Ilber_Ortayli_Bir_dostluk_masali_Almanya-Osmanli_Turkler

Page 1


İÇİNDEKİLER 3 Avrupa gelişmeleri değerlendirmeye çalışıyor Berlin-Londra pazarlıkları Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, “Avrupa evi, gelecekte de entegrasyonun çeşitli katlarına sahip olacaktır, ama biz İngiltere ile birlikte 27 üyeli, derinleştirilmiş ve daha iyi bir AB arzu ediyoruz” dedi.

5 İnsansız hava araçlarının içerdiği asıl tehlike: Militarizasyon Ölmeden öldürebilmek “keyfi” 6 Almanya’da sıkılan kemerler AB’nin soluğunu kesiyor Düşük reel ücret çıkmazı 7 Acı vatanın tatlı mizahı olur mu, olursa nasıl olur? Gülünesi travma Yaşanan komik olayların televizyon üzerinden kamuya mal olması, tek tek her gurbetçiye, sudan çıkmış balık hesabı yaşadığı çoğunluk toplum içinde yalnız olmadığını, aynı dertten mustarip on binlerce kader arkadaşının bulunduğunu göstermişti.

TUNÇAY KULAOĞLU 10 Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan “dostluk” uyarıları Bir şehir efsanesine reddiye “Türkiye maalesef 'holocaust' konusunda Almanya’yla çok kavga edecek. Bu toplumda oturan Türklerin, Türk kimliğini taşıdığı sürece, ki taşıyorsunuz, taşıyacaksınız, başka çare yoktur, bu konuyu çok iyi etüt etmesi, hazırlıklı olması lazım”

17 Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın tezleri, çağrıları, tavsiyeleri Tarih yazan bir Türk! GÜRSEL KÖKSAL

IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran

2 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN


Avrupa nefesini tutmuş gelişmeleri değerlendirmeye çalışıyor

Berlin Londra pazarlıkları

İngiltere’de AB’den artık ayrılmayı talep eden etkili kesimlere yanıt niteliğinde açıklamalar yapan Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, “Avrupa evi, gelecekte de entegrasyonun çeşitli katlarına sahip olacaktır, ama biz İngiltere ile birlikte 27 üyeli, derinleştirilmiş ve daha iyi bir AB arzu ediyoruz” dedi.

BERLİN - İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğinden çekilebileceği yolundaki sinyaller Berlin tarafından da ciddiye alındı ve Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Londra’daki AB’den çekilme yanlısı muhafazakârları net bir dille uyardı. Avrupa’nın, artan bir endişeyle İngiltere Başbakanı David Cameron tarafından yapılacak ana çizgilerle ilgili konuşmasına odaklandığı gözleniyor. Muhafazakârlar içindeki bazı kesimlerin açıkça AB’den ayrılmayı önermesi, Başbakan Cameron tarafından ocak ayı içinde yapılacak Avrupa’ya ilişkin konuşmasını daha önemli kıldı. David Cameron’ın, konuşmasında, Londra’daki sağ koalisyonun gelecekte nasıl bir yol izleyeceğine ve AB’de kalması halinde nasıl bir fiyat talep edeceğine de açıklık getirmesi bekleniyor. Ancak Londra’da özellikle iç politika kaynaklı bu yönelimlere karşı AB merkezlerinden AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 3


WIKIPEDIA / FABRICIO LANGE

mişti. Cameron’un Avrupa çalışma süreleri yönergesinin ve AB göçmenleri için öngörülen sosyal yardımların kaldırılması için talepte bulunduğu ileri sürülüyor. David Cameron, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Brüksel’e kabul ettirdiği Mali Pakt projesine direnmişti. 1 Ocak’ta yürürlüğe giren bu pakt gereğince, üyelerin bir yıl içinde borç frenlerini uygulamaya sokması ve bütçe açıklarıyla ilgili kuralların ihlali halinde otomatik olarak devreye girecek önlemleri kabullenmesi gerekiyor. Bu mali pakta, AB üyeleri içinde sadece İngiltere ile Çek Cumhuriyeti dahil değil. İngiliz iç politikasında yıllardır en önemli tartışmalar AB’den ayrılma başlığı altında yapılıyor. Başbakan Cameron en son ekim ayında yaptığı bir konuşmada, partisindeki AB karşıtlarına taviz vererek, “AB’de kalıp kalmama üzerine bir halkoylaması yapılabileceğini” bildirmişti. Aşırı sağda kabul edilen Bağımsızlık Partisi UKIP’in bu yılın başındaki kamuoyu araştırmalarındaı üçüncü büyük siyasi güç olarak çıkması Başbakan Cameron’ın başını ağrıtıyor.

Londra sanki iki parça GUIDO WESTERWELLE

gelen uyarılar giderek yoğunlaşıyor. Alman Dışişleri Guido Westerwelle, yeni tartışmalar ışığında, İngiltere’nin “yapıcı ve etkin bir ortak olarak” AB’deki varlığını sürdürmesinden yana olduğunu bildirdi. İngiltere’de 27 üyeli AB’den artık çıkmayı talep eden etkili kesimlere yanıt niteliğindeki açıklamalarında, Westerwelle, “Avrupa evi, gelecekte de entegrasyonun çeşitli katlarına sahip olacaktır, ama biz İngiltere ile birlikte 27 üyeli, derinleştirilmiş ve daha iyi bir AB arzu ediyoruz” diye konuştu.

AB’nin geleceği Pazartesi gününden itibaren Alman Dışişleri Devlet Bakanı Michael Link ile İngiltere Avrupa Bakanı David Lidington, Avrupa müsteşarları düzeyindeki üçüncü Alman-İngiliz devlet görüşmelerine yöneticilik yapacaklar. Bu toplantılarda tartışılacak önemli bir konu da “AB’nin Geleceği“ olacak. David Cameron bir süre önce BBC’ye yaptığı açıklamalarda İngiltere’nin AB üyesi kalmak istediği garantisini vermiş, ancak İngiltere’nin üyesi olmadığı Avro Bölgesi’ndeki daha yakın bir entegrasyon için, Londra kaynaklı bazı taleplerin karşılanması gerekeceğine dikkat çek4 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

AB’de kalmaktan yana olan Cameron, uzmanlara göre, partisi içinde Avrupa düşmanı olan veya Brüksel’deki bürokrasiye karşı çıkan, bu arada ulusal gücün kaybedilmesinden kaçınan çevrelerle Brüksel’le iyi ilişkilerden yana ekonomik sektörlerin çıkarları arasında kaldı. Financial Times gazetesinde yayımlanan bir ilanda AB ile yeni pazarlıklara girişilmesine karşı uyarıda bulunuldu ve böyle bir durumdan İngiltere’nin zararlı çıkabileceği hatırlatıldı. Öte yandan İngiltere’deki Avrupa karşıtı havanın sadece Berlin’i değil, ABD Başkanı Barack Obama’yı rahatsız ettiği de ortaya çıktı. Obama hükümeti Londra’nın mutlaka AB’de kalmasından yana görüş belirtirken, İngiliz ve Alman ekonomilerinin nasıl iç içe olduğu, İngiliz Hazine Bakanı George Osborne’un son Berlin ziyaretinde bir kez daha vurgulandı. Osborne, bir süre önce etkili “Die Welt” gazetesinin sorularını yanıtlarken, “İngiliz ihracatının yarıdan fazlası AB’ye gidiyor, sadece Kuzey Ren Vestfalya eyaletine Hindistan’a sattığımızdan daha fazlasını satıyoruz. İngiliz şirketleri Almanya’da 200 bin kişi çalıştırıyor, İngiltere’de ise 400 bin kişi Alman şirketleri için çalışıyor“ demişti. Ancak Osborne, İngiltere’nin AB’de kalabilmesi için, AB’nin kendisini değiştirmesi gerektiğinin altını da çizmişti. ■


