İÇİNDEKİLER 3 “Sorun salt devlet mekanizmaları değil, toplumun bütününe işlemiş ırkçılık” Bir cinayetler zincirinin sahnedeki anatomisi TUNÇAY KULAOĞLU İLE GÖRÜŞME 9 Compact dergisi cinayetlerin peşini bırakmıyor 10 Tuhaf koşullarda yaşamlarını yitiren Türkler kuşkulara yol açıyor Belçika’nın mağdurları SERPİL AYGÜN 14 Alba Dorata Italia’nın “Bankerler İmparatorluğu”na karşı “mücadelesi” Mussolini tekrar Avrupa politikasında ASLI KAYABAL 17 Avrupa ülkelerindeki gelir dağılımı toplumsal barışı dinamitleyebilir AB’de tuhaf bir eşitsizlik kaynağı 20 Caz dünyasında yeni bir çıkış yeni renkler arıyor Murat Öztürk’ün öyküsü UĞUR HÜKÜM
Kapak fotoğrafı: Ute LangkafeL, MaI.fOtO
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran
2 | 3 Aralık 2012 | AvrupaGüN
“Sorun salt devlet mekanizmaları değil, toplumun bütününe işlemiş ırkçılık”
Bir cinayetler zincirinin sahnedeki anatomisi
BERLİN - Berlin’in ilginç kültür odaklarından Ballhaus Naunynstrasse salonlarında geçen hafta art arda sergilenen bir oyun, Alman medyasında ilgiyle karşılandı ve çeşitli eleştiriler aldı. Wagner Carvalho ile birlikte Ballhaus Naunynstrasse Tiyatrosu Sanat Yönetmenliği görevini Eylül 2012’de, önümüzdeki dönemden itibaren ünlü Maxim Gorki Tiyatrosu’nu yönetecek olan Şermin Langhoff'tan devralan Tunçay Kulaoğlu, “Fahrräder könnten eine Rolle spielen” (Bisikletlerin de Bir Rolü Olabilir) adlı bu iddialı oyunun doğum sürecini, işlevini ve hedeflerini Avrupa GÜN’e anlattı. - Bu oyun nereden kaynaklandı, nasıl bir düşünceden doğdu?
TUNÇAY KULAOĞLU - Almanya’da genç kuşak tiyatro yazarlarına verilen en önemli ödüllerden birisinin sahibi olan Marianna Salzmann ve edebiyat dergisi “Freitext”i çıkaran Deniz Utlu, yaklaşık iki yıl önce çok güzel bir oyun fikriyle geldiler. Bir komediydi bu. Doğu Almanya’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir köyüne davetli iki müzisyen. Biri Yahudi, diğeri
Ute LangkafeL, MaI.fOtO
“Döner Cinayetleri”nde katledilen insanların ailelerini, yakın çevresini Türkiye’ye giderek köy köy araştıran, suçu onlara yüklemek isteyen, İran’dan medyum getirtip “Kusura bakmayın medyuma sadece gaipten sesler geldi, o yüzden bunların ses kaydını yapamadık” diyen görevlilere göre bu hikaye son derece gerçekçi. NSU sürecinde yaşananlar bu ülkede yaşayan her insanın suratına indirilen bir tokat.
tUnÇaY kULaOĞLU
Nazi. Biri bir Yahudi konserine davetli, diğeri de bir Nazi düğününe. Tesadüf bu ya, ikisi de taşralı olmadığı için, gidecekleri yeri karıştırıyorlar ve Nazi Yahudi konserinde, Yahudi müzisyen de Nazi düğününde buluyor kendisini. Çıkış noktası bu. Olacakları düşünmek bile insanı içten içe güldürüyor. Bu fikirle projeye destek bulduk. Tam prodüksiyona başlayacaktı ki, geçen yıl 4 Kasım’da NSU olayı patlak verdi. Marianna Salzmann eski Sovyetler Birliği vatandaşıydı ve Yahudi kökenlidir, Deniz Utlu da Türkiye kökenli. NSU cinayetlerinin boyutu tamamen bir tesadüf eseri “kabak gibi” ortaya çıkmaya başlayınca, böyle bir komedi yazmak AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 3
© fOtO: LUtZ knOSPe
MarIanna SaLZMann
istemediler haklı olarak. Almanya’nın pis suratı bir tokat gibi patladı yüzümüzde. Ama diğer yandan projeye para da çıkmıştı. Ne yapalım derken, destek veren fonu ikna etmeyi başardık ve konu değişti. - Yeni konu ve yönetmen için yeni bir durum ortaya çıktı demek ki. Ne oldu?
TUNÇAY KULAOĞLU - Lukas Langhoff, Doğu Alman kökenli. Dolayısıyla olaylara yazarlardan ve Ballhaus Naunynstrasse penceresinden farklı bakan, bunu sahnede de gösteren, klasik, “kör gözüm parmağına” hesabı oyunlara sahne olan “öğretici” politik tiyatroyla gerektiğinde çok iyi dalga geçebilen bir sanatçı. NSU katillerini bulmak için İran’dan medyum getiren Alman istihbaratının işleyişini göstermenin mümkün olmadığını söyledi önce. Hayat o kadar absürd ki, kurgulamayı başardığınız her şey onun gerisinde kalmaya, onun bir karikatürü olmaya mahkum. Ona rağmen evet dedi, ama bir şartla: Yazarların da istediği gibi, sorunu salt devlet mekanizmalarına indirgemeden, toplumun bütününe işlemiş ırkçılığı ön plana aldı. - Hikaye nasıl belirlendi bu yeni durumda?
TUNÇAY KULAOĞLU - Hikaye basit aslında. “Esas oğlan” Andreas, duyduğu, gördüğü, yasadığı her şeyi en ince ayrıntılarına kadar hatırla4 | 3 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Tiyatro zor bir sanat. Özellikle güncel konulara eğiliyorsanız. Çünkü bu akşam prömiyerde gösterdiğiniz konu yarın sizi aşabilir. Hele konu NSU ise. Günbegün inanılmaz gelişmelerin yaşandığı ve çoğunluk toplumun tam bir sessizliğe gömüldüğü bir konuda eleştirmenler belki de haklı olarak genelgeçer bir yanıt, duruş, manifesto bekliyorlardi. Ama bu mümkün değil.
yan, unutamamak gibi korkunş bir hastalığa yakalanmış ve beynini dolduran her şeyi her daim ve her yerde tekrarlayan bir “hasta”. Bir catering firmasında çalışıyor. Parti kongrelerinde, stadyumlarda ve Federal Parlamento’nun NSU Araştırma Komisyonu'nun toplantılarında politikacılara, basın mensuplarına kadar herkese yiyecek ve içecek servis eden apolitik bir insan. Bütün Almanya’yı dolaşıyor işi gereği. Toplumun her kesiminin nabzını tutuyor ve “Nasıl oluyor da böylesi cinayetler mümkün olabiliyor?” diye sormaya başlıyor kendine. Taraf tutmadan. Ama kusursuz bir belleğe sahip ol-
© fOtO: LUtZ knOSPe
SIMOn BrUSIS, SeBaStIan BranDeS
duğundan, olup biteni önce sşaşkınlıkla sonra öfkeyle izliyor ve cinnet geçiriyor sonunda. - Nasıl bir cinnet bu ve neden bir cinnet?
TUNÇAY KULAOĞLU - Hikayede Norveçli katil Breivik’e gönderme var. Tek fark: Andreas istemeden, planlamadan, ayırıp seçmeden safkan Almanları katlediyor. Cinnet geçiriyor, çünkü NSU cinayetleri üzerine bir yıldır yazılıp çizilenlerden ders çıkarılmamasını anlamıyor, çünkü her şeyi hatırlıyor. En ince ayrıntısına kadar. Sonunda da Hizbullah’ın Türkiye ayağının bir üyesi olmakla suçlanarak hakim karşısına çıkarılıyor.
reddetti. Gerekçesi de, efendim, olayların üzerinden çok uzun zaman geçmiş, bu nedenle resmi bir tören yapmakta anlam göremiyormuş. Doğu Almanya sınırlarında öldürülen insanlar için, ki Gauck’un mantığından baktığınızda tam bir rezalet bu örnek, her yıl tören yapan bir dev-
TUNÇAY KULAOĞLU - NSU cinayetlerinde katledilen insanların ailelerini, yakın çevresini Türkiye’ye giderek köy köy araştıran, suçu onlara yüklemek isteyen, İran’dan medyum getirtip “Kusura bakmayın medyuma sadece gaipten sesler geldi, o yüzden bunların ses kaydını yapamadık” diyen Alman istihbaratına oranla bu hikaye son derece gerçekçi. NSU sürecinde yaşananlar, bu ülkede yaşayan her insanın suratına indirilen bir tokattır. Ve hâlâ utanmadan vurmaya devam ediyorlar. Ve ses yok. Alman Cumhurbaşkanı daha geçen gün, hem de Mölln’ün 20’nci yıldönümünde, NSU cinayetlerinde katledilen insanların aileleriyle görüşmeyi
© fOtO: LUtZ knOSPe
- Bir abartma yok mu ortada?
