HAFTALIK AVRUPA HABER DERGİSİ | 12 KASIM 2012 | SAYI: 3
Avrupa’nın merkezindeki fay hattı
Zengin mutfağında züğürt çoğunluk
Belçika’da istikrar arayışları Anselm Kiefer Milano’da: “Her şey sona erecek, sanat yaşayacak”
Osthaus Müzesi Müdürü Tayfun Belgin umutlu Erdoğan Karayel: Birbirine benzemez mizah dünyaları
İÇİNDEKİLER 3 Fransa, zengin Avrupa’daki büyük çelişkiye ayna tutuyor Almış başını gider yoksulluk UĞUR HÜKÜM 6 “Alman pastası” iyice acılaştı 10 Çıplak gözün görmek istemediği gerçek OSMAN ÇUTSAY 12 Sorunları büyüyen Belçika’da tehlikeli oyunlar SERPİL AYGÜN 13 Portekizli aydınlardan Merkel’e “Gelme!" mektubu 14 Alman sanatçı Anselm Kiefer’in yapıtları 24 Kasım’a kadar Milano’da “Her şey sona erecek, sanat yaşayacak” ASLI KAYABAL 16 Hagen Osthaus Müzesi Müdürü Tayfun Belgin umutlu Tarihin içinden Gençlik Müzesi’ne çıkan yol İLHAN AYER 21 Erdoğan Karayel’in gözünden Türkiye ve Almanya’daki mizah İki dünya var birbirine hiç uymaz
IMPRESSUM / KÜNYE Yayıncı | Verleger: BIM Bayerisches Institut für Migration e.V. Truderinger Strasse 280 d 81825 München Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291 info(@)bim-institut.org info@avrupagun.eu www.facebook.com/avrupagun Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P): Osman Çutsay Sanat Yönetmeni | Artdirektor: Ömer Yaprakkıran AvrupaGüN
|2
Fransa, zengin Avrupa’daki büyük çelişkiye ayna tutuyor
Almış başını gider yoksulluk UĞUR HÜKÜM
Dünyanın barış adası, en uygar ve gelişkin kıtası diye kabul gören Avrupa’da, onun gözbebeği, yarının ideal sosyopolitik tasarımı, insanlığın örnek ortak düşü diye sunulan Avrupa Birliği’nde neredeyse her dört kişiden biri ya yoksul ya da bir biçimde toplumsal sefalet tehlikesiyle karşı karşıya. Avrupa Komisyonu’nun Aralık 2011’de yayınladığı bir araştırma raporuna göre, 2010 sonu itibariyle AB nüfusunun yüzde 23’ü, yani 115 milyon kişi ya yoksul ya da “sosyal açıdan yoksun insanlar” sınıflamasında.
PARİS - Lüks endüstrisi tarihinde hiçbir zaman böylesi geniş bir şaşaa tanımamış. Son her yıl bir önceki yılın rekorunu kırarak gidiyor. En pahalı otomobiller, en cafcaflı takılar, en özgün hatta şahsa mahsus parfümler, en şık giysiler, şişesi servet şampanyalar, alkollü içkiler müşteriye yetişmiyor. Dünya böyle zenginlik görmemiş. Sermaye hiç bu denli tek ellerde toplulaşmamış. Tüketim hiç bu denli azıya almamış. Öte yanda yoksulluk dizboyu, sefalet almış gitmiş başını... Afrika’da açlıktan, Asya ve Amerikalarda yetersizlikten, Avrupa’da dengesiz beslenmeden insanlar, çocuklar ölüyor. Binlerin zayıflamak için sarf ettiği “yekûnlar” milyonların hayatta kalmasını sağlamaya yetecek düzeylere erişiyor. Kimileri yemeden şişmanlarken, kimileri yiyerek zayıflıyor. Başdöndürücü top-
AvrupaGüN
|3
lumsal dengesizlik, tahayyül etmesi zor bir eşitsizliği doğurmuş, kapımıza, içimize getirmiş durumda. Gözlem evrensel, istisnası yok... Dünyanın barış adası, en uygar ve gelişkin kıtası diye kabul gören Avrupa’da, onun gözbebeği, yarının ideal sosyopolitik tasarımı, insanlığın örnek ortak düşü diye sunulan Avrupa Birliği’nde neredeyse her dört kişiden biri ya yoksul ya da bir biçimde toplumsal sefalet tehlikesiyle karşı karşıya. Avrupa Komisyonu’nun Aralık 2011’de yayınladığı bir araştırma raporuna göre, 2010 sonu itibariyle AB nüfusunun yüzde 23’ü, yani 115 milyon kişi ya yoksul ya da “sosyal açıdan yoksun insanlar” sınıflamasında. Ayrıca nispeten yeni bir olgu: Bu nüfusun yüzde 8’i ücretli, yani “çalışan yoksul”. Bu gerçeğin açıklaması üç temel nedene dayanıyor: İşsizlik, yaşlılık ve düşük ücretler.
Kısırdöngü tuzağı
AvrupaGüN
|4
Yoksulluğun en ciddi vurduğu sosyal katmanlar ise çoğunluğu kadın tek ebeveynli aileler, göçmenler ve gençler. AB üyesi ülkelerde genç işsiz oranı ortalama yüzde 21.4. Bu oran İspanya’da yüzde 48 ile tavan yaparken, Yunanistan, İtalya, İrlanda, Litvanya, Letonya ve Slovakya’da yüzde 45 ile 25 arası değişiyor. Tablonun en altında yer alan Almanya, Avusturya ve Hollanda’nın göreli “başarısı” mesleki eğitim, staj, çıraklık gibi dönemlerinin uzunluğu, istihdam öncesi bekleme-deneme gibi zaman dilimlerinin işsizlik istatistiklerine girmemesiyle açıklanıyor. Gençler ve yeni işe alınanların ücretlerindeki düşüklük, iş akitlerinin geçici, kısa süreler, belirsizlik koşul ve maddeleriyle doldurulması koyu ve derin yoksulluğu hazırlayan, gizleyen kuytu noktalar olarak ortaya çıkıyor. AB’deki yeni iş akitlerinin yüzde 50’si geçici kontratlar. Bu oran 20-24 genç grubunda yüzde 60’a yükseliyor. Dolayısıyla yoksulluk ve toplumsal yoksunluğu krizle açıklamak siyasi hafiflikten öteye geçemediği gibi AB üyesi hükümetlerinin bilinçli, hatta kasıtlı politikalarının sonucu olduğu anlaşılıyor. Şirketlerin rekabet gücünü artırmak uğruna bir yanda dev mali ve sanayi gruplarının kârları sağlama alınırken, öte yanda tüketicilerin tükettiklerini daha pahalıya ödemeleri, ücretlilerin günlük yaşamlarını, sağlıklarını, çocuklarının eğitimlerini daha ucuza getirmeleri zorunluluğu doğuyor. Kısırdöngü tuzağına düşen emekçiler giderek artan bir ritim ve sayıyla yoksulluk, dışlanma çukurlarına itiliyorlar. Eurostat (Avrupa İstatistik Enstitüsü) 2010 sonunda AB ülkelerinde yoksulluk sınırının al-
tında yaşayanların oranını yüzde 16.4, sayısını da 80 milyon olarak veriyor. Kurum, hesaplarını birkaç yöntemle yapıyor. Yaygın ve tüm üyelerce onaylanmış hesaplama, toplumun yüksek gelirli yüzde 40’nın ortalamasıyla düşük gelirli yüzde 60’nın ortalamasının harmanlanmasından doğan medyan, yani orta değer üzerinden yapılıyor. Buna göre AB üyeleri arasında en az yoksulu olan ülke yüzde 9 ile Çek Cumhuriyeti. Onu yüzde 10.3 ile Hollanda, yüzde 12.1 ile Avusturya, 12.3 ile Macaristan, 12.9 ile İsveç, 13.1 ile Finlandiya, 13.3 ile Danimarka ve 13.5 ile Fransa izliyorlar. En altta yer alan Romanya’da yoksulların oranı yüzde 21.1 olarak belirlenmişken, bu oran İspanya ve Bulgaristan’da yüzde 20.7, Yunanistan’da yüzde 20.1 ve İtalya’da yüzde 18.2’ye iniyor. Aynı ölçütlere göre AB’de yaşayan yoksulluk sınırı altındakilerin oranı ortalama yüzde 16.4, İngiltere’de yüzde 17.1 ve Almanya’da yüzde 15.6. Bir başka yöntem yüzde 50-50 hesabı. Yani toplumun en yüksek gelirli üst yarısıyla en düşük gelirli alt yarısının medyanını alan Eurostat’a göre AB üyeleri arasında en zengin ülkeler, toplumdaki yoksulluk oranından hareketle ve sırasıyla Hollanda (yüzde 4.9), Çek Cumhuriyeti (yüzde 5.2), Finlandiya (yüzde 5.5), Macaristan (yüzde 6), Avusturya (yüzde 6.2), İsveç (yüzde 7), Fransa (yüzde 7.4), AB ortalaması (yüzde 10), İngiltere (yüzde 9.8) ve Almanya (yüzde 9.2). Alt sıralar ise esas itibariyle değişmiyor. Bu kez Bulgaristan (yüzde 15.2) ile başlayan en yoksullar Romanya (yüzde 15), İspanya (yüzde 14), Yunanistan (yüzde 12.4), İtalya (yüzde 11.6) ve Portekiz (yüzde 11.3) ile devam ediyor. Üçüncü yöntemdeyse en zengin yüzde 40 ile en fakir yüzde 60 arasındaki medyan alındığında tavana yine sırasıyla Macaristan, Avusturya, Finlandiya, Çek Cumhuriyeti, Fransa ve İsveç yerleşirken; tabanda İspanya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, Portekiz, Polonya ve İngiltere yer alıyor. Çok kısa bir foto-gözlem eklemek gerekirse, aslında sosyal devlet geleneğiyle, sosyalist devlet deneyimlerini II. Dünya Savaşı’ndan önce belli bir sanayileşme aşamasının ardından yaşamış toplumlarda göreli bir toplumsal zenginlik olduğu gerçeği bir kez daha kendini gösteriyor. Köklü ve saygın Fransız dayanışma ve yardımlaşma kuruluşu Le Secours Catholique’in (SC) yıllık raporlardan hareketle hazırladığı 10 yılda bir yayınlanan “Fransa’da On Yıllık Yoksulluk” başlıklı araştırma sosyal devlet, güçlü sol kesim ve sivil toplum kozlarına rağmen Fransa’nın bile 1970 yılından beri nasıl gerilediğini
göstermesi açısından bir hayli ilginç. Verilerin dili aynı zamanda çok acı ve düşündürücü. 1946’dan beri ayrım gözetmeksizin zor durumdaki herkese somut yer, yiyecek başta olmak üzere her türlü insani yardım mücadelesi veren SC’in şiarı “Her şeye uzakta olana yakın olmak”. Son rakamlara göre geçen yıl 1 milyon 400 bin kişiye destek götüren SC, bu raporu kendi yardım ettiği insanların durumlarını bilimsel yöntemlerle araştırarak akademik denebilecek bir çalışma gerçekleştirmiş. Raporun en çarpıcı verisi son 10 yılda en hızlı yoksullaşan kesimlerin kadınlar ve göçmenler olduğu gerçeğinin saptanmasında odaklanıyor. Bu gerçek INSEE (Ulusal İstatistik Enstitüsü) verileriyle de birebir çakışıyor. 2001 yılında SC’ye başvuranların tam yarısı kadın iken 2011 sonunda bu oran yüzde 57 kadın, yüzde 43 erkeğe dönüşmüş. 10 yılda çok net belirlenen bir başka eğilim de, daha önce kuruluşa muhtaç olanların yüzde 23’ü göçmenken bu oranın yeni durumda yüzde 30’a yükselmiş olması. 2001’de SC’ye gelenlerin yüzde 58’i işsizken bu sayı 2011’de yüzde 66’ya fırlamış. Böylelikle yalnızca işsizlik değil, ama düşük ücret politikaları, çalışma hayatına “rekabet ve esneklik kazandırmak” adına sosyal güvenlik sistemine yerleştirilen istikrarsızlık, belirsizlik koşullarının bu patlamalarda başrolü oynadığı bir kez daha tescillenmiş oluyor.
