gerek Alman gerekse Türk dünyasının, her iki ülkenin “derin devletlerinin”, milliyetçilerinin ve mafya bağlantılarının iç içe olduğuna dikkat çekiyor.
OSMAN ÇUTSAY 9 Neonazilerin saldırılarıyla ilgili istatistikler birbirinden farklı
Almanya’da aşırı sağın “ölümcül marifetleri” 10 Almanya’da bakıcı aileler ve Türk çocukları
Gerçek başka yerde AKP hükümetinin medya başta olmak üzere çeşitli alanlardaki uzantıları, aylardır Almanya Gençlik Dairelerinin Türk çocuklarını ailelerinden zorla ve keyfi olarak alarak Hıristiyan ailelere verdiği yolunda propaganda yapıyor. Ama görünenlerin arkasında sanıldığından çok daha kirli bir gerçek yatıyor.
YÜCEL ÖZDEMİR 16 Bir Türkiye dostu daha aramızdan sessiz sedasız ayrıldı
Gilles Veinstein ve vedası Fransa’da yaşayan bir numaralı Osmanlı Tarihi uzmanıydı. Üstelik çok ciddi bir Türkiye dostuydu. Bu yazı, İlber Ortaylı hariç, onu ölümünde bile anmak dirayetini gösteremeyen Türk kamuoyuna bir tepki, değerli bilim insanı Gilles Veinstein’a da bir vefa borcudur.
UĞUR HÜKÜM 19 Zülfü Livaneli, Bulgarcada ORHAN ÇALIŞIR
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
“Döner Cinayetleri”nin tek bileni mahkeme önünde
NSU mu, başka bir şey mi? OSMAN ÇUTSAY
BEATE ZSCHÄPE, UWE BÖHNHARDT VE UWE MUNDLOS
Kai Voss ve Jürgen Elsässer’in tezlerine göre, gerek Alman gerekse Türk dünyasının, her iki ülkenin “derin devletleri”, milliyetçileri ve mafya bağlantıları iç içe. İki araştırmacı, ısrarla bu ilişkiler ağının kaynaklarını ve yaratacağı sonuçları irdeliyor. Böyle bir düşünsel müdahalenin yanıtsız ve etkisiz kalması zor.
Eğer her şey normal seyrinde gelişseydi, daha şimdiden söylemek mümkün olurdu: Federal Almanya bir devlet krizinin eşiğindedir! 17 Nisan’dan sonra büyük bir dönüşüm gündeme gelebilir! Ama, öyle değil. Çünkü başka bir şey oluyor. Yerleşik sistemin, tüm kurumlarıyla, tabii özellikle ana akım medyanın öncülüğünde, kurbanlarının ezici çoğunluğunu Türkiye kökenli insanların oluşturduğu bir cinayetler silsilesini açıklığa kavuşturmak değil, adeta karanlıkta bırakmak için çaba harcadığı gözleniyor. Almanya’da yargıçların ve gazetecilerin olup olmadığı birkaç ay içinde açıklık kazanacak. Ama büyük yarışın üç-dört hafta içinde başlayacağı ve ne zaman biteceği bilinmeyen uzun bir yolculuğa çıkılacağı anlaşılAvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 3
mış bulunuyor. Avrupa’nın motor ülkesi , kamuoyuna bilgi diye sunulanları “masal sayanların” bile pek umutlu olmadığı bir sürecin içinde.
Karartma günleri Aşağılayıcı bir adlandırmayla “Döner Cinayetleri”nin, Federal Almanya tarihinin bu en büyük seri cinayetlerinin üzerindeki örtü kalkacak mı? 17 Nisan’dan itibaren Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi salonlarında duruşmalara çıkacak olan Beate Zschäpe, iki arkadaşıyla birlikte 1998 yılından beri neler yaptıklarını tüm açıklığıyla anlatacak mı? Kökleri Türkiye’de 8 küçük esnafın, 1 Yunan’ın ve 1 de kadın polisin öldürülmesinden belki Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın kısmen sorumlu olduğunu, ancak kendisinin bütün bu cinayetlerden hiç haberi olmadığını mı anlatacak? Bütün bunları birkaç hafta içinde yaşamaya başlayacağız. Ya da her şey sır olmayı sürdürecek. Şimdiye kadar nasıl olduysa öyle... “Döner Cinayetleri”nin resmi versiyonu kabaca özetlenebilir: Doğu Almanya’da 90’lı yıllarda radikalleşen ve neonazi bir zihniyete sahip olan iki genç 3, 1998’de “yeraltına geçiyorlar” ve 2007 yılına kadar kimsenin dikkatini çekmeden seri cinayetler işlemeyi başarıyorlar. Bunu da birçok çevrede istatistikleri, kameraları, kayıt sistemiyle “mükemmel bir kontrol devleti” olarak tanımlanan Federal Almanya’da yapıyorlar. Neonazi oldukları ve “keyifleri öyle istediği için” 4 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
küçük esnaf Türkleri bizzat işyerlerinde “giderek daha ustaca” katlediyorlar. O kadar başarılı bir kamuflajları var ki, intihar etmeseler ve Beate Zschäpe de hayatını kurtarmak için polise teslim olmasa, bu insanların yaşadığının bilinmesi bile mümkün değil. Resmi versiyon bu. 2012 yazından itibaren çıkarılan bazı kitaplarda da anafikir “kötü ruhlu neonazilerin öldürdüğü göçmenler” şeklinde.
Berlin'de yargıçlar ve gazeteciler de var! Ama başından beri bu işin arka planının çok kirli olduğunu söyleyen az sayıda yazar ve gazeteci de yok değildi. Nitekim Münih Yüksek Eyalet Mahkemesi’ndeki duruşmalara bir ay kala bütün bu kuşkular, etkisini giderek artıran aylık bir siyasal derginin özel sayısına konu oldu. Konuyla ilgili kamu kurumlarında görevli, soruşturma sürecinin tüm ayrıntılarına “içeriden sahip”, gerçek kimliği şimdilik açıklanmayan Kai Voss, Compact dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Jürgen Elsässer’in katkısıyla, kitap hacminde ancak dergi formatında büyük bir incelemeyi duruşmaların başlamasına 3-4 hafta bir süre kala piyasaya çıkardı. Olay yeri inceleme kayıtlarının ve her düzeydeki kanıtın da birinci elden ve “ideolojik saplantılardan uzak bir kriminalistik inatla” gözden geçirildiği yeni açıklama, resmi görüşü adım adım çürütüyor. Burada bütün resmi versiyonlar reddedilirken, ayrıntılı “kriminalistik” bir inceleme üzerinde
yükselen açıklama biçimleri geliştiriliyor. Kai Voss ve Jürgen Elsässer, savcılığın Beate Zschäpe hakkındaki iddianamesini son derece zayıf bulduklarını gizlemiyorlar. Bu alanda yalnız değiller. Şubat ayı içinde Beate Zschäpe’nin avukatlarından Anja Sturm ve bu davaya birlikte gireceği iki meslektaşı Wolfgang Heer ve Wolfgang Stahl üzerine ayrıntılı bir haber hazırlayan bu tür davalarda uzman, Der Spiegel’in deneyimli hukuk muhabiri Gisela Friedrichsen de dergisinde iddianamenin pek dayanıklı olamadığını satır aralarında dile getirmişti. Kai Voss ve Jürgen Elsässer’in tezleri, gerek Alman gerekse Türk dünyasının, her iki ülkenin “derin devletlerinin”, milliyetçilerinin ve mafya bağlantılarının iç içe olduğunu işliyor ve bu ağın doğrudan sonuçlarını irdeliyor. Böyle bir müdahalenin yanıtsız ve etkisiz kalması zor. Bu alternatif açıklama biçimine göre, Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) adı verilen örgüt, bir gizli servis ürünü. Sonradan yaratılmış.