DeniZ UtLU AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 5
Ute LangkafeL, MaI.fOtO
“fahrräDer könnten eIne rOLLe SPIeLen”
letin başında duran birisinin ağzından böylesi bir iğrençliğin çıkması inanılmaz. Yanlış anlamayın, Doğu Almanya sınırlarında öldürülenleri küçümsemek istemiyorum, ama ikiyüzlülüğün vardığı boyutları gösterme anlamında çok önemli bence bu. Klasik deyimle çifte standart. Alman’san, yüz yıl önce de öldürülmüş olabilirsin, her yıl hatırlanırsın, ama göçmensen, öldüğünle kalırsın. Fakat Andreas gibiysen, unutma yetini kaybetmişsen, her şeyi hatırlarsın ve sorgularsın. Bence böylesi bir atmosfere sahip Almanya gibi bir ülkede asıl şaşılması gereken, neden kimsenin gerçekten cinnet geçirip toplu katliamlara kalkışmadığı. Oyun asıl bu soruyu soruyor. Cevabı da açık bence: Çünkü unutuyoruz! Olaylar, ilişkiler, bağlamlar bize unutturuluyor. Mölln diyoruz, Solingen, Ho6 | 3 Aralık 2012 | AvrupaGüN
yerswerda, Rostock, sanki her şey iki Almanya’nın birleşmesinden sonra patlak vermiş gibi. Tarih çarpıtılıyor, çünkü Schwandorf yok bu söylemde… - Schwandorf?
TUNÇAY KULAOĞLU – Evet, Schwandorf... 17 Aralık 1988’de Mehmet Can, Fatma Can, Osman Can ve Jürgen Hübner’in yaşamlarını yitirdiği kundaklama. Bavyera’nın Schwandorf kasabasındaydı o olay. Olayları unutuyoruz, failleri unutuyoruz, çoğunluk toplumun, medyanın, deyim yerindeyse, dümen suyuna yatıyoruz ve sanıyoruz ki, Almanyaların sözde birleşmesi asıl sorundu ya da milattı. Irkçılığın kökenlerini, Almanya özelindeki gelişimini, istikrarını unutuyoruz.
- Oyunla ilgili eleştirilerin çok da olumlu olmadığı gözlendi...
TUNÇAY KULAOĞLU - Tiyatro zor bir sanat. Özellikle güncel konulara eğiliyorsanız. Çünkü bu akşam prömiyerde gösterdiğiniz konu yarın sizi aşabilir. Hele konu NSU ise. Günbegün inanılmaz gelişmelerin yaşandığı ve çoğunluk toplumun tam bir sessizliğe gömüldüğü bir konuda eleştirmenler belki de haklı olarak genelgeçer bir yanıt, duruş, manifesto bekliyorlardi. Ama bu mümkün değil. Gerek yazarlar gerekse yönetmen, bu tuzağı başından hissettikleri için çok farklı bir hikaye ve çok absürd bir sahneleme gereği duydular. - Gerçekten de, bütün oyun çamur içinde sergileniyor...
TUNÇAY KULAOĞLU - Evet, Almancadan ödünç alırsak, toplumun “alt tabakalarına” gönderme yapan faşist tortuyu imleyen ama bence çoğunluk toplumun duygu ve düşünce dünya-
Hikayede Norveçli katil Breivik’e gönderme var. Tek fark: Andreas istemeden, planlamadan, ayırıp seçmeden safkan Almanları katlediyor. Cinnet geçiriyor, çünkü NSU cinayetleri üzerine bir yıldır yazılıp çizilenlerden ders çıkarılmamasını anlamıyor, çünkü her şeyi hatırlıyor. En ince ayrıntısına kadar. Sonunda da Hizbullah’ın Türkiye ayağının bir üyesi olmakla suçlanarak hakim karşısına çıkarılıyor.
Ute LangkafeL, MaI.fOtO
sına denk gelen “Brauner Sumpf”, yani kahverengi, yani Nazilerin renginde bir çamur içinde oynanıyor oyun. Sahne olarak Lukas Langhoff, NSU Araştırma Komisyonu’nun toplandığı mekanı aldı. Herkes çamura batıyor, pisliğe bulaşıyor, temizlenmek mümkün değil, diğer yandan çamura da yatmak zorunda kalıyorlar... “Benden sonra tufan” anlamında bir tutum bu... - Seyircilerin oyunda çok gülmesi dikkat çekti...
TUNÇAY KULAOĞLU - Evet, çünkü sahneler gerçekten inanılmaz komik. Ama oyunun alt metni her daim kellenizin üzerinde Zülfikar gibi sallanıyor. İran’dan medyum getiren Alman istihbaratı komik değil mi? Bence inanılmaz AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 7
komik. Ama gülebiliyor muyuz buna? Acı da olsa, belki evet. Ama gülen izleyicilerin o anlamda bir arınma yaşadığından eminim. - Oyunda belgesel metinler var...
TUNÇAY KULAOĞLU - Gazeteci-yazar Mely Kiyak’ın NSU Araştırma Komisyonu toplantılarında tuttuğu notlardan yararlandı oyun yazarları. Ama işin komik tarafı, seyircileri en çok güldüren sahneler, yazarların uydurduğu kurmaca sahneler değil, belgesel metinlerin kullanıldığı bu pasajlar. Gerçeklikle kurmacanın iç içe geçtiği ve Alman devletinin NSU konusunda bugün ne kadar aciz bir duruma düştüğünü gözler önüne seren bir kanıt. Kral çıplak ve çok komik, ama katliamlara meydan vermiş, bunun altyapısını hazırlamış, üstelik bugün bunu hâlâ bir şekilde saklamaya çalışan, gerçek sorumluları saklayan, günah keçileri olarak birkaç memuru harcamaya mecbur çıplak bir kralla karşı karşıyayız. Ama kimse sorunun kökenlerine inmeye, her şeyi radikal bir biçimde sorgulamaya hazır değil. Bu böyle devam ettiği sürece karşımızda çırılçıplak kalmış bu kralı gülerek aşağılamaya mecburuz. Onu ciddiye almıyoruz. Ne zaman ki bir şeyler yapısal anlamda gerçekten değişmeye gebe olur, o zaman somurtmaya da hazırız. Gerekirse ağlamaya da...