Hayat standartları sürekli düşüyor INSEE’nin son verilerine bakılırsa, yüzde 10’luk en üst düzey gelir grubunun yaşam standartlarında, çok küçük bir grubun daha iyileşmesi analiz dışı bırakılırsa, ciddi bir değişiklik gözlemlenmiyor. Ancak aşağıda kalan yüzde 90’ının gelir ve yaşam standartlarında sürekli bir düşüş tespit edilmiş. INSEE’nin 2010 yılı “Sosyal –Kesintiler- ve Vergi/Maliye Anketi”nden elde ettiğimiz sonuçlara göre Fransızların yıllık ortalama (medyan) geliri 2009’a oranla ve yüzde 0,5’lik bir azalmayla 19.270 avroya inmiş. Yüzde 10’luk üstdilimin asgari yıllık geliri yüzde 10’luk alt dilimin gelirinden en azından üç buçuk misli fazla. Üst dilim yılda ortalama asgari 36 bin 270 avro kazanırken, altdilimin en yüksek ortalama geliri 10 bin 430. Yoksulluk sınırını ayda kişi başına 964 avro olarak saptayan INSEE, Fransa nüfusunun yüzde 14.1’inin yani 8.6 milyon kişinin bu noktada olduğunu kaydediyor. Bu oran, fazla değil, daha 1 yıl önce, 2009’da yüzde 13.5’miş. Bir çocuklu bir çift için kabul edilmiş yoksulluk sınırıysa ayda 1735 avro. Ancak giderek yapısallaşan daha vahim bir başka olgu var ki, o
herkesi özellikle de yetkili makamları, siyasi iktidarları düşündürmesi gerekiyor: “Ağır Yoksulluk” da tabir edebileceğimiz bu durum ayda kişi başına 642 (tek çocuklu bir çift için 1156) avro veya altında bir gelirle yaşamak zorunda olanları kapsıyor. 2001 yılında sayıları 1.5 milyon olan bu katman 2010’da 2,3 milyona yükselmiş. 18-24 yaş grubundaki gençlerin yaklaşık beşte biri en yoksullar grubuna giriyormuş. Bugün AB’nin en radikal sol hükümeti Fransa’da bulunuyor. AB ve hatta dünya kamuoyu atılacak adımları merakla bekliyor. Fransa’daki Sosyalist Parti ve Yeşiller iktidarı bu vahim toplumsal sorun karşısında nasıl bir yapısal çözüm arayışına girecek? 6 aylık ilk deneme sürecinde ücretlilere yönelik, estetik müdahale diyebileceğimiz ufak tefek yardımlar dışında ciddi bir girişimde bulunulmadı. Gözler 10-11 Aralık tarihlerinde düzenlenen “Toplumsal Dışlanmaya Karşı ve Yoksullukla Mücadele Ulusal Konferansı”na çevrilmiş durumda. Cumhurbaşkanı François Hollande’ın seçim vaatleri arasında yoksulluğun önünün alınması maddesi var. Muhtemelen bizzat kendisinin veya Başbakan Jean-Marc Ayrault’nun açışını yapacağı konferans. sol iktidar açısından önemli siyasi ve toplumsal kavşaklardan biri olacak. Secours Catholique örgütü Genel Sekreteri Bernard ibaud bu hafta L’Humanité gazetesinde yayınlanan söyleşisinde, kendilerinin de katılacağı konferansı bu aşamada olumlu bir girişim olarak değerlendiriyor: “Hükümet kamuoyuna mutlaka ve mutlaka açık seçik he- defler belirtmek zorundadır. Açıklanacak önlemlerin önümüzdeki 5 yıla yayılacak bir planla gerçekleştirilmesi zorunludur. Öncelikle giderek özelleştirilen sosyal hizmetler ve kamu yükümlülüklerinin kesin kayıtlara bağlanması zorunludur. Biz üstümüze düşeni yapmaya hazırız.” Örgütün başkanı François Soulage ise La Croix gazetesine verdiği demeçte görüşlerini, “Yoksulluk olgusu son yıllarda görülmemiş oranlarda büyümüştür. Örgütümüz, temel görevimiz olan dayanışma ve yardımlaşma faaliyetlerinin dışında vergi cennetlerine karşı, ailelerin, insanların çaresizlikten aşırı borçlanmaları veya konut sorunları gibi bir dizi somut mücadelenin içindedir. Ancak esas görev iktidara düşmektedir. Yoksulluğu hazırlayan ana nedenlere karşı savaş, özellikle içinde yaşadığımız sisteme eleştirel olmaktan geçmektedir. Bu bilinç geçtiğimiz yıllarda güçlenmiştir. Siyasiler bilsinler ki, ama diyalog, ama protestoyla elimizden geleni yapacağız” sözleriyle özetliyor. AvrupaGüN
|5
AB’nin motor ülkesindeki yoksulluk hızla yayılıyor, ama kimsenin umursadığı yok
“Alman pastası” iyice acılaştı
AvrupaGüN
|6
FRANKFURT - Avrupa’nın en zengin ülkesi Almanya, sadece ihracatta değil halkının yoksullaşma katsayısında da şampiyonluğu kimseye bırakmamakta kararlı. Özellikle işsizler arasında bu kaderin yaygınlığı dikkat çekiyor. Almanya’daki her üç işsizden ikisi yoksulluk tehdidi altında. Yoksullaşma riskinin, şu sıralarda krizle mücadele eden ve iflasın eşiğinde bulunan İspanya ve Portekiz’den bile yüksek olması, yeni soru işaretlerine neden oluyor. Bu iki kriz ülkesinde işsizlere Almanya’daki işsizlerden daha çok olanak sağlandığı ve yoksulluğa karşı korunduğu gözleniyor. Avrupa’nın resmi istatistik dairesi konumundaki Eurostat rakamları, böyle bir karşılaştırma yapmaya olanak tanıyor. Portekiz,
İspanya, Yunanistan ve İtalya’nın işsizleri, bazı açılardan Alman işsizlerden daha insani koşullarda yaşıyor. Bunda toplumsal çevrenin önemli etkisi olduğu biliniyor. Nitekim, Akdeniz ülkelerinde insanların yakınları tarafından kaderine terk edilmemesine daha sık rastlanıyor. Güney Avrupa’daki toplumsal ve ailevi sorumluluklar, Avrupa’nın merkezindeki acımasızlıkları dengelemeyi başarıyor. Federal İstatistik Dairesi’nin geçen yılki yaşam koşullarıyla ilgili son raporu, Avrupa’nın en zengin ülkesinde16 milyon insanın yoksulluğun ve toplumsal dışlanmanın pençesinde olduğunu, bunun yüzde 19.9’luk bir orana karşılık geldiğini gösteriyor. Avrupa’nın motor gücü Almanya’da yoksul-
laşma, bazı çevrelere göre, engellenmek de istenmiyor. Tarihin en büyük sermaye birikiminin bu sayede gerçekleştirildiği ileri sürülüyor. Sosyal devleti büyük ölçüde sosyal demokrat Gerhard Schröder hükümetleri sayesinde tasfiye etmeyi başaran Almanya’da, bir işte çalışamayanların, dolayısıyla gelir elde edemeyenlerin yüzde 68’i, 2010 yılı itibariyle yoksullukla karşı karşıya. İşsizlik, Almanya’da yoksulluk anlamına geliyor. İspanya, Portekiz ve İtalya’da ise işsiz insanlar yokszulluğa karşı daha bir korunaklı görünüyor. İşsizlerin İspanya’da yüzde 41’i yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya, Potekiz’de de yüzde 36’sı. Bu rakamlar, Almanya’daki yüzde 70’e yakın acımasız oranla karşılaştırıldığında, çok daha insancıl kabul ediliyor. Yoksulluk, işsizlerin Fransa’da yüzde 33’ünü İngiltere’de ise yüzde 48’ini tehdit ediyor. Bu iki ülke de Almanya’daki acımasızlığın çok ötesinde özellikler taşıyor.
Yoksulluk eşiği Hesaplama yöntemlerine göre küçük farklar gösteren “yoksulluk sınırı”, Almanya’da 848 avro. Çok kullanılan yoksullaşma tehlikesi ise göreli bir kavram. Bu kavram, insanların elde ettikleri gelirle toplumsal yaşama katılmalarının ne kadar olanaklı ve toplumsal çevreleriyle karşılaştırıldığında ekonomik durumlarının nasıl olduğunu gösteriyor. Genel tanım, “Bir insanın elde ettiği aylık gelir ulusal ortalama gelirin yüzde 60’ından az ise ortada bir yoksullaşma tehlikesi var” şeklinde. İşte bu eşik, Almanya’da 2010 itibariyla ayda net 848 avro idi. Avrupa’nın motor ülkesi Almanya’nın bir özelliği var. Burada işsiz kalan insanlar toplumsal çevreleriyle bağlantılarını başka ülkelerden çok daha çabuk ve yoğun bir biçimde yitiriyorlar. Nitekim sendikalara yakın Hans-Böckler Vakfı’nın uzmanları, bunun iki nedeni olduğunu düşünüyor. İşsizliğin başlangıcında Almanya’da insanlara sağlanan olanaklar, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında daha düşük. Almanya’da işsizlik parası alma süresi de az. Örneğin Fransa ve Hollanda’da işsiz kalanlar Almanya’dakinin iki katı bir süre işsizlik parası almaya hak kazanmış durumda. Danimarka’da bu süre Almanya’nın dört katı. Bu farklılıklar, Alman ihracatının başarısını açıklayabilecek birer sinyal olarak da değerlendiriliyor. Bu arada, “pek yaratıcı” bir sosyal demokrat profesörün adıyla anılan ve sosyal demokrat hükümetler döneminde çıkarılan “Hartz IV Yasaları”, muhtaçlara ödenen paraları yoksulluk
sınırının çok altında saptamış durumda. Dolayısıyla ekonomideki canlanmadan nasiplenmeyi başaramayan alt toplum katmanlarının yoksullukları perçinlenmiş oluyor. Özellikle kiralık işçi uygulamalarıyla düşük ücretli çalışanların sayısındaki sıçrama, bu işlerde çalışırken işsiz kalanların alabileceği işsizlik parasının iyice düşük hesaplanmasına, yoksulluğun katmerli bir hal almasına yol açıyor. Bazı kaynaklara göre, şu anda Almanya’da 12 milyon insan yoksulluk sınırının veya yoksulluğun doğrudan tehdidi altında yaşamak zorunda. Sorun, özellikle AB’nin kenarındaki görece küçük kriz ülkelerinde, bu yıkıcı krizle mücadele adına Almanya’daki ücret ve istihdam politikalarının, hatta tırpanlanan sosyal güvenlik yasalarının model olarak alınmasıdır. Birçok ülke, Almanya’da Gerhard Schröder hükümetlerinin “Agenda 2010” başlığı altındaki yasalar paketiyle aldığı önlemleri, reel ücretleri baskı altında tutmayı, gerekirse asgari ücreti ve işsizlik parasını kısıtlamayı, emeklilik yaşını yükseltmeyi örnek alıyor. Portekiz, İspanya ve İtalya’da ücretlerin düşürülmesi de yasalar dahilinde olanaklı kılınıyor. Almanya’nın en önemli özelliği herhangi bir işten geliri olmayanların yaşadığı yoksulluk. Bunun yanı sıra uluslararası literatürde “working poor” denilen, bir işte çalıştıkları halde bir türül geçinebileceği parayı kazanamayan yoksullar da var. Almanya’da bir işte çalışanların yüzde 5.5’i ve serbest çalışanların da yüzde 8’i yoksulluk sınırları içinde kabul ediliyor. Eşinden ayrı yaşayarak çocuk büyütmeye çalışan kadınların bu yoksulluk tuzağından özellikle etkilendiği gözleniyor.