Beate Zschäpe’nin ateşe verdiği ileri sürülen Zwickau’daki evde, 1000 dereceyi bulan ve silahları bile eriten yangın sonrasında enkaz içinde bulunan Pembe Panter'li “itiraf DVD’leri” de bu çevrelerin marifeti: Aynı enkazda ele geçirilen ve aralarında cinayetlerin işlendiği Çek yapımı Ceska’nın da bulunduğu silahların bu üçlünün üzerine yıkıldığı ileri sürülüyor. Bir şey çok doğru: Hepsi Doğu Almanya'nın Jena kentinde doğmuş Beate Zschäpe, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt, 90’lı yıllarda gerçekten de neonaziydiler. 13 yıllık “yeraltı döneminde” büyük suçlar işledikleri, banka soydukları, hatta cinayetlere de karıştıkları tahmin ediliyor. Ancak son veriler ışığında, “Döner Cinayetleri”nin sadece küçük bir bölümünün bu üçlünün marifeti olabileceği görüşü ağır basıyor. Ayrıca, sadece banka soygunlarından elde ettikleri paralarla yaşamalarının ve hiç de yoksul olmayan, sık sık tatil olanakları veren bir hayat sürmelerinin mümkün olmadığı, dışarı-
Kai Voss:
Anlatılan masallara duyulan öfke Bir kamu kurumunda görev yapan o nedenle gerçek kimliği açıklanmayan Kai Voss, basının kendini parçalarcasına, birilerinin getirip önüne koyduğu “gerçekleri” propaganda etmesinden çok rahatsız olduğunu ve bu nedenle böyle bir araştırma hazırladığını belirtiyor. Başlangıçta, hiç değilse soruşturmayı yürüten kurumların bu karanlığa bir ışık tutacağı umudunda olduğunu belirten Voss, bu çevrelerin medyadakilerden daha muğlak hikayelerle olayı iyice kararttığı inancında. Bu yüzden “Bu kitabı yazmak üzere harekete geçmeme neden olan şey, çok basit: Öfke. Ne adalet ne de medya, NSU ile ilgili çok açık çelişkileri aydınlatmaya çalışıyordu” diye yazıyor. Voss, şunları belirtiyor: “Uwe Böhnhardt ve Uwe Mundlos’un sözde intiharları ne kadar geride kalırsa ve Beate Zschäpe hapiste ne kadar uzun kalır ve susarsa, med-
yanın aralıksız biçimde anlattığı hikaye de o kadar pervasızlaşır. Oysa bu hikayenin muğlaklığı ilk haftalarda halkın çoğunluğunun dikkatini çekmişti. NSU’nun sözde açığa çıkarılmasının hemen sonra yığınsal medyanın internet portallarındaki okur yorumlarını izleyen, hemen hemen hiçbirinin resmi masalı biraz bile olsun inanılır bulmadığını saptayabilirdi. Ama tüm medya acemice devşirilmiş bu hikayeyi üstlendiğinde ve resmi makamlar da kanıt yerine abuk sabuk tezler sunduğunda, bu, halkta daha güçlü bir tepki yaratmadı, tersine, tepki iyice tavsadı. Bu aldatmalar, oyalamalar ve yalanlar ormanından geçen yol ne kadar zorlu olursa olsun, bu yolu kat etmek, eğer gerçek kendi tarafına yeterince çoğaltıcıyı toplayabilirse mümkündür. NSU terörü denilen meselede, bu Compact Özel Sayısı, doğru bilgiye ulaşmak için elinizdeki bir anahtardır.”
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 5
dan kendilerine para geldiği anlaşılıyor. İşte bu paranın kaynağı ve gerekçesi, esas düğümü oluşturuyor. Görünen o ki, bu üçlü, CIA ve NATO bünyesindeki Gladio yapılarının devamcısı bir büyük yeraltı şebekesine bağlı, oradan aldığı emirleri yerine getiren bir vurucu timdi. Gladio’nun kağıt üzerinde çözüldüğü ileri sürülüyor, ancak bu iddianın doğru olmadığı ortada. Asıl önemlisi, mafya ilişkilerine de sahip bu şebekeye Türkiye’den yine Gladio yapıları üzerinden birçok cani ve “milliyetçi-mukaddesatçı” insan karışmış durumda. Kai Voss ve Jürgen Elsässer, ışığın bu ilişkilere ve bunların Alman devleti ve istihbaratı içindeki uzantılarına tutulmasını istiyorlar. Çünkü Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt, bir proje çerçevesinde ortadan kaldırıldı. Bu süreçle
ilgili fazla bilgisi olanların tasfiye edilmesi ve bir NSU hayaleti yaratılması gerekiyordu. Sahnedeki senaryonun dramatik düğümü, bu.
Gladio, mafya, milliyetçi-şeriatçı bataklık Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin 1990’da Almanya Federal Cumhuriyeti’ne katılması, 1970'lerde doğan Doğu Almanları şaşkına çevirmişti. Siyasal ve toplumsal gerçekliğe yabancılaşmışlardı. Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve Beate Zschäpe ilk gençliklerinde aşırı sağcı eğilimlere yakınlık duymaya başladılar ve üringen eyaletindeki üringen Yurt Savunması (üringer Heimatsuchutz-THS) adlı aşırı sağ örgütlenmede aktif rol aldılar. Kai Voss ve Jürgen Elsässer'e göre, Beate
Jürgen Elsässer: NSU baş
AMERİKAN ÇIKAR - Federal Almanya tarihinin en korkunç cinayetler serisiyle ilgili resmi açıklamalar neden ikna edici değil? Bir hedef şaşırtması mı yapılıyor?
JÜRGEN ELSÄSSER - Başlangıçta “Döner Cinayetleri”nden söz ediliyordu, sonra “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” dendi. Her iki kavram da zararsızlaştırıyor. Açık konuşalım: 10 insan acımasızca katledildi. 1945’ten sonra Almanya’daki en korkunç seri cinayetlerdi bunlar. Buna rağmen cezai takibat, aşırı sağcı küçük bir grup üzerinde yoğunlaşıyor ve ajanların rolünü küçük gösteriyor. Daha önemli cinayetlerde (John F. Kennedy, Siegfried Buback, Uwe Barschel) ve 11 Eylül 2001’de gizli servis arka planı ancak biraz çaba harcanarak açığa çıkarılabilmişken, önümüzdeki meselede bu arka plan çok açık: Neonazi üçlünün Zwickau’daki evinde “gerçek ama sahte” kanıt nitelikli belgeler bulundu; bu belgeleri ancak devlet görevlileri verebilirdi. Hessen eyaletindeki gizli servis görevlisi Andreas Temme (“Küçük Adolf”) en azından bir cinayet sırasında tam olay yerinde ve 5 ayrı cinayet sırasında da olay yeri yakınlarındaydı. Nihayet ABD gizli servsi DIA’nın bir izleme protokolu var. Buna göre Heilbronn’da 2007’de bir kadın polisin kurban gittiği çatışma sırasında, en az bir Anayasayı Koruma Örgütü üyesi olay yerindeydi.
6 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
- Resmi açıklamaları yetersiz buluyorsunuz...
JÜRGEN ELSÄSSER - Kamu yetkililerinin olayla ilgili versiyonunun doğru olmadığı açık: “Döner Cinayetleri”ndeki “Büyülü Ceska” Kennedy suikastındaki “büyülü mermi” gibi bir rolle tarih kitaplarında yer alacak. NSU’nun Zwickau’daki örgüt evinin yangın sonrası enkazında hiç zarar görmeden bulunduğu söylenen itiraflar videosu, New York’taki ikiz kulelerin erimiş temelinde 11 Eylül’deki uçak korsanlarından birinin alev almaz pasaportunun bulunuşunu hatırlatıyor. Ayrıca Uwe Böhnhardt ve Uwe Mundlos’un intiharı Jürgen Mölleman’ın intiharı kadar olasılık dışı. - Bir kanıt eksikliği yaşanmıyor yani...
JÜRGEN ELSÄSSER – Daha hangi kanıtlar isteniyor? Neden her yontulmamış aşırı sağcı, terör destekçisi görülüyor, ama şu “Küçük Adolf” serbestçe dolaşmakla kalmıyor, devletteki görevini de sürdürüyor? Türkiye, Heilbronn’daki kanlı olay yerinde bulunan Mevlüt Kar adlı CIA mensubunu neden teslim etmiyor? Kim, demokrasiye yönelik tehlikeleri sadece iktidarsız küçük bir parti NPD’de görmemizi istiyor, ama bu tehlikeleri güçlü gizli servislerde görmemizi istemiyor?