8 | 3 Aralık 2012 | AvrupaGüN
Compact dergisi ısrarlı BERLİN - Almanya’da yeni yüzyılın ilk büyük devlet skandalına dönüşme eğilimleri gösteren “Döner Cinayetleri” ile ilgili tartışmalar yeni boyutlar kazanıyor. Aylık bir dergi, medyada yayılan açıklamaları sürekli sorgulayarak toplumdaki suskunluğu kırmaya çalışıyor. Berlin’de yayımlanan siyaset ve kültür dergisi “Compact”, özellikle mahkemesini bekleyen Beate Zschäpe ile ilgili söylenti ve iddiaların dökümünü tartışmayı sürdürüyor. Bu arada sosyal medyadaki birçok adreste “Döner Cinayetleri” ve NSU çevresinde dönen olaylar hakkındaki resmi açıklamalara yönelik kuşkular ve “alternatif açıklamalar” giderek artıyor. Bütün bu kuşkuların karşısında yapılan resmi açıklamaların yeterli dayanağa sahip olmadığı gözleniyor. Nitekim aralık ayı sayısında da yeni iddialarda bulunan Compact, Kai Voss imzalı bir analizde, olaylarla ilgili yeni dökümler vererek “acımasız sorularına” devam etti. Dergi, “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” (NSU) adı verilen üç kişilik çetenin varlığının ve iki neonazi militan Uwe Mundlos ile Uwe Böhnhardt’ın karavanlarında 4 Kasım 2011’de intihar ettikleri yolundaki bilginin artık gözden geçirilmesi gerektiğini yineledi. Muhtemelen denetim dışı bir gizli servis operasyonu ile karşı karşıya olunduğu yolunda daha önce Genel Yayın Yönetmeni Jürgen Elsässer’in de ileri sürdüğü iddiaları açımlamaya çalışan Compact, doğudaki Zwickau kentinde bulunan ve Beate Zschäpe’nin havaya uçurduğu ileri sürülen ortak ev hakkında da doyurucu açıklamalar bulunmadığı tezinin tartışılmasını istedi. Dergideki yazıda “Nazi üçlünün oturduğu ev muhbir Beate Zschäpe’yi ortadan kaldırmak ve kanıtlar yerleştirmek için mi kundaklandı?" sorusu dikkat çekerken, bir grafiğe de yer verildi. Bu grafikte, NSU cinayetlerinde 8 Türk ve bir Yunan esnaf ile bir kadın polisin yanı sıra “intihar ettikleri bildirilen“ iki neonazi Uwe Mundlos ile Uwe Böhnhardt’ın da yer aldığı, sonuçta bu cinayetlerde hayatını kaybedenlerin sayısının 10+2 olduğu ileri sürüldü. Önümüzdeki sayılarda da devam edeceği bildirilen yeni döküm ve analizlerin merkezinde Beate Zschäpe’nin yer aldığı gözlendi. Bir yılı aşkın bir süredir ceazevinde olan ve Compact’a göre uzun süre istihbarat için çalışan Zschäpe’nin 4-7 Kasım 2011’deki firar günleri tekrar mercek altına alındı. İki arkadaşının öldüğünden haberdar olmasının mümkün bulunmadı-
ğını hatırlatan dergiye göre, çıkan yangın yanıtsız birçok soru işaretini beraberinde getiriyor. “Beate Zschäpe’nin kanıtları imha etmek için yangın çıkardığı açıklamasından kuşku duymak şart. Zschäpe ya kanıtları imha etmek istemiyordu ya da bu yangını o çıkarmadı” denilen geniş yazıda, üçlü çetenin kadın üyesinin “kayıp ve mevcut” telefon bağlantılarının da yeni soru işaretlerine neden olduğu hatırlatıldı. Compact’ta daha önce çıkan değerlendirmelere göndermeler yapılarak, yeni sayıda “düşünce oyunları” başlığı altında bazı alternatif açıklamalar da dikkat çekti: “Böhnhardt ve Mundlos’un öldürüldüğü yolunda emareler var. Sırdaş kadın Zschäpe’nin de mi ortadan kaldırılması gerekiyordu? Eğer bu iki cani ve banka soyguncusu Eisenach’ta yaşamlarına kendi elleriyle son verdilerse, kamuoyu, umudunu kaybetmiş bir suç ortağı kadının tüm diğer kanıtların ortasında kendini havaya uçurmasını akla yakın bulmalıydı. Bu masal önceden hazırlandı: Binadaki inşaat işleri çerçevesinde benzin gibi yangın çıkarıcılar, belki hatta biraz patlayıcı üçlünün barınağı içinde veya yanında depo edilir. Yangın çıkmadan hemen önce hatta yangın sırasında Beate Zschäpe kuşkulanır ve evi terk ederek kaçar. Tamamen şaşkın, iki arkadaşının neden öldürüldüğünü ve neden kendisinin bir kundaklamadan son anda kurtulabildiğini bilmeksizin, sağa sola gider ve tanıdığı inanlarla bağlantı kurmaya çalışır. Belki de gizli servisten tanıdığı ve güven duyduğu insanların korumasını arıyordu. Bunlar iki gün boyunca Zschäpe’yi kendisine yüklenen durum karşısında susup beklemeye hazırladılar. (...) Sonuç önemliydi: Zschäpe hapse girdi ve bugüne dek sustu.” Compact, konuyu yakından izlemeye ve sorular sormaya devam edeceğini belirtirken, Beate Zschäpe’nin duruşmaları yaklaştıkça avukatlarıyla arasının bozulduğu yolundaki iddialar da medyaya düşmeye başladı. Yaz aylarında avukatlarıyla arasında sürtüşme çıktığı ve kendisinin konuşmak istediği ileri sürülen Zschäpe’nin bir avukatı bu söylentilerin eski bilgilere dayandığını ve müvekkiliyle arasında bir sorun olmadığını açıkladı. AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 9
Tuhaf koşullarda yaşamlarını yitiren Türkler kuşkulara yol açıyor
Belçika’nın mağdurları SERPİL AYGÜN BRÜKSEL - Belçika yargı sitemindeki aksaklıklar ve cezaevlerindeki insanlık dışı koşullar ülkenin kısa sürede aşamadığı sorunlar listesinin başında yer alırken, ülkenin farklı kentlerinde yaşayan 4 Türk ailesinin başına gelenler isyan ettiriyor. 12 Ocak 2005: Sint Niklaas kentinde yaşayan Şahin ailesinin evinin önündeki kartonları bilerek ateşe veren Belçikalı Davy Hendrikx, 3 kişinin ölümüne neden olurken, olaydan yaralı kurtulan anne Nerkiz Şahin ve kızı Tülin’i de acılarla başbaşa bıraktı. 2010 yılında verilen kararla Davy Hendrikx sadece 3 ay hapis cezası aldı. 8 Ağustos 2009: Charleroi’un Jamioulx cezaevinde 31 Yaşındaki Mikail Tekin gardiyanların uyguladığı şiddet sonucu hayatını kaybetti. 28 Kasım 2012 Charleroi Ceza Mahkemesi 3 gardiyanı nefsi müdafaa gerekçesiyle beraat ettirdi. 18 Aralık 2010: Belçika’nın Meulebeke yerleşim biriminde Süleyman ve Uğur Aygün kardeşler bir cinayet sonucu öldürüldü. Kortrijk Bölge Savcısı Marc Allegaert soruşturmayı tamamlamadığı gerekçesi ile Aygün kardeşlerin cenazelerinin Türkiye’ye gönderilmesine izin vermiyor. Cenazeler 2 yıldır morgda tutuluyor. 19 Eylül 2012: Aziz Karaşam 12.5 yıldır yattığı Leuven cezaevinde ölü bulundu. Cezaevi yönetimi Aziz Karaşam’ın ölümünü aileye 24 saat geç bildirdi. Aziz Karaşam ölümünden bir gün önce T.C. Brüksel Büyükelçiliği’ni arayarak cezaevinde baskı gördüğünü söyleyip yardım talep etti. Karaşam ailesi oğullarının öldürüldüğünü düşünüyor. Yasal adım için Türkiye’de yapılacak olan otopsinin sonucu bekleniyor. 28 Kasım’da Charleroi’da karar duruşması gerçekleşen Mikail Tekin davasında da gardiyanlar nefsi müdafaa gerekçesiyle aklanırken, Belçika adaletine bir kez daha gölge düştü.
Belçika adaletinin “nefsi müdafaa”sı 31 yaşındaki Mikail Tekin, şartlı tahliye koşullarında iken 7 Ağustos 2009’da tarihinde polisle yaşadığı bir tartışma sonucu tekrar cezaevine götürülmüştü. Bu tutuklamadan bir 10 | 3 Aralık 2012 |
AvrupaGüN
gün sonra öldüğü bildirilen Mikail Tekin’in önce kalp krizi geçirmiş olabileceği, daha sonra da yemek yerken boğulup ölmüş olabileceği söylendi, cezaevi yönetimi tarafından. Ancak Mikail Tekin’in yakınları cesette gördükleri darp ve kan izleri nedeniyle ölümden şüphelenip, otopsi yaptırdılar. Otopsi raporu, cesette darp izleri bulunduğunu ortaya koydu. Bu raporun kuşku yaratması üzerine Savcılık, olay hakkında soruşturma başlattı. Mikail Tekin hücre değişikliği esnasında direnmesi nedeniyle şiddet
NERkİz ȘAhİN
kullanıldığı ve bu sırada öldüğü söylendi. Hücre değişikliğini yapan 3 gardiyan hakkında dava açan ailenin hukuk mücadelesi 28 Kasım 2012 tarihinde verilen kararla sarsıldı. Mikail Tekin’in ölümüne neden olan şiddetin, “nefsi müdafaa” olduğunu belirten Charleroi Ceza Mahkemesi, gardiyanların beraatına karar verdi. Aile 15 gün içinde kararı Mons Temyiz Mahkemesi’ne taşıyacağını bildirdi. Oğlunu öldürenlerin nefsi müdafaa ettiklerine hükmeden mahkeme kararından sonra acılı anne Döne Arslan “ Oğlumun öldüğü günden daha çok acı çekiyorum şu an. Oğlum öldüğünde bunu yapanlar cezalarını bulacaklar diye ümit ediyordum, ama bu kararla tamamen yıkıldım” diyerek çaresizliğini dile getirdi.