AvrupaGüN
|7
Almanya’daki devasa sermaye birikimi yoksulların algı bozukluğu üzerinde yükseliyor
Çıplak gözün görmek istemediği gerçek OSMAN ÇUTSAY Almanya’da, 2007 rakamlarıyla, halkın üçte ikisinin herhangi bir mülkü ya hiç yok ya da olanlar mülk denmeyecek kadar önemsiz boyutlarda. Çünkü bu yüzde 70’in mal varlığı ülkedeki servet toplamının yüzde 9’una bile karşılık gelmiyor. Bu oran 2002 rakamlarından yüzde 1.5 daha küçük. Eğilimin 2012 ve sonrasında da süreceğine kesin gözüyle bakılabilir. Gidiş o yönde.
AvrupaGüN
|8
FRANKFURT - Ekonominin içinden çıkılmaz ve mistik bir bilmece değil, sıradan insanların da rahatça anlayabileceği bir faaliyet olduğunu yıllardır gazetesi taz (tageszeitung) ve kitaplarında gösteren Ulrike Herrmann, önceki yıl çıkardığı ve geçen zaman içinde üst üste baskıları yapılan kitabında toplumsal algının acımasız kaderini irdeliyor. Şu sıralarda Almanya’nın en popüler ve vicdan sahibi iktisat gazetecilerinden biri sayılan Herrmann, büyük ilgi toplayan “Hurra, Wir dürfen zahlen” (Yaşasın, Biz de Ödeyebiliriz) başlıklı kitabında gerçi orta sınıfın kendisini ve toplumu nasıl aldattığını çarpıcı örneklerle anlatıyor, ama kitabın tamamını okuyan biri için ilk çıkarılacak sonuç biraz daha farklı görünüyor: Zenginler zenginliğini, yoksullar da yoksulluğunu gizlemeyi “iş belliyorlar”. Kendi yalanlarına kendileri inanıyor ve çevrelerini de inandırıyorlar. Bu, toplumsal krizi yeniden tetikliyor. Bizde Güngör Uras ve Mustafa Sönmez gibi iki isim ayrı tutulduğunda, Türkçede bir “muadili” bulunmayan Ulrike Herrmann’ın, yazılarında ve kitaplarında, özellikle de bu son kitabında sergilediği canlı Almanya portresine göre, toplum, tüm katmanlarıyla kendisini orta sınıf üyesi sayıyor. Bunu, gerçeğin böyle olma-
dığını bile bile yapıyor. Ne üst gelir grubundan insanlar orta sınıftan ne de yoksulluğun pençesindeki milyonlar... Ortak bir algı bozukluğu, bir ideolojiye dönüşmüş durumda. Maddi gerçek, Almanya’da toplumun tam anlamıyla bir hayal âleminde yaşadığını gösteriyor. Belki de bu nedenle, bu irrasyonel durum başarıyla kendini sürdürülebiliyor.
Sermaye birikiminde patlama Herrmann’a göre, Almanya özellikle 2000’lerde inanılmaz bir sermaye birikimine sahne oldu. Bunun en önemli nedeni, üretici sektörlerde çalışanların elde ettiği reel gelirlerin son on yıllarda art arda yaşadığı gerileme. Ancak bu yoksullaşma, Almanya’daki küçük bir kesimin yaşadığı zenginleşmenin de “iktisadi” nedeni. Feoal dönemlerde olduğu gibi, fakirlerin elinden alınıp zenginlere verildiği için değil. Ekonominin ve ticaretin “özgür” mekanizmaları böyle gerektirdiği için: Üretim maliyetleri reel ücretlerdeki ve diğer gelirlerdeki gerilemeye paralel olarak düşünce, ürünler dünya pazarlarına uygun fiyatla çıkabiliyor ve tarihte eşine rastlanmamış bir ihracat patlaması ve sermaye birikimi yaşanıyor. Bu devam ediyor. Fakat sefalet olmasa da açık yoksulluk, toplumun resmini bozmayı sürdürüyor. Nitekim, “Prekariat” denilen artık bir çıkışı olmayan yoksulluğun pençesindeki milyonlar, kendilerini zenginliğin eşiğinde ve orta sınıf mensubu olarak görürken, inanılmaz bir sermaye birikimi gerçekleştirebilmiş az sayıdaki zengin Alman aile de pek o kadar varlıklı olmadıkları konusunda hem kendilerini hem de toplumu inandırmayı başarıyor. Herrmann’ın kitapları ve yazılarında bol bol bulunabilecek rakamlar, bu trajediyi tüm boyutlarıyla gözler önüne sermeye yetiyor. 2007 yılı itibariyle Alman vatandaşlarının yüzde 1’lik kesimi Almanya’daki tüm servetin yüzde 23’üne
nucu, 1974’te bu oran yüzde 33’e geriledi. Neoliberal dönemin başlangıcından 2004’e kadar da gelir dağılımı yine olumsuz bir gelişme gösterdi ve en zengin yüzde 10’un ulusal gelirin yüzde 36’sını yuttuğu ortaya çıktı. Ama bundan daha önemlisi, yine Herrmann’ın vurgusuyla, toplumun yoksul yüzde 50’sinin içinde bulunduğu durum: 1913’te bu yoksul katmanların toplam gelirin yüzde 24’ünü elde ettiğini ve söz konusu oranın 1974’te yüzde 22’ye karşılık geldiğini belirten Herrmann, “Bugün, aradan geçen zaman içinde, toplumun bu alt yarısı tüm gelirlerin sadece yüzde 14.9’unu elde etmekte” diye yazıyor. En zenginler arasında da inanılmaz bir sınıf savaşımı sürdüğünü ekleyerek.
Acımasız özet
sahip. Daha belirgin olanı, şu: Ülke nüfusunun yüzde 10’u, Almanya’daki servetin yüzde 61’ine sahip. 2002’deki rakamları geride bırakan bu eşitsizliğin 2012 rakamlarında daha da derinleşeceğinden kuşkusu olmayan sempatik yazar, toplumun aralarında 3 milyona yakın nüfusuyla Türkiye kökenli bir topluluğu da içeren alt gelir gruplarına, yani ezici çoğunluğa “pek fazla bir şey kalmıyor“ görüşünde.
Uçurum çok derin Almanya’da, halkın üçte ikisinin herhangi bir mülkü ya hiç yok ya da olanlar mülk denmeyecek kadar önemsiz boyutlarda. Çünkü bu yüzde 70’in mal varlığı ülkedeki servet toplamının yüzde 9’una bile karşılık gelmiyor. Bu oran 2002 rakamlarından yüzde 1.5 daha küçük. Eğilimin 2012 ve sonrasında da süreceğine kesin gözüyle bakılabilir. Gidiş o yönde. Ulrike Herrmann’ın sözü geçen kitabının neredeyse her sayfasında örneklerle birkaç kez vurguladığı şey, aradan iki dünya savaşı ve iki hiper enflasyon dönemi geçtikten sonra bile, Almanya’daki servet sahibi katmanların konumunda pek bir şey değştirmemiş olması. 1913’te halkın yüzde 10’unu oluşturan en zengin kesimin geliri ülkedeki toplam gelirin yüzde 40’ını oluşturuyordu. Almanya dışındaki sosyalist deneyimlerin etkisi ve ülke içinde de sosyal adalet vurgusunun ve sendikaların ağırlığı so-
Ama yoksullaşma açısından önemli olan, yine Ulrike Herrmann’ın vurgularıyla şöyle: "İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana reel net ücretler bir eğilim olarak hep yükselmişti, ama şimdi birdenbire geriliyor. Üstelik konjonktürel kriz döneminde değil sadece. Ekonominin büyük bir hızla büyüdüğü 2004 ile 2008 arasında da düştü reel ücretler. Bu, tarihte eşine rastlanmamış bir olay. Şimdiye kadar kural, her ekonomik canlanma döneminde çalışanların da bu büyümeden kârlı çıktığı şeklindeydi. Ancak bu kez ekonomik büyüme, bir tek girişimcilere ve sermaye sahiplerine yaradı. Sadece 2004 ile 2006 arasında bile reel işgücü maliyetleri Almanya’da saat başına yüzde 1.5 oranında düştü. Bu, Avrupa’da da benzeri olmayan bir gelişmeydi. Avrupa’nın başka hiçbir yerinde reel ücretler bu hızla düşmedi. Reel ücretlerdeki bu sürekli kayıp sonuçsuz kalmıyor: Almanya’da orta sınıf küçülüyor.” Ulrike Herrmann’ın kitabının bir yerinde, acımasız bir özet dikkat çekiyor: “Halkın yüzde 30’u pratikte ulusal servetin tamamına sahip ve en üstteki yüzde 10’luk kesim tüm gelirlerin yüzde 35.8’ini alıyor.” Avrupa’nın motoru kabul edilen Almanya’daki büyük bir hızla yayılan yoksullaşmayı ve tarihte eşine rastlanmamış boyutlardaki sermaye birikimini bunlardan daha iyi anlatmak mümkün değil. Durum, toplumun en alt gelir grubu içinde ve yoksulların en altında yer alan Türkiye kökenli göçmenler açısından da fazlasıyla acı. Ama onlar da Türkiye’deki akrabalarına ve diğer göçmenlere bakarak kendilerini “orta sınıf”tan veya zenginliğin eşiğinde sayma hayaline kaptırmış görünüyor. Zengin mutfağındaki yoksullaşma, dipsiz bir kuyu resmi veriyor.
AvrupaGüN
|9
Belçikalı olmak zorlaşınca yabancılar isimlerini Belçikalılaştırmaya başladı
Sorunları büyüyen ülkede tehlikeli oyunlar SERPİL AYGÜN
Araştırmalar Belçika vatandaşlığına geçişin iş bulmayı kolaylaştırdığı, kişiye ülkeye ait olma duygusu verdiği gibi nedenlerle uyumu kolaylaştırdığını gösteriyor. Buna rağmen iş piyasasında isimden, kökenden dolayı ayrımcılık yapılması, yabancı kökenlileri isimlerini Belçikalılaştırmaya itiyor.
AvrupaGüN
| 10
BRÜKSEL - Belçika, 1 Ocak 2013’ten itibaren vatandaşlığa geçişi zorlaştırırken, ülkede yaşayan yabancıların idari, pratik ya da sosyal problemlerden kurtulmak için isimlerini Belçi-
kalılaştırmaları da ülkenin ayrı bir gerçeği olarak gündemde. Araştırmalar Belçika vatan- daşlığına sahip olmanın ülkeye uyumu kolaylaştırdığını göstermesine rağmen, liberaller, Hıristiyan demokrat ve sosyalistlerden oluşan iktidar, Belçika vatandaşı olmayı zorlaştırdı. Yasanın değiştirilmesi, özellikle Flaman Milliyetçi Partisi N-VA gibi sağ partilerin, “Hızlı Belçikalı Olma Yasası” diye bilinen ve 2010 yılında çıkarılan Belçikalı Olma Yasası’na tepkiler nedeniyle gündeme geldi. Yasa, iktidar partilerini destekleyen N-VA ile birlikte 102 oyla kabul edildi. Flaman Yeşilleri Groen, Frankofon Yeşilleri Ecolo ve Frankofon Demokratik Federalistleri-FDF yasaya karşı oy kullanırken (toplam 14 karşı oy) ırkçı Flaman Partisi Vlaams Belang çekimser oy (toplam 13 oy) kullandı. Vlaams Belang, tasarıyı olumlu yönde bir adım olarak nitelendirirken daha da zorlaştırılmasını istiyor
ve Türklerle Faslılara çifte vatandaşlık olanağının kaldırılması gerektiğini savunuyor.