Zschäpe işte tam bu süreçte iç istihbarat örgütü olan Anayasayı Koruma Dairesi ile bağlantı kurdu. Genç kadının baskı altında bırakıldığı ve gizli servislere muhbir olarak hizmet verdiği düşünülüyor. Bir zaman epey bulaşmış olmasına rağmen, yıllar içinde uzaklaştığı sanılan, dolayısıyla aktif bir neonazi militan olduğu kuşkulu Beate Zschäpe’nin aşırı sağcı çevrelerde etkin bir kuzenine hukuki yardımda bulunulacağı vaat edilmiş. Gizli servisin bir önerisiymiş bu. İşte Zschäpe bu dönemde bir defalık bir hizmette bulunmuş ve muhtemelen neonazi çevrelerle ilgili bilgi taşımış. Ancak daha sonra ajanlar kendisine, “davaya ihanetini” ifşa edebileceklerini hatırlatmışlar ve bilgi alışverişi devam etmiş. Kai Voss ve Jürgen Elsässer'in bulguları bu yönde.
Nazileri kullananlar kimler? Ancak bir şey çok net: Nazizme eğilimli Mundlos ve Böhnhardt, daha 90’larda bazı eylemler gerçekleştirdiler. Örneğin Jena Tiyatrosu önüne fünyesiz ve tahrip gücü düşük bir bavul yerleştirmeleri böyle bir şey. Bir tür tedhiş ortama yaratmayı hedeflemişlerdi ve kendilerince güçleri konusunda güvenlik birimlerini uyarıyorlardı. Yeraltına geçişleri de bu süreçte oluyor zaten: 1998 yılında güvenlik güçleri Zschäpe tarafından kiralanmış bir garaja baskın düzenliyor, burada fünyesiz bombalar bulunuyor. Ancak polisler Uwe Böhnhardt’ın buradan kaçmasına adeta göz yumuyorlar. Üçlü, neonazi “Blood&Honour Hareketi”nin bir parçasıydı 90’larda... Güvenlik birimlerinin hesabı, üçlüyü yeraltına zorlamak, ama eylemleriyle igili ola-
ştan sona bir yalan kurgu
RLARI DEÐİŞİNCE Teröristlerle ajanların bu ortak yaşamı karşısında “faşist devlet” türünden eski sol teorilerin yine revaç bulması şaşırtıcı değil. Ama bu hamle de çok yetersiz, çünkü gizli servislerin sadece sağcı yeraltı militanlarını değil, solcu yeraltı militanlarını da desteklediğini, silahlandırdığını ve yönlendirdiğini görmezlikten geliyor. Bu, BaaderMeinhof grubunun kuruluşunda açığa çıkacaktır, bilhassa Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar tarafından öldürülmesi ve RAF’ın üçüncü kuşak saldırılarında da böyledir bu.
nistan, o da ortadan kalkmak üzere. Suriye ve İran konusundaki protestolarını Sol Parti uslu uslu kayda geçirmekle yetiniyor. Sağcılar ise bu savaşlara karşı protestolarını sokağa taşıyor. Bu alanda, makul yurtseverler dehşete düşmüş bir biçimde evlerinde beklerken, neonazilerin sesinin yüksek çıkması ve olayları damgalaması, biraz da radikal eylemciler arasında onları yanlış yola kışkırtacak yeterli muhbir bulunmasıyla bağlantılı. - Bu tuhaf işbirliğinin anlamı ne?
- İyi de, devletin ajanları, sol veya sağ devlet düşmanlarına, işledikleri cinayetlerde neden yardımcı olsun?
JÜRGEN ELSÄSSER – En basit açıklama şöyle: Çünkü böylelikle tüm solu veya tüm sağı olanaksız kılmaya yardımcı olabiliyorlar. Bir zamanlar RAF’ın cinayet ateşi tüm komünist grupları gözden düşürmüştü, NSU’nun sonraki cinayetleri de bugün tüm ulusal akımlar üzerine düşüyor. Odağın yer değiştirmesi ABD’nin çıkarlarıyla bağlantılı olabilir. 70’lerde Amerikan karşıtlığı soldan geliyordu, sağ ise NATO’ya sadıktı. Bugün solun ve Sol Parti’nin, ki Gregor Gysi de Amerikan büyükelçisine Wikileaks’e göre, güvenle içini döktü bu konuda, ABD ile tek sorunu Afga-
JÜRGEN ELSÄSSER – Bu, şu sıralarda devleti aşağılayan kesimlerin iddialarında olduğu gibi, belli bir devletin veya belli bir gizli servisin bütün olarak şiddet kullananlarla anlaştığı anlamına gelmiyor. Burada aynı kafadan olanların, aynı ipe sarılanların gruplaşması söz konusu. İstihbaratın başı Heinz Fromm görevinden ayrılırken, kendisine bizzat kendi kadroları tarafından “madik atıldığını” söylemişti. Böyle ışıktan korkan unsurlar acaba saptanamaz mı? Dergimiz Compact, bu özel sayısıyla buna bir katkıda bulunmak istiyor. Biz yurttaşlar, ister devlet karşıtı ister devlet yanlısı olsun, her renkten aşırı uca karşı cumhuriyetimizi korumak zorundayız.
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 7
rak da Beate Zschäpe üzerinden bilgi almaya devam etmekti. Bu hesabın sadece kısmen tuttuğu anlaşılıyor. Çünkü Beate Zschäpe zaman içinde işbirliği yapmaktan kaçınıyor. İstihbarat içindeki bazı çeteler, muhtemelen Glaido'nun mirasçıları, yeraltı yıllarında bu üçlüden yararlandıkları için polisi ve cinayet masası memurlarını uzak tutmakta kararlı oldukları anlaşılıyor. Hatta Uwe Böhnardt’ın anne ve babasını polisin izlemesine karşı uyarıyorlar. Zschäpe’nin uzaklığından sonra yeniden bağlantı kurmaları Tino Brandt adlı bir neonazi görevli ve muhbir üzerinden oluyor. Gizli servis parasıyla üçlüye sahte nüfus cüzdanları sağlandığı biliniyor. Üçlü, daha doğrusu iki Uwe, artık çok kirli başka işler için de kullanıma hazırdır. İşte bu dönemde karıştıkları suçlar, son derece muğlak.
Zschäpe: Pandora'nın kutusu Ama korundukları kesin. Çünkü haklarında diğer muhbirlerden sürekli sinyaller gelmesine rağmen, bir el üçlünün tutuklanmasına engel olabilmişti. Bu yıllar içinde, Zschäpe, kuzenini kurtarmak için muhbirlik yaptığını iki Uwe’ye açıklıyor. Tartışıyorlar. Hatta Zschäpe’nin teslim olması ve iki Uwe’nin yurtdışına kaçması kararlaştırılıyor. Kai Voss, gizli servis içindeki bazı güçlerin bunu engellemek üzere harekete geçtiğine dikkat çekiyor ve bir gizli servis elemanının üçlüye birlikte çalışmaları halinde kendilerine destek vereceğini bildirdiğini düşünüyor. Soruşturma boyunca en ince ayrıntıları birinci elden öğrenmeyi başaran Kai Voss’a göre, yukarıda sözü geçen istihbaratçının Andreas Temme gibi bir adam olmaması için ortada bir neden yok. Yani Temme'nin inanmış bir nazi ve istihbaratçı olarak, üçlü nazi çetesi karşısında bir inandırıcılığı olması normaldi. Voss, Gladio tipi bir örgütün burada parmağı olduğundan emin. Açıkça adını verdiği “Küçük Adolf” lakaplı Temme'nin bütün bu ilikiler ağı içinde merkezi önemde bir halka olduğunu düşünüyor ve bu ismin Türk gericileriyle “teşrik-i mesaisi” bugün artık saklanamayacak kadar aleni.