3 cana 3 ay hapis cezası Belçika'nın Sint Niklaas kentinde 12 Ocak 2005 yılında Davy Hendrikx adlı bir Belçikalı'nın evinin önünde çıkardığı yangın sonucu eşi
ve iki çocuğunu kaybeden Nergiz Şahin ise mücadelesini kurduğu adil yargı derneği ile sürdürüyor. Nerkiz Şahin ve kızı Tülin Şahin’in yaralı olarak kurtulduğu yangın şöyle gerçekleşti: Davy Hendrikx (30) 12 Ocak 2005 gecesi Şahin ailesinin işlettiği marketin önünde sigarasını yaktı. Ardından bir de kağıt tutuşturan Hendrikx, tutuşturduğu kağıdı marketin önünde bulunan kartonların üzerine attı. Kartonların yandığını gören Hendrickx, yangının kendiliğinden söneceğini düşündü. Hatta market ve ev yandığında dahi yangını izleyenlerin arasında bulundu. Polis Hendrikx'i, görgü tanığı aracılığı ile yangını izleyenlerin arasından alıp tutukladı. Ama Hendrikx'in kağıtları evi yakmak ya da o evde oturanları öldürmek amacıyla yapmamış olması cezayı hafifleten neden oldu. Türk ailenin Belçika'ya uyumlu modern bir aile olması da yangının ırkçı nedenlerle çıkarılmadığının kanıtı olarak kullanıldı. Hatta Hendrikx'in bir Türk ile para karşılığı anlaşmalı evlilik yapmış olması,
BABA VAhİt AYGÜN AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 11
AYGÜN kARDES¸LER PROtEStOLARA NEDEN OLDU
biraz Türkçe bilmesi ve bir dönercide çalışıyor olması da olayın ırkçı sebeplerle yapılmadığının göstergesi olarak mahkeme heyeti tarafından not edildi. Hendrikx, yangını kasıtlı çıkarmamıştı ve olayda 3 kişinin ölümü ve ardından kalanların acısı Belçika adaleti önünde sadece 3 ay hapis cezasını haketti. Hendrikx, kasıtsız yangın çıkarmaktan yargılandı ve sadece 3 ay hapis cezası aldı. Olay sırasında 8 yaşında olan Tülin Şahin ile yaralı kurtulan anne Nerkiz Şahin yangında eşi Süleyman Şahin (35) ve oğulları Deniz (12) ile Hakan’ı (7) geri getiremezdi ancak başkalarının da benzer adaletsizliklere maruz kalmaması için mücadelesini kurduğu adil yargı derneği ile sürdürmeye karar verdi. Kendi davasında verilen 3 aylık mahkumiyete karşı Belçika içindeki hukuk yollarını kullanarak itirazını yaptı ancak olumlu sonuç alamadı. Nerkiz Şahin
davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımak üzere dosya üzerinde çalışıyor.
Aygün Kardeşler 27 aydır morgda Belçika’nın Flaman bölgesindeki Meulebeke kasabasında oğulları Uğur ve Süleyman Aygün'ü bir cinayet sonucu kaybeden Aygün ailesi, iki yıldır oğullarının cenazelerini alıp Türkiye’de defnetmeyi bekliyor. Kortrijk Bölge Savcısı Marc Allegaert “dosyayı tamamlamadığı” gerekçesiyle cenazelerin Türkiye’ye götürülmesine izin vermezken, Aygün ailesi morgda bekletilen cenazeler için de her gün için 140 avro ödüyor. Aygün kardeşlerin ölmüne neden olan cinayet davasının karışıklığı davanın bitiş süresini uzatırken, Aygün ailesinin çilesini de uzatıyor. Son olarak Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplu-
Azİz kARASAm, BABASI, ANNESİ... 12 | 3 Aralık 2012 |
AvrupaGüN
mİkAİL tEkİN'İN ANNESİ DÖNE ARSLAN
luklar Kurumu Başkanı Kemal Yurtnaç’ın konuyla ilgili yaptığı görüşmeler sonrası ekim ayında dava soruşturmasının tamamlanacağı ve cenazelerin Türkiye’ye götürülmesine izin verileceği bildirilmesine rağmen baba Vahit ve anne Naciye Aygün oğullarını ebedi huzura hala kavuşturamamanın acısını yaşıyor. Baba Vahit Aygün duygularını şöyle ifade ediyor: “18 Aralık’ta oğullarım 27 aydır morgda tutulmuş olacak. Bu nasıl adalettir? Bu nasıl davadır ki bir türlü soruşturmasını bitiremezler? Faili meçhuller bile bu kadar sürmez. Dünyada evlat acısından daha büyük acı olur mu? Bunlar bize bu acımızı bile yaşatmadılar. Bizden daha ne istiyorlar?” İşsizlik parası ile geçinen ve başka da bir geliri olmadığını ifade eden baba Vahit Aygün, eşin dostun yardımları ile 5-6 ayda bir toplu olarak istenen morg ücretini yatırıyor ve çaresiz bir şekilde oğullarının cenazelerini alacağı günü bekliyor.
Karaşam ailesi de oğullarını cezaevinde kaybetti Bir cinayet davası nedeniyle 12.5 yıldır Belçika’nın Leuven Cezaevi’nde yatmakta olan Aziz Karaşam’ın da 19 Eylül tarihinde hücresinde ölü bulunduğu ailesine 24 saat geç bildirilmiş olması ve Aziz Karaşam’ın ölümünden 1 gün önce T.C. Brüksel Büyükeleçiliği’nden yardım istemiş olması da kafaları karıştırıyor. Aziz Karaşam, cezasının üçte birini tamamladığı ve erken salıverme koşullarını yerine getirdiği günlerde T.C. Brüksel Büyükeleçiliği’nden baskı gördüğü gerekçesiyle yardım istedi. T.C.
Brüksel Başkonsolosluğu’nun Aziz Karaşam’ı ziyaret etmek üzere cezaevi ile irtibat kurması sonucu Karaşam’ın ölüm haberini alan yetkililer durumu aileye bildirdi. Ölümü aileye anında bildirmeyi “unutan” cezaevi yönetimi, Aziz Karaşam’ın hücresinin tamamen temizlemeyi unutmadı. Aile oğullarının ölümünü 24 saat sonra T.C. Brüksel Başkonsolosluğu yetkilileri ve avukatlarından öğrenirken, cenaze üzerindeki morluklar ve kan lekeleri ailenin ölümden şüphelenmesine neden oldu. Halen Türkiye’deki otopsi raporunu bekleyen acılı aile, cezaevi yönetimini dava etmeyi planlıyor. Cezaevi yönetiminin intihar ettiğini bildirdiği Aziz Karaşam’ın cezasının üçte birini tamamladığı için 1-2 ay sonra erken salıverilme ihtimali üzerine oğullarının eve dönüş hazırlıklarını yapan Karaşam ailesi oğullarının ancak cesedini cezaevinden çıkarabildi. Baba Ramazan Karaşam’ın sözleri düşündürücü: “Ben bu ülkeye çalışıp parar kazanmaya geldim. Madenlerinde çalıştım bu ülkenin. Çocuklarımıza bunları yapsınlar diye mi geldik buraya?”
ChARLEROİ CEzA mAhkEmESİ AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 13
Alba Dorata Italia: “Bankerler İmparatorluğu”na karşı mücadele
Mussolini tekrar Avrupa politikasında ASLI KAYABAL
“İtalya’da seçmenlerin yüzde 50’si artık sandık başına gitmiyor. Biz İtalya’da süregelen siyasetten hayalkırıklığına uğrayan ve kenara çekilen kesime ulaşmayı tasarlıyoruz. Bankalar beyliğiyle mücadele etmeyi ve ulusal para birimine geri dönmeyi siyasi programlarına alan herkesle işbirliği yapmaya hazırız. Kapımız, bu yönde aynı hedefleri paylaşan sağdan ve soldan herkese açık.”