Uyumu kolaylaştırıyor Araştırmalar, Belçika vatandaşlığına geçişin iş bulmayı kolaylaştırdığı, kişiye ülkeye ait olma duygusu verdiği gibi nedenlerle uyumu kolaylaştırdığını gösteriyor. Buna rağmen iş piyasasında isimden, kökenden dolayı ayrımcılık yapılması, yabancı kökenlileri isimlerini Belçikalılaştırmaya itiyor. Adalet Bakanlığına bağlı Federal Kamu Kurumu İsim Değiştirme Birimi tarafından yapılan açıklamaya göre, geçen yıl 1797 Belçikalı adını ve/veya soyadını değiştirmek için başvurdu. Bu rakam 2001 yılında 1108 idi. Yabancı kökenli Belçikalıların ise idari, pratik ya da sosyal problemlerden kurtulmak için isimlerini Belçikalılaştırmaları dikkat çekiyor. Yetkililer “İsim değiştirmenin istisnai bir uygulama olduğunu ve ciddi gerekçelere dayanması gerektiğini” belirtirken, isim değişikliği başvurularının büyük çoğunluğu çok geniş anlamda terk etme, ağır şiddet ve cinsel suçlar gibi ailevi nedenlerden dolayı yapılıyor. İsmi “Dutroux”, “Pandy” veya “Nihoul” gibi suçlulara benzeyen kişiler de adlarını değiştirmek için başvuru yapıyorlar. “Calcoen”, “Doms”, “Tóth” veya “Poep” gibi soyadları aşağılayıcı, komik ya da kötü anlamlar içeren kişiler de değişiklik için başvuruyor.
Yabancı kökenli Belçikalılar ise idari, pratik ya da sosyal problemlerden kurtulmak için isimlerini Belçikalılaştırıyorlar. Yabancı kökenli Belçikalılar isim değiştirme prosedürünü kullanarak “Muhammed“, “Locorotondo“ ve “Dauletmurzayev” olan adlarını “Devolder“, “Wuyts” ve “Daul” yaparak Belçikalılaştırıyorlar. Yabancı kökenlilerde isim değiştirmenin son derece anlaşılır bir durum olduğunu anlatan Katolik Leuven Üniversitesi Sosyal Psikoloji Bölümü Profesörü Vera Hoorens, “Göçmen biri olarak direkt dikkat çekiyorsunuz. Bir göçmenin burada alışılmış bir isme sahip olması azınlık bir topluma ait olduğunun daha az dikkat çekmesine neden oluyor ki, bu da çeşitli formdaki ayrımcılığa uğramalarını engelliyor” şeklinde açıklıyor. Belçika’da isim değiştirmenin zor ve pahalı bir prosedürü var ve isim değiştirmek doğal bir hak değil, devletin izin verilmesi gereken bir durum.
Koşullar zorlaşıyor Yeni yasa ile vatandaşlığa geçişte dil bilme, entegrasyon kursu alma ve çalışma şartı getiriliyor. Hızlı Vatandaşlık Yasası olarak bilinen önceki yasa ile Beçika’da 7 yıl ikamet eden yabancı kökenliler ülke dillerinden birini bilmeden, uyum sağlamadan hatta bazen Belçika’da bile bulunmadan Belçika vatandaşı olabiliyorlardı.
AvrupaGüN
| 11
uyumlarını” en az lise diploması ile , oturduğu bölgenin uyum kursunu tamamlayarak veya 400 saatlik meslek eğitimi alarak belgelemesi gerekiyor. Vatandaşlık başvurusu yapanlardan ülke resmi dillerinden birini bilmesi (Fransızca, Flamanca ve almanca) ve geçen 5 yıl içerisinde en az 468 gün çalıştığını belgelemesi de istenecek. Yaşlılar ve engelliler 5 yıl ikametten sonra koşulları yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın Belçika vatandaşlığını alacaklar. Aralıksız olarak Belçika’da 10 yıl kalan reşitlerin başvurabileceği 10 yıllık uzun süreçte ise ülke dillerinden birinin bilinmesi ve toplumsal uyum sağlanması koşulu isteniyor. Bu başvurularda çalışma koşulu aranmayacak.
Meclisin onayı ile alınan vatandaşlık
2000 yılı ile 2011 yılı sonuna kadar Hızlı Vatandaşlık Yasası’yla Belçika’da 568 bin 574 yabancı kökenli, Belçika vatandaşlığını aldı. 2013 yılı başında yürürlüğe girecek olan değişikliklerle zorlaştırılan yasada Belçika vatandaşlığına yönelik olarak, “Reşit olmayanlar için”, “en az 5 yıl aralıksız Belçika’da oturanlar için”, “en az 10 yıl aralıksız olarak Belçika’da oturanlar için” ve “Meclisin onayı ile vatandaşlık” olmak üzere 4 farklı süreç işleyecek. Belçika’da doğdukları ya da anne-babaları Belçikalı olduğu için vatandaşlığa geçen 18 yaşın altındakiler için fazla bir şey değişmiyor. Yeni yasa bu gruptakiler için sadece, vatandaşlık başvurusu yaptıkları sırada Belçika’da ikamet etmeleri koşulunu getiriyor. Bu durumda artık Belçika dışından vatandaşlık başvurusu yapılamayacak ve Belçika’da hiç oturmadan vatandaşlık alınamayacak.
5 yıllık yasa
AvrupaGüN
| 12
Yeni yasa 5 yıllık kısa süreç ve 10 yıllık uzun süreç olmak üzere 2 yeni yöntem getiriyor. 5 yıllık başvuru sosyal, ekonomik uyum ve dil bilme koşullarını yerine getirenler için uygulanırken 10 yıllık yöntem diğerleri için kullanılacak. 18 yaşını dolduran ve en az 5 yıl aralıksız olarak Belçika’da ikamet etmiş olanların başvurabileceği kısa süreçte adayların “toplumsal
Meclisin onayı ile vatandaşlık (Naturalisation) da zorlaştırılıyor. Bu yöntem ile sadece bilim, spor, sosyal ve kültürel alanda kendini ispatlayanlara ve Belçika’nın uluslararası algılanmasını olumlu yönde etkileyenlere vatandaşlık verilecek. Vatansızlar Belçika’da 2 yıl ikamet etmeleri halinde meclis onayı ile vatandaşlık alabilecekler. Vatandaşlık alanlar üzerindeki denetim yoğunlaştırılıyor. Belçikalılık görevlerini ciddi bir şekilde yerine getirmeyenlerden vatandaşlığın alınması prosedürüne ek olarak yeni vatandaşlıktan çıkarılma nedenleri getiriliyor. Terörizm, savaş suçları, insan ticareti, insan kaçakçılığı ve sahte evlilik yapanlar Belçika vatandaşlığından çıkartılabilecek. 5 yıldan fazla hapis cezası alanlar da vatandaşlıktan olabilecekler. Belçika vatandaşlığına geçenler “Belçika’nın temel haklarına ve özgürlüklerine saygı göstereceğine” dair bir beyanda bulunacaklar.
Portekizli aydınlar Merkel’i gelmeden kovdu
BERLİN- Avrupa krizi derinleştikçe başsorumlu görülen Almanya Başbakanı Angela Merkel üzerindeki baskı da artıyor. Özellikle kriz ülkelerindeki aydınlar, yaşlı kıtadaki neoliberal politikaların en büyük teşvikçisi kabul edilen Merkel’e yönelik tepkilerini farklı biçimlerde dile getirmeyi sürdürüyorlar. Nitekim Almanya Başbakanı Merkel’in bugünkü (12 Kasım) Portekiz ziyareti öncesinde bir mektup yayımlayan Portekiz’in önde gelen aydınları, ülkelerinin ve Avrupa’nın içinde bulunduğu felaketten bir kez daha Berlin’deki yönetici kadroları sorumlu tuttular. Merkel’i Almanya’nın başbakanı ve izlenen neoliberal politikaların önde gelen savunucusu olduğu için hedef aldıklarını belirten aydınlar, “http://carachancelermerkel.blogspot.pt” adresinde çeşitli dillerde yayımlanan mektuplarında, görmezlikten gelinse bile bu protestoların hızla yayıldığına ve daha da yayılacağına dikkat çektiler. “İstenmeyen kişi” ilan edilen Merkel’in Lizbon ziyaretinden iki gün sonra Portekiz’de Avrupa’da bu politikaların kitlesel bir grevle protesto edileceği de mektupta hatırlatıldı. 100 sanatçı ve aydının imzasını taşıyan açık mektupta Angela Merkel, Avrupa’yı yakıp yıkan neoliberal doktrinin en büyük teşvikçisi olarak çizilirken, “Portekiz sınırları içinde istenmeyen kişisiniz, çünkü burada yaşayan insanlardan alınmış demokratik bir yetki sahibi değilsiniz ama içişlerine karışıyorsunuz” denildi. Portekiz hükümetinin bir süredir mevcut cumhuriyetin yasalarına ve anayasasına uymaktan vazgeçtiğinin altını çizen aydınlar, “Bu nedenle hükümete
değil doğrudan size sesleniyoruz” dediler. Angela Merkel’in beraberinde “bir sürü büyük girişimcinin bulunması”nın insanı öfkelendirdiğini kaydeden Portekizli aydınlar, “Sayın Başbakan, beraberinizde birtakım insanlar getiriyorsunuz ve bu insanların yabancı yatırımlar kisvesi altında sizin politikanızın burada, Yunanistan’da, İrlanda’da ve İspanya’da geriye bıraktığı yıkıntıları araştırması isteniyor” saptamasında da bulundular. Öfkeli aydınlar, Merkel’in beraberindeki delegasyonda sadece Lizbon hükümetinin izniyle Portekiz devletinin elindeki mülkleri, en değerli mal varlıklarını elden çıkarmaya zorlayan insanların değil, bunları haraç mezat satın alacak olanların da bulunduğunu hatırlatarak, “Bu söylediklerimiz milliyetçi ve şoven talepler olarak görülemez. Sizi biz seçmedik. Bizi temsil etme ve bizim adımıza siyasi kararlar alma hakkınız yoktur. Ayrıca yalnız da değiliz. Sizin ziyaretinizden iki gün sonra 14 Kasım’da Avrupa’nın birçok ülkesinde genel greve gidilecek” görüşünü dile getirdi. Portekiz hükümetini karaktersiz ve zayıf olarak niteleyen imzacı aydınlar, ülkeyi yıkan Troika (IMF, AB ve Avrupa Merkez Bankası) ve politikalarına direnişin önemine vurgu yaparken, “Siz bizi görmezlikten gelebilirsiniz. Ama sayımız hızla artıyor Sayın Merkel. Burada ve diğer ülkelerde. Bize anlatılan hikayelerin hepsi yalan. Artık uyandık Sayın Merkel. Bu ülkeye hiç hoş gelmediniz!” sözleriyle açık mektuplarına son verdiler. AvrupaGüN
| 13
Alman sanatçı Anselm Kiefer’in yapıtları 24 Kasım’a kadar Milano’da
“Her şey sona erecek, sanat yaşayacak” ASLI KAYABAL
MİLANO - “Sanat, bir gereksinim. Sanatın bilim ya da siyasete somut bir yararı dokunduğunu düşünmüyorum. Oysa sanat olmazsa hiçbir sey yok. Her şey sona erdiğinde, sanat devam edecek” diyor Alman sanatçı Anselm Kiefer. Milano’da Lia Rumma galerisinde sonbahar sezonunu “Bereketli Hilal” başlıklı sergisiyle başlatan Kiefer, modern çağın trajik kaderini yorumladığı yapıtlarında “kıyamet” temasını işliyor. Anselm Kiefer, çağdaş dünyayla barışık bir ilişki kurmanın güçlüğünü sorgulayan bir sanatçı. “Aynı düşünceyi paylaşmadığımız bir dünyada nasıl var olabiliriz?” diye soruyor. Bu soruya verdiği yanıt, “Gördüğüm dünya, gerçek değil. Bir yanılsama. Bu dünyaya uyum gösterAvrupaGüN
| 14
mem mümkün değil. Gerçek olan, tablolar, destanlar, müzik.” Sanat yapıtlarının beklenmedik bir ışıkla yaratıldığı düşüncesinde Kiefer, “Resim yapmam için bir şok gerekli. Bu bir şiir, kişisel bir deneyim ya da bir peyzajdan gelebilir” diyor. “Her şey sona ererken yeniden başlıyor” düşüncesinden hareket eden sanatçı, “Bu yaşamın döngüsüne ilişkin bir açıklama olabilir mi?”, “Bir daire mi?”, “Bir flashback mi?” türünde sorular yöneltiyor. Bu soruların peşi sıra giden sanatçı son yıllarda uygarlığın kökenlerini sorguluyor. Mitolojinin herkesi kucakladığını, her yerde eşzamanlı var olan bir gerçekliği yansıttığını savunuyor. Bu niteliğiyle mitolojinin bilimden ay-
rıldığına, mitolojide saklı dilin yeniden yorumlanması gerektiğine dikkat çekiyor. Antik ve modern dünya arasında bir ayrım gözetmeyen Anselm Kiefer, klasik dönemi gözlese de geleceğe bakan bir sanatçı. Sanatsal uğraşında yapıtların hiçbir zaman tamamlanmayacağını dile getiriyor: “Beni sonuca ulaşmak değil, yaratma süreci ilgilendiriyor.” Kiefer’i bu açıdan kavramaya çalışan bir ziyaretçi, onun yapıtlarında görkem ve anıtsallığı öne çıkardığını keşfedebilir. Son birkaç yıldır uygarlıkların beşiği Mezopotamya arkeolojisinde sorularına yanıt arıyor Kiefer. Mısır ve Babil uygarlıkları, Yakındoğu’nun killi ve çamurlu toprağı, “Bereketli Hilal” diye anılan bölgedeki arkeolojik kalıntılar, taşlarla örülen surlar yaşamın anlamını kavrama çabasındaki Kiefer’in yöneldiği tarihi coğrafyalar.