8 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
Abdullah Çatlı'dan Almanya'ya NATO’nun Soğuk Savaş’ta Türkiye’den Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca ve dostlarını da içeren “Stay Behind“ yapılarının yeni dünya düzeninde de kendisine sığınacak ve etkinlikte bulunacak alanlar yaratabildiği belirtiliyor. Gerçi Avrupa’da Gladio feshedilmiş gibidir, resmen öyle, ama mafyayla iç içe geçmiş durumda özerk yapılanmalarla varlığını sürdürdüğü, özellikle Daniel Ganser'in Türkçeye de çevrilen kitabından sonra yalanlanamıyor. Abdullah Çatlı döneminin bağlantıları nasıl milliyetçi ve dinci yapılarca içselleştirildiyse, benzer gelişmeler Almanya'da da yaşanmış olabilir. Olmaması için pek bir neden bulunmuyor. Kai Voss ve Jürgen Elsässer, Daniel Ganser’den alıntılarla eski gizli servis yapılarını, özellikle Türkiye ve Türk mafyasının gizli servislerle yakın ilişkisini, bu arada öldürülenlerin hangi çevrelerle bağlantıları olabileceğini de işliyorlar. Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın kendilerine “iş bağlayan” örgütlenme bünyesinde Bozkurtlar ve Türk mafyasının da bulunduğunu, bunlarla tanışmış, hatta “birlikte çalışmış” olabileceklerini iddia ediyorlar. Voss ve Elsässer, normal şartlarda bomba etkisi yaratması gereken bu gerçekten yol açıcı çalışmalarında, kilit isim olarak Beate Zchäpe'nin yanı sıra Andreas Temme’yi anıyorlar ve onun hem İslamcılardan hem Bozkurtlardan muhbir devşirmekle görevli bir istihbarat elemanı olduğunun sık sık altını çiziyorlar. Bütün bunların 17 Nisan’dan itibaren Alman ve dünya kamuoyunun önüne çıkarılması, gelişmelerin ayrıntılarıyla irdelenmesi halinde, birçok şeyin değişeceği kesin. Belki de ana akım medyanın neredeyse tamamen dışladığı araştırmacı ve hümanist bir gazeteciliğin gücüne hep birlikte tanık olacağız. Ya da her şeyin üzeri yine başarıyla örtülecek, sahne karartılacak. ■
Neonazilerin saldırılarıyla ilgili istatistikler birbirinden farklı
Almanya’da aşırı sağın “ölümcül marifetleri”
BERLİN - Almanya’da aşırı sağ gerekçeli cinayetlerin sayısı, sanıldığından ve kamuoyuna bildirildiğinden çok daha yüksek. Etkili başkent gazetesi “Tagesspiegel” ile yine ülkenin en etkili haftalık gazetesi “Zeit”ın yaptığı son araştırmalar, cinayet istatistiklerinde, aşırı sağ tarafından işlenen şiddet içerikli suçların bir biçimde geçiştirildiğini ortaya çıkardı. Aşırı sağın eylemlerine gereken duyarlılıkla yaklaşmadığı ileri sürülen Federal İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich, yaptığı bir açıklamada, neonazilerin giderek daha kolay şiddet kullanma eğilimine girdiğini kabullendi. Friedrich, bu nedenle endişeli olduğunu da söyledi. Son ististikler, 2012 yılında aşırı sağ gerekçelerle işlenen suçlarda bir önceki yıla göre önemli bir artış gerçekleştiğini gösterdi. Federal İçişleri Bakanı Friedrich, Tagespiegel’e yaptığı açıklamalarda, sağcı gerekçelerle işlenen ve ceza hukukuna giren suçlarda 2011’e göre yüzde 4’lük bir artış olduğunu, eldeki geçici verilere göre, 17 bin 600 civarında suç işlendiğini belirtti. Neonazi çevrelerde ciddi boyutlarda bir şid-
det potansiyeli olduğuna dikkat çeken Friedrich, şiddete çok kolay başvurulmaya başlanmasından da yakınırken, eyaletlerle aşırı sağ şiddetin saptanması konusunu görüşeceğini duyurdu. Bu yolla çok farklı istatistiklerin engellenmesi amaçlanıyor. Federal hükümetin araştırmalarına göre, 1990 sonrasında aşırı sağın saldırılarıyla hayatını kaybedenlerin sayısı şu anda 63. Ancak hükümet dışı kurum ve kuruluşların rakamları 150’nin üzerinde insanın aynı dönemde arka planında neonazi zihniyetin yattığı bir saldırı sonucu öldüğünü gösteriyor. Öte yandan Berlin merkezli Amadeu-Antonio Vakfı’ndan yapılan bir açıklamada, 1990 yılından bu yana Federal Almanya’da aşırı sağcıların saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin sayısının 183 olduğu kaydedildi. Bu rakamın federal hükümetin ve günlük “Tagesspiegel” gazetesiyle haftalık “Zeit” gazetesinin verdiği 152 rakamının çok üzerinde olması dikkat çekti. Bu farklılık, sözü geçen vakfın yetkililerine göre, ölümle sonuçlanan olayları gerçekleştirenlerin aşırı sağ bir motivasyonla hareket ettiğinin sonradan saptanmasından kaynaklanıyor. ■
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 9
Almanya’da bakıcı aileler ve Türk çocukları
Gerçek başka yerde YÜCEL ÖZDEMİR
Avrupa’da Türkiye kökenli toplumda suni bir tedirginlik yaratılmak isteniyor. Aslında çok tehlikeli oyunlar oynanıyor. AKP hükümetinin medya başta olmak üzere çeşitli alanlardaki uzantıları, aylardır Almanya Gençlik Dairelerinin Türk çocuklarını ailelerinden zorla ve keyfi olarak alarak Hıristiyan ailelere verdiği yolunda propaganda yapıyor. Kaç Türkiye kökenli çocuğun kaç Hıristiyan aileye verildiğine dair herhangi bir rakamın telaffuz edilmediği bu kampanyayla, sorunun nedeninden çok Türkiye kökenli ailelerin Türk çocukları için koruyucu aile olması isteniyor. Ama gerçeğin arkası sanıldığından kirli.
10 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
KÖLN - Son aylarda AKP hükümetinin ve Almanya’da yayın yapan Türkçe gazetelerin en önemli gündemlerinden birisini Almanya’daki gençlik daireleri ve “koruyucu aileler” oluşturuyor. İddialara göre Alman Gençlik Daireleri, Türk çocuklarını zorla ailelerinden alıp Hıristiyanlara ve homoseksüellere veriyor. Böylece Müslüman Türk çocukları Hıristiyanlaştırılıyor! Bunu engellemek için de Türklerin acil olarak koruyucu Türk çocukları için koruyucu aile olması gerekiyor... Bu propaganda ve yayınlar doğal olarak, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenliler arasında endişe, korku ve en önemlisi de içinde yaşadığı topluma karşı ciddi bir güvensizliğin gelişmesine neden oluyor. Kabaca bu şekilde yürütülen “koruyucu aile” ve “Jugendamt” (Gençlik Dairesi) tartışmasına kaynaklık eden rakamlara bakıldığında, asıl amacın gençleri kurtarmaktan ziyade bunun üzerinden siyasi ve ekonomik bir rant elde etmek olduğu anlaşılıyor.