İnsansız hava araçlarının içerdiği asıl tehlike: Militarizasyon

Ölmeden öldürebilmek “keyfi” BERLİN - Dünyanın çeşitli çatışma bölgelerinde insansız hava araçlarının (İHA) artan oranda “isyancı gruplara” karşı kullanılması, bu alanda barış hareketlerinin etkili bir karşı kamuoyu yaratmayı başaramaması, yeni tehditlerin habercisi olarak değerlendirildi. Uzmanlar, özellikle ülkelerindeki baskıcı rejimlere başkaldıran gruplara karşı bu tür silahların artan oranda kullanılmasının, yeni askeri, siyasi, ekonomik ve ahlaki sorunlar yaratacağına dikkat çektiler. Berlin hükümetine danışmanlık yapan etkili “Bilim ve Politika Vakfı” (Stiftung Wissenschaft und Politik-SWP) bünyesinde hazırlanan bir raporda, İHA’ların yayılmasıyla birlikte savaş hukukun sınırlarının daha da genişleyeceği savunuldu. SWP uzmanları, teknolojinin sağladığı olanaklar sayesinde bu yeni araçları kullanan tarafın personel zayiatı olmayacağını, dolayısıyla dünya ölçeğindeki askeri operasyon sayısının hızla artacağını belirttiler. Raporda, İHA’ların askeri şiddeti daha da barbarlaştırdığına işaretle, bu alanda yeni bir “askeri donanım denetimine” başvurulması istendi. Ancak sadece ABD’nin değil, Berlin’deki hükümetin de yeni İHA’ların geliştirilmesi ve satın alınması için çabalarını yoğunlaştırması endişeyle karşılandı. Alman silahlı kuvvetlerine yeni İHA’lar satın alınacağı bildirildi. İHA’lar, 1990’ların başından itibaren askeri harekatlarda kullanılmaya başlandı. Ancak bu “uçan ölüm araçlarından” başlangıçta harekat bölgelerinin gözetimi ve hedeflerle ilgili aydınlatıcı bilgiler edinmek için yararlanılıyordu. Teknoloji, İHA’ların uzaktan kumandayla birer vurucu silaha dönüştürülmesini kolaylaştırdı. İç ayaklanmalar ve gerilla savaşında artan oranda kullanılan İHA’lar, orduların özelleştirilmesi kapsamında, 90’ların sonundan itibaren hızla silahlandırıldı. Böylece “cerrahi kesinlikte savaşlar” sürdürülmesine olanak veren İHA’ların, en çok İsrail-Filistin çatışmalarında gündeme gelmesi dikkat çekti. ABD hükümetinin de İHA’ların terörle savaşta kullanılması kararı almasıyla birlikte, Afganistan, Pakistan, Yemen ve Somali’de çok sayıda İHA devreye sokuldu. İHA’ların ABD’nin “terörle mücadelesinde”

neredeyse temel savaş aracı olarak kullanıma girdiğini savunan çevrelerin “uluslararası ilişkilerin militarizasyonu” uyarıları sertleşiyor. Obama’nın iktidara gelmesinden bu yana 300’den fazla İHA harekatı düzenlendiği, bu saldırılarda 2 bin 500 kişinin öldüğü saptandı. İHA operasyonlarında insani hedeflerin kimliklerinin tam olarak belirlenememesi, uzmanlara göre, özellikle savaş ve hukuk felsefelerini vurmaya başladı. Hukuk devleti kurallarının İHA’larla birlikte iyice sarsılacağı yorumları öne çıktı. İHA’ların “yargısız infaz mantığını” yaymasından korkuluyor. SWP araştırmalarında, kullanıcıların insani zayiat vermediği, bu nedenle daha etkili ve çok

daha düşük maliyetli olduğu, toplumsal olaylarda da bu silaha daha sık başvurulabileceği hatırlatıldı. İHA’ların uzaktan kumandasında askeri nitelik taşımayan -gizli servis çalışanları ve sanayi temsilcileri gibi- sivillerin de kullanılması ve bunların hedef alınan insanların öldürülmesine birinci derecede katkıda bulunması, askeri personel tanımlarını da değiştirecek. SWP ekspertizinde hukuki belirsizliğin artacağı uyarısının yanı sıra, iyice otomatikleştirilen ve zayiat korkusunun neredeyse sıfırlandığı yeni koşullarda, savaşçı yöntemlere başvurma kısıtlarının iyice gerileyeceğine de dikkat çekildi. Araştırma, İHA’ların giderek küçülmesi sayesinde bu sistem çerçevesindeki harekatların otonom bir yapıya kavuşacağını, zaman içinde bu İHA’ların pilotlu savaş uçaklarının yerine geçeceğini, hatta ölüm riski taşıyan karar vericilerin yerini tümüyle otomatik gereçlerin alabileceğini bildirdi. Bu, ahlaki sınırlara sahip insanın yerini bu tür ahlaki kısıtları hiç tanımayan ölüm makinelerinin alması anlamına geliyor. ■ AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 5


Almanya’da sıkılan kemerler AB’nin soluğunu kesiyor

Düşük reel ücret çıkmazı

Giderek derinleşen ve yayılan krizin önlenmesi için Güney Avrupa ülkelerinin dışında, özellikle de Almanya’da düşük reel ücret siyasetine son verilmesi istendi. En son, sendikalara yakın bir araştırma kurumu (IMK), 2013’te reel ücretlerde, dolayısıyla da iç talepte bir artış gerçekleştirilmez ve kriz ülkelerinin ihracat potansiyeli desteklenmezse, AB projesinin bir bütün olarak tehlikeye düşeceğini hatırlattı.

FRANKFURT – Alman ekonomisinin 2000’lerde “ılımlı” ve hatta gerileyen bir reel ücretler politikasından kârlı çıktığı, yoksulluğu tetikleyen bu sürecin iş dünyasının kâr marjını ve rekabet gücünü artırdığı, ancak talebi vuran bu tutumun, artık AB projesini de tehdit ettiği ileri sürüldü. 2012 yılında da 1 trilyon avro sınırını aşan bir ihracat başarısına imza atan Federal Almanya’da, Avro Krizine karşı reel ücretlerde artış dışında pek bir çözüm kalmadığının farklı çevrelerde de savunulması dikkat çekti. Yıl biterken, hükümet politikalarına yakın ekonomik araştırmalar kurumu DIW, ücretler düzeyinin yükselmesi gerektiğini belirtmişti. Önceki gün de hükümete düzenli raporlar hazırlayan iktisat profesörleri grubundan Peter Bofinger, bu yıl sendikalarla yapılacak toplusözleşmelerden 6 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

yüzde 5’in üzerinde zam çıkmasının AB’nin de geleceği açısından taşığı öneme dikkat çekti. Bu arada sendikalara yakın bir başka araştırma kurumu “Wirtschaftsforschungsinstitut IMK” da reel ücretlerdeki artışın krizin ilacı olduğunun altını çizdi. IMK Başkanı Gustav Horn, “Avro Bölgesi’ndeki ücretlerin artışından daha fazlası Almanya’da gerçekleştirilmelidir“ dedi. Keynesyen politikalara yakın IMK Başkanı Horn, avro ülkelerinin özellikle Güney Avrupa’da ağır bir ihracat tıkanıklığı içinde bulunduğunu hatırlatarak, “En az yüzde 4’lük bir zam gerekiyor. Almanya’daki ücret artışları krizdeki avro ülkelerini ihracat yapma olanağını da artıracaktır” diye konuştu. Almanya’nın ancak iç talebi de canlandıracak şekilde ve toplusözleşmelerde yüksek zamlarla krizin çözümüne bir katkıda bulunacağını kaydeden Horn, “Artan ücretler ve yükselen gelir, iç pazardaki talebi de teşvik edecektir. Dolayısıyla, bu büyük bir fedakârlık değil, Avro Bölgesi’nin istikrar kazanmasına yönelik bir katkıdır” dedi. IMK, en az yüzde 3’lük bir zammın bütün sektörlerde gerçekleştirilebileceğini savunurken, bunu da aşacak ücret artışlarının Alman ekonomisinin rekabet gücünü olumsuz etkilemeyeceği görüşünü yineledi. İhracatçı Alman şirketlerinin kar marjlarının biraz düşürmelerinin önemli bir sorun yaratmayacağına dikkat çeken IMK uzmanlarına göre, burada Alman üreticiler için de önemli bir hareket alanı bulunuyor. Bu arada Federal Sanayi Birliği (BDI) Başkanı Ulrich Grillo, Almanya’nın rekabet gücünün zedelenmemesi gerektiğini belirterek, “Ücretlerde uzun bir süredir yaşanan ılımlı gelişme, şirketlerimizi uluslararası rekabette sağlam kıldı. Bu pozisyonu riske atmamalıyız” diye konuştu. ■


Acı vatanın tatlı mizahı olur mu, olursa nasıl olur?