Anselm Kiefer 1945 yılında almanya’da Donaueschingen’de dünyaya geldi. 1993’e kadar Buchen’de çalıştı. Aynı yıl Fransa’da Barjac’a yerleşti. 2007’den bu yana da Paris’te yaşıyor. Anselm Kiefer’in yapıtları dünyanın en büyük müzelerinde ve özel koleksiyonlarda yer alıyor. Sanatçının üç yapıtı 2007 yılında Paris’te Louvre Müzesi koleksiyonuna seçildi. 1999 yılında Tokyo’da Japon Sanat Vakfı’nın “İmparatorluk Ödülü”ne, 2008 Frankfurt Kitap Fuarı’nda ise “Barış Ödülü”ne değer görüldü. “Sette Palazzi CeleSti” başlıklı kalıcı enstalasyonu, 2004’den bu yana Milano Hangar Bicocca’da sergileniyor.
www.liarumma.it
AvrupaGüN
| 15
Hagen Osthaus Müzesi Müdürü Tayfun Belgin umutlu
Tarihin içinden Gençlik Müzesi’ne çıkan yol iLHAn AYER
HAGEN - Tayfun Belgin,1956 yılında Ardahan’da doğdu. Beş yaşında ailesi ile birlikte Almanya’ya geldi. Bochum Ruhr Üniversitesi’nde Sanat tarihi, tarih ve felsefe öğrenimi gördü. 1990’da Dortmund Ostwall Müzesi’nde çalışmaya başlayan Belgin, 2003 yılından 2007 yılına kadar Avusturya-Krems’teki Krems Sanat Galerisi’nde müze müdürü olarak çalışmalarını sürdürdü. 2007 yılından beri Hagen Osthaus Müzesi’nin (Hagen-Almanya) müdürlüğünü yapan Tayfun Belgin’le Almanya’da müzeler, sanat, sanatçı, sanat eserlerinin değerlendirilmesi ve Avrupa’da yaşayan bir aydın olarak, Alman toplumunun güncel sorunları üzerine söyleştik. -Almanya’da felsefe ve tarih okuduğunuz halde sanat tarihi ile ilgili bir işte çalışıyorsunuz, müze müdürlüğüne gelişiniz nasıl oldu?
AvrupaGüN
| 16
TAYFUN BELGİN - 1980’li yıllarda Bochum Ruhr Üniversitesi’nde sanat tarihi, felsefe ve tarih öğrenimi gördüm. Bir bilim ve olay olarak tarih beni bugüne kadar ilgilendirmesine rağmen, ilk alanım her zaman sanat tarihi olmuştur. Hangi tarafın ağır bastığıyla ilgili kararları
Foto: Nuri Irak
“Ben müzeyi her toplumsal sınıfa açtım ve birçok insana hitap eden bir sergi programı geliştirdim. Bunun yanı sıra 200 metrekarelik bir alanda gençlerin sınıfları ile birlikte veya sınıfsız olarak gelip kendi projelerini geliştirebilmeleri için bir “Gençlik Müzesi” oluşturdum. Burada Nuri Irak, Milica Reinhand, Marjan Verkerk veya Christoph Liebelt gibi sanatçıların da çalıştığı çokkültürlü projeler yer alıyor.”
TAYFUn BELGin
verirken, öğrenim süresince tanıştığınız öğretmenlerinizle de ilgilidir. Modern sanata dair kendine özgü resim teorisini geliştiren bir sanat tarihi ordinaryüsü olan dahi bir profesör gördüm. Bu kişi Max Imdahl’dır (1925-1988). Aynı zamanda Hans Mommsen ve Jörn Rüsen gibi önemli tarihçileri dinleme fırsatı buldum, hepimiz için mükemmel zamanlardı. Eğer modern sanatla uğraşıyorsanız felsefe zorunlu bir ihtiyaçtır. Benim için yüzyılların felsefi ve estetik gelişimini anlamak daha önemli olduğundan dolayı, daha ziyade “strüktüralizm” (yapısalcılık) yerine “hermeneutik” (yorumbilim) dalına değer verdim. Fransız yapısalcıla-
Foto: Werner Hannappel
HAGEn OsTHAUs MüzEsi
rında beni rahatsız eden, analizlerini ve bil- gilerini – ayrıca Foucault’da olduğu gibi mükemmel olabilen – alanda bırakmalarıdır. Benim için önemli olan, bilgilerin tekrar bir bütün haline getirilebilmesiydi, bu yüzden “hermeneutik” ile uğraştım. Öğrenimim sırasında birçok işle uğraştım: Sinemalarda yer göstericiliğinden tutun da gezi rehberliğine varıncaya kadar... 1990’da Dortmund Ostwall Müzesi’nde ilk bilimsel işimde çalışmaya başladım. Orada 2003’ün eylül ayına kadar çalıştım. Ekim 2003’ten Ekim 2007’ye kadar Avusturya Donau’daki Krems Sanat Galerisi’nde müdür olarak çalıştım. Avusturya’da, Krems, Viyana’ya 70 kilometre uzaklıktadır ve Avusturya’nın en büyük sanat galerisidir. Krems Sanat Galerisi’nde 2001 yılından bu yana birkaç sergi projesine eşlik etmiştim ve bu yüzden orada tanınıyordum. Bu nedenle, oradaki eski müdür ayrıldıktan sonra ben ve dört başka adayın başvuruda bulunması için talepte bulunulmuştu. Krems Sanat Galesi’nin kendi özel koleksiyonu mevcut değil, sadece bir sergi salonudur. Benim zamanımda nispeten daha fazla ekonomik olanaklar olduğu için, şu projeler için gayret göstermiştim: -Cennet Özlemi. Gaugin’den Nolde’ye kadar. -Aşk, ölüm ve ihtiras. Çarlık zamanından hikayeler. -Güzelliğin Zaferi.
-Renoir ve izlenimcilikteki kadın tasviri. -Harem. Doğunun gizemi. -Roma ve Sinti. Modernliğin çingene tasvirleri. -Brezilya, Avusturya’dan Yenidünya’ya. Ekim 2007’den beri Hagen Osthaus Müzesi’nin müdürü olarak görev yapmaktayım. Ben ve eşim, Krems’de doğan kızımız Asya Sophia’nın, orada okula gitmesi için eski memleketimiz olan Avusturya’ya dönmek istiyoruz. Hagen şehrinin ekonomik durumu iyi olmadığı için, müzenin de durumu çok zor. Hiçbir serginin üstesinden sponsorsuz gelinemiyor. Örnek olarak, 2010 yılı kültür şehri çerçevesinde “İstanbul” sergisini tümüyle Türkiye tarafından finanse edilen Huma Kabakçı Koleksiyonu’nu gösterebilirim. Bu sergi, bir sonraki, 2010 yılı kültür şehri olan Pécs’te (Macaristan) de sergilenmiştir. Osthaus Müzesi 2009 yılındaki yeniden açılışından bu yana sürüyor. 2006 nisan ayında müze tamirat ve geniştletme amacıyla Emil Schumacher Müzesi ile birlikte kapatılmıştı. İki ayrı yönetim var. Benim 16 kişilik çalışanıma karşılık, Emil Schumacher Müzesi’nin 2 çalışanı bulunuyor. Benim müzem, geçmişte komplike bir sergi programı sebebiyle geniş bir kitleye hitap edemiyordu. Felsefem çok farklıdır. Ben müzeyi her toplumsal sınıfa açtım ve birçok insana hitap eden bir sergi programı ge-
AvrupaGüN
| 17
Foto: Nuri Irak
liştirdim. Bunun yanı sıra 200 metrekarelik bir alanda gençlerin sınıfları ile birlikte veya sınıfsız olarak gelip kendi projelerini geliştirebilmeleri için bir “Gençlik Müzesi” oluşturdum. Burada Nuri Irak, Milica Reinhand, Marjan Verkerk veya Christoph Liebelt gibi sanatçıların da çalıştığı, çokkültürlü projeler yer alıyor. Hagen’ın Kuzey Ren Vestfalya bölgesinde en yüksek göçmen kitlesine sahip olduğuna değinmek gerekir. Çocuklarımıza Avrupa kültürü içinde yer verme imkanı, Hagen’de Gençlik Müzesi sayesinde mümkün olacaktır.
şındaki İsviçreli sanatçı Fabian Chiquet ile de bir sergi düzenledik. 2012’de Yunanistan, Kazakistan ve Rusya’dan muhtelif sanatçılara ait sergiler görülebildi. Yani uluslararası çalışıyoruz. Bazı sanatçılar Almanya’da yaşıyorlar ve çalışıyorlar, diğerleri ise başka ülkelerde. Ara sıra bu tür sergileri, işbirliği sergisi şeklinde gerçekleştirebiliyoruz. Bu, birçok açıdan önemlidir.
- Müze yönetimleri olarak, Almanya’da yaşayan yabancı sanatçılarla ve Almanya dışındaki sanatçılarla ortak projeler geliştiriyor musunuz? Eserleriniz yeterince yolculuklara çıkıyor mu?
TAYFUN BELGİN - “Ben” ve “öteki” kavramları, son yıllarda tekrar toplumumuzda tartışılmaya başlandı. “Öteki”, bilimsel disiplin olarak sanat tarihi içinde her zaman yer alır. Eski sanatın birçok konusu, mitolojinin etkin olduğu bir toplumda yaşamadığımız için, artık bize aşina değildir. Biz, bize “yabancı” konuları tekrar günümüze geri getirmeliyiz. Bir diğer konu da genel kabuldür. Alman ya da Avrupa sanat tarihinin şimdiye kadar her zaman bir Avrupa merkeziyetçiliğinden ortaya çıkmış olduğunu unutmamalıyız. Bu demektir ki, estetik dünyayı hep Avrupalıların gözüyle
TAYFUN BELGİN - “İstanbul” sergisine değinmiştim, Huma Kabakçı Koleksiyonu... Bu sergi, Alman sanatseverler için bile çok ilginçti; çünkü, bu sergiyle birlikte, ilk defa Türk sanatının 60 yılına derin bir “bakış” olanağı sağlanıyordu. Bu doğrultuda kataloğu Almanca, İngilizce ve Türkçe hazırladık. 2010 yılında Almanya’da yaşayan Rus sanatçı Pavel Feinstein ile bir sergi gerçekleştirdik. 2011 yılında 25 yaAvrupaGüN
| 18
- Biraz daha felsefeye girebiliriz. Sizce sanat tarihi boyunca “öteki” nasıl algılandı? Paralel toplumlar sanatın gelişimine olumlu katkılarda bulunabildiler mi?
gözlemlemişimdir, en azından şimdiye kadar. Gelecekte, “öteki”nin perspektiflerini bilimsel ve toplumsal uğraşıya tarihsel ve günlük fenomenlerle dahil etmek veya baştan birlikte düşünmek esas haline gelecektir. Bu ise zaman alacaktır, bundan eminim. - “Evrensel bir bilgi alanı” olan sanat ile yerelliğin her zaman ön plana çıktığı çokkültürlü toplumlar arasında hangi türden bağlar kurulabilir? “Multi-kulti” de denilen çokkültürlülüğün olduğu yerde entegrasyondan söz edebilir miyiz? Ayrıca, bir sanatçı entegre olabilir mi?