İlk olarak Gülen Cemaati’ne yakınlığı bilinen Zaman gazetesi tarafından, yazı dizisi halinde gündeme getirilen, sonra da çocukları elinden alınan ailelerle yapılan söyleşiler ve haberlerle desteklenen gençlik daireleri karşıtı kampanya, gelinen aşamada daha geniş bir kesimi, özellikle de Türkiye’de AKP hükümetini içine alacak şekilde genişlemiş bulunuyor. Yurtdışı Türkleri ve Akraba Toplulukları Dairesi (YTB), meseleyi daha yakından incelemek için Ankara’da geçen yıl “Gençlik Daireleri ve Türk Aileleri Çalıştayı” düzenledi. Almanya,
Hollanda ve Belçika’dan konuyla ilgili uzmanların ve psikologların katıldığı çalıştayda konuşmacı olarak Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Dışişleri Bakan Yardımcısı Naci Koru hazır bulundu. YTB Başkanı Kemal Yurtnaç, çalıştayın amacını şu şekilde özetliyordu: “Biz Hasan’ların Hans, Hans’ların da Hasan olmasını istemiyoruz, amacımız görev alanımızdaki sorunları ilgili bakanlara ileterek çözüm yolları bulmaktır.” (1)
Aileler neden parçalanıyor? Türk gençlerinin ailelerinden zorla alındığı konusunda yürütülen propagandalarda, çocukların neden ailelerini terk ettiği ya da gençlik dairesi tarafından alındığı gerçeği genellikle gizleniyor ya da yüksek sesle ifade edilmiyor. Almanya’da yaşayan herkes biliyor ki, çocuklar ailelerinden ya ekonomik nedenlerden ötürü bakamadıkları ya da şiddetli geçimsizlik, ölüm, eşlerin velayet konusunda anlaşamaması vb. nedenlerden ötürü, çocuğun huzuru tehdit altında olduğu için mahkeme kararıyla alınıyor. Ancak, Türkiye kökenli aileler arasında gençlerle ebeveynler arasında yaşam tarzı konusunda yaşanan farklılıklar da gençlik dairesinin devreye girmesine neden oluyor. Örneğin Samanyolu TV’de yayınlanan “Gündemin İçinden” programına katılan İbrahim Atasoy, kızının gençlik dairesi tarafından alınmasını şu şekilde anlatıyor: “2005 yılında 17 yaşında olan kızımla giyim-kuşam konusunda tartıştık. Ben dini geleneklere bağlı bir insanım. Kızımın da ona göre yaşamasını istedim. Ancak kabul etmedi. Bir baba olarak bunu sindiremedim. Eve geç gelmesinden, giyim ve kuşamından rahatsız oldum. En sonunda
her evde olan bir münakaşa oldu. Ama kırık, çıkık, kan, acil bir vaka olmadı. Buna rağmen kızım karşı komşuya gidiyor ve durumu anlatmış. Onlar da alıp polise götürüyorlar. Polis de Judendamt’a yerleştiriyor. Velhasıl biz de birkaç saat arayıp bulmayınca polise başvurduk. Polis beni gözaltına aldı. 2-3 saat eve girme yasağı koydu. Buna rağmen ben eve gidince kelepçe takıp evden çıkardılar. Diğer çocukları da benden aldılar. Polis hakkında dava açtım. Bugüne kadar bir sonuç alamadım.” (http: //www.umutyildizi.de/news-item/ re a l i te - p ro g ra m i - i l e - ya k i n d a samanyolu-tv-avrupadayiz/) İbrahim Atasoy’un anlattıkları ortada, kızına sahip olduğu yaşam tarzını zorla dayatma, bunu yerine getirmeyince de şiddete başvurmayı çare olarak görmüş. Elbette, ebeveynlerin çocuklarına şiddet uygulamasının hiçbir haklı savunusu olmaz. Aile hangi etnik kökenden olursa olsun, çocuklar güvenli ve huzurlu bir ortamda yaşama hakkına sahiptirler. Burada sorgulanacak olan, çocuğun korunması adına yapılan yasal girişim değil, çocuğa-gence şiddet uygulanması ve diğer taraftan da aileyi böyle davranmaya iten sosyal koşullardır.
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 11
Ne kadar genç ailesinden alındı? Devasa bir propagandaya neden olan ailelerinden alınan gençlerin sayısı hakkında somut bir veri ise bulunmuyor. Bu konuda son aylarda öne çıkan ve Gülen Cemaati ile bağlantısı bulunduğu dile getirilen Umut Yıldızı Derneği’nin topladığı bilgilere göre, 2010 yılında toplam 33 bin 600 çocuk devlet tarafından ailelerinden alınmış. Bunların yüzde 18’inin göçmen kökenli olduğu, bu göçmenler arasındaki Türkiye kökenli çocuk sayısının ise 4 bin civarında olduğu dillendiriliyor. Samanyolu TV’nin bir programına katılan TAVAK Başkanı Faruk Şen ise Almanya’da 130 bin koruyucu aile olduğunu, bunların yanında 6 bin-6 bin 200 Türk çocuğunun kaldığını ileri sürdü. Konuyla ilgili Wikipedia’da yer alan yazıda ise 2005 yılında Almanya’da 8 bin 725 çocuğun tam gün koruyucu aile yanında kaldığı ifade ediliyor. (2) Görülebileceği üzere herkesin kafasına göre bir rakam uydurduğu, ama yine de kesin bir ra-
kamın ortaya konulamayacağı, ancak bir tahminin yapılabileceği de vurgulanarak muhtemel bir yanlışlık durumunda değiştirmeye de açık kapı bırakılıyor. Halbuki, bakanların, milletvekillerinin, resmi dairelerin ve basının bu denli üzerinde durduğu bir konu hakkında önce sağlam verilerin toplanarak yola çıkılması daha isabetli olmaz mıydı? Çünkü, her şeyin istatistiğinin tutulduğu Almanya’da buna dair verilerin olmaması düşünülemez. Dahası Federal İstatistik Dairesi’nin internet sitesine girip arama motoruna “Pflegefamilie” yazıldığında pek çok veri gösterildiği halde...
Alman olmayan genç yüzde 8.5 İstatistik Dairesi’nin “Çocuk ve Gençlik İstatistikleri-2011” (“Statistiken der Kinder – und Jugendhilfe”) başlığıyla yayınladığı bilgilere göre, 2011’de 33 bin 445 çocuğun velayeti ve bakımından gençlik daireleri sorumlu. Bunların
Yeni bir gelir kapısı mı? “Türk çocuklarının Hıristiyan koruyucu ailelere verilmesine” karşı çıkan, buna çare olarak “Türk koruyucu aile” modelini önerenler bir taraftan Alman devletinin bu alanda yapması gereken harcamaları azaltmaya talip olurken, diğer taraftan bu yolla yeni bir gelir kapısını da aralıyorlar. Edindiğimiz bilgelere göre, gençlik dairesi tarafından korumaya alınan bir gencin aylık maliyeti 5 bin avro civarında. Pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da sıkça kesintiler yapılıyor. Bu nedenle de gençlik daireleri de korumaya alınan çocukların maliyetini düşürmek için “koruyucu aile” modelini geliştirmenin derdinde. Ancak, bunun için yeterli sayıda “koruyucu aile” olmadığından şikayetçi. Bu nedenle, Türkiye hükümeti ve onun Almanya’daki uzantıları başlattık-
12 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
ları bu kampanyayla Almanya’nın yükünü de hafifletmeyi amaçlıyorlar. Ancak buna rağmen, “koruyucu aile” olunduktan sonra devletten çocuğun yaşına göre belli miktarda bakıcılık parası alınıyor. Köln Gençlik Dairesi tarafından verilen bilgiye göre, 0-6 yaşları arası çocuklar için 630, 6-13 yaşları arası çocuklar için 693, 14-17 yaşları arasındaki çocuklar için 799 avro bakım parası veriliyor. 18 yaşından büyük olanlar için de 799 avro veriliyor. Böylece “koruyucu aile” olanlar hem bu yolla gelir elde ediyorlar hem de aldıkları çocukları kendi dünya görüşlerine uygun yetiştirme fırsatı yakalıyorlar. Özellikle Gülen Cemaati’nin bu konuyu son birkaç yıldır işlemesi, akıllara, farklı bir yoldan örgütlenme çalışmasını yaygınlaştırmak istediğini getiriyor.
30 bin 610’u Alman, 2 bin 835’i “Alman olmayan” gençlerden oluşuyor. Yüzdeye vurulduğunda ise “Alman olmayanların” oranı yüzde 8.5. Bu da “Alman olmayanların” toplam nüfus içindeki oranına yakın. İddiaları ortaya atan kesimler, tam olarak göçmen çocukların sayısı rakamlarda yer almadığı için, bu rakamdan yola çıkarak göçmenlerin toplam nüfus içindeki oranı olan yüzde 18’e atıfta bulunarak, koruyucu ailelerde olan göçmen çocukların oranın yüzde 18 olabileceğini söylüyorlar. Yani kesin bir rakam yok, sadece bir varsayımdan yola çıkılarak yapılan tahmin var. Görüldüğü gibi, yansıtılan ile gerçek arasında bir çelişki bulunuyor.