Gülünesi travma TUNÇAY KULAOĞLU

Yaşanan komik olayların televizyon üzerinden kamuya mal olması, tek tek her gurbetçiye, sudan çıkmış balık hesabı yaşadığı çoğunluk toplum içinde yalnız olmadığını, aynı dertten mustarip on binlerce kader arkadaşının bulunduğunu göstermişti. Travmalar bu şekilde bir resmiyete kavuşup, “aptal kutusu”ndan insanlara ulaşmış, kitlesel bir şekilde gülünmüş, eski günler yad edilmişti. Bu kolektif gülümsemelerin öncesinde ise yıllarca “Almanya acı vatan” ruhuyla çığrılan acı türküler vardı. İşte bağrı yanık Almancıların kendi hallerine gülmeleri için uzun bir süre geçecek, 1980’lerin başındaki video furyasıyla birlikte, “Gurbetçi Şaban” gibi filmler göğsümüzü kabartacaktı.

Göçün gülünecek nesi var? Zor soru. Çünkü göç ciddi bir mesele. Oldukça da asık suratlı. Terk edilen memleketler, uyum sağlanamayan yeni vatanlar, aidiyet ve kimlik krizleri, kaybedilen kökler ve kuşaklar, iki arada bir derede yabancılaşma, gettolaşma, içe kapanma… Göç efsanesine damgasını vuran asli renkler bunlar. Yarım yüzyıldır temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan duygu dünyaları hep kasvetli, hep ağlamaklı, hep sorunlu. Peki hiç mi gülünesi bir yanı yok bu göçün? Olmaz olur mu! Çok, ama o örnekler de üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü, kara mizaha anıt diktirecek cinsten. Güldürürken aslında ağlatan, feleğin tokatını yemişlere kıssadan hisse babında anekdotlar. M.A.N. firmasında çalışmak üzere Almanya’ya ayak basan palabıyıklı gurbetçi, sokaktakilere fabrikanın adresini sorarken “Em, A, En”i “Mann” diye telaffuz edermiş, yani “erkek” ararmış. Dil bilmezliğin yarattığı bu komik duruma hep acı acı gülünmüştür. Oysa fıkra -büyük bir olasılıkla belki de gerçekten yaşanmış bir travma- beyinlerdeki kemikleşmiş resimleri kırmaya aday ciddi bir potansiyele sahip. Palabıyıklı gurbetçimiz eşcinsel olamaz mı? Olamaz, çünkü 1960’lı yılların başında, Almanya sokaklarında adres soran bir gurbetçi her şey olabilir, ama eşcinsel asla. Oysa böyle bir okumaya da açık “fıkra”. Tabii bugünün penceresinden baktığımızda. O yıllarda Almanya’ya çalışmaya gelen yüz binlerce erkeğin kaçının eşcinsel olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Konuyu dağıtmadan hemen ailemden başka bir örnek vereyim. Sene 1977. Nürnberg’de dünyaya gelen kızkardeşim sütten kesildikten sonra babam emzik tedarik etmek için eczaneye gider. Yalancı memenin Almancasını bilmediğini eczacı kadına sorarken fark eder. Kızarır bozarır ama derdini bir türlü anlatamaz. En sonunda dudaklarını büzüp meme emen kusursuz bir pantomime imza atar. Uzun favorileri, İspanyol paça pantolonu, vücut hatlarını meydana çıkaran geniş yaka gömleğiyle yakışıklı bu Akdenizlinin, büyük bir olasılıkla sarışın ve mavi gözlü AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 7


olan eczacı kadına anlatmak istediği derdi, haliyle yanlış anlaşılır. Sapık diye kovulur dükkandan.

Ağlatan komiklikler Anadolu erkekliğinin “öldürüldüğü” bu örnek de çok komik bir durum ama ağlatan cinsten. En komik durumlar bile hep bir eksikliğe işaret ediyor. Peki göğsümüzü gere gere gülebileceğimiz bir durum hiç mi yok? Vardır mutlaka. Ne var ki toplumsal bellek aynı zamanda travmaların sağaltılmaya çalışıldığı bir alan. Dolayısıyla anlatılan hikayeler, hep var olan ek- sikliklerle dalga geçen bir niteliğe sahip. Mizahın özü de aslında biraz bu. Kolektif travmaların dermanı ise kolektif kahkahalarda yatıyor. 1980’li yıllarda ZDF’de cumartesi günleri Türkçe yayınlanan “Türkiye Mektubu” adlı programı bir ara Halit Kıvanç sunmuştu. İzleyicilerden, başlarından geçen komik hikayeleri mektupla programa göndermeleri istenmiş, birkaç hafta boyunca sanıyorum, Türkiyeli göçmenler televizyonların başına kilitlenmişti. Halit Kıvanç’ın aktardığı olaylardan biri şöyleydi: Tek kelime Almanca bilmeyen üç gurbetçi ilk defa bir Alman birahanesine gidip kafa çekmek isterler. Sipariş almak için masalarına gelen Alman kadın garson nazikçe “Bitte schön?” (Buyrun) diye sorar. Bizimkiler birbirlerine sokulurlar. Garson kadın soruyu birkaç tekrarlar. Bizimkiler her seferinde birbirlerine daha da sokulurlar, çünkü “Bitte schön”ü “Bitişin!” diye anlamışlardır. Buna benzer olayların tek tek her gurbetçiye, sudan çıkmış balık hesabı yaşadığı çoğunluk toplum içinde yalnız olmadığını, aynı dertten mustarip on binlerce kader arkadaşının bulunduğunu göstermişti. Travmalar bu şekilde bir resmiyete kavuşup, aptal kutusundan insanlara ulaşmış, kitlesel bir şekilde gülünmüş, eski günler yad edilmişti. Bu kolektif gülümsemelerin öncesinde ise yıllarca “Almanya acı vatan” ruhuyla çığrılan acı türküler vardı. Bağrı yanık Almancıların kendi hallerine gülmeleri için uzun bir süre geçecek, 1980’lerin başındaki video furyasıyla birlikte, “Gurbetçi Şaban” gibi filmler göğsümüzü kabartacaktı. Bu filmde Kemal Sunal, Almanya’da tutunabilmek için, memleketinden kendi gibi “Yılmaz” soyadına sahip 14 çocuğun nüfus cüzdanını toplayıp Almanya’ya gelir ve çocuk parası alarak yaşamaya başlar. Kahrolası Alman makamlarına atılan bu kazık ahlaki değildir kuşkusuz, ama yaşam mücadelesinde başvurulan her yol mübahtır. Hele bu yaşam mücadelesi gavurun memleketinde veriliyorsa. Anarşist bir yanı var8 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

dır “Gurbetçi Şaban”ın ve sonunda zaten Hitlervari patronların, gurbetçileri zincire vurduğu fabrikayı satın alıp hepsini Atatürk resminin önünde dize getirir. Yüreklere su serpen bu yöntemler, gurbet türkülerine ağlayan kitlenin gururunu okşamış, özgüvenlerinin farklı bir kulvarda da olsa gelişmesini sağlamıştır. En önemlisi ise, yaşanılan travmalar, grotesk anlatımlar üzerinden yeniden okunmaya başlanmış, kurbanlar mağrur kahramanlara dönüşmeye yüz tutmuştur.