TAYFUN BELGİN -Londra gibi bir çok kültürlü şehirde entegrasyon ve asimilasyonun mümkün olduğunu görüyoruz. Londra, siyah, sarı ve kızıl benizli insanların da etkileşimde bulunabildiği, rengarenk, mükemmel bir şehirdir.
Orada da sanatçılar tanıdığım için, bunun olabildiğini biliyorum. Neden bizde de bu mümkün olmasın? Eğer multi-kültürel bir toplumumuz olsaydı bile –ki Almanya’da olduğundan şüpheliyim- bu, sanat ve toplumun otomatik olarak bir araya gelmesi anlamına gelmezdi. Sanat ve kültür, farklı düzlemlerde cereyan ederler. Her ikisi de - bunu deneyimlerimiz de gösteriyor – aynı zamanda sınıflara dayalı fenomenlerdir. Kendi yaşantımdan bir örnek vereyim: Şark çevrelerinden gelip Almanya’da sanat tarihi öğrenimi gören hemen hemen hiç kimse yoktur. Sanat tarihinin dörtte üçü Hıristiyanlığın sanat tarihidir. Eski ve Yeni Ahit’i tanımanız ve bununla uğraşmak istemeniz gerek. 1960’larda, henüz ilköğrenim yıllarımda Protestanlık din dersi aldığım için, bu bana çok kolay geldi. İlk önce İsa’yı öğrendim, daha sonra İstanbul’da
İyi müze Olimpos gibidir - Uluslararası sanat pazarlarında Alman ressamların tablolarına, on milyon avro gibi rekor değerler biçiliyor. Bu pazarda bu kadar “köpük”, sanatçıların gözüne hiç kaçmıyor mu? Diğer sanat dallarına göre, resim sanatında ideolojik anlamda bir terslik mi var? Resim, yeterince isyankar bir sanat dalı değil mi?
TAYFUN BELGİN - Uluslararası sanat pazarı, son on yıl içinde bir takım tehlikeleri de beraberinde getirerek gelişmiştir. Müze müdürü olarak en büyük tehlikeyi, birçok müzenin yüksek fiyatlı sanatçıların eserlerini ödeyememelerinde görüyorum. Tabii ki her sanatçı eserini, sanat pazarında mümkün olduğunca en iyi yere yerleştirmek için gayret sarfediyor. Sanat pazarı prensipte bağımsız bir kurumdur. Sanat pazarında yer alanlar, tüccarlar ve galericiler ile koleksiyoncular ve müzelerdir. Herkes için para önemli olduğundan dolayı, özel istekler de sıkça yer verilir. Eğer farklı koleksiyoncular ve tüccarlar bir sanatçıyı illa ki yüksek fiyatla pazarlamak isterlerse, kural olarak bunda başarılı olurlar da. Fakat, sanat kalitesinin yetersiz ol
duğu, başarılı olunamayan vakalar da vardır. Şu sıralarda örneğin Pop-Art’a (popüler sanat) bir geri dönüş vardır. Avrupa’nın önde gelen sanat fuarı olan ArtBasel’de bu eğilim görüldü. Bizim için meselemiz, pazarın ne kadar kaldırabildiği ile ilgilidir. Eğer bugün bir esere 3 milyon avro harcarsam, bu parayı bir yıl içerisinde geriye alabilir miyim? Kimi zaman bunu başarırsınız, kimi zaman da başaramazsınız. Özellikle iyi bir isme sahip olan müzeler “Olimpos” gibidir. Burada her ne sergilenirse, sanat pazarında iyi bir yere sahip olur. Müzelerin sanat pazarında yer almasının sebebi budur. Bu bir kapital fenomeni olduğu için, onu yönetmesi zordur ve hatta mümkün değildir. Globalleşme sürecinin yaşandığı şu günümüzde birçok sanatçı, varolan sanat pazarının gidişatına uydu. Ara sıra, Johathan Meese gibi adeta herkesi ürperten genç sanatçılar da çıkar. Son yıllarda, herşeyi hatta sanat pazarını da teşhir eden organizasyonlar düzenledi. Başarılı oldu da! Bugün, birkaç yılın ardından, o da zamana uyum gösteren bir sanatçı oldu. Bu süreçten kaçmak zordur. AvrupaGüN
| 19
Foto: Werner Hannappel AvrupaGüN
| 20
Türk yatılı okulunda Hz. Muhammed’i tanıdım. Eğer bir Türk ailesinden geliyorsanız, bu alışılmış bir durum değildir. Bu nedenle ben kendimi de asimilasyona uğramış olarak görüyorum. Benim için entegrasyon, kendi çabasıyla, kısmen çok büyük bir çaba gerektirse de, çevresindeki kültürle dostane ilişkiler kurabilmektir. Altı yaşında kreşte bir yıl içinde Almancayı öğrendikten (daha doğrusu duyduktan) sonra kendimi hiç de zorlamadım. Bu, diğer insanlarda artık bulunmayan bir ayrıcalıktır. Bana öyle geliyor ki, entegrasyon ve asimilasyon tartışması, özellikle kavramlar ve kelimeler konusunda bir tartışmadır. Ben, Almanya ve Avrupa’da yaşayan herkesin entegre olabileceğini umut ediyorum. Ama bunun için de bir şeyler yapmalıdır. Çocuklarımızın, Alman toplumuna kendiliğinden entegre olmalarını sağlamalıyız. Böylece Alman toplumuna çok daha kolay entegre olmaları mümkün hale gelir. Çok önemli başka bir konu da göçmen çocuklarının ve göçmenlerin de bu toplumu ve süreçlerini günümüzde ve gelecekte şekillendirebilmeleridir. 2010 yılında Pera Müze’sindeki Çarlık Rusyası’ndan sahneler: Rus Devlet Müzesi Koleksiyonu’ndan “19. Yüzyıl Rus Klasikleri” adlı sergide olduğu gibi, İstanbul’da bir sergi gerçekleştirebilmenin keyfine varıyorum; zira orada ilk vatanımın harika insanlarıyla işim oluyor. Almanya’ya döndüğümde ise projeler geliştirmenin zevkini çıkarıyorum. Her iki kültürün ufkundan ilham aldığı için, her ikisi de tabiatıyla olabilmektedir. Daha sonra insan kendine,
entegre mi yoksa asimile mi olduğunu sorabilir. Önemli olan benim orada olduğu gibi burada da başarılı olabilmemdir. - Almanya’da tarih müzeleri de oldukça yaygın ve ziyaretçi sayıları da oldukça yüksek. Sözümüz sanata gelince, tarih boyunca medeniyetler birbirlerini nasıl etkilemişlerdir? Bu etkileşimlerin izlerini gerek tarih müzelerinde gerekse sanat müzelerinde görebiliyor muyuz ?
TAYFUN BELGİN - Tarih müzesinin aksine, sanat müzesinde estetik kategorilerle uğraşırsınız. Sanat müzesinde tarih arka plandadır; ön planda ise resim, heykel, nesne veya fotoğraf vardır. Burada gözlemciden istenen, bir çizelgeden bilgileri öğrenmesi değil, bilakis eserlere kendi duygusallığı ve zekasıyla doğrudan bakmasıdır. İdeal durumda, insan kendi bakma alışkanlıkları hakkında da bir şeyler öğrenir. Bir müzenin bölümlerinde, özellikle de farklı yüzyıllara ait eserlerin ve yapıtların elinizin altında bulunduğu büyük müzelerde, gözlemci olarak yüzyıllar arasında hareket edebilirsiniz. Dikkatlice gözlemlendiğinde, bu bana bir gözlemci olarak dikkatimi bana aşina olana ve belki de aşina olmayana vermeme imkan tanıyan bir zaman yolculuğudur. Hiç şüphesiz kültürler birbirini etkilemiştir. Batı Avrupa’nın çıkış noktası olarak kabul edilen Yunan kültürü, Yakındoğu – Mezopotamya – kültürü olmaksızın mümkün olamazdı. Bu da firavunların yönettiği Mısır ile yakından ilintilidir. Bu bilgi günümüzde artık genel kabul gör-
müştür; bu demektir ki, bugün Antik Yunan’ı bir nesil öncesinden daha farklı algılıyoruz. Ne var ki, Alman tarih kitaplarının Doğu Roma, Bizans ve Bizans İmparatorluğu’na yoğun ilgisini özlüyorum. Her Avrupalı ziyaretçi Roma, Vatikan vb ile ilgili az çok bir şeyler biliyor. Bizans her ne kadar geçmişteki en önemli imparatorluklardan biri ise de, büyük bir soru işaretidir. Birçok turist Ayasofya’nın tarihsel aydınlanmasını bekliyor. - Müze yönetimleri olarak tarihsel ve sanat objelerini dışarıdan alıp müzelerinizde sergiliyorsunuz, siz dışarıya neler veriyorsunuz? Çocuklara, gençlere ve bu sanat alanlarına ilgisi olanlar için projeleriniz var mı?
TAYFUN BELGİN - Günümüzdeki sanat dünyası, birbirlerinin koleksiyonundan ödünç
eser alışverişi yaparak birbirlerine destek sağlamaktadır. Eğer bize bir müze veya sanat galerisinin önemli bir sergiyle ilgili müracaatı olursa, biz bu kurumu destekleriz. Bir sergide dışavurumculuk konusunu koleksiyonumuzdan birçok eserle süsleyerek işledik. Dört başka müzeden bize eser gönderildi ve bu proje ilginç bir ortak sergi halini aldı. Az önce söylediğim gibi, gençlik için birçok faaliyet düzenliyoruz. Bir “Gençlik Müzesi”nin kurulması konusu benim için çok önemliydi. “Gençlik Müzesi”, müze ile aynı değerdedir, yani göstermelik bir kurum değildir. Ben gençlere inanıyorum. Bizim çocuklarımız bizden daha fazla olanaklara sahip olacaklar. Tek şart: Kendilerini bu konuya vermeliler, katılımcı olmalılar ve kaderi beklememeliler.
İzm’ler artık çağı tanımlamak için kullanılmıyor - Sanatta “izm”ler döneminin kapandığı tartışmaları için neler söylemek isterdiğiniz? Sizin de bir müze müdürü ve sanatçı tarihçisi olarak bir “izm”iniz var mı?
TAYFUN BELGİN - Zamanımız, büyük bir belirsizliğin hakimiyeti ile şekillenmiştir. Artık hiç kimse dünya çapında yapılan sanatı takip edemiyor. İnsanın kendi ülkesinde bile bunu yapması zordur. “İzm”ler artık çağları tanımlamak için kullanılmıyorlar. Biz onları tarihsel kategori olarak her zaman zihnimizde barındırıyor ve karşılaştırmalar yapıyoruz. Benim müze programım fotoğrafçılık veya mimaride olduğu gibi realizm fenomenini de kapsar. Soyut sanat, ancak özel bir sanatsal pozisyonla uğraşıyorsanız saygı görüyor. -“Sanat tarihi” ve “felsefe” arasında, “yaratıcılık” kavramı ile köprüler kurmaya kalkışsaydınız, neler söylerdiniz?
TAYFUN BELGİN - Sanat tarihini, tarihsel anlamda “sanatın tarihi” ve bilimsel disiplin olarak “sanat tarihi” şeklinde ayırmalıyız. Birçok insan bunu ayırt edemez. Ben de, sanatçı olmadığım halde, bazen sanatçı olarak tanımlanıyorum. Sanat tarihçisi, sanata uygulamalı bir katkı sağlamayan, salt bilimsel bir sanat tarihi öğrenimi görür. Sizin sorunuzdan, düşünce tarihinin alanı olarak sanat tarihinin felsefe kadar yaratıcı olabileceği çıkarımını yapabilirim. Salt sanat algısının veya tarihi felsefi pozisyonların bir fikri zemin oluşturmak için yeterli olmadığını düşünüyorum. Aksine, asıl itici güç, fikirlerin devam ettirilmesidir. Bu demektir ki, üniversite öğreniminden sonra insan, salt akademik içerikten uzaklaşarak, sanat tarihçisi ve/veya filozof olarak kendini konumlandırabilmeli. Asıl yaratıcı süreç o zaman başlar.