Yine dini ve milli duygular! Ancak buna rağmen Zaman gazetesi ve Samanyolu TV başta olmak üzere pek çok gazete, TV ve internet sitesi son haftalarda dramatik şekilde çocukları ellerinden alınan aileleri öne çıkararak, gençlik dairelerinin ne denli keyfi ve gaddarca hareket ettiği propagandası yapıyor. Bunun için bir-iki çarpıcı örnek seçilerek, gençlik dairelerinin neden çocukları ailelerden aldığından çok, çocuğun Hıristiyan bir aileye verilmesi büyük bir felaket olarak gösteriliyor ve bu sorunun tek çıkış yolu olarak da, “Türk koruyucu aile sayısını artırma” gösteriliyor. Sorunun kaynağına inme yerine yüzeysel, dini ve milli hassasiyetleri kaşıyan bir yaklaşım sergileniyor. Bunun için de ailesinden koparılan çocuğun/gencin söylediklerinden çok, bu durumu kabullenmekte zorlanan ailenin duygusal ve milli/dini hassasiyeti öne çıkarılıyor. Son haftalarda bu konuda üzerinde en çok konuşulan örneklerden biri de 19 yaşındaki Elif Yaman oldu. Son zamanlarda, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenlilerin en küçük sorunuyla dahi ilgilendiğini göstermeye çalışan YTB’nin girişimiyle Elif Yaman, 7 yıldır ayrı kaldığı ailesiyle Kocaeli’nde buluşturuldu. Anne-kızın duygusal buluşması, tam anlamıyla devletin duygu sömürüsüne dönüştürüldü. Koruyucu bir Alman ailenin yanında kalan Elif’in Türkçe bilmemesi, “İşte çocuklarımız Hıristiyan koruyucu aileler tarafından bu hale getiriliyor” diye sunuldu. Keza koruyucu ailelerin çocuklara domuz eti yedirdiği, dini ibadetlerini yerine getirmesini engellediği, Türk arkadaşlarıyla buluşmasını istenmediğinden dem vuruldu. Üstelik Elif’in bunların tersine açıklamalarda bulunmasına, koruyucu ailenin kendisine çok iyi sahip çıktığını söylemesine rağmen...
Elif’in neden ailesinden ayrı yaşamak zorunda kaldığı gerçeğine hiç değinilmedi. Annenin sınır dışı edilmesine gerekçe olarak da “işsiz kalması” gösterildi. Bir diğer örnek ise Belçika’da ailelerinden alınan üç Türkiye kökenli çocuğun lezbiyen ailelere verilmesi oldu. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer tarafından dillendirilen ve basın tarafından sıkça kullanılan bu iddia geniş yankı yarattı. Çocuklardan ikisi uzun mahkeme sürecinden sonra eşcinsel ailelerden alınırken, biri için hâlâ yargı süreci devam ediyor. Özetle “Türk çocuklarının gençlik daireleri tarafından zorla ailelerinden koparılarak Hıristiyan ve eşcinsel ailelere verilmesi” üzerinden yürütülen propaganda doğal olarak, seslenilen “muhafazakâr Müslüman” kesim arasında büyük bir duyarlılık oluşturuyor. Ailelerinden koparılan Türk çocuklarının, zorla asimile edildiği propagandasının ikinci ayağını ise, “Koruyucu Türk ailesi” sayısını arttırma çağrısı oluşturuyor.
Koruyucu Türk aile mi çare? Hem AKP hükümetinin temsilcileri, hem hükümet çizgisindeki basın-yayın organları ve devletin Avrupa’daki uzantıları, Türk çocuklarının ailelerinden alınmasına karşı çare olarak acil bir şekilde “koruyucu Türk ailelerin” artması için, Almanya’daki Türkiye kökenli ailelere koruyucu aile olma çağrısı yapıyorlar. Bunun için durmadan koruyucu aile olmanın şartlarını yayınlıyorlar. Halbuki, eğer bir sorun varsa öncelikli olarak bu sorunun kökenine inme, nedenlerini ortaya çıkarma ve ona göre kalıcı çözümler bulmak gerekmez mi? “Koruyucu Türk ailesi” çocukların ailelerinden alınmasına karşı bir alternatif olabilir mi? Elbette hayır. Çünkü, bu “çözüm” de, asıl çözüm olan çocukların kendi ailelerinin yanında kalmasını içermiyor. Tam tersine, alınıp Türk ailelerine verilmesi ve bu yolla siyasi ve ekonomik bir nemalanmaya zemin yaratılıyor. Evet, sayısı az ya da çok, Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde binlerce Türkiye kökenli çocuk, aile içindeki ekonomik, sosyal, kültürel sorunlar ve çatışmalardan ötürü gençlik daireleri tarafından korunma ve güvence amacıyla ve çoğu zaman da yapılan suç duyuruları üzerinden ailelerinden alınıyor, belli bir süre sonra uygun koşullar varsa koruyucu ailelere veriliyor. Burada asıl dikkat edilmesi gereken sorun, Türkiye kökenli aileler arasında ekonomik, sos-
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 13
yal ve kültürel sorunların giderek çoğalıyor olmasıdır. Bu nedenle öncelikli olarak bu sorunun çözülmesi gerekiyor. Rakamlar Türkiye kökenli göçmenler arasında işsizliğin, yoksulluğun, geçim sıkıntısının alabildiğine arttığını ortaya koyuyor. Buna bir de dini değerlerin baskın hale geldiği bir yaşam tarzı eklenince, aileler ile gençler arasındaki sorunlar, genellikle polis karakolunda noktalanabiliyor. Bu sonuçların ortaya çıkmasında, “Koruyucu Türk ailesi” propagandası yapan kesimlerin birinci ve ikinci nesil üzerinde yarattığı “mahalle baskısı”nın da büyük bir rol oynadığı ortada...
Yani öz olarak, aile ve çocukların içinde bulunduğu sosyal koşulları göz ardı eden bu çevreler, bununla da kalmayıp, Türkiye kökenli emekçilerin ve onların çocuklarının yaşadığı dramı suiistimal edip, malzeme yaparak siyasi ve örgütsel kazanç sağlama telaşındalar. ■
NOTLAR: (1) http://www.ytb.gov.tr/index.php/2012etkinlikleri/56140720122.html (2) http://de.wikipedia.org/wiki/Pflegeeltern
Alman Gençlik Dairesi (Jugendamt) Alman Gençlik Dairesi (Jugendamt) milliyetine ve kökenine bakmaksızın, çocukların menfaatini korumak ve çocuklarının yetiştirilmesinde ve eğitiminde ailelere, boşanma ve ayrılma durumlarında anne ve babaya yardımcı olmak amacıyla kurulmuş bir devlet dairesidir. Gençlik dairesi için önemli olan çocuğun menfaatidir ve anne-babanın velayet hakları arasında bir çatışma söz konusu olduğunda, çocuğun menfaatini ön planda bulundurmak zorundadır. Ayrıca önceden anne ve babaya çocuk eğitimi ve yetiştirilmesi konusunda yardımcı olmak da gençlik dairesinin görevidir. Ancak bundan bir sonuç alınmadığı zaman, son çare olarak çocuğun anne ve babadan alınarak başka bir yere yerleştirilmesine de karar verebilir. Gençlik dairesi bu kararı kendi başına verecek durumda değildir. Bunun hukuki boyutunu da dikkate almak zorundadır. Bu nedenle: - Gençlik dairesinin tek başına çocuğu aileden alma hakkı ve yetkisi yoktur. Bu yetki sadece ilgili mahkemeye aittir. Çocuk ancak ve ancak mahkeme kararıyla aileden alınabilir. - Gençlik dairesi, çocuğun menfaatinin tehlikede olduğu acil durumlarda istisnai olarak çocuğu aileden alsa bile en kısa zamanda yetkili mahkemeye bildirmek zorundadır. - Çocuğun aileden alınmasını gerektiren durumlarda (genelde çocuğun velayetinin anne ve babadan alınmasını gerektiren durumlardır) Jugendamt durumu bir raporla mahkemeye bildirerek, çocuğun menfaatinin tehlikede olduğunu ve gereken önlemlerin alınmasını talep eder. - Mahkeme karar vermeden önce anne ve babayı, çocuğu, çocuk için mahkeme tarafından atanan bilirkişiyi dinler ve ona göre karar verir. - Ancak koşullar değiştiğinde çocuğun velayetinin tekrar anne veya babaya verilmesi için
14 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
mahkemeye başvurulabilir. Çocuk Almanya’da yaşadığı sürece, çocuğun menfaatini koruma görevi ve yetkisi devletlerarası anlaşmalara yetkili makam Alman mahkemelerindedir. - Jugendamt’ın çalışma yetkileri ve işleyişi SGB VIII’de (Sosyal Yardım Kanunu) düzenlenmiştir. SGB VIII göre; “çocukların bakımı ve yetiştirilmesinden birinci dereceden aile, anne veya baba sorumludur. Ancak bunun denetlenmesinde ise devlet sorumludur.“ Devlet işte bu denetleme ve gözetleme görevini Jugendamt’a vermiştir. - Jugendamt, koruması altına aldığı bir çocuk için öncelikle onun ikamet edeceği yeri belirleme hakkına sahiptir. Şayet çocuğun velayetine sahip olan anne ya da baba bu hakkı Jugendamt’a devretmede herhangi engel çıkarmazsa, Jugendamt herhangi bir mahkeme kararı olmadan da çocuğu koruması altına alabilir. Ancak çocuğun anne veya babası buna itiraz ederse, Jugendamt mahkeme kararına sahip olmadığı için çocuğu en kısa zamanda, ki bu bazen 4 hafta da sürebilir, ailesine geri vermek zorundadır. Bunu yapmıyorsa, o zaman görevli bir mahkeme kararı çıkartmak zorundadır. Belirtildiği gibi Jugendamt’ın görev alanları ve yetkileri bellidir. Ancak çocuğun gelişimi veya korunması kavramları yer yer keyfi durumların yaşanmasına da sebep olmaktadır. Jugendamt çalışanları görevlerini veya yetkilerini duruma göre abartabiliyorlar. Çünkü bunları denetleyecek yasal herhangi bir üst kurum bulunmamaktadır. Çocuğun velileri Jugendamt’ın verdiği kararlara ilgili mahkemelere itirazda bulundukları zaman denetleme söz konusu olabilmektedir. Mahkemelere herhangi bir itiraz yapılmadığı zaman Jugendamt kendi kararlarını kendisi alıp ve bunu hayata geçirme yetkisine sahiptir.