Yaralı toplumun biyografisi Her ne kadar aşağılık kompleksini bu şekilde aşmak mümkün ise de, yaralı göçmen toplumunun, bunu tamamıyla aştığı söylenemez. Bugün bile, Türklüklerine vurgu yapılan örnek biyografiler gazete sayfalarını doldurmaya devam ediyor. Başarılı sporcular, girişimciler, akademisyenler, politikacılar, sanatçılarla gurur duyuluyor. Ama futbolu şiir okur gibi oynadıkları, piyasada şeytanın aklına gelmeyecek boşlukları doldurup kâr yaptıkları, örnek bilimsel metotlar geliştirdikleri ya da çoğunluk toplumun estetik anlayışını zenginleştirdikleri için değil, öncelikle Türk oldukları için. Kendi kendimizi övüyor, Avrupa’da çınlayan ayak seslerimizi kapalı devre işleyen gurur hezeyanlarında kutluyor, kabaran göğüslerimizi birbirimize gösteriyor, travmaların aşıldığını kendi kendimize teyit ediyoruz. Benzer kutlamalar 1980’li yılların ortalarından itibaren kabare sanatında da görülmüştü. Şinasi Dikmen bir milat kuşkusuz. Almanya’daki kabare sanatına damgasını vurduğu için değil, ağlanacak halleri çoğunluk toplumun gözüne soktuğu, onların da gülmesini sağladığı ve bu yolla, yaşanan travma dünyalarını göz kırpan bir hınzırlıkla, ama aynı zamanda hem nalına hem mıhına vuran bir zekayla gösterdiği için. Eğer bugün Django Azül, Kaya Yanar, Bülent Ceylan, Fatih Çevikkollu gibi isimler anaakım medyanın yıldızları olabildiyse, bunda hem Nasreddin Hoca geleneğinin inatçı damarı hem de göçe farklı bir pencereden bakmak isteyen, hatta bunun zorunluluğunu gören bir algının rolü var. Travmayı kaale almayan, diğer bir deyişle, kendi eksikliğini değil de, çoğunluk toplumun garabetini ön plana çıkaran bir mizah mümkün oluyormuş demek ki. Televizyonların prime-time kuşağını fetheden bu kabare sanatçılarının, salya sümük ve bel altı fraksiyonundan safkan Cermen stand-up’çıları saymazsak, kimsenin cesaret edemeyeceği latifeleri siyaseten doğrucu olmaktan tamamen


uzak bir rahatlıkla işlemeleri, “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” çelişkisinde önemli bir olguya da işaret ediyor aynı zamanda. Bir yandan göç ve sonuçları, çoğunluk toplumun maskarası olunmadan, ortak bir toplumsal belleğin oluşmasına, varolan kemikleşmiş önyargıların kırılmasına hizmet ediyor. Diğer yandan ise, özü gereği abartıya mahkum olan mizah, çoğunluk toplumun bellek kıvrımlarına sinmiş klişeleri yeniden üretiyor. Kaya Yanar’ın, Avrupa menşeli magandası “Ha-kan”ına gülüyoruz mesela. Ama zat-ı âlileri Neukölln’de ete kemiğe bürünmüş bir şekilde, tasmaya bağlı çirkin ve saldırgan köpeğiyle, cep telefonunda kulaklarını sağır eden bir sesle konuşup sokağa balgam fırlatarak dolaşırken karşımıza çıkınca, ilk düşündüğümüz şey, en geniş anlamıyla “göç” oluyor. Görünüş, davranış ve düşünce dünyalarıyla “Hakan”ın ikiz kardeşi olan safkan Almanların da varolduğu ise aklımıza bile gelmiyor. Hatta daha da önemlisi, “Hakan”ı “Hakan” yapan koşulların, üretilen toplumsal zenginlikten pay almaları zorla engellenen, dışlanan bir alt sınıf olgusuna işaret ettiğini görmüyoruz. Evet, göçmen kökenlilerin çoğunluğu bunu göremiyor. Sarazzin, Kelek ve tayfası ise görmek istemiyor.

Mizah ve cezai yaptırım Söz bu ikiliden, ilo Sarrazin ve Necla Kelek, açılmışken, mizahı ilgilendirdiği için, bir anekdota daha yer verelim. Amatör gen uzmanı eski banker Sarazzin’in milyonlarca satan kitabını kamuoyuna tanıtan ve ileride asimilasyon dalkavukluğu adına dikilecek anıtının bir tükürme duvarına dönüşeceğinden en ufak bir kuşku duymadığım Necla Kelek, ruh ikizi Sarazzin ve kendisini konu alan bir taşlamayı mahkemece verilen ihtiyati tedbir kararıyla Facebook’tan sildirdi. Berlinli genç bir tiyatro sanatçısının kaleme aldığı bu taşlama her ne kadar “düzeysiz” bir bel altı diline sahip olsa da, içerdiği öfke potansiyeli itibarıyla, göç bağlamında dile getirilen dertlere tercüman olduğu için aslında tartışılmaya adaydı. Ama bu noktada asıl dile getirmek istediğim, iş ciddiye binince, diğer bir deyişle, mizah gerçekten “acıtınca”, sonuç itibarıyla her daim maruz kaldığımız hukuk terörünün her an devreye girme ihtimali. Hakaret suçu, kuşkusuz çetrefilli bir içeriğe sahip. Muhammed karikatürlerinde gördük bunu. Avrupa tarafının ırkçı çizimleri, diğer tarafın ırkçı dincilerini ayağa kaldırabildi. 1980’lerde FranzJosef Strauss ile Alman hukuk sistemini birbirleriyle düzüşen iki domuz olarak resmeden karikatürler de yasaklanmıştı. Mizah her

türlü cezai yaptırımdan muaf bir alan mı olmalı? Peki nasıl güleceğiz o zaman göçe? Göç konusunu mizaha meze yapanları nasıl değerlendireceğiz? Genelgeçer bir formül olmadığı kesin. Katıksız bir özgürlük de mümkün değil. İsviçre’deki ırkçı SVP’nin seçim kampanyasında kullandığı karakoyun tiplemesi hepimizin malumu. Neoliberal dinci Erdoğan’ın Türkiye’deki mizah dergilerine açtığı davaların sayısı da. Kim, kimin adına, neyi, hangi bağlamda nasıl söyleyebilir? Durum o ki, hazır reçeteler yok ve somut örneğe göre tavır koymak gerekecek. Göç söz konusu olduğunda ise her şey daha da karmaşık hale geliyor, çünkü en azından Almanya örneğinde, bir yanda çoğunluk toplumun “sırıtan” refleksleri var, diğer yanda, göç olgusunu kendi konumundan yola çıkarak yorumlayan göçmen kökenliler ki asıl sorun da burada. Bu kesim homojen bir yapıya sahip değil. Çoğunluk toplumunda olduğu gibi, göçün travmalarını üç kuruş paraya okuma-yazma bilmeyen milyonluk bir kitleye -ki resmi istatistikler Almanya’da en az üç milyon insanın okumayazma bilmediğini söylüyor- peşkeş çeken ve çekmeye hazır bir sürü kurnaz mevcut. Geriye kalan, yukarıda da değindiğim geleneksel damar. Nasreddin Hoca, Till Eulenspiegel, Neyzen Tevfik, Karl Valentin geçmişte farklı coğrafyaların aynı damardan beslenen ustaları olarak gelecek kuşaklara referans olmaya devam edecekler. ■

AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 9


Türk tarihçiliğinin büyük ismi Prof. Ortaylı’dan “dostluk” uyarıları

Bir şehir efsanesine reddiye

Dr. Ezhar CEzairli vE Prof. Dr. ilbEr ortaylI

“Türkiye maalesef 'holocaust' konusunda Almanya’yla çok kavga edecek. Bu toplumda oturan Türklerin, Türk kimliğini taşıdığı sürece, ki taşıyorsunuz, taşıyacaksınız, başka çare yoktur, bu konuyu çok iyi etüt etmesi, hazırlıklı olması lazım”

10 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

FRANKFURT - Türkiye’nin önde gelen tarihçilerinden Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilerin birçok “şehir efsanesi” barındırdığına, bunların başında da “tarihi Türk-Alman dostluğunun” geldiğine yeniden dikkat çekti. Gerek akademide gerekse medyada derin bilgisi ve ilginç belirlemeleriyle on yıllardır dikkatleri üzerinde toplayan ünlü tarihçimiz, Frankfurt Türk-Alman Kulübü’nün kahvaltılı toplantısında, Almanya’daki Türk toplumunun geleceğiyle ilgili değerlendirmeler de yaptı. Prof. Ortaylı’nın saptama ve önerileri, tartışmalara yol açtı. Frankfurt Türk-Alman Kulübü adına Başkan Dr. Ezhar Cezairli tarafından selamlanan Ortaylı’yı dinlemek üzere gelenler arasında Frankfurt’taki görevine kısa bir süre önce başlayan Başkonsonsolos Ufuk Ekici de yer aldı. Tarih dersine dönüşen sohbet boyunca Prof. Dr. Ortaylı, dinleyicilerin tarih bilgisini de zaman zaman yokladı ve kitaplarını imzaladı. Frankfurt Operası’ndaki “La Traviata” gösterimini izlemek üzere davetli olarak bu şehre gelen Prof. Dr. İlber Ortaylı, önce “Türk-Alman ilişkilerinin tarihi”ne ilişkin okullarda öğretilen


yanlışlıklara işaret etti. Dr. Ortaylı, okul kitaplarında yer alan “Avusturya-Osmanlı savaşları”ndaki Avusturya’nın aslında Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu ya da Alman İmparatorluğu olduğunu hatırlatarak, Türklerle Almanlar arasında “tarihi bir dostluk” olduğu iddialarını reddetti. Osmanlılarla Almanların (Avusturya’nın) en son 1790’da savaştığını belirten Ortaylı, “Savaş hali bitmesine rağmen, ondan sonra da dostluk olmadı. Almanca konuşulan ülkelerde Türk dostluğu yoktu” dedi. Türklerin tarihte Almanların karşıtlarına yakın olduğunu vurgulayan Ortaylı, “dostluk denilebilecek bir hava”nın ilk kez Birinci Dünya Savaşı döneminde söz konusu olduğunu belirtti. “Bu ittifaka gelinceye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun asıl müttefiki İngiltere ve Fransa’ydı” gö-

rüşünü yineleyen Ortaylı, Atatürk ve çevresinin Allmanya’yla ittifaka karşı olduğunu hatırlattı. Günümüzdeki Almanya’nın Avrupa’nın en güçlü ülkesi olduğunu belirten Ortaylı, “Türkiye’nin Almanya’yla ilişkileri iki düzeyde, herhangi bir Avrupa ülkesiyle olduğu biçimde yürümesi gerekir. Bizim Almanya’yla en büyük problemimiz Ortak Pazar değildir. Almanya’yla şu anki en büyük meselemiz 'holocaust' meselesidir. Almanlar bu konuda kendisine ortak arıyor. Mazide ‘holocaust’ hadisesi yapmış başka kavimler arıyor ki, suç yayılsın. Bir İtalyan lafı vardır: 'Herkes suçluysa, hiç kimse suçlu değildir' diye. Ama hiçbir şey bununla (holocaust) mukayese edilemez. Bu kriminalitenin ötesinde korkunç bir şeydir“ diye konuştu.

“Ermenileri sevmek lazım!” “Bu Ermeni meselesi bir 'Massaker'dır. Karşılıklı bir “Massaker” (katliam). İmparatorluğun yıkılış döneminde çok hazin olaylar olmuştur. Netice itibarıyla 2 milyon Ermeni yoktur imparatorlukta. Ama sayı mühim değildir. Bu bir 'Massaker'dır, karşılıklıdır. Çünkü Ermeniler, Berlin Yahudileri gibi değildir. Silahlı taburları vardır. Taşnakları vardır. Sultan Hamid'in dirayeti olmakla birlikte, son derece uyuşuk tarafları da vardı. Çeşitli yerlerde her cuma camiden çıkan insanları tarıyor Taşnaklar. Avrupa devletlerinden çekinilerek, hiçbir şey yapılamıyor. Bunlar birike birike sonunda İttihatçı delileri ortaya çıkarmıştır. Onlar da Almanya'yı beklemiştir. Deportasyon denen olayı planlayan zaten büyük ölçüde Alman genelkurmayıdır. Enver Paşa'nın Genelkurmay Başkanı General Friedrich Bronsart von Schellendorf idi. Çekilirken de bütün evrakı götürdü. Bu bilinir. Maalesef Türkiye'nin Birinci Cihan Harbi'ne girmesi çok şeyi gö-

türdü. Tamamen ırkçılıktan uzak bir şekilde Ermeni tarihini bilmek lazım. Ve Ermenice bilmek lazım. Ve Ermenileri sevmek lazım. Bunun çaresi bu. Yani oturacaksınız, ciddi ciddi Armenolog olacaksınız. Bilhassa böyle bir ülkede (Almanya) bu çok iyi yapılabilir. Burada filolojik imkanlar vardır. Ondan sonra sizin tezinizi dinlerler. Benim gibi, Türkkaya Ataöv gibi adamları pek ciddiye almazlar. Meclisler bu konulara karar veremez. Bunlar münakaşalı konulardır. Bizim memleketin içinde bir takım insanlar var. Pro Armenier falan. Onlar çıktı çıkalı, gürültü çıkarttı çıkartalı, Türkiye'den her hafta kaçan kaçana. Batı Ermeniliği ve o kültür neredeyse eriyecek. Bu işler maalesef kavgacı bir ortamda olmuyor.” Prof. Dr. Ortaylı, bu konuda öncelikle Guenter Lewy ve Jean-Louis Mattei gibi eserleri Türkçede de yayınlanmış tarafsız araştırmacıların eserlerinin okunması tavsiyesinde bulundu. Ortaylı, “Bunlar Türklere karşı duygularla arşivlere girmiş kişilerdir” dedi

AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 11


Almancadan çok ‹ngilizce Federal Almanya’da yaşayan Türklerin çocuklarının eğitiminde Almancaya ağırlık verilmesi yolunda çağrılar yapıldığını belirten Ortaylı, Almancanın “anadili” olarak görülmesi beklentilerinin hatırlatılması üzerine şöyle konuştu: “Almanlar lisan öğrenmeye çok fazla önem verirler. Açıkçası kendi lisanlarına da çok düşkün değildirdir. Size tavsiyede bulunan o politikacıya, Alman akademisyenlerin kaçta kaçının Almanca makale yazdığını sorun. Çocuklarınızın Almancayı çok iyi öğrenmesi lazım. Fakat İngilizceyi daha iyi öğrenmesi lazım. Çocuklarınızın liseyi bitirdiği zaman Almancayla başbaşa kalmaları fevkalade mahzurludur. Lütfen Almancaya tâbi çocuk yetiştirmeyin. Çünkü Almanca süratle kendi elitleri tarafından bile kullanılmayan bir dil haline gelmektedir. Tabii benim branşımda olduğu gibi bazı sahalarda kullanılıyor. Unutmayın, Büyük Friedrich, Fransızcayı Almancadan daha iyi bilirdi.” Almanya’da eğitim görenlerin Almancayı zaten öğrendiğini vurgulayan Prof. Dr. Ortaylı, Türkçe öğre-