AvrupaGüN
| 21
Erdoğan Karayel, Türkiye ve Almanya’daki mizahı karşılaştırdı
İki dünya var birbirine hiç uymaz OSMAN ÇUTSAY
AvrupaGüN
| 22
STUTTGART - Çalışmalarını büyük ölçüde Stuttgart’ta sürdüren bu arada Türkiye ile bağlantısını kesmeyen Erdoğan Karayel, içinden çıktığı Türkiye mizahı ve çizgi anlayışıyla yaşadığı Almanya’daki genelgeçer anlayışın birbiriyle çeliştiğini savunuyor. Ancak bu uyumsuzluğun bir çatışma değil, yeni bir denge yaratacağına inanıyor. “Çiziyorum, öyleyse varım” felsefesiyle hareket eden Karayel, sorularımızı yanıtladı.
- Uzun yıllardır Almanya’da da yaşıyorsunuz. Daha doğrusu Almanya ile Türkiye arasında gidip geliyorsunuz. Avrupa’ya Türk emeğinin ve emekçilerinin nasıl girdiğine, geliştiğine burada günlük hayat içinde de tanık oldunuz? Peki, Türk mizahı veya Türkiye renkleri olan bir mizah görebildiniz mi? Bizimkiler, burada nelere gülüyor, nasıl ve neden gülüyor, asıl önemlisi, neden Türkiye gibi canlı bir karikatür etkinliğimiz olmadı, olmuyor bu Almanya’da?
ERDOĞAN KARAYEL - Almanya’ya geleli on bir yıl oluyor. Sık sık İstanbul’a gidip geldiğim için iki ülke arasındaki sosyal ve toplumsal farklılıkları, ayrışımları rahatlıkla görebiliyor, his-
sedebiliyorum. Hep buradan emekli olanlara özenirdim. “Ne güzel, senenin altı ayını Türkiye’de, altı ayını Almanya’da geçiriyorlar” diye de hayıflanarak. Son dönemlerde bu özendiğim yaşam biçimini olabildiğince daha geniş bir yelpazeye yaymaya çalışıyorum. Otuzbeş yıldır mizahın ve reklamcılığın içinde olduğumdan, artık her şeye “mizah” ve “grafik” gözlükleriyle bakar oldum. Zaten bizde toplumsal olarak inanılmaz bir mizahi zenginlik (!) var. Bu zenginlik öyle böyle değil, sanmıyorum ki başka bir toplumda bu kadar çok malzeme olsun. Ancak bu zenginliğin hayatımıza yansımasında da tam tersi bir “fakirlik” söz konusu. Bizim toplumdan size örnekler vereyim. Mesela, Almanya’da yaşayan birinci kuşak insanlarımızın ben hâlâ elli yıl önceki gibi giyindiklerini düşünür durur ve bir türlü akıl sır erdiremem. Yani o elli yıl öncesinin ceket ve pantalonlarını, kazak ve gömleklerini, hele hele ayakkabılarını nasıl ve nereden bulurlar? Hangi terziye diktirirler veya hazır alırlar? Sanki zaman durmuş onlar için... Sadece üstlerindekiler mi? Hayır, mantalite de aynı.. Yani bizim insanımızda zamana karşı bir “kafa tutuş” var ve bunda o kadar başarılılar ki!.. Sanıyorum bu, sadece bizim toplumumuza özgü bir nitelik. Şimdi “Hani nerede mizah?” der gibisiniz galiba. Oysa bu yazdıklarım katıksız ve özgün bir “Türkiye mizahı”. Bizi diğer toplumlardan ayıran bir özelliğimiz daha var: “Ağlanacak halimize güleriz” mesela. Bu, çok neşeli ve mutlu bir toplum olmamızdan
değil, geleneksel “kadercilik” ve “arabesk” özelliklerimizi hayata geçirmekteki üstün “başarımızdandır”. Bu anlattığım özelliklerle içinde yaşadığımız Alman toplumundan öyle kesin çizgilerle ayrışıyoruz ki, sormayın gitsin. Örneğin, bizim yaşadığımız Altbach’ta sokağımız gündüz-gece, 7/24 çok sessiz ve sakindir. Sanırsınız ki, burada insan yaşamıyor. Çünkü biz hariç tüm komşularımız Alman. Hani bir evden müzik sesi veya çocuk sesi duyulmaz mı hiç? Ya da hiç mi kavga etmez bu insanlar?. Hadi geçtim bunlardan hiç mi hapşırmaz, öksürmezler!? Bol çocuklu bir Türk ailesinin yaşadığı yer hemen kendini belli ediyor. Gece gündüz susmayan çocuklar ve onlara bağırmaktan usanmayan annenin çığlıkları Almanlar için dayanılmaz bir “kara mizah” örneği. Bizim espri anlayışımızı besleyen en önemli toplumsal özelliklerden biri de şüphesiz aşırı duygusallığımız. Yabancı bir ülkede yaşamanın yarattığı “eziklik” duygusu da cabası. Almanlardan farklı bir kültüre ve mizaha sahip olmamız, çoğu zaman onları bu neşemize ve zenginliğimize ortak edemiyor ne yazık ki. Çünkü o kadar farklıyız ki!.. Almanlarda bir rivayet var; hani gülmek için Keller’e (bodruma) inerlermiş! Yani o kadar düzenli ve sistematik bir yaşamları var ki, bizlerin ne genlerine, ne geleneklerine uyuyor. Almanlarda komşuluk ilişkisi de neredeyse yok denecek kadar az. Oysa bizler gerekli gereksiz birbirimizin kapısını çalıp “tuz, şeker ve
AvrupaGüN
| 23
yağ” istemezsek ya da gürültü yapıp rahatsız etmezsek gözümüze uyku girmez. İki toplum arasındaki kültürel fark mizaha da yansıyor elbet. Bizlerin güldüğüne onlar, onların güldüğüne bizler gülemiyoruz. Hele kelime oyunlarından oluşan zengin mizahımızın zaten Almancası isteseniz de olamaz. Türkiye’de halk mizahının en belirgin örneklerini geçmişte “Gırgır”, “Fırt” ve “Çarşaf” mizah dergilerinde görmemiz mümkün. Şimdilerde “Leman”, “Uykusuz” ve “Penguen” dergileri de aynı mizah türünün günümüz örneklerinden. Yani, konuşma balonlu, basit, halk dilinden esprilerin ve çizgilerin yer aldığı yayın organları. Almanya’da çıkan dergilere baktığımızda ise (Eulenspiegel, Titanic, Pardon) politik ağırlıklı, estetik yanı ağır basan çizimlerin yer aldığı dergiler görebiliyoruz. Yani entelektüel bir kesime hitap eden mizah anlayışı hakim. Çok da yaygın olduğunu sanmıyorum. Belli bir hedef kitlesi var çünkü. - Türkiye kökenli Almanyalıların mizahına, mizah arayışlarına/taleplerine yönelik saptamalarınız neler? Ne gibi ipuçları var elinizde? Gözlem ve eleştirilerinizi bizimle paylaşır mısınız?
AvrupaGüN
| 24
ERDOĞAN KARAYEL - Yukarıda iki toplum mizahını farklı yönleriyle özetlemeye çalıştım. Dolayısıyla Türkiye kökenli Almanyalıların işi oldukça zor. Ama ben artık bu “ikili” yaşamın formülünü buldum. Türkiye’de “Türk”, Almanya’da “Alman” gibi yaşamaya çalışıyorum. Hangi ülkedeyseniz, diğerindeki tüm kavramların “tersini” yapacaksınız. Örnek mi? Sakın ola ki Türkiye’de yaya geçidinde Almanya’daki gibi aniden durup yayalara yol vermeyin. Arkanızdan gelen araba size ya bindirecektir ya da, zar zor durabildiyseniz eğer, zılgıtı yiyeceksinizdir. Hatta iş kavgaya kadar da varabilir. Hayatında ilk kez İstanbul’a gelen ve havaalanından bir araç kiralayıp da İstanbul trafiğine çıkan bir Alman’ı hayal bile edemiyorum. Tabii bunun tersini de dü-
şünmemiz lazım: Türkiye’den gelen birinin Almanya’ya gelir gelmez direksiyon başına oturması da aynı riskleri taşıyor. İşte toplumsal farklılıklar fazla olunca ve bireyin kendini ifade etmesi güçleşince, ister istemez bir “içe dönük”, içine kapanma, yani bir nevi “asimilasyon” kaçınılmaz oluyor?! Kendini daha iyi ifade edebildiğin ve mutlu olabildiğin ortamlar yaratmayı tercih ediyorsun. Türkiye kökenli Almanyalıların yalnızlıklarının ve kolonileşmelerinin sonucudur bir anlamda asimilasyon. Kısacası Almanlar bizi değil, biz kendi kendimizi “asimile ediyoruz” Alman toplumundan. Her toplumun “asgari müşterek” kurallar ve yaşamsal kaygıları dışında kendi ırk, dil ve dinine yönelik tercihlerde, önceliklerde bulunması bana (belli sınırlar çerçevesinde) doğal geliyor. Doğal olmasının
yanı sıra “hak” olarak da düşünüyorum. Toplumumuza özgü, “Nasreddin Hoca” ve “Temel” fıkralarını, rahmetli Suavi Süalp gibi kelime oyunlarından, farklı anlamlarından oluşan nükteleri Alman toplumunda veya mizahında bulabilmemiz mümkün mü?! Ortak bir dil her zaman vardır toplumlarda. Bu dili “gülmek” olarak adlandırabiliriz mesela. Gülmeyen bir toplum düşünebiliyor musunuz? Almanlar her ne kadar az gülseler de, (tebessümle karıştırmayalım ama) sonuçta günlük yaşamda ortak gülünecek konular ve/veya eylemlere rastlamak az da olsa mümkün olabiliyor. Bu bir ütopik düşünce olabilir ama ben Almanya’da Gırgır örneği bir “halk/lar” mizah dergisinin başarılı olabileceğine inanıyorum. Almanya’da yaşayan çeşitli ülkelerden gelmiş yabancıların tümüne hitap edebilecek zenginlikte ve evrensellikte bir mantaliteyle hazırlandığında neden başarılı olmasın ki?! - Kökleri Türkiye’de olan 3 milyon Almanyalı, sizce neden burada Türkiye’deki gibi gülemiyor ve güldüremiyor? Bu ülkede nasıl bir durumumuz var ki, acının bal eylendiği Türkiye’deki gibi gülemiyor/güldüremiyor insanlarımız? Aydınlarımız da mı bu tuzaktan kurtulamıyor?