MİLANO - Yunanistan’daki aşırı sağcı Altın Şafak partisinden esinlenen, ancak bağımsız bir siyasi parti olduklarını ifade eden İtalyan “Altın Şafak”ı, “Alba Dorata Italia”, 26 Ekim 2012’de resmen kuruldu. Alba Dorata Italia’nın liderliğini Alessandro Gardossi üstlendi. Yakın geçmişte Kuzey Birliği adlı partiyle İtalya’daki aşırı sağcı hareketlerden Forza Nuova’da siyasi militanlık yapan Gardossi, Hitler’in ekonomik programı ve Mussolini’nin “sosyal devlet”inden yola çıkarak siyasi arenaya adım atmaya hazırlanıyor. İtalyan Altın Şafak’ının öncelikli hedeflerinden biri, dünya halklarını soyan “bankerler imparatorluğu”na karşı mücadele etmek. Avrupa Merkez Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi kurumları suç çetelerine benzeten Gardossi, Nisan 2013’te Milano’da bölgesel yönetimin idari merkezi Regione Lombardia’da yapılacak seçimlere de dört aday sunacaklarını duyurdu. Alba Dorata’nın Avrupa düzeyinde bir siyasi hareket olması için çalışan Gardossi, partinin internet sitesine her gün ortalama 2 bin mesaj ulaştığını, İtalya’nın yanı sıra Balkanlar’da Slo14 |
AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012
venya ve Hırvatistan’dan yoğun bir ilgi gördüklerini aktarıyor. Alessandro Gardossi, sorularımızı yanıtladı. - Alba Dorata Italia partisini kurmak düşüncesi nasıl doğdu?
ALESSANDRO GARDOSSİ - İtalyan Alba Dorata partisi, bankerler iktidarı ile Brüksel’deki koltuklarda seçimle işbaşına gelmeden oturan teknokratların yönetimine karşı, İtalyan ve Avrupa politikasının yeni bir siyasi harekete duyduğu gereksinimden doğdu. - Yunanistan’daki Altın Şafak partisiyle organik bir bağınız var mı? Hedefinizde neler var? Sizi Yunan Altın Şafak’ından farklı kılan nedir?
ALESSANDRO GARDOSSİ - İtalyan Altın Şafak’ı bütünüyle bağımsız bir siyasi parti. Partinin internet sitesinde de vurgulandığı gibi, Yunanistan ve İtalya farklı niteliklerde iki ülke, her
iki siyasi parti benzer duygulardan hareketle kurulmuş olsa da, çok farklı yönlerde faaliyetlerde bulunabilir. Maocu komünizm, SSCB’deki sosyalizmden çok farklıydı. Her iki sosyalizm de Castro’nunkinden ya da Kuzey Vietnam’daki sosyalizmden ayrı düşen niteliklere sahipti. Yunan Altın Şafak’ı bütünüyle bağımsız, kendi çizgisi yönünde bir siyaset yapıyor, Ortak hedef, Avrupalı halkların liberal demokrat maskesine bürünen canavar bankalar diktatatörlüğünün büyük bir yanılsama olduğunu keşfetmelerini sağlamak. Bizim amacımız Bankalar Avrupası’nı değil, Halklar Avrupası’nı yaratabilmek. Bütün dünyaya, gerçek anlamda demokratik bir Avrupa’nın ne olduğunu geçmişte atılan yanlış adımların bilinciyle anlatabilmek. - Sizinle yapılan bir söyleşide “Bizim açımızdan sağ ya da sol yok. Biz her iki kutbun da üzerindeyiz” dediniz. Ne demek istiyorsunuz?
ALESSANDRO GARDOSSİ - Her şeyin üzerinde olabilmek; geçmişi, atılan doğru ve yanlış adımlarla yeniden incelemeyi ifade ediyor. Bu süreçte -şimdiki zamanı yaşadığımızı dikkate alarak- toplumla, özellikle de kendimizle ilişkimizi yeniden ele alıyoruz. Kendimiz derken, hem fiziksel hem de ruhani anlamda. Öncelikli hedefimiz vatandaşlara yeniden umut verebilmek. - İtalya’da Mart 2013’de gerçekleştirilecek seçimlerde adaylığınızı koyacaksınız, Yunanistan’daki Altın Şafak gibi bir başarı elde etmeyi düşünüyor musunuz?
ALESSANDRO GARDOSSİ - Seçimlere kısa bir zaman kalmış olsa da, bu sorunuza kesin bir yanıt verebilmek için erken. Seçimlere muhalefet yapmak için değil, yenmek için katılır ve mücadele ederiz. İtalya’da seçmenlerin yüzde 50’si artık sandık başına gitmiyor. Biz İtalya’da süregelen siyasetten hayalkırıklığına uğrayan ve kenara çekilen kesime ulaşmayı tasarlıyoruz. Bankalar beyliğiyle mücadele etmeyi ve ulusal para birimine geri dönmeyi siyasi programlarına alan herkesle işbirliği yapmaya hazırız. Kapımız, bu yönde aynı hedefleri paylaşan sağdan ve soldan herkese açık. - Partinize İtalya’nın birçok bölgesinden üyelik talebi geldi. Sempatizanlarınızın profilini çizer misiniz?
ALESSANDRO GARDOSSİ - Heterojen bir profil var karşımızda. Ünlü meslek sahipleri, kamu sektöründeki üst düzey yöneticiler, işçiler, ticaretle uğraşanlar ve çok sayıda genç, bize üye olmak istediğini yazdı. Çağdaş ve yeniliklere açık, gerici ve tutucu olmayan siyasi bir progra-
ALeSSAndro GArdoSSI ve PArti AmBLemi
“Elbette Avrupa Merkez Bankası’na karşıyız. Bu banka, FED ve IMF ile en büyük suç örgütlerinin başında geliyor. Halkları birbirine düşürerek, herkesten çalıyorlar. Kendi para birimini basamayan bir devlet, kendini yönetmekten yoksun kalmış bir devlettir. İnandıklarımız yönünde bundan daha kötü bir gidişat olamazdı, bu açıdan ulusal para birimine dönmek gerektiğini savunuyoruz.”
mımız var, bu ilgi çekiyor çünkü insanlar özgürlüğe ve adalete aç. “Work in progress” bir program. Farklı siyasi görüş ve kesimden herkesin içinde yer alabileceği bir siyasi süreç. İtalyan Altın Şafak’ının bünyesinde; geçmişte Kuzey Birliği, PDL, aşırı sağ hareketler, Temiz Eller savcısı Antonio di Pietro’nun Değerler İtalyası ve komünist hareketler içinde siyasi faaliyetler yürüten kişiler var. İnsanlar gözünü bir kez açtığı zaman, siyasi etiketler çok da önemli değil. Biz hiçbir konuda baskı yapmıyoruz, doğru olduğuna inandığımız önerilerimizi sunuyoruz. Herkes kendine göre bir seçim yapıyor, Geçtiğimiz 11 Kasım’da internet sitemize 20 bin mesaj iletildi. Günde ortalama 2 bin mesaj alıyoruz. Düşüncelerimizi paylaşanlar elbette hoşlanıyor, başkaları tarafından yakıştırılmaya çalışılan etiketlerin çok da önemi yok. - İnternet sitenizde İtalya’nın yanı sıra Macaristan, Fransa, Slovenya gibi ülkelerden üyelik talepleri aldığınızı okudum. Partiniz Avrupa bütününde örgütlenmeyi gözetiyor mu?
ALESSANDRO GARDOSSİ - İtalyan Altın AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 15
Şafak’ı birçok Avrupa ülkesinin ilgisini çekiyor, özellikle de Balkanlar’da Slovenya ve Hırvatistan’dan yoğun bir ilgi gözleniyor, Avrupalı canların uluslararası finans çevrelerinin boyunduruğundan kurtulabilmeleri için Avrupa düzeyinde siyasi bir hareket örgütlemeyi planlıyoruz. Finans çevrelerinin spekülasyonlarının ezdiği Avrupalı olmayan toplumların da ilgisini çekeceğimizi, o toplumlarda da fikirlerimizi “yayacağımızı” düşünüyorum. Avrupalı halklar tefecilik kanserinden kurtulunca, bu hastalığı yenmesi gereken başka halklara panzehir olabilirler. - Türkiye’deki aşırı sağcı siyasi yapılanmalarla bir bağınız var mı?
ALESSANDRO GARDOSSİ - Türkiye’de hiçbir sağ grupla bağlantımız yok. İtalya’da sağ ya da sağcı sözcüğünün yanlış kullanıldığını eklemek istiyorum. Mussolini kendini hiçbir zaman “sağcı” olarak tanımlamadı. Çünkü Mussolini, İtalya’da işçilerin ve köylülerin üzerine topla ateş eden “tarihi sağ”ın evladı değildi. İtalya’da sağ sözcüğü etimolojik açıdan yanlış kullanılıyor. - Partinizin göçmen politikası nedir? Yunanistan’daki Altın Şafak partisi gibi şiddete dayanan bir yol mu izleyeceksiniz? Bir söyleşinizde, “Göçmen sorunu ateş gibi algılanmalı, hastalığın kökeni başka yerde aranmalı” dediniz. Ne demek istediniz, biraz açar mısınız?