12 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

niminin ise zor olduğuna işaret etti. Eğitim bakanlıklarının Türkiye’den Almanya’ya öğretmen gönderirken, uzmanlık yerine, siyasal taraftarlığı önemsediğini hatırlatan Ortaylı, “Herkes kendi adamını yolluyordu. Elbette aralarında çok mükemmelleri de vardır. Ama böyle politikalarla bu memlekette lisan öğrenilmez” dedi. Bu konuda aydınların da yetersiz kaldığını belirten Ortaylı şöyle devam etti: “Türkçe konusunda realist olmamız lazım. Öğrenmek zor. Bu annebaba işi değil, bir teşkilat meselesidir. Kendi cemiyetleriniz, kuruluşlarınız çıkar. Ama kimse uğraşmıyor. Burada yapılacak olan şu: Bu Türkçe işine takmayalım. Öğrenen öğrendiği kadar öğrenir. Çünkü evlerde de doğru dürüst konuşulmuyor. İkinci, üçüncü nesil eriyip gidiyor. Fakat bir şeye dikkat edin: Sizin çocuğunuz Alman değil. Bunu unutmayın. Bu ülkede yaşıyor. Almancayı zaten yeterince öğreniyor. Çocuğunuzun Almancadan çok daha iyi İngilizce bilmesi lazım. İngilizce bilmeyen hiçbir işe yaramaz.”


Almanya’nın Yahudi soykırımı konusunda kendi geçmişiyle hesaplaştığı iddialarına da karşı çıkan İlber Ortaylı, “Şu yalanı hiçbir zaman kabul etmeyiz: 'Biz tarihle hesaplaştık'. Hayır, siz tarihle hesaplaşmadınız, hesaplaştırıldınız” diyerek, Almanya’daki soykırımla ilgili tartışmaların, eğitsel bir sürecin sonunda eleştiri kültürünün yerleşmesi ve dış dinamiklerin dayatmasıyla gerçekleştiğini savundu. Ortaylı, “Türkiye maalesef bu konuda Almanya’yla çok kavga edecek. Bu toplumda yaşayan Türklerin, Türk

kimliğini taşıdığı sürece, ki taşıyorsunuz, taşıyacaksınız, başka çare yoktur, bu konuyu çok iyi etüt etmesi, hazırlıklı olması lazım” dedi.

Almanya Türkleri Prof. Dr. İlber Ortaylı, Almanya’ya Türkiye’den göç konusunda, her iki devlete de eleştirilerde bulundu. Ortaylı şunları söyledi: “Bu memlekete biz 1961’de Anadolu’dan işçi yolladık. İlk başta gelen işçilerimize bir şey di-

Tarihi dostluk masalı “Türk-Alman tarihi dostluğu, Türk- Fransız tarihi dostluğu gibi bir şey değildir. Bizim Birinci Cihan Harbi’nde Almanya’yla bir ittifakımız var. Bu, bir ittifaktır. Bu ittifaka gelinceye kadar Türkiye’nin asıl müttefiki Fransa ve İngiltere’dir. Biz Rusya’ya karşı Kırım Savaşı’nı İngiltere, Fransa ve Piamonte, yani doğmakta olan Kuzey İtalya’yla birlikte yaptık. Bütün (sorunlarımızda) Başbakan D’Israeli dostumuzdu, ama ayrılmış olan Avusturya İmparatorluğu değildi, katiyen değildi.

Savaş hali bitmiş olmasına rağmen, çok karıştırıcı bir bünyeydi Balkanlar. Bismarck için Türk dostluğu çok önemli bir şey değildi. Sonradan önem verildi. Bizim Alman dostluğu, aslında Birinci Cihan Harbi’nde doğan bir bütünlüktür. Almanya’yla (birlikte) savaşa girmek konusunda: Biliyorsunuz Atatürk ve çevresi taraftar değildi bu işe. Katiyetle değillerdi. İsmet Paşa çok karşıydı mesela. (Ona göre) Almanya’nın askeri üstünlüğü de çok şüpheliydi.”

AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 13


Antisemitik kültürel yapı “Yapıları bilmek lazım. Almanya’da antisemitizm kültürel olarak vardır. Bunu böyle bilmek lazım. Mesela Luther: Bize okullarda, özgürlük, yenilik falan diye bir yerlerden kopya edildi, oysa alakası yok, Türkleri kesmekten bahseder, (Yahudilere karşı da) bir şeyler anlatır. 16’ncı yüzyılın başında bir program bu aslında. Bunlarla bir yapı oluşuyor bu şekilde. Bu toplumda bir Türk dostluğu falan yok; bu, yanlış. Almanca konuşulan ülkelerde öyle bir Türk dostluğu yoktur; bunlar doğru değil. Tarihi Türk dostluğu veya tarihi Alman dostluğu... Böyle şeyler yoktur. Tam aksine, buranın düşmanı olan unsurlarla Türklerin bir yakınlığı vardır. Bunlar kimdir? Yahudiler, Protestanlar... İspanya’dan atılan Yahudiler Türkiye’ye gelir, Alman ülkelerinden atılanlar, kaçanlar Türkiye’ye gelir. Tarih boyunca böyle birkaç tane “Jüdische Welle” (Yahudi Dalgası) olmuştur, gelir içimizde otururlar. Çok

14 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

önemli bir şey, üzerinde durmamız lazım. Birinci Cihan Harbi, bilhassa savaşan sınıflar üzerinde iyi intibalar bırakmamıştır,. Sevmezler. Şimdi çok asker hatıratı çıkmaya başladı Türkiye’de. Herkes dedesinden bir şeyler alıp getiriyor. Onlara baktığımız zaman (görüyoruz ki), pek sevmiyor bizim savaşan sınıflarımız bu Alman takımını. Belki tersi de vardır. Şurası bir gerçek: Bu Alman-Türk ilişkilerinde dostluk diyebileceğim bir hava varsa, o da gene askerlerde vardır. Fakat bu büyütülecek bir şey değildir, çünkü Türkleri askerler sever. Alman olmak gerekmiyor onun için. Yani Türkleri Rus askerler sever; sever, çünkü Türkler asker, eh o da asker, severler birbirlerini. İyi sanatçı da iyi sanatçıyı sever. Herbert von Karajan’a leke atıldığında Yehudi Menuhin, 'O yönetmezse çıkmıyorum konsere' demişti. Karajan’ın üzerindeki o leke ondan sonra kalkmıştı.”


yemeyiz. Bunlar cahil filan da olsalar, şehirli cahillerdir. İşin feci tarafı Lice depreminden sonradır. Deprem dolayısıyla oradan Almanya’ya işçi yollandı. Ondan sonra da kıyamet koptu. Almanya’daki nüfus siyasi bakımdan problem haline geldi. Etnik hareketlilik başladı. İkincisi sosyal bakımdan problem oldu. Çünkü çok cahildi gelen insanlar. Ve işçiler arasında kapışmalar başladı. Hariciye nezareti de bu sorunlara cevap veremedi.” Almanya’daki Türk toplumunun son derece uyumlu olduğunu kaydeden ünlü tarihçimiz, göz göre göre yaşanan haksızlıklara da parmak bastı:

“Almanya’da 3 milyon Türk işçisi var. Baktığın zaman ne seni, ne beni memnun etmez onların durumu. Ama burada çok haksızlık yapıyorlar. Bu insanların kriminalite raporları fevkalada düşüktür. Sosyal gelişmeleri normaldir. İstediğimiz gibi değil, ama iyi kötü entegre oluyorlar. Aklı başında bir cemiyetin ve idarecinin sabah akşam dua etmesi gereken bir azınlıktır.” Almanya’da ilkokul 4’üncü sınıftan itibaren çocukların hangi orta öğrenim sürecine devam edeceğine yönelik eleme sistemine “ultra faşist” eleştirisinde bulunan Ortaylı, bu konudaki kararın bir öğretmenin hazırladığı rapora dayanılarak veril- mesine isyan ederken, “Bizdeki üniversite giriş sınavları bile dahi çocuğu tespit edemiyor. Başarıya odaklanmış toplum böyle olmaz. Almanya yanlış yolda gidiyor” diye konuştu.