ERDOĞAN KARAYEL - Ben de bir soru sorayım yanıtlamadan önce: Sizce Türkiye’deki insanlar gülebiliyor mu gerçekten? Sanırım artık gülmeyi unutuyoruz. Ya da ilk sorunuza cevabımda da belirttiğim gibi “ağlanacak halimize gülüyoruz”. Kim bilir, belki “gülünecek halimize de ağladığımız” oluyordur. Her şey tersine döndü ülkemizde. Sorunuzdaki gibi artık “acıyı bal eyledik”. Her gün “kara mizah” örnekleri yaşıyoruz. Hemen size yeni ve taze bir örnek vereyim: Türkiye’de neredeyse tüm televizyon kanallarında son günlerde bolca gösterimde yer alan “Ağaoğlu/Maslak 1453” projesi. Ağaoğlu adındaki muhterem, projesini tanıtırken bir ormanda şu sözleri söylüyor: “Evinizin yanında böyle bir orman olsun istemez misiniz?” Ve biz biliyoruz ki, o projenin gerçekleşmesi için yüzlerce ağaç kesildi ve kesilecek. İstanbul’un kalan 3-5 tane oksijen alanından biri daha katledilecek yani. Ve devam ediyor reklamda Ağaoğlu: “ Tarih hayal edenleri değil, gerçekleştirenleri yazar” diyor. Tabii biz bunu “Tarih hayal edenleri değil, katledenleri yazar” olarak algılıyoruz. Dengeler ve değer yargıları yerinden oynadı. Sistem bireyleri tamamen esir almış durumda. Mesela aylığı 1000 TL olan birine ayda 500 TL taksitle araba satılabiliyor. Nasıl mı? Kullanma limiti 5.000 TL olan kredi kartlarından birkaç tane kullanarak. Bankaya gitmenize, kefil, te-
minat vs gibi prosedürlerle uğraşmanıza gerek kalmadan cep telefonunuzla bir sms atıyorsunuz. Bir iki gün sonra posta kutunuzdan kredi kartını alıyorsunuz. Üç, beş, bilemediniz on taksit ödemesinden sonra suni gölden gelen suyun aktığı musluk tıslamaya başlıyor. Hadi buyrun cenaze namazına! Başka bir örnek: Bir AVM’ye (Alışveriş Merkezi) gazete almak için giriyor, takım elbise alarak çıkabiliyorsunuz. Çünkü bir takım elbise alana gömlek ve kravat bedava! Hadi biraz daha abartalım. Ev mi alacaksınız? Sorun değil. Sağlam maaşlı (çok veya az olması önemli değil) bir işiniz varsa evi cebinizde bilin. “Ev aldım” diye sevinerek evin sadece faizini 10-15 yıl ödemek ve ömrünüz yeterse 25-30 yıl sonra ev sahibi olduğunuzu görebilmek, sizin genlerinizdeki ömürün süresiyle orantılı. Ve daha nice örnekler... Şimdi tüm bunları Almanya’da yapabilmek mümkün mü? Maaşınız ve dispo limitiniz (Türkiye’deki “Ek Hesap”) ile sınırlı bir geleceğinizin dışında burada sadece hayal edebilirsiniz Türkiye’de yaşananları. Almanya’da herkes ayağını yorganına göre uzatıyor çünkü. Dolayısıyla bu ülkede Türkiye’deki gibi gülebilme şansınız ve nedeniniz yok! Türkiye’de acıyı bal eyleyebiliyoruz belki, ama Almanya’da acıyı pek tatlandıramıyoruz. Üstüne bir de “gurbet” acısını eklediniz mi, oluyor size zehir gibi bir acı. Yine deyim yerindeyse, Almanya’da biz “ağlanacak halimize gülüyoruz”. Ama tuhaftır, bunu başarabilen ye-
AvrupaGüN
| 25
gane insanlar da bizleriz. Bunun sayesinde ayakta duruyor, direniyor, kuyruğu dik tutmaya çalışıyoruz. Delik büyüyormuş veya sağlığımız bozuluyormuş, hikaye! Büyüklerimiz “cahil cesareti” der ya hani, sanki öyle bir şey bizi Almanya’da tutan. “Cahil” demeye dilim varmasa da “gözü kara” bir cesaret bu. Alman’ın “bin dakika düşünüp bir dakikada karar verdiğini” biz “bir dakikada karar verip” bin dakikayı bırak binlerce günde nasıl altından kalkabileceğimizi düşünüyoruz. Böylesine zengin ve ironik bir mizah başka hangi ülke halkında var söyler misiniz?! Aydın/lar mı dediniz? Hangi aydınlardan bahsediyoruz? Kendi yazdıklarını kendileri okuyan... Kendi sorduklarını kendileri yanıtlayan... Kendileri çalıp kendileri oynayan aydınları mı?.. Dünün “aydın”larının hepsi bugünün “karanlık”ları oldu. Karardı Türkiye onlarla birlikte. Türkiye’nin bugünlere gelmesinde “küçük burjuva/lümpen/liboş”lardan daha çok onlar sorumlular, onlar yükümlüler! “Aydın” deyince benim aklıma artık sadece Ege bölgesinde yer alan 09 plakalı ve bir milyon insanın yaşadığı ilimiz geliyor ne yazık ki... - Buradaki Türk toplumunda bir politika korkusu mu var? Almanya’daki Türklerin, Türkiye’de hangi görüşte olursa olsun, hatta aşırı sağcı bile olsa, bu ülkede Alman soluna (SPD, Yeşiller, Sol Parti) yakınlık gösterdiğini, bu konuda ezici çoğunluğun böyle bir tercihi olduğunu biliyoruz. Bunu siz nasıl karşılıyorsunuz?
AvrupaGüN
| 26
ERDOĞAN KARAYEL - Toplum olarak o kadar “ironik” bir yaşam biçimimiz var ki. Daha önce dedik ya hani, “Türkiye’de, Almanya’da yaptıklarımızın tersini, Almanya’da da Türkiye’de yaptıklarımızın tersini yaparsak” daha
kolay uyum sağlarız yaşadığımız topluma.. Soru da tam bu ironiye uygun bir soru. Gerçekten üzerine kitap yazılır bu zıtlığın. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye’de AKP ve/veya MHP’ye oy veren veya sempatizanı olan birinin Almanya’da “Yeşiller”e veya “SPD”ye oy verdiğini!? Yani Türkiye’de düşündüğünün, yaptığının tam tersini Almanya’da yapacaksın ve sordukları zaman da bu zıtlığı “Ee orası Türkiye, burası Almanya” diyeceksin. Türkiye tarihinin gördüğü en “mizahi başbakan” Süleyman Demirel’in ünlü özdeyişi “Dün dündür, Bugün bugündür” sözüne de uyuyor bu durum biraz. Ya da anonim bir deyim olan “nabza göre şerbet” örneğine. Aslında şaşırmamak lazım bu örneklere. Zira Türkiye’de insanlar gerçekten inandıkları için değil, çıkarları ve beklentileri doğrultusunda seçim yapmakta. Toplum bilinci de bu yönde gelişiyor ve şekilleniyor artık. Türkiye’de bir politika korkusundan ziyade bir “gelecek” korkusu söz konusu. Ve bu korku politikaya “çıkar ve beklenti”lerle yansıdığında manzara oldukça karmaşık bir hal alabiliyor. AKP’nin on yılda geldiği ve ülkeyi getirdiği nokta buna en güzel örnektir. Sanırsınız ki, Türkiye’de halkın yarısından çoğu “dini bütün Müslüman” oluverdi hemen. Alakası yok. Yılmaz Özdil bir yazısında toplumu şöyle tanımlamış: Ülke olarak iki hayvanı temsil ediyoruz. Sürü olarak hareket ettiğimiz için “koyun”, çok çabuk unuttuğumuz içinse “balık”. Yani “balık hafızalı koyun sürüsü”nden söz ediyoruz. Bu her ne kadar acıtıcı ve “kara mizah” yaklaşımsa da mantıklı düşündüğümüzde “Neden olmasın?” diyoruz. Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin kendilerine her ne kadar ters olursa olsun, çıkarları ve beklentileri doğrultusunda oylarını ve
desteklerini sol partilerden yana kullanması toplumumuzun eğitim düzeyinin aynaya yansıyan “ironik” görüntüsüdür. Söz konusu insanlar Almanya’da oy verdiği partiye Türkiye’de de oy verseydi, bugün bambaşka bir ülkeden bahsediyor olurduk. Elbette buradan gidecek oylar Türkiye’deki dengeleri pek değiştirmezdi belki, ama hiç değilse, “dürüst siyaset” yapmayı öğrenmiş olurduk. - Türkiyeli aydınlar veya aydın adayı genç kuşaklar, bu arada karikatürist ve mizahçılarımız, Avrupa ve Almanya’dan ne alır ona ne verebilir? Bu ilişkiler nasıl bir doğrultuda seyrediyor sizce?
ERDOĞAN KARAYEL - Türkiye’de yaşayan ve “aydın” olabilmeyi beceren insanların (hele de sanatçıların) Almanya’dan çok şey alacaklarına inanıyorum. 1986 yılında ilk kez tanıştığım Almanya’da beni en çok etkileyen, doğal güzelliklerin yanı sıra, estetik kaygılarımın da fazlasıyla tatmin olduğunu fark etmek olmuştu. O zamanlar bu hayranlığımı “Almanlar bir noktayı bile nereye koyacağını çok iyi biliyor” şeklinde ifade etmeye çalıştığımı hatırlıyorum yakın çevreme. Aldığım mesleki eğitim gereği sabah gözlerimi açar açmaz dünyaya “grafik” bir göz(lük)le bakmaya çalışıyorum. Bu macera gece olup gözlerimi kapatana kadar da sürüyor. Bilgisayar başında iş yapmamdan tutun, caddelerde gezerken gözüme çarpan tabela, afiş, billboard’lara, arabayla yolda giderken karşıdan gelen veya önde giden araçlardaki (özellikle TIR’larda) görsel malzemelere hep aynı tasalarla (Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun Çizgi-Renk-Leke-Benek adlı dört küheylanıyla) bakar, incelerim. Türkiye’den gelecek bir karikatür sanatçısı (eğer mizah dergiciliğinden geliyorsa) Almanya’da zorlanacaktır. Çünkü ne buradaki toplum ne de mizah anlayışı Türkiye’dekine uyar. Bu noktada benim benimsediğim ve sekiz yıldan bu yana “Don Kişot” e-mizah dergisinde uygulamaya çalıştığım “evrensel mizah”ın yani “konuşma balonsuz-yazısız” karikatür anlayışının önemini belirtmem gerekecek. Eğer dünyaya “evrensel” bir gözle bakıyorsanız, sanatınız veya dünya görüşünüz ne olursa olsun yabancı bir ülkede yaşayabilme şansınız da var demektir. İkilemlere pek inanmayan ve tümünü “bütün” olarak gören bir insanım. Yani “iyikötü”, “güzel-çirkin”, “doğru-yanlış” vb tüm ikilemler aslında bir bütünün parçaları bence. Biri diğerinin varlık nedeni çünkü. Hayat, bunlarla anlamlı ve bunlarla keyifli.. Bunlar arasındaki dengeyi sağlamaya çalışmakla geçiyor ömür. Ben şahsen kırk yaşından sonra yabancı bir ülkeye göç etmeyi göze alan bir “kreatif” olarak bu keyfi doya doya aldığıma inanıyorum. Belki koşullar daha güzel olabilirdi, daha çok destek alabilirdim düzenlediğim etkinliklere. Ama hiç pişman olmadım buraya geldiğimden dolayı. İdeallerim benim için önemlidir, bedelini yalnız kendim ödeyeceksem eğer. Don Kişot dergisinin ikinci sayısını çıkarabilmek için arabamı satmam bu konudaki kararlılığıma en güzel örnektir. 2005 yılında “Türk mizahını Almanlara, Alman mizahını Türklere” tanıtmak amacıyla çıktığım yolda bugün her türlü olanaksızlığa ve zorluklara rağmen, hem mizahta “Don Kişot” felsefesini hem de “Karayel” soyadını dünya karikatüründe hiç de küçümsenmeyecek bir noktaya getirdiğime inanıyorum. Bu başarıyı bileğimin gücünden ziyade, onu tetikleyen her türlü eleştiri, baskı, sansür ve engellemelere borçlu olduğumu özellikle vurgulamak isterim. “Hiçbir başarının cezasız kalmadığı” günümüz dünyasında yabancı bir ülkede ayakta kalabilmeyi başarmış bir sanatçı olarak en büyük gücü “sosyal medya”dan aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Cezayir ve Tunus’ta olduğu gibi gelecekte bir gün, (biz görürüz veya görmeyiz, bilemem) gerçekleşecek bir devrimin ilk kıvılcımlarının internetin erişilemez gücünü bize kanıtlayan “sosyal medya”dan başlayacağına yürekten inanıyorum. Söyleşiyi Descartes’in sözüne nazire olarak şu cümleyle bitirmek istiyorum: “Çiziyorum, öyleyse varım!”... AvrupaGüN
| 27