ALESSANDRO GARDOSSİ - Göçmen sorunu, Avrupa açısından bir problem. Ama bu sorun kapsamında herkes karşı karşıya getiriliyor. Göçmen sorunu bir ateş gibi algılanmalı derken zaten kendi içinde acı çeken sosyal bir bedenin yardıma gereksinim duyan yeni kişileri kucaklamaya hazır olmadığını ifade etmek istedim. Göçmen sorununa insanı yönü ağır basan radikal çözümler getirmek kaçınılmaz. İtalyan devleti ve şirketleri başka ulusların doğal kaynaklarını sömürerek İtalya’ya yönelik bir göçmen akınını teşvik etmemeli. Buna karşın uluslarası boyuttaki bu sorunun gerçek nedenlerini kavramaya çalışmalı. Yunanistan’daki Altın Şafak, kendi yolunu izliyor. Bizim Yunanistan’daki Altın Şafak’la hiçbir bağımız yok. Bunu hep yineliyorum, Mussolini geçmişte çok büyük hatalar yaptı, onun başlattığı ve bütün dünyanın uygarlık örneği diye değerlendirdiği “sosyal devlet” kavramını yeniden ve daha mükemmel bir şekilde, geçmişte yapılan hataları dikkate alarak inşa etmeyi düşünüyoruz. - Avrupa Merkez Bankası’na karşısınız. Siyasi mücadeleniz “Bankerler İmparatorluğu”nu ve tekno16 |
AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012
krat hükümetleri eksen alıyor ve İtalya’da ulusal para birimine dönülmesini savunuyorsunuz…
ALESSANDRO GARDOSSİ - Elbette Avrupa Merkez Bankası’na karşıyız. Bu banka, FED ve IMF ile en büyük suç örgütlerinin başında geliyor. Halkları birbirine düşürerek, herkesten çalıyorlar. İslam dünyasındaki bankalar, bu bilinenler gibi tefecilik yapmıyor. Alba Dorata İtalia, İkiz Kuleleri hedef alan terör saldırısının ardındaki büyük blöfü de biliyor. Bu saldırının ABD’nin Irak’ın petrol kaynaklarına sahip olmak ve Afganistan’daki haşhaş ticaretine yön vermek için düzenlendiği açık. Bu saldırıların ardında da aynı finans çeteleri var. Bunların kim olduğunu herkes biliyor. Ulusal para birimi konusuna gelince... Kendi para birimini basamayan bir devlet, kendini yönetmekten yoksun kalmış bir devlettir. İnandıklarımız yönünde bundan daha kötü bir gidişat olamazdı, bu açıdan ulusal para birimine dönmek gerektiğini savunuyoruz.
Avrupa ülkelerindeki gelir dağılımı toplumsal barışı dinamitleyebilir
AB’de tuhaf bir eşitsizlik kaynağı
AB üyeleri arasında yapılan ücret karşılaştırmaları, insanların yaşam standartları açısından yaşlı kıtada inanılmaz boyutlarda bir gelir adaletsizliği yaşadığını ortaya koydu. Belçika’da 39.30 avro olan saat başına işgücü maliyeti, Almanya’da 30.10 avro ile oldukça geriden seyrediyor. Doğu Avrupa ülkelerindeki ücretler genel düzeyi ise merkezin yüzde 20’lerine ancak ulaşabiliyor... Örneğin Bulgaristan’da saat başına düşen işgücü maliyeti sadece 3.50 avro. Güney Avrupa’nın kriz ülkelerinde bu tutar Doğu Avrupa’dakilerden belki daha yüksek, ama Almanya-Fransa ekseniyle İskandi nav ülkelerinin çok gerisinde.
FRANKFURT - Avrupa Birliği bünyesindeki ters gelişmelerin en önemlisi herhalde gelir dağılımıyla ilgili. AB üyesi ülkeler arasında, o ülke halklarının temel gelir kaynağını oluşturan ücretlerde inanılması güç bir dengesizlik yaşanıyor. Bu dengesizliğin AB’deki toplumsal barışı er ya da geç ciddi biçimde tehdit edeceği savunuluyor. Buna göre, birim işgücü maliyetleri, bir başka ifadeyle “çalışan nüfusun temel gelir kaynağı” açısından ülkeler arasındaki uçurum giderek büyüyor. Bu hareketlenmeden zararlı çıkan ise öncelikle Doğu Avrupa ülkeleri ve krizdeki Güney Avrupa ülkeleri oluyor. Doğu Avrupa ülkelerinde özel sektöre ait bir sanayi işletmesinde çalışanlar, İskandinav ülkeleri başta olmak üzere Batı Avrupa’daki birçok ülkeden çok daha düşük bir gelir elde edebiliyor, dolayısıyla “işgücü maliyetleri” açısından eşine pek sık rastlanmayan bir eşitsizlik içinde yaşıyorlar. Örneğin AB üyesi Bulgaristan’daki saat
AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 17
başına düşen işgücü maliyeti, bir başka AB üyesi olan Belçika’daki işgücü maliyetinin yüzde 9’unu bile bulmuyor. Bu açı, iki ülke çalışanları arasındaki korkunç gelir farkını gösteriyor.
Yoksullar krizde Almanya’da, sendikalara yakın Hans Böckler Vakfı bünyesinde hazırlanan bir araştırma, AB’deki işgücü gelirlerinin genelde imalat sanayiindeki işgücü maliyetleri nedeniyle birbirlerinden iyice farklılaştığını gösterdi. Vakfa bağlı Makro Ekonomi ve Konjonktür Araştırmaları Enstitüsü (IMK) uzmanlarınca 2011 verileri esas alınarak gerçekleştirilen araştırmaya göre, Avrupa düzeyindeki işgücü maliyetlerinin birbirlerinden bu derece uzaklaşması, AB’nin en yoksulları ile en zenginleri arasındaki mesafenin yakın vadede doldurulamayacağı görüşüne güç kazandırdı. IMK araştırması, saat başına işgücü maliyetleri açısından Bulgaristan’daki düzeyin, bu rakamların en yüksek düzeyde seyrettiği Belçika’dan olağanüstü düşük olduğunu ortaya çıkardı. Brüt ücret, sosyal güvenlik kesintilerinde işverene düşen pay, eğitim harcamaları ve vergilerden oluşan toplam işgücü maliyeti, Belçika’da saat başına 39.30 avro olurken, bu tutar Bulgaristan’da sadece 3.50 avro. Bu maliyet ka-
18 | 3 Aralık 2012 | AvrupaGüN
leminin, ilgili ülke ekonomisinin uluslararası rebaket gücünü belirleyecek bir gösterge olduğuna dikkat çeken IMK uzmanları, ekonomik büyümenin gelişimini, parasal istikrarı ve sosyal güvenlik sistemlerinin geleceğini de belirleyen bu tablonun toplumsal sonuçlarını tartışmaya açtılar.
Almanya orta sırada Öte yandan, Avrupa İstatistik Dairesi “Eurostat” verilerine göre hazırlanan tablolarda, Almanya’nın ayrıcalıklı konumu da dikkat çekti. 2008’deki büyük krizi tetikleyen yüksek Alman işgücü verimliliğinin arka planında, teknolojideki sıçrama ve reel ücretlerdeki son derece düşük artışın yattığı gözlendi. 2000 ile 2008 yılları arasında özel sektördeki saat başına işgücü maliyeti Almanya’da yıllık yüzde 1.8 oranında bir artış gösterirken, bu oran Avro Bölgesi ülkelerinde yüzde 3, AB genelinde ise yüzde 3.8 oldu. Bu rakamlar Almanya’nın özellikle imalat sanayiinde karşılaştırmalı işgücü maliyeti üstünlüğünü pekiştirirken, 2008 sonrasında sol iktisatçıların “Krizin kaynağı Almanya’nın izlediği düşük reel ücret politikasıdır” vurgularına yol açtı.
Almanya’da saat başına işgücü maliyetinin, yaşlı kıtanın önde gelen endüstri ülkelerinden daha düşük olması, Orta ve Güney Avrupa başta olmak üzere çevre ekonomilerini de adeta sanayisizleştirerek mala boğması, Avro Krizi’ni tetikleyen temel unsurlar arasında sayılıyor. Saat başına işgücü maliyeti, Belçika’yı izleyen İsveç’te 39.10, Danimarka’da 38.80, Fransa’da 34.20, Hollanda’da 31.00 avro olurken, Almanya’da tüm bu ülkelerden daha düşük bir maliyetle üretim yapılabiliyor. Krizdeki ülkelerden Portekiz’de bu rakam 12 avro, Yunanistan’da 16.5, İspanya’da 20.60, İtalya ve İrlanda’da 26.80 avro.