Saat 20:00
Ön satış : 10.- € Kapıda : 12.- €
4 Küçük çocuklar oyuna alınmaz
www.tiyatroistasyon.de
tiyatroistasyon hamburg
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 15
Bir Türkiye dostu daha aramızdan sessiz sedasız ayrıldı
Gilles Veinstein ve vedası UĞUR HÜKÜM
Fransa’da yaşayan bir numaralı Osmanlı Tarihi uzmanıydı. Üstelik çok ciddi bir Türkiye dostuydu. Bu yazı, İlber Ortaylı hariç, onu ölümünde bile anmak dirayetini gösteremeyen Türk kamuoyuna bir tepki, değerli bilim insanı Gilles Veinstein’a da bir vefa borcudur.
16 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
PARİS - Fransa’nın ünlü araştırmacı tarihçisi ve öğretim üyelerinden, ülkenin en saygın üst derecedeki eğitim kurumlarından College de France’da Osmanlı ve Türk Tarihi kürsüsü kurucu başkanı Profesör Gilles Veinstein vefat etti. İki yıldır amansız bir hastalıkla mücadele eden değerli bilim insanı geçtiğimiz 5 Şubat’ta dünyaya gözlerini yumduğunda 67 yaşındaydı. Çok verimli bir çağında yitirdiğimiz bu kişilik derin bilgisi, titiz ve eleştirel yaklaşımıyla olduğu kadar olağanüstü nazik ve alçakgönüllü karakteriyle de tam saygıyı hak eden bir insandı. Utangaçlığı ve güleryüzlülüğü, ilk izlenimin aksine bilimsel disiplin ve ciddiyetine asla gölge düşürmedi. Osmanlı ve Türkiye tarihine bakışına karşıt olanların dahi, 12 Şubat’ta Père Lachaise Mezarlığı Krematoryumu’nda düzenlenen veda törenine katılmaları bilim adamına duyulan saygının kanıtıydı. Ne acıdır ki, Profesör
İlber Ortaylı’nın 17 Şubat’ta Milliyet’te (1) yayınlanan makalesi ve iki gündelik gazetenin internet sitesindeki kısa bir ajans haberinin dışında (bildiğimiz kadarıyla) Türk basınında bu büyük insanın ölümüne dair tek kelime yazı çıkmadı.
Türkoloji, Türkofoni ve Türkofili’ye adanmış bir yaşam 18 Temmuz 1945’te Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelen Gilles Veinstein, orta öğrenimini Fransa’nın en iyi lisesi diye bilinen Louis-le-Grand’ta yaptıktan sonra, ülkenin en prestijli yüksek okullarından Ecole Nationale Supérieure’den tarih diploması aldı. Parlak öğrenciliğini Sorbonne, INALCO (Ulusal Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Enstitüsü) ve EHESS’te (Sosyal Bilimler ve İncelemeler Yüksek Okulu) tarih doktorasıyla tamamladı. 1972’den itibaren alanında dünyanın en önde gelen okullarından EHESS’te Arap Dünyası dışı “İslam âlemi âlimi” nitelenen Rus kökenli Fransız tarihçi Alexandre Bennigsen’in asistanı olarak mesleki kariyerine başladı. Pertev Naili Boratav, Louis Bazin, Robert Mantran gibi çok büyük tarihçi, antropolog ve Türkologlardan ders alan, daha sonra onlarla da çalışan Veinstein sayısız bilimsel yayının sahibi olduğu gibi örgütçü ve yapıcı tavırlarıyla CNRS (Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi) Türk ve Osmanlı Araştırmaları bölümünü geliştirdi ve yönetti. Paul Dumont ile Türklük İncelemeleri dergisi Turcica’nın eşmüdürü olmuş, İstanbul (Anadolu), Taşkent Fransız Araştırmaları ve Boğaziçi Enstitüleri bilimsel kurulları, CNRS Rus Dünyası dergisi yayın kurulu, Academia Europaea , CNRS Oryantalistler Komitesi üyeliklerini üstlenmişti. France Culture radyosuna aylar süren Osmanlı ve Türk tarihi programları hazırlayıp sundu.