Yakınlık ve problemler “Bizim tabii Almanya’ya bir yakınlığımız vardır. Buranın attığı insanları Atatürk döneminde biz bağrımıza bastık. Genelde Türkiye için iyi bir aşılama olmuştur. Böyle bir kültürel ilişki dönemimiz vardır. Mesela Paul Hindemith. Karısı yarı Yahudi olan Hindemith’e 'çıfıt bulaşığı' falan diyerek hücum ediyorlar. O zamanki Frankfurter Allgemeine’nin ilk sayfasında Kurt Furtwängler’in kocaman bir makalesi var. Nazi

Almanyası’nda ön sansür yoktur. Önce yazdırıp sonra hesabı sorulurdu. Furtwängler orada Hindemith’i savunur. Yani Furtwängler’in Hitler’i savunması falan yalandır. Sanatçı adam, nerede çalacak? Aynı şey Gustaf Gründgens için de olmuştur. İşte o sıralarda Hindemith bize geliyordu yaşamak için. Türk operasına hizmetleri çok fazladır. Aynı şekilde Carl Ebert de öyledir.”

AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 15


Almanya’nın özellikleri “Almanya’yla bizim problemlerimiz var. Bu, Avrupa’nın en kuvvetli memleketidir. İkinci Dünya Savaşı’na girerken, Fransa yüzde 55’i köylü bir memleketti. Ama endüstriyel cemiyet, endüstrisi var, kolonileri vardı. İngiltere sanayileşmiş ülkeydi tabii, fakat insanlar arasında müthiş gelir farkları vardı. Şehirsel yoksulluk diye bir şey vardı. Almanya en kalabalık ülke Avrupa’da, o zamanki nüfusu 100 milyonu buluyordu. Almanlar büyük kalabalık bir millet. Bir de kaliteli bir topluluk. Eğitimi yüksek, işçi sınıfı çalışkan, sınıf mücadaleleri safhasını hemen hemen atlatmışlar. İşte bu Al-

manya İkinci Cihan Harbi’nden sonra kolay toparlandı, çünkü tahrip olan sanayiyi daha kolay kurabildi. Büyük adamı da vardı. Mesela (Hjalmar) Schacht. Yani (Ludwig) Erhard’ın mucizesi değildi o, Schacht mucizesiydi. Almanlar kalkındı. Fransa da kalkındı, ama 1955’e kadar berbat vaziyetteydi. Almanya kendini çabuk toparlayabildi, çünkü kurallara uyuyor, vergi teşkilatı fevkalade, muhasebe kayıtları ve sistemi fevkalade, sağlık sigortası kurulmuş. Buraya bomba düştü diye de değişecek değil, yine kaldığı yerden devam ediyor. Sendikal yapısı çok değişik. İşte biz bu memlekete işçi yolladık. ”

Alman okullarındaki korkunç hata “Dahi çocuğu bizim üniversitenin girişi imtihanları bile tespit edemiyor. Bunu bana Cerrahpaşa’da bir profesörler kurulu anlattı, sordum, kavga çıkardım, anlattılar. Sadece ezberci ve çalışkan çocuk o imtihanda muvaffak oluyor. Almanya’da (ise) bir kadın giriyor sınıfa, Allah’ın orta zekalısı, katiyen fazla bir şey bilmiyor, gidiyor müdürüyle (beraber) raporu yazıyor, 'Das ist nichts' diyor, 'Bu Lehrlingschule’ye gider' diyor. O çocuğun ailesinin de zaten ya umurunda değil yahut da ağızları var dilleri yok zavallıların. Olmaz öyle şey. Yanlış iş o. Burası 'achieving society' değil, burada 'Lei-

16 | 14 Ocak 2013 |

AvrupaGüN

stungsfähigkeit' gittikçe azalıyor, bunun zararını görürler. Yanlış yolda gidiyor Almanya. Bak, Rusya entegre ediyor bir sürü milletleri. Ne oluyor, kazançlı çıkıyor. Rusya’nın her zaman büyük dahileri var. En zor zamanda, Rusya’nın fetret devrinde, bunlar çıkıyorlar bir yerden ve o memleketi kalkındırıp götürüyorlar bir yerlere. Amerika da öyle. Burası yanlış yolda gidiyor. Öyle şey olur mu? Çocuğun ne olacağına oradaki öğretmen karar veriyor. Testler, gözlemler yapılır ondan sonra böyle kararlar alınır. 'Bu zaten işçi çocuğu, bunlardan bir şey olmaz’ diyor...”


Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın tezleri, çağrıları, tavsiyeleri

Tarih yazan bir Türk! GÜRSEL KÖKSAL

Türkiye’de tarihle ilgilenen birçok kişi Türk-Alman ilişkilerini okumaya İlber Ortaylı’nın ilk baskısı 1983’te gerçekleştirilen kapsamlı eseri “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu”yla başlamıştır. Bu durum Almanya’da yaşayan birçok Türk için de geçerli. Birçok kişi, çaresizlik içindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini “Ben üç yüz milyon Müslüman’ın koruyucusuyum” diyen Alman Kayzeri’ne nasıl inandırdığını, Osmanlı’yla Almanya arasındaki askeri işbirliğinin arka planını, gönderilen Alman askeri uzmanların “uzmanlıklarını”, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman Koridoru’nu (Bağdat Demiryolu) ilk kez Ortaylı’dan okudu ve öğrendi.

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Frankfurt’ta son dört ay içinde iki kez tarih dersi verdi. Birincisi “Balkan Savaşları”nın 100’üncü yıldönümü dolayısıyla Avrupa Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği sempozyumda gerçekleşmişti. Başka konuşmacılar da vardı. Ama doğal olarak en uzun zaman Prof. Dr. Ortaylı’ya ayrılmıştı. O da bunun hakkını vermiş, kendisini ilgi, hayranlık ve saygıyla izleyen dinleyicilerin doldurduğu bir salonda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını getiren Balkan savaşlarının, Türkler ve daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti açısından sonuçlarına değinmişti. Yenilgiyi “Rumeli’deki anavatanın kaybedilmesi” olarak tanımlamış, Osmanlı’nın yüzyıllarca egemen olduğu topraklardan Anadolu’ya, oradaki demografik yapıyı tamamen değiştiren büyük göçlere, daha doğrusu sürgünlere yol açan bu tarihi dönemin halen yeterince incelenmediğini, öğrenilmediğini ve öğretilmediğini vurgulamıştı. İlber Ortaylı’nın Frankfurt’taki ikinci tarih dersi Türk Alman Kulübü’nün kahvaltılı toplantısında oldu. Frankfurt Operası’nda “La Traviata”yı izlemek üzere geleceğini öğrenen kulübün, toplantıya katılıp “Türk-Alman ilişkilerinin tarihi” üzerine konuşma önerisini kabul etmişti. Ortaylı, gerçi toplantıyla ilgili duyurularda belirtilen iki ülke arasındaki “diplomatik ilişkilerin 250’nci yılına” değinmedi, ama Türklerle Almanların ilişkilerinin geçmişine, şu andaki durumuna ve geleceğine ilişkin “ezber bozan” açıklamalarıyla, önemli bir “tarih dersi” verdi. Üzerinde tartışılması gereken ilginç tezler, çağrılar, tavsiyelerle dolu bir ders... İlber Hoca’nın Frankfurt’taki “ikinci tarih dersi”nin önemli ayrıntıları toplantıyla ilgili haberde özetlenmiş halde yer alıyor.

AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 17


“Alman nüfuzu” üzerine Türkiye’de tarihle ilgilenen birçok kişi TürkAlman ilişkilerini okumaya Ortaylı’nın ilk baskısı 1983’te gerçekleştirilen kapsamlı eseri “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu”yla başlamıştır. Bu durum Almanya’da yaşayan birçok Türk için de geçerli. Birçok kişi, çaresizlik içindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini “Ben üç yüz milyon Müslüman’ın koruyucusuyum” diyen Alman Kayzeri’ne nasıl inandırdığını, Osmanlı’yla Almanya arasındaki askeri işbirliğinin arka planını, gönderilen Alman askeri uzmanların “uzmanlıklarını”, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman Koridoru’nu (Bağdat Demiryolu) ilk kez ondan okudu ve öğrendi. Her ne kadar Almanlar için “Ben sevmem” dese de, o Türk-Alman ilişkilerinin en önemli

18 | 14 Ocak 2013 | AvrupaGüN

uzmanlarından. O nedenle, bu konuda söyledikleri önemlidir. Ama tezlerinin bir bölümü tartışmalı... Örneğin, tarihte Türk-Alman ilişkilerini incelerken, Türkiye’deki tarih kitaplarının Avusturya diye tanımladığı ülkenin –1805 öncesi dönem için-, aslında Almanya olduğunu (Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu), dolayısıyla Almanlarla Türkler arasındaki savaş durumunun 18’inci yüzyıla kadar devam ettiğini, yani onun deyimiyle aslında birilerinin sık sık vurguladığı gibi “tarihi Türk-Alman dostluğu” diye bir durumun olmadığını bilmek gerekiyor. Ama bu durumun “düşmanlık” olmadığını da... Kendisi de söylüyor. Osmanlı Katoliklik ile, Katolik Avusturya’yla mücadele ederken, Protestan Prusya’yla iyi ilişkiler geliştiriyor. Avusturyalılar Alman, peki Prusyalılar?


Görülüyor ki, şimdi hem Türkiye’nin, hem de Almanya’nın yer aldığı topraklara egemen olan imparatorluklar, devletler arasında geçmişte sadece düşmanlık değil, dostluk denebilecek durumlar da yaşanmış... Almanya’da 3 milyona yakın Türkiye kökenli insan yaşıyor. İlber Hoca’nın vurguladığı gibi bu insanlar “Türk kimliğini taşıyor. Taşıyacaklar. Çünkü başka çaresi yok.” Doğru, ama bu insanların yaşadıkları ülkenin tarihine, daha farklı yaklaşmaları gerekmez mi? Örneğin “dost-düşman” kategorilerinin başat olmadığı bir yaklaşım...

Ermenileri sevmek lazım! Ortaylı’nın soykırım tartışmalarıyla ilgili uyarıları da önemliydi. Almanya’daki geçmişle hesaplaşmanın, toplumun kendi iç dinamiklerindeki gelişmeyle değil, dış dayatmanın sonucu olarak yaşandığını vurguladı. Soykırım günahının altında ezilen, bunalan Almanların tarihte “suç ortağı” aradığı ve Ermeni kıyımı nedeniyle Türkiye’ye yönelik suçlamaların ardında bu yaklaşımın büyük bir rol oynadığı, bu konunun önümüzdeki dönemde Türk-Alman ilişkilerinde önemli sorun olacağı uyarısı önemlidir. Ama artık aradan uzun yıllar geçti. Bu ülkede ideal bir gelişim göstermese de bir “geçmişle hesaplaşma kültürü” yaşıyor. “Dedelerinin değil, babalarının ve amcalarının” yaptığı canavarlığı sorgulayan, affetmeyen, bunların günümüzdeki uzantılarına karşı duyarlı, samimiyetine yüzde yüz güvenilenebilecek insanlar var. Çok sayıdalar ve faşizmle, nazizmle sürekli mücadele halindeler... Son zamanlarda bu alanda bir yorgunluğun, bıkkınlığın yaşandığı bir gerçek. Ama mücadeleleri, duyarlılıkları sürüyor. Onların duyarlılığı sayesinde, Almanya açık ırkçı partilerin ulusal parlamentoda yer alamadığı az sayıda Avrupa ülkesinden biri... Tabii ki burada parlamentoya giren partilerin tabanında, yani toplumun en geniş kesimlerinde yaşayan, gelişen gizli ırkçılığı görmezden gelemeyiz. Ama ırkçılık, faşizm, nazizm karşıtlarının samimi ve inatçı mücadeleleri de küçümsenemez. Ve Almanya’da Yahudi nüfusu artıyor. İlber Ortaylı, Türkiye’deki Ermenileri anlatırken “Her hafta kaçan kaçana!” diyor. Onun da vurguladığı gibi, bu konuyu “kavgacı bir ortamda” ele almak zor. Ama yine onun vurguladığı gibi “Batı Erme-

niliği süratle eriyor!”. Türklerin bu konuda Almanlarla uğraşmanın ötesinde yapabileceği başka şeyler olmalı. Ortaylı, “Ermenice bilmek lazım. Ermenileri sevmek lazım. Irkçılıktan uzak bir şekilde Ermeni tarihini öğrenmek lazım” diyor. Türkiye’de bunlar yapılmıyor.

Tarihi dostluk efsanesi! Ortaylı’nın dersinde Almanya’daki Türklere önemli perspektifler sundu. Türkçe eğitime ilişkin tespitleri, çocukların eğitiminde Almancadan çok İngilizceye önem verilmesi çağrısı önemliydi. Almanya’daki Türkiye kökenli topluma ilişkin pek bilinmeyen, üzerinde pek durulmayan Lice depremi konusunu da bu arada öğrendik. Türkiye’nin, depremin evsiz-barksız bıraktığı insanlarını Almanya’ya işçi olarak göndererek duruma çare bulmaya çalıştığını ve onların gelişinin bu ülkede yeni siyasal, sosyal sorunları ortaya çıkardığını... Almanya’da nazizmin iktidara geliş sürecine ilişkin hatırlatması da öğreticiydi... “Mesela büyük efsaneler vardır. 'İşsizlik yüzünden nazilik geldi' derler. Tam tersine. Naziliği destekleyenler, işi olanlardı. 'İşimizi kaybederiz' diye korkanlar.. Bizdeki kalıplara da çok uyuyor.” Geçmişte ve günümüzde faşizmin kitlesel gelişimini anlamak için bir ipucu bu...

Tarih yapan, tarih yazan İlber Hoca, Frankfurt’taki tarih dersinde “Türkler tarih yapar, tarih yazamaz”ı da hatırlatmayı ihmal etmedi. Ama durum pek de vahim değil. En azından o var. Türklerin tarihine, Türklerle Almanların tarihine ilişkin birçok şeyi ondan öğrendik. Öğrenmeye devam edeceğiz. Ancak onu dinlerken, okurken, ondan öğrenirken de uyanık kalmak gerekiyor. “Alman toprakları”nda doğmuş, Almancayı ve Almanya’yı çok iyi biliyor. Ama Almanları pek sevmiyor. Bunu kendisi söylüyor. Elbette tarihi izlerken duygusal olmayacaktır. Ama çoğu zaman gerçeğin kendisi kadar, nasıl dillendirildiği de önemli... Yarısına kadar dolu bardağın tarifi gibi... ■

AvrupaGüN

| 14 Ocak 2013 | 19


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.