Doğu Avrupa’da ise durum gerçekten vahim. Saat başına işgücü maliyeti AB üyelerinden Macaristan’da 7.70 avro, Polonya’da da 7.10 avro. Romanya’da bu rakam sadece 4.50, Bulgaristan’da ise 3.50 avro düzeyinde. Bütün bu veriler, AB bünyesinde yaşanan ve parasal istikrardan sosyal güvenlik sistemlerine kadar olumsuz etkileriyle yarattığı büyük dengesizliğe somut birer kanıt olarak değerlendiriliyor . Ayrıca ücretler genel düzeyi açısından bölgeler arasında böyle uçurumlar yaşayan hiçbir siyasal birimin “birlik ve beraberliğini” sürdüremeyeceğine kesin gözüyle bakılıyor.
AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 19
Caz dünyasında yeni bir çıkış yeni renkler arıyor
Murat Öztürk’ün öyküsü UĞUR HÜKÜM
“Genelde melodik olana, melodiye zaten bir sevgim var. Fransa bu alanda ciddi ve tarihi bir geleneğe sahip. Leo Ferré, Jacques Brel, Georges Brassens, Jean Ferrat, Claude Nougaro gibi daha çağdaş ve olağanüstü büyük, yakın geçmişe damgasını vurmuş, şimdiden klasikleşmiş sanatçıların eserleri hayatımızı her gün etkiliyor ve eskimiyor. Genç bazı Fransız yorumcular için besteler yapıyorum, şarkı sözleri, hatta biraz iddialı gibi gelebilir ama, şiirler yazıyorum. Benim sanat faaliyetimin ayrılmaz bir parçası bu. En büyük arzularımdan biri de Türk sanatçılara besteler yapabilmek.” Fransız caz dünyasında da ilgiyle karşılanan yeni bir çıkış Murat Öztürk. Melodiyi ve lirik olanı özellikle önemsiyor. İlginç bir aile yapısına 20 | 3 Aralık 2012 |
AvrupaGüN
da sahip bu genç adamla müziği, caz felsefesini ve Türkiye’yi konuştuk. - Murat Öztürk’ün ilk yıllarını nasıl özetlersiniz?
MURAT ÖZTÜRK - 1973 yılında Emirdağ kökenli Türk bir babadan ve Napolili İtalyan bir anneden Lorraine’de, Meurthe et Moselle bölgesinin Jary kentinde dünyaya geldim. 1994’ten bu yana müzisyen, daha doğrusu besteci ve caz piyanistiyim. Müzikle 12 yaşında tanıştım diyebilirim. Müziği çok sevmelerine ve iyi birer dinleyici olmalarına rağmen ailemde hiç müzisyen yok. Ben aileye biraz aykırı yaradılıştaydım belki de… Müzik tutkum ilk kez 12 yaşında klavye ile başladı. Yıldırım aşkı gibi bir şeydi… - Hatırladığınız bir vesile var mı?
MURAT ÖZTÜRK - Sanırım televizyonda izlediğim bir yorumcunun icraatına hayran olmuştum. Ben de kuvvetli bir duyguyla aynı şekilde çalabilmek istediğimi hatırlıyorum. - Nasıl bir müzik eğitimi gördünüz?
MURAT ÖZTÜRK - Önce küçük bir belediye konservatuvarında üç yıl temel müzik eğitimi
teknik gerektir. Ancak ikisi arasında bir seçim yapmak gerekse, sanırım birçok müzisyenin tersine teknikten önce melodiyi üstün tutarım. Yine de her ikisi birbirinden ayrılamaz diye düşünüyorum. İyi bir yorumcu olmak kesinlikle iyi bir teknik birikime sahip olmaktan geçiyor. - Bu tartışmanın tarih kadar eski olduğunu ve
Foto: BeRnaRd LazeRas
aldım. Sonra da bir süre otodidakt bir yaklaşımla 20 yaşıma kadar tek başıma çalışarak devam ettim. Caz müziğine tutkun bağlı bir arkadaşım sayesinde bu müziği tanıdım. Caz beni gerçekten yıldırım gibi çarptı. 23 yaşında Paris’te "Bill Evans Piano Academy”sinde 1 yıl eğitim gördüm. Çok sayıda konserde eşlikçi olarak çaldım. Diyebilirim ki piyanoyu özellikle kon-
serlerde çalarken öğrendim. Clare Fischer, Bernard Maury, Michel Petrucciani, Louis Sclavis, Bruno Toccane gibi sanatçılarla çalıştım… - Bu tutkuda çarpıldığınız, hayran olduğunuz besteci veya yorumcular var mıydı?
MURAT ÖZTÜRK - Var tabii ki… Cazı keşfederken en etkilendiğim piyanistlerin başında Bill Evans, Keith Jarrett, Kenny Werner’i sayabilirim: Benim lirik diye tanımlayabileceğim piyanistler, melodiye çok yakın piyanistler bunlar... - Niye melodi ?
MURAT ÖZTÜRK - Bilmem belki de annemin etkisi. İtalyan olması nedeniyle evde sürekli şarkı söylerdi... Kendimi bu nedenle öncelikle melodiye çok yakın hissediyorum... - Peki sizin için teknik, melodi ve lirizmin karşıtı olabilir mi?
MURAT ÖZTÜRK - Melodiyle tekniği karşı karşıya getirmek ne derece doğru olabilir bilemiyorum, ama sanırım biri olmadan öbürü olamaz. Bir melodi yorumu ister istemez asgari bir
hep süreceğini biliyoruz. Hep karşıtları ve yandaşları olacak. Geleneklere bağlı olanlar ve de müzikte bir belli bir tür açılımdan yana olanlar diyebilir miyiz buna? Sizce teknik yetkinliğe varmadan caza özgün doğaçlamaları geliştirmek olası mı? Bu iki eğilimi açık bir şekilde canlandırabilecek örnekler verebilir misiniz?
MURAT ÖZTÜRK - Örneğin Keith Jarrett büyük, mükemmel bir teknisyen. Piyanosuna müthiş hakim. Tam anlamıyla dört dörtlük bir yorumcu diyebiliriz kendisi için. Notaları son derece saf ve berrak bir şekilde çalabilen birisi. Ona büyük bir hayranlık duyuyorum. Teknik mükemmelliği tamamen soyutlayarak esasa yönelebilen birisi. Benim için müzikte olduğu kadar yaşamda da esasa varabilmek büyük önem taşıyor. Bu tartışmalar, sohbetler de bile geçerli. Esasa, öze gidebilmek bence büyük bir başarı... - Peki, çok büyük bir tekniğe sahip olup da size göre yeterince lirizmi olmayan tanınmış bir örnek verebilir misiniz?
MURAT ÖZTÜRK - Aklıma ilk gelen ünlü Fransız caz piyanisti Martial Solal. Beni duyarsa bağışlamasını dilerim. Müthiş, mükemmel bir AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 21
Foto: PHILIPPe CIBILLe
müzisyen, söylenecek hiçbir şey yok ama yeterince liriği olmadığından ben bir türlü onun müziğine ısınamıyorum, haz alamıyorum. - Günümüz müzik pazarı çok büyük boyutlara erişti ama bu pazarın en büyük bölümünü daha çok pop ve fantezi müzik işgal ediyor. Caz giderek büyüse de son derece sınırlı bir pay alıyor. Cazcıların geleceğini nasıl görüyorsunuz? Örneğin siz müzikle hayatınızı kazanabiliyor musunuz?
MURAT ÖZTÜRK - Ben kendi müziğimle yaşayabilme şansına sahibim. Zira benim caz üçlüsünün dışında başka gruplara da eşlik ediyorum.Gerçekten de bir müzisyen, bir cazcı için sadece müzikle yaşamını kazanabilmek çok büyük bir ayrıcalık. Cazın geleceğine bakarsak kehanette bulunmak biraz zor. Ama maalesef caz da pazarın kurallarını hiçe sayamıyor. Uyum sağlayabilmesi gerekiyor. Yani hem istediği gibi caz yapmak hem de nispeten geniş bir kesimin hoşuna gidebilmek zorunda. Bunun için de bence bazı tavizler, bazı fedakârlıklar gerekiyor. Ancak caz benim için her şeye karşın özgürlüğü simgeliyor, özgür bir yaratıcılığı, ifade tarzını… Fakat sadece kendi istediğimiz cazı yaparsak sadece kendi kendimizin hoşuna gitme gibi bir riskle karşılaşabiliriz. Dolayısıyla da hem kendi müziğinle yaşayabilme, hem de yaratıcılığını paylaşabilmek zora girebilir. Bence gerçek sorun burada yatıyor. Nasıl yapmalı da bu çelişkinin içinden çıkmalı? Benim sınırım, içinde caz olmayan müziği kabul etmemek... - Şimdiye kadar kendi adınıza 4 CD çıkardınız? Başka CD’ler de kaydetmiş miydiniz?