Collège de France sınavı Fransız yüksek eğitim kurumlarının en üst derecede saygın yapılarından biri olan Collège de France Fransa kralı 1. François tarafından 1530’da kurulmuştur. Diploma kaygısı olmaksı-
zın belirli koşulları yerine getirmek kaydıyla bütün yurttaşların yararlanabileceği, izleyebileceği bir müfredatın verildiği bu yapıda bir kürsü kurmak ve/veya başına geçmek her “fani”ye nasip olacak bir şans değildir. Pozitif bilimlerden sosyal bilimlere, güzel sanatlardan çağdaş sanatlara genellikle dünyaca ünlü, ordinaryüs profesörlerin dizi konferanslar biçiminde eğitim verdiği bu prestijli yapıda 1990’lı yılların başından beri ciddileşen Osmanlı ve Türk Tarihi Kürsü’sünü kurmak üzere Gilles Veinstein aday gösterildi. Fakat Veinstein “Ermeni Soykırımı” konusunda İngiliz-Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in 16 Kasım 1993’te Le Monde gazetesinde yayınlanan bir söyleşisindeki resmi Türk tezi olduğu ileri sürülen savlarının bazılarına arka çıkmıştı. Ayrıca Fransa’nın önde gelen tarih dergisi L’Histoire’ın 187 numaralı 1995 Nisan ayı “Ermeni Katliamı” başlıklı özel sayısına yazdığı “Bir Katliam Hakkında Üç Soru” makalesiyle “soykırım” tezini savunanların boy hedefi haline gelmişti. Gündelik gazetelerde yayınlanan makaleler, imza kampanyaları, özellikle entelektüel ve siyasi çevrelerde yapılan çalışmalarla “inkârcı” Veinstein’ın bu göreve getirilmesine karşı ciddi bir seferberlik geliştirildi. Olay dönemin milli eğitim, kültür bakanlarına ve hatta Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a kadar götürüldü. Ancak Louis Bazin, Michel Cahen, Pierre Chuvin, Robert Mantran, Pierre Nadel-Vaquet, Maxime Rodinson, Alain-Gérard Slama gibi dönemin en önemli Doğu ve İslam Kültürü çehreleri belli kayıtlar da koysalar, nüanslar da ileri sürseler Veinstein’ın bilimsel kimliğinden kuşku duymadıklarını, adaylığını desteklediklerini açıkladılar. Nihai oylamada karar, Collège de France tarihinde pek görülmemiş bir bölünmeyle de olsa Veinstein’ın lehine çıktı. Değerli bilim insanı 2 çekimser ve 15 karşı oya rağmen 18 üyenin onayıyla Aralık 1998’de bu tarihi kürsüyü kurmakla görevlendirildi. Veinstein tam bir yıl sonra, 3 Aralık 1999’da verdiği açılış konferansında kürsünün kuruluşuyla Collège de France’ın kuruluşundaki bağlantılara, Kral 1. François ile Kanuni Sultan Süleyman ve Fransa-Osmanlı/ Türkiye yakınlığına değindi. (2)
AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 17
Veinstein suiistimali Bu büyük insan ölümü vesilesiyle kişiliği, eserleri, gayretleri, görüşleri etrafında hatırlanması, anılması, değerlendirilmesi gerekirken bazı çevreler vefat haberini dahi bir kavga, kendi davalarına pay çıkarma yolunda kullanıyorlar. Böylesi suiistimaller yalnızca mevcut sorunların derinleşmesi, çelişkilerin ve çatışmaların vahimleşmesini körüklemekten öteye geçemiyor. Turquie-News isimli Fransızca-Türkçe bir haber portalı 14 Şubat’ta okurlarına şöyle bir bilgi geçiyordu: “(Le Monde gazetesinin web sitesi) lemonde.fr Osmanlı tarihi uzmanı Gilles Veinstein’ı sansürledi.” Habere göre (Fransa’nın en saygın ve bağımsız gazetesi) Le Monde, gazetenin kültür sayfası yazarlarından ve tarihçi Philippe-Jean Catinchi imzalı “Gilles Veinstein, historien, spécialiste de l’Empire ottoman” başlıklı makaleyi 12 Şubat saat 12:50’de siteye koyduktan 14 dakika sonra aşırı milliyetçi Ermenilerin baskısıyla sansürleyerek yayından kaldırmıştı. (3) Turquie-News’un yazının kaldırıldığına dair haberi doğruydu. Ama aynı gazete 16 Şubat’ta yayınlanan nüshasında makaleyi özüne dokunmadan az değiştirilmiş olarak kâğıt baskısı ve dolayısıyla internet baskısında resmen kamuya sunacaktı. Turquie-News ise okurlarını bu gelişmeden yoksun bırakacak ve Ermeni-Türk çatışmasının değirmenine su taşımış olacaktı. Halbuki Veinstein Collège de France’a kurduğu kürsü etrafında göğüs germek zorunda kaldığı taciz, saldırı ve darbelere karşın iki halkın ne denli yakın olduğunu, karanlık çıkarlar uğruna kullanılan aşırı uçların diyaloğa ve yakınlaşmaya en ciddi engel olduğunu savunurdu. Sanırım 2002’de Radio France Internationale için gerçekleştirdiğim bir söyleşinin sonunda yaptığımız uzun bir sohbette durumdan özetle şöyle yakınmıştı: “Adı ister soykırım, ister katliam, ister tehcir, ne olursa olsun ortada işlenmiş bir insanlık suçu vardır. Bunun günahı tümüyle bugünkü Türkiye’nin boynuna olmasa da ilk adımı atması gereken Türkiye’dir. 1915’te merkezi güç, otorite İstanbul’du. Sorumluluk Türklerindir. Karşı tarafı suçlamak yerine hiç olmazsa Ermeni halkından özür dileyebilirler. Öte yandan konuyu tabulaş18 | 25 Mart 2013 | AvrupaGüN
tırıp, en küçük farklı bir söylemi küfür gibi algılayan bir kısım Ermeni diyasporası gücünün yettiği her yerde tam bir entelektüel terör estiriyor. Soykırım kavramı bu çevrelerin varlık nedeni olmuş. Üstelik konu benim için tarihtir ve tarih her bilim dalı gibi konularını daima yeniden ele alacak, yeni verilerin ışığında gözden geçirecektir. Bu bakış bazı gerçeklerin inkârı demek değildir. Dünü, bugünü nasıl daha iyi anlarız, yarını nasıl daha iyi kurarız demektir.” ■ NOTLAR: http://www.milliyet.com.tr/ornegi-az-gorulen-cidditarihcilerden-gilles-veinstein/ilber-ortayli/pazar/yazardetay/ 17.02.2013/1669828/default.htm http://www.milliyet.com.tr/ornegi-az-gorulen-cidditarihcilerden-gilles-veinstein/ilber-ortayli/pazar/yazardetay/ 17.02.2013/1669828/default.html http://www.college-de-france.fr/media/ lecons-inaugurales/UPL52664_LI_150_Veinstein.pdf http://www.college-de-france.fr/media/leconsinaugurales/UPL52664_LI_150_Veinstein.pdf http://www.turquie-news.com/rubriques/histoire/11299censure-sur-lemonde-fr-gilles.html http://www.turquie-news.com/rubriques/histoire/11299censure-sur-lemonde-fr-gilles.html
Zülfü Livaneli Bulgarcada ORHAN ÇALIŞIR
ZÜLFÜ LİVANELİ VE ÇEVİRMENİ SİLVİYA DİMİTROVA
SOFYA - Zülfü Livaneli’nin Türkiye’de satış rekorları kıran romanı Serenad, Bulgaristan’da da yayımlandı. Oldenburg Üniversitesi öğretim üyelerinden Silviya Dimitrova’nın Türkçeden Bulgarcaya çevirdiği eser, Sofya’daki Knigopis Yayınevi tarafından bu hafta piyasaya sürüldü. Kitabın yayımlanması nedeniyle Sofya’ya gelen Zülfü Livaneli, Sofya’daki Milli Kültür Sarayı’nda Bulgaristanlı okurlarıyla buluştu. Yaklaşık 150 kişinin izlediği okumaya, Sofya Üniversitesi’nden Türkologlar ve edebiyat meraklılarının yanı sıra T.C. Sofya Büyükelçisi İsmail Aramaz da katıldı. Kitabın tanıtımında Bulgaristan’ın tanınmış kemancısı Yosif Radionov ve eşi piyanist Zornitsa Radionova, romanın adının esin kaynağı olan Schubert’in Serenade adlı eserini seslendirdiler. Toplantıda bir konuşma yapan Zülfü Livaneli, “Bu globalleşen dünyada, komşu ülkeler ve
ortak geçmişi paylaşan ülkeler bile ne yazık ki birbirini tanımıyorlar. Bu yüzden karşılıklı olarak kitaplarımızın çevrilmesi ve okunması birbirimizi anlamak bakımından çok önemli” dedi. Knigopis Yayınevi’nin sahibi Georgi Alexandrov da Serenad için “Eğer bir eser insancıl ve iyimserse, bu mutlaka iyi bir eserdir, Livaneli’nin kitabı bu iki özelliğiyle hemen dikkat çekiyor” görüşünü dile getirdi. Alexandrov, Serenad’ın Bulgaristan’ı da yakından ilgilendiren Struma faciasını işlediğini, bu nedenle Bulgar okurlar tarafından büyük ilgiyle karşılanacağını söyledi. Sofya’da iki gün boyunca yazılı basın, radyo ve televizyondan çok sayıda gazeteciyle söyleşi yapan Zülfü Livaneli, Bulgaristan’daki belli başlı bütün yayın organlarında geniş yer buldu. Bulgar Devlet Televizyonu’nun çok izlenen politika programı Panorama da Livaneli ile yapılmış uzun bir röportaja yer verdi. AvrupaGüN
| 25 Mart 2013 | 19
20 | 25 Mart 2013 |
AvrupaG端N