MURAT ÖZTÜRK - 2002 yılında lider olarak ilk albümü çıkartmıştım. "Söyle" adını taşıyan bu çalışmada bateride Jean-Marc Robin ve kontrbasta Jacques Vidal bana eşlik etmişti. Daha önce başka müzisyenlerle örneğin mükemmel bir saksofoncu, Laurent Gianez ile bir 22 | 3 Aralık 2012 |
AvrupaGüN
albüm çıkartmıştık. Herbert Stengele adlı bir Alman kontrabasçıyla Quartet olarak bir albüm yapmıştık. Mister Oz Big Band ile de bir plağım var. Lorrain bölgesinden yerel bir orkestraydı. İlk tecrübeler bunlar... - "Söyle"nin öyküsü nedir? Üstelik başlığı Türkçe. Ö harfiyle yazılmış, imla bile tam olarak Türkçe . Niçin?
MURAT ÖZTÜRK - Belki de kendimi affettirmek için. Bugün için duyduğum en büyük pişmanlık Türk bir babaya rağmen yeterince Türkçe konuşamamam. Çok pişmanım ve ancak bu sorunu halledebileceğimi sanıyorum. Her halükarda çok arzuluyorum. Türkiye beni hep cezbetti, Türkçe dil olarak, Türkiye tarih olarak... Atatürk’e hayranım… İşte bütün bunların onuruna ve kökenlerime saygı göstermek için, küçücük bir katkım olsun diye albümüme Türkçe bir başlık koydum. Çalışmanın adına, anlamına uygun olması için bir şeyler söylemek, bir şeyler ifade etmek, anlatmak istedim.... - Peki "Söyle" adlı beste de mi aynı amacı güdüyor?
MURAT ÖZTÜRK - Evet bu parçanın adı, aslında albüme de adını verdi. Diğer parçalara göre çok daha çabuk bulduğum bu isim sanki başından beri varmış, belliymiş gibiydi. En azından benim için. Bu duygumu kanıtlamak için CD’ye de başlığını verdi… - İkincisi ? “Candies”?
MURAT ÖZTÜRK - 2007’de çıkartttığımız “Candies“’i Belçikalı perküsyonist Dre Pallemaerts ve Fransız kontrbasçı Laurent Gauthier Laurent ile kaydettik. Yeni bir müzik diyemeyeceğim, ama yeni bir formül. - Onda Türkçe başlıklar yok...
MURAT ÖZTÜRK - (Utanarak gülüyor) Maalesef yok. Ama bu albüm sayesinde ilk kez Tür-
kiye’de çalabilme dileğinde bulunmuştum. Bu dilek 2009’da çıkarttığım üçüncü CD “Crossing my Bridge” ile gerçekleşti.
MURAT ÖZTÜRK - Kendi plaklarım için bir süre önce bir prodüksiyon şirketi kurdum. Hemiola Musique adını taşıyor. Fransa’nın en büyük bankalarından BNP Parisbas Vakfı’ndan da son derece önemli mali destek alıyorum. Bu vakıf klasik müziğe olduğu kadar bir sürü caz sanatçısına yardımda bulunuyor. Artık Laborie gibi tanınmış bir yapımcı ve dağıtımcıyla çalışıyoruz. Fransa ve kısmen de diğer ülkelerde iyi bir dağıtımcı. Genelde kısmen de olsa kendi plaklarımın yapımını üstlenmek hoşuma gidiyor. - Geleneksel Fransız şarkılarına da ilginiz var. Bu merak nereden geliyor? Türkçe şarkılarla bir bağlantı düşünür müsünüz?
MURAT ÖZTÜRK - Daha önce de belirtmiştim. Genelde melodik olana, melodiye zaten bir sevgim var. Fransa bu alanda ciddi ve tarihi bir geleneğe sahip. Leo Ferré, Jacques Brel, Georges Brassens, Jean Ferrat, Claude Nougaro gibi daha çağdaş ve olağanüstü büyük, yakın geçmişe damgasını vurmuş, şimdiden klasikleşmiş sanatçıların eserleri hayatımızı her gün etkiliyor ve eskimiyor. Genç bazı Fransız yorumcular için besteler yapıyorum, şarkı sözleri, hatta biraz iddialı gibi gelebilir ama, şiirler yazıyorum. Benim sanat faaliyetimin ayrılmaz bir parçası bu. En büyük arzularımdan biri de Türk sanatçılara besteler yapabilmek. Örneğin Candan Erçetin gibi üstelik frankofon bir sanatçı bütün dünyaya bu yaklaşım içinde özgün eserler sunabilir. Yani yalnızca bir süre önce çıkarttığı Fransız klasiklerini tekrarlamak değil… - Günümüzde sanatçıların büyük bir çoğunluğu yaşama ve üretme mekanı olarak Paris’i tercih ediyorlar. Siz Meurthe-et-Moselle’i seçtiniz. Niçin? MURAT ÖZTÜRK - Öğrenciyken 2 yıl kadar Paris’te yaşama deneyimim oldu. Daha çok kendi köşeme çekilmeyi seviyorum. Paris’in son derece aktif yaşamı bana göre değil, Metz civarı bana daha uygun, özlediğim sükûnet ortamını sağlıyor. Paris’e sık sık geliyorum. Tabii ki Metz’de olmayan kültür yaşamına arada bir dalmak pek hoşuma gidiyor. Müzisyenlerim zaten Paris’te yaşıyorlar. Onları görmek, birlikte prova yapmak için Paris’e gelmek zorundayım.
Foto: BeRnaRd LazeRas
- Peki müzisyen olarak günlük yaşam çabanız ve çalışmalarınızı, yeni projelerinizi ilerletme mücadeleniz nasıl yürüyor? Örneğin yapım ve dağıtımını nasıl başarıyorsunuz?
Metz’de, inanır mısınız kendimi bir kaledeymiş gibi hissediyorum. Benim ana üssüm, merkezim, genel karargâhım gibi. Orada ailem, çocuğumla sakin yaşayarak kendimi sadece işime verebiliyorum, Ancak dediğim gibi, düzenli bir şekilde Paris’e de gidip geliyorum. - Türk cazcıları tanıyor musunuz ?
MURAT ÖZTÜRK - Evet biraz. Fevkalade iyi bir piyanist olan Aydın Esen’le sürekli yazışıyoruz. Paris’te yaşayan Ahmet Gülbay, usta Tuna Ötenel var iyi tanıdıklarımın arasında. Hatta birlikte Jam session’lar bile yaptık... Sonra örneğin, Okay Temiz’e bayılıyorum. Türkiye’deki müzisyenlerle, orada olup bitenlerle ilgimi yetersiz görsem de merakla izliyorum, ortak çalışmalar hedefliyorum. - Baba kültürünüzü daha yakından tanımak için ne gibi girişimlerde bulunmayı düşünüyorsunuz ?
MURAT ÖZTÜRK - Varisi olduğum baba kültürüne tam anlamıyla sahip olabilmek için öncelikle dili iyice öğrenmeye karar verdim. Giderek daha fazla Türk tanıyorum. Bizim bölgede, Nancy’deki “Ataturquie” derneğine gidiyorum. Türkiye’ye gidip gelmeye başladım. Oradaki dinamik caz dünyasını daha yakından tanımak istiyorum. Çok kaliteli caz kulüpleri var. En önemlisi orada daha fazla konser verebilmeyi arzuluyorum. Türk dinleyicisini tanımak benim için olağanüstü bir önem taşıyor. - Zaten müzik sayesinde evrensel bir dile sahipsiniz. Sadece Türklerle değil dünyadaki herkesle iletişim kurabilirsiniz. Hem de profesyonel müzisyenlerle değil tüm müzik sevenlerle... Özellikle de Türk cazseverlerle. Kolay gele, bol şans ve başarılar diliyorum .
MURAT ÖZTÜRK - Çok teşekkür ederim.
AvrupaGüN
| 3 Aralık 2012 | 23